MODERNİZM VE İLAHSIZ TANRILAŞTIRMALAR

MODERNİZM VE İLAHSIZ TANRILAŞTIRMALAR

İnsanı, Devleti, Bilimi ve Tabiatı Putlaştırmak

> “Göklerde ve yerde olan herkes Rahmân’a kul olarak gelecektir.” (Meryem, 93)
Ama modern insan, kul olmak istemedi.
Kul olmayı terk etti, tanrılaşmak istedi.

ALLAH HAYATTAN ÇIKARILDI, BOŞLUĞU PUTLAR DOLDURDU

Modernizm, Allah’ı hayattan, yönetimden, toplumdan, bilimden ve eğitimden dışladı. Ancak bu boşluk uzun süre boş kalmadı. Çünkü insan ruhu bir “ilah” olmadan yaşayamaz.
Bir şey ya Allah olur…
Yahut Allah olmayana ilah muamelesi yapılır.

Modern çağ, bu sapmanın ve unutmanın adıdır. Neticesinde:

İnsan tanrılaştırıldı: “İrade benim, ben ne istersem oyum.”

Devlet tanrılaştırıldı: “Devlet kutsaldır, eleştirilemez, sınırsız yetkilidir.”

Bilim tanrılaştırıldı: “Bilimsel olan doğrudur, geri kalanı hurafedir.”

Tabiat tanrılaştırıldı: “Doğa kendi kendini yaratır ve yönetir.”

Her biri, Allah’ı dışlayarak ilah olma iddiasına girdi. Hepsi bâtıl tanrılar olarak sahneye çıktı.

İNSANI TANRILAŞTIRMAK: BEN’İ PUTLAŞTIRMAK

Modern felsefe, “insanı merkeze alalım” dedi. İnsanı Allah’ın kulu değil, kendi ilahı gibi sundu.
Sonuçta:

Hakkı değil, nefsi yücelten bir ahlâk doğdu.

“Kendin ol, ne istersen yap” sözü yeni bir din oldu.

Günah, suç değil “özgür tercih” oldu.

Kulluk değil, egoyu kutsama hakim oldu.

Narsisizmin, bencilliğin ve içi boş özgürlüklerin kaynağı buradadır. Allah’a kul olmayı reddeden insan, kendi egosunun kölesi haline geldi.

DEVLETİ TANRILAŞTIRMAK: HÜKMÜ YALNIZ ALLAH’A AİT OLMADAN YÖNETMEK

Tarihte firavunlar, nemrutlar kendilerini “ilah” ilan etmişlerdi. Modern çağda bu daha sinsi oldu:

Devlet, halkın üstüne çıkarıldı.

Hukuk, insan yapımı “pozitif” kanunlara indirildi.

Allah’ın “haram” dediğine “serbest”, “farz” dediğine “yasak” dendi.

Devletin kutsallaştırılmasıyla, diktatörlükler, zulümler ve soykırımlar meşrulaştırıldı. Stalin’in, Hitler’in, Mao’nun yaptığı budur: Tanrılaşmış devletin gazabı.

BİLİMİ TANRILAŞTIRMAK: HER ŞEYİ MADDEYE İNDİREN AKILCILIK

Bilim, elbette kıymetlidir. Ama mutlaklaştırıldığında, Allah’tan bağımsız kılındığında:

Ahlâksız bilim doğar.

Vicdansız teknolojiler, robotik ordular, nükleer bombalar üretilir.

İnsan, yaratılmış bir kul değil, “biyolojik bir makine” olarak görülür.

Modern bilimin bir kısmı, ilmi Allah’tan soyutlayarak, hakikati değil sadece faydacılığı hedeflemiştir.

> “Evet, bu mümkün. Ama mübah mı, doğru mu, helal mi?”
Bu sorular hiç sorulmaz hale geldi.

TABİATI TANRILAŞTIRMAK: YARATANI DEĞİL, YARATILANI TAPAR HALE GELMEK

“Doğa Ana” kavramı modern paganizmin yansımasıdır. Tabiatı korumak güzel olsa da, tabiata kudret atfetmek, onu Allah yerine koymak şirkin modern şeklidir.

Kur’an’da açıkça bu yanlışlık reddedilir:

> “Bu, sizin Rabbiniz olan Allah’tır. O’ndan başka ilah yoktur. Her şeyi yaratan O’dur. Öyleyse yalnızca O’na kulluk edin.” (En’am, 102)

Bugün doğaya tapan ama Allah’ı anmayan insanlar, yağmurda duayı değil, istatistiği; rahmeti değil, hava basıncını görür.

SONUÇ: YENİDEN ALLAH’A DÖNMEK ZORUNDAYIZ

Modern çağ, Allah’tan kopmanın acı meyvelerini veriyor:

Aile çöktü.

Ruhsal bunalımlar arttı.

Zenginlik, mutluluk getirmedi.

Bilgi çoğaldı, hikmet azaldı.

Her şey hızlandı, ama insan yönünü kaybetti.

> Çünkü insan Allah’tan uzaklaşınca, her şey ona yabancılaşır.
“Allah’ı unutanlar, kendilerini de unuttular.” (Haşr, 19)

DUA İLE:

Ey Rabbimiz! Bize hakiki kulluğu tattır.
Bizi insanı, devleti, bilimi ve tabiatı tanrılaştıran tuğyandan muhafaza eyle.
Bizi sana kul, Resûlüne ümmet, hakikate dost eyle. Amin.




MADDEDE ARAMAK, MÂNÂYI KAÇIRMAKTIR

MADDEDE ARAMAK, MÂNÂYI KAÇIRMAKTIR

“Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat

GÖZLE GÖRÜLEN, GÖRÜLMEYENİ PERDELEYEBİLİR

Modern insan, “göze görünmeyeni yok sayan” bir zihniyetle büyüdü.
Ne var ki gözle görünmeyen, aslında en hakiki olandır.
Zira:

Ruh görünmez, ama bedeni ayakta tutar.

Aşk görünmez, ama dağları deler.

Vicdan görünmez, ama toplumu ayakta tutar.

Niyet görünmez, ama amelin değerini belirler.

Gözün görmediğini akıl da görmez olursa, hakikate körlük başlar.

MADDEYİ PUTLAŞTIRAN AKIL, MÂNÂYI REDDEDER

“Gözle görülmüyorsa yoktur” diyen anlayış, maddeyi kutsallaştırır, mâneviyatı inkâr eder.

Bu yaklaşım:

Ruhu inkâr eder, sadece beyni tanır.

Duyguyu küçümser, sadece veriyi önemser.

Ahireti yok sayar, sadece bu dünyaya çalışır.

Halbuki hakikat, sadece gözle değil, kalple ve akılla da görülür.
Kur’an bunu şöyle bildirir:

> “Onların kalpleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapıktırlar.” (A’râf, 179)

İLİM, SADECE GÖZLE DEĞİL, KALPLE DE YAPILIR

Gerçek ilim, maddeyi inkâr etmeden, fakat mânâyı da ihmal etmeden yapılan ilimdir.
İlim, sadece laboratuvarla değil;
vicdanla, sezgiyle, hikmetle de yapılmalıdır.

Eflatun, “akıl gözü”nden bahseder.
Mevlâna, “gözünü kapat, kalbini aç” der.
Bediüzzaman, “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” diye seslenir.

> Çünkü madde görünür ama sınırlıdır.
Mânâ görünmez ama sonsuzdur.

GÖZÜN GÖRMEDİĞİ YERDE, KALP GÖRMEYE BAŞLAR

Bir çiçek göze “biyolojik bir yapı” olarak görünür.
Ama kalp o çiçekte:

Sanatı görür,

Sanatkârı hatırlar,

Rahmeti hisseder.

Maddî göz çiçeği inceler,
Manevî göz, çiçekten Allah’ı tanır.

Bu sebeple Kur’an der ki:

> “Yeryüzünde gezip dolaşmazlar mı ki, akıllarını işletecek kalpleri ve işitecek kulakları olsun? Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; fakat göğüslerdeki kalpler kör olur.” (Hac, 46)

İBRETLİ BİR ÖRNEK: RÖNTGEN IŞINLARI VE GÖZÜN ACİZLİĞİ

Röntgen ışınları 19. yüzyılda keşfedildiğinde, insanlar önce inanmadı.
Çünkü gözle görünmüyordu.
Ama sonra anladılar ki, göz görmek için tek ölçü olamaz.

Aynı şekilde:

Melekleri göremeyiz, ama varlıklarını inkâr edemeyiz.

Ruhu göremeyiz, ama onsuz yaşam olmaz.

Allah’ı gözle göremeyiz, ama eserleriyle tanırız.

Demek ki göz, hakikatin tamamına erişemez.
Gözün görmediğini inkâr etmek, ilim değil cehalettir.

SONUÇ: AKLI GÖZDEN, KALBİ MADDEDEN KURTARMALIYIZ

Hakikat, sadece madde değil, mânâ ile tamam olur.
İnsanı insan yapan da, sadece et-kemik değil;
akıl, ruh ve kalptir.

Bediüzzaman’ın dediği gibi:

> “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür.”
Görmez.

Bu körlüğe düşmemek için:

Kalbimizi arındırmalıyız.

Aklımızı derinleştirmeliyiz.

Gözümüzle değil, basiretimizle bakmalıyız.

DUA İLE:

Ya Rabbi! Bize gözle değil, kalple gören bir bakış nasip eyle.
Bizi maddenin içinde kaybolup, mânâyı inkâr edenlerden eyleme.
Bizi ilminle tanıştır, hikmetinle buluştur, nurunla aydınlat. Amin.

 

 




ALLAH YERİNE İKAME EDİLEN MEÇHUL VE MATRÛD İNANÇ: TANRI

ALLAH YERİNE İKAME EDİLEN MEÇHUL VE MATRÛD İNANÇ: TANRI

> “Biz materyalistler Allah’a inanmadığımız için tanrı derdik… Tanrıyla barıştım.”
(Cem Karaca)

Bu kısa ama derin itiraf, sadece bir sanatçının kişisel dönüşümünü değil; modern zamanların ruhî krizini, inançla savaşını ve sonunda hakikate meyil edişini yansıtır.

ALLAH DEĞİL DE “TANRI” DEMEK NEDEN BİR TERCİH OLDU?

“Tanrı” kelimesi Türkçedir. Ancak mesele kelimede değil, niyet ve muhtevada gizlidir. “Allah” ismi, İslam’ın en yüce ismi, Esmaü’l Hüsna’nın merkezi ve Kur’ân’ın kelâmı olan özel bir addır. Onun yerine soyut, muğlak ve şahsiyetsiz bir “tanrı” kavramını koymak, çoğu zaman Allah’ı inkâr edenlerin, Allah fikrini etkisizleştirme çabasıdır.

“Tanrı” kelimesi, Batı dillerindeki “god” gibi, mücerret, belli bir kimlikten yoksun, genellikle aklî bir “ilke” ya da metafizik bir güç olarak tanımlanır. Halbuki “Allah”, kendisini bize tanıtan bir zatın ismidir. Bütün isim ve sıfatlarıyla bize zatını bildiren ve kulluğa çağıran bir Rab’dir.

TARİHTE TANRIYLA İKAME GİRİŞİMLERİ

Tarih boyunca hakikî Allah inancı, hep bir “ikame” hareketiyle bozulmak istenmiştir:

Firavun, kendisini tanrı ilan etmişti: “Ben sizin en yüce rabbinizim!” (Naziat, 24)

Nemrut, ilahlık iddiasıyla İbrahim’i ateşe attı.

Yunan filozofları, tanrıları çoklaştırdı; Tanrı’yı aklî bir idea haline getirdi.

Batı aydınlanması, kilise zulmüne tepki olarak “Tanrı öldü” dedi (Nietzsche).

Modernizm, Allah’ı hayattan çıkardı; yerine “insanı”, “devleti”, “bilimi” ya da “tabiatı” tanrılaştırdı.

Ve nihayet ideolojiler çağı geldi:
Marksizm’de “tarih”, pozitivizmde “madde”, kapitalizmde “para”, milliyetçilikte “ırk” tanrı yerine geçti.
Bunlar Allah yerine ikame edilen meçhul ve matrûd (reddedilmiş) tanrılardı.

MATERYALİZMİN DİLİNDE ALLAH YOK, TANRI VARDI

Cem Karaca’nın şu sözü oldukça manidardır:

> “Biz materyalistler Allah’a inanmadığımız için tanrı derdik…”

Bu ifade, Allah isminin taşıdığı anlam yükünden duyulan bir rahatsızlığı ortaya koyar. Çünkü Allah dediğinizde bir muhatapla karşı karşıya gelirsiniz:

Sizi duyan,

Emir veren,

Sorgulayan,

Hesap soracak olan bir Rab…

Ama “tanrı” dediğinizde, soyut bir kavrama konuşmuş gibi olursunuz. Sorumluluk yok, hesap yok, emir yok.

ZİHNÎ VE RUHÎ BİR DÖNÜŞÜM: TANRIYLA DEĞİL, ALLAH’LA BARIŞMAK

Cem Karaca’nın “Tanrıyla barıştım” sözü aslında hakikati bulmaya giden bir yolda, kavramlar üzerinden yapılan bir barışı anlatır. Lakin bu barışın tam olabilmesi için “tanrı” ile değil, “Allah” ile barışmak gerekir.

Bu, sadece bir kelime değil; bir iman meselesidir.

Kur’an şöyle der:

> “O Allah ki, O’ndan başka ilah yoktur.” (Bakara, 255)
“De ki: O Allah birdir.” (İhlas, 1)

Allah, sadece yaratıcı değil; yöneten, hükmeden, merhamet eden, bağışlayan, azap eden, adalet sahibidir. O’nun yerine konulan hiçbir şey bu bütünlüğü veremez.

SONUÇ: TANRI’DAN KURTULUP ALLAH’A DÖNMEK

Bugün dahi kimi zihinlerde, Allah’tan söz etmemek için “tanrı”, “yaratıcı”, “kutsal güç”, “evrensel enerji” gibi ifadeler kullanılır. Ancak bu ifadeler, ne iman oluşturur ne teslimiyet doğurur. Çünkü soyut bir varlığa boyun eğilmez.

> Allah, kavram değil; kul ile Rab arasında bir bağdır.

Tarih boyunca bâtıl yollar, Allah’ın adını silip yerine tanrılarını koymaya çalıştı. Ama her defasında hakikat galip geldi. Çünkü:

> “Hak geldi, bâtıl zail oldu. Zira bâtıl yok olmaya mahkûmdur.” (İsra, 81)

DUA İLE:

Allah’ım! Bizi senin ismini unutmuş, yerine başka kavramlar koymuş gafillerden eyleme.
Seninle tanışmayı, seni tanımayı ve sana kulluk etmeyi bizlere nasip eyle.
Zihinlerimizi tanrılarla değil, kalplerimizi Allah’la doldur. Amin




ÜÇ İNTİKAM KANCASI: FİKRÎ, HIRSÎ VE HİSSÎ İNTİKAMIN GÖLGESİNDE BİR YÜZYIL

ÜÇ İNTİKAM KANCASI: FİKRÎ, HIRSÎ VE HİSSÎ İNTİKAMIN GÖLGESİNDE BİR YÜZYIL

Son yüz yıl, İslam dünyası için sadece toprak kayıpları, darbeler ve savaşlar dönemi değil; aynı zamanda bir ruhun kuşatma altına alınışıdır. Modernleşme ve Batılılaşma süsüyle örtülmeye çalışılan bu büyük operasyonun arka planında, çoğu zaman adalet değil intikam duygusu yön verici olmuştur.

Ama bu intikam, sıradan bir öç alma duygusu değil; düşünceye, iktidara ve toplumsal yapıya karşı sistematik saldırılar şeklinde tezahür etmiştir. Üç başlıkta toplayabiliriz:
Fikrî intikam, hırsî intikam, hissî intikam…

1. FİKRÎ İNTİKAM: HAKİKATİN SUSTURULMASI

“Düşünce, kendi yurdunda sürgün edildi.”

Osmanlı’nın yıkılışıyla beraber, İslam dünyasında özellikle Türkiye’de fikrî bir tasfiye başladı. Bu, sadece siyasî bir rejim değişikliği değil, aynı zamanda bir medeniyetin fikir damarlarının kurutulması idi. Medrese kapatıldı, Arap harfleri yasaklandı, Risale-i Nur gibi eserler takibata uğradı. Âlimler ya idam edildi, ya susturuldu.

Burada amaç, sadece eskiyi yıkmak değil; düşünce üzerinden intikam almaktı. Hilafet kurumunun kaldırılması, ezanın Türkçeleştirilmesi, dinî vakıfların mal varlıklarının gasp edilmesi; sadece reform değil, bir zihniyetin derin öfkesinin yansımasıydı.

Bu dönemde İslam, sadece muhalif değil, “tehlikeli” ilan edildi. Modern akılcı düşünce adına yapılan bu müdahaleler, aslında bir medeniyetin ilme, irfana ve imana karşı bir intikam hareketiydi.

> “İlim Çin’de bile olsa alın” diyen bir dinin çocukları, kendi medreselerinden kaçmak zorunda kaldı.

2. HIRSÎ İNTİKAM: MAKAM, MAL VE MENFAATİN İLAH EDİLMESİ

“Hak batıl için değil, hırs için çiğnendi.”

Müslüman dünyada yüzyıl boyunca birçok lider, halka değil; hırslarına hizmet etti. İslam coğrafyasını yöneten despotlar, halkın inancını bastırarak, kendi zenginliğini ve iktidarını korumaya çalıştı.

Saddam Hüseyin, Hafız Esed, Kaddafi gibi diktatörler; İslam adına değil, kendi tahtları adına binlerce insanın canını aldı. Türkiye’de de benzer şekilde siyasî elitlerin bir kısmı, dine mesafeli oldukları halde, dini kontrol altında tutarak menfaatlerine kalkan yaptı.

Bu süreçte ahlak, liyakat, sadakat gibi kavramlar yok sayıldı. Adalet yerine “adamcılık”, hak yerine “rant” öne çıktı.

> Hırsın iktidara döndüğü yerde, adalet zulüm kılığına girer.

Hırsî intikam, sadece bireysel değil, kurumsal bir yapıya büründü. Halkın değerlerine düşman olanlar, bu değerleri kullanarak halkı sömürmeye başladı. Yani intikamın en çirkin şekli, kutsallar üzerinden yapılanıydı.

3. HİSSÎ İNTİKAM: NEFRET ÜZERİNE KURULU YENİ BİR DÜNYA

“Sevgi yerine öfke, tebliğ yerine linç öne çıktı.”

İslam’ın rahmet yüklü mesajı yerine, yüzyıl boyunca İslam dünyasında birbirini suçlayan, tekfir eden, ötekileştiren gruplar çoğaldı. Mezhepçilik, etnikçilik, ideolojik kutuplaşmalar; kardeşlik ahlakını zedeledi. Bunun ardında ise duygu yüklü, ama akıldan uzak bir intikam kültürü vardı.

Özellikle cemaatler ve tarikatlar arasındaki çatışmalar, bir rekabet değil, bir his savaşına dönüştü. “Benimki doğru, seninki bâtıl” anlayışı, ümmeti parçaladı. Halbuki Kur’an şöyle diyordu:

> “Ey iman edenler! Kendi aranızda Allah için adil olun.”
(Maide, 8)

Ama bu ayet, öfke duvarlarının ardında kayboldu. Sosyal medya çağında hissî intikam, artık dijital linç, algı operasyonu ve karalama kampanyalarıyla devam ediyor.

> Bugünün en büyük hastalığı: Düşünmeden hüküm vermek, araştırmadan mahkum etmek.

SONUÇ: İNTİKAM DEĞİL, ISLAH VAKTİDİR

Yüz yıllık bu intikam zinciri, artık kırılmalı. Fikren ilimle, hırsen kanaatle, hissî olarak merhametle donanmak zorundayız. Aksi takdirde:

> “İntikamla hareket eden, zalim olur. Islahla hareket eden, rahmet olur.”

İslam dünyasının yeniden ayağa kalkışı; fikrî öçlerden arınmış, hırsını adalete kurban etmiş, duygularını rahmetle yoğurmuş nesillerle olacaktır.

Dua ile:

Allah’ım, bize intikam duygusuyla değil, adalet şuuru ve hikmet nazarıyla bakan bir basiret ver.
Kalplerimizi intikam değil, ıslah duygusuyla doldur.
Fikrimizi doğru, hırsımızı dizginli, hislerimizi dengeli eyle. Amin.




Fıtratın İzinde: Herkes Özünün Gereğini Yapar

Fıtratın İzinde: Herkes Özünün Gereğini Yapar

İnsan, yaratılışı (fıtratı) ve tabiatı gereği bir yolda yürür.
Kur’an-ı Kerim’de, İsra Suresi’nin 84. ayetinde Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
“De ki: Herkes fıtrat ve mizacına göre amel eder. Fakat kimin daha doğru bir yolda olduğunu en iyi Rabbiniz bilir.”

Bu ilahi beyan gösteriyor ki herkesin hayat çizgisi, ruhundaki asli mayaya, iç dünyasındaki yoğruluşa dayanır. İnsan ne yaparsa yapsın, özünden gelen istikameti inkâr edemez. Nasıl ki bir arı, hangi çiçeğe konsa da bal yapar; bir yılan da hangi pınardan içse zehir üretir. Her varlık, içindeki cevherin gereğini dış dünyaya akıtır.

Nitekim atalarımız da bu gerçeği özlü sözlerle dile getirmiştir:
“Küllü şey’in yerciu ila aslihi” — Her şey aslına rücu eder.
“Katranı kaynatsan olur mu şeker, cinsine yandığım cinsine çeker.”
Özü kara olan, en parlak suyun içinde bile beyazlaşmaz. Zahirde bir değişim gözükse de, hakikatte kişi fıtratına uygun bir sonuca varır.

*********

Fıtratın bu kaçınılmaz gerçeği, hem bir müjde hem de bir ikazdır:

Eğer insanın özü doğru, temiz ve sadıksa; zamanla o fıtrat ne kadar bozulmaya çalışılsa da hakikate meyleder.

Eğer insanın içi fesatla, nefsaniyetle yoğrulmuşsa; ne kadar güzel söz işitse de, yine kendi bataklığına sürüklenir.

Bu bakışla, dünya hayatı büyük bir imtihan sahasıdır.
İnsan, fıtratını doğru koruyarak, özündeki iyiliği besleyerek yaşarsa, Rabbi’nin hoşnutluğuna ulaşır.
Yok eğer, nefsinin karanlık tarafına kulak verir, kendi içinde taşıdığı kötü eğilimleri serbest bırakırsa, hem dünyada hem de ahirette hüsrana uğrar.

Bu yüzden, insan için en önemli işlerden biri özünü tanımak ve fıtratına sadık kalmaktır.
Yani, içindeki iyilik tohumlarını sulamak; nefsin ve şeytanın fısıltılarına karşı bilinçli bir mücadele vermektir.

Arı gibi olmalı insan:

Dıştan gelen ne olursa olsun, bal yapmaya mecbur.

Zehir üretmekten korkmalı, nefis bataklığının esiri olmamalı.

Çünkü sonunda herkes kendi özüyle yüzleşecek.
Ve kimin doğru bir yolda olduğu, en doğru hüküm sahibi olan Rabbin terazisinde ölçülecek.

Son Söz:
İnsanın hakikî değeri, fıtratının peşinden nasıl gittiğiyle ölçülür.
O halde dua edelim ki; Rabbimiz bize kendi özümüzü temiz tutmayı, hakka meyleden bir kalp ile yaşamayı nasip etsin.

*******

Fıtratın İzinde: İnsanın Aslına Yolculuğu

1. Fıtrat: İnsanın Görünmeyen Yolu

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:
“De ki: Herkes fıtrat ve mizacına göre amel eder. Fakat kimin daha doğru bir yolda olduğunu en iyi Rabbiniz bilir.” (İsra, 84)

Her insan, içinde taşıdığı bir yaratılış haritası ile dünyaya gelir. Bu harita; huylarını, eğilimlerini, tercihlerinin yönünü belirler.
Tıpkı bir tohum gibi:

Toprağa düşen her tohum, içinde hangi meyvenin kodunu taşıyorsa, zamanı gelince onu verir.

Bir incir çekirdeğinden zeytin ağacı çıkmaz; bir diken tohumundan gül açmaz.

İnsan da hayat yolculuğunda, fıtratının izini sürerek ya kemâle erer ya da kendi karanlığında kaybolur.

> “Küllü şey’in yerciu ila aslihi.”
Her şey aslına döner, ne kadar değişmiş görünse de.

********

2. Özün Ruhu: Arı mı, Yılan mı?

Hikâyeye kulak verelim:

Bir gün, bir arı ve bir yılan aynı kaynaktan su içmeye giderler.

Arı o sudan içip bal üretir.

Yılan da o sudan içip zehir üretir.
Su birdir, kaynağı aynıdır, fakat her biri kendi özünün rengini dünyaya sunar.

İşte insan da böyledir:

Gördüğü, yaşadığı, duyduğu her şey onun fıtratında şekillenir.

Kimisi iyiliği çoğaltır, kimisi kötülüğü büyütür.

“Katranı kaynatsan olur mu şeker,
Cinsine yandığım cinsine çeker.”

Zahirde güzelleşse de, gönüldeki asıl maya ortaya çıkar.

*******

3. İki Yol: Nefsin Peşinden mi, Fıtratın İzinden mi?

İnsan önünde iki yol bulur:

Biri, fıtratının temiz çağrısına kulak verip sabırla, doğrulukla, güzellikle yürüdüğü yoldur.

Diğeri, nefsinin hevâsına kapılıp kendi karanlık kuyularında kaybolduğu yoldur.

Mesele, dış şartlardan çok, iç sesine hangi kulağı verdiğindir.
Arı balı nerede yaparsa yapsın, özü tatlılıkla doludur.
Yılan da ne içerirse içsin, doğasına uyar ve zehri dışa vurur.

> “Sen hangi kapıyı çalarsan çal, kapının ardında aslında kendinle karşılaşırsın.”

********

4. Hakiki Başarı: Fıtratın Kıymetini Bilmek

İnsana düşen, kendi özüne sadık kalmak; fıtratındaki güzellikleri kirletmemektir.
Bu da ancak ibadetle, sabırla, güzel ahlakla mümkündür.

Çünkü fıtratını koruyan insan:

İmtihanlar karşısında eğilmez,
Menfaat uğruna özünden taviz vermez,
Nefsinin geçici isteklerine kapılıp öz cevherini çürütmez.

Fıtratına sahip çıkan insan, eninde sonunda Rabbinin rızasına erişir.

Sonuç: Özünde Ne Varsa Ona Döneceksin

Hayat bir aynadır.
İçinde ne varsa, dışına o yansır.
Fıtratın kıymetini bilenler, sonunda cennetin kapılarını aralar.
Fıtratına ihanet edenler ise, kendi elleriyle hüsrana sürüklenir.

> “Ey insan! Özünde var olanı koru ki, Rabbinin huzurunda özünle şereflenebilesin.”

*******

Fıtratın Yankısı: Arı mı Yılan mı?

Gözlerini yeni açmış bir dünya düşün. Toprağın bağrından çıkan nice tohumlar var:
Bazıları rengârenk çiçeklere dönüşür, bazıları ise dikenli çalılara.
İkisi de aynı yağmurla sulanır, aynı güneşle beslenir.
Ama her biri, içine konulan kaderi yaşar.

İşte insan da böyledir.

Kur’an şöyle seslenir:
“De ki: Herkes fıtrat ve mizacına göre amel eder. Fakat kimin daha doğru bir yolda olduğunu en iyi Rabbiniz bilir.” (İsra, 84)

İnsan, hangi meyveyi taşıyorsa içinde, zamanı geldiğinde onu sunar dünyaya.

> Küllü şey’in yerciu ila aslihi.
Her şey, sonunda özüne döner.

********

Bir Arı ve Bir Yılanın Hikâyesi

Bir gün, aynı kaynaktan su içen bir arı ve bir yılan karşılaşmış.
Arı, aldığı o saf sudan en tatlı balı üretmiş.
Yılan ise, aynı sudan zehir akıtmış.

Su birdi, kaynak birdi…
Fakat sonuç, her birinin özüne göre tecelli etti.

Arı balı taşıdı, yılan zehri.
İkisi de kendini verdi dünyaya.

İnsan da yaşadıklarından, öğrendiklerinden; ya bal gibi merhametler, doğruluklar üretir…
Ya da zehir gibi kin, haset ve zulüm.

> “Katranı kaynatsan olur mu şeker,
Cinsine yandığım cinsine çeker.”

*********

Bir Sefer Hikâyesi

Bir seferberlik zamanında, iki asker vardı:
Biri tecrübeli, biri acemi.

Tecrübeli asker, talimine sarıldı.
Çünkü biliyordu ki, padişah onu doyurur, giydirir, korur.
Onun görevi sadece verilen emirleri en güzel şekilde yapmaktı.

Öteki acemi asker ise, aç kalırım korkusuyla taburu terk etti, çarşılarda nafaka peşinde koşturdu.
Kendi rızkını ararken, vazifesini unuttu.
Sonunda hem aç kaldı hem de asilik cezası yedi.

İşte insanın dünyadaki hali de böyledir:

Rabbine güvenen, ibadetine sarılan, ahiret azığını düşünen kurtulur.

Kendi hevasına sapan, dünyevî hırsların peşinde koşan ise, hem bu dünyada hem öbür dünyada kaybeder.

***********

İnsan, Kendi Aslını Yaşar

Fıtrat bir kandil gibidir.
Kimi o kandili Kur’an’la, ibadetle, güzel ahlakla parlatır.
Kimi de onu nefsiyle, tutkularıyla söndürür.

O yüzden:

Kalbinde iman tohumu olan, zamanı geldiğinde rahmet meyvesi verir.

Kalbinde inat ve kibir tohumu olan ise, zamanı geldiğinde hüsran dikenleri yetiştirir.

> “Ey insan! Hangi fidanı dikersen, onun meyvesini yiyeceksin. Hangi yolda yürürsen, onun sonuna varacaksın.”

Son Söz

Dünya bir tarladır, insan ise bir çiftçi.
Kim özüne sadık kalır, kim fıtratının sesine kulak verirse,
Arı gibi bal üretir,
Ağaç gibi meyve verir.

Kim de özünü kirletirse,
Yılan gibi zehir saçar,
Diken gibi batar.

Ve her şey sonunda aslına döner.

> “Özünü unutma ey insan! Çünkü Rabbin seni özünde tertemiz yarattı.”

********

Fıtratın Sırrı: Bir Arı, Bir Yılan ve Bir Çocuk

Evvel zaman içinde, güzel bir bahçenin kenarında, küçük bir çocuk yaşarmış.
Bahçede çeşit çeşit ağaçlar, çiçekler, böcekler bulunurmuş.
Bir gün çocuk, su içmeye gelen bir arı ile bir yılanı aynı anda görmüş.

İkisi de aynı berrak sudan içmiş.
Çocuk hayretle sormuş:

> “Siz aynı sudan içtiniz.
Arı sen bal yapıyorsun, yılan sen ise zehir saçıyorsun.
Neden böyle?”

Arı kanatlarını titreterek demiş ki:

> “Çünkü ben bal için yaratıldım.”
“Benim fıtratım, içime konan rahmetle dolu.”

Yılan da hırlayarak cevap vermiş:

> “Ben de zehir için yaratıldım. İçim başka bir şey bilmiyor.”

Çocuk şaşırmış.
Ve o gün anlamış ki:
Herkes özüne göre davranır.

İnsanın İmtihanı

İşte insan da böyle…
Aynı havayı solur, aynı güneşin altında yaşar.
Ama biri arı gibi hayat verir; diğeri yılan gibi zarar verir.

Kur’an-ı Kerim bunu açıkça söyler:
“De ki: Herkes kendi fıtratına göre amel eder. Kimin doğru yolda olduğunu Rabbiniz daha iyi bilir.” (İsra, 84)

Çünkü:

Küllü şey’in yerciu ila aslihi.
Her şey aslına döner.

Katranı kaynatsan olur mu şeker?
Olmaz. Cins, cinsini çeker.

*********

Hayatın İçindeki Fıtrat İmtihanı

Tıpkı bir seferdeki iki asker gibi:

Biri devletin (yani Rabbin) emrine güvenerek, sadece vazifesine sarılır: İbadet eder, doğru yaşar.

Diğeri korkuya kapılır, nefsinin peşine düşer: Vazifeyi unutur, dünya sefasının peşinde kaybolur.

Biri sonunda mükafat alır,
Diğeri cezalandırılır.

İnsanın fıtratı temizdir.
Ruh, aslen nurdan yaratılmıştır.
Ancak nefis ve şeytan, onu kirletmek ister.

Kimi özüne sahip çıkar,
Kimi fıtratını satar.

*******

Bir Damla Su Gibi

İnsan, tıpkı o berrak su gibi doğar:
Temiz, saf ve lekesiz.

Ama su, hangi kaba dökülürse onun şeklini alır.
Temiz bir kâsede durursa, berrak kalır.
Pis bir çukura dökülürse, kirlenir.

Sen hangi kabı seçersen, onun insanı olursun.

Son Söz

Ey insan!
Özünde arı gibi bal üretme yeteneği var.
Özünde yılan gibi zehir de saklı.

Hangisini büyütürsen, hayatın o olur.
Dünyaya ya şifa saçarsın ya da zehir.

> “Fıtratına sahip çık.
Çünkü Allah seni temiz yarattı.
Ve O, seni bal için seçmişti.”

*********

Hikmetli Dua

> “Ey kalpleri çeviren Rabbim!
Bizi fıtratımızın berrak yolundan ayırma.
Nefsimizin karanlık kuyularına düşürme.
Ruhumuza konan balı çoğalt,
İçimizdeki zehri rahmetinle temizle.
Bizi kendine layık bir kul eyle.
Amin.”

Kapanış Vecizesi

> “Fıtrat, insanın Allah’a verdiği ilk sözdür.
Hayat ise, o sözü tutmakla güzelleşir.”

*********

ÖZETLE:

Fıtratın Sırrı: Bal mı, Zehir mi?

Bir çocuk, su içen bir arı ve bir yılanı seyreder.
Aynı sudan içiyorlar; biri bal yapıyor, diğeri zehir saçıyor.
Çocuk sorar:
“Aynı sudan içtiniz. Neden farklı şeyler üretiyorsunuz?”

Arı der:
> “Çünkü bal için yaratıldım.”

Yılan ise:
> “Ben de zehir için yaratıldım.”

Çocuk anlar:
Herkes özüne göre davranır.

İnsanın Yolu

İnsan da böyle:
Aynı hayatta yaşar.
Kimi şifa olur, kimi zarar.

Kur’an buyurur:

> “De ki: Herkes fıtratına göre amel eder. Kimin doğru yolda olduğunu Rabbiniz daha iyi bilir.”
(İsra, 84)

Çünkü:
Her şey aslına döner.
Katranı kaynatsan şeker olmaz.

Hayat İmtihanı
İki asker gibi:
Biri vazifesine sarılır: Kurtulur.
Diğeri nefse uyar: Ziyan olur.

İnsan:
Bal üretmek için yaratıldı.
Zehir saçmak için değil.

Son Dua

> “Ey kalpleri çeviren Rabbim!
Bizi fıtratımızın berrak yolunda sabit kıl.
Nefsimizin karanlıklarına düşürme.
Ruhumuza bal olan iyilikleri artır,
İçimizdeki zehirleri rahmetinle temizle.
Amin.”

Veciz Kapanış

> “Fıtrat, insanın Allah’a verdiği ilk sözdür.
Hayat, o sözü tutmakla güzelleşir.”

 

 




ZÂLİM: ALLAH’IN YERYÜZÜNDEKİ ÂDÂLETİ

ZÂLİM: ALLAH’IN YERYÜZÜNDEKİ ÂDÂLETİ

“Zâlim, yeryüzünde Allah’ın adâletidir. Allah onunla (başkalarından) intikâm alır. Sonra (döner), ondan da intikâmını alır.”
(Keşfu’l-Hafâ, 2/64)

İnsanlık tarihi, zalimlerin ve mazlumların hikâyesidir. Her çağda zulüm edenler olduğu gibi, onların eliyle imtihan edilen toplumlar da olmuştur. Lakin çoğu zaman unutulan büyük bir hakikat vardır: Zalim, sadece bir fail değil, bazen bir musibettir. Bazen Allah’ın gadap kamçısı, adalet tokadıdır.

Zulüm; Allah katında haram, kul katında azaptır. Fakat bazen bu azap, başka bir zulmün kefareti olur. Zulmün arkasındaki kaderî el, kimi zaman ibretle, kimi zaman hikmetle işler.

Kur’an’da Zulüm ve İlahi Adalet

Kur’an-ı Kerim, birçok ayette zalimlerin sonunun perişan olacağını bildirir:

> “Zalimler, nasıl bir inkılâpla devrileceklerini yakında göreceklerdir.”
(Şuara, 227)

> “Allah, zalim toplumu asla doğru yola iletmez.”
(Bakara, 258)

Ama aynı Kur’an, zalimlerin kimi zaman Allah’ın kaderiyle hüküm sürdüğünü de anlatır. Örneğin, Firavun sadece bir tiran değil, aynı zamanda İsrailoğulları’nın isyanları, dünyevileşmeleri ve şımarıklıklarına bir karşılık olarak gönderilmiş bir musibettir. Hz. Musa (as), onun karşısında hak ile durur, ama onun gelişi bir anlamda bir uyarıdır.

Zulüm, Sadece Zalimden Değil, Mazlumdan Da Kaynaklanabilir

İmam Gazali der ki:
“Mazlumların zulmü, zalimlerin varlığıdır. Eğer insanlar Allah’ın dinine sarılsalardı, Allah onlara Firavunları musallat etmezdi.”

Bir millet, adaleti terk ederse, Allah onlara zulmü musallat eder. Tıpkı bir vücuttaki mikroplar gibi… Zalim, bozulmuş bir bünyeye saldıran virüs gibidir. Toplumun manevi direnci düştükçe, zalimin etkisi artar.

Tarih Boyunca Zulmün Gölgesindeki Hikmetler

1. Nemrud ve Hz. İbrahim (as):

Nemrud, sadece bir kibir sembolü değil; aynı zamanda bir toplumun putperestliğine, dünyevîleşmesine ve zulme razı oluşuna karşı gelen bir kamçıydı. Onun yıkılışı ise, sadece bireysel bir cezalandırma değil, ilahi adaletin mutlaklığının göstergesiydi.

2. Emevîlerin Sert Yönetimi:

Emevîler döneminde, özellikle Ehli Beyt’e karşı yapılan zulümler, halkta derin yaralar açtı. Ancak bu zulümler, zamanla ümmetin bilinçlenmesine ve adaleti yeniden arzulamasına vesile oldu. İmam Hüseyin’in Kerbela’daki şehadeti, bir trajedi olduğu kadar, bir diriliş çağrısıydı.

3. Moğol İstilası:

Abbasîler’in lüks, israf ve halktan kopuk yönetimi; sonunda Moğol istilasını getirdi. Bağdat harap oldu, kütüphaneler yakıldı, âlimler kılıçtan geçirildi. Ama bu yıkım, İslam dünyasında yeniden bir toparlanmanın miladı oldu. Anadolu’ya gelen ilim adamları, Osmanlı’nın temelini attı.

4. Osmanlı’nın Çöküşü ve Modern Zalimler:

Osmanlı’nın son dönemlerinde adaletin zayıflaması, rüşvetin artması ve halktan uzaklaşma, Batılı devletlerin işgaline zemin hazırladı. Sonra gelen modern despotlar —Saddam, Esed, Kaddafi gibi— kimi zaman kendi halkının günahlarının bedeli olarak hüküm sürdü. Ama hiçbir zalim ebedi kalamadı; hepsi sonunda Allah’ın adaletine uğradı.

Zalimle İmtihan: Sabır mı, Kıyam mı?

Zulümle geçen her gece, hesabı ağır bir mahşer sabahıdır.

Zalime karşı durmak bir farz; ama toplumun kendini düzeltmesi de aynı derecede önemlidir. Çünkü Allah şöyle buyurur:

> “Bir topluluk kendilerini değiştirmedikçe, Allah onların halini değiştirmez.”
(Ra’d, 11)

Yani zalimi yıkmak değil, zulmün doğduğu zemini düzeltmek daha esaslı bir çabadır.

Sonuç: Zalim, Aynada Görülen Çirkin Suretimiz Olabilir

Zalim; bazen bir şahıs, bazen bir rejim, bazen de kendi nefsimizdir. Onun varlığına sadece kızmak değil, onun ortaya çıkış nedenini sorgulamak gerekir. Belki o, bizim gafletimizin, adaletsizliğimizin, şımarıklığımızın, duaya küsmüş ellerimizin bir yansımasıdır.

Ama müjdedir ki:

> “Zalimlerin sonu hüsrandır.”
(Bak.Kasas, 5)

Ve hikmet şudur:
“Allah, zalimi zalimle cezalandırır; ama sonunda her iki zalim de adaletin terazisinde hesap verir.”

İbret ve Dua:

Ey Rabbimiz!
Bizi ne zalim eyle, ne de zulme rıza gösterenlerden…
Bize adaletle yöneten, merhametle muamele eden önderler nasip eyle.
Ve bizleri, zulümle sınandığımızda, hikmeti fark edenlerden kıl…

 

 




Aile ve Nesil: Dua ile Yoğrulan Bir Miras

Aile ve Nesil: Dua ile Yoğrulan Bir Miras

İnsan, sadece kendisinden ibaret olmayan bir varlıktır. Varlığı; geçmişten gelen bir mirasın taşıyıcısı ve geleceğe doğru akan bir neslin temsilcisidir. Kur’ân-ı Kerîm, bu geniş perspektifi bize özellikle aile ve zürriyet ekseninde sıkça hatırlatır. Zira iman, sadece bireysel bir kurtuluş gayreti değil; aynı zamanda bir neslin inşa sürecidir.

“Rabbim! Beni ve soyumu namazı dosdoğru kılanlardan eyle.”
Hz. İbrahim’in (as) şu duası, insanlığın en temel duası haline gelmiştir:
“رَبِّ اجْعَلْن۪ي مُق۪يمَ الصَّلٰوةِ وَمِنْ ذُرِّيَّت۪يۗ رَبَّـنَا وَتَقَبَّلْ دُعَٓاءِ”
“Rabbim! Beni ve soyumu namazı hakkıyla kılanlardan eyle. Rabbimiz! Duamı kabul buyur.” (İbrahim, 40)

Bu dua, sadece bireysel bir ibadet hassasiyeti değil; aynı zamanda ailede ilahi disiplinin, kulluğun ve ahlâkın yerleşmesini arzular. Çünkü bir evde namaz varsa, o evde huzur vardır; namazın olduğu bir kalpte Allah korkusu, merhamet ve vakar vardır.

Aile, Bir Duanın Kabuğunda Büyür
Kur’ân’da takva ehlinin bir özelliği şöyle tasvir edilir:

“وَالَّذ۪ينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّق۪ينَ اِمَاماً”
“Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve zürriyetimizden göz aydınlığı olacak kimseler lütfet ve bizi takva sahiplerine önder kıl.” (Furkan, 74)

Bu dua, sadece iyi bir eş ve hayırlı evlat istemek değil; göz aydınlığı olacak, insanı dünyada sevindirecek ve ahirette yüzünü güldürecek bir aile özlemini ifade eder. Aynı zamanda bu neslin sadece hayırlı değil, takva önderleri olması temennisidir. Yani Müslüman, sadece çocuklarının başarılı ya da toplumda saygın olmasını istemez; onların Allah’a karşı sorumluluk bilincinde, toplumu takva üzere inşa eden insanlar olmasını arzular.

Zürriyet, Emanettir ve Mesuliyettir
Zürriyet, sadece biyolojik bir bağ değildir. Allah’ın insana verdiği en büyük imtihanlardan biridir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden sorumlusunuz.” (Buhari, Ahkâm, 1)

Ebeveyn olmak sadece sevgi ve ilgi değil; aynı zamanda örnek olmayı, öğüt vermeyi ve yaşatarak öğretmeyi gerektirir. Nice anne-baba vardır ki çocuklarına en güzel isimleri vermiştir, ama onları namazla, Kur’ân’la, ahlakla tanıştırmamıştır. Ve nice aile vardır ki, küçük bir evde, sade bir hayat içinde Allah’a dost nesiller yetiştirmiştir.

Bir Nesli İhmal Eden, Geleceğini Kaybeder
Toplumların çözülüşü çoğu zaman aile yapısının bozulmasıyla başlar. Aile çözülünce nesil bozulur; nesil bozulunca toplum dağılır. Bu yüzden şeytanın en büyük hedefi aileyi dağıtmaktır. Zira şeytan bilir ki, bir çocuğun en sağlam kalesi annesi ve babasıdır.

Dua İle Başlayan Nesil, Rahmetle Devam Eder
Hz. Zekeriyya’nın şu duası da bu hikmete işaret eder:
“Rabbim! Bana tarafından tertemiz bir nesil ihsan et. Şüphesiz ki Sen duayı işitensin.” (Âl-i İmrân, 38)

Dua ile başlayan her aile, Allah’ın rahmetiyle kuşatılır. Evlatlar sadece sevgiyle değil, dua ile de beslenmelidir. Her gecenin sonunda, her namazın ardından yapılan bir dua, çocukların kalbine ilahi bir nur gibi yerleşir.

Sonuç:

Aile, sadece dünyevi bir birliktelik değil; ahiret yolculuğunun da ilk durağıdır. İyi bir eş, hayırlı evlatlar, salih bir zürriyet… Hepsi, bu dünyadaki en büyük imtihanımız ve en kıymetli servetimizdir. Kur’ân’ın bize öğrettiği bu dualar, sadece istemek için değil, yaşamak için de birer rehberdir. Ve unutmayalım: “Salih bir evlat, öldükten sonra dahi amel defterini açık tutar.”

O halde ne mutlu ailesine dua eden, ailesi için yaşayan ve ailesini Allah’a kullukta bir cemaat kılanlara…




BİLGİNİN MERTEBELERİ: MALUMATTAN ŞUURA GİDEN YOL

BİLGİNİN MERTEBELERİ: MALUMATTAN ŞUURA GİDEN YOL

“Her bilen âlim değildir, her anlayan idrak etmiş sayılmaz, her idrak eden de şuurla hareket etmez.”

Zamanımızda bilgiye erişim kolaylaştı. Fakat insanın bilgiyle kemâle ermesi, hâl ve davranışlarına yön vermesi ise zorlaştı. Çünkü bilgiyle hikmet, ezberle idrak, düşünmekle muhakeme aynı şey değildir. Bu makalede, zihin dünyamızın mertebelerini anlamaya çalışacağız: Malumat, makulat, muhakemat… Ve onlara eşlik eden akıl, idrak ve şuur…

1. Malumat: Bilgi Yığını

Malumat; ezberlenen, öğrenilen, dışarıdan alınan bilgilerdir. Kütüphaneler malumatla doludur. Google bir malumat okyanusudur. Ancak insan, malumatla hakikate ulaşamaz. Çünkü malumat, ham bilgi demektir. İşlenmemiş, hazmedilmemiş, hikmetle buluşmamış bilgilerdir.

Malumatı çok olan aldanabilir. Zira şeytan da malumat sahibiydi. Meleklerin yaratılışını, gökleri, arşı biliyordu. Lakin bildiklerini doğru okuyamadı. Adem’e secdeyle sınandığında, kibri bilgisine perde oldu. Demek ki malumat tek başına kurtuluş sebebi değil.

2. Makulat: Anlamlandırılan Bilgi

Malumatın bir adım ötesi makulattır. Yani aklın süzgecinden geçmiş, anlamlandırılmış bilgidir. İnsan, aklı sayesinde malumatı analiz eder, ilişkilendirir, sebep-sonuç kurar. Burada “akletme” devreye girer.

Kur’an sıkça “akletmez misiniz?” der. Çünkü sadece bilgi değil, o bilginin ne işe yaradığı, neye hizmet ettiği, hangi hakikate yol açtığı önemlidir. Makulat, malumatın kalp ve akılla buluştuğu noktadır.

Ancak akıl sınırlıdır. Görmediğini inkâr etmeye meyyaldir. Nitekim akıl, idrake kapı aralar ama kendisi yetmez.

3. Muhakemat: Hikmetle Ölçmek

Muhakemat; bilgiyi, akılla değil, hakikat terazisiyle tartmaktır.
Yani; “muhakeme-i akliye” değil, “muhakeme-i hakikiye” yani hakikat muhakemesi esastır. Burada devreye hikmet girer.

Muhakemat, sadece doğru-yanlış ayırımı değil, yerinde ve zamanında olanı seçmektir. Bilginin faydalısı mı zararlısı mı, ebedî mi fânî mi olduğuna bakar. İnsan, muhakeme ile tercih eder; ebedî olanı fânîye üstün kılar.

Nitekim Hz. Âdem, malumatı bildi, makulatla cenneti tanıdı ama muhakemesiyle tövbe etti. Şeytan ise bildi ama muhakeme edemedi, azaba mahkûm oldu.

Akıl – İdrak – Şuur Ayrımı

Akıl, düşünme aletidir. Fakat her düşünen doğru düşünmez. Aklın ışığı, kalbin rehberliğiyle birleşirse yol aydınlanır.

İdrak, akılla alınan bilginin hazmedilmesidir. İnsan idrak edince, bilgi onun için anlamlı hâle gelir.

Şuur ise farkındalıktır. Kişinin hem kendi varlığının hem de Rabb’inin farkında olmasıdır. Şuur, insanı kul yapar.

Akıl bir araç, idrak bir seviye, şuur ise bir bilinç hâlidir. Şuurlu insan, malumatı bilgiye, bilgiyi hikmete, hikmeti ise hâle dönüştürür.

Sonuç: Şuur Sahibi Olmak

Bugün malumat çok; makulat az, muhakemat ise neredeyse kaybolmuş hâlde. Şuur ise yerini gaflete bırakmış. Bunun sonucu, çok bilen ama az düşünen, çok konuşan ama az anlayan, çok ezberleyen ama az yaşayan bir topluma dönüştük.

Bu yüzden ilim talebesi sadece okuyarak değil; düşünerek, karşılaştırarak, tefekkür ederek ve en önemlisi nefsini sorgulayarak olmalı. Malumatın değil, şuurun adamı olmak gerekir.

“İlim, amel etmeyen için bir delildir.”
“Akıl, başa bela bulmak için değil, beladan kurtulmak içindir.”
“Şuur ise, hakikati yalnız bilmek değil; onu yaşamaktır.”