Yokluktan Sonsuza: İdrakin Merhaleleri ve İmtihanın Yolculuğu

Yokluktan Sonsuza: İdrakin Merhaleleri ve İmtihanın Yolculuğu

İnsan, görünüşte toprağın bir parçası; ama gerçekte sonsuzluğa ayarlı bir misafir. Yokluk perdesinden varlık sahnesine çıkan bu yolcu, ilahi bir plan dâhilinde birçok eşiği aşarak ebediyete yürür. Her merhale bir bilinçlenme, her durak bir sınavdır. Kimi zaman inişlerle yoğrulur, kimi zaman yükselişlerle donanır. Bu yolculuk, sadece bedensel bir seyahat değil, aynı zamanda ruhun kemâle erme serüvenidir.

1. Yokluktan Varoluşa: Kudretin Tecellisi

Hiçlikten varlığa geçiş, bir kudret mucizesidir. “Ol!” emriyle kainat şekil buldu. Ruhlar yaratıldı, bedenlere takıldı. İnsan yoktu, ama bilinmek isteyen bir Rab vardı. O Rab, kudretini göstermek, isim ve sıfatlarını tanıtmak için bu âlemi halk etti. Böylece insan, yokluktan varlığa çıkarak ilahi bir maksadın taşıyıcısı oldu.

> “İnsan üzerinden henüz kendisinin anılmaya değer bir şey olmadığı uzun bir zaman geçmedi mi?”
(İnsan, 1)

Bu ayet, insanın başlangıçtaki yokluğunu hatırlatır; ama aynı zamanda var oluşun hikmetine dikkat çeker.

2. Dünya: İmtihanın İlk Büyük Durağı

Ruhlar âleminden beden âlemine iniş, idrakin ilk merhalesidir. Bu dünya, ahiret yolunun ilk menzili; tohumların ekildiği bir tarladır. Her nimet bir imtihan, her musibet bir terbiye vesilesidir. Bazen zafer sarhoşluğu, bazen de acı bir felaketle kişi kendini tanır, Rabbini arar. İnişler ve çıkışlar, bu yolun olmazsa olmazıdır.

> “Biz insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu deniyoruz.”
(İnsan, 2)

Bu deneme, sadece dış dünyada değil, kişinin iç aleminde de sürer.

3. Bilinçlenme ve Farkındalık: Hakikate Uyanış

İnsan, bu yolculukta gözle değil, basiretle görmelidir. Zira maddî göz, gölgeyi görür; hakikati değil. Bu yüzden bilinçlenme, yalnızca bilgiyle değil, idrakle mümkündür. Kalp uyanmadan, ruh arınmadan hakikat görünmez. Varlığın anlamı, ancak ilahi isimlerle tefekkür edilince anlaşılır.

> “Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, onlar yanından geçip giderler, yüz çevirirler.”
(Yûsuf, 105)

Farkındalık; eşyanın yüzeyinde değil, özünde gizlidir.

4. Merhaleler ve Ruhun Terakkisi

Her yaş, her hâl, her olay bir duraktır. Çocukluk bir saflık; gençlik bir taşkınlık; olgunluk bir derinliktir. Ölüm ise kabir âlemine geçiş kapısıdır. O da başka bir merhalenin eşiğidir.
İnsan bir misafir olarak gönderilmiş, istasyondan istasyona geçirilerek ebed yolculuğuna sevk edilmektedir.

İnişler bazen bir arınmadır; binişler bazen bir imtihandır. Mühim olan düşmemek değil, düştüğünde kalkabilmektir.

5. Sonsuzluğa Yönelik Yürüyüş

Her şey fânidir. Fakat insanın içinde sonsuzluk arayışı vardır. Bu arayış, onun aslî vatanını hatırlatır. Cennet, insanın ruhuna uygun hazırlanmış bir yurt; cehennem ise inkârın ve gafletin neticesidir. Yolun sonunda herkes bir hakikatle karşılaşacak:

> “Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse onu da görür.”
(Zilzâl, 7–8)

Bu yürüyüşte asıl olan, adım atmaktan çok, doğru istikamette ilerlemektir.

Sonuç ve Özet

İnsan, yokluktan başlayıp sonsuzluğa uzanan bir yolculuğun misafiridir. Bu yolculuk inişlerle, çıkışlarla, eşiklerle doludur. Her merhale bir bilinçlenme, her durak bir imtihandır. Maddî dünya bir vasıta; asıl menzil ise ebedî yurttur. Hakikati görebilen gözler için her şey bir işaret, her hâl bir öğüttür. Yol açık, rehber belli, son ise sonsuzdur.

ÖZET:
Yokluktan varlığa çıkan insan, ilahi bir plan dâhilinde merhalelerden geçerek sonsuzluğa yürür. Her durak, bir bilinçlenme; her iniş ve çıkış, bir imtihandır. Hakikati anlayan için bu yolculuk sadece geçici bir seyahat değil, ebedi hayatın hazırlığıdır. Yolun sonunda ya rahmetle sonsuzluk ya da gafletle pişmanlık vardır.




İnsandaki Gizli Duyular: Saika, Şaika ve Beş Duyunun Ötesi

İnsandaki Gizli Duyular: Saika, Şaika ve Beş Duyunun Ötesi

Giriş: Beş Duyu ile Sınırlı mıyız?

İnsan denilince ilk akla gelen, dış dünyayla temas kurduğu beş duyusudur: Görme, işitme, tatma, koklama ve dokunma. Bu duyular, maddî âlemle ilişkimizin temel araçlarıdır. Ancak insan, sadece bedenden ibaret değildir. Ruh, kalp, vicdan ve sır gibi daha derin katmanları olan bir varlıktır. Bu derinlik, beş duyu ile sınırlı olmayan başka his ve algıların da varlığını zorunlu kılar.

Saika ve Şaika: Beş Duyunun Ötesinde İki Latîfe

Bediüzzaman Said Nursî, “saika” ve “şaika”dan bahseder. Bunlar, klasik fizyolojik duyular gibi değil; ruhun ve kalbin incelikli latifeleri, manevi duyularıdır.

1. Saika (Vicdani Algı – İdrak Edici Sezgi)

Anlamı: “Çeken, yönlendiren kuvvet” manasına gelir.

Mahiyeti: Saika, insanın vicdanında ve ruhunda Allah’a, hakikate ve hikmete yönelen bir kuvvet olarak tanımlanabilir. İnsan bazen herhangi bir bilgiye sahip olmadığı hâlde içten gelen bir sevk ile doğruya yönelir. Bu, saika duygusunun bir yansımasıdır.

İşlevi: Saika, insanı hayra, doğruya ve manaya yönlendiren bir dahili çekim gücüdür.

2. Şaika (İlahi Aşka Açılan Latîfe)

Anlamı: “Lezzet alma, iştiyak duyma hissi” manasına gelir.

Mahiyeti: Şaika, insanın bir şeyi derin bir arzu, lezzet ve muhabbetle istemesidir. Ancak bu hissin merkezinde genellikle manevi bir yönelim, özellikle de Allah’a sevgi ve yakınlık arzusu vardır.

İşlevi: Şaika, ibadet, tefekkür ve marifetullah gibi yüksek tecrübelerde derin bir tat ve lezzet almayı mümkün kılar.

Bu iki duyu, insana yaratılış maksadını sezdirmek, onu ilahî hakikate yönlendirmek üzere fıtratına yerleştirilmiştir. Bunlar, ne cismanîdir ne de dünyevî hazlara dayalıdır; daha çok ruhun Allah’a açılan pencereleridir.

Beş Duyunun Ötesindeki Diğer Duyular

Bilimsel ve felsefi olarak da insanın sadece beş duyudan ibaret olmadığı kabul edilmektedir. Psikoloji, nörobilim ve tasavvuf gibi alanlarda ele alınan bazı duyular şunlardır:

Altıncı His (Sezgi): Bilinçaltı verilerden yola çıkarak anlık doğru kararlar verme becerisi.

Zaman Algısı: Zamanın geçişini hissetme, olaylar arasında süre bağlantısı kurma.

Propriyosepsiyon (Bedensel Farkındalık): Vücudun uzaydaki konumunu fark etme duygusu.

Denge (Vestibüler Duyu): İç kulaktaki yapıların sağladığı, yerçekimine göre hareket algısı.

Açlık-Susuzluk Duyusu: Homeostatik dengeyi koruma yönlü dahili hisler.

Vicdan: Doğruyla yanlışı ayırt eden dahili ses.

İlham: Beşeri idrakin ötesinden gelen, ani ve bütüncül anlayış hâli.

Tasavvuf ve hikmet literatüründe ise bunlara kalp gözü (basiret), sır, hafî, ahfâ gibi daha derin latifeler eklenmiştir. Bunların her biri, hakikati başka bir pencereden görmemizi sağlar.

Hikmetli ve İbretli Bir Değerlendirme

Beş duyunun ötesine geçemeyen bir insan, sadece görünene hapsolur. Saika’sı körelmiş bir ruh, yönünü şaşırır. Şaika’sı ölmemiş bir kalp ise hakikate iştiyakla koşar. Modern insan, bilgiye boğulurken hikmeti unutmakta, göze takılırken kalbi ihmal etmektedir. İşte bu noktada Saika ve Şaika gibi duygular, insanı nefsin karanlığından hakikatin nuruna taşıyan dahili pusulalardır.

Özet

İnsanda sadece beş duyu yoktur. Saika ve Şaika gibi latîfeler, ruhun hakikate yönelişini sağlayan dahili duyulardır. Saika yönlendirici sezgi; Şaika ise manevi lezzeti alma kabiliyetidir. Bunlara ek olarak, sezgi, vicdan, ilham, denge ve zaman algısı gibi birçok duyusal ve dahili kabiliyeti de insanda mevcuttur. İnsanı sadece maddeyle tanımlamak eksik bir bakış olur; çünkü insan, hem beden hem ruh, hem akıl hem kalpten oluşur. Beş duyunun ötesine geçen insan, kendini ve Rabbini tanıma yolunda gerçek yolc




Enfeksiyona Açık ve Enfeksiyonlu Ruhlar

Enfeksiyona Açık ve Enfeksiyonlu Ruhlar

Giriş: Bedenin Mikrobu, Ruhun Virüsü

Tıp dünyası, vücudu etkileyen enfeksiyonları tanımlar, tedavi eder. Ancak ne yazık ki, ruhun enfeksiyonlarını teşhis edecek laboratuvarlar, mikroplarını gösterecek mikroskoplar yoktur. Oysa tıpkı beden gibi ruh da dış etkilerle enfekte olabilir. Hatta manevi enfeksiyon, fiziksel olandan daha sinsi, daha yıkıcı olabilir. Çünkü bedendeki mikrop ağrı yapar, hastalık belirtisi verir. Ruhun mikrobu ise sinsice ilerler, fark edilmeden kişiliği, ahlâkı ve inancı çürütür.

Ruh Nasıl Enfekte Olur?

Ruhun yapısı, tıpkı bağışıklık sistemi gibi korunmaya muhtaçtır. Kalp, akıl, vicdan, sır gibi latîfeler bu yapının parçalarıdır. Ancak bazı dış etkiler, bu latîfelerin dengesini bozar:

1. Günahlar ve Israrla İşlenen Kötülükler

Günah, ruhu zedeler. Bir damla kir gibi başlar, devam ettikçe karanlık bir perdeye dönüşür. Nitekim Kur’an’da şöyle buyrulur:

> “Hayır! Doğrusu onların kazandıkları, kalplerinin üzerine pas olmuştur.” (Mutaffifîn, 83/14)

2. Bozuk İnançlar ve Şüpheler

İnanç sistemine bulaşan şüphe virüsleri, zamanla kalbi felç eder. İman zayıflar, ruhun bağışıklığı düşer. Bu, manevi bir AIDS gibidir; savunma sistemi çöker.

3. Zehirli Düşünce Ortamları

Zamanla, insanın içinde bulunduğu sosyal çevre onun ruhunu ya temizler ya da enfekte eder. Bozgunculuk, dedikodu, iftira, ahlaksızlık gibi virüs taşıyan ortamlar, duyarsız kalpleri kolayca enfekte eder.

4. Nefsaniyet ve Dünyevileşme

Nefs, sürekli tatmin isteyen bir açlıktır. Onun her dediğini yapmak, ruhun direncini kırar. Dünyevîleşme ise ahiret vitaminlerini keserek manevi savunmayı çökertir.

Enfeksiyona Açık Ruhlar: Kimler Risk Altında?

Tıpkı bedensel bağışıklığı zayıf kişiler gibi, manevi bağışıklığı düşük ruhlar da daha çabuk etkilenir. Özellikle:

Tefekkür etmeyen,

İlimden uzak kalan,

İbadetlerini terk eden,

Yanlış arkadaş çevresinde bulunan,

Kalp temizliğine önem vermeyenler, ruhen enfeksiyona daha açıktır.

Bu tür ruhi enfeksiyonlara karşı “manevi tiryaklar” önerilir: Namaz, tefekkür, zikir, istiğfar, helal rızık ve salih arkadaşlık…

Enfekte Ruhun Belirtileri

Hakkı yadırgama, bâtılı normalleştirme.

Vicdanın sesini duyamama.

Ahlaki sınırların silikleşmesi.

Günahların alışkanlığa dönüşmesi.

Kibir, haset, riya gibi mikropların kalpte yerleşmesi.

Bu ruhlar, etraflarına da manevi mikrop saçarlar. Tıpkı bulaşıcı hastalık gibi, ahlaksızlık, şüphecilik ve dünya hırsı çevrelerine sirayet eder.

Tedavi ve Korunma Yolları

Tövbe: Günahın izlerini silen ilk panzehirdir.

İlim ve marifetullah: Kalbin bağışıklığını güçlendirir.

İbadet: Ruhun vitaminidir. Namaz, oruç, zekât ruhu tazeler.

Zikir ve tefekkür: Mikropları temizleyen manevi dezenfektandır.

Salih dostlar: Manevi ortamın temizliğini sağlar.

Bir Hikmetli Misal

Bir zamanlar bir derviş, mürşidine sorar:
“Efendim, günahların kalbe etkisi nedir?”
Mürşid cevap verir:
“Bir aynayı al, üflemeye başla. Önce buğu olur. Devam edersen görüntü silinir. Günah da böyledir. Kalbi örter, sonunda tamamen karartır.”

Özet

Ruh da tıpkı beden gibi enfeksiyona açıktır. Günahlar, bozuk inançlar, kötü çevre ve nefse uymak, manevi bağışıklığı çökertir. Enfekte olan ruh, hakkı yadırgar, batıla meyleder. Tedavi ise tövbe, ibadet, ilim, zikir ve salih dostlarla mümkündür. Manevî hijyenini korumayan bir ruh, sadece kendini değil, toplumunu da kirletir. Bu sebeple her insan, iç dünyasını korumaya aldığı kadar temiz tutmakla da mükelleftir.

 

 




Hayatla Ölüm Arasındaki İnce Perde: Uyku

Hayatla Ölüm Arasındaki İnce Perde: Uyku

Her gece, hayatla ölüm arasında kurulan ince bir köprüden geçiyoruz: Uyku. İnsan farkında olmadan her gün ölümün bir provasında yer alıyor. Nefesler yavaşlıyor, bilinç kapanıyor, ruh bir başka âleme çekiliyor. Gözlerimiz kapanırken dünya arkamızda kalıyor, irademiz teslim alınıyor. Ve sabah, bir diriliş gibi tekrar hayatın eşiğinde açılıyor gözlerimiz. İşte bu yüzden uyku, sadece biyolojik bir ihtiyaç değil, aynı zamanda ölümün küçük kardeşi; ilahi bir sır, berzahî bir hatırlatmadır.

Sonsuz aleme geçişin adeta bir provasıdır.
Ruhun sonsuzlukta cevalanının bir antrenmanıdır.
Sonsuz özgürlüğün ilk adımıdır.
Yorgun düşen ruhun ve Bedenin istirahatıdır.
Dünyanın ahiretteki hatırasıdır.

Uyku: İlahi Kudretin Sessiz Tebliği

Kur’an, uykuyu doğrudan Allah’ın bir ayeti olarak zikreder:

> “Geceyi size elbise, uykuyu dinlenme kıldık.”
(Nebe’, 9)
“Allah, insanların ruhlarını ölümleri anında, ölmeyenlerin ruhlarını ise uykularında alır.”
(Zümer, 42)

Bu ayetler bize gösteriyor ki, uyku sadece biyolojik değil, metafizik bir eylemdir. Ruh, bedenle olan bağını geçici olarak gevşetir. Adeta ölüme kısa bir ziyarettir bu.

Berzah Kapısı: İki Âlem Arası Bekleme

Uyku, bir sınır hattıdır; yaşam ile ölüm, bilinç ile bilinçsizlik, fizik ile metafizik arasında gerilen zar gibi. Tıpkı kabir gibi… Uyanmak mümkün olduğu için hâlâ dünya ile bağlantılıdır; ama bilinç gittiği için ölümle komşudur. Rüya âlemi bu berzahın izdüşümüdür. Rüyalar, ruhun daha yüksek boyutlara temas ettiği manevi seyirlerdir. Bu yönüyle uyku, insanın sınırlı aklının kavrayamayacağı genişlikte bir sır hazinesidir.

Her Gece Bir Ölüm Tatbikatı

Düşünün: Her gece yatağa girerken bir anlamda teslim oluyoruz. Ne zaman uyanacağımızı bilmiyoruz. Belki de uyanamayacağız. Ne garantimiz var? İşte bu bilinçle yatağa girmek, her geceyi bir “tevbe gecesi”, her sabahı bir “diriliş sabahı” kılar. Yatmadan önce yapılan dualar, sabah uyanınca söylenen hamd sözleri hep bu bilincin yansımasıdır. Uyku, bize ne kadar aciz olduğumuzu, ne kadar teslim olmaya mecbur bulunduğumuzu hatırlatır.

Modern Zihin ve Uykunun Hikmeti

Batı’nın seküler aklı uykuyu sadece beyin faaliyetlerinin düzenlenmesi, bedenin dinlenmesi olarak görür. Oysa bu maddeci bakış, hakikatin sadece gölgesidir. Rüyaları tesadüfi zihinsel oyunlar olarak tanımlar. Fakat her bir rüya, kimi zaman bir uyarı, kimi zaman bir haber, kimi zaman bir işarettir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Müminin rüyası vahyin kırk altıda biridir” buyurmuştur. Bu bile uykunun ne kadar yüksek bir manevi mahiyet taşıdığını gösterir.

Son Durak Ölüm: Kalıcı Uykunun Kapısı

Uyku bir hazırlıktır. Asıl uyku, bedenin toprağa, ruhun âhirete gidişidir. Kabir uykusundan uyanış ise kıyamettir. İnsan her sabah uyanarak dirilişi yaşarken, ölümle birlikte asıl uyanışa hazırlanır. Bir hadis-i şerifte bu hakikat şöyle anlatılır:

> “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.”
(İmam Gazali’nin nakliyle)

O halde her uyku, bir uyarıdır. Her sabah, bir fırsattır.

Sonuç ve Özet

Uyku, ilahi rahmetin bir tecellisi, ölümün habercisi, hayatın gizemli kardeşidir. Ruhun kısa süreli olarak dünyadan çekilmesi, insana acizliğini, faniliğini ve Rabbine muhtaç oluşunu hatırlatır. Rüyalar ise bu berzahî geçişin şahitleridir. Her gece, aslında ölümün bir tatbikatı; her sabah ise bir dirilişin işaretidir. İnsan, bu bilinci taşıdıkça, uyku da ölüm de korku değil, hikmet olur.

ÖZET:
Uyku, hayatla ölüm arasında ilahi bir geçit ve ruhun dinlenme durağıdır. Her gece geçici bir ölüm, her sabah bir diriliş gibidir. Rüyalar ise berzah âleminin izdüşümleridir. Bu yönüyle uyku, insana hem faniliğini hem de ahiret yolculuğunu hatırlatan ibretli ve derin bir tecrübedir.

 

 




Cennetten Dünya’ya: Nikâhın Hikmeti Üzerine Bir Duruş

Cennetten Dünya’ya: Nikâhın Hikmeti Üzerine Bir Duruş

Hz. Âdem’in cennetten çıkarılışı, sadece bir düşüş değil; aynı zamanda bir hikmetin tecellisidir. Zira bu iniş, ilahi planın başlangıcıdır. O plan, yeryüzünde Allah’ın halifesinin, hikmetle yoğrulmuş bir hayat sürmesi, imtihana tabi tutulması ve böylece kemale ulaşmasıdır. Bu büyük plan içinde nikâh, insanlık serüveninin merkezinde yer alır. Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın birlikte yeryüzüne gönderilişi de bu gerçeğin göstergesidir: Hayatın anlamı, yalnızlıkta değil, birliktedir.

Cennetten Çıkışta Nikâhın Hikmeti

Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Âdem’in yeryüzüne gönderilişi kıssasında, şeytanın vesvesesi ve yasak meyveye yaklaşılması ana neden olarak görünse de, hikmet penceresinden bakıldığında bu sadece bir vesiledir. Zira Allah Teâlâ, olacak olanı ezelde bilir ve takdir eder. Hz. Âdem’in yeryüzüne gönderilmesi de bir ceza değil, bir eğitim sürecinin başlangıcıdır. Bu sürecin önemli bir aşaması ise ailenin ve toplumun çekirdeği olan nikâh kurumunun yeryüzünde tesis edilmesidir.

Nikâh, cennetteki mutmain birlikteliğin yeryüzündeki izdüşümüdür. Âdem ile Havva, sadece insanlığın ilk ebeveyni değil; birlikte yaşamanın, sadakatin ve paylaşmanın sembolüdür.

Nikâh: İnsanı Beşerlikten İnsanlığa Taşıyan Bağ

Nikâh, sadece bir formalite değildir; fıtratla uyumlu bir kulluk makamıdır. Çünkü insan, nefsine meyleder; yalnız kaldığında bu meyil daha da güçlenir. Nikâh, bu meyli sınırlar, disipline eder, hayra yönlendirir. Bu yönüyle nikâh, hem nefsin terbiyesi hem de kalbin tekâmülü için bir vesiledir.

Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:

> “Kendileriyle huzura kavuşasınız diye sizin için kendi cinsinizden eşler yaratıp aranıza sevgi ve merhamet koyması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir…”
(Rum, 21)

Bu ayet, nikâhın sadece fiziki bir birleşme değil, rahmetin ve muhabbetin temsili olduğunu ilan eder.

Nikâhsız Hayat: Kaosun ve Nefsaniyetin Davetçisi

Hz. Âdem’in cennetten dünyaya gönderilişiyle başlayan beşerî hayat, nikâhın gölgesinde şekillendi. Ne zaman ki insanlık bu bağı ihmal etti, aile çöktü, ahlâk zedelendi, toplum sarsıldı. Bugün Batı toplumlarının içine düştüğü aile krizleri, cinsiyet sapmaları ve yalnızlaşma hastalığı, nikâhsızlığın faturasını gösteriyor.

İnsanı disipline eden, nefsini eğiten, başıboş arzuları sınırlandıran bir bağdır nikâh. Allah’ın rızasına uygun şekilde kurulan bir evlilik, dünya cennetinin inşasıdır. Hz. Âdem’in cennetten çıkarılmasıyla başlayan süreç, eğer nikâhla kemale ererse, insanı ebedi cennete taşıyacak bir yolculuğa dönüşür.

Nikâh, Tekâmülün ve Mesuliyetin Okuludur

Nikâh sadece iki bedeni değil, iki ruhu da birleştirir. Fedakârlık öğretir, sabrı gösterir, affetmenin faziletini yaşatır. Bu yüzden nikâh, hem içtimâî hem ruhânî bir mekteptir. Tek başına yaşanan bir hayat, insanın sınavlarını eksik bırakır. Eşler, birbirlerinin aynası, rehberi ve destekçisidir. Nikâh, bu karşılıklı terbiye ve gelişimin zemini olarak yaratılmıştır.

Sonuç ve Özet

Hz. Âdem’in yeryüzüne gönderilişi bir ceza değil, ilahi bir terbiye sürecidir. Bu süreçte nikâh, insanlık için vazgeçilmez bir hikmet kapısıdır. Nikâh, aileyi kurar, toplumu ayakta tutar, bireyi kemale taşır. Günümüzde nikâhın değersizleştirilmeye çalışılması, sadece bir gelenek değil, bir hakikatle savaş anlamına gelir. Oysa nikâh, cennet kapısının bu dünyadaki anahtarıdır. Hz. Âdem’in yeryüzündeki yolculuğunun en mühim rehberi ve dayanağı nikâhtır.

ÖZET:
Hz. Âdem’in cennetten çıkarılışının hikmetlerinden biri de, nikâh kurumunun yeryüzünde teşekkül etmesidir. Nikâh, yalnızlığı aşmak, nefsi terbiye etmek ve aile temelinde toplumu inşa etmek için ilahi bir vesiledir. Bugün nikâhın değersizleştirilmesi, insanlığı felakete sürükleyen derin bir sapmadır. Oysa nikâh, cennet yolculuğunun bu dünyadaki ilk adımıdır.