Nurun Geldiği Gün: Kâinatın Mana Bulduğu An

Nurun Geldiği Gün: Kâinatın Mana Bulduğu An

“Evet, Muhammedin (a.s.m.) getirdiği Nur ile kâinatın mahiyeti, kıymeti, kemalatı ve içindeki mevcudatın vazifeleri ve neticeleri ve memuriyetleri ve kıymetleri bilinir, tahakkuk eder. Ve kâinat, baştan başa gayet manidar mektubat-ı İlahiye ve mücessem bir Kur’an-ı Rabbani ve muhteşem bir meşher-i asar-ı Sübhaniye olur. Yoksa, adem ve hiçlik ve zeval ve fena karanlıklarında yuvarlanan karma karışık vahşetli bir virane ve dehşetli bir matemhane mahiyetine düşer. Bu hakikate binaen, kâinatın kemalatı ve hikmetli tahavvülatı ve sermedi manalan, kuvvetli bir tarzda “Neşhedü Enne Muhammeden Resulullah” der.” (Şualar)

İnsanlık tarihi boyunca varlıkla yokluk arasında sıkışmış bir soru yankılandı durdu: “Bu kâinat nedir? Nereden geldi, nereye gidiyor?” Akıl, gözle gördüğünü yorumlamaya çalıştı; kalp ise görmediğini hissetmeye. Fakat cevaplar hep yarım kaldı, suretler gölgeye karıştı, anlam buhar olup uçtu. Ta ki, bir Nur geldi. Bu Nur, kâinatın kilidini açan bir anahtardı. Ve o Nur, Hz. Muhammed’di (aleyhissalâtü vesselâm).

Kâinata Mana Veren Nübüvvet Güneşi

Risale-i Nur’un şu veciz hakikati ne güzeldir: “Muhammed’in (a.s.m.) getirdiği Nur ile kâinat, baştan başa mektubat-ı İlahiye olur.” Yani, o gelmeden önce bir harabe gibi görülen bu âlem, onun nübüvvet gözüyle bir sanat galerisine dönüştü. Her şey, her varlık, bir mektup oldu. Bir anlam taşıdı, bir mesaj verdi. Çünkü o Peygamber, sadece bir ümmete değil; kâinata rahmetti.

Onunla birlikte yıldızlar boşlukta savrulan taşlar olmaktan çıkıp bir nizamın lambaları hâline geldi. Rüzgâr, başıboş bir esinti değil; ilahi emirlere memur bir hizmetkâr oldu. Dağ, taş, hayvan, bitki, insan—hepsi bir görevle yaratılmış, bir neticeye bağlıydı. Kısacası, varlıkla yokluk arasında giden gelen insanlık, onun gelişiyle varlığın içindeki hikmeti fark etti.

Nur Olmazsa Ne Kalır?

Ama ya o Nur olmasaydı? Kâinat, sahipsiz bir virane gibi; ölüm, kaçınılmaz bir yok oluş gibi; hayat, karanlık bir muamma gibi kalacaktı. İnsan, anlamı olmayan bir hevesin peşinden sürüklenen bir hayvan gibi yaşayacaktı. Ne doğum sevinç olurdu, ne ölüm bir vuslat… Her şey fenaya, hiçliğe, tesadüfe teslim olacaktı. O zaman âlem, bir matemhane olurdu; çünkü hiçbir şeyin kalıcı anlamı olmayacaktı.

Nur Geldi ve Şehadet Etti:

Kâinata onun gözüyle bakıldığında, her şey yerli yerine oturur. Varlık, gayesiz değil; yokluk, anlamsız değil; insan, sahipsiz değil. İşte bu yüzden “Neşhedü enne Muhammeden Resulullah” sadece bir söz değil, kâinatın en büyük hakikatine şahitliktir. Çünkü kâinatın hikmeti, onun gelişiyle çözülmüştür.

SONUÇ ve ÖZET:

Hz. Muhammed’in (a.s.m.) getirdiği nur, kâinatın manasını ortaya koymuştur. O nur olmazsa, kâinat karanlık bir harabe; insan, anlamını yitirmiş bir yolcu olur. O nur ile kâinat, bir Kur’ân gibi okunur, bir sanat galerisi gibi seyredilir, bir mektup gibi anlaşılır. Bu yüzden kâinat, bütün zerreleriyle “Şehadet ederiz ki Muhammed Allah’ın elçisidir” der. Çünkü onunla hakikat görünür hâle gelmiştir.




Risale-i Nur ve Herkesin Kendisini Bulduğu Hakikatler

Risale-i Nur ve Herkesin Kendisini Bulduğu Hakikatler

Hayat bir muammadır. Her insan, kendine verilmiş olan ömür sermayesiyle bu muammayı çözmeye çalışır. Kimisi arar ama bulamaz; kimisi bulur ama anlayamaz. Ve kimisi vardır ki hem arar, hem bulur, hem de anlar. İşte Risale-i Nur, bu üçünü de mümkün kılan bir hazine, bir ilham menbaı, bir hakikat aynasıdır.

Risale-i Nur Külliyatı, sadece bir bilgi kitabı değil; kalbin, aklın ve ruhun aynasıdır. Her okuyan, orada kendi halini bulur. Kimi gafletten uyanır, kimi imanı derinleştirir, kimi varlık içindeki yokluğu fark ederken, kimi yokluk içindeki sonsuz varlığa ulaşır. Bu eserler öyle bir tarzda yazılmıştır ki, felsefe ile boğulan akla ışık olurken; şüphe ile sarsılan kalbe sükun verir, ümitsizlikle çöken ruha ümit aşılar.

Her Kademeye Hitap Eden Bir Hakikat

Bir çocuk safiyetinde olan, orada sevgiyi bulur. Bir genç istikamet ararken, orada pusulayı görür. Bir alim, tefekkürde derinlik ararken, orada hikmetin en parlak kıvılcımlarını seyreder. Bir hasta teselli ararken, orada şifayı hisseder. Çünkü Risale-i Nur sadece bilgi değil, aynı zamanda bir “hal tercümanı”dır.

Her Kalbe Bir Pencere Açan Kelam

Risale-i Nur, mecazların perdesiyle hakikati gösterir; temsillerin içinden hakikatin çekirdeğini çıkarır. Her bir risale bir pencere açar: Kimine kâinattan, kimine nefisten, kimine Kur’an’dan, kimine tarihten… Ama her pencere sonunda bir kapıya çıkar: Allah’a, iman ve marifetullaha…

Okuyan yalnızca bir metinle değil, kendisiyle karşılaşır. “Ben kimim?”, “Nereden geldim?”, “Nereye gidiyorum?” sorularının yankı bulduğu bir derinliktir bu eser. Ve her insan kendi aynasında bir parıltı görür.

Ruhlara Ruh Olan Bir Rehber

Risale-i Nur’un büyüklüğü, yalnız ilimle değil; ruhla, hal ile ve kalple konuşmasındadır. O yüzden dinleyene de okuyan kadar hitap eder. Sadece zihni değil, hissi, hayali ve gönlü de seferber eder. Hangi ruh ararsa arasın, ona kendi lisanında seslenir. Çünkü bu sözler, Allah adına, Allah için ve Allah yolunda söylenmiş hakikatlerdir.

SONUÇ ve ÖZET:

Risale-i Nur, her insanın ruhuna göre kendini bulabileceği ilahi bir hakikat pınarıdır. Kimi düşüncesine ışık, kimi gönlüne şifa, kimi hayatına yön arar; hepsi bu eserlerde karşılık bulur. Her seviyede, her arayışta, her ihtiyacın cevabı, Risale-i Nur’un satır aralarında değil, doğrudan kalbe inen hakikatlerinde saklıdır. O yüzden denmiştir ki: Risale-i Nur, ruhlara ruh olur.




İlim Asrının Eşiğinde: Kuvvetin Yeni Sahibi

İlim Asrının Eşiğinde: Kuvvetin Yeni Sahibi

“Elbette nev-i beşer, ahir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.’ “

İnsanlık tarihi boyunca kuvvet, çoğu zaman bilekte, silahta ve zenginlikte aranmıştı. Ne var ki, zaman döndü; çağ değişti. Bediüzzaman Hazretleri’nin veciz bir ifadeyle haber verdiği gibi:
“Elbette nev-i beşer, ahir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır.”

Bu söz, yalnızca bir gözlem değil, bir kehanet değil, hikmete dayalı bir tespittir. Zira hakikat şudur: Artık çağ, ilmin çağındadır. Söz sahibi olan, elinde mızrak değil, bilgi tutandır. Dünya üzerinde fikir akımlarını, toplumsal dönüşümleri, teknoloji ve siyaseti yönlendirenler, kılıçla değil, kalemle, yazılımla, matematikle hükmedenlerdir.

Eskiden kuvvet, fiziksel güçteydi; şimdi ise matematiksel denklemde, bilimsel deneyde, algoritmik üstünlükte… Bu sebeple, milletler de artık askerî silahlardan önce zihinleri ve araştırma laboratuvarlarını kuşanmaktadır. İlimden uzak kalan, zamanla söz hakkını da yitirir.

Fakat burada sorulması gereken esas soru şudur: İlim ne için kullanılacak?
Eğer ilim, adalet, hakikat ve marifetullah yolunda yürütülürse, insanoğlu hem dünyasını hem de âhiretini imar eder. Fakat ilim, sadece nefsanî çıkarlar ve menfaat için kullanılırsa, insanlığı bir uçuruma götürmesi kaçınılmaz olur. Atomun parçalanması barışa da yarayabilir, yıkıma da.

İşte bu noktada:
Madem hakikat budur, hakaik-i imaniye, bu asırda ulûm ve fünûn suretinde inkişaf edecektir.
Yani yalnızca fen ilimleri değil; imanî ilimler de ilmin diliyle anlatılmalıdır. Çünkü çağın insanı, artık aklı ikna etmeden kalbi doyuramamaktadır. Bu sebeple Risale-i Nur gibi eserler, fen ve din ilimlerini barıştıran ve imanı akılla temellendiren bir vasıtadır.

Özet:

İnsanlık, ahir zamanda ilme ve fenne yönelecek; kuvvet ilmin eline geçecektir. Bu gerçek, çağımızda açıkça tecelli etmektedir. Ancak bu ilim, marifetullah ve ahlak ile terbiye edilmezse, insanlığa zarar verebilir. Bu yüzden imanî hakikatler, çağın dili olan ilimle anlatılmalı; akıl ve kalp birlikte tatmin edilmelidir. İlim, doğru yolda kullanıldığında hem dünya hem âhiretin inşasına vesile olur.

 

 




Görünmeyen Düşman: Elbisesizliğin İmtihanı ve Şeytanın Hilesi

Görünmeyen Düşman: Elbisesizliğin İmtihanı ve Şeytanın Hilesi

“Ey Âdem oğulları! Şeytan nasıl anne-babanızın üzerinden elbiselerini soyup edep yerlerini birbirlerine göstermiş ve onları cennetten çıkarmışsa, sakın aynı şekilde sizi de dünyada tâbi tutulduğunuz imtihanlarda kaybetmenize sebep olarak benzer bir belânın içine atmasın! Çünkü şeytan ve soyu, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz, şeytanları iman etmeyenlere dost ve onların işbirlikçileri yaptık.”Araf.27.

İnsanlık tarihi, iki büyük misafirle başlar: Âdem ve Havvâ. Cennette açılan bu yolculuk, çıplaklıkla sınanan bir görünmez düşman üzerinden şekillenir. A‘râf Sûresi 27. ayet, bu hakikatin perdesini aralayarak bize şeytanın ilk zaferini ve insanın ilk gafletini hatırlatır:

> “Ey Âdemoğulları! Şeytan, anne babanızın üzerinden elbiselerini soyup edep yerlerini birbirine göstermişti…”

Şeytanın ilk vesvesesi, bir elbiseyi çıkarmakla başlamıştır. Ancak bu elbise sadece bir kumaş parçası değil, hayânın, edebin, masumiyetin örtüsüdür. Şeytan, bu örtüyü yırtarak önce cenneti kaybettirmiştir. Bugün ise aynı senaryo farklı formlarda sahneleniyor: Medya, moda, dijital akımlar, mahremiyeti ifşa eden sanal ortamlar… Bunlar şeytanın günümüzdeki “görünmez orduları”dır.

Ayette geçen “Onlar sizi görür, siz onları göremezsiniz” ifadesi, şeytanın savaşını daha tehlikeli hale getirir. Çünkü görülmeyen düşman, gaflet anını fırsat bilir. İnsan, kendisini görünmez zannederek açık saçıklığa veya günaha sürüklenir ama şeytanın kamerası daima açıktır. Her açıklık, sadece bedende değil, ruhta da yaradır.

Bugünün insanı, şeytanın bu planını “özgürlük” adı altında takdim edilen çıplaklıkla tanıyor. Oysa bu özgürlük değil; ruhun zindanı, mahremiyetin sürgünüdür. Elbiseyi çıkarmakla insan cennetten dünyaya düştü; bugün ise mahremiyetin kaybıyla dünyadan daha aşağı bir duruma yuvarlanma tehdidiyle yüz yüzedir.

Allah’ın uyarısı nettir: Şeytanı ve onun vesveselerini tanıyın, onun adımlarına tâbi olmayın. Çünkü onun hedefi, sizi tıpkı ilk insan gibi örtüsüz, savunmasız ve cennetsiz bırakmaktır.

Özet:

A‘râf Sûresi 27. ayet, insanın şeytanla ilk imtihanını ve onun hâlâ süregelen taktiklerini ortaya koyar. Şeytanın hedefi, insanın edep örtüsünü soyarak onu gaflete ve günaha sürüklemektir. Bu ayet, günümüz dünyasında mahremiyetin, hayânın ve iffetli duruşun şeytanî akımlara karşı nasıl korunması gerektiğini hatırlatır. Elbiseyi değil, maneviyatı kuşanmak, bu imtihanda galip gelmenin yoludur.

 

 




İttihadın Ruhu: Hayatın ve Dirilişin Sırrı

İttihadın Ruhu: Hayatın ve Dirilişin Sırrı

“Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkarane ittihad gittiği vakit, manevî hayat da gider.” (Tarihçe-i Hayat)

“Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir.” der Bediüzzaman. Bu ifade, yalnızca sosyal birlikteliğe değil, bütün varlık âlemine hükmeden ilahî bir kanunun özetidir. Çünkü hayat, başıboşluğun değil; birlik, düzen, intizam ve uyumun meyvesidir.

Hayatın Şartı: Vahdet ve Uyum

Bir bedeni düşünelim: kalp kendi başına atsa, akciğer kendi temposunda çalışsa, sinirler rastgele sinyaller yollasa… O bedende hayat kalır mı? Kalmaz. Zira hayat, her bir parçanın diğerine uyumla çalıştığı ittihadî bir nizam ister. Bu uyum gittiğinde, hayat da gider. Vücut dağılır, can uçar.

Tıpkı bunun gibi, bir millet, bir cemaat, bir aile yahut bir dava, ancak ittihad ile hayat bulur. Kalpler ayrıysa, menfaatler çatışıyorsa, fikirler birbirini iptal ediyorsa, orada manevî hayat yaşanmaz. Ceset ayaktadır belki ama ruh çoktan çekilmiştir. Göz görür ama fer yoktur. Söz vardır ama tesir yoktur. Kalabalık vardır ama kuvvet yoktur.

İmtizaçkârane İttihad: Zoraki Değil, Gönüllü Uyum

Burada bir başka hakikate parmak basılır: İmtizaçkârane ittihad… Yani zorla, baskıyla, yapay bir birliktelik değil; kalpten gelen, içten içe birbirine kaynamış bir beraberlik… Gerçek manada hayat ancak böyle bir ittihad ile doğar. Zira görünürdeki birlik yetmez; gönüller birleşmeli, idealler aynı gökte doğmalı, hedef bir olmalıdır.

Toplumda huzurun, İslam ümmetinde dirilişin, ailede saadetin, cemiyette barışın sırrı buradadır. Allah’ın emrettiği vahdet, yalnız bir arada durmak değil; birbirinin dertleriyle dertlenmek, yükünü paylaşmak, sevinciyle sevinmek demektir. Tıpkı bir beden gibi, bir göz ağrısa tüm bedenin sızlaması gibi…

İttihadın Gitmesi: Manevî Ölüm Başlar

İttihad gittiğinde, hayat gibi maneviyat da kaybolur. Kalpler kararır, niyetler bozulur, emeller ayrılır. Bu durumda hak, bâtıla karşı zayıf düşer. Batıl cephesi ise şeytanın ilhamıyla tefrikayı körükler, ayrılığı teşvik eder.

Bugün ümmetin hâli, bu cümlede gizlidir: İttihad bozulmuş, hayat çekilmiştir. Diriliş yeniden hayat bulmakla mümkündür. Hayat ise ancak ittihadla mümkündür. Demek ki, bu çağın en büyük cihadı; kalpleri birleştirmek, akılları bir maksada yöneltmek, elleri bir işe kenetlemektir.

Özet:

Hayat, yalnızca biyolojik bir varoluş değil; birlik, bütünlük ve uyumla doğan ilahî bir nimettir. “Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir” ifadesi; gerek beden, gerek toplum, gerek ümmet bazında, hayatın ancak gerçek birliktelikle var olabileceğini anlatır. Bu birlik kaybolduğunda, manevî hayat da söner. Dirilişin, gücün ve saadetin sırrı; samimi, içten ve gayeye yönelik bir ittihaddır.

 

 




İran: Tarih Boyunca Bir Truva Atı mı?

İran: Tarih Boyunca Bir Truva Atı mı?

Hindistan ve İran resmen stratejik ortaklık kurduklarını duyuruyor.
Çünkü Hindistan Pakistan’a düşman.
Ermenistanla ortaklık kuruyor.
Çünkü Türkiye’yle bir asırdır savaşta.
Pkk ile iş birliği yapıyor.
Çünkü Pkk 50 yıldır Türkiye’de terör estiriyor.
İsrail ve ABD ile perde altında pazarlık sürdürürken, bir yandan da birbirlerini besliyorlar, göstermelik düşmanlık senaryolarıyla.
Çünkü 1960 yılından beri Abd ve İsrail Türkiye’de her 10 yılda bir darbe yapıyor.
Türkiye’nin veya islama ve İslam devletlerine düşman olan kim varsa İran onun yanında.
İran İslam ülkelerinin Truva atıdır.
1501 yılından Şah İSMAİL Yani Safevilerden beri Şia yayılmacılığı politikasını sürdürüyor.
Hz. Ömerin süper devlet Sasani imparatorluğunu yıktığından beri siyasi İslam adı altında İstikametli İslam olan ehli sünnete düşmanlığını sürdürüyor.
Camilerinde Hulefa-i Raşidinin üçüne, hilafette Hz. Aliye haksızlık yapıp gasbettikleri bahanesiyle ve Hz. Aişe gibi sahabelere lanet ediyor.
Fransadan 1979 yılında özel uçakla irana getirilip darbe yaptırılan Humeyniyi kim besledi ve besliyor?
Türkiye’yi kontrol etsin diye mi?
İran kime hizmet ediyor?

*******

İslam dünyası, yüzyıllardır birliğini arıyor. Fakat bu birlik, ne zaman filizlenmeye kalksa, ya içerden bir fitneyle ya da dış müdahalelerle baltalanıyor. Bu sürecin en dikkat çeken aktörlerinden biri ise şüphesiz İran’dır. Tarih boyunca İslam ümmeti içinde bir “mukaddes ayrılıkçı” gibi hareket eden İran, bugün de siyaset sahnesinde benzer bir rolü üstlenmiş görünmektedir.

Tarihi Derinlik: Safevîlerden Günümüze

1501 yılında Şah İsmail’in Safevîler’i kurarak Şiiliği devlet mezhebi ilan etmesi, yalnızca bir din tercihi değil, aynı zamanda bir politik duruştu. Osmanlı hilafetine rakip olmak için kurulan bu yapı, Anadolu’da kanlı mezhep savaşlarının fitilini ateşledi. Ehli Sünnet’e karşı sistemli bir düşmanlık başlatıldı. Bu tutum, İran’ın bugünkü dış politikasının da temel kodlarını oluşturdu.

Safevîler’den beri İran, kendisini İslam ümmetinden çok, kendi mezhebi ekseninde tanımladı. Bu tutum, ümmet birliğini parçalayarak İslam coğrafyasının adeta kanayan yarası oldu. O dönemin Şii uleması, camilerde Hulefâ-i Râşidîn’in üçüne ve Hz. Aişe’ye lanet okumayı bir ibadet gibi gördü. Bu dil, günümüzde hâlâ bazı çevrelerde devam ettirilmektedir.

Modern Dönem: Humeyni’nin Uçağı Nereden Kalktı?

1979 devrimiyle birlikte İran, bir kez daha ümmet coğrafyasına “öncü İslam devleti” gibi sunuldu. Ancak ne gariptir ki bu devrim, Paris’ten özel uçakla taşınan bir liderle başladı. Humeyni’yi Fransa’dan Tahran’a taşıyan o uçağın arkasındaki gölge, bugün hâlâ net biçimde sorgulanmamıştır. Humeyni’nin gelişiyle İran, sadece bir rejim değil, bir ideolojik ihracat politikası da başlattı.

İslam dünyasına “devrim ihraç etme” söylemi, aslında bir Şii yayılmacılığı projesiydi. Lübnan’da Hizbullah’ı, Yemen’de Husîleri, Irak’ta Haşdi Şabi’yi, Suriye’de Esed’i destekleyerek bu politikanın sahada karşılığını oluşturdu. Ne acıdır ki bu yapıların çoğu, ümmetin can düşmanı İsrail’e karşı değil, Sünnî Müslümanlara karşı silah kullandı.

Gizli ve Açık İttifaklar: Sözde Düşmanlık, Gerçekte Menfaat Ortaklığı

İran bugün, bir yandan ABD ve İsrail karşıtı nutuklar atarken, perde arkasında bu devletlerle çıkar temelli ilişkilerini sürdürüyor. Irak’ta, Afganistan’da, hatta Suriye’de ABD ile örtülü operasyonlarda birlikte hareket ettikleri artık sır değil. İran’ın Hindistan, Ermenistan ve PKK gibi Türkiye düşmanı unsurlarla kurduğu yakın ilişkiler ise bu tabloyu daha da netleştiriyor.

Hindistan, Pakistan’a düşmandır. İran, Pakistan’ın karşısında Hindistan’la iş birliğine gider. Ermenistan, Türkiye ile tarihi ve kültürel çatışma içindedir. İran, Ermenistan’a destek verir. PKK, Türkiye’de 50 yıldır terör estirir. İran, zaman zaman bu yapıyla örtülü ilişkiler geliştirir. Bu tercihler bir tesadüf mü? Yoksa bilinçli bir “Türkiye’yi dengeleme” siyaseti mi?

İran Ne Zaman Ümmetin Yanında Oldu?

Mısır’daki darbe karşısında sessizdi. Suriye’de yüz binlerce Sünnî Müslüman katledilirken, Esed’i destekledi. Irak’ta işgalin ardından oluşan Şii eksenli yönetimlere sahip çıktı. Yemen’de ise Sünnî halkın üzerine roket yağdıran grupları finanse etti. Tüm bu adımlar, İran’ın “İslam birliği” değil, “mezhep birliği” peşinde olduğunu gösteriyor.

Sonuç: Fitneye Karşı Basiret Vakti

İran, ümmetin ortak düşmanlarına karşı bir “direniş ekseni” kurduğunu iddia etse de pratikte izlediği yol, ümmeti parçalama eksenine dönüşmüştür. Bugün İslam dünyasının en büyük ihtiyacı, mezhepler üstü bir vahdet anlayışıdır. Fakat İran bu anlayışa değil, tarihi kinlerine ve stratejik menfaatlerine göre pozisyon almaktadır.

Bu açıdan İran, tıpkı antik Truva atı gibi, dışardan İslam’a benzeyen ama içerden onu parçalamayı hedefleyen bir yapı olarak görülmelidir. Fitneyi teşhis etmeden birlik olmaz. Mezhebi fanatizme karşı ilmi, basireti ve tarihi feraseti kuşanmak her Müslümanın sorumluluğudur.

Özet:

İran, Safevîler döneminden bu yana Şii mezhebi üzerinden bir yayılmacı siyaset yürütmektedir. 1979 devrimiyle başlayan süreçte, Şiilik bir mezhep olmaktan çıkarılıp bir dış politika aracı haline getirilmiştir. ABD ve İsrail’e sözde düşmanlık, ama perde arkasında menfaat ilişkileriyle şekillenen bu politika, ümmet birliğini tehdit etmektedir. Hindistan, Ermenistan ve PKK ile kurulan stratejik ilişkiler, Türkiye’ye karşı dolaylı bir duruş sergilemektedir. İran, ümmet için birleştirici değil, ayrıştırıcı bir aktör haline gelmiştir. Bu sebeple, ümmetin basiretli olması ve hak ile bâtılı ayıracak feraseti kuşanması gerekmektedir.

 

 




KÖKSÜZLÜĞÜN BEDELİ: ADEM’İN ÇOCUKLARI NİÇİN BİRBİRİNİ ÖLDÜRÜR?

KÖKSÜZLÜĞÜN BEDELİ: ADEM’İN ÇOCUKLARI NİÇİN BİRBİRİNİ ÖLDÜRÜR?

İnsanlık tarihi boyunca değişmeyen bir gerçek vardır: Adem’in çocukları birbirine kıyar. Kardeş kardeşi öldürür, millet milletle çatışır, insan insanın kurdu olur. Bin yıllardır akan kanın, dökülen gözyaşının ardında yalnızca çıkar, toprak, servet ya da ideoloji mi vardır? Yoksa bu görünenlerin arkasında daha derin, daha kadim bir sebep mi saklıdır?

Köksüzlük… Evet, belki de insanlığın kanla yoğrulmuş geçmişinin en büyük sebebi, insanın kendi köklerinden, yaratılış gayesinden kopmuş olmasıdır. Bir ağacın toprağıyla bağı kesilirse, önce yaprakları solar, sonra gövdesi kurur, nihayetinde devrilip çürümeye yüz tutar. İnsan da öyledir; Rabbiyle, fıtratıyla, hakikatle bağını kaybettiğinde ne kalbi sağ kalır, ne ruhu canlı kalır, ne de aklı hikmetle işler.

Bugün dünyada yaşanan savaşların, çatışmaların ve bölünmelerin temelinde akıl-kalp-ruh dengesinden uzaklaşmış bireyler ve toplumlar vardır. Akıl varsa ama kalp yoksa, merhametsiz bir zekâya dönüşür; kalp varsa ama akıl yoksa, hedefsiz bir coşku olur; ruhsuz bir beden ise sadece dünya için yaşar, hakikati unutup hırsın esiri olur.

Kur’an-ı Kerim, ilk kan dökümünü bize Hâbil ve Kâbil kıssasıyla anlatır. Kâbil’in kıskançlığı, nefsinin rehberliğinde yaptığı o ilk cinayet, insanlığın köksüzlüğe düştüğü ilk kırılma noktalarından biridir. Kâbil, Allah’a değil, nefsine kul olmuştu. Kendi öz kardeşini öldürerek, sadece bir insanı değil, kardeşliğin, merhametin ve adaletin köklerini de o gün toprağa gömmüştü.

Eğer insan Kur’an’ın nuruyla aydınlanmamışsa, insan en azgın hayvandan daha zalim olabilir. İşte bu yüzden bugün “medeniyet” adı verilen birçok yapının temelinde köksüzlük vardır. İnsanlık ortak bir kalbî değer taşımadığında, ruhlar aynı hakikate yönelmediğinde, akıllar sadece menfaat için çalıştığında savaş kaçınılmaz olur.

Barışı getirecek olan; top, tüfek, anlaşma değil; insanın yeniden kökleriyle buluşmasıdır. İnsanın kendisini yaratanı tanıması, ona yönelmesi, aklını vahiy ile, kalbini sevgi ile, ruhunu hakikatle doyurmasıdır. İşte o zaman Adem’in çocukları yeniden kardeş olabilir.

MAKALE ÖZETİ:

İnsanlık tarihindeki savaşların temelinde yalnızca dünyevî sebepler değil, derin bir köksüzlük problemi yatmaktadır. İnsan, yaratılış gayesinden ve manevi köklerinden koptukça akıl-kalp-ruh bütünlüğünü kaybeder, bu da zulmü ve savaşı beraberinde getirir. Kalpsiz akıl, akılsız coşku ve ruhsuz bedenin hâkim olduğu toplumlarda barış kalıcı olamaz. Çözüm, insanın tekrar fıtratına dönmesi, Allah’la ve hakikatle bağını kurmasıdır.




Alemler Arasında Sırra Kadem Basan Kudret: Rabbü’l-Âlemin’e Açılan Pencere

Alemler Arasında Sırra Kadem Basan Kudret: Rabbü’l-Âlemin’e Açılan Pencere

1. Giriş: Göz Açıldıkça Derinleşen Hakikat

İnsan gözü bir noktaya dikkatle odaklandığında, o noktada saklı binlerce sırla karşılaşır. Kâinata bu gözle bakan bir mü’min, sadece yıldızları, gezegenleri değil; onların ardındaki ilahi düzeni, kudreti ve vahdeti de görür. Zira bu kâinat, sadece bir madde yığını değil, her an yazılan, okunan ve yenilenen bir ilahi kitaptır. Her bir zerresiyle Allah’ın varlığına ve birliğine şahitlik eden sonsuz satırlardan oluşur.

2. Milyonlarca Âlemin Sahibi: Rabbü’l-Âlemin

Kur’ân’ın “Elhamdülillahi Rabbil-âlemîn” hitabında gizli olan mana, sadece bir gök kubbenin değil, sayısız âlemin Rabbi olan bir Zât’a işaret eder. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, kâinatta milyonlarca âlem iç içedir: Hayvanat âlemi, nebatat âlemi, mikro âlem, makro âlem, ruhlar âlemi, kalpler âlemi… Her birinin idaresi farklı kurallar, hassas dengeler ve hikmetli kanunlara dayanır.

Ama bu farklılık, kaosa değil; hayranlık uyandıran bir düzene yol açar. Çünkü onları idare eden Zât, tek bir irade, tek bir kudret ve tek bir ilimle hükmedendir. O’nun birliğinden başka hiçbir izah bu sistematiği açıklayamaz.

3. Kudretin Kalemiyle Yazılan Satırlar

Her bir varlık, bir harf gibidir. Bütün bir âlem, satırlar hâlinde kudret kalemiyle yazılmış bir kitap gibidir. Gözle görülemeyen zerreler bile, kaderin ince mürekkebiyle belirlenmiş birer mana taşır. Her saniye milyarlarca yeni yazım olur; doğumlar, ölümler, dönüşümler… Bütün bu değişim içinde kaotik bir rastlantı değil, ilahi bir hikmetin mühürleri görülür.

Bu terkip ve tedbirde bir kusur bulunmaması, ne tesadüf ne tabiatla açıklanabilir. Sadece sonsuz bir ilim ve rahmet sahibi Rabbü’l-Âlemin’in tecellisidir.

4. Şahitlik Eden Her Şey: Zerreden Galaksilere

Atomlardan galaksilere kadar her şey, kendi varlığıyla “Ben O’nun sanatıyım” der. Bu şahitlik hem cüzidir (bir çiçeğin güzelliğiyle “Allah güzeldir” demesi gibi), hem de küllidir (bütün ekosistemin birlikte işlemesiyle “Allah birdir” demesi gibi). Bu şehadet, sadece şekille değil, faaliyete ve faydaya da yansır. Bir sineğin kanadındaki simetri de, bir yıldız kümesinin hareketindeki denge de aynı Zât’a delildir.

5. İnsan: Okuyan ve Şahitlik Eden Varlık

İnsanın en büyük görevi bu kitabı okumaktır. Kainat kitabı, Kur’ân kitabı ve insanın vicdan kitabı… Üçü birlikte okunduğunda, gerçek tevhid bilgisi doğar. Gözle görülen her şeyin ardında, göremediğimiz ama kalple hissedilen bir Rabbü’l-Âlemin vardır. İman, bu hissin sürekli ve bilinçli bir şekilde farkında olmaktır.

SONUÇ VE ÖZET:

Bu kâinat; kudret kalemiyle yazılmış bir kitap, her âlem bir satır, her varlık bir kelimedir. Milyonlarca âlemin bir arada ve uyum içinde işlemesi, ancak nihayetsiz bir ilim, kudret ve rahmet sahibi Rabbü’l-Âlemin’in eseri olabilir. Her zerre, her sistem bu birliğe ve rububiyete şahitlik eder. İnsan ise bu muhteşem kitabı okuyarak imanı derinleştirmekle mükelleftir. Görünen âlemler, görünmeyen hakikatlerin aynalarıdır. Onlara bakarken asıl Zât’ı unutmamak gerekir: Rabbü’l-Âlemin.

 

 




Fitne: Ateşi Küçük, Yakışı Büyük Olan İmtihan

Fitne: Ateşi Küçük, Yakışı Büyük Olan İmtihan

Fitne her an,zaman ve mekanda mevcuttur.
Olayların akışına göre fitne közü harlanmakta, erken mudahale edilmezse alevi ile yayılıp yandırılmaktadır.
Hayatın kendisi ve hayatın içindekiler her biri bir fitne ve imtihan sebebidirler.
Akıllı ve basiretli davranılmazsa yayılıp çoklarını yakma özelliğine sahiptir.

********

Fitne, insanlık tarihinin en eski musibetidir. Kimi zaman bir sözde gizlenir, kimi zaman bir niyetin gölgesinde. Kimi zaman bir dostun tebessümünde saklanır, kimi zaman bir cemiyetin davetinde. Lakin her zaman vardır, her yerde bulunur ve her an uyanabilir. Zira fitne, şeytanın insan fıtratına attığı ince ve sinsi bir kıvılcımdır. Bu kıvılcım, zamanında söndürülmezse kor olur; kor da alevlenir ve nice gönülleri, yuvaları, toplumları yakar.

Her Zaman, Her Yerde: Fitneye Açık Kapılar

Fitne sadece savaşla, kanla, çatışmayla gelmez. Bazen bir haberle, bir dedikoduyla, bir çıkarla, bir makamla gelir. Bazen nefisle, bazen dostla, bazen aileyle. Zaman değişse de, mekân farklılaşsa da, insanların içindeki zaaflar sabit kaldıkça fitne her dönemde kendine bir yer bulur.

Bugün sosyal medya bir fitne aracına dönüşebilir. Bir cümleyle insanların şerefi lekelenir, bir yalanla toplumlar bölünür. Dün, kabile taassubu ile başlayan fitne, bugün mezhep taassubu veya ideolojik taassubun kılığına girmiştir. Dün taşla sopayla yapılan tahrikler, bugün klavyelerle yürütülmektedir.

Fitneyle Baş Etmenin İlk Şartı: Erken Teşhis

Bir kıvılcım küçükken bastırılır, ama büyürse ormanı kül eder. Fitne de böyledir. Erken teşhis edilmezse büyür; büyürse aklı karartır, kalbi karıştırır, feraseti kör eder. Onun için Kur’an, fitneden söz ederken “öldürmekten daha büyük bir musibet” demiştir. Çünkü bir canı almak bir kişiyi yok eder, ama bir fitne, toplumları ifsat eder.

Fitne karşısında susmak bazen yangına benzin dökmek gibidir. Ama her söz de söndürmez; aksine alevi harlayabilir. İşte bu yüzden fitneye karşı ilk adım: basiret. Basiret, olayın arka planını görmek; hak ile batılı, doğru ile yanlışın arasındaki ince çizgiyi fark etmektir.

Hayatın İçindeki Fitneler: İmtihanın Şekil Değiştiren Halleri

Her insan, hayatı boyunca farklı türden fitnelerle imtihan olur: mal, evlat, makam, şöhret, öfke, ihtiras, kıskançlık, bilgi, cehalet… Bunların her biri, doğru yönetilmezse fitneye dönüşebilir. Zira imtihanın mahiyeti, kişiye göre şekil alır. Kimi mal ile, kimi yokluk ile, kimi övgü ile, kimi hakaret ile imtihan olur.

Nitekim Hz. Yusuf, zindanda kaldı ama iffetini korudu. Hz. Süleyman, saltanatla imtihan oldu ama şükürle zirveye ulaştı. Hz. Eyyub, hastalıkla sarsıldı ama sabırla dirildi. Onların yolu, fitneyi tanıma ve ona karşı hikmetle durma yoluydu.

Fitneye Karşı Korunak: Feraset, Sabır ve Dua

Fitnenin karanlığında en parlak ışık, Allah’a sığınmaktır. Peygamber Efendimiz (s.a.v), fitne zamanlarında dua etmeyi, içe dönüp nefsi muhasebe etmeyi, cemiyetin huzurunu bozan adımlardan uzak durmayı öğütlemiştir.

Toplum olarak da fitneye karşı birlik, hikmet ve sağduyuyla yaklaşmak gerekir. Her duyduğumuza inanmamak, her çağrıya koşmamak, her kışkırtmaya kapılmamak gerekir. Çünkü her alev, ısıtmaz; bazıları yakmak içindir.

Özet:

Fitne, her zaman ve mekânda mevcut olan sinsi bir imtihandır. Zamanında fark edilip müdahale edilmezse büyük yıkımlara sebep olur. Mal, makam, söz, nefis, cemiyet gibi unsurlar fitneye zemin oluşturabilir. Erken teşhis, basiretli davranış ve ferasetli duruş fitnenin yayılmasını engeller. Her Müslümanın görevi; fitneyi teşhis etmek, ona kapı aralamamak ve toplumsal barışı korumak için sabırla, hikmetle hareket etmektir.

 

 




KEMÂLİN ZİRVESİ: ONA SELÂM OLSUN

KEMÂLİN ZİRVESİ: ONA SELÂM OLSUN

Belağa’l-ûlâ bi-kemâlihi
Keşefe’d-ducâ bi-cemâlihi
Hasunet cemî’i hısâlihi
Sallû aleyhi ve âlihi.

“Belağa’l-ûlâ bi-kemâlihi” Beytinin Gölgesinde Bir Fikri Yolculuk

“Belağa’l-ûlâ bi-kemâlihi – Kemâliyle yüceliklerin en son noktasına ulaştı.
Keşefe’d-ducâ bi-cemâlihi – Cemâliyle karanlıkları aydınlattı.
Hasunet cemî’i hısâlihi – Bütün vasıfları güzeldi.
Sallû aleyhi ve âlihi – O’na ve âline salât edin.”

Bu beyit, yalnızca bir şiir değil; bir iman ve hayranlık manifestosudur. Efendimiz Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) yeryüzünde yürüyen bir rahmet olduğunu, hem zâtında hem sıfatlarında kemâl üzere olduğunu veciz bir şekilde beyan eder. Her bir mısrası, insana rehber olacak bir derinliği taşır.

“Belağa’l-ûlâ bi-kemâlihi” – Efendimiz, insanlık âleminde ulaşılamayacak bir kemâl zirvesine erişmiştir. Onun bu kemâli, yaratılışının hikmetiyle örtüşür: O, âlemlere rahmettir. Ahlakı Kur’an’dır. Yani onun sözleriyle değil, yaşayışıyla konuşan bir vahiydir. Hiçbir kral, hiçbir bilge, hiçbir filozof onun kadar dengeli, onun kadar derin, onun kadar merhametli olamamıştır. Zira onun kemâli, beşerî değil, ilahî terbiye ile yoğrulmuştur.

“Keşefe’d-ducâ bi-cemâlihi” – Onun cemâli, yalnızca yüzündeki nûr değildir; o cemâl, küfür karanlıklarını yırtan hakikat parıltısıdır. Câhiliye devrinde gömülen kız çocuklarını kurtaran, zalimlerle mazlumları yer değiştiren, kâinatı anlamlandıran bir aydınlıktır bu. Efendimizin gelişiyle “gece” bitmiş, varlık yeni bir sabah kazanmıştır.

“Hasunet cemî’i hısâlihi” – O’nun tüm ahlâkî vasıfları güzeldir. Sadece bir yönü değil, her yönüyle güzeldir. Zira doğruluğu ile güven, sabrı ile rehber, tevazusu ile sultan, affı ile baba gibidir. “Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin” (Kalem, 4) ayeti bu hâlini tasdik eder. O, ahlâkın yaşayan şeklidir.

“Sallû aleyhi ve âlihi” – O halde, O’na ve onun tertemiz âline salât ve selâm getirin! Zira her salât, kalbi arındırır. Her salavat, o nurdan nasip almanın bir vesilesidir. Unutmayalım, O’na salavat getiren kişi, aslında kendi karanlığını aydınlatmaktadır.

Bu beyit bize şunu hatırlatır: İnsan, kemâle ulaşmak isterse, en kemâl örneğe bakmalıdır. Peygamberimiz (s.a.v.), hem inananların rehberi, hem düşünenlerin örneği, hem ahlâk arayanların güneşidir. O’nun hayatı sadece bir tarih değil, her asırda dirilmesi gereken bir modeldir.

Makale Özeti:

“Belağa’l-ûlâ bi-kemâlihi” beyti, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) kemâl, cemâl ve güzel ahlâkını veciz şekilde anlatır. O’nun varlığı karanlıkları aydınlatmış, insanlığa rahmet olmuş ve tüm yönleriyle örnek bir şahsiyet olmuştur. Bu makale, bu beyit çerçevesinde Efendimizin yüceliğini, insanlık için taşıdığı manayı ve her asırdaki rehberliğini düşünmeye davet eder.

 

 




KÂİNAT AĞACININ MEYVESİ: İNSAN VE EBEDÎ YOLCULUĞU

KÂİNAT AĞACININ MEYVESİ: İNSAN VE EBEDÎ YOLCULUĞU

“Şu şecere-i kâinatın semeresi olan beşer; kâinatın vücudundan ve icadından maksud odur ve icad-ı mevcudâtın gàyesi de odur. Ve o meyvenin çekirdeği olan insanın kalbi dahi, Sâni-i Kâinatın en münevver ve en câmi’ bir aynasıdır.

İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor, fakat insanın cesedinden, bir çekirdek, bir tohum hükmünde olacak acbü’z-zeneb tâbir edilen küçük bir cüz’ü bâkî kalıp, Cenâb-ı Hak, onun üstünde cesed-i insanîyi haşirde halk eder, onun ruhunu ona gönderir.”

Bir Çekirdekten Haşre Uzanan Sır

Kâinat bir ağaç gibidir. Dalları yıldızlar, yaprakları gezegenler, çiçekleri çeşitli varlıklar olan bu şecerenin en kıymetli meyvesi insandır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “şu şecere-i kâinatın semeresi beşerdir.” Yani kâinatın yaratılmasının en yüksek hikmeti, en nazik ve câmi’ neticesi insandır. Bu meyvenin özünde, yani insanın kalbinde ise, kâinatın yaratıcısını tanıyacak, sevecek, bilecek bir ayna saklıdır.

İnsanın kalbi, sadece kan pompalayan bir et parçası değildir. O, Sâni-i Kâinat’a en parlak ve en kapsamlı bir ayna olacak şekilde yaratılmıştır. Aklı, duyguları, latîfeleri ve özellikle kalbiyle insan, bütün mahlûkat içinde Yaratıcısına en yüksek derecede muhatap olabilecek bir kabiliyete sahiptir. İşte bu yüzdendir ki insan, kâinat ağacının meyvesidir; hem de en latif, en şerefli ve en sorumlu meyvesi…

Ancak bu meyve, fanidir. Dünya hayatı geçicidir. İnsan ölür, bedeni toprağa karışır. Fakat ne müthiş bir sırdır ki, insan tamamen yok olmaz. Cesedi çürüse de, “acbü’z-zeneb” adı verilen küçücük bir çekirdek, bir tohum gibi bâkî kalır. Bu latîf ve hikmetli bilgi, hem bedeni haşrin mümkünlüğünü akla yaklaştırır, hem de ölümün yokluk değil bir dönüşüm olduğunu gösterir.

Nasıl ki bir tohum toprağa gömülünce çürüyüp yok olmuyor, bilakis yeni bir hayatın mukaddimesi oluyor; aynen öyle de, insanın bedeni de toprağa emanet edilmekte, bir haşir sabahı için muhafaza altına alınmaktadır. İşte o zaman, Allah o “acbü’z-zeneb” üstünde yepyeni bir vücut bina edecek ve insanın ruhunu tekrar ona iade edecektir. Böylece insan, aslî vatanı olan ahiret âlemine beden ve ruhuyla dönecektir.

Bu hakikat, bize hem büyük bir mesuliyet, hem de derin bir ümit verir. Hayatımızın sıradan anları bile sonsuz bir ebediyetle irtibatlıdır. Bu dünya bir sınav, bedenimiz bir emanet, kalbimiz ise ilahî bir aynadır. Ölüm bir son değil, bir açılıştır. Toprağa düşen insan cesedi, bir gün bahar mevsimi gibi dirilişle karşılaşacaktır. Çünkü Allah hem Hakîm’dir, hikmetsiz iş yapmaz; hem de Kadîr’dir, yeniden yaratmaya muktedirdir.

Makale Özeti:

Bu makalede, kâinatın bir ağaç gibi olduğu ve bu ağacın en mükemmel meyvesinin insan olduğu ele alınmıştır. İnsan kalbi, Allah’ın en câmi’ ve en parlak aynasıdır. Ölümle insanın cesedi toprağa karışsa da, “acbü’z-zeneb” denen çekirdek hükmündeki bir parça bâkî kalır. Ahiret gününde Allah, bu çekirdekten insan bedenini yeniden yaratır ve ruhunu ona iade eder. Bu hakikat, insanın ebedî yolculuğunu ve ölümün bir yokluk değil, bir dirilişin başlangıcı olduğunu gösterir.




DÜNYA DOĞUMDA: TÜRKİYE’NİN KADERİ, ÜMMETİN GELECEĞİ

DÜNYA DOĞUMDA: TÜRKİYE’NİN KADERİ, ÜMMETİN GELECEĞİ

Türkiye’nin imtihanı: Yüz yılı aşkın süredir şerri defetmekle uğraşan Türkiye, artık maddi ve manevi alanda hayrı celbetme aşamasına geçme yolunda ilerlemektedir.
Dünyanın ve İslam’ın kaderi de buradadır.
Dünya yeni hakikatlere gebedir. Bir asırdır bunun sancısını çekmektedir.
Nihayet -inşaallah- bu doğum yakındır.
Dünya doğumda.

******

Bir Asrın Sancısı
Tarih, doğumlarla ve ölümlerle doludur. Milletlerin, medeniyetlerin ve zihniyetlerin doğumu… Ve onların yıkılışı… Ancak bazı doğumlar vardır ki, sadece bir coğrafyayı değil, bütün bir insanlığı etkiler. Türkiye’nin son yüz yılı, böyle bir doğumun sancılarıyla geçmiştir. Bu sancılar, sadece bir ülkenin kaderi değil; ümmetin dirilişine giden yolda bir eşiğin habercisidir.

Şerri Defetmek: Müdafaa Safhası
Yaklaşık bir asırdır Türkiye, varoluşunu muhafaza etmek, kimliğini korumak ve şerri defetmek için mücadele vermektedir. Bu dönem, bir tür “nefs-i emmâre” ile hesaplaşma süreciydi. Kimliğin inkârı, değerlerin tahribi, inancın ötekileştirilmesiyle yoğrulan yıllar… Ancak bu mücadele, sadece bir savunma savaşıydı. Batı’dan gelen fikir akımları, pozitivist dalgalar, seküler rejimlerin baskısı, halkın irfanına ve ruh köklerine saldırdı. Millet, bu hengâmede yıkılmadı; bilakis direnmeyi öğrendi.

Hayrı Celbetmek: İnşa Safhası
Bugün ise bambaşka bir eşiğin eşiğindeyiz. Artık sadece şerri defetmekle yetinilmiyor; hayrı celbetmenin zamanı geliyor. Yani savunma yerini inşaya bırakıyor. İnançla barışık bir devlet, maneviyatla iç içe bir toplum, adaletle yoğrulmuş bir sistem ihtiyacı giderek daha yüksek sesle dile getiriliyor. Siyasetten ilme, sanattan ekonomiye kadar her alanda yeni bir ruhun doğuşu hissediliyor. Bu doğuşun merkezi ise Türkiye’dir.

Türkiye’nin Kaderi, Ümmetin Yazgısı
Bu topraklar sıradan değildir. Selçuklu burada kuruldu, Osmanlı burada yeşerdi, İslam’ın son büyük temsilciliği buradan dünyaya yayıldı. Bugün yeniden bu misyonun işaretleri görünmektedir. Mazlum ümmetlerin gözü burada, yıkılan İslam coğrafyalarının kalbi buradadır. Türkiye’nin yükselişi, ümmetin dirilişi olacaktır. Bu yüzden yaşanan her kriz, aslında doğum öncesi son kasılmalardır.

Dünya Yeni Hakikatlere Gebe
Bugün Batı’nın paradigması çökmektedir. Modernizm bunalımda, liberalizm tükenmekte, materyalizm insanlığı tatmin edememektedir. İnsanlık yeni bir hakikate muhtaçtır: Tevhid, adalet, merhamet ve hikmet temelli bir yeni medeniyet. Ve bu medeniyetin nüvesi, İslam’dadır. Ancak bu hakikati taşıyacak yeni bir temsil lazımdır. Bu temsilin adayı da Türkiye’dir.

Doğumun Eşiğinde
Her doğum sancılıdır, her doğum zorludur. Ama sancı, doğacak olanın müjdecisidir. Bugün dünya sancı içindedir. Savaşlar, krizler, çözülen sistemler, dağılan dengeler… Tüm bunlar, eski dünyanın ölüm çığlıkları değil; yeni bir dünyanın doğum sancılarıdır. Bu doğumun ebesi ise, tarihsel misyonuyla Türkiye olabilir. Ancak bu, sadece siyasal bir iddia değil, ahlakî ve manevi bir sorumluluktur.

Sonuç: Hazırlık Zamanı
İnsanlık yeni bir doğuma hazırlanıyor. Bu doğumda Türkiye’nin rolü büyüktür. Fakat bu rol, sadece bir ülkenin değil, bir ruhun, bir imanın, bir medeniyet tasavvurunun ayağa kalkmasıyla mümkün olacaktır. O hâlde bu çağrıyı duyan herkesin üzerine düşen görev, bu doğuma ruh ve emek vermektir. Çünkü dünya doğumda. Ve doğacak olan, belki de yeniden “insan”dır.

Özet:
Türkiye yüz yıldır şerri defetme mücadelesi vererek savunma safhasını yürütmüştür. Artık bu mücadele, hayrı celbetmeye, yani inşa safhasına evrilmektedir. Türkiye’nin yeniden dirilişi, sadece kendi kaderini değil, ümmetin ve insanlığın da geleceğini etkileyecek bir misyon taşımaktadır. Dünya ise büyük bir değişimin, yeni bir hakikatin doğum sancılarını yaşamaktadır. Bu doğumun önderliğini yapacak manevi güce sahip tek ülke Türkiye’dir.

*******

Bunun içinde bu kutsal emaneti taşıyacak donanımlı, maneviyat erleri olan Asım’ın Nesillerine ihtiyaç var. Madde ve manayı iki eline alan, asırlardır küs ve uzak olan akıl ve kalbi birleştirecek yeni bir nesle ve yeni bir kana ihtiyaç var.




NİMET VE NAMUS: İMTİHANIN İKİ EŞİĞİ

NİMET VE NAMUS: İMTİHANIN İKİ EŞİĞİ

Tarihin başından bugüne kadar insanlığın elinden düşmeyen iki ağır imtihan vardır: Nimet ve Namus.
Bu iki emanet, hem cennetten çıkışın sebebi, hem de dünyanın ateşini tutuşturan fitnelerin merkezindedir. Ne yazık ki bugün, en değersiz gibi tüketilen şeyler, aslında en pahalı ve paha biçilemez hakikatlerdir.

Adem ve Havva’nın cennette karşılaştığı ilk imtihan, Allah’ın nimetleri içinden birini sınır olarak koymasıydı. O sınırı aşmaları, cennetten çıkışa vesile oldu. O yasak meyve, aslında nimete haddi aşma sınavıydı.
“Bunun üzerine ikisi de o ağacın meyvesinden yedi, ayıp yerleri görünüverdi. Cennet yapraklarıyla örtünmeye koyuldular. Adem, Rabbinin emrine karşı geldi ve yolunu şaşırdı.” (Taha.121.)

*****

Bazı rivayetlerde Hazret-i Âdem ve Havva’nın cennette yaklaşmamaları emredilen “yasak meyve”nin buğday olduğu belirtilir. Kur’ân-ı Kerîm bu meyvenin türünü açıkça belirtmez, sadece ‘ Yasak Ağaç ‘ olarak ifade eder:

> “Şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz.” (Bakara 2:35)

Ancak tefsir kaynaklarında, özellikle İbn Abbas’tan nakledilen bazı rivayetlerde bu ağacın buğday ağacı, incir, üzüm, hatta hurma olduğu da zikredilmiştir. En yaygın rivayetlerden biri ise bu ağacın buğday olduğu yönündedir.

Buğdayın sembolik anlamı da dikkat çekicidir:

Toprağa ve dünyaya bağlılığın simgesi,

Kendi eliyle üretip elde etme ihtiyacının başlangıcı,

Cennetteki hazır nimet yerine, dünyadaki çileli emeğin sembolü.

Bu açıdan bakıldığında, buğday sadece bir yiyecek değil, imtihanın sembolü hâline gelmiştir. Hazır nimet yerine, terle kazanılacak bir rızık. Cennette hazır iken, dünyada sabırla beklenen.

Sonuç olarak:
Kur’an doğrudan türünü zikretmese de, buğday rivayetlerde öne çıkan bir yorumdur. Fakat bu noktada önemli olan meyvenin ne olduğu değil, emre itaatin önemi ve nefsin sınıra karşı duramamasıyla başlayan insanlık serüvenidir.

*******

Sonrasında ise insanlık, dünya sahnesinde bu imtihanla tekrar karşılaştı. Bu kez iki kardeşin arasında bir tartışma vardı: Kabil ve Habil. İmtihan konusu: Namus ve takva.
Kabil, nefsine yenildi; Habil’i öldürdü. O günden beri insanlık, nimeti paylaşamıyor; namusu koruyamıyor.

Evet, bu olay klasik İslami kaynaklarda ve tefsirlerde yer alan rivayetlerden biridir. Kabil ile Habil arasındaki çekişmenin yalnızca kurban takdimi meselesi değil, aynı zamanda evlilik meselesiyle de bağlantılı olduğuna dair bilgiler bazı tarihî ve tefsirî metinlerde geçer.

Rivayete göre:
Havva anamız hep ikiz doğum yapıyordu. Bunlardan birisi erkek, diğeri de kızdı. Hz. Âdem, aynı anda doğan ikizleri, bir önce veya bir sonra doğan ikizlerle evlendiriyordu. Habil’le beraber doğan kız çirkin, Kabil’le birlikte doğan kız ise güzeldi. Bu durumda Hz. Âdem, Habil’in, Kabil’le beraber doğan kızla, Kabil’in de Habil’le beraber doğan kızla evlenmesini istedi. Fakat Kabil buna razı olmadı, kendisiyle doğan güzel kızı Habil’e vermek istemeyerek kendisi almak istedi. (bk. Taberi, İbn Kesir, Razî, Maide, 5/27. ayetin tefsiri)

Hazret-i Âdem ise buna razı olmadı ve Allah’a kurban takdim etmelerini, kimin kurbanı kabul edilirse onun haklı olacağını söyledi. Habil’in kurbanı kabul edildi, Kabil’inki ise reddedildi. Bunun üzerine kıskançlık ve nefsaniyetle Kabil, kardeşi Habil’i öldürdü.

Bu kıssa, sadece iki kardeşin değil, aynı zamanda insanlık tarihinin ilk kıskançlık, hırs, adaletsizlik ve cinayet olayını temsil eder. Olayda bir güzellik tutkusu, bir nefsin azgınlığı, bir de imtihanı kaybetmenin getirdiği kibir vardır.

Bu kıssadan çıkan büyük ders şudur:
Nefsin terbiye edilmediği, hırsın aklı bastırdığı, kıskançlığın vicdanı öldürdüğü yerde; kardeşlik bozulur, kan dökülür, insanlık kaybeder.

*******

Bugün de asrımız, nimet israfı ve namus yozlaşmasıyla yüzleşiyor. Sofralar dolup taşarken, gözler doymuyor. Helal haram farkı kalkıyor, sınırlar siliniyor. Diğer yandan namus; sadece iffetin değil, aynı zamanda haysiyetin, mahremiyetin ve insanın özüyle ilişkili değerlerin bütünüdür. Ne yazık ki medya, moda ve teknolojik teşhircilik; bu mukaddes emaneti her gün biraz daha ayaklar altına alıyor.

Nimet, şükürle korunmalı; namus, iffet ve haya ile muhafaza edilmelidir. Bunlar sadece kişisel değerler değil, aynı zamanda toplumun da bekasını sağlayan ilâhî kollardır. Bu iki değerin kaybı, insanı önce kalben çıplaklaştırır, sonra ahlaken çökertir. Ve sonunda, insanlık da o büyük kapanışa, yani kıyametin fitiline yaklaşır.

Zira Kur’ân, kavimlerin helâk sebeplerini anlatırken; bazen nimet israfını (Sebe kavmi), bazen de namus fıtratını bozan sapmaları (Lût kavmi) örnek verir. Demek ki her asrın bir kırılma noktası vardır. Ve bizim asrımızın kırılma noktası da bu iki imtihandır: Nimetin şükrü, namusun hıfzı…

Korkarım ki nasıl ki geliş sebebimiz bu iki emanetteki imtihandı; insanlığın gidişi de yine bu iki eşiğin ayaklar altına alınmasıyla olacaktır.

MAKALE ÖZETİ:

Nimet ve namus, insanlık tarihinin en büyük iki imtihanı ve emaneti olarak Adem’den bu yana süregelen kritik değerlerdir. Cennetten çıkışın da, ilk cinayetin de merkezinde bu hakikatler vardır. Asrımızda ise nimet israfı ve namus yozlaşması, insanlığı kıyametin eşiğine sürükleyen en büyük tehlikeler hâline gelmiştir. Bu iki değer korunmazsa, hem birey hem toplum için büyük bir çöküş kaçınılmaz olur.

 

 




KIYAMETİN GÖLGESİNDE: BİR FİTNE ATEŞİNİN KÜRESEL YANKISI

KIYAMETİN GÖLGESİNDE: BİR FİTNE ATEŞİNİN KÜRESEL YANKISI

Tarih, zamanın kalbine kazınmış bir sahnedir. Her çağda hak ile batılın çarpıştığı bir zemin olmuş, her devirde küresel imtihanlara sahne olmuştur. Bugün ise insanlık, kıyamete doğru sürüklenen karanlık bir senaryonun içindedir. Bu senaryonun merkezinde, yalnızca bölgesel bir güç değil, küresel bir fitne makinesi vardır: İsrail.

İsrail sadece Gazze sokaklarında çocukları öldüren, sadece Ortadoğu’yu kana bulayan bir rejim değil; aynı zamanda dünya barışını sabote eden, milletleri birbirine kırdıran bir aklın temsilcisidir. Bugün Hindistan’ı Pakistan’a karşı tahrik eden, Güney Asya’da nükleer bir çatışma riskini körükleyen, Çin, Rusya, ABD ve Türkiye gibi büyük aktörleri dolaylı yollarla bu krize çekmek isteyen bir karanlık akıl işlemektedir. Bu, sıradan bir diplomatik strateji değil; bir “Armagedon planı”dır. Bu planın nihai hedefi, insanlığı büyük bir savaşa ve ardından kaosa sürükleyerek kıyameti hızlandırmaktır.

Kur’an’da “fitne katilden beterdir” buyrulur. Çünkü katil bir can alır, fitne ise toplumları, milletleri ve hatta medeniyetleri yok eder. İsrail rejimi, modern dünyada bu fitnenin en bariz temsilidir. Bir yandan Tevrat’ın tahrif edilmiş kehanetlerine dayanarak “vaadedilmiş topraklar” hevesiyle genişleme planları yaparken, öte yandan Hristiyan Evanjeliklerin “Mesih gelsin diye savaş çıksın” hayaline zemin hazırlamaktadır. İşte bu, kıyameti zorlayan bir fitnedir.

Ancak unutmamak gerekir ki kıyamet, yalnızca zamanın sona ermesi değildir; hak ile batılın nihai hesaplaşmasıdır. Bugün yaşanan bu küresel krizler, hakikatle sahte düzenlerin çatışmasının habercisidir. İnsanlığın bu karanlık senaryoya karşı uyanması, fitneyi tanıması ve bu tuzağa düşmemesi gerekir.

Elbette Zalimlerin zulmü devam etmez. Zulüm ne kadar büyük olursa olsun, nihayetinde kendi kendini yiyen bir ateşe dönüşür. İsrail’in ve onu destekleyen karanlık güçlerin tuzakları da bu dünyada adaletin tecellisiyle karşılık bulacaktır.

Bugün Müslümanlara ve hakikati arayan tüm insanlara düşen görev; sadece tepkisel olmak değil, hikmetle, ferasetle, sabırla ve basiretle bu büyük oyunu bozmaktır. Bu, yalnızca bir siyasi direniş değil, aynı zamanda ahlaki ve manevi bir kıyamdır.

MAKALE ÖZETİ:

İsrail, sadece bölgesel değil, küresel ölçekte fitne üreten bir güçtür. Gazze’den Hindistan-Pakistan gerilimine kadar uzanan planlarla dünya savaşının fitilini ateşlemekte, Armagedon senaryolarının uygulanmasına zemin hazırlamaktadır. Bu fitne, insanlığı kıyamete sürükleme niyetindedir. Ancak hak-batıl mücadelesinde galip gelecek olan, zulme karşı direnen ve fitneye karşı uyanık olan insanlık olacaktır.

 

 




GENÇLİĞİN HESABI: BERZAH KAPISINDAKİ HAKİKAT

GENÇLİĞİN HESABI: BERZAH KAPISINDAKİ HAKİKAT

“Kabristanda ve mütemâdiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta, ehl-i keşfe’l-kuburun müşâhedâtıyla ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehâdetiyle, ekser azablar gençlik sû-i istimâlâtının neticesi olduğunu bileceksiniz.”

Bir gün gelir, dünya sessizleşir. Ne şehirlerin gürültüsü kalır, ne de nefsin arzuları… Ve insan, kendini kabir toprağının altında bulur. İşte orası, bir geçiş âlemi olan berzahtır. Ölümle başlayan, fakat sonu olmayan bir hayatın kapısı…

Bediüzzaman Said Nursî’nin buyurduğu gibi: “Kabristanda ve mütemâdiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta…” her insanın yolu kabirden geçer. Orası bir sondan çok, ebedî hayatın eşiğidir. Ve bu eşiğin ardında bekleyen halleri gören, keşf ehli insanlar, yani “keşfe’l-kubur” sahipleri, gençlikte yapılan yanlışların azaba dönüşmüş suretlerine şahitlik ederler. Bu öyle bir şahitliktir ki sadece bireysel değil, bütün ehl-i hakikat tarafından tasdiklenmiş bir gerçektir.

Zira gençlik, insanın hem en güçlü hem de en savunmasız olduğu çağdır. Akıl olgunlaşmadan hevesler coşar, ruh olgunlaşmadan arzular parlar. Ve şeytanın en çok istismar ettiği dönem de bu dönemdir. Gençliğini hoyratça geçiren, şehvet ve gafletle ömrünü tüketen kimseler için kabir, pişmanlıklarla dolu bir sorgu yeridir.

Ne yazık ki zamanımızda gençlik, geçici bir eğlence çağı olarak pazarlanıyor. Reklamlar, medya, sosyal hayat; hepsi gençliği heba etmeye yönelik bir tuzak gibi işliyor. Fakat hakikat apaçık ortadadır: Gençlik bir sermayedir. Ve bu sermaye doğru kullanılmazsa, berzah âleminde ağır bir bedelle karşılaşılır.

Şu halde gençliğin kıymetini bilmek, onu ibadetle, ilimle, güzel ahlakla, hayırla geçirmek; hem dünya hem de ahiret saadetini beraber getirir. Gençliğin istikamet üzere yaşanması, kabir kapısında “keşf ehli”nin gıpta ile seyrettiği nurlu bir hal olur.

Unutulmamalı ki kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur. Bu tercihin şekli ise çoğu zaman gençlikte atılan adımlarla belirlenir.

MAKALE ÖZETİ:

Kabir, hayatın geçici yüzünden ebedi âleme açılan bir kapıdır. Ehl-i keşf ve ehl-i hakikatin şahitliğine göre, kabirde çekilen azapların çoğu gençlikteki günahların neticesidir. Gençlik, doğru kullanıldığında sonsuz saadetin anahtarı; yanlış kullanıldığında ise ebedî pişmanlığın başlangıcıdır. Bu yüzden gençliğin gafletle değil, hakikatle geçirilmesi hayati bir meseledir.