OSMANLI’YI OSMANLI YAPAN İKİ TEMEL ESAS: MEKKE’YE SAYGI VE MEDİNE’YE SEVGİ

OSMANLI’YI OSMANLI YAPAN İKİ TEMEL ESAS: MEKKE’YE SAYGI VE MEDİNE’YE SEVGİ

Tarihin sayfalarında iz bırakan devletler vardır; ama bazıları yalnızca gücüyle değil, rûhuyla, gayesiyle, ulvî duruşuyla asırlar boyu konuşulur. İşte Osmanlı Devleti de, sadece bir imparatorluk değil; bir emanet medeniyeti, bir dava devleti, bir hizmet anlayışıdır.

Bu yüce anlayışın kalbinde iki kutlu şehir vardı: Mekke’ye saygı ve Medine’ye sevgi.

1. Mekke’ye Saygı: Kudüs’e Giden Yolun Başlangıcı

Osmanlı, Mekke’yi sadece bir şehir olarak değil, tevhidin evi, Allah’ın evi, Kâbe’nin diyarı olarak gördü. Bu yüzden Mekke’ye yapılan her hizmet, doğrudan Allah’a sunulan bir hürmetti.
Yavuz Sultan Selim’in, Memlük Sultanlığı’ndan hilafeti devralmasıyla birlikte Mekke ve Medine’nin hizmetkârlığı, Osmanlı’nın onur nişanesi oldu.
Yavuz, “Hâdimü’l-Haremeyn” (Mekke ve Medine’nin hizmetçisi) unvanını tercih ederek, gerçek büyüklüğün hizmette saklı olduğunu ilan etti.

> “Ben Haremeyn’in hizmetkârıyım. O topraklara sultan olmak değil, süpürgeci olmak şereftir.”

Bu duruş, Osmanlı’nın her padişahında ve idarecisinde ilahi bir saygının izini taşımıştı.

2. Medine’ye Sevgi: Muhabbetin Başkenti

Medine, Resûlullah’ın (s.a.v.) şehriydi. Mekke Allah’ın evidir, Medine ise Allah Resûlü’nün evidir. Osmanlı bu farkı derinden anlamış, Medine’ye bir evlat gibi sevgiyle yaklaşmıştır.

Sultan Abdülhamid Han’ın Medine’ye demir yolu yaparken gösterdiği hassasiyet ibretliktir:

> “Raylar sessiz döşensin, gürültü çıkmasın, Resûlullah’ın huzuru rahatsız olmasın.”

Bu sevgi öyle güçlüydü ki, Hicaz Demiryolu inşaatında çalışan işçilere çekiç sesini kesmeleri, yere keçe sermeleri ve adeta “Sessiz olun, Peygamberimiz uyuyor!” denmesi, sadece bir teknik hassasiyet değil, aşkın ifadesidir.

Bir Osmanlı Askeri: Resûlullah’ın Kabrini Bekleyen Nöbetçi

Osmanlı’nın Medine’ye duyduğu sevgiyi gösteren çarpıcı bir örnek de, I. Dünya Savaşı sonrasında yaşanmıştır. Medine teslim olduktan yıllar sonra, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) kabrinin başında nöbet tutan bir Osmanlı askeri bulunur.
Teslim olduğu kendisine söylendiğinde şöyle der:

> “Ben devletten emir almadım. Resûlullah’ı yalnız bırakamam.”

Bu sahne, sadece tarihe değil, kalplere kazınmış bir sadakat yeminidir.

Mekke ve Medine Sevgisi: Osmanlı’nın Ruh Haritası

Osmanlı’nın gücü ordusunda değil; o orduyu niyetle, hürmetle, hizmetle yoğurmasındaydı.
Çünkü onlar biliyorlardı ki:

Mekke’ye saygı, Allah’a sadakattir.

Medine’ye sevgi, Resûlullah’a aşktır.

Ve bu iki esas, devleti sadece bir siyaset değil; bir emanet muhafızı hâline getirir.

Bu yüzden Osmanlı ne zaman güçlendi, Mekke’ye hizmeti artırdı.
Ne zaman daraldı, Medine’ye yöneldi, sabırla dua etti.

Bugüne Mesaj: Ecdadın İzinde Olmak

Günümüz Müslümanı için Osmanlı’yı anlamak, sadece tarih öğrenmek değil; o ruha şahit olmak demektir.

Bugün Mekke’ye saygımız, sadece hac ve umreyle sınırlı mı?

Medine’ye sevgimiz, sadece özlem dolu sözlerden mi ibaret?

Oysa Osmanlı gibi yaşayanlar için her gönül Mekke olur, her ev Medine…
Çünkü Allah’ın evi de, Habibi’nin evi de, önce kalpte inşa edilir.

Son Söz: Mekke Aşkı, Medine Ahlâkı

Osmanlı, gücünü sadece ordularla değil, imanla ve ihlâsla büyüttü.
Mekke’ye gösterdiği saygı ile Allah’a bağlılığını ispat etti.
Medine’ye duyduğu sevgiyle, Resûlullah’a (s.a.v.) olan aşkını eyleme döktü.

Ve bugün bizlere düşen:
“Hâdimü’l-Haremeyn” olamasak da,
“Âşık-ı Resûl” olmak;
saygıyı ibadete, sevgiyi hizmete dönüştürmektir.

 

 




TAŞLAŞAN KALB, KALBE DÖNÜŞEN KÂBE

TAŞLAŞAN KALB, KALBE DÖNÜŞEN KÂBE

Gönülde kaybedilen Allah, Kâbe’de aranan İlah.
Gönülde perdelenen Allah, Kâbe’de perdesi aralanan İlah.
Aradığın uzakta değil, sende.
Sen nerede?
Her ne arar isen, kendinde ara.

1. Taş Gibi Kalpler ve Kalp Gibi Kâbeler

İnsan, bazen öyle bir hale gelir ki; kalbi taş kesilir. Ne bir sevgi girer içeri, ne bir merhamet kalır dışarıda. O kalp, artık ne ilham alır ne ibret görür.
Kur’ân buyurur ki:

> “Sonra bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı; öyle ki taş gibi, hatta daha da sert oldu.” (Bakara, 74)

Halbuki o kalp, Allah’ın nazargâhıdır. Sevgiyle, şefkatle, zikirle yumuşaması gereken yer, katılaştıkça uzaklaşır Allah’tan. Ve insan bu mesafeyi mekânsal sanır; Allah’ı uzaklarda, taşların içinde, göklerin ötesinde zanneder.

2. Gönülde Kaybedilen Allah, Kâbe’de Aranır

İnsan Allah’ı önce kalbinde unutur, sonra onu bulmak için yollar aşar.
Binlerce kilometre ötede Kâbe’ye gider. Tavaf eder, gözyaşı döker, ellerini açar:

> “Rabbim neredesin?”

Oysa cevap, kalptedir:

> “Ben size şah damarınızdan daha yakınım.” (Kaf, 16)

Demek ki Kâbe’de aranan Allah, aslında gönülde kaybedilmiştir. Gönlünü bulamayan, Allah’ı da bulamaz. Zira Kâbe yön, kalp ise kıbledir.

3. Perdelenen Gönül, Açılan Perde

İnsanın kalbi bir perdeyle örtülünce, en açık hakikatler bile görünmez olur.
Namaz kılar ama huşû yok. Dua eder ama yakınlık hissetmez. Tavaf eder ama kendi etrafında döner.

Ancak bazen Kâbe’nin taşları, gönüldeki perdeleri kaldırır.
Oradaki sessizlikte, kalabalığın içindeki yalnızlığında insan fark eder:

> “Ben Rabbimi uzak zannettim, ama ben uzaklaşmışım.”

Ve işte o anda, Kâbe gönüle dönüşür, kalp yeniden can bulur.

4. Kendini Aramak: Aslında Allah’ı Aramaktır

“Sen neredesin?” diye sorar insan Rabbine…
Ama asıl soru şudur: “Sen, sen misin?”
Zira Allah, her yerde; kullar kaybolur.
Nefsinin karanlığında, hırsın girdabında, gafletin pususunda yolunu kaybeden insan,
Rabbini aramaya başlar; ama önce kendini bulmalıdır.

Mevlânâ der ki:

> “Her ne arar isen, kendinde ara. Çünkü sen, aradığın şeysin.”

O zaman insan bilir ki:
Gönül temizlenmedikçe, Kâbe taş kalır.
Kalp uyanmadıkça, Kâbe bile perdedir.

5. Kalp Kâbe Olursa, Taşlar Bile Canlanır

Kalbi Kâbe’ye dönen insan, her an Allah’la yaşar.
Her sözü dua, her bakışı tefekkür, her işi ibadet olur.
Gözyaşıyla yıkanan bir kalp, bin Kâbe’den daha değerlidir.

> Çünkü Kâbe Halilullah’ın eliyle yapıldı,
Kalp, Allah’ın kudretiyle yaratıldı.

Kâbe’nin içinde ne var?
Boşluk.
Ama kalbin içinde sevgi, iman, tefekkür varsa…
Orası artık Hakikat Kâbesi’dir.

Son Söz: Kalbini Yık, Kâbe Gibi Yap

Taşlaşan kalbi, gözyaşınla yıka.

Gafleti süpür, tevbe ile sil.

Her gün biraz daha Rabbine yönel.

Kâbe’ye gitmeden önce kalbini bul,
Kendini bulmadan Allah’ı arama.
Zira O hep oradaydı…
Sen neredeydin?

@@@@@@@

https://youtu.be/mAhYNfx2zKw?si=zTx5ffvd9glDzB9K

 

 




GÖNÜL KÂBE’Sİ

GÖNÜL KÂBE’Sİ

Ka’be bunyâd-ı Halîl-i Âzer’est
Dil nazargâh-ı Celîl-i ekberest

Kâbe Âzer’in oğlu Hz. İbrahim’in inşa ettiği taş bir yapıdır.
Gönül ise ululuk ve celâl sahibi Allah’ın nazargâhıdır.
| Molla Câmî

Kâbe Taştan Bir Yapı, Gönül Allah’ın Nazargâhı: Molla Câmî’den Kalbe Düşen Hikmet

> “Kâbe bunyâd-ı Halîl-i Âzer’est,
Dil nazargâh-ı Celîl-i ekberest”
(Molla Câmî)

Bu iki mısra, zahir ve batın, taş ve kalp, şekil ve mana arasında kurulan en latif köprüdür. Molla Câmî, sadece söz söylemez; taşa işlenmiş hakikati, kalbe yazılmış sırla buluşturur.

Zira Kâbe, yeryüzünde Allah’ın evi olarak bilinir. Onun etrafında milyonlar döner; dua, gözyaşı ve tevbe ile. Ancak bu mısralar, çok daha derin bir yeri işaret eder: İnsanın gönlünü.

Kâbe: Halilullah’ın Eliyle Yapılan Bir Mukaddes Mabet

Kâbe, Hz. İbrahim (a.s.) ve oğlu Hz. İsmail’in inşa ettiği, tevhit dininin simgesi olan kutsal yapıdır. Kur’ân onu “Allah’ın evi” olarak tanımlar.

> “Şüphesiz insanlar için kurulan ilk ev, Mekke’deki mübarek ve âlemlere hidayet olan Kâbe’dir.” (Âl-i İmrân, 96)

Ancak Molla Câmî der ki: Kâbe taşla yapıldı, evet; ama bir başka “ev” daha var ki, onun mimarı Allah’tır:
İnsanın kalbi.

Gönül: Allah’ın Bakışını Üzerine Aldığı Yer

Hadis-i Kudsi’de şöyle buyrulur:

> “Ne yere sığarım, ne göğe. Fakat mü’min kulumun kalbine sığarım.”

Bu demektir ki, Allah’ın nazarı, taşa değil; niyete, şekle değil; kalbe yöneliktir. Kâbe nasıl ki ibadetlerin yönü, duaların merkeziyse; gönül de niyetlerin yönü, sevginin merkezidir.
Bir gönül Kâbe gibi temizse, Allah’ın tecellisine ayna olur.

Kalp: İçinde Ne Taşırsan Ona Dönüşür

İçinde kibir varsa Nemrud’un sarayına dönüşür.

Haset varsa, şeytanın oyun alanı olur.

Ama aşk varsa, tevhid varsa, takva varsa, orası artık Allah’ın nazargâhıdır.

Bu yüzden denmiştir ki:

> “Bir kalbi kırmak, Kâbe’yi yıkmaktan beterdir.”
Çünkü Kâbe’yi Hz. İbrahim inşa etti; ama kalbi, Allah yarattı.

Kalbi Kâbe Kılmak: Her Müminin İnşa Etmesi Gereken Bir Mabet

Gönül öyle bir yerdir ki, orada ne varsa, insan ona göre yaşar. Kalpte Allah varsa, Kâbe gibidir;
kalpte dünya sevgisi varsa, put dolu bir cahiliye mabet gibidir.

Kâbe’yi tavaf etmek, Allah’a yönelmenin sembolüdür.
Ama kalbi tavaf ettirmek, Allah’a yaklaşmanın hakikatidir.

İbretli Bir Ölçü: Kâbe Yıkılsa Yeniden Yapılır, Ama Kalp Yıkılırsa…

Kâbe yıkılsa, tekrar inşa edilebilir. Tarihte depremlerle, savaşlarla yıkıldığı olmuştur.
Ama kırılan bir gönül, bir daha tamir edilemeyebilir.
Bu yüzden Osmanlı irfanı şöyle demiştir:

> “Yol odur ki doğru vara, gönül odur ki Hakk’a vara.”
Yani hakikat yolu, gönül yoludur.

Bugüne Mesaj: Kâbe’yi Gördüğünde Kalbini Hatırla

Bugün binlerce insan Kâbe’ye gidiyor. Dönerken dualar, gözyaşları, hatıralar getiriyor.
Ama asıl hac, kalbi temizleyip dönmektir.
Kâbe’yi tavaf ederken, içteki kalbi de şirkten, hasetten, kibirden, riya ve gafletten arındırmaktır.

Çünkü Allah’ın asıl baktığı yer, kalbimizdir.

Son Söz: Gönlünü Kâbe Gibi Kıl!

Kâbe’nin dışı sadedir; ama içi rahmettir.

Kalbin de dışı sade olsun; içi Allah’a açık, insanlara şefkat dolu olsun.

Kâbe bir yönse, gönül o yönü arayan pusuladır.
Ve asıl kıble, kalpten kıbleye giden yoldur.

> Taşa değil, aşk ile yoğrulmuş kalbe bak!
Zira orası, Celîl-i Ekber’in nazar kıldığı yerdir.

 

 




KURAN-I KERİM’DE ‘RAHMET’ OLARAK NİTELENDİRİLEN AYETLER VE HİKMETLERİ

KURAN-I KERİM’DE ‘RAHMET’ OLARAK NİTELENDİRİLEN AYETLER VE HİKMETLERİ

Kur’ân-ı Kerim’de ‘Rahmet’ Olarak Nitelendirilen Ayetler ve Hikmetleri

İnsanoğlu varlık âleminin en şerefli misafiri, en derin arayışların yolcusudur. Bu yolculukta insana rehberlik eden yüce kelâm, Kur’ân-ı Kerim’dir. O sadece bir kitap değil, bir hayat feneri, bir hakikat haritası ve en önemlisi bir rahmettir. Kur’ân’ın birçok ayetinde, hem kendisi hem de içindeki hükümler “rahmet” olarak nitelenmiştir. Bu ifade, sadece lütuf ve iyilik anlamına gelmez; aynı zamanda Allah’ın kuluna olan ilâhî ilgisinin, yönelişinin ve şefkatinin tecellisidir.

Kur’ân: Vahyin Suretindeki Rahmet

Kur’ân’ın, doğrudan “rahmet” olarak nitelendirildiği ayetlerde, onun insanı hem dünyevi hem de uhrevi felaketlerden kurtardığı, kalpleri şifa ile ihya ettiği ve hakikatle buluşturduğu görülür. Bu yönüyle Kur’ân, sadece bir bilgi kaynağı değil; bir şefkat eli, bir merhamet pınarıdır.

Bazı Ayetler ve Rahmet Boyutları

1. “Biz Kur’ân’dan, inananlara şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz…”
(İsra Suresi, 82)
Kur’ân, sadece fizikî hastalıklara değil, kalp körlüğüne, ruh darlığına ve manevî buhranlara karşı bir şifa ve rahmettir. İman edenler için bu ayet, Kur’ân’ın ilaç gibi geldiğini, huzur getirdiğini, dirilttiğini ilan eder.

2. “Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, kalplerdeki hastalıklara bir şifa ve inananlar için bir hidayet ve rahmet geldi.”
(Yunus Suresi, 57)
Bu ayet Kur’ân’ın dört temel fonksiyonunu sayar: öğüt, şifa, hidayet ve rahmet. Yani Kur’ân, sadece bilgi vermekle kalmaz; insanı iyileştirir, yönlendirir ve sarar. Her bir ayeti bir merhem gibidir, her harfi bir şefkat dokunuşudur.

3. “O, iman edenlere bir rehber ve rahmettir.”
(Fussilet Suresi, 44)
Kur’ân’ın rahmet oluşu, onun yol göstericiliğindedir. Yolu kaybolmuşlara istikamet, ruhu kararmışlara aydınlık bir pencere olur. Kur’ân, iman edenin kalbinde hem bir sekinet hem de bir sığınak oluşturur.

4. “Bu Kur’ân, bana vahyolundu ki, onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım… Ve umulur ki öğüt alırlar diye bir rahmettir.”
(Enam Suresi, 155)
Burada Kur’ân’ın bir rahmet olarak gönderilme gayesi, öğüt alınmasıyla ilişkilendirilmiştir. Yani rahmet olabilmesi için ona yönelmek, kulak vermek, teslim olmak gerekir. Vahiy, uzak kalana değil, içten bağlanana rahmet olur.

Kur’ân’ın Rahmet Oluşunun Hikmetleri

1. Kalpleri Diriltir

Kur’ân, mecazî olarak “ölü kalpleri” diriltir. Zira gafletle, günahla, zulümle kararan kalpler ancak ilâhî bir rahmetle temizlenebilir. O rahmet, ayet ayet Kur’ân’da saklıdır.

2. Topluma Adalet Getirir

Kur’ân, sadece bireyin değil, toplumun da rahmetidir. Onun adalet, hak, merhamet ve ahlâk ilkeleri toplumsal huzurun teminatıdır. Nitekim Kur’ân’ın uygulandığı dönemler, insanlık tarihinde “asr-ı saadet” olarak anılmıştır.

3. Kıyamet Öncesi Son İlâhî Ferman

Kur’ân, insanlığa gönderilen son vahiydir. Bu sebeple Allah’ın son büyük rahmet tecellisidir. Önceki kitapların bozulmasıyla kararan dünyaya, yeniden bir rahmet yağmuru gibi inmiştir.

Rahmet Olana Rahmetle Yaklaşmak Gerekir

Kur’ân, rahmettir; ama bu rahmet, onu bir düşman gibi görenin yüzüne kapanır. Onun merhamet pınarları, ancak içtenlikle yönelene açılır. O yüzden Kur’ân’a yaklaşmak, bir ilim işi kadar bir kalb işidir. Kim onu bir ders kitabı gibi değil de, bir can simidi gibi okursa, hakiki rahmeti hisseder.

Sonuç: Rahmet Olan Kur’ân’la Buluşmak

Bugün dünyanın dört bir yanında acı, savaş, zulüm ve yalnızlık içinde kıvranan insanlığın en çok ihtiyaç duyduğu şey bir rahmettir. Bu rahmet ne sistemlerde, ne ideolojilerde, ne de teknolojide bulunur. O rahmet, vahyin nuruyla inmiştir; Kur’ân’dadır.

Her ayetiyle insanı saran, her harfiyle insana dokunan bu rahmetin kıymetini bilmek, onunla yaşamak ve onu yaşatmak, bu çağın en büyük kulluk vazifesidir.

 

 




İSLAM DÜNYASININ TEVBESİ: ÖLÜP DE YENİDEN DİRİLMELİ.

İSLAM DÜNYASININ TEVBESİ: ÖLÜP DE YENİDEN DİRİLMELİ.

 

Yahudilerin tevbesi ? 

 

Yahudilerin tevbeleriyle ilgili Kur’an-ı Kerîm’de özellikle Bakara Sûresi 54. ayet temel kaynaklardan biridir. Bu ayet ve ilgili tefsirlerde, İsrailoğulları’nın bir dönem sapkınlığa düşerek buzağıya tapmaları ve ardından gelen tevbe süreci anlatılır. Ayet şöyledir:

 

“Ve Mûsâ kavmine dedi ki: ‘Ey kavmim! Siz buzağıyı ilâh edinmekle gerçekten kendinize zulmettiniz. Hemen Yaratıcınıza (Hâlıkınıza) tevbe edin de nefislerinizi öldürün (katledin). Bu, Yaratanınız katında sizin için daha hayırlıdır.’ Böylece Allah tevbenizi kabul etti. Şüphesiz O, Tevvâb’dır, Rahîm’dir.” (Bakara, 2/54)

 

Kur’an’daki İlahi Yönlendirme:

 

Tevbelerinin kabul edilmesi için sadece pişmanlık değil, ciddi bir bedel ödemeleri gerektiği anlatılır.

 

Burada “nefislerinizi öldürün” ifadesi, klasik müfessirlerin çoğuna göre buzağıya tapanların öldürülmesi anlamındadır. Bazılarına göre ise bu, nefis terbiyesi, pişmanlıkla kendini ilahi huzurda yok saymak anlamına gelir.

 

Hz. Musa’nın bu emri, vahiy doğrultusunda gelmiştir.

 

Tefsirlerde Yapılan İzahlar:

 

1. Taberî Tefsiri:

 

Buzağıya tapanlardan olmayanların, tapanları öldürmesi emredildi.

 

Allah, onların tövbelerini bu fedakarlık karşılığında kabul etti.

 

Bu, ilahi adaletin ve disiplinin bir tezahürüdür.

 

2. Râzî Tefsiri (Mefâtihu’l-Gayb):

 

Bu ayetin zahiri, tövbenin kabulü için ciddi bir arınma gerektiğini gösterir.

 

Râzî, bu olayda hem nefis terbiyesi hem de ilahi adaletin bir arada yürüdüğüne dikkat çeker.

 

3. Elmalılı Hamdi Yazır:

 

Tevbeleri, sadece sözlü pişmanlıkla değil, fiilî bir arınmayla ispatlanmıştır.

 

“Kendinizi öldürün” ifadesi, sembolik değil gerçek bir uygulamadır; böylece içtenlik test edilmiştir.

 

Allah’ın “Tevvâb” (çokça tövbeleri kabul eden) ismi burada anlam kazanır.

 

Sonuç olarak:

 

Yahudilerin tevbesi, sadece pişmanlık değil, ciddi bir arınma ve fedakarlık süreciyle olmuştur. Kur’an ve tefsirler, bu olayı hem ibret hem de tevbenin ciddiyeti açısından anlatır. Aynı zamanda bu olay, ümmet-i Muhammed’e (sav) yönelik ilahi rahmetin genişliğini de zımnen gösterir: bizden böyle bir bedel istenmeden, samimi tevbe ile affedilme kapısı her zaman açık tutulmuştur.

 

@@@@@@

 

İSLAM DÜNYASININ TEVBESİ: ÖLÜP DE DİRİLMELİ

 

“Ey kavmim! Buzağıya tapmakla kendinize zulmettiniz. Hemen Yaratıcınıza tevbe edin ve nefislerinizi öldürün. Bu, Rabbiniz katında sizin için daha hayırlıdır…” (Bakara, 2/54)

 

Tarih, sadece mazide yaşanmış hadiselerin bir arşivi değil; bugünün karanlığına tutulmuş ilahi bir projektördür. İsrailoğulları’nın buzağıya tapması, aslında hakikate sırt çeviren her ümmetin bir fotoğrafıdır. Onlar bir buzağıya tapmıştı; bizler ise konforumuza, çıkarımıza, korkularımıza ve gafletimize taptık. Onlar için tövbe, “ölmekle” başlamıştı. Bizim için de öyle olmalı: Ölmeden önce ölmekle…

 

BUZAGILARIN MODERN VERSİYONU

 

Bugünün dünyasında buzağı, altın ya da tunçtan değil; ekrandan, suskunluktan, dünyevileşmeden yapılmıştır. Gazzeli çocuklar açlıkla, bombalarla ve gözyaşlarıyla Allah’a doğru koşarken, bizlerin tevekkül diye sustuğu şey aslında korkaklıktır. Dua diye ettiğimiz cümlelerin içi ne kadar dolu, protesto diye attığımız adımların yönü ne kadar kıbleye dönük?

 

İslam dünyasının saraylarında lüks ve israf, sokaklarında hüzün ve zillet kol geziyor. Ve biz hâlâ tövbeyi sadece dilde arıyoruz; oysa tövbe, yürekte başlar ve davranışla tamamlanır.

 

NEDİR “NEFSİ ÖLDÜRMEK”?

 

İsrailoğulları’na emredilen “nefsinizi öldürün” emri, bir vahyin gereği olarak zahiren uygulanmıştı. Bugün bizden istenen belki de aynısı değil ama hakikatte daha çetini: Nefsini öldürmek; korkunu, bencilliğini, konforunu, suskunluğunu ve çıkarını mezara gömmektir. Gazzeli mazlumların sessiz feryadına sağır kalmanın keffareti, sadece bir dua ile yeterli olamaz.

 

Nefsini öldürmeyen, ümmeti diriltemez.

 

TEVBE: SADECE GÖZYAŞI DEĞİL, DEĞİŞİMDİR 

 

Kur’anî mânâda tevbe, sadece pişmanlık değil, yön değiştirme demektir. Günahı terk etmek, pasif kalmak değildir; hakka sarılmak, zulme direnmek, iyiliği emretmek, kötülüğü engellemeye azmetmek demektir. İslam dünyası ancak böyle bir tevbe ile yeniden dirilebilir. Yoksa sadece konuşan, yazan ama harekete geçmeyen bir kalabalık, ümmet olamaz.

 

TEVBE ETMEZSEK…

 

Gazzeli çocuklar bize sadece mazlum değil, şahit olacaklar. Yarın mahşer meydanında onların gözyaşları, bizim tevekkül zannettiğimiz suskunluğumuzu yargılayacak. “Neredeydiniz?” sorusu sorulduğunda, verecek cevabı olmayan bir ümmetin sustuğu gibi susulmaz. O zaman, tövbeye davet bugündür, hemen şimdi.

 

“ÖLÜP DE DİRİLMEK”: YENİDEN BAŞLAMAK

 

Tövbe, bir yenilenme çağrısıdır. Ölmeden önce ölenler, yani nefsini öldürenler, hakiki hayatı bulanlardır. İslam dünyası, Gazze karşısındaki duyarsızlığını itiraf edip, acıya ortak olmakla, zulme karşı durmakla, hakkı savunmakla yeniden doğabilir. Aksi takdirde bu sessizlik, bu zillet, bu dağınıklık; bir ümmeti tarihin mezarına gömer.

 

Ve unutmayalım:

 

> “Allah, tevbe edenleri sever ve arınanları sever.” (Bakara, 2/222)

 

 

 

 




DÜNYA MI, AHİRET Mİ?

DÜNYA MI, AHİRET Mİ?

“İçinizden dünyayı isteyenler de vardı, ahireti isteyenler de.” (Âl-i İmrân, 152)

İnsan, iki âlem arasında tercih yapmakla karşı karşıya bırakılan bir varlıktır. Dünya mı, ahiret mi? Bu soru, sadece bir tercih meselesi değil; insanın niyetinin, yönelişinin ve amacının aynasıdır. Âl-i İmrân Suresi 152. ayet, Uhud Savaşı’ndaki bir imtihanı anlatırken aslında her çağdaki insanın iç dünyasında süregelen bu çatışmayı gözler önüne serer:
“İçinizden dünyayı isteyenler de vardı, ahireti isteyenler de.”

Bu ayet, Uhud’da ganimet arzusuyla okçular tepesini terk eden sahabilerin bir anlık dünya sevgisiyle nasıl bir sonuca maruz kaldığını anlatır. Dünya sevgisi, savaşın seyrini değiştirmiş, zaferi hezimete çevirmişti. Aynı zamanda bu ayet, insanın fıtratındaki iki yönü; biri ebediyete, biri fani lezzetlere meyleden tarafını işaret eder.

DÜNYA HAYATI: GEÇİCİ BİR ALDATMACA

Kur’ân, dünya hayatının mahiyetine defaatle vurgu yapar. Bu bağlamda şu ayet dikkat çekicidir:

“Biliniz ki, dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, süs, aranızda övünme ve mal, evlat çoğaltma yarışıdır.” (Hadîd, 20)

Bu ayet, dünyanın geçici ve aldatıcı yönlerini bir tablo gibi çizer. Oyun ve eğlenceyle başlayan hayat, süslenme ve gösterişle devam eder. Ardından kıyas ve yarış başlar. Ama hepsi geçicidir. Sonunda “dünya hayatı, bir aldanış metâıdır” (Âl-i İmrân, 185).

AHİRET HAYATI: EBEDÎ KAZANÇ

Karşısına konulan ise ebedî ve gerçek olan ahiret yurdudur. Kur’an şöyle der:

“Ahiret yurdu ise, işte o, takvâ sahipleri için daha hayırlıdır.” (A’râf, 169)
“Ama siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır.” (A’lâ, 16-17)

İnsan bazen kısa vadeli menfaat için uzun vadeli kazançtan vazgeçer. Dünya ile ahiret arasında tercih yaparken çoğu kez ebedî olanı değil, gözle görülür olanı öne koyar. Hâlbuki gerçek kazanç, zamanla silinmeyen, ölümle tükenmeyen kazançtır.

UHREVÎ BİR BAKIŞIN DÜNYAYI DÜZENLEMESİ

Kur’an, dünyayı bütünüyle terk etmeyi değil; dünyayı ahiret için bir tarla bilip ona göre işlemeyi öğütler:

“Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet; dünyadan da nasibini unutma.” (Kasas, 77)

Bu dengeyi koruyamayan insan, ya dünyayı tamamen terk eder (zühdün ifratı) ya da ona tüm benliğini teslim eder (gafletin bataklığı). Oysa mü’minin yolu, “dünyayı ahiret için bir vesile bilme” yoludur.

HZ. PEYGAMBER’İN (SAV) DÜNYAYA BAKIŞI

Peygamber Efendimiz (sav), dünyayı bir yolcu molası gibi tarif eder:

“Benim dünya ile alakam, bir ağacın altında gölgelenip sonra orayı terk eden bir yolcunun durumu gibidir.” (Tirmizî)

Bu bakış, dünya nimetlerine sahip olmayı değil, onlara kalpten bağlanmamayı öğütler. Zira bağlandıkça kaybetme korkusu, dünyaya kul olma tehlikesi baş gösterir.

SONUÇ: TERAZİNİN İKİ KEFESİ

Dünya mı, ahiret mi? Bu soru sadece bir tercihten öte, bir hayat duruşudur. Terazinin bir kefesinde anlık zevkler, diğer kefesinde sonsuz saadet vardır. Dünya tercih edildiğinde ahiret zayıflar; ahiret tercih edildiğinde dünya, hakkıyla değerlendirilir.

Kur’an’ın öğüdü nettir:

“Kim dünya hayatını ve onun ziynetini isterse, onlara yaptıklarının karşılığını orada tastamam veririz. Onlar orada hiçbir eksikliğe uğratılmazlar. Ama onlar, ahirette kendileri için ateşten başka bir şey olmayanlardır.” (Hûd, 15-16)

Gel, teraziyi sağlam tutalım. Dünya için değil, dünya vasıtasıyla ahiret için çalışalım. Çünkü ebedî olan, kıymetlidir.

 

 




KARMATİLERİN İNANÇ VE FAALİYETLERİ

KARMATİLERİN İNANÇ VE FAALİYETLERİ

Karmatîler (ya da Karmatîyye), İslam tarihindeki en radikal ve tartışmalı Batınî-İsmailî hareketlerden biridir. 9. yüzyılda ortaya çıkmış, özellikle Abbâsî halifeliği döneminde ciddi huzursuzluklara ve kaoslara yol açmıştır.

KARMATİLERİN İNANÇLARI

1. Batınîlik ve Ta’vil

Kur’an’ın zahirî (görünür) anlamından çok bâtınî (gizli, deruni) anlamlarına odaklanırlar.

Ayetleri kendi liderlerine, mezheplerine göre yorumlamışlardır.

Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’i kutsarlar, fakat bu sevgi zamanla aşırıya kaçmıştır.

2. İmamet İnancı

Meşru imamların sadece Ehl-i Beyt soyundan gelen gizli bir imam olduğunu savunurlar.

Bu imamın neredeyse peygamberlik düzeyinde olduğu iddiası vardır.

3. Şeriat Karşıtlığı

Şeriatın zahiri kurallarının geçici olduğunu, zamanla bâtınî hakikatlerin ortaya çıkmasıyla şeriatın kalkacağını savunurlar.

Oruç, namaz gibi ibadetleri terk edenler olmuştur.

4. Mehdî İnancı

Kıyamet öncesi ortaya çıkacak gizli imamın Mehdi olduğuna inanmışlardır.

Kendi liderlerinden bazılarını bu “mehdi” olarak ilan etmişlerdir.

OLUMLU GÖRÜLEN TARAF(LARI)

Zekât gibi gelirlerin eşit dağıtılması fikrini benimseyip bazı bölgelerde halkın hoşuna giden uygulamalar yaptılar.

Sosyal adaleti sağlama iddiasındaydılar (ama uygulamada bunun istismarına da sıkça rastlandı).

OLUMSUZ VE GİZLİ FAALİYETLERİ

1. Hac Yollarını Kesme ve Katliam

En meşhur eylemleri: 929 yılında Mekke’ye saldırıp Kâbe’yi bastılar.

Hacerü’l-Esved’i (Kâbe’nin siyah taşı) yerinden söküp alıp Bahreyn’e götürdüler (yaklaşık 20 yıl orada kaldı).

Binlerce hacıyı katlettiler, cesetleri Zemzem kuyusuna attılar.

2. İsyan ve Terör Faaliyetleri

Abbâsî devletine karşı çok sayıda isyan başlattılar.

Gizli hücreler aracılığıyla şehirlerde karışıklık çıkardılar.

Yeraltı örgütlenmesiyle devleti yıpratmaya çalıştılar.

3. Ahlâkî Çöküntüye Sebep Olan Faaliyetler

Bazı kaynaklara göre bazı Karmatî liderler, şeriatın kaldırılmasını fırsat bilip ahlâk dışı uygulamalara yönelmiş, halkı da buna teşvik etmiştir.

4. Düşün sonucu Sabotaj

Batınî fikirleri halk arasında yayarak Sünnî inançları zayıflatmaya çalıştılar.

Takiyye (inandığını gizleme) ile içeriden toplumu bozma stratejileri izlediler.

SONUÇ OLARAK

Karmatîler, tarihte dini yorum adı altında şiddet, terör, kutsal değerlerin tahribi ve sapkın fikirlerin yayılmasıyla öne çıkmış bir fırkadır. Görünüşte bazı sosyal adalet fikirleri savunsalar da, uygulamada İslâm’ın temelini h




Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.

Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.

 

“Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.”
(48-FETİH SURESİ.7. AYET)
“O nûru gönder, İlâhî, asırlar oldu, yeter!
Bunaldı milletin âfâkı, bir sabâh ister.
İnâyetinle halâs et ki, dalga dalga zalâm
İçinde kaynamasın çarpınıp duran İslâm!..”

“Göklerin ve Yerin Orduları Allah’ındır” – Zulmetten Nura Yolculuk

“Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.”
(Fetih Suresi, 7. Ayet)

Bu ayet, Allah’ın kudretinin sınırsızlığını, görünür ve görünmez her türlü kuvvetin O’nun emriyle hareket ettiğini ilan eder. Sadece melekler, yıldızlar ya da doğa kuvvetleri değil; kalplerin yönelişi, milletlerin yükselişi ve düşüşü de bu ilahî kudretin tasarrufuyla şekillenir. Her çağda hak ile batılın mücadelesi sürmüş, zulüm ile adalet karşı karşıya gelmiştir. Ancak galip her zaman hak değil, haklı olan ve Allah’a dayanan olmuştur.

Bugün de karanlık çağların gölgesi, modern kılıklı bir zulümle ümmetin üzerine çökmüş durumda. İslâm dünyası bir sabah bekliyor. Ama bu sabah, güneşin doğmasıyla değil; imanın, marifetin, ahlâkın ve adaletin yeniden doğmasıyla gelecek bir sabah olacak. Çünkü zulmetin karanlığı sadece dışarıdan gelen baskıyla değil, içeriden çürümeyle daha derinleşti.

> “O nûru gönder, İlâhî, asırlar oldu, yeter!
Bunaldı milletin âfâkı, bir sabâh ister.”

Bu mısralarda yükselen feryat, sadece şairin değil; ümmetin bağrından kopan bir yakarıştır. Asırlardır ötelenen sabah, belki de bizim ellerimizle yükselecek. Çünkü Allah’ın orduları sadece melekler değil; dirilen kalpler, ihlaslı diller, sâlih ameller de O’nun askerleridir.

Karanlığın Askerleri ve Nûrun Ordusu

Her zifiri gecenin ardından bir fecir vardır. Allah’ın ordusu görünmez ama dağ gibi sağlamdır.

Bediüzzaman Said Nursî şöyle der:

>”İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hadisatın tazyikatından kurtulabilir…”

İşte o nûr, sadece kalplerde yanmakla kalmaz; toplumları diriltir, milletleri ayağa kaldırır. Karanlığa teslim olmamak, Allah’ın nuruyla aydınlanmak, bugünün Müslüman’ının en büyük mücadelesidir.

Sabah Yakındır Ama Hazırlanmak Gerekir

Bir sabah isteniyorsa, geceyi anlamak ve onunla mücadele etmek gerekir. Dua, sabır, ilim, ihlâs, tebliğ ve hizmet… Bunlar sabahı çağıran adımlardır.

> “İnâyetinle halâs et ki, dalga dalga zalâm
İçinde kaynamasın çarpınıp duran İslâm!..”

Bu çarpıntı, bir yok oluş değil; diriliş sancısıdır belki de… Kaynayan bu İslâm, içinden yeni bir dirilişin doğmasını bekliyor. Yeter ki biz nefsin ve gafletin karanlıklarından sıyrılalım.

Sonuç: Allah’ın Ordusuna Katılmak

Allah’ın ordusuna katılmak için tank, tüfek gerekmez. Temiz bir niyet, dosdoğru bir yol, sağlam bir iman ve sarsılmaz bir ahlâk yeterlidir. Ve unutma: “Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.” O isterse bir damlayı tufana çevirir, bir kalbi ümmete rahmet kılar. Yeter ki biz sabaha uyanmak için gözümüzü hakikate açalım.

 

 




Allah kuluna kâfi değil midir?

Allah kuluna kâfi değil midir?

Zümer Suresi, 46. Ayeti şu şekilde ifade eder:
“Allah kuluna kâfi değil midir? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa artık onun yolunu doğrultacak biri yoktur.”

Nüzul Sebebi

Bu ayet, Mekke döneminde müşriklerin Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) yönelik tehditlerine ve inananlara yönelik korkutma çabalarına cevap olarak indirilmiştir. Müşrikler, İslam’a davet edenleri yıldırmak ve onları kendi batıl yollarına döndürmek amacıyla tehditlerde bulunuyorlardı. Onlar, özellikle putlarına saygısızlık yapıldığını düşündüklerinde, müminleri putlarının intikam alacağı korkusuyla uyarıyorlardı.

Bu ayet, Allah’ın kullarına olan yeterliliğini ve koruyuculuğunu hatırlatarak, müminlerin Allah’tan başka bir güçten korkmaması gerektiğini vurgular. Allah’ın kudreti ve himayesi, tüm korkuların üzerinde bir güven kaynağıdır.

Hikmeti

1. Tevhid Akidesini Güçlendirme: Bu ayet, Allah’ın kullarına her konuda yeterli olduğunu ve O’ndan başka bir ilah veya koruyucunun olmadığını açıkça belirtir. Bu, tevhid inancının özüdür.

2. Korkunun Kaynağını Ortadan Kaldırma: Müşrikler, insanları putlarıyla korkutmaya çalışırken, bu ayet Allah’ın sonsuz gücünü hatırlatarak müminlere cesaret vermektedir. Allah’ın kudretine inanan bir insan, hiçbir mahluktan korkmaz.

3. Hidayet ve Dalalete Dikkat Çekme: Ayette, Allah’ın sapıklıkta bıraktığı kişiyi kimsenin hidayete ulaştıramayacağı belirtiliyor. Bu, insanın doğru yolda olabilmesi için Allah’a yönelmesi gerektiğini vurgular.

4. Peygamber ve Müminlere Moral Verme: Bu ayet, müşriklerin tehditlerine karşı Peygamber Efendimiz’e ve müminlere moral vererek Allah’a güvenmelerini ve davetlerine sabırla devam etmelerini teşvik eder.

@@@@@@@

“Allah kuluna kâfi değil midir?” (Zümer Suresi, 39:36) ayetinin, Hz. Osman’ın (r.a.) şehadetiyle ilişkilendirilmesi, İslam tarihindeki bazı olaylara ve rivayetlere dayanmaktadır.

Bağlantının Temeli

Rivayetlere göre, Hz. Osman (r.a.) halifeliğinin son dönemlerinde, Medine’deki bazı isyancılar tarafından kuşatılmış ve kendisinden halifelikten çekilmesi istenmiştir. Ancak Hz. Osman, İslam davası ve hak olan bir görevden kendi isteğiyle çekilmenin doğru olmadığını düşünmüş, buna direnmiş ve teslimiyet göstermemiştir.

Bu süreçte, isyancılar Hz. Osman’ı tehdit etmiş, onu korkutmaya çalışmışlardır. Ancak Hz. Osman, Allah’a olan tam güveni ve teslimiyetiyle bu tehditlerden etkilenmemiştir. Rivayetlere göre, kuşatma sırasında Zümer Suresi’nin bu ayetini okuyarak Allah’ın kendisine kâfi olduğunu dile getirmiştir. Şehadeti esnasında da bu ayeti tefekkür ettiği ve üzerinde bulunduğu Mushaf’ta bu ayetin açık olduğu belirtilir.

Hz. Osman’ın Şehadeti ve Ayetin Anlamıyla İlişkisi

1. Allah’a Güven ve Teslimiyet: Hz. Osman, tehditlere rağmen Allah’a olan güvenini kaybetmemiş, dünya korkularını ve tehditlerini bir kenara bırakmıştır. Bu tavır, ayetin ruhunu yansıtmaktadır: Allah, müminlere her durumda kâfidir.

2. Şehadet ve Tevhid Bilinci: Hz. Osman, kuşatma sırasında hiçbir şekilde düşmanlarına boyun eğmemiş, canını Allah’a teslim etmiş ve son anına kadar hak yolunda kalmıştır. Bu durum, ayetin müminler için rehberlik ettiği tevekkül anlayışını göstermektedir.

3. Kur’an’a Bağlılığı: Rivayetlerde, Hz. Osman’ın şehit edildiği sırada Kur’an okuyor olduğu ve üzerinde kanının damladığı ayetin bu olduğu aktarılır. Bu durum, onun Allah’a olan bağlılığını ve Kur’an’a olan sadakatini vurgular.

Sonuç

Bu ayet, Hz. Osman’ın hayatında ve özellikle şehadetinde, Allah’a olan güvenin ve tevekkülün bir sembolü olmuştur. Ayet, onun hem sabrını hem de korkusuzca Allah’a teslimiyetini yansıtır. Bu olay, tüm müminlere zorluklar karşısında Allah’a güvenmenin önemini ve Allah’ın her durumda yeterli olduğunu hatırlatır.

Mesajı ve Uygulaması

Bu ayet, günümüzde de müminler için büyük bir teselli ve güven kaynağıdır. Allah’a tam anlamıyla güvenen bir insan, dünya hayatındaki hiçbir tehditten veya korkudan etkilenmez. Ayet, Allah’ın kuluna her durumda yeterli olduğunu ve O’na güvenenlerin korkuya kapılmaması gerektiğini öğütl




İYİ Kİ AHİRET VAR – HESAP VE SORGU VAR VE DE SORGUNUN SAHİBİ ALLAH VAR

İYİ Kİ AHİRET VAR – HESAP VE SORGU VAR VE DE SORGUNUN SAHİBİ ALLAH VAR

“Allah Kuluna Kâfi Değil mi?” – İyi ki Ahiret Var!

“Allah, kuluna kâfi değil mi?”
(Zümer Suresi, 36. Ayet)

Bu ayet, kalbi titreten, ruhu sakinleştiren ve gönlü teskin eden bir hitaptır. Çünkü bu ayetin muhatabı aciz kul, ama kudret sahibi Allah’tır. O hâlde, insan için en büyük güven, en büyük dayanak ve en sarsılmaz dayanak: Allah’ın varlığı ve yeterliliğidir.

Ama dünya öyle bir yer ki…
Haksızlık edenin alkışlandığı, mazlumun susturulduğu, adaletin koltuk altına sıkıştırıldığı bir çağdayız. Zalimler rahat, mağdurlar mahzun. Emeğin karşılığı değil, hilenin getirisi revaçta. Peki, bu böyle mi kalacak?

Hayır!
Çünkü iyi ki ahiret var.

Ahiret: Hakkın Tecelligâhı

Eğer ahiret olmasaydı, bu dünya tam bir cehennem olurdu. Vicdan sahibi her insan, içten içe haykırırdı:
“Bu işin sonunda bir hesap yok mu?”

Ve evet, hesap var.
Her sözün, her bakışın, her adımın kaydedildiği bir hesap günü…
Hiçbir zulmün karanlıkta kalmadığı, hiçbir hayrın zayi olmadığı o gün.

> “O gün insanlar amelleriyle tartılacak. En küçük iyilik de, en küçük kötülük de görülecek.”
(Zilzal Suresi, 7-8)

Sorgunun Sahibi Allah’tır

İşte tam burada asıl güven verici gerçek ortaya çıkar:
Sorgunun sahibi beşer değil, Allah’tır.
Beşerin terazisi bozulur, adaleti şaşar. Ama Allah adaletin kendisidir.

Hiçbir makamı satın alamazsın, hiçbir hakimi kandıramazsın.
Çünkü o gün şahitler uzuvlardır, deliller amellerdir, hakem Rabb’ül Âlemîn’dir.

> “O gün diller susturulacak, eller konuşacak, ayaklar şahitlik edecektir.”
(Yasin Suresi, 65)

Bu Dünyanın Acısı, O Günün Rahmetine Değebilir

Zalimlerin güldüğü, mazlumların sustuğu her sahne, kıyamet günü adaletin senaryosuna dönüşecek.
Unutma: Ahiret, geç gelen ama asla gecikmeyen bir adalettir.
Ve bu yüzden, her kulun kalbine teselli gibi düşen cümle şudur:

“İyi ki ahiret var.”
İyi ki her şey sadece bu dünyadan ibaret değil.
İyi ki Allah var.
İyi ki O bize kâfi.

Son Söz: Hesap Günü Var Diye Umut Var

Evet, hesap günü ürkütür; ama aynı zamanda umutlandırır.
Çünkü her gözyaşının, her sabrın, her iffetli duruşun, her sâlih amelin bir karşılığı olacak.

> “Allah, kuluna kâfi değil mi?”

Eğer kalbinin yükü ağırsa, dünya seni ezmişse, haksızlığa uğramışsan bu ayeti oku, kalbine söyle:

“Yeter ki Allah yanımda olsun. Başka kimse olmasa da olur.”

Madem O var, herşey var.
“Cenâb-ı Hakkı bulan neyi kaybeder? Ve Onu kaybeden neyi kazanır?”; yani, “Onu bulan herşeyi bulur. Onu bulmayan hiçbir şey bulmaz, bulsa da başına belâ bulur”

 

 




BİZİ VE ORGANLARIMIZI KİM DÜZENLEDİ? BİR YERDEN Mİ SATIN ALDIK?

BİZİ VE ORGANLARIMIZI KİM DÜZENLEDİ? BİR YERDEN Mİ SATIN ALDIK?

Bizi ve Organlarımızı Kim Düzenledi? – Ne Aldık ki Bizden Bu Kadar Mükemmel Olsun?

Bir an dur ve düşün…
Gözlerini sen mi taktın?
Renkleri görebilme kabiliyetini nereden satın aldın?
Kalbini, aklını, elini, ayağını hangi dükkândan aldın?

Biz kendimizi yapmadık.
Ne hücremizi bildik, ne sinirimizi dokuduk, ne de kalbimize “at” dedik.
Daha doğmadan şekillendik. Kulaklarımız oraya, gözlerimiz buraya… Ve her şey tam yerli yerinde, mükemmel bir ölçüyle.

Kime Aitiz? Kim Bizi Bu Kadar Mükemmel Düzenledi?

İnsanoğlu en küçük bir saat yaparken bile, bir ustaya, bir plana, bir enerjiye ihtiyaç duyar.
Peki ya insanın kendisi?
Bir saatin çarkını yapan usta varken, milyonlarca çarkla çalışan kalbimizin ustası kim?

> “O’dur ki, sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendirir.”
(Âl-i İmrân, 6)

Biz yaratılmadan önce, ne talep ettik ne de müdahale ettik.
Hiçbir şeyi sipariş etmeden en güzel şekilde şekillendik.
Bu mükemmel nizam, bir tesadüfün değil, bir iradenin, ilmin ve rahmetin eseridir.

Bir Göz Kaç Lira? Bir Kalbin Değeri Nedir?

Modern tıp bugün bir gözün görme kabiliyetini yapay olarak taklit etmeye çalışıyor.
Ama netice?
Bir kameradan öteye geçemiyor.
Çünkü göz sadece görmek değildir; ışığı hissetmek, mesafeyi ayarlamak, renkleri tanımak, 3D çözümlemek ve beyne anında aktarmaktır.

Sormak gerek:
Bu teknoloji bizde doğuştan var. Ücret ödedik mi? Bir yerden mi aldık?

Hayır.
Hediye edildi.
Üstelik biz daha farkında bile değilken…

Unutanlara Hatırlatmak İçin

Bu yazının amacı, sadece düşünmek…
Zira insanoğlu çoğu zaman verilenlerin kıymetini ancak kaybedince anlar.
Ama akıllı insan, kaybetmeden şükreden insandır.

Gözümüzü veren Allah, onu bizden geri de alabilir.
Ellerimizi veren, ayaklarımızı yürütendir.
Dilerse hareketsiz kılar, susturur, kör eder.
Ama bütün bunlar içinde asıl soru: Biz kime aittiz?

> “Allah sizi yarattı ve size işitme, görme ve kalpler verdi. Ne de az şükrediyorsunuz!”
(Mülk Suresi, 23)

Sonuç: Satın Almadık, Ama Hesabını Vereceğiz

Biz organlarımızı satın almadık.
Ama onların hesabını vereceğiz.
Neyi nerede kullandık?
Göz nereye baktı, el neye uzandı, dil ne konuştu?

Bu düzen, bir sorumluluğun kapısını açar.
Ve bize düşen:
Hediye edileni, hediye sahi




KURAN-I KERİM’DE CEHENNEMDEKİLERİN PİŞMANLIKLARI NASIL ANLATILMAKTADIR?

KURAN-I KERİM’DE CEHENNEMDEKİLERİN PİŞMANLIKLARI NASIL ANLATILMAKTADIR?

Kur’ân-ı Kerîm, cehennemliklerin pişmanlıklarını, ahiretteki çaresizliklerini ve dünyadaki gafletlerinden kaynaklanan vicdan azabını çok etkileyici ve düşündürücü bir şekilde tasvir eder. Bu ayetlerde, insanların dünyada iken uyarılara kulak tıkadıkları, ölüm gelip çattığında gerçeği anladıkları, ancak artık geri dönüş imkânı olmadığı açıkça vurgulanır.

Aşağıda Kur’an-ı Kerîm’de cehennemliklerin pişmanlıklarını anlatan ayetleri ve bunların hikmetli yönlerini özetliyoruz:

1. “Keşke!” Nidası: Geri Dönme İsteği

“Rabbim! Beni (dünyaya) geri gönder! Ta ki geride bıraktığım şeylerde salih amel işleyeyim!”
(Mü’minûn, 99-100)

Hikmet:

Ölen kişi, gerçeği görünce hemen dünyaya dönmek ister.

Ancak bu istek nafiledir; çünkü ölümle imtihan kapısı kapanmıştır.

“Keşke” kelimesi pişmanlığın en acı ifadesidir.

2. Cehennemdeki Konuşmalar ve Sitemler

“Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar, yaptıklarımızdan başka şeyler yapalım! (Bize bir şans daha ver!)”
(Cevap gelir:) ‘Biz size düşünmesi gereken kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı da geldi. Artık tadın azabı!’”
(Fâtır, 37)

Hikmet:

Cehennem ehli, ikinci bir fırsat ister ama reddedilir.

Onlara, dünya hayatında süre ve uyarıcılar verildiği hatırlatılır.

Bu diyaloglar, dünya hayatının ne kadar büyük bir nimet olduğunu gösterir.

3. Şeytana Aldanmanın Pişmanlığı

“Şeytanın bizi saptırmasından başka suçumuz yoktu.”
(İbrahim, 22)

“(Şeytan der ki:) Sizi ben zorlamadım, sadece davet ettim. Siz kabul ettiniz. O halde beni değil, kendinizi suçlayın!”
(İbrahim, 22)

Hikmet:

Cehennem ehli suçu başkalarına atar, ama bu onları kurtarmaz.

Şeytan, sorumluluğu reddeder ve haklı olarak insanın kendi iradesini kullanmadığını söyler.

Bu ayet, öz sorumluluğun önemini vurgular.

4. Dünyada Alay Ettikleri Gerçeklerle Yüzleşme

“Dünyada iken, ‘Biz bu uyarılara kulak verseydik ya da aklımızı kullansaydık, şimdi bu cehennemlikler arasında olmazdık’ derler.”
(Mülk, 10)

Hikmet:

Kulak verip aklını kullanmayanlar, cehennemde en derin pişmanlığı yaşarlar.

Bu ifade, Kur’an’ın insanlara sürekli öğüt vermesinin hikmetini gösterir.

5. Azaptan Kurtulmak İçin Her Şeyi Vermeye Hazır Olurlar

“Azabı görünce, onun hafifletilmesi için dünyadaki bütün mal ve servetlerini fidye olarak vermek isterler.”
(Zümer, 47)

Hikmet:

Ahirette hiçbir malın faydası yoktur.

Dünya nimetleriyle azabı hafifletmek mümkün değildir.

6. Liderlerine ve Öncülerine Duyulan Nefret

“Rabbimiz! Bizi saptıran bu liderlere azabını iki kat ver!”
(A’râf, 38)

Hikmet:

Dünyada körü körüne takip ettikleri kişilere öfke duyarlar.

Bu, sürü psikolojisinin ne kadar tehlikeli olduğunu anlatır.

7. Düşünme Fırsatının Boşa Harcanması

“Andolsun ki onların her birine düşünebilecekleri kadar bir ömür verdik.”
(Fâtır, 37)

Hikmet:

Herkesin düşünmeye, uyarılara kulak vermeye zamanı olmuştur.

Ancak bu süreyi değerlendirmeyenler, pişmanlıkla karşılaşırlar.

Sonuç:

Kur’an’a göre cehennem ehlinin pişmanlığı:

Geç kalmış bir farkındalık ve

Geri dönüşü olmayan bir haykırış ile tanımlanır.

Onlar dünyada akıl, vicdan ve vahiy nimetini değerlendirmedikleri için, sonsuz azapla karşı karşıya kalırlar.

Bu pişmanlıklar, bugünün insanına güçlü bir uyarı niteliğindedir:
“Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” (Yâsîn, 62)

 

 




KUR’ÂN-I KERİM’DE VE HADİS-İ ŞERİFLERDE CENNETLİKLERİN ALLAH’I GÖRMESİ (RÜ’YETULLAH)

KUR’ÂN-I KERİM’DE VE HADİS-İ ŞERİFLERDE CENNETLİKLERİN ALLAH’I GÖRMESİ (RÜ’YETULLAH)

Allah Teâlâ’yı görmek, yani “Rü’yetullah”, İslam inancına göre cennet nimetlerinin en yücesidir. Cennetliklerin Allah’ı görmeleri, hem Kur’ân-ı Kerîm’de işaretlerle, hem de sahih hadislerle açıkça ifade edilmiştir. Bu, Rabbimizin kullarına vereceği en büyük mükâfattır; tarif edilemez bir ruhanî haz ve sonsuz mutluluk kaynağıdır.

Aşağıda bu büyük hakikati ayet ve hadislerle açıklıyoruz:

I. KUR’ÂN-I KERİM’DE ALLAH’I GÖRME İŞARETLERİ

1. “O gün birtakım yüzler vardır ki, Rablerine bakıcıdırlar.”
(Kıyâme, 22-23)

Bu ayet, Allah’ın görüleceğine açıkça delildir.

“Nazıra” kelimesi, “görmek için bakmak” anlamındadır.

Müfessirler, bu ayeti “Cennetlikler Rablerine bakacaklardır” şeklinde tefsir etmiştir.

2. “Onlar için Rableri katında diledikleri her şey vardır. Bu ise Allah katından büyük bir lütuftur.”
(Şûrâ, 22)

En büyük nimet, Allah’ın zatını görmek ve rızasını kazanmaktır.

3. “Hayır! Onlar o gün Rablerinden elbette perdelenmiş olacaklardır.”
(Mutaffifîn, 15)

Bu ayet, kafirlerin Allah’ı göremeyeceğini bildirir.

Bir gruba perde varsa, diğer gruba açıktır. Bu da müminlerin göreceğine işarettir.

II. HADİS-İ ŞERİFLERDE RÜ’YETULLAH

1. En Büyük Nimet: Allah’ı Görmek

“Cennet ehli cennete girdiklerinde, Allah Teâlâ onlara ‘Size daha fazlasını vereyim mi?’ buyurur. Onlar, ‘Yüzümüzü ak etmedin mi? Bizi cehennemden kurtarmadın mı?’ derler. Allah, hicabı kaldırır ve O’na bakmaktan daha sevimli bir şey onlara verilmez.”
(Müslim, Îman, 297; Tirmizî, Cennet, 16)

Cennetliklerin en büyük saadeti Allah’ı görmektir.

Cennet nimetleri içinde bu, tarifsiz bir lezzet olarak tanımlanır.

2. Allah’ı Görmek Güneşe Benzetilir

“Siz bu ayı nasıl görüyorsanız, Rabbinizi de öyle göreceksiniz. Görmekte bir sıkıntı yaşamazsınız.”
(Buhârî, Tevhîd, 24; Müslim, Mesâcid, 211)

Ay ve güneşi çıplak gözle net görmemiz gibi, cennetlikler de Rablerini net şekilde görecektir.

3. Cuma Günleri Rü’yetullah

“Cennetlikler, her cuma Rablerini ziyaret ederler. Onlara tecelli eder ve Rableriyle konuşurlar.”
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/342)

Bu rivayet, Allah ile görüşmenin sürekliliğini ve artan lezzetini ifade eder.

III. RİSALE-İ NUR’DA RÜ’YETULLAH

Rü’yetullahın mümkün olduğu, Musa aleyhisselam’ın Cenâb-ı Hak’tan bu talepte bulunmasından (A’râf, 143) çıkarılır ve bunun ahirette vuku bulacağı ifade edilir.

SONUÇ:

Kur’an açıkça Allah’ı görmenin cennetliklere mahsus bir nimet olduğunu ifade eder.

Sahih hadisler, bu görüşün mahiyetini ve lezzetini anlatır.

Bu müjde, müminler için dünyadaki en büyük motivasyon kaynağıdır.

Rü’yetullah, sadece cennette mümkün olacak; orada hiçbir göz, onu görmeye engel olmayacaktır.

Cennet, Allah’ın cemalini görmekle asıl anlamını bulacaktır.

 

 




KUR’ÂN-I KERÎM’DE AYETLERLE İLGİLİ HUSUSLAR VE TANIMLAR

KUR’ÂN-I KERÎM’DE AYETLERLE İLGİLİ HUSUSLAR VE TANIMLAR

1. Ayet Nedir?

Ayet, sözlükte “alamet, işaret, delil, mucize” anlamlarına gelir.

Terim olarak: Kur’an’ın surelerini oluşturan, başı ve sonu belli olan ilahî ifadelerdir.

Her bir ayet, mana ve hikmet yüklü bir mesaj taşır.

2. Kur’ân’da Kaç Ayet Vardır?

Toplam ayet sayısı: Yaklaşık 6.236 (besmelesiz sayımda).

Besmelelerle birlikte: 6.349 ayet olduğu da söylenir.

Ayet sayısı, kıraat farklılıkları ve bazı teknik detaylara göre küçük değişiklikler gösterebilir.

3. Ayetlerin Türleri

a. Kevnî Ayetler (Kâinattaki Ayetler)

Doğada, insanda, hayvanlarda, yıldızlarda Allah’ın delilleri olarak görülen ayetlerdir.

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında… düşünen bir toplum için ayetler vardır.” (Âl-i İmrân, 190)

b. Kitabî Ayetler (Kur’ân Ayetleri)

Lafız ve mana yönünden Allah’ın kelamı olan, mushaflarda yazılı ilahî sözlerdir.

Kur’an’da hem kevnî hem kitabî ayetlere “ayet” denir.

4. Muhkem ve Müteşabih Ayetler

a. Muhkem Ayetler:

Anlamı açık, hüküm bildiren ve yoruma kapalı ayetlerdir.

“Kitabın anası (temel ayetleri) muhkem olanlardır…” (Âl-i İmrân, 7)

b. Müteşabih Ayetler:

Anlamı açık olmayan, yoruma ve tevile açık ayetlerdir.

Mecaz, sembol veya gaybî hakikatler içerebilir.

Hikmeti: Akılları çalıştırmak ve imtihan etmektir.

5. Kur’an’daki Ayetlerin Özellikleri

Arapça olarak indirilmiştir. (Yûsuf, 2)

Mana yönünden mucizedir.

İncelikli bir belağat (ifade gücü) taşır.

Tahrif edilmemiştir. (Hicr, 9)

Okunması ibadettir.

6. Ayetlerin Hikmetleri

İlahi rehberlik sağlar.

Tevhid, nübüvvet, haşir ve adaleti öğretir.

İnsanı düşünmeye ve akletmeye teşvik eder.

Kalpleri tedavi eder, şifa ve rahmettir. (İsrâ, 82)

Her çağda taze ve canlı mesajlar verir.

Ayetler yalnız lafız olarak değil, hayat rehberi, hikmet kaynağı ve imanı güçlendiren nuranî bir delildir.

7. Kur’ân Ayetlerinin İndirilişi

23 yıl boyunca parça parça indirilmiştir.

Gerekli olaylar, sorular ve sosyal gelişmelerle bağlantılı olarak nazil olmuştur.

İndirilişine göre sıralama: Nüzul sırası

Mushaf’taki sıralama: Tertip sırası

8. Kur’ân Ayetlerini Anlamanın Yolları

Tefsir: Ayetleri ilmî bir metotla açıklamak.

Meâl: Ayetin sade çevirisi.

Tedebbür: Derin düşünerek anlamaya çalışmak.

Tedebbür ve Tefakkuh: Kalple, akılla, ilimle derinlikli bakmak.

9. Kur’an Ayetleri Neden Farklı Farklı Konulara Sahip?

İnsan hayatının tüm alanlarına hitap eder.

Farklı zihin seviyelerine ve sosyal durumlara yöneliktir.

Ayetler hem birbirini tamamlar, hem de farklı tecellileri gösterir.

Sonuç olarak:

Kur’ân-ı Kerîm’deki ayetler, sadece ilahi emir ve yasaklardan ibaret değildir. Her biri bir kainat gibi derin, bir nur gibi aydınlatıcı ve bir hakikat gibi yaşayan mesajlardır. Ayetlere iman etmek, onları anlamaya çalışmak ve yaşamak müminin en büyük sorumluluklarındandır.




KUR’ÂN-I KERÎM’DE İYİLİK VE KÖTÜLÜKLE İLGİLİ AYETLER VE HİKMETLERİ

KUR’ÂN-I KERÎM’DE İYİLİK VE KÖTÜLÜKLE İLGİLİ AYETLER VE HİKMETLERİ

1. İYİLİĞİN ÖNEMİ VE VASFI

“İyilik, yüzlerinizi doğuya ya da batıya çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden, malını Allah sevgisiyle… veren, namazı kılan, zekâtı veren… sabreden kimselerin iyiliğidir…”
(Bakara, 177)

İyilik sadece dışsal ibadetler değil; iman, infak, ahlak ve sabırla iç içedir.

2. EN GÜZEL KARŞILIKLA MUAMELE

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel şekilde sav. O zaman aranda düşmanlık olan kişi sanki sıcak bir dost oluverir.”
(Fussilet, 34)

Hakiki iyilik, düşmana bile güzel muameleyle dönüş sağlar.

Kalpleri yumuşatmanın yolu, güzellikle karşılık vermektir.

3. ALLAH İYİLİK EDENLERİ SEVER

“Allah iyilik yapanları sever.”
(Bakara, 195)
“Kim iyilik yaparsa kendi lehine, kim kötülük yaparsa kendi aleyhinedir.”
(Fussilet, 46)

İyilik hem Allah’ın rızasına, hem de kişinin kendisine faydalıdır.

Herkes kendi ameliyle karşılaşacaktır.

4. İYİLİĞİN MÜKÂFATI

“Kim zerre kadar hayır yaparsa onu görür. Kim de zerre kadar şer yaparsa onu görür.”
(Zilzâl, 7-8)

En küçük bir iyilik bile boşa gitmez.

Allah’ın adaleti zerre hesabı yapacak kadar incedir.

5. İYİLİĞE DAVET VE YAYGINLAŞTIRMA

“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız…”
(Âl-i İmrân, 110)

Müminin görevi sadece kendisiyle sınırlı kalmak değil, iyiliği yaymak ve kötülüğü engellemektir.

KÖTÜLÜĞÜN TANIMI VE SONUÇLARI

6. KÖTÜLÜĞÜN KARŞILIĞI

“Kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. Fakat kim affeder ve düzeltirse, onun mükâfatı Allah’a aittir.”
(Şûrâ, 40)

Adalet hakkı kadar cezayı kabul eder, fakat af ve ıslah daha yüce bir fazilettir.

7. KÖTÜLÜK KENDİNE DÖNER

“Kim kötülük yaparsa, cezasını görür.”
(Nisâ, 123)
“Kendilerine zulmedenler, kendilerine kötülük etmiş olurlar.”
(Bakara, 57)

İnsan kötülük yaptığında aslında kendine zarar verir.

8. KÖTÜLÜĞÜN PSİKOLOJİK ETKİSİ

“Hayır, bilakis onların kazandıkları kalplerini paslandırmıştır.”
(Mutaffifîn, 14)

Günahlar, kalpte manevî kir ve perde oluşturur.

Kötülüğe devam edenlerin kalpleri kararır.

İYİLİK VE KÖTÜLÜĞÜN AYRIMI VE İRADE

“De ki: Şüphesiz Rabbim, açık ve gizli kötülükleri, günahı, haksız yere saldırmayı haram kılmıştır. Allah’a ortak koşmanızı da… Ve bilmediğiniz şeyi söylemenizi.”
(A’râf, 33)

Açık-gizli, söz-fiil her türlü kötülük yasaklanmıştır.

İnsan, aklı ve vicdanıyla iyiliği kötülükten ayırt etmekle sorumludur.

SONUÇ

Kur’an’da iyilik:

Allah’a yakınlaştıran,
Kalpleri ıslah eden,
Toplumu güzelleştiren,
Sonsuz mükâfat kazandıran bir eylemdir.

Kötülük ise:

Nefse hoş gelen ama kalbi karartan,
Topluma zarar veren,
Ahirette pişmanlık doğuran bir yoldur.

Kur’ân, insanı iyiliğe çağırır, kötülükten sakındırır ve tercih hakkını ona bırakır. Bu ise imtihanın özüdür.