CENNET EBEDİ YÜKSELİŞİN, CEHENNEM İSE EBEDİ DÜŞÜŞÜN İLK BASAMAĞIDIR

CENNET EBEDİ YÜKSELİŞİN, CEHENNEM İSE EBEDİ DÜŞÜŞÜN İLK BASAMAĞIDIR

Ebedî Yöneliş: Yükselenler ve Düşenler Arasındaki Hakikat

“O gün insanlar amellerine göre bölük bölük çıkarlar ki yaptıkları kendilerine gösterilsin.”
(Zilzal, 99/6)

İnsanlık, bir yolculuk üzeredir. Bu yolculuk ne dünya ile başlar, ne de kabirle son bulur. Asıl serüven, ölümle başlayan ve sonsuzlukla süren ebedî bir yöneliştir. Bu yöneliş ya yukarıya, yani cennete doğru bir yükseliş, ya da aşağıya, yani cehenneme doğru bir düşüştür. Bu iniş ve çıkışlar, sadece sonuç değil, aynı zamanda sonsuz istikametin de bir göstergesidir.

Cennet: Sonsuz Yükselişin Zirvesi

Kur’an, cenneti sadece bir ödül olarak değil, ahlaki ve manevi tekâmülün ebedî yansıması olarak tasvir eder. Cennet ehli, dünyada iman, sabır ve salih amellerle yükselmeye başlamış; ahirette bu yükselişin ebedî meyvesini toplamaya hak kazanmıştır.

> “Onlara içlerinde ebedî kalacakları Adn cennetleri vardır. Altlarından ırmaklar akar. Orada tertemiz eşler ve Allah katından bir hoşnutluk vardır.” (Al-i İmran, 3/15)

Cennet, maddi lezzetlerin ötesinde, Allah’ın rızasına ermenin, kulluğun kemale ermesinin ve ruhun sonsuz bir terakki sürecine girmesinin adıdır. Çünkü:

> “Onlara orada her ne dilerlerse vardır. Katımızda daha fazlası da vardır.” (Kaf, 50/35)

Bu “fazla”nın ne olduğu konusunda müfessirler, Allah’ın cemalini temaşa etme gibi en yüce mertebeleri zikretmişlerdir. Cennet, bu yönüyle sürekli bir yükselişin, “yaratılmışın Yaradan’a yaklaşmasının” nihai ve ebedî sahnesidir.

Cehennem: Ebedî Düşüşün Başlangıcı

Cehennem ise, sadece bir azap yeri değil; insanın kendisini inkârının, hakikatten uzaklaşmasının ve nefsin karanlık kuyularında kaybolmasının ebedî yansımasıdır.

> “Cehennemlikler orada ne ölürler ne de dirilirler.” (A’lâ, 87/13)

Bu ayet, durağan bir çöküşü, ölmeyen ama yükselmesi de mümkün olmayan bir varlığın trajedisini resmeder. Orası, ruhun yükselme ihtimalinin tükendiği bir alandır. Cehennem, bir sonuç değil, ruhen çürümüş bir yönelişin son durağıdır.

Kur’an şöyle der:

> “Hayır! Onlar, Rablerinden o gün perdelenmiş olacaklardır. Sonra onlar mutlaka cehenneme gireceklerdir.” (Mutaffifin, 83/15-16)

Cehennem, yüz çevrilen rahmetin ardından gelen adaletin karanlık yüzüdür. Ve bu, sadece azabın değil, kulluktan kopmuşluğun da cezasıdır.

Her Amel, Ebedî İstikameti Tayin Eder

Dünya, ebediyetin belirleyici aynasıdır. İnsanın her tercihi, her yönelişi ya bir merdiven basamağı gibi onu yukarıya çıkarır, ya da aşağıya indirir. Kur’an bu gerçeği şu şekilde ifade eder:

> “Kim izzet (yücelik) istiyorsa, bilsin ki izzet tamamıyla Allah’a aittir. Güzel söz O’na yükselir, salih amel onu yükseltir.” (Fatır, 35/10)

Salih amel, insanı yükseltir. Kibir, zulüm, küfür ve nefsaniyet ise insanı aşağı çeker. Ve bu çekilme, bazen esfel-i sâfilîn (aşağıların aşağısı) noktasına kadar iner:

> “Andolsun, insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik. Ancak iman edip salih amel işleyenler müstesna…” (Tîn, 95/4-6)

Bugün, Sonsuzluğun İlk Günü

Cennet de cehennem de, sadece ölümden sonra başlayan mekânlar değildir. İnsanın kalbi ya cennetin tohumlarını taşır ya da cehennemin kıvılcımını… Her iyilik, sonsuzlukta yankılanır; her kötülük de öyle. Bugün attığımız adımlar, ebedî istikametin ilk izleridir.

Sonuç:
Cennet, ebedî yükselişin göğe açılan kapısıdır. Cehennem ise, ebedî düşüşün karanlık kuyusudur.
İnsan ya Allah’a yaklaşır, ya da O’ndan uzaklaşır. Bu iki zıt yön, iki ayrı ebediyet demektir.
Ve biz, her gün bu sonsuzluklara doğru biraz daha ilerliyoruz.
Yönümüz neresi? Yükseliyor muyuz, yoksa düşüyor muyuz?

 

 




ŞÂFÎ OLAN ALLAH: HASTALIĞIN ARDINDAKİ ŞİFA SIRRI

ŞÂFÎ OLAN ALLAH: HASTALIĞIN ARDINDAKİ ŞİFA SIRRI

“وَاِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْف۪ينِۖ
“Ve izâ meridtü fe huve yeşfîn” – “Hastalandığım zaman, O’dur bana şifa veren.” (Şuarâ, 80)

Giriş: Her Derdin Arkasında Bir El Var

İnsanoğlu acizdir; beden bir an bozulsa, ruh bir gün sarsılsa derman aramaya başlar. Şifayı doktorda, ilaçta, bitkide arar. Oysa asıl şifa kaynağı, Şuarâ Sûresi’nde Hz. İbrahim’in lisanıyla bildirilen **“Şâfî olan Allah”**tır. O’nun izni olmadan ne bir hücre iyileşir, ne bir yara kapanır, ne de bir ruh huzur bulur.

1. Şifa: İlâhî Kudretin Tecellîsidir

“Şifa” sadece hastalığın geçmesi değil; Allah’ın kuluna kudretiyle dokunmasıdır. Allah’ın “eş-Şâfî” ismi, Kur’an’da doğrudan geçmese de, bu âyette fiil olarak kullanılmıştır:

“Fe huve yeşfîn” – “O’dur bana şifa veren.”

Hz. İbrahim (a.s) burada dikkat çekici bir dil kullanır: “Hastalandığım zaman…” der, yani hastalığı kendine nispet eder, ama şifayı doğrudan Allah’a… Çünkü hastalık bir imtihan olabilir, sebeplere dayanabilir; fakat şifa bizzat Allah’ın takdiridir.

2. Şâfî İsmi: Sadece Bedene Değil, Kalbe de Şifa Verir

Şifa sadece fiziki hastalıklar için değil, kalp yaraları, ruh darlıkları, iman zayıflığı ve nefsin illetleri için de geçerlidir. Allah, hem bedene şifa verendir hem de:

“Kur’an’dan, mü’minlere şifa ve rahmet olan şeyleri indiriyoruz.”
(İsrâ, 17/82)

Demek ki Kur’an da bir şifadır. İlahi kelam, bozulmuş gönüllere, kırılmış zihinlere, bulanık ruhlara manevî bir şifa sunar.

3. İbret: Doktor Tedavi Eder, Şifa Allah’tandır

Hekim bir sebep, ilaç bir vesiledir. Ama her şeyin sonunda şifa Allah’ın dilemesiyle gerçekleşir. Aynı hastalık, aynı ilaçla birini iyileştirirken, diğerini etkilemez. Çünkü şifa formülde değil, ilâhî izindedir.

İlâç, şifaya vesiledir; şifayı veren ise Hâlık-ı Zülcelâl’dir.

4. Hikmet: Hastalık da Şifadır

Bazen hastalık, bedeni zayıflatır ama ruhu diriltir. Nefsi kırar ama kalbi Hakk’a yaklaştırır. İnsan hasta olduğunda ne kadar aciz olduğunu fark eder, dua eder, tevekkül eder, sabreder, Allah’a yönelir.

Hz. Mevlânâ şöyle der:

> “Hastalık gelmese, Allah’ı hatırlamazsın. O, seni kendine çekmek için gönderdi bu dertleri.”

O zaman şifa, sadece iyileşmek değildir; derdin seni Allah’a götürmesidir.

5. Dua ile Şifa: Şâfî’ye Yönelmek

Şifa isteyen bir kul, sadece reçeteye değil, Rahmân’a sığınmalıdır. Çünkü dua, kalbin ilacıdır. Ayet, bunu bize fiilen öğretir:

“Ve izâ meridtü…”
“Hastalandığımda…”
Bu bir yakarıştır. Ve ardından gelen:
“…fe huve yeşfîn.”
“O’dur bana şifa veren.”

Bu ayet aslında bir dua cümlesidir. Kulun, her hastalık anında tekrar edebileceği bir yakarış:
“Allah’ım, şifayı sadece Senden bekliyorum.”

6. Hastalık ve Şifa Arasındaki İnce Denge

Şâfî isminin tecellisi bazen hemen olur, bazen gecikir, bazen hiç gerçekleşmez gibi görünür. Fakat her durumda bir hikmet vardır:

Belki o hastalıkla günahlar dökülür.

Belki o sabırla manevî dereceler artar.

Belki de o ızdırapla ölüm yumuşar, kabir aydınlanır.

Bilinmelidir ki, Allah dilerse, derdi bile şifa yapar. Çünkü O hem Müdebbirdir (her şeyi en güzel şekilde yöneten), hem de Şâfî’dir.

Sonuç: Şifa O’ndandır, Şâfî O’dur

Hastalandığımızda ilaçtan önce Allah’a yönelmeliyiz. Doktora gitmekle birlikte, kalbimizi Şâfî ismine bağlamalıyız. Ve bilmeliyiz ki:

“O diledi mi, dertsiz de şifa verir; diledi mi, şifasız da derman eder.”

Dua ile bitirelim:

“Yâ Şâfî! Bedenimize sıhhat, kalbimize selâmet, ruhumuza afiyet ver. Hastalığı sabırla, şifayı şükürle karşılayan kullarından eyle bizi.”




TEVHİD BAHRİNDEN BİR DAMLA NUŞ ETMEK: ÖMRE BEDEL

TEVHİD BAHRİNDEN BİR DAMLA NUŞ ETMEK: ÖMRE BEDEL

“Eğer yeryüzünde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle bozulup giderdi…”
(Enbiyâ, 22)

Giriş: Vahdetin Bahri, Tevhidin Damlası

Tevhid, Allah’ı bir bilmek, tek bilmek, her şeyin sahibi olarak yalnız O’nu tanımaktır. Bu, bir kelime değil; bir hakikat, bir iman şuuru, bir kalp dönüşümüdür.
Bu büyük denizden bir damla nuş eden; yani tevhid hakikatini bir anlık dahi olsa hisseden, tanıyan ve yaşayan bir kul; ömrünün en kıymetli anını yaşamıştır.

1. Tevhid: Varlığın Kalbinde Atan İlâhî Hakikat

Tevhid, sadece “Allah birdir” demek değildir.
Tevhid, şu demektir:

Varlıkta tek bir yaratıcı görmek,

Her sebebin arkasında ilâhî bir kudreti bilmek,

Her nimeti Allah’tan bilmek,

Her musibeti imtihan olarak görmek,

Her anı O’nun huzurunda yaşamak…

Tevhid; kalbin, aklın, ruhun, nefesin, hatta bakışın Allah’la irtibat kurmasıdır.

2. Bir Damla Tevhid: Bin Yıllık Şirki Temizler

> “Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadetten hayırlıdır.”

O tefekkür nedir?
İşte tevhid damlasıdır.
İnsan bir an şöyle düşünse:

> “Bu kalb nasıl atıyor?
Bu gökyüzü nasıl duruyor?
Bu göz görmeyi nasıl biliyor?
Kim veriyor bana nefes almayı?”

İşte bu düşünce, tevhidin kapısını aralar. Ve o kapıdan içeri giren kişi, hayatın hakikatini görmeye başlar.
O an ömre bedeldir.
Çünkü o an kişi, Rabbini tanımıştır.

3. Tevhid, Dağ Gibi Yükleri Hafifletir

Tevhidi bilen kişi yalnız Allah’a güvenir.
İnsanlardan korkmaz, mahlûkattan medet ummaz, sebeplere değil Müsebbibü’l-Esbâb’a (sebeplerin yaratıcısına) dayanır.
Dünya yükünü sırtında değil, kalbinde Allah’la taşır.

“Kim Allah’a tevekkül ederse, O ona yeter.” (Talâk, 3)

Tevhid, bütün korkuları izale eder.
Çünkü kul bilir ki:
“Zarar da, fayda da ancak Allah’tandır.”

4. Tevhid, Kalbe Huzur Verir

Zihin bin parçaya bölünmüşse, kalp bin endişeye boğulmuşsa, ruh daralmışsa…
Bunların tek ilacı: Tevhid hakikatini tatmaktır.

Allah’ın bir olduğunu bilmek, yetmez.
Onunla yaşamak gerekir.

Tevhid, sadece inanç değil, bir hayat tarzıdır:

Kazancı helal olur.

Ahlakı güzel olur.

Niyeti temiz olur.

Sabrı derin olur.

Teslimiyeti sağlam olur.

Tevhid insanı kulluğun özüne götürür. O özde ise sadece bir kelime kalır: “Allah.”

5. Bir Damla Tevhid: Cehennemlik Bir Kalbi Cennete Çevirir

Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurur:

> “Kalbinde zerre kadar tevhid olan kimse, sonunda cennete girer.”
(Buhârî, Tevhid)

Bu ne büyük bir müjdedir!
Bir damla tevhid, bir ömür şirkle geçmiş olsa da, Allah’ın rahmetiyle o kalbi kurtarabilir.
Çünkü tevhid, kalbin O’na “yalnız Sen varsın” deyişidir.

6. Tevhid Hakikatinden Habersiz Bir Ömür, Boşa Akan Bir Nehir Gibidir

Bir insan çok çalışabilir, çok kazanabilir, çok okuyabilir. Ama Allah’ı tanımamışsa, tevhid nuruna ulaşamamışsa; hakikatte hiçbir şey elde etmemiştir.

Çünkü ne zenginlik, ne bilgi, ne makam, tevhidsiz bir kalbi doyurmaz.
İşte bu yüzden bir damla tevhid, ömre bedel olur.
Çünkü o damla, insanı sonsuzluk denizine götürür.

Sonuç: Tevhid Damlasını Hayatına Düşüren, Karanlıkta Yanan Bir Kandil Gibidir

O kandil, hem kendine ışık olur, hem başkalarına.
Tevhid öyle bir nurdur ki; şirk karanlığını, gaflet pususunu, vesvese fırtınasını bir anda dağıtır.
Tevhid ehli kişi, yeryüzünde Allah’ın halifesi gibi yaşar. O’na dayanır, O’na güvenir, O’ndan ister, O’na yönelir.

Dua ile bitirelim:

“Yâ Vâhid, Yâ Ehad! Kalbimize bir damla tevhid ver. O damlayla ömrümüzü mamur, ölümümüzü mesrur, ahiretimizi nurlu kıl. Bizi yalnız Sana kulluk edenlerden eyle. Âmin.”

 

 




SEKERAT ANINDAKİ HALLER: YAŞA GÖRE ÖLÜMÜN SESSİZ DİLİ

SEKERAT ANINDAKİ HALLER: YAŞA GÖRE ÖLÜMÜN SESSİZ DİLİ

“Her nefis ölümü tadacaktır…” (Âl-i İmrân, 3/185)

Giriş: Ölüm, Yaş Ayırmaz; Ama Her Yaş Onu Farklı Yaşar

Hayatın en sarsıcı hakikati ölümdür. Ne zaman geleceği meçhul, ama geleceği kesin olan bu hakikat, insanı her yaşta yakalayabilir. Ancak yaş farkı, ölümle yüzleşme biçiminde derin izler bırakır. Çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve ihtiyarlık… Her biri, sekerat (ölümün son anları) esnasında ayrı bir tecelliye sahne olur. Ve her biri ayrı bir ibret, ayrı bir hikmet taşır.

1. Çocukta Sekerat: Masumiyetin Sessiz Vedası

Henüz günahla yüklenmemiş, dünya bağları ile bağlanmamış bir ruhun vedasıdır çocukta sekerat. Bazen bir tebessümle, bazen meleklerin kucağında huzurla gerçekleşir. Kalbi berrak, ruhu temizdir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyurur:

“Cennet çocuklarla doludur; onlar orada kuşlar gibi uçarlar.”
(Müslim, Cennet 16)

Çocukların ölüm anı, bir yönüyle rahmetin en saf tecellisidir. Ağlatan bir kayıptır ama perde arkasında, bir lütuf gizlidir. Çünkü onların sekeratı, günahın kefareti değil; cennetin kapısıdır.

2. Gençte Sekerat: Fırsatlarla Dolu Bir Hayatın Hesabı

Gençlik, kuvvetin, arzunun, hevesin dorukta olduğu zamandır. Genç yaşta sekeratla yüzleşmek, insana en derin sarsıntıyı yaşatır. Eğer hayat gafletle geçmişse, pişmanlığın en yoğun hissedildiği andır. Kur’an’da şöyle buyrulur:

“Onlardan birine ölüm geldiğinde der ki: ‘Rabbim! Beni geri döndür. Ta ki, geride bıraktığım şeylerde salih ameller işleyeyim.’”
(Mü’minun, 23/99-100)

Eğer genç, imanla, takvayla geçmiş bir hayat yaşamışsa, sekerat onun için Rabbe vuslatın ilk adımı olur. Ama eğer dünya sevgisiyle dolmuş bir kalp varsa, sekerat zorlukla geçer; çünkü beden gitmek istemez, ruh kurtulmak ister.

3. Orta Yaşta Sekerat: Mesuliyetin En Yoğun Olduğu Veda

Hayatın en çok imtihanla dolu olduğu çağdır. Evlat, eş, iş, sorumluluk, hesap… Sekerat, bu yaşta, bazen pişmanlıkla, bazen tevekkülle yaşanır. Eğer insan bu yıllarda Allah’a kul olmayı unutmuşsa, sekerat zor olur. Çünkü dünya tam da elindeyken alınır.

Ancak bu yaşta bir kul, hayatını hak yoluna vermişse, sekerat anı onun için bir bayram sabahı gibi olur. Yıllarca sabrettiği imtihanların, yaptığı duaların, döktüğü gözyaşlarının karşılığını alacağı ana yaklaştığını hisseder.

4. İhtiyarda Sekerat: Yorgun Bir Bedenin Sonsuzluğa Yürüyüşü

Yaşlılık, dünyadan el çekmeye en yakın zaman dilimidir. Bedensel zayıflık, ruhsal derinlik… Sekerat bu yaşta, çoğu zaman sükûnetle gelir. Ölüm, artık yabancı değil, tanıdık bir misafir gibidir. Eğer ömür ibadetle geçmişse, sekerat bir vuslat olur.

İmam Gazâlî’nin ölüm anında söylediği şu söz, ihtiyar bir arifin halini ne güzel anlatır:

> “Ruhum, artık uçma vaktidir… Ey ruh, ne duruyorsun? Git! Sevgilinin huzuruna doğru uç!”

Ama gafletle geçmiş bir ihtiyarlık ise, sekeratı zorlaştırır. Çünkü ömür tükenmiş, telafi vakti bitmiştir. Kalp korku, göz pişmanlıkla dolar.

5. Her Yaşta Ortak Olan Gerçek: Ölüm, Uyandırıcıdır

Yaş farkı ne olursa olsun, sekerat bir uyanıştır. Dünya perdesinin kalktığı, hakikatin göründüğü, meleklerin gelip gittiği o an… Herkes için mutlak bir hesap vakti. Fakat ibretli olan şudur ki:

Çocuklar, cennete davet edilir.

Gençler, amellerinin karşılığını görür.

Yetişkinler, hayatlarının muhasebesini verir.

İhtiyarlar, dünyaya vedayı en çok hisseder.

Sonuç: Sekerat, Ahiret Kapısının Anahtarıdır

Ölüm bir son değil, başlangıçtır. Sekerat ise o kapının eşiğidir. Her yaşta farklı yaşansa da, hakikati aynıdır: Kul, Rabbine döner. Öyleyse yaş ne olursa olsun, sekeratı kolaylaştıran bir hayat yaşamaktır asıl mesele.

Ve dua ile bitirelim:

“Allah’ım! Bizi sekeratın şiddetinden muhafaza eyle. Ölüm anımızı iman, huzur ve vuslatla tamamlat.”

 

 




Hâl Değişir, Hâlık Bakîdir: En Güzel Hâle Yolculuk

Hâl Değişir, Hâlık Bakîdir: En Güzel Hâle Yolculuk

> “Allahümme yâ muhavvile’l havli ve’l ahvâl, havvil hâlenâ ilâ ahseni’l hâl”
Ey halleri hâlden hâle çeviren Allah’ım! Bizim halimizi en güzel hale çevir.

İnsan, sabit bir varlık değildir. Bugün gülerken yarın ağlayabilir, bugün zirvedeyken yarın çökebilir. Çünkü hayat, sabit değil; dönüşüm ve imtihandır.

Bu dua, insanın değişkenliğini, dünya hâllerinin geçiciliğini ve gerçek istikrarın yalnızca Allah’a bağlılıkta olduğunu ifade eden hikmetli bir yakarıştır.

Hâl, İnsanlık Kadar Eskidir

“Hâl”, sadece ruhun değil, toplumların, milletlerin, hatta kâinatın dilidir.
Her şey değişir, dönüşür:

Mevsimler gibi,

Geceden sabaha dönen karanlık gibi,

Gençliğin yaşlılığa evrilişi gibi…

Ve bu değişimin perde arkasında bir Kudret vardır:
Yâ Muhavvile’l Ahvâl…

Neden Hâlimizi Değiştirmesini İsteriz?

Çünkü insan bazen kendini:

Günah batağında,

Umutsuzluk kuyusunda,

Tembellik, gaflet veya kibre saplanmış hâlde bulur.

İşte bu noktada insanın duası bir imdat çağrısına dönüşür:
“Havvil hâlenâ ilâ ahseni’l hâl”
(Bizim bu perişan hâlimizi, en hayırlı, en güzel hâle dönüştür.)

Bu dua, yalnızca maddi hâller için değil, kalbin, ruhun, niyetin ve bakışın dönüşümü içindir.

En Güzel Hâl Nedir?

Kalbin Allah’a bağlı olduğu hâl,

Aklın hakikati kavradığı hâl,

Nefsin itminana erdiği hâl,

Dilin yalandan, gözün haramdan, elin zulümden uzak olduğu hâl…

Yani, “ahseni’l hâl”, fıtratın aradığı en saf denge hâlidir.
İşte bu yüzden dua ederiz:
“Rabbim, bu dağınık, yorgun, şaşkın hâlimizi en güzel hâle çevir.”

Bu Dua Bize Ne Öğretir?

1. Hiçbir hâl sabit değildir.
Ne dert ebedîdir, ne nimet daimîdir.

2. Değişimin kaynağını unutmamak gerekir.
Hâllerin sahibi kul değil, Halleri Değiştiren Zâttır.

3. İyiliğe dönüş mümkündür.
Bugün gaflette olan, yarın velayet mertebesine çıkabilir.

4. Değişimi istemek bir kulluk şuurudur.
İnsan, her daim daha güzeline, daha yakınına talip olmalıdır.

Hayatın Eşiğinde Bu Dua

Bu dua, özellikle hicri yılbaşı, Ramazan başlangıcı, bayram sabahı gibi yenilik ve dönüşüm anlarında okunur.
Ancak her sabahın sabahında, her secdenin ucunda da dilde olmalıdır.

Çünkü:

Hayat bir seyirdir.

Hâl bir yolculuktur.

Ve bu yolculuğun kaptanı nefs değil, Rahmân’dır.

Son Söz: Değişimi Kudret Eline Bırakmak

Değişmek zordur.
Ama Allah için değişmek rahmettir.
Bu yüzden diyoruz ki:

> Allah’ım, kalbimizi, amellerimizi, niyetlerimizi;
gafletten zikre,
zulmetten nura,
kötüden güzele,
en güzel hâle çevir.

> “Yâ Muhavvile’l Ahvâl, Havvil hâlenâ ilâ ahseni’l hâl.”




Kapılar ve Kudret: Açan da O, Açtıran da O’dur

Kapılar ve Kudret: Açan da O, Açtıran da O’dur

> “Ya müfettihal ebvâb, iftah lenâ hayrel bâb”
Ey bütün kapıları açan Allah’ım! Bize hayırlı kapılar aç!

> “Leyse leha min dûnillâhi kâşifeh”
Onu Allah’tan başka açacak kimse yoktur. (Necm Sûresi, 58. Ayet)

Dünya bir kapılar sahnesidir. Hayat, kapıların açılması ve kapanmasıyla örülü bir yolculuktur. Kimimiz rızık kapısını aralar, kimimiz şifa kapısını bekler. Kimimiz ilim, hidayet, tevbe ya da kurtuluş kapısının önünde secdeye varır.

Ve unuturuz:
O kapılar görünmez bir el ile açılır.

Kapılar, Kimin Eline Bakar?

Modern çağ bize başarı, plan, strateji, tanıdık, tesadüf gibi kelimeleri öğretti. Fakat Kur’an bize başka bir şey söylüyor:

> “Onu Allah’tan başka açacak kimse yoktur.” (Necm, 58)

Ne bir doktor bir kalbi açabilir,
Ne bir komutan bir zafer kapısını aralayabilir,
Ne bir tüccar kendi rızkını garantileyebilir.

Kapılar, yalnızca O’nun kudret elindedir.

Hayır Kapılarını Aralamak

İnsan bazen tıkanır:

Bütün yollar kapalıdır.

Dualar cevapsız gibidir.

Çabalar neticesiz görünür.

Zihin bulanık, kalp yorgundur.

İşte o an, mü’min dilini bu duaya sarar:
“Ya Müfettihal Ebvâb, iftah lenâ hayrel bâb!”
(Allah’ım, bize hayırlı kapılar aç!)

Çünkü her kapı hayır değildir.
Bazı kapılar şöhrete, servete açılır ama nihayetinde felaketle kapanır.
Bazı yollar geniş görünür ama cehenneme çıkar.

Bu yüzden yalnız “hayır kapısı” istenir.

Zorluk Kapılarından Rahmet Açılır

Bir hasta, şifa kapısını arar ama bazen sabır kapısından girerek ilahi yakınlığa ulaşır.
Bir fakir, rızık ister ama kanaatle berekete kavuşur.
Bir günahkâr, tövbe kapısında beklerken, mağfiretin ve rahmetin bağrına alınır.

Allah, en kapalı anda bile bir “hayır kapısı” açabilir.
Ve bazen en zor görünen kapı, seni en güzel yere çıkarır.

Kapıyı Allah Açar, Kul Kapıda Olmalı

Dualar, kapının ziline benzer.
Her zilin bir sesi, her duanın bir vakti vardır.
Önemli olan o kapıda ısrarla, edeple, ümitle durabilmektir.

Çünkü Allah dilerse:

Firavun’un sarayında Musa’yı büyütür,

Kuyudan Yusuf’u sultan eder,

Mağarada saklananı âleme önder yapar.

Son Söz: Kapının Ardındaki Kudret

Ey kul! Kapılar senin değil, Rabbinindir.
Senin işin doğru kapıda durmak, ısrarla dua etmek, sabırla beklemek ve gelen kapıya secdeyle girmektir.

Unutma:

> “Leyse leha min dûnillâhi kâşifeh”
Onu Allah’tan başka açacak kimse yoktur.

Ve sen de her sabah şu duayı et:

> “Allah’ım, dünya ve ahiret için bize hayırlı kapılar aç. Bizi o kapıdan al ve rahmetine al.”

 

 




Kalplerin Çalkantısında Sâbit Kalmak: Mukallibel Kulûb’a Sığınmak

Kalplerin Çalkantısında Sâbit Kalmak: Mukallibel Kulûb’a Sığınmak

İnsan kalbi…
Değişimin, dönüşümün, tereddüt ve teveccühün merkezi…
Bazen bir secde kadar yakın, bazen bir gaflet kadar uzak…

İşte bu yüzden Resûlullah Efendimiz (s.a.v), her fırsatta şu niyazda bulunurdu:

> “Yâ Mukallibel Kulûb! Sebbit Kalbî alâ Dînik.”
“Ey kalpleri hâlden hâle çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin üzere sabit kıl!”

Neden Bu Dua? Çünkü Kalp Değişkendir

İnsanın kalbi, Arapça’da “kalb” kelimesinden gelir.
Bu kök kelime, “dönmek, değişmek” anlamındadır.
Yani kalp, yaratılışı gereği değişkendir.

Bugün Allah’a yönelen bir kalp, yarın dünyevî bir meşguliyete sapabilir.
Bu yüzden, en güvenilir kalp bile bir dua kadar tehlikede,
en dalgın kalp bile bir tevbe kadar kurtuluşa yakındır.

Değişen Kalbi Kim Sabit Kılar?

Kalbin hak yolunda sabit kalması, ilme, irfana, çevreye bağlı olabilir ama esas bağ Allah’ın iradesidir.

“Yâ Mukallibel Kulûb” diyerek, kalbimizi istikamet üzere tutması için
Kalpleri çeviren Zât’a yöneliyoruz.

Tıpkı pusulası bozulmuş bir gemi gibi,
kalbimiz de zamanla yönünü şaşırabilir.
Ama sığınacak liman belli: “Sebbit Kalbî Alâ Dînik.”

Zamanın Fitneleri ve Kalbin İstikameti

Zaman ilerledikçe, imanı korumak daha zor hâle geliyor.
Bilgi çok, hikmet az…
Söz çok, sadâkat az…
Dünya süslenmiş, nefis kışkırtılmış…
İşte böyle bir zamanda kalbi sabit tutmak,
en büyük mücadelelerden biri haline gelmiş durumda.

Sahabîler bile korkmuştu bu tehlikeden.
Onlar bile Resûlullah’a gelip sormuşlardı:
“Ya Resûlallah! Kalbimizde zaman zaman farklı duygular oluyor. Bu nedir?”
Ve o da, bu duayı tavsiye etmişti.

Sâbit Kalmak, Durağan Olmak Değil; Doğruya Sıkı Tutunmaktır

Sâbit kalmak; donuk olmak değil,
doğru istikamette kararlılıkla yürümektir.

Bir ağacın kök salışı gibi…
Fırtınalar esse de, yağmurlar dövse de,
o ağaç, köküyle yere tutunur.
İşte kalp de imanın köküyle Allah’a tutunduğunda sarsılmaz.

Bu Dua Ne Öğretir?

1. Kalbin değişkenliğini fark ettirir.
Kimse kalbinden emin olmasın. Her an kayabilir.

2. Tevekkül öğretir.
Kalbin istikameti için yalnızca kendi gücüne değil, Allah’ın yardımına muhtacız.

3. Tefekkür ettirir.
Kalbin neyle meşgul olduğu, nasıl beslendiği, neye meylettiği önemlidir.

4. Tevazuyu kazandırır.
En sâlih kişi bile düşebilir; bu yüzden her zaman duaya muhtaçtır.

Sonuç: Kalbin En Güzel Sığınağı Duadır

Kalbini günahlardan arındırmak isteyen,
ona istikamet kazandırmak isteyen herkes,
bu duayı dilinden düşürmemeli:

> “Yâ Mukallibel Kulûb! Sebbit Kalbî Alâ Dînik.”

Çünkü zamanın rüzgârı serttir,
nefsin çekişi güçlüdür,
şeytanın vesvesesi sinsidir…

Ama kalbini Allah’a emanet eden,
korkmaz, savrulmaz, kaybolmaz.




İNSANIN YARATILIP BU DÜNYAYA GÖNDERİLMESİNDEKİ HİKMET VE GAYELER NELERDİR

İNSANIN YARATILIP BU DÜNYAYA GÖNDERİLMESİNDEKİ HİKMET VE GAYELER NELERDİR

İnsanın yaratılıp bu dünyaya gönderilmesineki birinci gaye ve hikmet; kendi yaratıcısını tanımak ve O’na iman edip ibadet etmektir.

**NEDEN VARIZ?

İnsanın Yaratılışındaki Hikmet ve Dünya Yolculuğunun Gayesi**

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”

(Zâriyât Sûresi, 56. âyet)

Giriş: Ben kimim,Nereden Geliyorum,Nereye Gidiyorum ve bu dünyadaki vazifemiz nedir?

Her gün bir adım daha yaşlanıyoruz. Fakat kimse neden doğduğunu, niçin yaşadığını, nereye gittiğini tam olarak sormuyor. Oysa bu üç soru, insanın en temel varlık gayesini belirler:

Nereden geldim?
Niçin buradayım?
Nereye gidiyorum?

Bu sorular cevapsız bırakıldığında hayat anlamsızlaşır. Oyun ve oyalanma olur. Ama Allah, insana bu soruların cevabını hem vahiy ile hem de fıtrat ile vermiştir.

1. Yaratılışın Kaynağı: İlâhî Kudretin Tecellîsidir

İnsan başıboş bırakılmamıştır. Bir tesadüf eseri değil, irade sahibi bir Yaratan’ın bilinçli tercihiyle var edilmiştir. Kur’an şöyle seslenir:

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?”
(Mü’minûn, 115)

Her insan; aklı, ruhu, kalbi, vicdanı ve iradesiyle ilâhî bir sanat eseridir. Ve bu sanat eseri, Yaratıcısını tanımak ve ona yönelmekle anlam kazanır.

2. Bu Dünyaya Geliş: İmtihan İçin Bir Misafirlik

İnsan dünyaya geliş amacı olarak zevk ve eğlenceyi, mal ve makamı görürse yolunu şaşırır. Oysa bu hayat bir imtihan salonudur.

“Hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur.”
(Mülk, 2)

İnsan burada ebedî kalmak için değil, ebedî bir hayata hazırlanmak için vardır. Dünya ise bu hazırlık için geçici bir yolculuk, kısa bir istasyon, çabuk geçecek bir misafirhanedir.

3. İnsanın Gayesi: Marifet, Muhabbet ve Kulluk

Yaratılışın üç temel hikmeti vardır:

a) Marifetullah (Allah’ı Tanımak):

İnsanın kalbi ve aklı Allah’ı bilmek için yaratılmıştır. Her şeyde O’nun izini, ilmini, kudretini görmek için… Çünkü tanımayan, sevemez.

b) Muhabbetullah (Allah’ı Sevmek):

İnsan, sevgi üzerine yaratılmıştır. Ama bu sevgi, asıl sahibine yönelmezse boşa harcanır. Gerçek sevgi, Yaratan’a duyulan aşktır.

c) Ubûdiyet (Kulluk):

En büyük şeref, kul olmaktır. Namazla, sabırla, şükürle, güzel ahlakla Allah’a kul olmak… Çünkü insanı yücelten, kendini aşmasıdır. Ve en yüksek makam, Allah’a secde eden alnın ulaştığı makamdır.

4. Hikmetli Bir Ölçü: Nimetler Şükür İçindir

Göz, bakmak için değil ibretle görmek içindir.
Dil, tat almak için değil Hakkı zikretmek içindir.
Akıl, dünyayı kazanmak için değil, ahireti anlamak içindir.
Ömür, sadece yaşamak için değil, yaşatmak, anlamak ve hazırlık yapmak içindir.

5. Düşündüren Bir Gerçek: Dünya Bir Sınavdır, Cennet Ödül

Bu hayatın sonunda bir kapanış yoktur. Asıl hayat kabirden sonra başlar.
İnsan bu dünyada yaptığı tercihlere göre ya:

Cennete davet edilir…

Ya da ebedi pişmanlıkla yüzleşir.

O hâlde hayat bir oyun değil; sonsuz bir yurdun tohumlarının ekildiği bir tarladır.

Sonuç: Hayatın Anlamı, Yaratan’ı Tanımakta Gizli

İnsan boşuna yaratılmadı. Gelişi bilinçli, gidişi mukadder. Bu hayat bir sermaye, bir fırsat, bir emanettir. Ve en büyük saadet, insanın:

Nefsini tanıyıp onu aşması,

Rabbini tanıyıp O’na yönelmesidir.

Ey insan!
Varlığını sorgula. Kalbini susturup dinle. Çünkü orada hep fısıldayan bir hakikat var:
“Beni Yaratan’ı tanı, beni buraya göndereni unutma.”

Dua ile bitirelim:

“Ey Rabbimiz! Bizi boş ve amaçsız yaşayanlardan değil, yaratılış gayesini bilen, sana hakkıyla kulluk edenlerden eyle. Ömrümüzü senin rızanla mamur, sonumuzu saadetle tamamla. Âmin.”

 

 




NAMAZDA TERTİBE RİAYET

NAMAZDA TERTİBE RİAYET

Ehli tertib birisi sabah namazını kılacağı sırada eğer yatsı namazını kalmamışsa ne yapar, hangisinden önce başlar? Sabah namazını kılıp sonra yatsının kazasını kılması halinde sabah namazı ifsad olurmu? Olursa bunun delil ve kaynağı nedir?

Bu mesele fıkıh kitaplarında “namaz tertibi” ve “kazaya kalmış namazla mevcut vakit namazı arasındaki ilişki” başlıkları altında ele alınır. Ehli tertib meselesi özellikle Hanefi mezhebinde detaylı bir şekilde işlenmiştir.

1. Tertip Sahibi Kimdir?

Ehli tertip (tertip sahibi), geçmişte kazaya kalan namazı en fazla altı (bazı görüşlere göre beş) vakitten fazla olmayan kimsedir. Eğer bir kişi altı veya daha fazla vakit namazı kazaya kalmışsa tertip bozulur ve kişi “ehli tertip” olmaz.

2. Sualin Cevabı – Sabah namazı vakti girdiğinde yatsı kılınmamışsa ne olur?

Eğer bir kimse ehli tertip ise ve yatsı namazını vaktinde kılamamışsa, sabah namazını kılmadan önce önce yatsının kazasını kılması gerekir. Çünkü tertip sahibi olan kimse, sıralamaya riayet etmekle mükelleftir. Aksi halde, vaktinde kıldığı sabah namazı sahih olmaz, iade edilmesi gerekir.

3. Delil ve Kaynaklar

İbn Abidin der ki:

> “Tertip sahibi olan kişi, kazaya kalmış bir namazı varken, onu kılmadan vaktinde bir namaz kılsa, o vaktin namazı sahih olmaz, tekrar edilmesi gerekir.”
(Reddü’l-Muhtar, c.1, s.558)

Hidaye (Burhanüddin el-Merginani) adlı Hanefi fıkıh kitabında:

> “Tertip sahibi olan kişi, geçmiş kazasını bilerek terk eder ve vaktin namazını kılarsa, bu namaz sahih olmaz.”

Fetava-i Hindiyye:

> “Eğer kişi tertip sahibi ise, kazaya kalan namazı kılmadan vaktin namazını kılarsa, vaktin namazı fasit olur.”

4. Uygulama Örneği

Sabah namazı vakti girmiştir ama kişi yatsıyı kılamamıştır:

Eğer tertip sahibi ise:

1. Önce yatsı namazını kaza eder.

2. Sonra sabah namazını kılar.

Eğer tertip sahibi değilse (örneğin 6 veya daha fazla kaza namazı varsa):

Sıralamaya gerek yoktur, önce sabah namazı kılınabilir.

Sonuç

Evet, tertip sahibi bir kimse sabah namazını, yatsı namazının kazasını kılmadan eda ederse, sabah namazı fasit olur; yeniden kılması gerekir. Bu durum, Hanefi mezhebine göredir ve kaynakları klasik fıkıh eserlerinde açıkça belirtilmiştir.

@@@@@@

Sabah namazının hatta o günkü namazın fasit olmasının nedeni ve hikmeti nedir?

Sabah namazının (veya o günkü vaktin namazının) fasit (geçersiz) olmasının sebebi, Hanefî mezhebindeki tertibe riayet (namazları sırasına göre kılma) ilkesine dayanır. Bu kural, namazların belirli bir düzen içinde eda edilmesinin, şer‘î bir tertip ve disiplinin korunması için zorunlu olduğunu ifade eder.

1. Fasit Olmasının Fıkhî Nedeni:

Hanefî mezhebinde farz namazlar, belirli bir sıraya göre kılınmak zorundadır. Bu sıraya riayet etmek, tertib sahibi olan kimseler için farzdır.

Delil:
Allah Resûlü (s.a.v), namazları sırasına göre kaza ederdi. Örneğin, Hendek Gazvesi’nde kaçırdığı dört vakit namazı, sırasına uygun olarak kaza etmiştir (Ebu Davud, Salât 12).

Fıkıh mantığıyla açıklama:
Geçmişteki bir farz namaz, kişinin zimmetinde bir borç gibidir. Bu borç ödenmeden yeni bir borç (yeni vaktin farzı) eda edilirse, sıralama bozulmuş olur ve yeni borcun ödemesi geçerli sayılmaz.
Bu, fıkıhta “tartîbî sebep” ile açıklanır: Namazların sahihliği, önceki farzların kılınmasına bağlı hale gelir.

2. Hikmeti (Manevî Anlamı):

Kullukta ciddiyet ve titizlik:
Allah katında her namaz özeldir ve belli bir vakte bağlanmıştır. Onu geciktirmek kusur sayıldığı gibi, sonra kılarken özensiz davranmak da ayrı bir ihmal olur.

İbadetlerde sıraya riayet:
İbadetlerin bir tertibi vardır. Bu tertip, Allah ile kul arasındaki düzenin göstergesidir. Tertibe uymak, ilâhî nizama saygı göstermektir.

Vicdanî uyarı:
Bir namazın kazaya kalması, kulda bir eksiklik ve gafletin göstergesidir. Bu hali düzeltmeden diğer farzı kılmak, gaflet üzerine ibadet olur. Bu yüzden, önce geçmiş borç ödenmeli, sonra yeni ibadet eda edilmelidir.

Özetle:

> Fıkhî açıdan: Önceki farz zimmette borçtur, bu borç ödenmeden yenisi geçerli olmaz.
Manevî açıdan: Tertibe riayet, kulluk ciddiyetinin göstergesidir; gafletle terk edilen bir ibadet düzeltilmeden diğeri kabul görmez.

@@@@@@@

1. Risale-i Nur Perspektifiyle:

Bediüzzaman Said Nursî, ibadetlerin sırf Allah emrettiği için yapıldığını ifade eder ve tertip, dikkat, ihlâs gibi unsurları ibadetin ruhu olarak görür.

> Açıklama: Kaza borcu varken vaktin namazını hemen kılmak, bu dikkat ve şuuru yansıtmadığı gibi, “önceki borcu ödemeden yeni ibadete geçmek” olur. Bu da kalbin dağınıklığını ve gafleti gösterir.

> Açıklama: Geçmiş daveti karşılıksız bırakmak (örneğin yatsı), sabahki yeni daveti de saygısızlığa uğratır. Bu tertipsizlik ibadetin manasını zedeler.

2. Tasavvufi Hikmetle:

Tasavvuf, ibadetin dış görüntüsünden çok, iç anlamına ve kalbin hâline odaklanır. Tertibe uymamak, kulun kalben hazırlıksızlığını ve Allah’a olan “öncelik verme” bilincinin zayıflığını gösterir.

İmam Rabbani der ki:

> “Her ibadetin bir sırrı, bir kalbî yönü vardır. Kalb gafletteyse, ibadet şekil olur.”
(Mektubat, 1. Cilt)

> Açıklama: Yatsı gibi kazaya kalan bir namaz kalpte bir vebal ve yük oluşturur. Bu yük temizlenmeden sabah namazına geçmek, kalbi meşgul ve gafletli bırakır. Böyle bir ibadet, şeklen doğru olsa da, manen eksik olur.

3. Tertibin Manevî Önemi:

Zamana riayet: Namaz vakitleri Allah’ın tayin ettiği bir düzendir. Bu düzene uymamak, zamanın kutsiyetini zedelemektir.

Nefsi terbiye: Önceki borcu ödemek nefse ağır gelir, ama bunu yapmak nefsi ıslah eder. Tertibe uymak, nefsi eğitir.

Allah’a sadakat: Her namaz, “Allah’ın huzuruna çıkmak” gibidir. Önceki daveti yok saymak, huzura gelişi ciddiyetsizleştirir.




YÖN

YÖN

Taraf,Akibet,Son Nefes ve Netice.
Ebu Cehilden bile Peygamberimiz ümit kesmemiş ancak gidişat neticeyi belirler.
Her insanın Ebu Cehil ve Ömer tarafı vardır,dilediğini seçer.
Tıpkı karınca misali, İbrahim ve Nemrut tarafını seçme iradesi olduğu gibi.
Ebu Cehil olmak ne kadar tehlikeli ise, Ebu Cehille hatta Ebu Cehillerle beraber olmak da en az o kadar tehlikelidir.
Şerre alet olmak ve şer ve şerlilerle beraber olmak, şerrin başı ve temsilcisi olan şeytana arkadaş olmaktır.
Kim olduğun kadar,kimle ve kiminle olduğunda önemlidir.
Bir insanda bir cevher varsa Allah zayi etmez.
Dünyada da ve ahirette de karşılığını görür.
Her insanın iyi tarafıda var,kötü tarafıda.
Körlerin Filleri tarifi gibi veya Bektaşi gibi olmamalı. Eksik kalır.
Yani Allah ‘Namaza yaklaşmayın.’ derken ve bunu görürken, ‘İçkili olduğunuz halde’, tamamlayıcı cümleyi atlamamalı ve ondan da bahsetmeli, gizlememeli.
Aslında olaylar safları netleştirdi.
Herkes safını belirledi.
Tıpkı Netanyahu ve Gazze farkı gibi.
Bazen konuşmak kadar, susmakta fayda verir.
Susmalı, son kararı vermemeli, kadere bırakmalı.
Kader hükmünü de kararını da tam verir.
Hayra giden yolda ve yolcu da sabote edilmemeli.
Şer ateşine odun taşımamalı.
Hayrı; şer ve şerlilerde ve de onların içinde aramamalı.
Kişi tarafını haktan yana belirlemeli.
Şer yolunda hayırda olmaz, çıkışta bulunmaz.

Yukarıda ele aldığım her bir kelime ve cümle bir makale başlığını ihtiva eder.
Ben makaleleri ehli için kelimeleştirdim, cümleye yükledim.

Son Söz: Tarafını Hak’tan Yana Belirle

İnsan, bir ömür boyu hak ile batıl arasında bir tercihin eşiğindedir. Her nefes bir imtihan, her karar bir yön tayinidir. Ebu Cehil’in nefesiyle Ömer’in kalbi arasında salınır insanoğlu. Her yürekte iki taraf vardır: zulme meyleden bir yön, hakka yönelen bir cevher. Asıl marifet, bu iç mücadelede tarafını belirlemektir.

Olaylar safları netleştirir, zaman maskeleri düşürür. Kimin hangi safta olduğu, dilinden çok duruşuyla belli olur. Kimi Netanyahu misali zulmün tarafında susar, kimi Gazze gibi mazlum ama onurlu konuşur. Ve bazen susmak da bir şahitliktir; hak adına, sabırla, teslimiyetle.

Şerre alet olmak, şerre sessiz kalmak gibidir. Şerre hizmet eden yollar, hayra çıkmaz. Kimle olduğun, kim için sustuğun, neye ortaklık ettiğindir aslında. Zira Allah, içinde cevher olanı zayi etmez; yeter ki o cevher, karanlık ellerin değil, nurun izinde parlasın.

Unutma: Kader kararını verir, ama tercihi insana bırakır. Tarafını belirle. Hak’tan yana ol. Çünkü hakikatin tarafı, hem dünyada izzet hem de ahirette selamettir.

“Biz ona iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi; iki apaçık yolu (hayır ve şer yollarını) göstermedik mi?” Beled.8-10.

@@@@@@

Bediüzzaman’ın tesbitiyle;
“Her Müslimin her vasfı Müslim olmak vâcip iken, haricen her dem vaki, sabit değildir.”

“Öyle de her kâfirin her vasfı kâfir olmak, küfründen neş’et etmek yine lâzım değildir.”

“Her fâsıkın her vasfı fâsık olmak, fıskından neş’et etmek, öyle de, her dem sabit değildir.”

“Demek bir kâfirin Müslim olan bir vasfı, Müslimdeki lâmeşru vasfına galip olur. Bilvasıta, o kâfir dahi ona galiptir.”Sözler.

“Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyleyse her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!” Münazarat.

“Meselâ, sabrın mükâfatı zaferdir. Atâletin mücazatı sefalettir. Sa’y ve sebatın sevabı, servet ve galebedir. Şu halde, kâfirin evamir-i tekviniyeye karşı itaati, Müslümanın evamir-i tekviniyeye karşı isyanına galebe etmiştir. Bir müslim, her bir sıfatı Müslüman olmak lâzım gelmediği gibi, bir kâfirin her bir sıfatı kâfir olmak ve küfründen neş’et etmek lâzım değildir. Veyahut galebesi ona istidraçtır, Müslümana tathîrdir.” Rumuz.

“Muavenet elini kabul etmek ayrıdır. Adâvet elini öpmek de ayrıdır. Bir kâfirin her bir sıfatı kâfir olmak ve küfründen neş’et etmek lâzım olmadığından, İslâm’ın eski ve mütecaviz bir düşmanını def’ için, bir kâfir muavenet elini uzatsa, kabul etmek İslâmiyete hizmettir.” Hutuvat-ı Sitte.

@@@@@@@

Son Söz: Hakikatin Tarafında Olmak

İnsan, zıtlıkların iç içe geçtiği bir varlıktır. Ne her Müslüman tam manasıyla bütün vasıflarıyla Müslümandır, ne de her kâfir tamamen küfürle bezenmiştir. Zira hakikat, dış görünüşten daha derindedir; sıfatlar zâta yapışmaz, fiiller niyetlerle değer bulur.

Bir Müslümanın zulme meyletmesi, bir kâfirin adalete sarılması mümkündür. Mü’minin içindeki gaflet, kâfirin sırtlandığı hikmetten daha ağır basarsa, netice o terazide belli olur. Zira Allah, sünnetullah dairesinde hükmünü icra eder. Emr-i tekviniyeye uyan, meyvesini alır; isyan eden, neticesine katlanır.

Bu yüzden, insanı ya da kavmi değil; sıfatı ve neticeyi merkeze almak gerekir. Faydalı bir san’at, güzel bir ahlâk veya doğru bir prensip, sahibinin diniyle değil; hakikatle ölçülür. İyi olan alınır, kötü olan bırakılır. İktibas ile teslimiyet, işbirliği ile dostluk karıştırılmamalıdır.

Zira düşmanlık bir kalbe sığdığı gibi, hikmet de bir kâfirin zihninde yer bulabilir. Adâvetin elini öpmek zillet, muavenetin elini kabul etmek basirettir. Mü’minin işi, hakikatin izini sürmektir; kişilere değil, vasıflara taraf olmaktır.

O halde ölçümüz şu olsun: Haktan gelen her söz, her vasıf, her amel güzeldir; batıldan gelen her aldatıcı parıltı ise karanlıktır. Tarafımız, daima hak ve hikmetten yana olsun.

“Beden ölür, çürür, cana bakın siz.
Kim kiminle yürür, ona bakın siz.
Bırakın dönsün dönme dolaplar.
Haktan hakikatten yana bakın siz.”
A. KARAKOÇ