İSLAM DÜNYASININ TEVBESİ: ÖLÜP DE YENİDEN DİRİLMELİ.

İSLAM DÜNYASININ TEVBESİ: ÖLÜP DE YENİDEN DİRİLMELİ.

 

Yahudilerin tevbesi ? 

 

Yahudilerin tevbeleriyle ilgili Kur’an-ı Kerîm’de özellikle Bakara Sûresi 54. ayet temel kaynaklardan biridir. Bu ayet ve ilgili tefsirlerde, İsrailoğulları’nın bir dönem sapkınlığa düşerek buzağıya tapmaları ve ardından gelen tevbe süreci anlatılır. Ayet şöyledir:

 

“Ve Mûsâ kavmine dedi ki: ‘Ey kavmim! Siz buzağıyı ilâh edinmekle gerçekten kendinize zulmettiniz. Hemen Yaratıcınıza (Hâlıkınıza) tevbe edin de nefislerinizi öldürün (katledin). Bu, Yaratanınız katında sizin için daha hayırlıdır.’ Böylece Allah tevbenizi kabul etti. Şüphesiz O, Tevvâb’dır, Rahîm’dir.” (Bakara, 2/54)

 

Kur’an’daki İlahi Yönlendirme:

 

Tevbelerinin kabul edilmesi için sadece pişmanlık değil, ciddi bir bedel ödemeleri gerektiği anlatılır.

 

Burada “nefislerinizi öldürün” ifadesi, klasik müfessirlerin çoğuna göre buzağıya tapanların öldürülmesi anlamındadır. Bazılarına göre ise bu, nefis terbiyesi, pişmanlıkla kendini ilahi huzurda yok saymak anlamına gelir.

 

Hz. Musa’nın bu emri, vahiy doğrultusunda gelmiştir.

 

Tefsirlerde Yapılan İzahlar:

 

1. Taberî Tefsiri:

 

Buzağıya tapanlardan olmayanların, tapanları öldürmesi emredildi.

 

Allah, onların tövbelerini bu fedakarlık karşılığında kabul etti.

 

Bu, ilahi adaletin ve disiplinin bir tezahürüdür.

 

2. Râzî Tefsiri (Mefâtihu’l-Gayb):

 

Bu ayetin zahiri, tövbenin kabulü için ciddi bir arınma gerektiğini gösterir.

 

Râzî, bu olayda hem nefis terbiyesi hem de ilahi adaletin bir arada yürüdüğüne dikkat çeker.

 

3. Elmalılı Hamdi Yazır:

 

Tevbeleri, sadece sözlü pişmanlıkla değil, fiilî bir arınmayla ispatlanmıştır.

 

“Kendinizi öldürün” ifadesi, sembolik değil gerçek bir uygulamadır; böylece içtenlik test edilmiştir.

 

Allah’ın “Tevvâb” (çokça tövbeleri kabul eden) ismi burada anlam kazanır.

 

Sonuç olarak:

 

Yahudilerin tevbesi, sadece pişmanlık değil, ciddi bir arınma ve fedakarlık süreciyle olmuştur. Kur’an ve tefsirler, bu olayı hem ibret hem de tevbenin ciddiyeti açısından anlatır. Aynı zamanda bu olay, ümmet-i Muhammed’e (sav) yönelik ilahi rahmetin genişliğini de zımnen gösterir: bizden böyle bir bedel istenmeden, samimi tevbe ile affedilme kapısı her zaman açık tutulmuştur.

 

@@@@@@

 

İSLAM DÜNYASININ TEVBESİ: ÖLÜP DE DİRİLMELİ

 

“Ey kavmim! Buzağıya tapmakla kendinize zulmettiniz. Hemen Yaratıcınıza tevbe edin ve nefislerinizi öldürün. Bu, Rabbiniz katında sizin için daha hayırlıdır…” (Bakara, 2/54)

 

Tarih, sadece mazide yaşanmış hadiselerin bir arşivi değil; bugünün karanlığına tutulmuş ilahi bir projektördür. İsrailoğulları’nın buzağıya tapması, aslında hakikate sırt çeviren her ümmetin bir fotoğrafıdır. Onlar bir buzağıya tapmıştı; bizler ise konforumuza, çıkarımıza, korkularımıza ve gafletimize taptık. Onlar için tövbe, “ölmekle” başlamıştı. Bizim için de öyle olmalı: Ölmeden önce ölmekle…

 

BUZAGILARIN MODERN VERSİYONU

 

Bugünün dünyasında buzağı, altın ya da tunçtan değil; ekrandan, suskunluktan, dünyevileşmeden yapılmıştır. Gazzeli çocuklar açlıkla, bombalarla ve gözyaşlarıyla Allah’a doğru koşarken, bizlerin tevekkül diye sustuğu şey aslında korkaklıktır. Dua diye ettiğimiz cümlelerin içi ne kadar dolu, protesto diye attığımız adımların yönü ne kadar kıbleye dönük?

 

İslam dünyasının saraylarında lüks ve israf, sokaklarında hüzün ve zillet kol geziyor. Ve biz hâlâ tövbeyi sadece dilde arıyoruz; oysa tövbe, yürekte başlar ve davranışla tamamlanır.

 

NEDİR “NEFSİ ÖLDÜRMEK”?

 

İsrailoğulları’na emredilen “nefsinizi öldürün” emri, bir vahyin gereği olarak zahiren uygulanmıştı. Bugün bizden istenen belki de aynısı değil ama hakikatte daha çetini: Nefsini öldürmek; korkunu, bencilliğini, konforunu, suskunluğunu ve çıkarını mezara gömmektir. Gazzeli mazlumların sessiz feryadına sağır kalmanın keffareti, sadece bir dua ile yeterli olamaz.

 

Nefsini öldürmeyen, ümmeti diriltemez.

 

TEVBE: SADECE GÖZYAŞI DEĞİL, DEĞİŞİMDİR 

 

Kur’anî mânâda tevbe, sadece pişmanlık değil, yön değiştirme demektir. Günahı terk etmek, pasif kalmak değildir; hakka sarılmak, zulme direnmek, iyiliği emretmek, kötülüğü engellemeye azmetmek demektir. İslam dünyası ancak böyle bir tevbe ile yeniden dirilebilir. Yoksa sadece konuşan, yazan ama harekete geçmeyen bir kalabalık, ümmet olamaz.

 

TEVBE ETMEZSEK…

 

Gazzeli çocuklar bize sadece mazlum değil, şahit olacaklar. Yarın mahşer meydanında onların gözyaşları, bizim tevekkül zannettiğimiz suskunluğumuzu yargılayacak. “Neredeydiniz?” sorusu sorulduğunda, verecek cevabı olmayan bir ümmetin sustuğu gibi susulmaz. O zaman, tövbeye davet bugündür, hemen şimdi.

 

“ÖLÜP DE DİRİLMEK”: YENİDEN BAŞLAMAK

 

Tövbe, bir yenilenme çağrısıdır. Ölmeden önce ölenler, yani nefsini öldürenler, hakiki hayatı bulanlardır. İslam dünyası, Gazze karşısındaki duyarsızlığını itiraf edip, acıya ortak olmakla, zulme karşı durmakla, hakkı savunmakla yeniden doğabilir. Aksi takdirde bu sessizlik, bu zillet, bu dağınıklık; bir ümmeti tarihin mezarına gömer.

 

Ve unutmayalım:

 

> “Allah, tevbe edenleri sever ve arınanları sever.” (Bakara, 2/222)

 

 

 

 




DÜNYA MI, AHİRET Mİ?

DÜNYA MI, AHİRET Mİ?

“İçinizden dünyayı isteyenler de vardı, ahireti isteyenler de.” (Âl-i İmrân, 152)

İnsan, iki âlem arasında tercih yapmakla karşı karşıya bırakılan bir varlıktır. Dünya mı, ahiret mi? Bu soru, sadece bir tercih meselesi değil; insanın niyetinin, yönelişinin ve amacının aynasıdır. Âl-i İmrân Suresi 152. ayet, Uhud Savaşı’ndaki bir imtihanı anlatırken aslında her çağdaki insanın iç dünyasında süregelen bu çatışmayı gözler önüne serer:
“İçinizden dünyayı isteyenler de vardı, ahireti isteyenler de.”

Bu ayet, Uhud’da ganimet arzusuyla okçular tepesini terk eden sahabilerin bir anlık dünya sevgisiyle nasıl bir sonuca maruz kaldığını anlatır. Dünya sevgisi, savaşın seyrini değiştirmiş, zaferi hezimete çevirmişti. Aynı zamanda bu ayet, insanın fıtratındaki iki yönü; biri ebediyete, biri fani lezzetlere meyleden tarafını işaret eder.

DÜNYA HAYATI: GEÇİCİ BİR ALDATMACA

Kur’ân, dünya hayatının mahiyetine defaatle vurgu yapar. Bu bağlamda şu ayet dikkat çekicidir:

“Biliniz ki, dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, süs, aranızda övünme ve mal, evlat çoğaltma yarışıdır.” (Hadîd, 20)

Bu ayet, dünyanın geçici ve aldatıcı yönlerini bir tablo gibi çizer. Oyun ve eğlenceyle başlayan hayat, süslenme ve gösterişle devam eder. Ardından kıyas ve yarış başlar. Ama hepsi geçicidir. Sonunda “dünya hayatı, bir aldanış metâıdır” (Âl-i İmrân, 185).

AHİRET HAYATI: EBEDÎ KAZANÇ

Karşısına konulan ise ebedî ve gerçek olan ahiret yurdudur. Kur’an şöyle der:

“Ahiret yurdu ise, işte o, takvâ sahipleri için daha hayırlıdır.” (A’râf, 169)
“Ama siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır.” (A’lâ, 16-17)

İnsan bazen kısa vadeli menfaat için uzun vadeli kazançtan vazgeçer. Dünya ile ahiret arasında tercih yaparken çoğu kez ebedî olanı değil, gözle görülür olanı öne koyar. Hâlbuki gerçek kazanç, zamanla silinmeyen, ölümle tükenmeyen kazançtır.

UHREVÎ BİR BAKIŞIN DÜNYAYI DÜZENLEMESİ

Kur’an, dünyayı bütünüyle terk etmeyi değil; dünyayı ahiret için bir tarla bilip ona göre işlemeyi öğütler:

“Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet; dünyadan da nasibini unutma.” (Kasas, 77)

Bu dengeyi koruyamayan insan, ya dünyayı tamamen terk eder (zühdün ifratı) ya da ona tüm benliğini teslim eder (gafletin bataklığı). Oysa mü’minin yolu, “dünyayı ahiret için bir vesile bilme” yoludur.

HZ. PEYGAMBER’İN (SAV) DÜNYAYA BAKIŞI

Peygamber Efendimiz (sav), dünyayı bir yolcu molası gibi tarif eder:

“Benim dünya ile alakam, bir ağacın altında gölgelenip sonra orayı terk eden bir yolcunun durumu gibidir.” (Tirmizî)

Bu bakış, dünya nimetlerine sahip olmayı değil, onlara kalpten bağlanmamayı öğütler. Zira bağlandıkça kaybetme korkusu, dünyaya kul olma tehlikesi baş gösterir.

SONUÇ: TERAZİNİN İKİ KEFESİ

Dünya mı, ahiret mi? Bu soru sadece bir tercihten öte, bir hayat duruşudur. Terazinin bir kefesinde anlık zevkler, diğer kefesinde sonsuz saadet vardır. Dünya tercih edildiğinde ahiret zayıflar; ahiret tercih edildiğinde dünya, hakkıyla değerlendirilir.

Kur’an’ın öğüdü nettir:

“Kim dünya hayatını ve onun ziynetini isterse, onlara yaptıklarının karşılığını orada tastamam veririz. Onlar orada hiçbir eksikliğe uğratılmazlar. Ama onlar, ahirette kendileri için ateşten başka bir şey olmayanlardır.” (Hûd, 15-16)

Gel, teraziyi sağlam tutalım. Dünya için değil, dünya vasıtasıyla ahiret için çalışalım. Çünkü ebedî olan, kıymetlidir.

 

 




KARMATİLERİN İNANÇ VE FAALİYETLERİ

KARMATİLERİN İNANÇ VE FAALİYETLERİ

Karmatîler (ya da Karmatîyye), İslam tarihindeki en radikal ve tartışmalı Batınî-İsmailî hareketlerden biridir. 9. yüzyılda ortaya çıkmış, özellikle Abbâsî halifeliği döneminde ciddi huzursuzluklara ve kaoslara yol açmıştır.

KARMATİLERİN İNANÇLARI

1. Batınîlik ve Ta’vil

Kur’an’ın zahirî (görünür) anlamından çok bâtınî (gizli, deruni) anlamlarına odaklanırlar.

Ayetleri kendi liderlerine, mezheplerine göre yorumlamışlardır.

Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’i kutsarlar, fakat bu sevgi zamanla aşırıya kaçmıştır.

2. İmamet İnancı

Meşru imamların sadece Ehl-i Beyt soyundan gelen gizli bir imam olduğunu savunurlar.

Bu imamın neredeyse peygamberlik düzeyinde olduğu iddiası vardır.

3. Şeriat Karşıtlığı

Şeriatın zahiri kurallarının geçici olduğunu, zamanla bâtınî hakikatlerin ortaya çıkmasıyla şeriatın kalkacağını savunurlar.

Oruç, namaz gibi ibadetleri terk edenler olmuştur.

4. Mehdî İnancı

Kıyamet öncesi ortaya çıkacak gizli imamın Mehdi olduğuna inanmışlardır.

Kendi liderlerinden bazılarını bu “mehdi” olarak ilan etmişlerdir.

OLUMLU GÖRÜLEN TARAF(LARI)

Zekât gibi gelirlerin eşit dağıtılması fikrini benimseyip bazı bölgelerde halkın hoşuna giden uygulamalar yaptılar.

Sosyal adaleti sağlama iddiasındaydılar (ama uygulamada bunun istismarına da sıkça rastlandı).

OLUMSUZ VE GİZLİ FAALİYETLERİ

1. Hac Yollarını Kesme ve Katliam

En meşhur eylemleri: 929 yılında Mekke’ye saldırıp Kâbe’yi bastılar.

Hacerü’l-Esved’i (Kâbe’nin siyah taşı) yerinden söküp alıp Bahreyn’e götürdüler (yaklaşık 20 yıl orada kaldı).

Binlerce hacıyı katlettiler, cesetleri Zemzem kuyusuna attılar.

2. İsyan ve Terör Faaliyetleri

Abbâsî devletine karşı çok sayıda isyan başlattılar.

Gizli hücreler aracılığıyla şehirlerde karışıklık çıkardılar.

Yeraltı örgütlenmesiyle devleti yıpratmaya çalıştılar.

3. Ahlâkî Çöküntüye Sebep Olan Faaliyetler

Bazı kaynaklara göre bazı Karmatî liderler, şeriatın kaldırılmasını fırsat bilip ahlâk dışı uygulamalara yönelmiş, halkı da buna teşvik etmiştir.

4. Düşün sonucu Sabotaj

Batınî fikirleri halk arasında yayarak Sünnî inançları zayıflatmaya çalıştılar.

Takiyye (inandığını gizleme) ile içeriden toplumu bozma stratejileri izlediler.

SONUÇ OLARAK

Karmatîler, tarihte dini yorum adı altında şiddet, terör, kutsal değerlerin tahribi ve sapkın fikirlerin yayılmasıyla öne çıkmış bir fırkadır. Görünüşte bazı sosyal adalet fikirleri savunsalar da, uygulamada İslâm’ın temelini h




Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.

Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.

 

“Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.”
(48-FETİH SURESİ.7. AYET)
“O nûru gönder, İlâhî, asırlar oldu, yeter!
Bunaldı milletin âfâkı, bir sabâh ister.
İnâyetinle halâs et ki, dalga dalga zalâm
İçinde kaynamasın çarpınıp duran İslâm!..”

“Göklerin ve Yerin Orduları Allah’ındır” – Zulmetten Nura Yolculuk

“Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.”
(Fetih Suresi, 7. Ayet)

Bu ayet, Allah’ın kudretinin sınırsızlığını, görünür ve görünmez her türlü kuvvetin O’nun emriyle hareket ettiğini ilan eder. Sadece melekler, yıldızlar ya da doğa kuvvetleri değil; kalplerin yönelişi, milletlerin yükselişi ve düşüşü de bu ilahî kudretin tasarrufuyla şekillenir. Her çağda hak ile batılın mücadelesi sürmüş, zulüm ile adalet karşı karşıya gelmiştir. Ancak galip her zaman hak değil, haklı olan ve Allah’a dayanan olmuştur.

Bugün de karanlık çağların gölgesi, modern kılıklı bir zulümle ümmetin üzerine çökmüş durumda. İslâm dünyası bir sabah bekliyor. Ama bu sabah, güneşin doğmasıyla değil; imanın, marifetin, ahlâkın ve adaletin yeniden doğmasıyla gelecek bir sabah olacak. Çünkü zulmetin karanlığı sadece dışarıdan gelen baskıyla değil, içeriden çürümeyle daha derinleşti.

> “O nûru gönder, İlâhî, asırlar oldu, yeter!
Bunaldı milletin âfâkı, bir sabâh ister.”

Bu mısralarda yükselen feryat, sadece şairin değil; ümmetin bağrından kopan bir yakarıştır. Asırlardır ötelenen sabah, belki de bizim ellerimizle yükselecek. Çünkü Allah’ın orduları sadece melekler değil; dirilen kalpler, ihlaslı diller, sâlih ameller de O’nun askerleridir.

Karanlığın Askerleri ve Nûrun Ordusu

Her zifiri gecenin ardından bir fecir vardır. Allah’ın ordusu görünmez ama dağ gibi sağlamdır.

Bediüzzaman Said Nursî şöyle der:

>”İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hadisatın tazyikatından kurtulabilir…”

İşte o nûr, sadece kalplerde yanmakla kalmaz; toplumları diriltir, milletleri ayağa kaldırır. Karanlığa teslim olmamak, Allah’ın nuruyla aydınlanmak, bugünün Müslüman’ının en büyük mücadelesidir.

Sabah Yakındır Ama Hazırlanmak Gerekir

Bir sabah isteniyorsa, geceyi anlamak ve onunla mücadele etmek gerekir. Dua, sabır, ilim, ihlâs, tebliğ ve hizmet… Bunlar sabahı çağıran adımlardır.

> “İnâyetinle halâs et ki, dalga dalga zalâm
İçinde kaynamasın çarpınıp duran İslâm!..”

Bu çarpıntı, bir yok oluş değil; diriliş sancısıdır belki de… Kaynayan bu İslâm, içinden yeni bir dirilişin doğmasını bekliyor. Yeter ki biz nefsin ve gafletin karanlıklarından sıyrılalım.

Sonuç: Allah’ın Ordusuna Katılmak

Allah’ın ordusuna katılmak için tank, tüfek gerekmez. Temiz bir niyet, dosdoğru bir yol, sağlam bir iman ve sarsılmaz bir ahlâk yeterlidir. Ve unutma: “Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.” O isterse bir damlayı tufana çevirir, bir kalbi ümmete rahmet kılar. Yeter ki biz sabaha uyanmak için gözümüzü hakikate açalım.

 

 




Allah kuluna kâfi değil midir?

Allah kuluna kâfi değil midir?

Zümer Suresi, 46. Ayeti şu şekilde ifade eder:
“Allah kuluna kâfi değil midir? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa artık onun yolunu doğrultacak biri yoktur.”

Nüzul Sebebi

Bu ayet, Mekke döneminde müşriklerin Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) yönelik tehditlerine ve inananlara yönelik korkutma çabalarına cevap olarak indirilmiştir. Müşrikler, İslam’a davet edenleri yıldırmak ve onları kendi batıl yollarına döndürmek amacıyla tehditlerde bulunuyorlardı. Onlar, özellikle putlarına saygısızlık yapıldığını düşündüklerinde, müminleri putlarının intikam alacağı korkusuyla uyarıyorlardı.

Bu ayet, Allah’ın kullarına olan yeterliliğini ve koruyuculuğunu hatırlatarak, müminlerin Allah’tan başka bir güçten korkmaması gerektiğini vurgular. Allah’ın kudreti ve himayesi, tüm korkuların üzerinde bir güven kaynağıdır.

Hikmeti

1. Tevhid Akidesini Güçlendirme: Bu ayet, Allah’ın kullarına her konuda yeterli olduğunu ve O’ndan başka bir ilah veya koruyucunun olmadığını açıkça belirtir. Bu, tevhid inancının özüdür.

2. Korkunun Kaynağını Ortadan Kaldırma: Müşrikler, insanları putlarıyla korkutmaya çalışırken, bu ayet Allah’ın sonsuz gücünü hatırlatarak müminlere cesaret vermektedir. Allah’ın kudretine inanan bir insan, hiçbir mahluktan korkmaz.

3. Hidayet ve Dalalete Dikkat Çekme: Ayette, Allah’ın sapıklıkta bıraktığı kişiyi kimsenin hidayete ulaştıramayacağı belirtiliyor. Bu, insanın doğru yolda olabilmesi için Allah’a yönelmesi gerektiğini vurgular.

4. Peygamber ve Müminlere Moral Verme: Bu ayet, müşriklerin tehditlerine karşı Peygamber Efendimiz’e ve müminlere moral vererek Allah’a güvenmelerini ve davetlerine sabırla devam etmelerini teşvik eder.

@@@@@@@

“Allah kuluna kâfi değil midir?” (Zümer Suresi, 39:36) ayetinin, Hz. Osman’ın (r.a.) şehadetiyle ilişkilendirilmesi, İslam tarihindeki bazı olaylara ve rivayetlere dayanmaktadır.

Bağlantının Temeli

Rivayetlere göre, Hz. Osman (r.a.) halifeliğinin son dönemlerinde, Medine’deki bazı isyancılar tarafından kuşatılmış ve kendisinden halifelikten çekilmesi istenmiştir. Ancak Hz. Osman, İslam davası ve hak olan bir görevden kendi isteğiyle çekilmenin doğru olmadığını düşünmüş, buna direnmiş ve teslimiyet göstermemiştir.

Bu süreçte, isyancılar Hz. Osman’ı tehdit etmiş, onu korkutmaya çalışmışlardır. Ancak Hz. Osman, Allah’a olan tam güveni ve teslimiyetiyle bu tehditlerden etkilenmemiştir. Rivayetlere göre, kuşatma sırasında Zümer Suresi’nin bu ayetini okuyarak Allah’ın kendisine kâfi olduğunu dile getirmiştir. Şehadeti esnasında da bu ayeti tefekkür ettiği ve üzerinde bulunduğu Mushaf’ta bu ayetin açık olduğu belirtilir.

Hz. Osman’ın Şehadeti ve Ayetin Anlamıyla İlişkisi

1. Allah’a Güven ve Teslimiyet: Hz. Osman, tehditlere rağmen Allah’a olan güvenini kaybetmemiş, dünya korkularını ve tehditlerini bir kenara bırakmıştır. Bu tavır, ayetin ruhunu yansıtmaktadır: Allah, müminlere her durumda kâfidir.

2. Şehadet ve Tevhid Bilinci: Hz. Osman, kuşatma sırasında hiçbir şekilde düşmanlarına boyun eğmemiş, canını Allah’a teslim etmiş ve son anına kadar hak yolunda kalmıştır. Bu durum, ayetin müminler için rehberlik ettiği tevekkül anlayışını göstermektedir.

3. Kur’an’a Bağlılığı: Rivayetlerde, Hz. Osman’ın şehit edildiği sırada Kur’an okuyor olduğu ve üzerinde kanının damladığı ayetin bu olduğu aktarılır. Bu durum, onun Allah’a olan bağlılığını ve Kur’an’a olan sadakatini vurgular.

Sonuç

Bu ayet, Hz. Osman’ın hayatında ve özellikle şehadetinde, Allah’a olan güvenin ve tevekkülün bir sembolü olmuştur. Ayet, onun hem sabrını hem de korkusuzca Allah’a teslimiyetini yansıtır. Bu olay, tüm müminlere zorluklar karşısında Allah’a güvenmenin önemini ve Allah’ın her durumda yeterli olduğunu hatırlatır.

Mesajı ve Uygulaması

Bu ayet, günümüzde de müminler için büyük bir teselli ve güven kaynağıdır. Allah’a tam anlamıyla güvenen bir insan, dünya hayatındaki hiçbir tehditten veya korkudan etkilenmez. Ayet, Allah’ın kuluna her durumda yeterli olduğunu ve O’na güvenenlerin korkuya kapılmaması gerektiğini öğütl




İYİ Kİ AHİRET VAR – HESAP VE SORGU VAR VE DE SORGUNUN SAHİBİ ALLAH VAR

İYİ Kİ AHİRET VAR – HESAP VE SORGU VAR VE DE SORGUNUN SAHİBİ ALLAH VAR

“Allah Kuluna Kâfi Değil mi?” – İyi ki Ahiret Var!

“Allah, kuluna kâfi değil mi?”
(Zümer Suresi, 36. Ayet)

Bu ayet, kalbi titreten, ruhu sakinleştiren ve gönlü teskin eden bir hitaptır. Çünkü bu ayetin muhatabı aciz kul, ama kudret sahibi Allah’tır. O hâlde, insan için en büyük güven, en büyük dayanak ve en sarsılmaz dayanak: Allah’ın varlığı ve yeterliliğidir.

Ama dünya öyle bir yer ki…
Haksızlık edenin alkışlandığı, mazlumun susturulduğu, adaletin koltuk altına sıkıştırıldığı bir çağdayız. Zalimler rahat, mağdurlar mahzun. Emeğin karşılığı değil, hilenin getirisi revaçta. Peki, bu böyle mi kalacak?

Hayır!
Çünkü iyi ki ahiret var.

Ahiret: Hakkın Tecelligâhı

Eğer ahiret olmasaydı, bu dünya tam bir cehennem olurdu. Vicdan sahibi her insan, içten içe haykırırdı:
“Bu işin sonunda bir hesap yok mu?”

Ve evet, hesap var.
Her sözün, her bakışın, her adımın kaydedildiği bir hesap günü…
Hiçbir zulmün karanlıkta kalmadığı, hiçbir hayrın zayi olmadığı o gün.

> “O gün insanlar amelleriyle tartılacak. En küçük iyilik de, en küçük kötülük de görülecek.”
(Zilzal Suresi, 7-8)

Sorgunun Sahibi Allah’tır

İşte tam burada asıl güven verici gerçek ortaya çıkar:
Sorgunun sahibi beşer değil, Allah’tır.
Beşerin terazisi bozulur, adaleti şaşar. Ama Allah adaletin kendisidir.

Hiçbir makamı satın alamazsın, hiçbir hakimi kandıramazsın.
Çünkü o gün şahitler uzuvlardır, deliller amellerdir, hakem Rabb’ül Âlemîn’dir.

> “O gün diller susturulacak, eller konuşacak, ayaklar şahitlik edecektir.”
(Yasin Suresi, 65)

Bu Dünyanın Acısı, O Günün Rahmetine Değebilir

Zalimlerin güldüğü, mazlumların sustuğu her sahne, kıyamet günü adaletin senaryosuna dönüşecek.
Unutma: Ahiret, geç gelen ama asla gecikmeyen bir adalettir.
Ve bu yüzden, her kulun kalbine teselli gibi düşen cümle şudur:

“İyi ki ahiret var.”
İyi ki her şey sadece bu dünyadan ibaret değil.
İyi ki Allah var.
İyi ki O bize kâfi.

Son Söz: Hesap Günü Var Diye Umut Var

Evet, hesap günü ürkütür; ama aynı zamanda umutlandırır.
Çünkü her gözyaşının, her sabrın, her iffetli duruşun, her sâlih amelin bir karşılığı olacak.

> “Allah, kuluna kâfi değil mi?”

Eğer kalbinin yükü ağırsa, dünya seni ezmişse, haksızlığa uğramışsan bu ayeti oku, kalbine söyle:

“Yeter ki Allah yanımda olsun. Başka kimse olmasa da olur.”

Madem O var, herşey var.
“Cenâb-ı Hakkı bulan neyi kaybeder? Ve Onu kaybeden neyi kazanır?”; yani, “Onu bulan herşeyi bulur. Onu bulmayan hiçbir şey bulmaz, bulsa da başına belâ bulur”

 

 




BİZİ VE ORGANLARIMIZI KİM DÜZENLEDİ? BİR YERDEN Mİ SATIN ALDIK?

BİZİ VE ORGANLARIMIZI KİM DÜZENLEDİ? BİR YERDEN Mİ SATIN ALDIK?

Bizi ve Organlarımızı Kim Düzenledi? – Ne Aldık ki Bizden Bu Kadar Mükemmel Olsun?

Bir an dur ve düşün…
Gözlerini sen mi taktın?
Renkleri görebilme kabiliyetini nereden satın aldın?
Kalbini, aklını, elini, ayağını hangi dükkândan aldın?

Biz kendimizi yapmadık.
Ne hücremizi bildik, ne sinirimizi dokuduk, ne de kalbimize “at” dedik.
Daha doğmadan şekillendik. Kulaklarımız oraya, gözlerimiz buraya… Ve her şey tam yerli yerinde, mükemmel bir ölçüyle.

Kime Aitiz? Kim Bizi Bu Kadar Mükemmel Düzenledi?

İnsanoğlu en küçük bir saat yaparken bile, bir ustaya, bir plana, bir enerjiye ihtiyaç duyar.
Peki ya insanın kendisi?
Bir saatin çarkını yapan usta varken, milyonlarca çarkla çalışan kalbimizin ustası kim?

> “O’dur ki, sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendirir.”
(Âl-i İmrân, 6)

Biz yaratılmadan önce, ne talep ettik ne de müdahale ettik.
Hiçbir şeyi sipariş etmeden en güzel şekilde şekillendik.
Bu mükemmel nizam, bir tesadüfün değil, bir iradenin, ilmin ve rahmetin eseridir.

Bir Göz Kaç Lira? Bir Kalbin Değeri Nedir?

Modern tıp bugün bir gözün görme kabiliyetini yapay olarak taklit etmeye çalışıyor.
Ama netice?
Bir kameradan öteye geçemiyor.
Çünkü göz sadece görmek değildir; ışığı hissetmek, mesafeyi ayarlamak, renkleri tanımak, 3D çözümlemek ve beyne anında aktarmaktır.

Sormak gerek:
Bu teknoloji bizde doğuştan var. Ücret ödedik mi? Bir yerden mi aldık?

Hayır.
Hediye edildi.
Üstelik biz daha farkında bile değilken…

Unutanlara Hatırlatmak İçin

Bu yazının amacı, sadece düşünmek…
Zira insanoğlu çoğu zaman verilenlerin kıymetini ancak kaybedince anlar.
Ama akıllı insan, kaybetmeden şükreden insandır.

Gözümüzü veren Allah, onu bizden geri de alabilir.
Ellerimizi veren, ayaklarımızı yürütendir.
Dilerse hareketsiz kılar, susturur, kör eder.
Ama bütün bunlar içinde asıl soru: Biz kime aittiz?

> “Allah sizi yarattı ve size işitme, görme ve kalpler verdi. Ne de az şükrediyorsunuz!”
(Mülk Suresi, 23)

Sonuç: Satın Almadık, Ama Hesabını Vereceğiz

Biz organlarımızı satın almadık.
Ama onların hesabını vereceğiz.
Neyi nerede kullandık?
Göz nereye baktı, el neye uzandı, dil ne konuştu?

Bu düzen, bir sorumluluğun kapısını açar.
Ve bize düşen:
Hediye edileni, hediye sahi