HER İNSAN KENDİ CENNETİNİ VE CEHENNEMİNİ TAŞIR

HER İNSAN KENDİ CENNETİNİ VE CEHENNEMİNİ TAŞIR

“Mümkinât mahiyetlerinin mutlak kemâli, mutlak vücuddur; hususi kemâli, istidadlarını kuvveden fiile çıkaran ona mahsus bir vücuddur.
….herşeyin bir nokta-i kemâli vardır. O şeyin, o noktaya bir meyli vardır.” Bediüzzaman. Sözler.

“İman hakikatı öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse, bir cennet-i hususiye ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i tûbâsı olur..” Bediüzzaman. Asa-yı Musa.
Aynı şekilde,küfür de öyle bir tohumdur ki eğer o da tecessüm etse ondan hususi bir cehennem zuhur eder.
Böylece her insanda Tecessüm etmeye hazır cennet ve cehennem istidat olarak mevcuttur.

Her şeyin mahiyetine konulan bir istidat, bir meyil vardır. Cevherler, maden olmak ister. Tohumlar, ağaç olmak ister. İnsan ise, ya bir cennet meyvesi yahut bir cehennem dikeni olarak yeşerir. Her insan, kendi içinde bir cennet tohumu ve bir cehennem çekirdeği taşır. Ve bu çekirdekler, hayatın tarlasında filizlenmeyi bekler.

Tecessüm Eden Hakikatler: Cennet ve Cehennem

Bediüzzaman Hazretleri, iman hakikatinin bir çekirdek gibi olduğunu söyler. O çekirdek, gelişip serpilse, hususi bir cennet olur.
Yani iman sadece bir fikir, bir inanç değil; bir hayat tarzı, bir hâl, bir varlık halidir.
Aynı şekilde küfür de sadece bir inkâr değil; bir zulmet, bir bozulma ve karanlık varlıktır.

İnsan ölünce ruhuyla birlikte bu hakikatler de tecessüm eder, görünür hale gelir.
İşte o zaman, içimizde gizlenen cennet ya da cehennem bir aleme dönüşür.

İstidat: Her İnsan Bir Kâinattır.

İnsan öyle bir varlıktır ki, içinde koca bir âlemin nüvesi vardır.

Bu nüvede cennet de vardır, cehennem de.

İman da vardır, inkâr da.

Nur da vardır, zulmet de.

Kur’an’ın ifadesiyle, insan “fıtrat üzere yaratılmıştır.”
Yani her insanda doğruya meyil, hayra yatkınlık, hakikate ulaşacak bir istidat vardır.
Ama bu istidadın neye dönüşeceği, hayat tercihleriyle şekillenir.
Çünkü istidat, kuvvededir; kemal ise fiile çıkarıldığında gerçekleşir.

Kuvveden Fiile: Hangi İstidadı Suluyorsun?

Her insan bir tarlaya benzer.
O tarlada hem gül tohumları, hem diken tohumları vardır.
Hangisini sularsa, o büyür.

İman, ibadet, sabır, şükür sulanırsa, içimizde bir cennet bahçesi yeşerir.

İsyan, günah, kibir, inkâr beslenirse, içimizde cehennem alevleri tutuşur.

Bediüzzaman’ın deyimiyle:
“Her şeyin bir nokta-i kemali vardır ve o noktaya bir meyli vardır.”
Yani insanın istidadı, ya kemale doğru yükselir ya da sefahate doğru alçalır.

Tecessümün Sırrı: Ahirette İçimiz Dışımıza Çıkacak

Dünyada görünmeyen şeyler, ahirette zahire çıkacaktır.

Kalpte gizli olan kibir, azap elbisesi olur.

İçte yanan haset, dışta bir alev olur.

Kalpte büyüyen iman, cennet bahçesi olur.

İç âlemimiz, dış âlemimiz haline gelecektir.
O yüzden, bugünkü kalbimiz, yarınki mekânımızı inşa ediyor.

Sonuç: İçimizdeki Cennet ve Cehenneme Dikkat Et

Bugün kalbinde taşıdığın her düşünce, beslediğin her niyet, konuştuğun her kelime, attığın her adım, ya cennetin taşlarını döşüyor, ya cehennemin duvarlarını örüyor.

Ve unutma:
Cennet uzakta değil.
Cehennem ötelerde değil.
Senin içindedir.
Ve senin ellerinle yükselecek yahut senin elinle ateşlenecektir.

“Her insanın iç âlemi, ebedi âlemini hazırlar.”

Ya cennetini taşırsın içinde, ya cehennemini…”




NASIL BİR MUHABBET VE NASIL BİR MARİFET!

NASIL BİR MUHABBET VE NASIL BİR MARİFET!

يَا رَسُولَ اللّٰهِ چِه بَاشَدْ چُونْ سَگِ اَصْحَابِ كَهْفْ
دَاخِلِ جَنَّتْ شَوَمْ دَرْ زُمْرَۀِ اَصْحَابِ تُو
اُو رَوَدْ دَرْ جَنَّتْ مَنْ دَرْ جَهَنَّمْ كَىْ رَوَاسْتْ
اُو سَگِ اَصْحَابِ كَهْفْ مَنْ سَگِ اَصْحَابِ تُو

“Yâ Resulallah, nasıl olur ki Ashab-ı Kehfin köpeği, senin ashabınla beraber Cennete girsin? O Cennette, ben Cehennemde revâ mıdır bu? O Kehf Ashabının köpeği, ben senin ashabının…” Mevlana Câmî

Bir Köpeğin Muhabbetiyle Cennete Girmesi: Sadakatin Marifetle Buluştuğu Nokta

“O, Ashab-ı Kehf’in köpeği idi; ben ise Senin ümmetinim. O cennete, ben cehenneme… Reva mıdır bu ya Resulallah?”

Bu beyit, sadece bir şiir değil; muhabbetin kemâlini, marifetin derinliğini anlatan bir yakarıştır.
Söz konusu olan bir köpek…
Ama öyle bir köpek ki, salihlerle beraber bulunduğundan, o sadakatin bereketiyle cennete nail olur.
Bir mahlûk, mübareklerin yanında yer aldı diye ebedî saadete kavuşuyorsa, ya onların yolunda can veren bir insan ne olur?

Sadakat ve Muhabbetin Eseridir Cennet

Ashab-ı Kehf’in köpeği olan Kıtmir, Kur’an’da bahsedilen bir kıssanın sessiz kahramanıdır.
Köpek olması, onun aşağı olduğunu göstermez. Çünkü o, salihlerin yanında sadakatle durmuştu.

Cennet, sadece ilimle, sadece ibadetle değil, ihlâs, sadakat ve muhabbetle de kazanılır.

Ashab-ı Kehf’in Köpeği Cennete Girerse…

Bu beyitte yer alan niyazda yatan mana şudur:

> “Ya Resulallah! Onun sadakati onu kurtardıysa, ben ki seni seviyorum, ümmetinim, senin yolundayım… Ben de Cennete girmeye layık mıyım?”

Burada bir küçüklük itirafı var, ama aynı zamanda büyük bir teveccüh arayışı da var.
Köpeğin mekanı, sahibine göre değer kazanıyor.
Peki ya senin sahibin kim?

Marifet: Gerçek Tanıyış

İnsanı cennete taşıyan bilgi değil, marifettir.
Yani sadece bilmek değil, tanımak, yakınlık kurmak, kalben bağlanmaktır.
Köpek bilmezdi; ama kalben bağlıydı.
İnsan bilir ama kalbi bağlı değilse, işte o zaman mesul olur.

Marifetullah ve muhabbetullah yolunda, “Ashab-ı Kehf’in köpeği” bile Cennete giderken,
kalpsiz bilgiye, ilimsiz sadakate, eylemsiz sevgiye sahip olanların hali nice olur?

Cennetin Kapısı: Muhabbet ve Sadakat

Bu beyitteki feryat, dışlanma korkusunun değil, muhabbetle kabul görme ümidinin ifadesidir.
Bir köpek bile salihlere bağlılığı sayesinde kurtuluyorsa,

> “Ben de senin kapının köpeğiyim ya Resulallah” diyen bir ümmetin, elbette bir nasibi olmalıdır.

Bu ümidi yaşatan şey ise sırf sevgi değil, o sevginin sorumluluğudur.
Seviyorsan, sadık ol.
Tanıyorsan, izinde yürü.
İnanıyorsan, teslim ol.

Son Söz: Cennet, Sadakatin Hediyesidir

> “O Ashab-ı Kehf’in köpeğiydi, ben senin ümmetinim. O Cennette, ben Cehennemde? Bu reva mıdır ya Resulallah?”

Bu cümle, bir duadır, bir yakarıştır, bir muhasebedir.
Her mü’min kendi nefsine şunu sormalıdır:

> “Ben hangi sadakatle, hangi muhabbetle, hangi bağlılıkla Allah Resulü’nün yanında yer aldım?”
“Bir köpek sadakatiyle cennete girdiyse, ben hangi sadakatle cenneti umuyorum?”




İÇTEKİ ÇIBAN

İÇTEKİ ÇIBAN

“Abbas’tan Hamas’a: Köpeğin oğulları
Batı Şeria’da konuşan Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, Hamas’a “köpeğin oğulları” dedi. Abbas, Hamas’ın tüm rehineleri serbest bırakması, silahsızlanması ve İsrail’le savaşı bitirmek için Gazze’nin kontrolünü devretmesi çağrısı yaptı.”

Filistin probleminin bir türlü çözüme kavuşmaması ve de kavuşamaması Yaser Arafat’tan Mahmut Abbas’a içteki çıbanın varlığındandır.
İsrail’in ekmeğine yağ sürülmektedir.
İsrail çıbanın içinde bir irin gibi varlığını sürdürmektedir.

( https://m.haber7.com/dunya/haber/3524759-abbastan-hamasa-kopegin-ogullari#google_vignette )

İÇTEKİ ÇIBAN: FİLİSTİN DAVASININ DERÛN YARASI

Tarih boyunca hak-bâtıl mücadelesi sadece cephelerde değil, aynı zamanda kalplerin ve niyetlerin derinliklerinde de yaşanmıştır. Filistin meselesi de bu hak-bâtıl mücadelesinin günümüzdeki en çetin cephelerinden biridir. Ancak bu cephenin en tehlikeli yönü, dışarıdaki düşmandan çok, içerideki sinsi yaradır: yani içteki çıban.

Arafat’tan Abbas’a: Bitmeyen Ayrılık

Yaser Arafat, Filistin’in sembol ismi olarak bir dava adamıydı. Ancak onun döneminde de, onun ardından gelen Mahmud Abbas döneminde de Filistin yönetimi iç birlikten yoksun kaldı. Her fırsatta ümmetin ortak meselesi olan Kudüs davası, iç ihtilaflar, hizip savaşları, makam kavgaları ve koltuk hevesleriyle zedelendi.

Abbas’ın son açıklamaları ise bu yaranın hâlâ iltihaplı olduğunu, Filistin’in sadece İsrail’in zulmüyle değil, kendi içinden çıkan ihanetlerle de kan kaybettiğini gösterdi. “Köpeğin oğulları” ifadesi, bir siyasetçiden çok, öfkesine hâkim olamayan birinin diliydi. Oysa Filistin davası, sabır, strateji ve hikmet isteyen bir imtihandır.

İsrail: Çıbanın İçindeki İrin

İsrail devleti, yalnızca askerî gücüyle değil, iç ihtilafları körükleyen istihbarat yöntemleriyle de başarı kazanmıştır. Arap yönetimlerini birbirine düşürmüş, direniş gruplarını zayıflatmış, bölgeye fitne sokmuştur. Bugün Gazze ile Batı Şeria arasındaki siyasi ve idari ayrılık, sadece bir coğrafi bölünmüşlük değil, ruhî bir parçalanmadır.

İsrail, bu parçalanmayı fırsat bilerek “böl ve yönet” siyasetini en iyi uygulayan emperyal aktörlerden biri olmuştur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de de geçen “fitne adam öldürmekten beterdir” (Bakara, 191) ayeti, İsrail’in asıl silahının tank ve tüfek değil, fitne olduğunu ortaya koymaktadır.

Ümmetten Dersler: Birlik Olmayan Yıkılır

Tarih sahnesinde bunun birçok örneği vardır. Endülüs Müslümanları, birbirine düşerek medeniyetlerini kaybettiler. Abbâsîler, saray entrikalarıyla zayıfladı. Osmanlı, kendi içindeki çözülmeyle Batı’ya boyun eğdi.

Bugün aynı hatayı Filistin’de görmek, sadece Filistinlilerin değil, tüm ümmetin gafletini gösterir. Davaların liderlerinin hikmetle konuşması, nefislerini değil davasını yüceltmesi gerekir. Aksi hâlde, içteki çıban irinle patlar, dıştaki düşmana değil, kendi vücuduna zarar verir.

Sonuç: Kurtuluş İç Birlikledir

Filistin davasının kurtuluşu, silahların gölgesinde değil, kalplerin ittihadında yatar. Hz. Peygamber (sav) Medine Sözleşmesi ile farklı grupları tek çatı altında toplamış, asabiyetleri değil ortak ilkeleri esas almıştır. Filistin de bu örnekten ilham almalıdır.

Aksi hâlde, “çıbana merhem değil, merhem olacak yaranın kendisi” olunur.

 

 




HAKİKATİN İLMİ, MARİFETİN İLMİDİR

HAKİKATİN İLMİ, MARİFETİN İLMİDİR

Modern zamanların en büyük yanılmalarından biri, bilgiyi salt veri ve teknikle sınırlandırmak; hakikati, sadece deneyle ölçülebilen, gözle görülebilen şeylerle tanımlamaktır. Oysa hakikat, sadece nesneler dünyasına ait değildir. Hakikat; aklı doyurur, kalbi aydınlatır, ruhu huzura erdirir. Ve işte bu hakikatin kapısını açan ilim, marifet ilmidir.

İlim Başkadır, Marifet Başkadır

Kur’an’da “ilim” ve “marifet” farklı seviyelerde değerlendirilir.

İlim, bilginin kendisidir: Neyin ne olduğunu bilmek.

Marifet, ise bilgiden doğan tanımak, tanışmak ve idrak etmek demektir.

Bir astronom, gökyüzündeki yıldızların konumunu ve hareketlerini ezbere bilir. Bu bir ilimdir. Ama o yıldızların, bir kudretin tasarımı olduğunu idrak etmezse, marifete ulaşamamıştır.
Hakikate ulaşmak isteyen, sadece ne olduğunu bilmekle yetinmez; neden olduğunu, kimden olduğunu ve nereye gittiğini de sorgular.

Marifetullah: En Yüce İlim

Marifet, sıradan bir bilgi değil, Allah’ı tanımaya götüren bilgidir.
Kur’an’ın hedefi budur:
“Allah’tan gereği gibi ancak alim kulları korkar.” (Fâtır, 28)

Demek ki gerçek ilim, Allah’ı tanımaya götüren bir yoldur.
Bu yolda yürüyen kişi, sadece kitap okuyan değil, aynı zamanda kâinatı okuyan, kalbini eğiten, nefsini arındıran kişidir.

Bediüzzaman Hazretleri, bu durumu:
Marifetullah ve muhabbetullah, insaniyetin en yüksek mertebesidir,diye ifade eder.
Yani bir insan ne kadar çok ilim tahsil ederse etsin, eğer o bilgi onu Allah’a yaklaştırmıyorsa, hâlâ gerçekte cahildir.

Zahiri İlimle Hakikate Ulaşılamaz

Bugünün en büyük bilimsel krizi de buradadır:
Zahiri bilgi artmakta, ama kalpler kararmakta.
Bilgi çoğalmakta, ama hakikat uzaklaşmaktadır.
Çünkü bilgi nicelikle değil, hikmetle değer kazanır.
Marifetin ilmi olmayan bir bilgi, taşınan bir yük gibidir.
Kur’an bunu açıkça bildirir:

“Kendilerine Tevrat yükletilip de onu taşımayanların durumu, kitap yüklü eşeğin durumu gibidir.” (Cuma, 5)

Bu, sadece geçmiş kavimlere değil, bugün de hakikati taşımayıp yalnızca istifleyenlere bir uyarıdır.

Hakikatin İlmine Ulaşmak İçin: Kalp, Akıl ve Ruh Birleşmeli

Gerçek bir ilim, sadece zihinle değil, kalple ve ruhla anlaşılır.

Akıl; tefekkür eder.

Kalp; hisseder ve iman eder.

Ruh; sükûna erer.
İşte bu bütünlük olmadan, bilgi ne kadar yüksek görünse de, hakikate ulaşamaz.

İnsan, ilminin değil, marifetinin kıymetiyle yücelir.
Çünkü marifet, sadece Allah’ın varlığını bilmek değil, O’nu sevip itaat etmektir.
İşte bu yönüyle marifet ilmi, hakikatin ilmidir.

Sonuç: Bilgi Yetmez, Marifet Gerekir

Bugün her yerde bilgi var.
Ama o bilgiden doğan bir marifet, bir idrak, bir hikmet yoksa, o bilgi kalpleri doyurmuyor.
Hakikat, sadece laboratuvarda değil, secde yerinde de aranmalı.
Çünkü en büyük hakikat, Marifetullah’tır.
Ve o, öğrenilerek değil, idrak edilerek kazanılır.

“Ya Rabbi! Bize faydalı ilim, kalbî marifet ve hikmetli idrak nasip eyle.”




Haksız Kazanç, Yolsuzluk ve Hırsızlık: Bir Kişilik Bozukluğudur

Haksız Kazanç, Yolsuzluk ve Hırsızlık: Bir Kişilik Bozukluğudur

Bazı hastalıklar vardır ki sadece bedeni değil, ruhu çürütür, ahlâkı bozar, vicdanı felç eder. İşte haksız kazanç, yolsuzluk ve hırsızlık bu manevi hastalıkların en başında gelir. Bunlar yalnızca ekonomik ya da hukuki suçlar değil; aynı zamanda kişiliğin bozulduğu, insaf ve iz’anın iflas ettiği, iman ve vicdanın susturulduğu alanlardır.

Haram Lokma: Karakterin İflasıdır

Bir lokma haram, bir kişiliği değiştirir.
Haramla beslenen beden; ne ibadette huzur bulur, ne de kalpte nur barınır.
Çünkü haram kazanç, insanın sadece elini değil, niyetini, hedefini ve kalbini de kirletir.

Bediüzzaman Hazretleri, “Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfidir.” derken bir hakikati haykırır:
İnsan, harama el uzatmadan da yaşar. Ama hırs ve tamah, kişilik bozulunca frenlenemez hale gelir.

Yolsuzluk: Vicdanın Susmasıdır

Bir kamu emanetini zimmetine geçirmek…
Bir yetimin hakkını çalmak…
Bir toplumun sırtından servet edinmek…
Bunların hepsi, kişiliğin çürüdüğünü, insafın terk edildiğini, adaletin susturulduğunu gösterir.

Yolsuzluk sadece malı götürmek değil;
hakkı çiğnemek, milleti kandırmak ve güveni yok etmektir.

Hırsızlık: İnsanın Kendine Yabancılaşmasıdır

Bir kişi, başkasının hakkına el uzatıyorsa, aslında kendi değerini yitirmiştir.
Hak duygusu zayıflayan, kendi nefsine de düşman olur.
Hırsızlık, kişiliğin çatladığı yerdir. Çünkü hak duygusu yerle bir olmuş, utanma kalkmış, pişmanlık silinmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de hırsızlıkla ilgili ayet, sadece ceza değil, bir uyarı niteliğindedir:

> “Allah, yaptıklarına karşı güçlüdür ve hikmet sahibidir.” (Maide, 38)

Kişilik Bozulunca Helâl Haram Ayırt Edilmez

Bir insanın karakteri sağlam değilse;

Helâl ile haramı ayırt edemez,

Kul hakkından çekinmez,

Kendi kazancını meşrulaştırmak için dini bile araç yapabilir.

Böyle bir durum, sadece hırsızlık değil, kişilik bozulmasıdır.
Çünkü kişi, içindeki vicdan terazisini kırmıştır.
Bu yüzden bu tür suçlar sadece “cezai” değil, aynı zamanda ruhi ve ahlaki bir çöküştür.

Hak, Hikmet ve Helal Üçgeni: Sağlam Karakterin Temelidir

Bir karakteri ayakta tutan üç esas vardır:
Hak duygusu – kul hakkına saygı
Hikmet – işin iç yüzünü görme, aklı kullanma
Helâl – Allah’ın sınırına riayet etme

Bu üçü yerindeyse, bir insanın kalbi sağlamdır. Ama biri sarsıldığında; kişilikte çürümeler başlar.

Son Söz: En Büyük Kayıp, Karakterin Kaybıdır

Haksız kazançla zengin olunabilir ama şerefli olunmaz.
Yolsuzlukla makam elde edilebilir ama emanet taşınmaz.
Hırsızlıkla mal birikir ama huzur gider.

Asıl zenginlik; helâl kazanç, temiz vicdan ve bozulmamış bir şahsiyettir.

Unutma:

> “Kişilik bozuldu mu, kazandığın her şey seni tüketir.”




TECELLİLERİN SONSUZLUĞU

TECELLİLERİN SONSUZLUĞU

“Cenâb-ı Hakkın Esmâ-i Hüsnâsının had ve hesaba gelmez envâ-ı tecelliyâtı var. Mahlûkatın tenevvüleri, o tecelliyâtın tenevvüünden geliyor. O esmâ ise, daimî bir surette tezahür isterler. Yani nakışlarını göstermek isterler. Yani, nakışlarının aynalarında cilve-i cemallerini görmek ve göstermek isterler. Yani, kâinat kitabını ve mevcudat mektubatını ânen feânen tazelendirmek isterler. Yani, yeniden yeniye mânidar yazmak ve herbir mektubu, Zât-ı Mukaddes ve Müsemmâ-yı Akdes ile beraber bütün zîşuurların nazar-ı mütalâasına göstermek ve okutturmak iktiza ederler.” Bediüzzaman. Mektubat.

Tecellîlerin Sonsuzluğu ve Kâinatın Yenilenen Nakkâşlığı

Kâinat bir kitap…
Mevcudat birer mektup…
Her biri, Allah’ın Esmâ-i Hüsnâsının birer aynasıdır.
Ve bu aynalar, her an yeniden yazılıyor, yeniden okunuyor.

Bediüzzaman Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz isimlerinin, kâinatta nasıl sürekli ve taze bir şekilde tecelli ettiğini beyan ederken, bizleri öyle bir hakikatin eşiğine getiriyor ki, orada zaman durur, tefekkür başlar.

Her Varoluş Bir İsim Tecellîsidir

Her şeyin, her canlının, her olayın bir İlâhî isimle irtibatı vardır.
Rahîm isminin tecellisiyle anneler merhamet eder,
Rezzâk isminin cilvesiyle rızıklar akıtılır,
Hakîm isminin yansımasıyla her şey hikmetli bir dengeye oturur.

Mahlûkatın çeşitliliği; bir rastlantı değil,
isimlerin çeşitliliğinden doğan sonsuzluk içindeki hikmetli farklılıklardır.

Tecellî Durağan Değil, Daimîdir

Cenâb-ı Hakk’ın isimleri,
bir kere parlayıp sönmez;
Onlar her an farklı bir şekilde,
yeni bir nakışla,
yeni bir yansıma ile tezahür ederler.

Bu sebepledir ki, kâinat kitabı her ân yeniden yazılır, yeniden okunur, yeniden gösterilir.

Bir çiçeğin her bahar açması,
bir bebeğin her nefes alışında hayat bulması,
gökte yıldızların her gece yeniden doğması,
o daimî tecellînin yazılan kelimeleridir.

Kâinat: Tazelenen Bir İlâhî Sergi

Kâinat, donmuş bir yapı değildir;
Her ân bir değişim, bir tecellî, bir hareket içindedir.
Her an Allah’ın bir ismiyle, bir cilvesiyle yenilenmekte, şekillenmekte, şuur sahiplerine okunmakta ve gösterilmektedir.

Bu sergi, yalnızca gören gözler içindir.
Basiretli nazarlar için,
her varlık bir ayet, her olay bir işaret gibidir.
“Bak!” der,
“Oku!” der,
“Anla ve secde et!” der.

Zât-ı Mukaddes’in Seyri ve Gösterisi

Allah Teâlâ’nın isimleri, yalnızca mahlûkatı yaratmakla kalmaz,
aynı zamanda kendini gösterir,
cemalini seyrettirir,
mânâsını okutturur.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bu tecellîler
“Zât-ı Mukaddes ve Müsemmâ-yı Akdes ile beraber”
okunmak içindir.

Yani, yaratılan her şey,
yalnızca varlık için değil;
mârifet, muhabbet ve ibadet içindir.
Okumayan, bakmayan, düşünmeyen insan,
bu kâinat kitabının anlamını kaçırır.

Sonuç: Tefekkürle Dirilen Kalp

Her bir çiçekte Rahmân’ın nakşı,
Her damla suda Rezzâk’ın nimeti,
Her doğumda Hayy isminin cilvesi vardır.

Ve bu tecellîler durmaz,
her an yeniden yazılır,
yeniden gösterilir,
yeniden seyrettirilir.

O hâlde,
tefekkür eden kazançlıdır,
seyreden keşfeder,
okuyan anlar,
anlayan secde eder.

Unutma: Kâinatı anlamak, Esmâ-i Hüsnâ’yı tanımaktır.
Ve bu tanıma, hayatın en derin mânâsına giden kapıdır.

 

 




DÜN NEHİR SINAVI BUGÜN İSE DÜNYEVİLEŞME

DÜN NEHİR SINAVI BUGÜN İSE DÜNYEVİLEŞME

“Talut, askerleriyle yola çıkınca onlara: “Allah, sizi bir nehirle imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Bir avuç kadar tatmakla yetinirse o bendendir.” dedi. Çok azı hariç, ondan doyasıya içtiler. O ve yanında yer alan İman Edenler, nehri geçince: “Bugün Calut’a ve askerlerine karşı savaşacak gücümüz kalmadı.” dediler. Allah’a kavuşacaklarına iman edenler ise: “Nice az topluluklar, Allah’ın izni ile nice çok topluluklara galip gelmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir.” dediler.” Bakara. 249.
Her zaman imanın manevi gücü, küfrün maddi gücüne galip gelmiştir. İman küfre meydan okumuştur.

İman Ordusu: Nehir Sınavından Zafer Meydanına
“Nice az topluluklar, Allah’ın izniyle nice çok topluluklara galip gelmiştir.” (Bakara, 2/249)

Tarihin ve hakikatin şahitliğinde defalarca ispatlanmıştır ki; iman, maddeye karşı daima üstün gelmiştir. Zira iman, kalbe ilâhî bir kudretin nüfuz etmesi, insanı fâni güçlerle değil, sonsuz bir kuvvetle donatmasıdır. Bunun canlı örneği, Kur’an-ı Kerim’de anlatılan Talut ve Calut kıssasında karşımıza çıkar.

Talut’un öncülüğünde yola çıkan ordu, ilk sınavını bir nehir kenarında verdi. Suyun cazibesiyle birçok kişi nefsine uyarak ondan doyasıya içti. Ancak Rabbimizin Talut’un diliyle bildirdiği üzere bu bir imtihandı. “Kim ondan içerse benden değildir…” Nehri geçen ama azıyla yetinip imtihanı geçenlerle birlikte iman ordusu teşekkül etti. Sayıca az ama kalben güçlü olan bu topluluk, karşısında Calut’un dev ordusunu buldu. O anda bazıları “Gücümüz yetmez” dese de, Allah’a kavuşacaklarına yakinle inananlar, kalpleri Allah’a dayananlar şu tarihi cümleyi söylediler:

> “Nice az topluluklar, Allah’ın izniyle nice çok topluluklara galip gelmiştir.” (Bakara, 2/249)

Bu sadece bir tarihi hadise değil, her çağda geçerli bir iman hakikatidir.

Musa Aleyhisselam ve Kızıldeniz

Firavun’un ordusu arkada, deniz önde. Bütün kapılar kapalı gibi. İsrailoğulları korku içinde, ama Musa (as) imanın teslimiyetiyle şöyle dedi:

> “Hayır! Rabbim benimledir, bana yol gösterecektir.” (Şuara, 26/62)
Ve deniz yarıldı. İman, tabiat kanunlarını dahi aşarak yol açtı.

Bedir’de Üç Yüz Kişi

Bedir Savaşı’nda sayıca ve teçhizatça yetersiz Müslümanlar, bin kişilik müşrik ordusuna karşı dimdik durdular. Zira yanlarında Allah vardı.
Cenab-ı Hak buyurdu:

> “Andolsun, siz zayıf durumda iken Allah size Bedir’de yardım etmişti. Öyleyse Allah’tan sakının ki şükretmiş olasınız.” (Al-i İmran, 3/123)

İmanın Maddi Güce Galebesi

İman, sadece bir duygu değil; bir hakikat perspektifidir. Korkuyu ümide, acziyeti kuvvete, yalnızlığı Rabbin huzuruna çevirir.
Bu yüzden müminin ordusu kalbindedir. Kalbi kuvvetli olan, bedenin zayıflığını unutur. Tıpkı Davut’un (as) Calut’u tek bir taşla yenmesi gibi.
Küfür, ne kadar kalabalık olursa olsun, bir araya gelmiş pamuk gibidir. İman ise, küçücük bir kıvılcımda bile çelik gibi bir dayanıklılık taşır.

> “Eğer Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Ama sizi yardımsız bırakırsa, ondan sonra size kim yardım edebilir?” (Al-i İmran, 3/160)

Bugün İçin Ders

Bugünün dünyasında da benzer tablolar yaşanıyor. Manevi değerler örseleniyor, görünürde güçlü olanlar hakka karşı tahakküm kurmaya çalışıyor. Lakin unutmamak gerekir ki:
İmanlı bir kalp, Allah’ın yardımını celb eder. Zafer sayıda değil, sadakattedir. Güçte değil, güvendedir.

Son Söz:
Bir avuç suyla yetinen o müminler, Allah’a olan bağlılıklarıyla tarihe iz bıraktı. Onların sayıca azlığı değil, imanlarının çokluğu kazandırdı.
Bugün de, sayımız az olsa da, imanla hareket edenler, Allah’ın nusretiyle galip gelir.
Çünkü Allah, “Sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 2/249)

 

 




ALLAH HER AN BİR İŞTEDİR

ALLAH HER AN BİR İŞTEDİR

“Göklerde ve yerde bulunan her canlı tüm ihtiyaçlarını O’ndan ister. O ise, sayısız isim ve sıfatlarıyla her an sınırsız tecellî ve yaratma hâlindedir.” Rahmân Sûresi(55) 29. Ayet.

Her An Bir İş Üzeredir: Rahmân Sûresi 29. Ayeti Üzerine Bir Tefekkür

“Göklerde ve yerde bulunan herkes O’ndan ister. O ise, her an bir iştedir.”
(Rahmân, 55/29)

Kur’ân-ı Kerim’in en derin mânâlarından biri, Allah’ın mutlak hâkimiyetini ve kesintisiz faâliyetini insan idrakine sunmaktır. Rahmân Sûresi’nin 29. âyeti bu hakikati öyle bir veciz şekilde dile getirir ki, sadece ilâhî kudretin büyüklüğünü değil, aynı zamanda kulluk bilincinin temelini de ortaya koyar.

İlâhî Kudretin Sonsuz Tecellîsi

“Küllü men fîs semâvâti vel ardı yes’elûnehû…”
“Göklerde ve yerde olan herkes O’ndan ister.”
Bu cümleyle başlayan ayet, tüm varlıkların Allah’a yönelişini tasvir eder. İnsan, hayvan, melek, cin… Bilinçli veya bilinçsiz; farkında olarak ya da fıtrî bir yönelişle her mahlûk ihtiyaç sahibidir ve bu ihtiyacını yalnız Allah’tan ister. Çünkü ihtiyaçlara cevap verecek yegâne güç O’nundur.

İşte bu yöneliş, Allah’ın Rahmân isminin tecellîsidir. O, bütün varlıkları kuşatıcı rahmetiyle donatmış, ihtiyaçları yaratmış, sonra da onlara cevap verecek rızkı, hikmeti ve şifayı halk etmiştir.

Her An Yeni Bir Tasarruf

“Kulle yevmin hüve fî şe’n.”
“O ise, her an bir iştedir.”

İlâhî fiil ve yaratma bir defaya mahsus değildir. Allah, sadece ilk yaratılışta değil, her an yeni bir yaratma, irade, idare ve tasarruf içindedir. Kâinatın düzeni; yıldızların hareketi, mevsimlerin dönüşü, bir yaprağın düşüşü, kalpteki atım, hücredeki yenilenme… Bunların her biri, her an süren bir ilâhî müdahalenin, bir ilim, hikmet ve irade tecellîsinin sonucudur.

Bu durum, Allah’ın Hayy ve Kayyûm isimlerinin tecellîsidir. O, canlıların hayat kaynağıdır (Hayy), ve bütün varlıkları ayakta tutan, devam ettiren (Kayyûm) yalnızca O’dur. Hiçbir varlık kendi başına varlığını sürdüremez; varlığını O’nun dâimî fiiline borçludur.

Tecellîlerin Çeşitliliği: İsim ve Sıfat Boyutu

Her an iş başında olmak, Allah’ın sonsuz isim ve sıfatlarının sürekli ve çeşitli tecellîsini gerektirir. Bir yerde Rezzâk ismiyle rızık verirken, başka bir yerde Şâfi ismiyle şifa bahşeder. Bir kalpte Hâdi ismiyle hidayet doğururken, başka bir kalpte Müzekkî ismiyle tezkiye eder. Alîm, Hakîm, Latîf, Vedûd, Cebbâr, Müntekim… Sayılamayacak kadar çok ismiyle her an varlık sahnesinde yeni bir tecellî yaratır.

Bu da gösteriyor ki Allah’ın tasarrufu tek yönlü değildir. Her ismin bir mazharı vardır ve her mazhar, o ismin hakikatini taşır. İşte kâinat, Allah’ın isimlerinin sergilendiği bir vitrin gibidir; her şeyde bir ilâhî isim yazılıdır.

Kulluğun Şuuruyla Yaşamak

Bu ayetin insana en büyük dersi ise şudur: Sen her an Allah’ın gözetimindesin. O, seni unutmaz; sen de O’nu unutma. O her an iş başındaysa, senin de her an O’na yönelmen gerekir. Her şey O’ndan isteniyor ve her şey O’nunla oluyor. Öyleyse, ihtiyacını başkasında değil, doğrudan O’nda ara. Dertlerinle O’na yönel, nimetler karşısında O’na şükret. Çünkü O, her an yeni bir yaratış, yeni bir cevap, yeni bir rahmet ile seni kuşatmaktadır.

Sonuç: Ayetle Yaşamak

Rahmân Sûresi 29. Ayeti bir “ayet-i kübrâ”dır, yani büyük bir delildir. Allah’ın mutlak rubûbiyetine, sürekli tecellî eden rahmetine, her an diri olan kudretine işaret eder. Bu ayetle yaşayan bir kalp, daima diri olur; gafletten uyanır ve kulluk şuuruyla derinleşir.

Unutma: Sen her an O’ndan istiyorsun ve O da her an sana cevap veriyor.

 

 




CENNET EBEDİ YÜKSELİŞİN, CEHENNEM İSE EBEDİ DÜŞÜŞÜN İLK BASAMAĞIDIR

CENNET EBEDİ YÜKSELİŞİN, CEHENNEM İSE EBEDİ DÜŞÜŞÜN İLK BASAMAĞIDIR

Ebedî Yöneliş: Yükselenler ve Düşenler Arasındaki Hakikat

“O gün insanlar amellerine göre bölük bölük çıkarlar ki yaptıkları kendilerine gösterilsin.”
(Zilzal, 99/6)

İnsanlık, bir yolculuk üzeredir. Bu yolculuk ne dünya ile başlar, ne de kabirle son bulur. Asıl serüven, ölümle başlayan ve sonsuzlukla süren ebedî bir yöneliştir. Bu yöneliş ya yukarıya, yani cennete doğru bir yükseliş, ya da aşağıya, yani cehenneme doğru bir düşüştür. Bu iniş ve çıkışlar, sadece sonuç değil, aynı zamanda sonsuz istikametin de bir göstergesidir.

Cennet: Sonsuz Yükselişin Zirvesi

Kur’an, cenneti sadece bir ödül olarak değil, ahlaki ve manevi tekâmülün ebedî yansıması olarak tasvir eder. Cennet ehli, dünyada iman, sabır ve salih amellerle yükselmeye başlamış; ahirette bu yükselişin ebedî meyvesini toplamaya hak kazanmıştır.

> “Onlara içlerinde ebedî kalacakları Adn cennetleri vardır. Altlarından ırmaklar akar. Orada tertemiz eşler ve Allah katından bir hoşnutluk vardır.” (Al-i İmran, 3/15)

Cennet, maddi lezzetlerin ötesinde, Allah’ın rızasına ermenin, kulluğun kemale ermesinin ve ruhun sonsuz bir terakki sürecine girmesinin adıdır. Çünkü:

> “Onlara orada her ne dilerlerse vardır. Katımızda daha fazlası da vardır.” (Kaf, 50/35)

Bu “fazla”nın ne olduğu konusunda müfessirler, Allah’ın cemalini temaşa etme gibi en yüce mertebeleri zikretmişlerdir. Cennet, bu yönüyle sürekli bir yükselişin, “yaratılmışın Yaradan’a yaklaşmasının” nihai ve ebedî sahnesidir.

Cehennem: Ebedî Düşüşün Başlangıcı

Cehennem ise, sadece bir azap yeri değil; insanın kendisini inkârının, hakikatten uzaklaşmasının ve nefsin karanlık kuyularında kaybolmasının ebedî yansımasıdır.

> “Cehennemlikler orada ne ölürler ne de dirilirler.” (A’lâ, 87/13)

Bu ayet, durağan bir çöküşü, ölmeyen ama yükselmesi de mümkün olmayan bir varlığın trajedisini resmeder. Orası, ruhun yükselme ihtimalinin tükendiği bir alandır. Cehennem, bir sonuç değil, ruhen çürümüş bir yönelişin son durağıdır.

Kur’an şöyle der:

> “Hayır! Onlar, Rablerinden o gün perdelenmiş olacaklardır. Sonra onlar mutlaka cehenneme gireceklerdir.” (Mutaffifin, 83/15-16)

Cehennem, yüz çevrilen rahmetin ardından gelen adaletin karanlık yüzüdür. Ve bu, sadece azabın değil, kulluktan kopmuşluğun da cezasıdır.

Her Amel, Ebedî İstikameti Tayin Eder

Dünya, ebediyetin belirleyici aynasıdır. İnsanın her tercihi, her yönelişi ya bir merdiven basamağı gibi onu yukarıya çıkarır, ya da aşağıya indirir. Kur’an bu gerçeği şu şekilde ifade eder:

> “Kim izzet (yücelik) istiyorsa, bilsin ki izzet tamamıyla Allah’a aittir. Güzel söz O’na yükselir, salih amel onu yükseltir.” (Fatır, 35/10)

Salih amel, insanı yükseltir. Kibir, zulüm, küfür ve nefsaniyet ise insanı aşağı çeker. Ve bu çekilme, bazen esfel-i sâfilîn (aşağıların aşağısı) noktasına kadar iner:

> “Andolsun, insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik. Ancak iman edip salih amel işleyenler müstesna…” (Tîn, 95/4-6)

Bugün, Sonsuzluğun İlk Günü

Cennet de cehennem de, sadece ölümden sonra başlayan mekânlar değildir. İnsanın kalbi ya cennetin tohumlarını taşır ya da cehennemin kıvılcımını… Her iyilik, sonsuzlukta yankılanır; her kötülük de öyle. Bugün attığımız adımlar, ebedî istikametin ilk izleridir.

Sonuç:
Cennet, ebedî yükselişin göğe açılan kapısıdır. Cehennem ise, ebedî düşüşün karanlık kuyusudur.
İnsan ya Allah’a yaklaşır, ya da O’ndan uzaklaşır. Bu iki zıt yön, iki ayrı ebediyet demektir.
Ve biz, her gün bu sonsuzluklara doğru biraz daha ilerliyoruz.
Yönümüz neresi? Yükseliyor muyuz, yoksa düşüyor muyuz?

 

 




ŞÂFÎ OLAN ALLAH: HASTALIĞIN ARDINDAKİ ŞİFA SIRRI

ŞÂFÎ OLAN ALLAH: HASTALIĞIN ARDINDAKİ ŞİFA SIRRI

“وَاِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْف۪ينِۖ
“Ve izâ meridtü fe huve yeşfîn” – “Hastalandığım zaman, O’dur bana şifa veren.” (Şuarâ, 80)

Giriş: Her Derdin Arkasında Bir El Var

İnsanoğlu acizdir; beden bir an bozulsa, ruh bir gün sarsılsa derman aramaya başlar. Şifayı doktorda, ilaçta, bitkide arar. Oysa asıl şifa kaynağı, Şuarâ Sûresi’nde Hz. İbrahim’in lisanıyla bildirilen **“Şâfî olan Allah”**tır. O’nun izni olmadan ne bir hücre iyileşir, ne bir yara kapanır, ne de bir ruh huzur bulur.

1. Şifa: İlâhî Kudretin Tecellîsidir

“Şifa” sadece hastalığın geçmesi değil; Allah’ın kuluna kudretiyle dokunmasıdır. Allah’ın “eş-Şâfî” ismi, Kur’an’da doğrudan geçmese de, bu âyette fiil olarak kullanılmıştır:

“Fe huve yeşfîn” – “O’dur bana şifa veren.”

Hz. İbrahim (a.s) burada dikkat çekici bir dil kullanır: “Hastalandığım zaman…” der, yani hastalığı kendine nispet eder, ama şifayı doğrudan Allah’a… Çünkü hastalık bir imtihan olabilir, sebeplere dayanabilir; fakat şifa bizzat Allah’ın takdiridir.

2. Şâfî İsmi: Sadece Bedene Değil, Kalbe de Şifa Verir

Şifa sadece fiziki hastalıklar için değil, kalp yaraları, ruh darlıkları, iman zayıflığı ve nefsin illetleri için de geçerlidir. Allah, hem bedene şifa verendir hem de:

“Kur’an’dan, mü’minlere şifa ve rahmet olan şeyleri indiriyoruz.”
(İsrâ, 17/82)

Demek ki Kur’an da bir şifadır. İlahi kelam, bozulmuş gönüllere, kırılmış zihinlere, bulanık ruhlara manevî bir şifa sunar.

3. İbret: Doktor Tedavi Eder, Şifa Allah’tandır

Hekim bir sebep, ilaç bir vesiledir. Ama her şeyin sonunda şifa Allah’ın dilemesiyle gerçekleşir. Aynı hastalık, aynı ilaçla birini iyileştirirken, diğerini etkilemez. Çünkü şifa formülde değil, ilâhî izindedir.

İlâç, şifaya vesiledir; şifayı veren ise Hâlık-ı Zülcelâl’dir.

4. Hikmet: Hastalık da Şifadır

Bazen hastalık, bedeni zayıflatır ama ruhu diriltir. Nefsi kırar ama kalbi Hakk’a yaklaştırır. İnsan hasta olduğunda ne kadar aciz olduğunu fark eder, dua eder, tevekkül eder, sabreder, Allah’a yönelir.

Hz. Mevlânâ şöyle der:

> “Hastalık gelmese, Allah’ı hatırlamazsın. O, seni kendine çekmek için gönderdi bu dertleri.”

O zaman şifa, sadece iyileşmek değildir; derdin seni Allah’a götürmesidir.

5. Dua ile Şifa: Şâfî’ye Yönelmek

Şifa isteyen bir kul, sadece reçeteye değil, Rahmân’a sığınmalıdır. Çünkü dua, kalbin ilacıdır. Ayet, bunu bize fiilen öğretir:

“Ve izâ meridtü…”
“Hastalandığımda…”
Bu bir yakarıştır. Ve ardından gelen:
“…fe huve yeşfîn.”
“O’dur bana şifa veren.”

Bu ayet aslında bir dua cümlesidir. Kulun, her hastalık anında tekrar edebileceği bir yakarış:
“Allah’ım, şifayı sadece Senden bekliyorum.”

6. Hastalık ve Şifa Arasındaki İnce Denge

Şâfî isminin tecellisi bazen hemen olur, bazen gecikir, bazen hiç gerçekleşmez gibi görünür. Fakat her durumda bir hikmet vardır:

Belki o hastalıkla günahlar dökülür.

Belki o sabırla manevî dereceler artar.

Belki de o ızdırapla ölüm yumuşar, kabir aydınlanır.

Bilinmelidir ki, Allah dilerse, derdi bile şifa yapar. Çünkü O hem Müdebbirdir (her şeyi en güzel şekilde yöneten), hem de Şâfî’dir.

Sonuç: Şifa O’ndandır, Şâfî O’dur

Hastalandığımızda ilaçtan önce Allah’a yönelmeliyiz. Doktora gitmekle birlikte, kalbimizi Şâfî ismine bağlamalıyız. Ve bilmeliyiz ki:

“O diledi mi, dertsiz de şifa verir; diledi mi, şifasız da derman eder.”

Dua ile bitirelim:

“Yâ Şâfî! Bedenimize sıhhat, kalbimize selâmet, ruhumuza afiyet ver. Hastalığı sabırla, şifayı şükürle karşılayan kullarından eyle bizi.”




TEVHİD BAHRİNDEN BİR DAMLA NUŞ ETMEK: ÖMRE BEDEL

TEVHİD BAHRİNDEN BİR DAMLA NUŞ ETMEK: ÖMRE BEDEL

“Eğer yeryüzünde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle bozulup giderdi…”
(Enbiyâ, 22)

Giriş: Vahdetin Bahri, Tevhidin Damlası

Tevhid, Allah’ı bir bilmek, tek bilmek, her şeyin sahibi olarak yalnız O’nu tanımaktır. Bu, bir kelime değil; bir hakikat, bir iman şuuru, bir kalp dönüşümüdür.
Bu büyük denizden bir damla nuş eden; yani tevhid hakikatini bir anlık dahi olsa hisseden, tanıyan ve yaşayan bir kul; ömrünün en kıymetli anını yaşamıştır.

1. Tevhid: Varlığın Kalbinde Atan İlâhî Hakikat

Tevhid, sadece “Allah birdir” demek değildir.
Tevhid, şu demektir:

Varlıkta tek bir yaratıcı görmek,

Her sebebin arkasında ilâhî bir kudreti bilmek,

Her nimeti Allah’tan bilmek,

Her musibeti imtihan olarak görmek,

Her anı O’nun huzurunda yaşamak…

Tevhid; kalbin, aklın, ruhun, nefesin, hatta bakışın Allah’la irtibat kurmasıdır.

2. Bir Damla Tevhid: Bin Yıllık Şirki Temizler

> “Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadetten hayırlıdır.”

O tefekkür nedir?
İşte tevhid damlasıdır.
İnsan bir an şöyle düşünse:

> “Bu kalb nasıl atıyor?
Bu gökyüzü nasıl duruyor?
Bu göz görmeyi nasıl biliyor?
Kim veriyor bana nefes almayı?”

İşte bu düşünce, tevhidin kapısını aralar. Ve o kapıdan içeri giren kişi, hayatın hakikatini görmeye başlar.
O an ömre bedeldir.
Çünkü o an kişi, Rabbini tanımıştır.

3. Tevhid, Dağ Gibi Yükleri Hafifletir

Tevhidi bilen kişi yalnız Allah’a güvenir.
İnsanlardan korkmaz, mahlûkattan medet ummaz, sebeplere değil Müsebbibü’l-Esbâb’a (sebeplerin yaratıcısına) dayanır.
Dünya yükünü sırtında değil, kalbinde Allah’la taşır.

“Kim Allah’a tevekkül ederse, O ona yeter.” (Talâk, 3)

Tevhid, bütün korkuları izale eder.
Çünkü kul bilir ki:
“Zarar da, fayda da ancak Allah’tandır.”

4. Tevhid, Kalbe Huzur Verir

Zihin bin parçaya bölünmüşse, kalp bin endişeye boğulmuşsa, ruh daralmışsa…
Bunların tek ilacı: Tevhid hakikatini tatmaktır.

Allah’ın bir olduğunu bilmek, yetmez.
Onunla yaşamak gerekir.

Tevhid, sadece inanç değil, bir hayat tarzıdır:

Kazancı helal olur.

Ahlakı güzel olur.

Niyeti temiz olur.

Sabrı derin olur.

Teslimiyeti sağlam olur.

Tevhid insanı kulluğun özüne götürür. O özde ise sadece bir kelime kalır: “Allah.”

5. Bir Damla Tevhid: Cehennemlik Bir Kalbi Cennete Çevirir

Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurur:

> “Kalbinde zerre kadar tevhid olan kimse, sonunda cennete girer.”
(Buhârî, Tevhid)

Bu ne büyük bir müjdedir!
Bir damla tevhid, bir ömür şirkle geçmiş olsa da, Allah’ın rahmetiyle o kalbi kurtarabilir.
Çünkü tevhid, kalbin O’na “yalnız Sen varsın” deyişidir.

6. Tevhid Hakikatinden Habersiz Bir Ömür, Boşa Akan Bir Nehir Gibidir

Bir insan çok çalışabilir, çok kazanabilir, çok okuyabilir. Ama Allah’ı tanımamışsa, tevhid nuruna ulaşamamışsa; hakikatte hiçbir şey elde etmemiştir.

Çünkü ne zenginlik, ne bilgi, ne makam, tevhidsiz bir kalbi doyurmaz.
İşte bu yüzden bir damla tevhid, ömre bedel olur.
Çünkü o damla, insanı sonsuzluk denizine götürür.

Sonuç: Tevhid Damlasını Hayatına Düşüren, Karanlıkta Yanan Bir Kandil Gibidir

O kandil, hem kendine ışık olur, hem başkalarına.
Tevhid öyle bir nurdur ki; şirk karanlığını, gaflet pususunu, vesvese fırtınasını bir anda dağıtır.
Tevhid ehli kişi, yeryüzünde Allah’ın halifesi gibi yaşar. O’na dayanır, O’na güvenir, O’ndan ister, O’na yönelir.

Dua ile bitirelim:

“Yâ Vâhid, Yâ Ehad! Kalbimize bir damla tevhid ver. O damlayla ömrümüzü mamur, ölümümüzü mesrur, ahiretimizi nurlu kıl. Bizi yalnız Sana kulluk edenlerden eyle. Âmin.”

 

 




SEKERAT ANINDAKİ HALLER: YAŞA GÖRE ÖLÜMÜN SESSİZ DİLİ

SEKERAT ANINDAKİ HALLER: YAŞA GÖRE ÖLÜMÜN SESSİZ DİLİ

“Her nefis ölümü tadacaktır…” (Âl-i İmrân, 3/185)

Giriş: Ölüm, Yaş Ayırmaz; Ama Her Yaş Onu Farklı Yaşar

Hayatın en sarsıcı hakikati ölümdür. Ne zaman geleceği meçhul, ama geleceği kesin olan bu hakikat, insanı her yaşta yakalayabilir. Ancak yaş farkı, ölümle yüzleşme biçiminde derin izler bırakır. Çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve ihtiyarlık… Her biri, sekerat (ölümün son anları) esnasında ayrı bir tecelliye sahne olur. Ve her biri ayrı bir ibret, ayrı bir hikmet taşır.

1. Çocukta Sekerat: Masumiyetin Sessiz Vedası

Henüz günahla yüklenmemiş, dünya bağları ile bağlanmamış bir ruhun vedasıdır çocukta sekerat. Bazen bir tebessümle, bazen meleklerin kucağında huzurla gerçekleşir. Kalbi berrak, ruhu temizdir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyurur:

“Cennet çocuklarla doludur; onlar orada kuşlar gibi uçarlar.”
(Müslim, Cennet 16)

Çocukların ölüm anı, bir yönüyle rahmetin en saf tecellisidir. Ağlatan bir kayıptır ama perde arkasında, bir lütuf gizlidir. Çünkü onların sekeratı, günahın kefareti değil; cennetin kapısıdır.

2. Gençte Sekerat: Fırsatlarla Dolu Bir Hayatın Hesabı

Gençlik, kuvvetin, arzunun, hevesin dorukta olduğu zamandır. Genç yaşta sekeratla yüzleşmek, insana en derin sarsıntıyı yaşatır. Eğer hayat gafletle geçmişse, pişmanlığın en yoğun hissedildiği andır. Kur’an’da şöyle buyrulur:

“Onlardan birine ölüm geldiğinde der ki: ‘Rabbim! Beni geri döndür. Ta ki, geride bıraktığım şeylerde salih ameller işleyeyim.’”
(Mü’minun, 23/99-100)

Eğer genç, imanla, takvayla geçmiş bir hayat yaşamışsa, sekerat onun için Rabbe vuslatın ilk adımı olur. Ama eğer dünya sevgisiyle dolmuş bir kalp varsa, sekerat zorlukla geçer; çünkü beden gitmek istemez, ruh kurtulmak ister.

3. Orta Yaşta Sekerat: Mesuliyetin En Yoğun Olduğu Veda

Hayatın en çok imtihanla dolu olduğu çağdır. Evlat, eş, iş, sorumluluk, hesap… Sekerat, bu yaşta, bazen pişmanlıkla, bazen tevekkülle yaşanır. Eğer insan bu yıllarda Allah’a kul olmayı unutmuşsa, sekerat zor olur. Çünkü dünya tam da elindeyken alınır.

Ancak bu yaşta bir kul, hayatını hak yoluna vermişse, sekerat anı onun için bir bayram sabahı gibi olur. Yıllarca sabrettiği imtihanların, yaptığı duaların, döktüğü gözyaşlarının karşılığını alacağı ana yaklaştığını hisseder.

4. İhtiyarda Sekerat: Yorgun Bir Bedenin Sonsuzluğa Yürüyüşü

Yaşlılık, dünyadan el çekmeye en yakın zaman dilimidir. Bedensel zayıflık, ruhsal derinlik… Sekerat bu yaşta, çoğu zaman sükûnetle gelir. Ölüm, artık yabancı değil, tanıdık bir misafir gibidir. Eğer ömür ibadetle geçmişse, sekerat bir vuslat olur.

İmam Gazâlî’nin ölüm anında söylediği şu söz, ihtiyar bir arifin halini ne güzel anlatır:

> “Ruhum, artık uçma vaktidir… Ey ruh, ne duruyorsun? Git! Sevgilinin huzuruna doğru uç!”

Ama gafletle geçmiş bir ihtiyarlık ise, sekeratı zorlaştırır. Çünkü ömür tükenmiş, telafi vakti bitmiştir. Kalp korku, göz pişmanlıkla dolar.

5. Her Yaşta Ortak Olan Gerçek: Ölüm, Uyandırıcıdır

Yaş farkı ne olursa olsun, sekerat bir uyanıştır. Dünya perdesinin kalktığı, hakikatin göründüğü, meleklerin gelip gittiği o an… Herkes için mutlak bir hesap vakti. Fakat ibretli olan şudur ki:

Çocuklar, cennete davet edilir.

Gençler, amellerinin karşılığını görür.

Yetişkinler, hayatlarının muhasebesini verir.

İhtiyarlar, dünyaya vedayı en çok hisseder.

Sonuç: Sekerat, Ahiret Kapısının Anahtarıdır

Ölüm bir son değil, başlangıçtır. Sekerat ise o kapının eşiğidir. Her yaşta farklı yaşansa da, hakikati aynıdır: Kul, Rabbine döner. Öyleyse yaş ne olursa olsun, sekeratı kolaylaştıran bir hayat yaşamaktır asıl mesele.

Ve dua ile bitirelim:

“Allah’ım! Bizi sekeratın şiddetinden muhafaza eyle. Ölüm anımızı iman, huzur ve vuslatla tamamlat.”

 

 




Hâl Değişir, Hâlık Bakîdir: En Güzel Hâle Yolculuk

Hâl Değişir, Hâlık Bakîdir: En Güzel Hâle Yolculuk

> “Allahümme yâ muhavvile’l havli ve’l ahvâl, havvil hâlenâ ilâ ahseni’l hâl”
Ey halleri hâlden hâle çeviren Allah’ım! Bizim halimizi en güzel hale çevir.

İnsan, sabit bir varlık değildir. Bugün gülerken yarın ağlayabilir, bugün zirvedeyken yarın çökebilir. Çünkü hayat, sabit değil; dönüşüm ve imtihandır.

Bu dua, insanın değişkenliğini, dünya hâllerinin geçiciliğini ve gerçek istikrarın yalnızca Allah’a bağlılıkta olduğunu ifade eden hikmetli bir yakarıştır.

Hâl, İnsanlık Kadar Eskidir

“Hâl”, sadece ruhun değil, toplumların, milletlerin, hatta kâinatın dilidir.
Her şey değişir, dönüşür:

Mevsimler gibi,

Geceden sabaha dönen karanlık gibi,

Gençliğin yaşlılığa evrilişi gibi…

Ve bu değişimin perde arkasında bir Kudret vardır:
Yâ Muhavvile’l Ahvâl…

Neden Hâlimizi Değiştirmesini İsteriz?

Çünkü insan bazen kendini:

Günah batağında,

Umutsuzluk kuyusunda,

Tembellik, gaflet veya kibre saplanmış hâlde bulur.

İşte bu noktada insanın duası bir imdat çağrısına dönüşür:
“Havvil hâlenâ ilâ ahseni’l hâl”
(Bizim bu perişan hâlimizi, en hayırlı, en güzel hâle dönüştür.)

Bu dua, yalnızca maddi hâller için değil, kalbin, ruhun, niyetin ve bakışın dönüşümü içindir.

En Güzel Hâl Nedir?

Kalbin Allah’a bağlı olduğu hâl,

Aklın hakikati kavradığı hâl,

Nefsin itminana erdiği hâl,

Dilin yalandan, gözün haramdan, elin zulümden uzak olduğu hâl…

Yani, “ahseni’l hâl”, fıtratın aradığı en saf denge hâlidir.
İşte bu yüzden dua ederiz:
“Rabbim, bu dağınık, yorgun, şaşkın hâlimizi en güzel hâle çevir.”

Bu Dua Bize Ne Öğretir?

1. Hiçbir hâl sabit değildir.
Ne dert ebedîdir, ne nimet daimîdir.

2. Değişimin kaynağını unutmamak gerekir.
Hâllerin sahibi kul değil, Halleri Değiştiren Zâttır.

3. İyiliğe dönüş mümkündür.
Bugün gaflette olan, yarın velayet mertebesine çıkabilir.

4. Değişimi istemek bir kulluk şuurudur.
İnsan, her daim daha güzeline, daha yakınına talip olmalıdır.

Hayatın Eşiğinde Bu Dua

Bu dua, özellikle hicri yılbaşı, Ramazan başlangıcı, bayram sabahı gibi yenilik ve dönüşüm anlarında okunur.
Ancak her sabahın sabahında, her secdenin ucunda da dilde olmalıdır.

Çünkü:

Hayat bir seyirdir.

Hâl bir yolculuktur.

Ve bu yolculuğun kaptanı nefs değil, Rahmân’dır.

Son Söz: Değişimi Kudret Eline Bırakmak

Değişmek zordur.
Ama Allah için değişmek rahmettir.
Bu yüzden diyoruz ki:

> Allah’ım, kalbimizi, amellerimizi, niyetlerimizi;
gafletten zikre,
zulmetten nura,
kötüden güzele,
en güzel hâle çevir.

> “Yâ Muhavvile’l Ahvâl, Havvil hâlenâ ilâ ahseni’l hâl.”




Kapılar ve Kudret: Açan da O, Açtıran da O’dur

Kapılar ve Kudret: Açan da O, Açtıran da O’dur

> “Ya müfettihal ebvâb, iftah lenâ hayrel bâb”
Ey bütün kapıları açan Allah’ım! Bize hayırlı kapılar aç!

> “Leyse leha min dûnillâhi kâşifeh”
Onu Allah’tan başka açacak kimse yoktur. (Necm Sûresi, 58. Ayet)

Dünya bir kapılar sahnesidir. Hayat, kapıların açılması ve kapanmasıyla örülü bir yolculuktur. Kimimiz rızık kapısını aralar, kimimiz şifa kapısını bekler. Kimimiz ilim, hidayet, tevbe ya da kurtuluş kapısının önünde secdeye varır.

Ve unuturuz:
O kapılar görünmez bir el ile açılır.

Kapılar, Kimin Eline Bakar?

Modern çağ bize başarı, plan, strateji, tanıdık, tesadüf gibi kelimeleri öğretti. Fakat Kur’an bize başka bir şey söylüyor:

> “Onu Allah’tan başka açacak kimse yoktur.” (Necm, 58)

Ne bir doktor bir kalbi açabilir,
Ne bir komutan bir zafer kapısını aralayabilir,
Ne bir tüccar kendi rızkını garantileyebilir.

Kapılar, yalnızca O’nun kudret elindedir.

Hayır Kapılarını Aralamak

İnsan bazen tıkanır:

Bütün yollar kapalıdır.

Dualar cevapsız gibidir.

Çabalar neticesiz görünür.

Zihin bulanık, kalp yorgundur.

İşte o an, mü’min dilini bu duaya sarar:
“Ya Müfettihal Ebvâb, iftah lenâ hayrel bâb!”
(Allah’ım, bize hayırlı kapılar aç!)

Çünkü her kapı hayır değildir.
Bazı kapılar şöhrete, servete açılır ama nihayetinde felaketle kapanır.
Bazı yollar geniş görünür ama cehenneme çıkar.

Bu yüzden yalnız “hayır kapısı” istenir.

Zorluk Kapılarından Rahmet Açılır

Bir hasta, şifa kapısını arar ama bazen sabır kapısından girerek ilahi yakınlığa ulaşır.
Bir fakir, rızık ister ama kanaatle berekete kavuşur.
Bir günahkâr, tövbe kapısında beklerken, mağfiretin ve rahmetin bağrına alınır.

Allah, en kapalı anda bile bir “hayır kapısı” açabilir.
Ve bazen en zor görünen kapı, seni en güzel yere çıkarır.

Kapıyı Allah Açar, Kul Kapıda Olmalı

Dualar, kapının ziline benzer.
Her zilin bir sesi, her duanın bir vakti vardır.
Önemli olan o kapıda ısrarla, edeple, ümitle durabilmektir.

Çünkü Allah dilerse:

Firavun’un sarayında Musa’yı büyütür,

Kuyudan Yusuf’u sultan eder,

Mağarada saklananı âleme önder yapar.

Son Söz: Kapının Ardındaki Kudret

Ey kul! Kapılar senin değil, Rabbinindir.
Senin işin doğru kapıda durmak, ısrarla dua etmek, sabırla beklemek ve gelen kapıya secdeyle girmektir.

Unutma:

> “Leyse leha min dûnillâhi kâşifeh”
Onu Allah’tan başka açacak kimse yoktur.

Ve sen de her sabah şu duayı et:

> “Allah’ım, dünya ve ahiret için bize hayırlı kapılar aç. Bizi o kapıdan al ve rahmetine al.”

 

 




Kalplerin Çalkantısında Sâbit Kalmak: Mukallibel Kulûb’a Sığınmak

Kalplerin Çalkantısında Sâbit Kalmak: Mukallibel Kulûb’a Sığınmak

İnsan kalbi…
Değişimin, dönüşümün, tereddüt ve teveccühün merkezi…
Bazen bir secde kadar yakın, bazen bir gaflet kadar uzak…

İşte bu yüzden Resûlullah Efendimiz (s.a.v), her fırsatta şu niyazda bulunurdu:

> “Yâ Mukallibel Kulûb! Sebbit Kalbî alâ Dînik.”
“Ey kalpleri hâlden hâle çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin üzere sabit kıl!”

Neden Bu Dua? Çünkü Kalp Değişkendir

İnsanın kalbi, Arapça’da “kalb” kelimesinden gelir.
Bu kök kelime, “dönmek, değişmek” anlamındadır.
Yani kalp, yaratılışı gereği değişkendir.

Bugün Allah’a yönelen bir kalp, yarın dünyevî bir meşguliyete sapabilir.
Bu yüzden, en güvenilir kalp bile bir dua kadar tehlikede,
en dalgın kalp bile bir tevbe kadar kurtuluşa yakındır.

Değişen Kalbi Kim Sabit Kılar?

Kalbin hak yolunda sabit kalması, ilme, irfana, çevreye bağlı olabilir ama esas bağ Allah’ın iradesidir.

“Yâ Mukallibel Kulûb” diyerek, kalbimizi istikamet üzere tutması için
Kalpleri çeviren Zât’a yöneliyoruz.

Tıpkı pusulası bozulmuş bir gemi gibi,
kalbimiz de zamanla yönünü şaşırabilir.
Ama sığınacak liman belli: “Sebbit Kalbî Alâ Dînik.”

Zamanın Fitneleri ve Kalbin İstikameti

Zaman ilerledikçe, imanı korumak daha zor hâle geliyor.
Bilgi çok, hikmet az…
Söz çok, sadâkat az…
Dünya süslenmiş, nefis kışkırtılmış…
İşte böyle bir zamanda kalbi sabit tutmak,
en büyük mücadelelerden biri haline gelmiş durumda.

Sahabîler bile korkmuştu bu tehlikeden.
Onlar bile Resûlullah’a gelip sormuşlardı:
“Ya Resûlallah! Kalbimizde zaman zaman farklı duygular oluyor. Bu nedir?”
Ve o da, bu duayı tavsiye etmişti.

Sâbit Kalmak, Durağan Olmak Değil; Doğruya Sıkı Tutunmaktır

Sâbit kalmak; donuk olmak değil,
doğru istikamette kararlılıkla yürümektir.

Bir ağacın kök salışı gibi…
Fırtınalar esse de, yağmurlar dövse de,
o ağaç, köküyle yere tutunur.
İşte kalp de imanın köküyle Allah’a tutunduğunda sarsılmaz.

Bu Dua Ne Öğretir?

1. Kalbin değişkenliğini fark ettirir.
Kimse kalbinden emin olmasın. Her an kayabilir.

2. Tevekkül öğretir.
Kalbin istikameti için yalnızca kendi gücüne değil, Allah’ın yardımına muhtacız.

3. Tefekkür ettirir.
Kalbin neyle meşgul olduğu, nasıl beslendiği, neye meylettiği önemlidir.

4. Tevazuyu kazandırır.
En sâlih kişi bile düşebilir; bu yüzden her zaman duaya muhtaçtır.

Sonuç: Kalbin En Güzel Sığınağı Duadır

Kalbini günahlardan arındırmak isteyen,
ona istikamet kazandırmak isteyen herkes,
bu duayı dilinden düşürmemeli:

> “Yâ Mukallibel Kulûb! Sebbit Kalbî Alâ Dînik.”

Çünkü zamanın rüzgârı serttir,
nefsin çekişi güçlüdür,
şeytanın vesvesesi sinsidir…

Ama kalbini Allah’a emanet eden,
korkmaz, savrulmaz, kaybolmaz.