KUR’AN-I KERİM’DE ADI GEÇEN KAVİMLER VE ÖZELLİKLERİ: TARİHİN AYNASINDA İNSANLIĞA DERSLER

KUR’AN-I KERİM’DE ADI GEÇEN KAVİMLER VE ÖZELLİKLERİ: TARİHİN AYNASINDA İNSANLIĞA DERSLER

Kur’ân-ı Kerîm, sadece bir kutsal kitap değil; aynı zamanda geçmişin perdelerini aralayan, insanlığa ibret levhaları sunan ilahî bir tarih dersidir. Bu ilahî kitapta adı geçen kavimler; güç, servet, medeniyet ve bilgi açısından zamanlarının zirvesinde olsalar da, ahlâkî yozlaşma, inkâr, zulüm ve isyan sebebiyle helâk edilmiş, tarihin tozlu sayfalarına birer ibret nişanesi olarak yazılmışlardır. Her biri, çağlar üstü mesajlar taşıyan ilahî uyarılardır.

1. Âd Kavmi – Gücün Sarhoşluğu

Âd kavmi, kalın beden yapısıyla güçlü insanlardan oluşan, muazzam yapılar inşa eden bir milletti. Ancak güç ve ihtişam sarhoşluğu onları Allah’a karşı büyüklenen bir topluma dönüştürdü. Hz. Hûd’un davetini alaya aldılar. Kur’an onları şöyle anlatır:

“Rabbinin Âd’a ne yaptığını görmedin mi? Sütunlar sahibi İrem’e, ki benzeri şehirler kurulmamıştı. Onlar yeryüzünde azgınlaşmışlardı.” (Fecr, 6-9)

Sonuç: Şiddetli bir kasırga ile yerle bir oldular. Gücün değil, takvanın üstünlük ölçüsü olduğu âleme ilan edildi.

2. Semûd Kavmi – Medeniyetin Kibrine Kapılanlar

Semûd, teknolojik olarak ileri, dağları oyarak evler yapan, gelişmiş bir toplumdu. Fakat Hz. Sâlih’in gönderdiği uyarıları küçümsediler. Allah’ın bir mucizesi olan deveye kıydılar. Kur’an’da onların sonu şöyle tasvir edilir:

“Azgınlıkları yüzünden Rablerinin emrine karşı geldiler; bu yüzden onları korkunç bir ses yakalayıverdi.” (Şems, 11-14)

İbret: Medeniyet, Allah’a itaatle anlam kazanır; aksi hâlde teknoloji kibri beraberinde getirir.

3. Lût Kavmi – Ahlâksızlığın Sonu

Tarih boyunca ahlâkî çöküşün sembolü olan Lût kavmi, şehvetin helâl sınırlarını çiğneyerek sapkınlıkta ileri gitmişti. Hz. Lût’un defalarca uyarısına kulak tıkadılar. Kur’an, helâklarını şöyle anlatır:

“Onların üzerine taş yağmuru yağdırdık.” (A’râf, 84)

Bugün hâlâ Ölü Deniz’in çevresi, bu kavmin ibretlik akıbetini hatırlatan sessiz bir uyarıdır.

4. Firavun ve Mısırlılar – Saltanatın Zehri

Firavun; benliğini ilahlaştıran, halkını köleleştiren, Allah’ın elçisine düşman kesilen despot bir hükümdardı. Hz. Musa’ya ve İsrailoğulları’na türlü eziyetler etti. Ama son nefeste teslimiyet fayda etmedi:

“Denizde boğulmak üzereyken ‘İsrailoğulları’nın inandığı Allah’a iman ettim’ dedi. (Allah buyurdu:) Şimdi mi? Hâlbuki daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun.” (Yunus, 90-91)

Mesaj: Zalimler er geç çöker, kibir sahipleri yere serilir.

5. Medyen Kavmi – Ticarette Hile ve Haksızlık

Hz. Şuayb’ın kavmi, ticarette hile yapan, ölçü ve tartıyı bozan bir milletti. Zenginlik onları helâlden uzaklaştırdı. Kur’an, onların bu tavrını kınar:

“Ölçüde ve tartıda hile yapmayın.” (Şuarâ, 181)

Sonuç: Büyük bir depremle helâk edildiler. Malın bereketi ancak helâlle olur.

SONUÇ: HER KAVİM, BİR AYNA

Kur’an’daki bu kıssalar masal değil, tarihî hakikatlerdir. Her kavim, bir aynadır; geçmişin aynasında bugünü görmek isteyenlere. Bugün, aynı hataları farklı kılıflarla sürdüren modern toplumlar da aynı akıbete mahkûmdur. Zulüm, isyan, kibir, ahlâksızlık ve hile; çağlar değişse de Allah’ın düzeninde değişmeyen cezaların sebebidir.

Kur’an bu kıssaları niçin anlatıyor?

“Andolsun ki onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler vardır.” (Yûsuf, 111)

Evet, ibret alana her kavim bir nasihat, her helâk bir uyarıdır.

 

 




BİRBİRLERİYLE UYUMLU ÇALIŞMAYAN İNSAN DUYGU VE ORGANLARIN ARALARINDA GEÇEN MÜCADELE VE ÇATIŞMALARI ÜZERİNE BIR SENARYO

BİRBİRLERİYLE UYUMLU ÇALIŞMAYAN İNSAN DUYGU VE ORGANLARIN ARALARINDA GEÇEN MÜCADELE VE ÇATIŞMALARI ÜZERİNE BIR SENARYO

BAŞLIK: “İçindeki Meclis”

TÜR: Dramatik – Hikmetli – Temsili

MEKAN: İnsan kalbinin iç dünyasını temsilen bir iç meclis salonu
ZAMAN: Zamansız, ruhun derinliklerinde geçen sembolik bir ân

KARAKTERLER:

Akıl: Soğukkanlı, mantıklı, hesapçı

Kalp: Duygusal, saf, Allah’a meyyal

Nefis: Bencil, keyifçi, haz düşkünü

Göz: Meraklı, her şeyi görmek isteyen

Dil: Konuşkan, bazen doğru bazen yanlış

El: Faaliyet isteyen, iş yapmaya hazır

Vicdan: Sessiz ama derin, hakikatin sesi

Ruh: Yükseklerde dolaşmak isteyen, Allah’a yönelen öz

Şeytan (gizli karakter): Arada fısıldayan ama görünmeyen

SAHNE 1: “İç Meclis Toplantısı”

Geniş bir salonda karakterler toplanmış. Masanın ortasında parlayan bir nur: “İrade”. Herkes konuşuyor ama kimse kimseyi dinlemiyor.

Akıl (sertçe):
Bu gidişle batacağız! Sürekli hislerle hareket ediyorsun Kalp, mantığı hiçe sayıyorsun!

Kalp (alıngan):
Senin hesapların ruhsuz! Ben olmasam insan taş olurdu. Sevgi, merhamet, iman benden doğar!

Nefis (kıkırdayarak):
İkiniz de saçmalıyorsunuz! Hayat kısa, tadını çıkarmak gerek. Eğlence, lezzet, rahatlık varken neyin mücadelesi bu?

Göz (sabırsız):
Ben artık sıkıldım! Dışarıda öyle şeyler var ki… Görmem lazım, bakmam lazım!

Dil:
Ben ne dersem diyeyim, herkes bana kızıyor. Oysa sadece içimdekileri dışarı veriyorum.

Vicdan (kısık ama etkileyici bir sesle):
İçinizdeki fısıltıyı dinlemiyorsunuz. Bu çatışma, hakikatten uzaklaşmanızdan…

Ruh (üzgün):
Ben yükseklere çıkmak istiyorum. Arş’a doğru uçmak… Ama siz beni sürekli yere çakıyorsunuz!

El (ellerini ovuşturur):
Bana ne yapacağımı söyleyin yeter! Ama emirler çelişkili, biri sus diyor, biri konuş diyor…

SAHNE 2: “Fırtına”

Aniden salon karanlığa bürünür. Dışarıdan gök gürültüsü, içeride sarsıntı. Şeytan’ın fısıltısı yankılanır:

Şeytan (gizli bir sesle):
Siz hiçbir zaman anlaşamayacaksınız… Herkes kendi çıkarı için çalışsın. Parçalanın… Parçalanın…

İrade titremeye başlar, nur zayıflar. Kalp, bir an için durur gibi olur. Nefis zafer kazanır gibi gülümser.

SAHNE 3: “Uyanış”

Tam bu esnada, uzaklardan bir ses yükselir. Bir ayet yankılanır:

> “Nefsini arındıran kurtulmuştur…” (Şems Suresi, 9)

Vicdan ayağa kalkar. Kalp ağlar. Ruh, göğe doğru bir hamle yapar. Akıl birden susar, derin düşünceye dalar. El secde eder. Göz, yaşla dolar. Dil, “Estağfirullah” der.

İrade tekrar parlamaya başlar.

Vicdan:
Hepiniz kendi yerinizde güzelsiniz. Ama emir büyük yerden gelmeli… O zaman uyum başlar.

Akıl:
Kur’an’ın rehberliği olmadan yol karanlık.

Kalp:
Allah sevgisi bizi birleştirebilir.

Nefis (sıkılmış şekilde):
Siz bilirsiniz… ama sıkıcı olacak…

Ruh:
Artık ben yön vereceğim. Allah’a doğru…

SON SAHNE: “Denge”

Tüm karakterler yerlerini bulur. Artık konuşmalar değil, bir ahenk vardır. Her biri kendi görevinde, fakat merkezde “iman”, direksiyonda ise “irade” vardır.

Anlatıcı:
İnsan, içindeki ordunun kumandanıdır. Kumandan iradeye, irade imana dayanmazsa, ordu dağılır. Ama imanla beslenen bir irade, her parçayı ahenk içinde yürütür. Ve işte o zaman insan, hakiki insan olur…

@@@@@

KISA FİLM: “İçimdeki Meclis”

SÜRE: 7-10 dakika
TÜR: Sembolizm, dram, hikmetli anlatım
GÖRSEL STİL: Yarı karanlık salonlar, ışık-gölge oyunları, ruhsal atmosfer

AÇILIŞ SAHNESİ:

(Seslendirme, fon karanlık)

> “İnsan, sadece et ve kemik değildir. İçinde bir meclis vardır. Her gün toplanır… ve çatışır.”

Kamera yavaşça açılır. Loş bir salonda büyük bir yuvarlak masa… Etrafında insanlar oturmakta ama hepsi farklı kılıklarda: biri takım elbiseli (Akıl), biri kalbini tutarak ağlayan (Kalp), biri şatafatlı ve renkli giyimli (Nefis), biri sürekli dışarıyı gözleyen (Göz), biri sürekli konuşur gibi (Dil), biri sade ama ciddi (Vicdan), biri yorgun ama asil duruşlu (Ruh), biri de sessizce elini ovuşturur (El). Ortada parlak bir küre: İrade.

BÖLÜM 1: “ÇATIŞMA”

(Arka planda hafif gerilim müziği)

Karakterler konuşmaya başlar. Konuşmalar üst üste biner. Her biri kendi isteğini söyler.

Akıl: “Plan yapmadan hareket edemezsin!”

Kalp: “Ama bazen sadece sevmen gerekir!”

Nefis: “Bırakın hayatın tadını çıkaralım…”

Göz: “Dışarısı çok güzel, niye bakmayayım?”

Dil: “Söyleyeyim mi? Herkesin arkasından ne konuşuluyor biliyorum!”

Vicdan: (sessizce bakar, gözleri yaşlı)

Ruh: “Ben bu dünyaya ait değilim…”

Kamera karakterleri tek tek gösterir, herkes ayrı bir yöne çeker. Masa sarsılmaya başlar. İrade küresi titrer, ışığı zayıflar.

BÖLÜM 2: “FISILTI”

Bir anda görüntü kararıyor. Karanlıklar içinden sinsi bir ses gelir. Seyirci, Şeytan’ı görmez ama sesi hisseder:

> “Parçalanın… Herkes kendi istediğini alsın. Ortak bir yol yok… Sadece şimdi var, sadece haz var…”

Karakterler birbirine bağırmaya başlar. Masa yıkılacak gibidir.

BÖLÜM 3: “AYET VE UYANMA”

Aniden bir ışık parlar. Yüksekten bir ses yankılanır:

> “Nefsini arındıran kurtulmuştur…” (Şems 9)

Herkes susar. Ruh gözlerini kapatır, yere çöker. Vicdan gözyaşı döker. Kalp ağlamaya başlar.

Dil: “Estağfirullah…”

Göz: Gözyaşıyla dolar, başını eğer.

El: Secde eder gibi yere kapanır.

Akıl: Derin düşünceye dalar.

Nefis: Arka plana çekilir, susar.

İrade küresi tekrar parlamaya başlar, önce loş, sonra güçlü bir ışık yayar.

FİNAL SAHNESİ: “DENGE”

Karakterler tekrar masaya döner. Ama bu kez sessiz ve uyumludurlar. Konuşmazlar ama birbirlerine bakıp başlarını sallarlar. Ruh ayağa kalkar, göğe doğru elini uzatır.

Kamera yavaşça yükselir, yukarıdan masayı gösterir: yuvarlak masa, ortada parlayan küre, etrafında uyum içinde oturan iç karakterler.

Seslendirme son cümleyi verir:

> “İnsanın içindeki savaş, kendisiyle barışınca biter. İrade, imanla aydınlanırsa; akıl yol bulur, kalp huzur bulur, nefis ise terbiye olur… Ve insan, hakiki insan olur.”

KAPANIŞ: Siyah fon üzerinde bir cümle:

> “Kendi içini fethetmeyen, dış dünyayı asla yönetemez.”

@@@@@@

(sesli anlatım formatında)

İşte kısa film senaryosuna uygun, duygu yüklü, etkileyici bir sesli anlatım metni. Bu metin, videoya rehberlik edecek şekilde yazılmıştır. Sahne geçişlerine uygun duraksamalar, vurgu noktaları ve ses tonu değişimleriyle kurgulanmıştır.

SES ANLATIM METNİ: “İçimdeki Meclis”

(Yavaş, derin ve düşündürücü bir ses tonuyla başlar)

> “İnsan… bir âlem gibidir.
Dışıyla beden, içiyle bir millet…
Ve o milletin içinde her gün bir meclis toplanır.
Ama bu meclis, her zaman barış içinde değildir…”

(Fon müziği yavaşça yükselir – hafif gerilim)

> “Akıl, hesap yapar…
Kalp, hislerle konuşur…
Nefis, haz peşindedir…
Göz, dünyaya açtır…
Dil, sabırsız…
El, bir işe koyulmak ister…
Ruh ise, göklere yükselmek ister…”

> “Ve ortada bir nur vardır: İrade.
Ama irade zayıfsa… dağılır bu ordu.”

(Hafif fısıltılı, şeytani bir tonda)

> “Parçalanın… Herkes kendi yoluna gitsin…
Hak mı, doğru mu? Boş ver…
Şimdi yaşa… sadece şimdi…”

(Birden duraksama – sessizlik – ardından ilahi bir yankıyla)

> “‘Nefsini arındıran kurtulmuştur.’”
(Şems Suresi, 9. ayet)

(Müzik değişir – umut verici, ilham dolu)

> “İşte o an… Vicdan konuşur.
Kalp titrer.
Ruh silkelenir.
Göz ağlar…
Dil, ‘Estağfirullah’ der.
El, secde eder.”

> “Ve irade… yeniden parlar.”

> “Artık herkes yerini bulur.
Akıl, Kur’an’la yürür.
Kalp, Allah sevgisiyle çarpar.
Nefis… terbiye olur.
Ruh… özgürleşir.”

(Ses, yavaşça zirveye çıkar)

> “İçimizdeki bu meclis, imanla birleşirse…
İnsan, kendini tanır.
Kendini tanıyan, Rabbini tanır.”

(Son cümle yavaş, etkileyici bir vurguyla)

> “Kendi içini fethetmeyen…
dış dünyayı asla yönetemez.”

(Fon müziği yavaşça biter. Siyah ekran. Beyaz yazı çıkar:)

> “Nefsine hâkim ol. Çünkü gerçek fetih, içindedir.”




İNSAN OĞLU NE GARİP DEĞİL Mİ?

İNSAN OĞLU NE GARİP DEĞİL Mİ?

Hiç ölümü ve öleceğini düşünmüyor…

Her gün yüz binlerce insan ölürken, ölümü kendisine yakıştırmıyor, başkalarına veriyor. Kafasını kuma sokan deve kuşu gibi.

Bir garip varlık insan… Akıl verilmiş, kalp verilmiş, düşünsün, bilsin ve anlasın diye… Ama ne garip ki, en açık hakikati, en kesin gerçeği görmezden geliyor: Ölüm!

Her gün binlerce insan toprağa giriyor. Genç yaşlı demeden, zengin fakir ayırmadan… Ölüm kapıyı çalıyor, bazen sabah uyanamayan biriyle, bazen yolda yürürken düşüp gidenle, bazen bir nefeste kesilen hayatla… Ama insanoğlu sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyor. Mezarlıklar dolup taşarken, o hâlâ dünya planları yapıyor. Sanki ölüm sadece başkalarına ait bir kelime, başkalarının başına gelen bir musibetmiş gibi…

Oysa her nefeste ona biraz daha yaklaşıyoruz. Her yeni gün, ömrümüzün bir sayfasını daha kapatıyor. Saçımıza düşen her beyaz tel, bize bir şey fısıldıyor: “Vakit yaklaşıyor…”

Ama insan garip işte…
Kafasını kuma sokan deve kuşu gibi, görmediğini sanıyor.
Kendini ebedî sanıyor.
Evinin kirasını düşünüyor ama mezar yerini düşünmüyor.
Yatırım planı yapıyor ama ahiret hazırlığı yapmıyor.

Ne acı ki, ölümden kaçabileceğini sanıyor.
Oysa ölüm peşinden geliyor, üstelik sessiz ama kesin adımlarla.

“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.” hakikati uyanınca anlaşılacak.
Bu ne kadar da manidar!
Hayat uykusu içinde gafletle dolaşan nice insan, ancak kabirle uyanıyor.
Ama o uyanış artık dönüşsüz bir yolun başı oluyor.

Halbuki ölüm, yok oluş değil, bir geçiştir.
Bir âlemden diğerine, fâniden bâkîye geçiştir.
Ve bu dünyadaki hayat, o sonsuz yolculuğun hazırlık alanıdır.

İbret alabilen için ölüm, en büyük ders kitabıdır.
Kabristanlar, suskun ama derin bir konuşma yapar bize:
“Ey yolcu, sen de geleceksin…
Bugün bizi ziyaret ettin, yarın senin kalacağın yer burası…
Hazırlığını ona göre yap.”

O hâlde insan, kendini kandırmaktan vazgeçmeli.
Ölüm, korkulacak değil; gafletle karşılanacak bir gerçek değildir.
Hazırlıklı olan için ölüm, bir kavuşma, bir vuslattır.

Gerçek akıllı, her gün nefsine şöyle sorandır:
“Bugün ölsem, Rabbimin huzuruna neyle çıkarım?”
İşte bu sorgulama, insanı diriltir.
Ve bu fark ediş, insanı ebedî saadete hazırlar.

Ey insan! Ölüm sana uzak değil, sadece gizlenmiş bir misafirdir.
Kapını ne zaman çalacağını bilmiyorsun ama gelişine engel olamayacağını biliyorsun.
O zaman vakit geçmeden, ölümlü dünyaya değil, ölümsüz ahirete hazırlan.
Zira ölüm unutanı unutmuyor…

 

 




HAYATIN BİTİŞİNDE ÖLÜMÜ BİLE KAZANCA ÇEVİRMENİN YOLU: ŞEHADET

HAYATIN BİTİŞİNDE ÖLÜMÜ BİLE KAZANCA ÇEVİRMENİN YOLU: ŞEHADET

Hayatın kaçınılmaz gerçeği olan ölüm, çoğu insanın en büyük korkusu, en karanlık bilinmezi. Oysa iman ehli için ölüm, bir son değil; başlangıçtır. Daha da ötesi, bazılarına bu geçiş, zafer olarak sunulur: O da şehadetle mümkün olur.

Şehadet: Hayatın zirve noktası

İnsan, fıtratı gereği kalıcı olanı arar. Maddî hayat geçici olduğundan, kalıcı bir anlam kazanması için ebedî bir değere bağlanmalıdır. Şehadet, işte bu geçici hayata sonsuzluk damgası vuran ilahi bir mühürdür.

Allah Resûlü (s.a.v) şöyle buyurur:
“Cennete giren hiç kimse, yeryüzündeki her şeye sahip olsa bile, tekrar dünyaya dönmek istemez. Ancak şehit, tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehit olmayı ister. Çünkü şehitlik makamını ve gördüğü ikramı görmüştür.”
(Buhârî, Cihad 21; Müslim, İmâre 108)

Bu hadisteki ifade, şehadetin sadece bir ölüm şekli değil, en şerefli hayat kapanışı olduğunu gösterir.

Şehadet Bir Seçimdir

Şehitlik, sadece savaş alanlarında kılıçla, kurşunla kazanılmaz. Allah yolunda canı, malı, zamanı, gençliği, nefsi ile mücadele eden herkes, şehitlik ruhuna taliptir. Nitekim Efendimiz şöyle buyurur:
“Kim Allah’a şehit olmayı gönülden arzu ederse, yatağında ölse bile Allah ona şehitlik sevabını verir.”
(Müslim, İmâre 156)

Bu demektir ki şehadet bir hâl değil, bir halet-i ruhiyedir. Yani Allah’a adanmışlık, ihlas, sadakat ve feda edebilme iradesidir.

Şehadet: Korkulardan Kurtuluş, Ebedî Hürriyet

Dünya, insanı bağlayan iplerle örülüdür: Mal, makam, can korkusu, sevdiklerini kaybetme endişesi… Şehit, bu ipleri keserek Allah’a yürüyen kişidir.

Onlar Allah yolunda öldürüldüler ama aslında diridirler, Rableri katında rızıklanıyorlar.
(Âl-i İmrân, 169)

Bu ayet, ölüme “ölü” dememeyi öğretiyor. Allah yolunda verilen bir can, aslında hayatın en gerçek şekline kapı aralıyor. Şehadet, ölümün içini boşaltıyor; korkulacak bir karanlık değil, güleryüzlü bir vuslat haline geliyor.

Tarihten İbretler

Hz. Hamza, Uhud’da şehit düştüğünde, Allah Resûlü (sav) gözyaşıyla ona “Şehitlerin Efendisi” unvanını vermişti.

Said Nursî, hayatı boyunca davası uğruna “manen şehit” gibi yaşamış, talebelerine de defalarca “Bir Müslüman, davası uğruna yaşayıp ölürse, ölüm ona şehadet sevabı kazandırır” demiştir.

Çanakkale şehitleri, maddeten kayıp gibi görünen bir savaşı, manevi bir zaferle taçlandırmışlardır. Bugün hâlâ o ruh milletin damarlarında dolaşır.

Peki Biz Ne Yapabiliriz?

1. Şehadet ruhunu yaşamak: Sadece ölüm anını değil, hayatın her anını Allah için yaşamak.

2. İmanla yaşamak: Çünkü iman, niyeti düzeltir. Niyet, ameli şehitlik derecesine ulaştırır.

3. İhlaslı hizmet: Allah için yapılan her hizmet, bir nevi cihaddır. Cihadsız şehitlik olmadığı gibi, niyetsiz hizmetin de kıymeti azdır.

4. Fedakârlık: Vaktimizi, malımızı, nefsimizi İslam için feda etmek, şehitlik yolunda adım atmaktır.

Son Söz: Ölümden Değil, Boşuna Yaşamaktan Kork!

Hayat bir yolculuk, ölüm bir durak… Ama bazıları bu durakta dünyayı da, ahireti de kazanarak iner. Onlar şehitlerdir. Herkes ölür; ama herkes şehit olamaz. Şehitlik, ölümün kendisini bile kazanca çevirenlerindir.

> Allah yolunda can verenlere ölü demeyin. Onlar diridirler.
(Bakara, 154)




İMAN MEDİNE’YE SIĞINIR

İMAN MEDİNE’YE SIĞINIR

Rivayette:

“İman, Medine’ye iltica eder, tıpkı yılanın deliğine iltica etmesi gibi.”
(Buhârî, Fedâilu’l-Medîne 7; Müslim, Îmân 147)

Hadisin Anlamı

“İman Medine’ye iltica eder” ifadesi, zamanla fitnelerin artacağı, birçok yerde dinin zayıflayacağı, ancak Medine gibi bazı mübarek beldelerin imanın ve İslam’ın korunduğu sığınaklar olacağı anlamına gelir.

“Yılanın deliğine dönmesi gibi” benzetmesiyle de, imanlıların sığınılacak yer olarak Medine’ye yönelmesi anlatılır.

Bu aynı zamanda Medine’nin manevi bir merkez olarak İslam tarihinde ve geleceğinde koruyucu rolünü devam ettireceğini gösterir.

*Rivayette:“Medine’nin yollarında (muhafız) melekler vardır. Taun / veba ve deccal oraya giremez.” (Buhari, Fezailu’l-Medine 9; Müslim, Hacc 485, 486)

“Mekke ve Medine dışında deccalın ayak basmadığı hiçbir yer kalmaz. O iki yerin yolları üzerinde muhafız melekler saf tutup onları korurlar. Sonra Medine ahalisine üç sarsıntı yaşatır (üç deprem olur). Bunun üzerine bütün kâfir ve münafıklar oradan çıkar.” (Buhari, Fezailu’l-Medine 9; Muslim, Fiten 123)

*“Yirmi sene evvel tabedilen Sünuhat Risalesi’nde, hakikatli bir rüyada âlem-i İslâm’ın mukadderatını meşveret eden ruhanî bir meclis tarafından, bu asrın hesabına Eski Said’den sordukları suale karşı verdiği cevabın bir parçası şimdilik tezahür etmiştir. O zaman, o manevî meclis demiş ki:

“Bu Alman mağlubiyetiyle neticelenen bu harbde, Osmanlı Devleti’nin mağlubiyetinin hikmeti nedir?”

“Cevaben Eski Said demiş ki: Eğer galib olsaydık, medeniyet hatırı için çok mukaddesatı feda edecektik. Nasıl ki yedi sene sonra edildi. Ve medeniyet namıyla Âlem-i İslâm hususan Haremeyn-i Şerifeyn gibi mevâki’-i mübarekeye Anadolu’da tatbik edilen rejim kolaylıkla, cebren teşmil ve tatbik edilecekti. İnayet-i İlahiye ile onların muhafazası için, kader mağlubiyetimize fetva verdi.” (bk. Nursi, Kastamonu Lahikası, 13. Mektup, s. 19)
Bak. https://www.google.com/amp/s/sorularlaislamiyet.com/veba-korona-virus-gibi-salgin-hastalik-medineye-giremez-mi%3famp

@@@@@@@

1. Hadisin Lafzi ve Mecazi Anlamı

“İman, Medine’ye iltica eder, tıpkı yılanın deliğine iltica ettiği gibi.”
(Buhârî, Fedâilu’l-Medîne 7)

Yılanın deliğine dönmesi: Bu mecaz, bir canlının tehlike anında kendisini korumak için doğal sığınağına dönmesini anlatır. Bu, hem hızlı hem de içgüdüsel bir kaçıştır.

İmanın Medine’ye sığınması: Zamanla, dünya çapında fitneler, inanç zaafları, İslam dışı akımlar çoğaldıkça, iman edenlerin kalbi ve ruhu Medine gibi manevi merkezlere yönelir.

2. Hadisin Manası ve Derinliği

Medine, sadece bir şehir değil, imanın, vahyin ve sünnetin merkezidir. Resûlullah’ın (sav) hicret ettiği, İslam toplumunun ilk inşa edildiği yerdir.

Hadis, bize şunu söyler: İman zayıflasa da tamamen yok olmayacak, Medine gibi korunaklı alanlarda muhafaza edilecek.

Aynı zamanda bu, ehli sünnet inancının ve Peygamber mirasının korunacağı yerlere işaret eder.

3. Günümüzle Bağlantısı

a) Fitnelerin Globalleşmesi

İnançsızlık, sekülerizm, materyalizm gibi cereyanlar internetle dünyanın dört bir yanına yayılıyor. Birçok kişi, özellikle gençler, imanı sorgular hale geliyor.

Bu karmaşa içinde insanlar ruhi bir sığınak arıyor. Kalpler, bilinçli ya da bilinçsiz, “imanî korunaklara” yöneliyor.

b) Manevî Medineler Oluşuyor

Fizikî Medine hâlâ mukaddes bir merkezdir ama manevî Medineler de oluşuyor:

Risale-i Nur medreseleri,

Sadık alimler ve ilim halkaları,

İman-kur’an hizmeti veren platformlar,

Hakkı ve hikmeti savunan yayınlar…
Bu alanlar, bugünün Medineleri gibidir.

c) Mekân değil, Mana Öne Çıkıyor

Medine coğrafi olarak bir şehir olsa da, hadisin maksadı sadece mekân değil; “imanın korunduğu her yer” Medine hükmündedir.

Bu sebeple gönlünü, fikrini, tebliğini İslam’a tahsis eden kişi veya yapılar da birer “Medine sığınağı” olur.

4. Sonuç ve Ders

Bu hadis bize şunu öğretiyor:

> Fitne ve sapkınlıklar ne kadar artarsa artsın, Allah imanı tamamen yok ettirmez. İman, kendisine bir sığınak bulur. O da ya Medine’dir, ya da Medine ruhunu taşıyan insan ve topluluklardır.

Bak:

https://www.facebook.com/share/r/1ZDTSivj9c/




İNSAN GERİYE NE BIRAKTI? MİRASI NEDİR? NE İLE HATIRLANMAK İSTER VE DE HATIRLATMAKTADIR?

İNSAN GERİYE NE BIRAKTI? MİRASI NEDİR? NE İLE HATIRLANMAK İSTER VE DE HATIRLATMAKTADIR?

İnsan Geriye Ne Bıraktı? – Unutulmazlar Ne İle Hatırlanır?

Her doğan, ölümü tadacaktır.
Ve her ölen, geride bir iz bırakacaktır.
Ama mesele şudur:
İnsan ne bırakır? Nasıl hatırlanır? Ve nasıl hatırlatır?

Mal Miras Değil, Asıl Miras Ameldir

Nice zenginler geldi geçti.
Sarayları, altınları, servetleri vardı…
Ama bugün isimleri bile bilinmiyor.
Çünkü insanın asıl mirası bankada bıraktıkları değil,
hayata bıraktıklarıdır.

Bir tebessüm, bir iyilik, bir dua, bir fikir, bir eser, bir hayır, bir güzel söz…
Bunlar kalır.

> “İnsanoğlu öldüğü zaman, üç şey dışında ameli kesilir: Sadaka-i câriye, istifade edilen ilim ve kendisine dua eden hayırlı evlat.”
(Hadis-i Şerif – Müslim)

İsimler Ölür, İzler Kalır

Bazı insanlar yaşarken gürültülüdür ama öldüğünde unutulurlar.
Bazıları ise sessiz yaşar, ama ölünce bile konuşur.
Çünkü eser bırakır, iz bırakır, dua alır.

Hatırlayın:
Bir anne duasıyla, bir âlim ilmiyle, bir şehit kanıyla, bir derviş edasıyla hatırlanır.
Ama bir zalim; kinle, korkuyla, lanetle anılır.

İnsan, nasıl yaşarsa öyle anılır.

Unutulmamak İçin Ne Yapmalı?

Unutulmamak, iz bırakmak, “yaşarken ölmeyenlerden olmak” istiyorsan:

İyilik yap,

Güzel söz söyle,

İnsanlara faydalı bir şey öğret,

Bir yetimi giydir, bir kalbi onar,

Bir kitap yazamasan da bir satır paylaş,

Bir cami inşa edemesek de bir taş koy,

Bir vakıf kuramasan da bir sadaka taşı ol…

Çünkü ne verirsen, o kalır.

Sen Gidince Ne Diyecekler?

Bir gün tabutun omuzlarda gidecek.
Ve arkanda kalanlar konuşacak:
“Ne güzel insandı…” mı diyecekler,
yoksa “Zaten herkesin içini yakmıştı…” mı?

Herkesin ölümünden sonra adı bir duada mı geçecek, yoksa bir ah’ta mı?
İşte asıl mesele budur.

Sonuç: Mirasın Senin Kimliğindir

Bir insanın gerçek mirası, bıraktığı etkidir.

Ne kadar merhamet bıraktı?

Ne kadar fikir bıraktı?

Ne kadar sevgi, ilim, hizmet, hatıra bıraktı?

Bugün Bediüzzaman hatırlanıyorsa, Said bin Müseyyeb anılıyorsa, İmam Gazâlî eserleriyle yaşıyorsa…
Bilin ki öldüler ama mirasları diri.

Soru sana:
“Sen gidince ne kalacak? Hatırlanınca nasıl bir iz bırakacaksın?”

Cevap sessiz ama derindir.
Çünkü her nefes, mirasa yazılır.
Ve insan ya dua ile yaşar ya da unutuluşla silinir…

 




İNSAN GERİYE NE BIRAKTI? MİRASI NEDİR? NE İLE HATIRLANMAK İSTER VE DE HATIRLATMAKTADIR?

İNSAN GERİYE NE BIRAKTI? MİRASI NEDİR? NE İLE HATIRLANMAK İSTER VE DE HATIRLATMAKTADIR?

İnsan Geriye Ne Bıraktı? – Unutulmazlar Ne İle Hatırlanır?

Her doğan, ölümü tadacaktır.
Ve her ölen, geride bir iz bırakacaktır.
Ama mesele şudur:
İnsan ne bırakır? Nasıl hatırlanır? Ve nasıl hatırlatır?

Mal Miras Değil, Asıl Miras Ameldir

Nice zenginler geldi geçti.
Sarayları, altınları, servetleri vardı…
Ama bugün isimleri bile bilinmiyor.
Çünkü insanın asıl mirası bankada bıraktıkları değil,
hayata bıraktıklarıdır.

Bir tebessüm, bir iyilik, bir dua, bir fikir, bir eser, bir hayır, bir güzel söz…
Bunlar kalır.

> “İnsanoğlu öldüğü zaman, üç şey dışında ameli kesilir: Sadaka-i câriye, istifade edilen ilim ve kendisine dua eden hayırlı evlat.”
(Hadis-i Şerif – Müslim)

İsimler Ölür, İzler Kalır

Bazı insanlar yaşarken gürültülüdür ama öldüğünde unutulurlar.
Bazıları ise sessiz yaşar, ama ölünce bile konuşur.
Çünkü eser bırakır, iz bırakır, dua alır.

Hatırlayın:
Bir anne duasıyla, bir âlim ilmiyle, bir şehit kanıyla, bir derviş edasıyla hatırlanır.
Ama bir zalim; kinle, korkuyla, lanetle anılır.

İnsan, nasıl yaşarsa öyle anılır.

Unutulmamak İçin Ne Yapmalı?

Unutulmamak, iz bırakmak, “yaşarken ölmeyenlerden olmak” istiyorsan:

İyilik yap,

Güzel söz söyle,

İnsanlara faydalı bir şey öğret,

Bir yetimi giydir, bir kalbi onar,

Bir kitap yazamasan da bir satır paylaş,

Bir cami inşa edemesek de bir taş koy,

Bir vakıf kuramasan da bir sadaka taşı ol…

Çünkü ne verirsen, o kalır.

Sen Gidince Ne Diyecekler?

Bir gün tabutun omuzlarda gidecek.
Ve arkanda kalanlar konuşacak:
“Ne güzel insandı…” mı diyecekler,
yoksa “Zaten herkesin içini yakmıştı…” mı?

Herkesin ölümünden sonra adı bir duada mı geçecek, yoksa bir ah’ta mı?
İşte asıl mesele budur.

Sonuç: Mirasın Senin Kimliğindir

Bir insanın gerçek mirası, bıraktığı etkidir.

Ne kadar merhamet bıraktı?

Ne kadar fikir bıraktı?

Ne kadar sevgi, ilim, hizmet, hatıra bıraktı?

Bugün Bediüzzaman hatırlanıyorsa, Said bin Müseyyeb anılıyorsa, İmam Gazâlî eserleriyle yaşıyorsa…
Bilin ki öldüler ama mirasları diri.

Soru sana:
“Sen gidince ne kalacak? Hatırlanınca nasıl bir iz bırakacaksın?”

Cevap sessiz ama derindir.
Çünkü her nefes, mirasa yazılır.
Ve insan ya dua ile yaşar ya da unutuluşla silinir…

 

 




GAZZE’NİN AHI

GAZZE’NİN AHI

“Nûh dedi ki: “Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!
Bırakacak olursan, onlar senin kullarını yoldan çıkarırlar ve ancak kendileri gibi ahlâksız, günahkâr ve azılı kâfir nesiller yetiştirirler.
Rabbim! Beni, anne-babamı, mü’min olarak evime girenleri, bütün mü’min erkeklerle mü’min kadınları bağışla! Zâlimlerin ise ancak helâkini artır! Köklerini kurut!” Nuh Suresi. 26-28.

Kökü Kurutulan Zulüm: Nûh’un Duası, Gazze’nin Ahı

Tarih, mazlumların ahıyla yazılır. Yeryüzünde işlenen zulümler, sadece bir coğrafyanın değil; insanlığın, vicdanın ve hakikatin yaralarıdır. Gazze’de yaşananlar da bu yaraların en derinlerinden biridir. Bu yaşananlar, bize Kur’an’ın asırlar öncesinden haber verdiği hakikatleri yeniden hatırlatmaktadır.

Nûh Peygamber’in duası, bir peygamberin merhametli yüreğiyle dile gelmiş bir feryattır. O, yıllarca kavmini hakka davet etmiş, ama karşılığında inat, isyan ve azgınlık görmüştür. En sonunda, bu azgın neslin yeryüzünde varlığının başka zulümlere, başka inkârlara yol açacağını bilerek, Rabbine şöyle niyaz etmiştir:

> “Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!
Bırakacak olursan, onlar senin kullarını yoldan çıkarırlar ve ancak kendileri gibi ahlâksız, günahkâr ve azılı kâfir nesiller yetiştirirler.” (Nûh, 71/26-27)

Bugün Gazze’de yaşananlar bu ayetin canlı bir tefsiri gibidir. İsrail’in işlediği zulümler, sadece bir halkın topraklarını gasp etmekle kalmıyor; çocukların, kadınların, yaşlıların hayatlarını karartıyor, nesilleri imha ediyor, insanlığın ruhunu yaralıyor. Sadece bombalar değil, geleceği de yok ediyorlar. Sadece binaları değil, umutları da yerle bir ediyorlar.

Zulmün ardında yatan inkâr ve azgınlık; sadece fiziki yıkım değil, ahlaki çöküşü de beraberinde getiriyor. Nûh’un duasındaki “yalnızca kendileri gibi azgın, günahkâr nesiller yetiştirirler” ifadesi, bize bugünkü zalim sistemlerin nasıl nesiller inşa ettiğini gösteriyor. O nesiller ki, merhamet bilmez, adalet tanımaz, insan hayatına saygı duymaz hale geliyorlar.

Nûh’un duasında geçen “zâlimlerin ancak helâkini artır!” ifadesi ise, mazlumların dualarının en keskin yanıdır. Bu, intikam değil; adaletin tahakkuku için yapılan bir yakarıştır. Çünkü bazı zulümler vardır ki, artık ıslah değil, izâle gerekir. Artık hak ile bâtılın ayrılması, zalimin cezasını bulması gerekir.

Gazze’de çocuklar ölürken, dünya sessizliğe gömülmüşken, Nûh’un duası yüzyılları aşarak yeniden göklere yükseliyor:

> “Rabbim! Beni, anne-babamı, mü’min olarak evime girenleri, bütün mü’min erkeklerle mü’min kadınları bağışla! Zâlimlerin ise ancak helâkini artır!”

Bu dua bugün milyonlarca müminin yüreğinde yankılanıyor. Belki bizim gemimiz yok ama duamız var. Belki tufan çağırmıyoruz ama adaletin tecellisini diliyoruz.

Zulümle abat olan görülmedi. Nûh kavmi de helâk oldu, Firavun da, Nemrut da. Ve her biri tarih sahnesinde ibretlik birer figüre dönüştü.

Gazze bir imtihandır; hem zalim için, hem mazlum için, hem de sessiz kalan insanlık için. Ve unutulmamalıdır ki:

> “Zulmedenler nasıl bir inkılâpla devrileceklerini yakında bilecekler.” (Şuarâ, 26/227)

@@@@@@

ZULÜMDEN BİR KARE:

https://www.facebook.com/s




İSLAM DÜNYASININ TEVBESİ: ÖLÜP DE YENİDEN DİRİLMELİ.

İSLAM DÜNYASININ TEVBESİ: ÖLÜP DE YENİDEN DİRİLMELİ.

Yahudilerin tevbesi ?

Yahudilerin tevbeleriyle ilgili Kur’an-ı Kerîm’de özellikle Bakara Sûresi 54. ayet temel kaynaklardan biridir. Bu ayet ve ilgili tefsirlerde, İsrailoğulları’nın bir dönem sapkınlığa düşerek buzağıya tapmaları ve ardından gelen tevbe süreci anlatılır. Ayet şöyledir:

“Ve Mûsâ kavmine dedi ki: ‘Ey kavmim! Siz buzağıyı ilâh edinmekle gerçekten kendinize zulmettiniz. Hemen Yaratıcınıza (Hâlıkınıza) tevbe edin de nefislerinizi öldürün (katledin). Bu, Yaratanınız katında sizin için daha hayırlıdır.’ Böylece Allah tevbenizi kabul etti. Şüphesiz O, Tevvâb’dır, Rahîm’dir.” (Bakara, 2/54)

Kur’an’daki İlahi Yönlendirme:

Tevbelerinin kabul edilmesi için sadece pişmanlık değil, ciddi bir bedel ödemeleri gerektiği anlatılır.

Burada “nefislerinizi öldürün” ifadesi, klasik müfessirlerin çoğuna göre buzağıya tapanların öldürülmesi anlamındadır. Bazılarına göre ise bu, nefis terbiyesi, pişmanlıkla kendini ilahi huzurda yok saymak anlamına gelir.

Hz. Musa’nın bu emri, vahiy doğrultusunda gelmiştir.

Tefsirlerde Yapılan İzahlar:

1. Taberî Tefsiri:

Buzağıya tapanlardan olmayanların, tapanları öldürmesi emredildi.

Allah, onların tövbelerini bu fedakarlık karşılığında kabul etti.

Bu, ilahi adaletin ve disiplinin bir tezahürüdür.

2. Râzî Tefsiri (Mefâtihu’l-Gayb):

Bu ayetin zahiri, tövbenin kabulü için ciddi bir arınma gerektiğini gösterir.

Râzî, bu olayda hem nefis terbiyesi hem de ilahi adaletin bir arada yürüdüğüne dikkat çeker.

3. Elmalılı Hamdi Yazır:

Tevbeleri, sadece sözlü pişmanlıkla değil, fiilî bir arınmayla ispatlanmıştır.

“Kendinizi öldürün” ifadesi, sembolik değil gerçek bir uygulamadır; böylece içtenlik test edilmiştir.

Allah’ın “Tevvâb” (çokça tövbeleri kabul eden) ismi burada anlam kazanır.

Sonuç olarak:

Yahudilerin tevbesi, sadece pişmanlık değil, ciddi bir arınma ve fedakarlık süreciyle olmuştur. Kur’an ve tefsirler, bu olayı hem ibret hem de tevbenin ciddiyeti açısından anlatır. Aynı zamanda bu olay, ümmet-i Muhammed’e (sav) yönelik ilahi rahmetin genişliğini de zımnen gösterir: bizden böyle bir bedel istenmeden, samimi tevbe ile affedilme kapısı her zaman açık tutulmuştur.

@@@@@@

İSLAM DÜNYASININ TEVBESİ: ÖLÜP DE DİRİLMELİ

“Ey kavmim! Buzağıya tapmakla kendinize zulmettiniz. Hemen Yaratıcınıza tevbe edin ve nefislerinizi öldürün. Bu, Rabbiniz katında sizin için daha hayırlıdır…” (Bakara, 2/54)

Tarih, sadece mazide yaşanmış hadiselerin bir arşivi değil; bugünün karanlığına tutulmuş ilahi bir projektördür. İsrailoğulları’nın buzağıya tapması, aslında hakikate sırt çeviren her ümmetin bir fotoğrafıdır. Onlar bir buzağıya tapmıştı; bizler ise konforumuza, çıkarımıza, korkularımıza ve gafletimize taptık. Onlar için tövbe, “ölmekle” başlamıştı. Bizim için de öyle olmalı: Ölmeden önce ölmekle…

BUZAGILARIN MODERN VERSİYONU

Bugünün dünyasında buzağı, altın ya da tunçtan değil; ekrandan, suskunluktan, dünyevileşmeden yapılmıştır. Gazzeli çocuklar açlıkla, bombalarla ve gözyaşlarıyla Allah’a doğru koşarken, bizlerin tevekkül diye sustuğu şey aslında korkaklıktır. Dua diye ettiğimiz cümlelerin içi ne kadar dolu, protesto diye attığımız adımların yönü ne kadar kıbleye dönük?

İslam dünyasının saraylarında lüks ve israf, sokaklarında hüzün ve zillet kol geziyor. Ve biz hâlâ tövbeyi sadece dilde arıyoruz; oysa tövbe, yürekte başlar ve davranışla tamamlanır.

NEDİR “NEFSİ ÖLDÜRMEK”?

İsrailoğulları’na emredilen “nefsinizi öldürün” emri, bir vahyin gereği olarak zahiren uygulanmıştı. Bugün bizden istenen belki de aynısı değil ama hakikatte daha çetini: Nefsini öldürmek; korkunu, bencilliğini, konforunu, suskunluğunu ve çıkarını mezara gömmektir. Gazzeli mazlumların sessiz feryadına sağır kalmanın keffareti, sadece bir dua ile yeterli olamaz.

Nefsini öldürmeyen, ümmeti diriltemez.

TEVBE: SADECE GÖZYAŞI DEĞİL, DEĞİŞİMDİR

Kur’anî mânâda tevbe, sadece pişmanlık değil, yön değiştirme demektir. Günahı terk etmek, pasif kalmak değildir; hakka sarılmak, zulme direnmek, iyiliği emretmek, kötülüğü engellemeye azmetmek demektir. İslam dünyası ancak böyle bir tevbe ile yeniden dirilebilir. Yoksa sadece konuşan, yazan ama harekete geçmeyen bir kalabalık, ümmet olamaz.

TEVBE ETMEZSEK…

Gazzeli çocuklar bize sadece mazlum değil, şahit olacaklar. Yarın mahşer meydanında onların gözyaşları, bizim tevekkül zannettiğimiz suskunluğumuzu yargılayacak. “Neredeydiniz?” sorusu sorulduğunda, verecek cevabı olmayan bir ümmetin sustuğu gibi susulmaz. O zaman, tövbeye davet bugündür, hemen şimdi.

“ÖLÜP DE DİRİLMEK”: YENİDEN BAŞLAMAK

Tövbe, bir yenilenme çağrısıdır. Ölmeden önce ölenler, yani nefsini öldürenler, hakiki hayatı bulanlardır. İslam dünyası, Gazze karşısındaki duyarsızlığını itiraf edip, acıya ortak olmakla, zulme karşı durmakla, hakkı savunmakla yeniden doğabilir. Aksi takdirde bu sessizlik, bu zillet, bu dağınıklık; bir ümmeti tarihin mezarına gömer.

Ve unutmayalım:

> “Allah, tevbe edenleri sever ve arınanları sever.” (Bakara, 2/222)

 

 




İNSAN RESETLENMELİ VE FABRİKA AYARLARINA GERİ DÖNMELİDİR

İNSAN RESETLENMELİ VE FABRİKA AYARLARINA GERİ DÖNMELİDİR

Fabrika Ayarlarına Dönmek: İnsanın Aslına Yolculuğu

İnsan, yaratılışı itibariyle fıtrat üzere doğar. Temiz, duru, yalın… Bir çocuğun gözlerindeki masumiyet, bu fıtratın en sade aynasıdır. Ancak zamanla üzerine yüklenenler, insanı özünden uzaklaştırır. Dünya meşguliyetleri, hırslar, kibir, nefsin oyunları ve şeytanın vesveseleri… Bütün bunlar insanın asli kodlarını bozar. Tıpkı sürekli kurcalanan bir cihaz gibi, sistem çökmeye başlar. Ve işte o an gelir: İnsan resetlenmelidir.

Reset Nedir?
Reset, arınmaktır. Yenilenmektir. Özüne dönmektir. Neyi neden yaptığını tekrar düşünmek, amacını hatırlamak ve rotayı düzeltmektir. Reset, sadece dijital cihazlara değil; insan kalbine, zihnine, ruhuna da lazımdır.

Çünkü insan, çok şey biliyor ama az düşünüyor. Çok konuşuyor ama az tefekkür ediyor. Çok koşuyor ama nereye gittiğini unuttu. İşte bu yüzden fabrika ayarlarına geri dönmek, yani yaratılış gayesini yeniden hatırlamak hayati bir ihtiyaçtır.

Fabrika Ayarları Nedir?

Vicdandır.

Merhamettir.

Tevazudur.

Tevhiddir.

Hakka teslimiyettir.

Ahlaktır, edep ve hayâdır.

Allah’ı tanımak, kul olduğunu unutmamaktır.

İnsan bu ayarlarla doğar. Ama zamanla kirlenir. Kalbi paslanır, aklı bulanır, ruhu yorulur. İşte bu sebeple, ara sıra durup düşünmek, nefsin gürültüsünü susturup içe dönmek gerekir.

Nasıl Resetleniriz?

Tevbe ile.

Tefekkür ile.

Kalbi ibadetle yıkayarak.

Kur’an’ı rehber edinerek.

Sadeliğe ve sahili selamete yönelerek.

Hakkı ve hakikati merkeze alarak.

Neden Dönmeliyiz?
Çünkü bu dünya bir yanılma ve aldanmadır. Bize unutturmak için var olan tuzaklarla doludur. Neyi neden yaptığını bilmeyen insan, savrulur. Fıtratına yabancılaşan insan, kendine de düşman olur. Bugün insanlığın yaşadığı kriz; aslında teknik değil, ruhî bir çöküştür. Ve bu çöküşten çıkmanın tek yolu, yaratılış kodlarına, yani fıtrata dönüş ile mümkündür.

Son Söz:
Her insan, içinde bir “yeniden başlama” tuşu taşır. Allah bize her sabah bir fırsat verir: Yeniden uyanmak, yeniden niyet etmek, yeniden başlamak… Fabrika ayarlarımızı hatırladıkça, hem kendimize döneriz, hem de Rabbimize yaklaşırız.

Çünkü aslına dönmeyen, yolda kalır. Özünü unutan, yönünü şaşırır.

 

 




HERŞEY ASLINA RÜCU EDER.

HERŞEY ASLINA RÜCU EDER.
SU KANALINI BULUR.
FITRAT FITRİ OLMAYAN ŞEYİ REDDEDER ATAR.

Kadim hakikatleri merkezine alan, derinlikli ve düşündürücü bir yolculuk.

Aslına Rücu: Fıtratın Sessiz İnkılabı

“Her şey aslına rücu eder. Su kanalını bulur. Fıtrat, fıtrî olmayan şeyi reddeder, atar.”
Bu cümleler, sade gibi görünse de, kainatın sırrını, insanın hikâyesini, zamanın adaletini ve hakkın galebesini anlatır. Çünkü bu kâinat, bir düzenin, bir nizamın ve bir fıtratın üzerine kurulmuştur.

Her Şey Aslına Döner
Zaman zaman hak unutulur, bâtıl galip gelir gibi görünür. Zalimlerin sesi yükselir, mazlumlar suskun kalır. Ama bu sessizlik bir ihmal değil, imtihandır. Zira hak, geçici olarak perdelenebilir ama tamamen silinemez. Çünkü hak, yaratılışın özüdür. Ve her şey, vakti gelince aslına döner. Firavunlar çıkar, ama Musa’lar da gelir. Deccaller ortaya çıkar, ama Mehdi’ler yetişir. Tarih buna şahittir.

Su Kanalını Bulur
Suya set çekebilirsin, yolunu değiştirebilirsin ama onun meyli yine eğime doğrudur. Er geç kendi yatağını bulur. Hakkı susturabilirsin, bastırabilirsin, karalayabilirsin… Ama o da tıpkı su gibi, yolunu bulur. Bir mısrada, bir çocuğun duasında, bir mazlumun gözyaşında yeniden akar. Tıkanan vicdanlar bir gün çözüldüğünde, hak yeniden çağlamaya başlar.

Fıtrat Fıtrî Olmayanı Atar
Fıtrat, Allah’ın yarattığı doğal düzendir. İnsan kalbi, vicdanı, aklı bu düzene göre yaratılmıştır. Zulüm, yalan, hile, ifsat; fıtrata yabancı unsurlardır. Kalp bunları bir süre taşısa da sonunda kusar. Tıpkı bedene zararlı bir gıdanın mide tarafından dışarı atılması gibi, ruh da fıtrî olmayan her şeyi reddeder.

Bu yüzden bâtıl, sürekli tazelenmek zorundadır. Çünkü tabiat onu barındırmak istemez. Ama hak, köklüdür. Çünkü fıtratla uyumludur. O yüzden bir kıvılcımı bile yeterlidir, karanlıkları yarmaya.

Bugün yaşadığımız çağda, hakikat perdelenmiş gibi görünse de; insanlar özlerini arıyor. Kalpler doyumsuzluğu değil, huzuru istiyor. İnsanlık bir arayışta ve bu arayış, onu yeniden kendi fıtratına götürecek. Zira yaratılışa zıt olan hiçbir sistem, hiçbir ideoloji, hiçbir zulüm ebedi olamaz.

Son Söz:
Toprağa düşen tohum, yeter ki çürümesin. Vakti geldiğinde filiz verir. Su yolunu bulur. Ve hak, mutlaka yerini alır. Çünkü fıtratın mahkemesi, zamanla kararını verir.

 

 




BOYKOTUN HİKMET VE ANLAMI GETİRDİKLERİ VE GÖTÜRDÜKLERİ

BOYKOTUN HİKMET VE ANLAMI GETİRDİKLERİ VE GÖTÜRDÜKLERİ

Boykotun Hikmeti: Sessiz Bir Direnişin Yüce Anlamı

Tarihin tozlu sayfalarında, büyük değişimlerin ardında bazen bir kılıç, bazen bir söz, bazen de sessiz bir duruş vardır. İşte boykot, bu sessiz direnişlerin en kadim ve en etkili olanlarındandır. Çünkü boykot; bir protesto değil, bir duruş; bir öfke değil, bir bilinçtir.

Boykot nedir?
Boykot, zulmü ve haksızlığı desteklememek için maldan, paradan, imkândan ve kolaylıktan ferâgat etmektir. Zulümle doğrudan savaşamazsan, ona yakıt taşıyan boruyu kesmektir. Kalemle mücadele edemiyorsan, cüzdanla haykırmaktır. Çünkü her alışveriş, her tercih bir oylamadır. Ve senin paran, ya hakkı destekler ya da zulmü besler.

Tarihte Boykot: Efendimiz’in İzinden

Boykot, sadece modern bir tepki şekli değil, Peygamber Efendimiz’in (sav) ve ashabının yaşadığı ilk toplumsal imtihanlardan biridir. Mekkeli müşrikler, Müslümanları Şi’b-i Ebu Talib’e hapsetti. Üç yıl süren bu ambargo; yiyecek yokluğu, susuzluk, hastalık ve ölümlerle geçti. Ama bu boykot, müminlerin sadakatini perçinledi. Direnişleri büyüdü. Ve sonunda o zulüm kırıldı.

Boykotun Hikmeti ve Derin Manası

1. İmanla Direniş: Boykot, sadece ekonomik değil, ahlâkî ve imanî bir duruştur. “Ben zalimin ekmeğini yemem” demektir.

2. Zulme Ortak Olmama: Sessizlik, bazen zulmün ortağı olmaktır. Boykot, “Ben bu cinayetin ortağı değilim” diyebilmektir.

3. Farkındalık Üretir: Tüketici bilinci, toplumsal uyanışı tetikler. Her boykot, sorgulamayı doğurur.

4. Bilinçli Tüketim: Sadece tepkisel değil, tercihli ve ilkeli bir yaşam biçimidir.

5. Toplumsal Bağ ve Birlik: Boykot, bireysel bir direniş gibi görünse de, ümmet bilincini canlandıran kolektif bir hareket hâline gelir.

Boykot Ne Kazandırır, Ne Götürür?

Getirdikleri:

Onur ve vakar kazandırır.

Ekonomik destekle zalime verilen gücü keser.

Küresel zulmün vitrinini sarsar.

Tüketim ahlâkını düzeltir.

Gönülleri birleştirir, vicdanları ayağa kaldırır.

Götürdükleri:

Konforu götürür.

Bazı “alışkanlıklar”dan vazgeçirir.

Zahmetli ve sabır isteyen bir yola sokar.
Ama unutmamak gerekir ki, konforun kaybı, izzetin kazanımıdır.

Bugün Boykot, Yarın Hesap
İsrail’in Gazze’deki soykırımı karşısında; sadece slogan değil, bilinçli eylem gerekir. O markete gitmemek, o markayı almamak; belki bir çocuğun hayatını kurtarır, bir zulüm çarkını bozar. Belki değişimi hemen göremeyiz, ama Allah görüyor, yazıyor ve kaydediyor.

Son Söz:
Boykot, zulmü bitirmez belki ama zalimle arana bir çizgi çeker. Senin tarafını belli eder.
Ve unutma:

> “Zulme rıza, zulüm kadar tehlikelidir. Mazlumun yanında yer almamak, zalimin safında durmaktır.”

Bugün biz ne taraftayız?




KUT’ÜL AMARE: Unutulan Şanlı Zafer

KUT’ÜL AMARE: Unutulan Şanlı Zafer

Tarih 29 Nisan 1916… Çölün ortasında bir Osmanlı sancaktarı, göğe doğru haykırıyor:
“Zafer Allah’ındır! İngiliz esareti sona ermiştir!”

O gün, dünya harp tarihine altın harflerle kazınacak bir zafer yaşandı. Osmanlı ordusu, Çanakkale’de olduğu gibi bir kez daha emperyalist güçlere “dur” dedi. Kut’ül Amare’de, İngiliz ordusunun gururu yerle bir oldu. General Townshend ve 13 bin kişilik İngiliz kuvveti, Halil Paşa komutasındaki Osmanlı askerlerine teslim oldu.

Bir milletin diriliş nişanıydı bu zafer…

Irak cephesinde, sıcakla, susuzlukla, hastalıkla ve imkânsızlıklarla mücadele eden Osmanlı askerleri, iman gücüyle çelik gibi bir irade sergiledi. Her biri Mehmetçik, vatanı ve sancağı uğruna canını hiçe saydı. İngiliz ordusu aylarca direnmeye çalıştı, takviyeler istedi, donanma gönderdi; fakat Osmanlı’nın azmini kıramadı.

Halil Kut Paşa’nın iftiharıydı bu gün…
Kut’un kumandanı, İstanbul’a şu mesajı gönderdi:

> “Birinci Cihan Harbi’nde İngilizlere karşı Türk milletinin kazandığı en büyük zaferdir. İngiliz generali ve ordusu, Osmanlıya esir düşmüştür. Bu şeref, Türk milletinindir.”

Ama ne gariptir ki bu muazzam zafer, yıllar sonra unutturulmaya çalışıldı. Tarih kitaplarından silindi, nesillerin hafızasından çıkarıldı.

Kut’ül Amare, imanla kazanılan bir zaferin adıdır.
Ve iman varsa imkânsız yoktur…

@@@@@@@@

KUT’ÜL AMARE: Unutturulan Zaferin Hatırası

Tarih, sadece zaferleri değil, unutulanları da yazar. Ve bazı zaferler vardır ki, üzeri kasıtlı örtülse bile, toprağın altında parlayan bir cevher gibi zamanı gelince yeniden parlar. Kut’ül Amare Zaferi, işte bu cevherlerden biridir. Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’nda kazandığı en büyük kara zaferlerinden biri… Hem de emperyalizmin kalbi olan İngiltere’ye karşı…

Savaşın Gölgesinde: Irak Cephesi Açılıyor

1914 yılında patlak veren I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti, Almanya’nın yanında savaşa katıldığında, cepheler bir bir açılmaya başladı. Irak Cephesi, İngilizlerin Basra Körfezi’nden itibaren Osmanlı topraklarına saldırmasıyla aktif hale geldi. Hedefleri açıktı: Musul petrollerini ele geçirmek, Orta Doğu’da etkinlik kurmak ve Osmanlı’yı güneyden çökertmek.

İngiliz ordusu kısa sürede Basra’yı işgal etti. Ardından Bağdat’a ilerlemek üzere harekete geçti. Ancak hesaba katmadıkları bir şey vardı: Osmanlı’nın çöl ortasında, imanla direnen Mehmetçikleri.

Kut Kasabası: Kuşatma Başlıyor

İngiliz General Townshend komutasındaki yaklaşık 13 bin kişilik kuvvet, 1915 yılı sonlarında Bağdat yolunda ilerlerken, Osmanlı savunmasıyla karşılaştı. Osmanlı birlikleri, geri çekilen İngilizleri Kut kasabasına sıkıştırdı. Böylece 5 Aralık 1915’te kuşatma başladı.

Kut, Fırat ve Dicle nehirleri arasında yer alan küçük bir kasabaydı. Fakat burası, emperyal bir gücün diz çöktüğü yer olarak tarihe geçecekti.

Halil Paşa ve Osmanlı askerleri, düşmanı aylarca kuşatma altında tuttu. İngilizler hem karadan hem havadan yardım istediler. Donanma gönderildi, binlerce asker takviye edildi. Ama çölün sıcağında, susuzlukta, hastalıkta bile dimdik duran Türk askerini geçemediler.

Bir Milleti Ayağa Kaldıran Zafer

29 Nisan 1916… General Townshend, Osmanlı’ya teslim bayrağını çekti. 13 bin kişilik İngiliz ordusu esir alındı. İngiltere’nin tarihindeki en büyük kara yenilgilerinden biri kayıtlara geçti.

Halil Paşa, bu büyük zaferin ardından şunları söyledi:

> “Bugün, Türk milletinin şeref günüdür. İngilizlerin meşhur generali ve ordusu, Osmanlı sancağı altında teslim alınmıştır. Bu zafer, sadece bir askerî başarı değil, bir milletin yeniden doğuşunun işaretidir.”

Bu zafer o kadar etkiliydi ki İngiltere, bu mağlubiyetin ardından uzun yıllar boyunca 29 Nisan’ı “Matem Günü” ilan etti. İngiliz basını, “Tarihte benzeri görülmemiş bir rezalet!” manşetleri attı.

Kut’un Kahramanları: İman, Cesaret ve Direniş

Bu zaferin ardında, sadece silah yoktu. Asıl kuvvet, Mehmetçiğin kalbindeki imandı. Kimi bir parça ekmeği bölüşerek direndi, kimi sıcakta bir damla suya muhtaçken bile geri çekilmedi. Geceleri dualarla, gündüzleri mermilerle savaştılar. Ve en önemlisi, “ölürsek şehit, kalırsak gazi” inancıyla ilerlediler.

Unutulan Zafer, Yeniden Hatırlanmalı

Ne gariptir ki bu zafer, yıllar boyunca tarih kitaplarından silindi. Cumhuriyet sonrası dönemde, İngiltere ile bozulan ilişkileri düzeltme çabaları içinde, Kut’ül Amare adeta yok sayıldı. Tarihin raflarına kaldırılan bu büyük destan, 100. yıl dönümünde yeniden hatırlandı.

Bugün Kut’ül Amare, sadece bir askeri başarı değil; bir milletin ruhunu, direnişini ve imanını temsil eden bir semboldür. Tıpkı Malazgirt gibi…

Kut’ül Amare, bize şunu hatırlatır:

> “Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır. Ve vatan, imanla savunulursa düşman asla geçemez.”

 

 




İNSANDA BULUNAN MADDİ ÖZELLİKLERİ İTİBARİYLE FİYATI NEDİR?

İNSANDA BULUNAN MADDİ ÖZELLİKLERİ İTİBARİYLE FİYATI NEDİR?

İnsan fiyatlandırılsa kaç para eder?”

İnsanın Fiyatı Kaç Para? – Maddesi Ucuz, Manası Sonsuz

Bir insan, eğer yalnızca maddî özellikleriyle değerlendirilseydi, yani içindeki elementlere, minerallere, suya, proteine indirilseydi… Ne ederdi?

Bilimsel çalışmalara göre:

Vücuttaki elementler (karbon, kalsiyum, potasyum, demir, magnezyum vs.) hesaplandığında;

Ortalama bir insan bedeni yaklaşık 10–15 dolarlık ham maddeye eşdeğerdir.

Evet, yanlış duymadınız:
Bir avuç toprak, biraz su ve basit gazlardan ibaretiz.
Peki o zaman:
Bizi bu kadar kıymetli yapan nedir?

Kuru Madde Değil, İlâhî Sanatız

Bir tablo, boya ve tuvalin birleşimi değildir; ressamın ruhunun izidir.
Bir insan da et ve kemikten ibaret değildir; Allah’ın sanatı ve kudretinin tecellisidir.

Kur’an şöyle buyurur:

> “Andolsun, biz insanı en güzel biçimde yarattık.”
(Tin Suresi, 4)

Yani insan, sadece yapıldığı maddelerle değil;
taşıdığı ruhla, akılla, şuurla ve emanetiyle kıymet kazanır.

Bir Kalbin Atışı Milyonlarca Dolardır Ama…

Bugün tıpta bir organın nakli milyonlarca dolarla ölçülüyor.
Bir göz, bir böbrek, bir karaciğer…
Ama yine de hiçbir yapay sistem, bir insan bedenini %100 kopyalayamıyor.

Çünkü mesele sadece parça değil;
o parçayı çalıştıran kudret, ruh ve düzendir.
İnsanı insan yapan, ona üflenmiş o İlâhî nefestir.

> “Ona ruhumdan üfledim.”
(Hicr Suresi, 29)

Parayla Ölçülmeyen Değer

Bir insan düşün ki;

Bir damla su gibi yaratılıyor,

Bir avuç toprağa dönecek,

Ama arşın sahibince muhatap kabul ediliyor.
İşte bu insan:
Yeryüzünde Allah’ın halifesi kılınıyor.

Ve şimdi soralım:
Böyle bir varlık kaç para eder?

Hiçbir servet bir insanın yerini tutamaz.
Ama aynı insan, nefsine esir olduğunda kendini bir hiç kadar değersiz kılabilir.
Çünkü asıl değer, nereye yöneldiğimizdedir.

Sonuç: Değerin Kaynağı Amacındadır

İnsan, malzeme olarak ucuzdur, ama anlam ve maksat yönüyle kâinatın özeti gibidir.
Allah’ın emaneti, peygamberlerin muhatabı, meleklerin imrendiği bir varlıktır.
Ve bu değerin bir bedeli yoktur; sadece sorumluluğu vardır.

> “Ey insan! Seni yaratan, sana şekil veren ve seni dengeli kılan Rabbin hakkında seni aldatan nedir?”
(İnfitar Suresi, 6-7)

 

 




KURAN-I KERİM’DE ‘TAKVA VE AMEL-İ SALİH’ OLARAK NİTELENDİRİLEN AYETLER VE HİKMETLERİ

KURAN-I KERİM’DE ‘TAKVA VE AMEL-İ SALİH’ OLARAK NİTELENDİRİLEN AYETLER VE HİKMETLERİ

Kur’ân-ı Kerim’de ‘Takvâ ve Amel-i Sâlih’ Olarak Nitelendirilen Ayetler ve Hikmetleri

İnsan yaratılış itibariyle hem hayra hem şerre meyilli bir varlıktır. Kur’ân-ı Kerim, insanı bu fıtri yol ayrımında bilinçli tercihe çağırır: Takvâyı kuşanmak ve sâlih amellerle Allah’a yönelmek…
İşte bu iki kavram, müminin ahiret azığını ve dünya huzurunun temelini oluşturur: Takvâ ve amel-i sâlih.

Takvâ Nedir?

Takvâ, en kısa ifadesiyle Allah’tan sakınmak, O’na karşı gelmekten titizlikle kaçınmak demektir. Ancak sadece haramdan uzak durmak değil, aynı zamanda kalbi her an Allah’ın huzurunda hissetmek, bilinçli bir kulluk hayatı yaşamaktır.

> “Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)

Kur’ân’da takvâ, insanı şereflendiren bir üstünlük ölçüsüdür:

> “Allah katında en üstün olanınız, O’na karşı en çok takvâ sahibi olanınızdır.” (Hucurât, 13)

Amel-i Sâlih Nedir?

Amel-i sâlih; salih (iyi, güzel, faydalı) olan her fiil demektir. Kur’ân’da, imandan sonra en çok tekrarlanan ifade “iman edip sâlih amel işleyenler”dir.
Sâlih amel, hem Allah’ın rızasına uygun, hem de kulun niyetiyle ihlaslı olan ameldir. Sadece şeklen değil, niyet ve samimiyetle beslenmiş bir ibadet ve hizmettir.

> “İman eden, sâlih amel işleyen, namazı dosdoğru kılan ve zekâtı verenlerin Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (Bakara, 277)

Takvâ ve Amel-i Sâlih Birbirini Tamamlar

Kur’ân’a göre takvâ, amelin ruhudur; amel-i sâlih ise takvânın dışa yansıyan şeklidir. Takvâ olmadan amel şekilcilik olur; amel olmadan takvâ temenniden ibaret kalır.
Bu yüzden mümin, kalbini takvâyla, hayatını sâlih amellerle süslemekle emrolunmuştur.

> “Erkek veya kadın, kim mümin olarak sâlih amel işlerse ona mutlaka güzel bir hayat yaşatırız. Ve onların mükâfatını, yaptıklarının en güzeliyle veririz.” (Nahl, 97)

Kur’ân’dan Takvâ ve Sâlih Amel Örnekleri

1. “İman edip sâlih amel işleyenlere, içlerinden ırmaklar akan cennetler vardır.”
(Bakara, 25)
Burada amel-i sâlih, sadece bir sonuç değil; cennet nimetinin anahtarı olarak sunulur.

2. “O Kitap (Kur’ân), muttakîler için bir rehberdir.”
(Bakara, 2)
Takvâ, Kur’ân’dan gerçek anlamda faydalanmanın ön şartıdır. Kur’ân, ancak takvâ ehline rehberlik eder.

3. “Takvâ sahipleri, Rablerinden gelen bir rehber ve şifadır.”
(Fussilet, 44)
Kur’ân, takvâ ile derinleşen bir kalpte şifa bulur. Gafletle bakan göz, o hikmeti göremez.

Takvâ ve Amel-i Sâlih’in Hikmetleri

1. Kalbin Saflığı ve Huzuru

Takvâ, kalbi dünya kirinden arındırır. Sâlih amel ise ruhu doyurur. Bir mümin, takvâ ile Allah’ın gözetiminde yaşar; amel-i sâlih ile O’nun rızasına ulaşır.
Bu, kulun iç dünyasında huzur, dış dünyasında denge oluşturur.

2. Gizli İlâhî Yardımın Kapısı

Kur’ân şöyle buyurur:

> “Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder. Ve onu ummadığı yerden rızıklandırır.” (Talâk, 2-3)
Takvâ, kul ile Allah arasında görünmeyen bir bağdır. Bu bağ sayesinde zorluk kolaylığa, sıkıntı ferahlığa döner.

3. Ahiret Mutluluğunun Temeli

Takvâ ve sâlih amel, kulun ahirette yüz akıdır.

> “Cennete girenlere sorulur: ‘Sizi buraya ne getirdi?’ Onlar der ki: ‘Biz dünyada takvâ sahiplerindendik.’” (Tur, 17-18)
Demek ki ahirette gerçek kurtuluş, dünyada takvâyla yaşamakla mümkündür.

İbretli Bir Gerçek: İmanın Sırtı Amelle Dik Durur

Nice insan vardır ki dilde iman eder, ama davranışta bunu göstermez. Kur’ân bunu bir tehlike olarak bildirir:

> “İnsanlar, sadece ‘İman ettik’ demeleriyle bırakılacaklarını ve imtihan edilmeyeceklerini mi sandılar?” (Ankebût, 2)
Amel, imanın ispatıdır. Takvâ, bu imanın derinliğidir. O hâlde Müslüman, imanını takvâ ile derinleştirmeli, amel-i sâlih ile süslemelidir.

Son Söz: Takvâ Kalkanındır, Amelin Merdivenindir

Hayat, rüzgârlarla dolu bir denizdir. Takvâ, bu denizde batmamak için kuşanılan zırhtır.
Amel-i sâlih ise Rabbine doğru çıkılan merdivenlerdir.
Ve Kur’ân fısıldar:

> “Allah muttakîleri sever…” (Tevbe, 4)
“Allah sâlihleri sever…” (Âl-i İmrân, 134)