DÜNYADA HUKUK ALANINDA İNSANLARIN İSLAM HUKUKU VE ŞERİATIYLA YÖNETİLMESİ MÜMKÜN MÜ?

DÜNYADA HUKUK ALANINDA İNSANLARIN İSLAM HUKUKU VE ŞERİATIYLA YÖNETİLMESİ MÜMKÜN MÜ?

İMKÂNI NEDİR VE NASIL OLUR?**

Tarihte nice büyük medeniyetler yükselmiş, kanun koymuş, adalet iddiasıyla halkları yönetmiştir. Ancak birçoğu ya zulme kaymış ya da adaletin terazisini yitirmiştir. Oysa İslam, hukuk anlayışını sadece beşerî akılla değil, ilahi hikmetle ve fıtrata uygunluk ilkesiyle şekillendirmiştir. Bugün insanlık adalet arayışındadır. Peki, bu çağda, dünya ölçeğinde insanların İslam hukuku ile yönetilmesi mümkün müdür? Bu nasıl olur?

İslam Hukuku: Sadece Ceza Değil, Bir Medeniyet Tasavvurudur

İslam hukuku denince genellikle akla ceza hukuku gelir: Hırsızın eli kesilir mi? Zina nasıl cezalandırılır? Oysa bu, meselenin çok dar bir pencereden görülmesidir.

İslam hukuku (Fıkıh ve Şeriat); ibadetler, aile düzeni, ticaret hukuku, kamu yönetimi, çevre, savaş ve barış hukuku gibi geniş bir alanı kapsar. Bu sistemin amacı sadece suçları cezalandırmak değil, ahlâkı tesis etmek, toplumu fesattan korumak ve adaleti kökleştirmektir.

Modern Hukuk Sistemlerinin Krizi: İnsan Aklı Merkezli Adaletin Sınırları

Bugün dünyada uygulanan pozitif hukuk sistemleri, beşerî akla ve toplumsal sözleşmelere dayanır. Ancak bu sistemler:

Zengini kayıran,

Güçlü lobilerin lehine kararlar çıkaran,

Ahlâkî temelden uzaklaşan,

Aileyi, fıtratı ve toplumun temelini zedeleyen hükümler üretmeye başlamıştır.

Uluslararası hukuk, adalet üretmekten çok, çoğu zaman güçlünün meşruiyet aracı olmuştur.

İnsanlık, adaleti beşerin heva ve hevesine teslim etmekten bıkmıştır. İşte bu noktada İslam hukuku, çağlar üstü ilkeleriyle yeniden tartışma alanına girmektedir.

İslam Hukukunun Küresel Uygulanabilirliği Mümkün mü?

Bu soruya üç açıdan yaklaşmak gerekir:

1. Fıtrat Temelli Olması Nedeniyle Evrensel Potansiyele Sahiptir

İslam hukuku, insanın yaratılışına (fıtratına) uygun olarak şekillenmiştir. İyilik, adalet, sadakat, hak ve sorumluluk gibi değerler her çağda insanın özlemidir. Bu yönüyle İslam hukuku “yerel değil, evrenseldir.”

2. Uygulama Biçimi Esnek, Prensipleri Sabittir

İslam’da değişmeyen esaslar (usûl) ve değişebilen hükümler (fürû) ayrımı vardır. Bu, her toplumun kendi kültürüne göre yorum geliştirmesine imkân tanır. Yani İslam hukuku katı değil, hikmetli ve adapte olabilir bir sistemdir.

3. Aşamalı Geçiş Zorunludur

İslam hukuku bir anda, tepeden inme şekilde uygulanamaz. Bunun için:

Toplumsal eğitim,

Ahlâkî zemin,

Ekonomik adaletin sağlanması,

Kamu idaresinde liyakat ve adaletin tesisi gibi sosyal altyapılar hazırlanmalıdır. Aksi hâlde şeriat, ruhu taşımayan bir şekle dönüşür.

İbretli Bir Misal: Endülüs ve Osmanlı

Endülüs Emevileri döneminde İslam hukuku, Avrupa’nın en parlak medeniyetini ortaya çıkarmış; hukuk, ilim ve sanat iç içe geçmiştir. Yine Osmanlı’da Şeyhülislam fetvaları, sultanın bile üzerinde bir hukuk otoritesi kabul edilmiştir. Bu, hukukun ilahî değerler üzerine kurulu olduğunun bir göstergesidir.

Bugün Nasıl Olur? Adım Adım Bir Model

1. Eğitimle Başlar: Hukukun temelinde insan vardır. Ahlâkî ve İslamî değerlerle yetişmiş hukukçular gerekir.

2. Hikmetle Anlatılmalı: İslam hukuku sadece cezalar üzerinden değil; insana kazandırdığı huzur ve adaletle sunulmalıdır.

3. Alternatif Model Sunulmalı: “Batının çöküşüne karşı doğunun dirilişi” mottosuyla, örnek model projeler (aile hukuku, ekonomi, kamu ahlâkı vs.) oluşturulabilir.

4. İslami Yapay Zekâ Sistemleri: İnsanların İslam hukukuna dair sorularına cevap veren, yönlendirme yapan dijital hukuk danışmanları geliştirilebilir.

5. Uygulama Alanı Genişletilmeli: Müslüman ülkelerde önce bireysel ve sivil hayatta; sonra ticaret ve aile gibi alanlarda İslam hukuku uygulamaya geçirilerek doğal bir dönüşüm sağlanabilir.

Sonuç:

İslam şeriatı bir tehdit değil, insanlığın özlediği adaletin ta kendisidir. Onu tanımayan korkar, bilen huzur bulur. Bugün modern dünyada insanlar fıtratlarına yabancılaştıkça, adalet özlemi derinleştikçe, İslam hukukunun hikmeti parlayan bir nur gibi görünmeye başlar.

Hidayet gibi hukuk da kalpten başlar. Kalbi adalete, rahmete ve hikmete açılmış bir insanlık, İslam hukukunu sadece bir sistem değil, bir kurtuluş yolu olarak görebilir.

 

 




KURAN-I KERİM’DE VE HADİS-İ ŞERİFLERDE ANLATILAN OLUMLU İNSANLAR VE ÖZELLİKLERİ NELERDİR?

KURAN-I KERİM’DE VE HADİS-İ ŞERİFLERDE ANLATILAN OLUMLU İNSANLAR VE ÖZELLİKLERİ NELERDİR?

İnsan, yeryüzünün halifesi olarak yaratılmış, kalbi ilahi nurla aydınlanabilecek bir kıymetle donatılmıştır. Ancak bu değeri ortaya koymak, sadece yaratılmakla değil, yaşanılan hayatla mümkündür. Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifler, insanın olgunluk yollarını, faziletli hâllerini, yüksek karakterini bize gösteren eşsiz rehberlerdir.

Bu mukaddes kaynaklarda olumlu insan örnekleri, yalnızca anlatılmakla kalmaz; insanlığa bir model, bir “ideal şahsiyet tipi” olarak sunulur. İşte bu yazı, Kur’an ve sünnetin çizdiği olumlu insan portresini, ibretli ve hikmetli yönleriyle birlikte mukayeseli olarak ortaya koymaktadır.

1. Kur’an’da Anlatılan Olumlu İnsanlar ve Özellikleri

Kur’an-ı Kerim, birçok ayette doğrudan iyi insanları över, onların ahlâkî niteliklerini sıralar ve “kim en güzel davranışta bulunacak” sorusuna cevap arar.

A) Müttakî (Takvâ Sahibi) İnsan:

“Allah, takvâ sahiplerini sever.” (Âl-i İmrân, 76)

Takvâ, Allah’tan gereği gibi korkmak ve daima O’nun rızasını gözetmektir. Takvâ sahibi insanlar, Kur’an’da övgüyle anılanların başında gelir. Bunlar:

Günahlardan sakınır,
Salih ameller işler,
Kul hakkından çekinir,
Sözünde sadıktır.

B) Sabreden İnsan:

“Sabredenleri müjdele!” (Bakara, 155)

Sabır, musibet anında kendini tutmak değil, aynı zamanda hayatın her anında istikamet üzere olmaktır. Kur’an, sabredenleri “Allah’ın sevgili kulları” olarak zikreder.

C) Tevazu Sahibi İnsan:

“Rahmân’ın kulları, yeryüzünde tevazu ile yürüyenlerdir.” (Furkan, 63)

Kibirlenmeyen, kimseyi küçümsemeyen ve kendi nefsini terbiye etmiş insanlar Kur’an’ın övdüğü kişilerdendir.

D) Şükreden İnsan:

“Kullarımdan şükreden ne kadar da azdır!” (Sebe’, 13)

Şükreden insan, nimetleri sahibini tanır ve nankörlük etmez. Şükür, sadece dille değil, nimetleri yerli yerinde kullanmakla olur.

E) İhsan Sahibi (Allah’ı Görüyormuş Gibi Yaşayan) İnsan:

“Allah, ihsan sahiplerini sever.” (Bakara, 195)

İhsan, her işini Allah görüyormuş gibi yapmaktır. Böyle insanlar yaptıklarını gösteriş için değil, sırf Allah için yaparlar.

2. Hadis-i Şeriflerde Anlatılan Olumlu İnsan Tipi

Peygamber Efendimiz (s.a.v), Kur’an’ın yaşayan halidir. Onun hadislerinde insanın kemale erme yolları, canlı örneklerle açıklanmıştır.

A) Hayırlı İnsan:

“İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” (Dârimî)

İslam’da iyi insan, sadece ibadetle değil; topluma faydasıyla, yararlı oluşuyla ölçülür.

B) Güzel Ahlâklı İnsan:

“Müminlerin iman bakımından en mükemmeli, ahlâkça en güzel olanıdır.” (Tirmizî)

Peygamberimiz, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildiğini söylemiştir. Merhametli, cömert, yumuşak huylu insan, makbul insandır.

C) Kalbi Temiz İnsan:

“Müslüman, elinden ve dilinden diğer Müslümanların emin olduğu kimsedir.” (Buhârî)

İç dünyasını arındırmış, kin ve nefret taşımayan, iftira etmeyen, gıybetten uzak duran kişi, ahirette kurtuluşa erer.

D) Samimi ve İhlâslı İnsan:

“Ameller niyetlere göredir.” (Buhârî)

Allah katında geçerli olan, yapılan işin değil; niyetin temizliğidir. İhlâslı insan, gösterişten uzak, sadece Allah için yaşar.

3. Mukayeseli Bir Bakış: Kur’an ve Sünnette Aynı Yolda Buluşan Erdemler

Erdem – Kur’an’daki Yeri – Hadislerdeki Yansıması
* Takvâ: Kur’an’da müttakîlerin Allah’ın dostu olduğu belirtilir. Hadislerde ise takvânın en üstün derece olduğu ifade edilir (Tirmizî).
* Sabır: Kur’an’da (Bakara Suresi’nde) sabredenlerin müjde ile desteklendiği geçer. Hadislerde sabrın imanın yarısı olduğu belirtilir (İbn Mâce).
* Tevazu: Kur’an’da tevazunun Rahmân’ın kullarının bir vasfı olduğu ifade edilir. Hadislerde kibirden uzak olanların cennete yaklaşacağı belirtilir.
* Şükür: Kur’an’da şükrün nimetin kıymetini bilmek olduğu vurgulanır. Hadislerde ise şükredenin doyurulmuş sayılacağı ifade edilir (Müslim).

* Güzel ahlâk: Kur’an’da ihsanla birlikte anılır. Hadislerde ise mümine en çok sevap kazandıran şey olduğu belirtilir.

4. İbretli Bir Hakikat: Gölge Veren Yedi Kişi

Peygamber Efendimiz (s.a.v) kıyamet gününde Allah’ın arşının gölgesinde gölgelenecek yedi kişi arasında şunları sayar:

Adil yönetici,
Gençliğini ibadetle geçiren,
Kalbi mescidlere bağlı kişi,
Allah için birbirini sevenler,
Güzel bir kadınla baş başa kaldığında Allah’tan korkup günaha girmeyen,
Sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek kadar gizli sadaka veren,
Tenhada Allah’ı anıp gözyaşı döken.
(Buhârî, Müslim)

Bu yedi insan tipi, Kur’an ve sünnetin övdüğü insan modelini özetleyen birer semboldür.

SONUÇ:

Kur’an ve hadisler, iyi insanı sadece tanımlamaz, onu inşa eder. O insan; hikmetle konuşan, şefkatle davranan, adaletle hükmeden ve Allah’a samimiyetle bağlı olandır.

Bu faziletler, her çağda ve toplumda geçerli olan evrensel ahlâk yasalarıdır. Modern dünyanın krizlerine karşı, bu olumlu insan modeli hem bir manevî reçete, hem de medeniyet inşasının temel taşıdır.

Çünkü:
“İnsanı inşa eden, toplumu imar eder.”
“Kalbi aydın olanın, yeryüzüne nu




İLMİN VE ONUNLA ORANTILI VE BAĞLANTILI OLARAK İLMİN HIZLA GELİŞMESİYLE ALLAHIN ALİM VE NUR İSİMLERİ NASIL TECELLİ VE TEZAHÜR ETMEKTEDİR ?

İLMİN VE ONUNLA ORANTILI VE BAĞLANTILI OLARAK İLMİN HIZLA GELİŞMESİYLE ALLAHIN ALİM VE NUR İSİMLERİ NASIL TECELLİ VE TEZAHÜR ETMEKTEDİR ?

İlmin Gelişimi ve Allah’ın Alîm ve Nûr İsimlerinin Tecellîsi

İlim, insana bahşedilen en büyük nimetlerden biridir. İnsan, aklı sayesinde ilimle eşyanın hakikatine ulaşır, kainat kitabını okuyabilir hale gelir. Günümüzde ilmin baş döndürücü bir hızla ilerlemesi, sadece bir teknolojik devrim değil, aynı zamanda İlâhî isimlerin, özellikle Alîm (her şeyi hakkıyla bilen) ve Nûr (her şeyin kaynağı olan mutlak aydınlık) isimlerinin daha belirgin bir şekilde tecellî etmesidir.

1. İlmin Kaynağı: Alîm ismiyle mutlak bilgi sahibi olan Allah

İnsan, bilgiyi keşfeder; yaratmaz. Varlıkta gizlenmiş olan hakikatleri bulur, açığa çıkarır. Bu ise ancak, sonsuz bir ilimle yaratılmış bir düzenin varlığıyla mümkündür. Zira bilgi, tesadüf üzerine kurulmaz; bilakis hikmetli bir tertibin eseridir. Kâinattaki hassas denge, matematiksel incelikler ve fizikî kanunlar, Allah’ın Alîm isminin yansımalarıdır. Her atomda, her hücrede ve her galakside bu ismin mühürleri okunur.

Bir yazılım, bir düzen, bir sistem varsa; bir ilim ve irade sahibini gerektirir. Bu da gösteriyor ki, ilim arttıkça insan, kendi cehâletini daha çok idrak etmekte ve sonsuz bir ilim sahibinin varlığını daha fazla hissetmektedir. Nitekim Kur’an’da şöyle buyrulur:

> “Allah’tan, kulları içinde ancak âlimler (gerçek manada) korkar.” (Fâtır, 28)

2. İlmin Aydınlatıcı Yüzü: Nûr ismiyle tecellî eden hakikat

İlim aynı zamanda bir ışıktır. Karanlıkta yürüyen insan, ancak bir ışıkla yönünü tayin edebilir. Bu ışık ise Allah’ın Nûr isminden gelen bir aydınlıktır. Zira Kur’an’da:

> “Allah, göklerin ve yerin nurudur…” (Nur, 35)

buyurularak, sadece fiziki ışığın değil, aynı zamanda manevî aydınlığın kaynağının da Allah olduğu bildirilmiştir. İlmin artmasıyla cehalet karanlığı dağılır, hurafeler çöker, hakikat belirginleşir. Ancak bu ilim, hidayetle birleşirse hakiki bir nur olur; yoksa karanlıkta parlayan ama ısıtmayan bir yıldız gibi olabilir.

3. İlmin Hızlanması: İlâhî isimlerin zamanla daha da parlaması

Bugün yapay zekâ, genetik, uzay teknolojileri, bilgi aktarımının saniyelere inmesi gibi gelişmeler; sadece insanın başarısı değildir. Bu gelişmeler, Allah’ın ilminden bir “damla”yı insanın istifadesine sunmasıyla mümkündür. Her bir yeni keşif, aslında var olanın açığa çıkarılmasıdır. İlmin hızlanması, bir yönüyle kıyamet alâmetlerinden sayılırken, diğer yönüyle Allah’ın kudret ve hikmetini gözler önüne serer.

4. Hikmetli Bir Kıssa: Karınca ve Peygamber Süleyman

Rivayet edilir ki, Hz. Süleyman (as) ordusuyla birlikte geçerken bir karınca, diğer karıncalara şöyle der:

> “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, yoksa Süleyman ve ordusu sizi fark etmeden ezebilir.”

Hz. Süleyman (as), Allah’ın kendisine verdiği ilimle karıncanın sözünü işitir ve tebessüm eder. Bu kısa diyalog, bize şunu gösterir: Allah, dilediği kullarına dilediği kadar ilim ve nur verir. Karıncanın sesi duyulacak kadar detaylara vakıf olmak, Alîm isminin bir yansıması; o sesi anlayıp hikmetle değerlendirmek ise Nûr isminin bir parıltısıdır.

5. Sonuç: İlmin artması, Allah’ı tanımaya vesile olmalı

İlim, sahibini kibire değil, marifete götürmelidir. Her yeni bilgi, insanın acziyetini, Rabbinin azametini göstermelidir. Çünkü “Bilenler ile bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9). İlmin artışıyla birlikte, Allah’ın Alîm ve Nûr isimlerinin daha çok hissedilmesi, imanla yoğrulmuş bir basiret gerektirir.

Zira ilim, Allah’a ulaşan yolda bir nurdur; ama O’nu gözetmeden gidilen her ilim yolu, insanı ancak karanlıkta bırakır.

 

 




KIBLE, KÂBE, TAVAF, SA’Y VE VAKFE: BİR SEMBOLÜN DERUNİ SEYRİ

KIBLE, KÂBE, TAVAF, SA’Y VE VAKFE: BİR SEMBOLÜN DERUNİ SEYRİ

İnsanoğlu, yaratılışı gereği sembollere muhtaçtır. Zira hakikatin özüne ulaşmak için kalbin gözüyle bakmak gerekir. Allah (c.c), kullarının idrakini yükseltmek, ruhlarını tezkiye etmek ve kalplerini nurlandırmak için sembolleri birer hakikat aynası kılmıştır. İslam’ın derin yapısında yer alan Kıble, Kâbe, Tavaf, Sa’y ve Vakfe, sadece zahiri ibadet ritüelleri değil, aynı zamanda ruhun Allah’a dönüşünün ve marifetullahta terakki etmesinin sembolleridir.

KIBLE: Kalbin İstikameti

Kıble, sadece namazda yöneldiğimiz coğrafi bir yön değildir. Asıl kıble, kalbin Allah’a yönelişidir. Bedensel olarak Kâbe’ye dönerken, kalbimizin kıblesi de dünya meşguliyetlerinden, nefsaniyetten ve gafletten sıyrılarak Mevlâ’ya teveccüh eder. Kıble, insanın batıni istikametini belirler. Eğer kalbin kıblesi Allah değilse, bedenin kıblesi Kudüs de olsa fayda vermez.

Tasavvufta, kıble istikameti “batınî istikamet” olarak görülür. Gönül kıblesi bozuldu mu, namazın dışı şekil, ibadetin özü ruhsuz kalır. Bu yüzden, her müminin ilk işi kalbin kıblesini düzeltmektir.

KÂBE: Vahdetin Merkez Noktası

Kâbe, tevhidin sembolüdür. Dünyanın dört bir yanından gelen müminlerin aynı merkez etrafında toplanması, birliğin, kardeşliğin ve Allah önünde eşitliğin ilanıdır. Kâbe, Allah’ın evi değildir, zira Allah mekândan münezzehtir; ancak o, O’nun tecellisinin merkezi, rahmetin iniş noktası, kudsiyetin ve aşkınlık halinin yeryüzündeki simgesidir.

Kalbimiz de bir Kâbe gibi olmalı; putlardan, dünya sevgisinden, kibirden ve nefsin arzularından arındırılmalı. Nasıl ki Kâbe putlardan temizlenince hakikat ortaya çıktı, kalp de öyle temizlenirse ilahi nurla dolar. Kâbe’nin siyah örtüsü, aşkın sırrını gizler; ama her dönen, o sırra bir adım daha yaklaşır.

TAVAF: Aşkın Etrafında Dönmek

Tavaf, müminin Allah aşkıyla yanıp tutuşarak O’nun etrafında dönmesidir. Güneşin etrafında dönen gezegenler gibi, kalpler de aşkın merkezi olan Kâbe etrafında döner. Bu dönüş, nefsin merkezi terk edip, Allah’ı merkeze alışının sembolüdür.

Tasavvufta tavaf, ruhun kendi benliğinden çıkıp hakikatle bütünleşmesidir. Her şavt (tavaf turu), kulun bir nefsi engeli aşıp Allah’a bir adım daha yaklaşmasıdır. Yedi tur, nefsi yedi mertebede terbiye etmeyi simgeler: Emmare’den başlayıp mutmainne’ye doğru ilerleyen manevi seferin dıştaki görüntüsüdür tavaf.

SA’Y: Gayretin ve Umudun Koşusu

Hacer validemizin Safa ile Merve arasında koşusu, ilahi bir tevekkül ve çabanın timsalidir. O koştu, ama kalbi Allah’a teslimdi. Sa’y, insanın dünya hayatında arayışını, gayretini ve sabrını ifade eder. Kul, hayat yolculuğunda çabalar; ama sonuç Allah’tandır.

Tasavvufi bakışla sa’y, zahiri koşunun ötesinde bir iç yolculuktur. Bazen vuslat umuduyla Safa’dan koşarız, bazen gözyaşıyla Merve’ye sığınırız. Ama bilmeliyiz ki, her saf koşu, Hakk’ın rahmetine çağrıdır.

VAKFE: Dur ve Dinle

Vakfe, Arafat’ta duruştur. Beden durur ama kalp en yoğun konuşmasını yapar. Hiçbir amelin kabulü vakfesiz olmaz. Orada, sadece el değil, gönül açılır. Kul, hayatın hengamesinde ilk defa susar ve Allah’ı dinler. O duruş, mahşer provasıdır; kefensiz bir bekleyiştir.

Vakfe, insanın kendiyle yüzleştiği, dünyadan soyunduğu ve Rabbiyle baş başa kaldığı andır. Orası yeryüzünün en suskun ama en yüksek sesle yapılan duasıdır. Ve orada dilsiz bir niyaz yükselir göğe: “Ben geldim ya Rab, beni kabul et!”

SONUÇ: Şekilden Hakikate Yolculuk

Kıble bir yön değil, yöneliştir. Kâbe bir bina değil, kalbin kıblesidir. Tavaf bir yürüyüş değil, aşkın ritmidir. Sa’y bir koşu değil, umudun adımıdır. Vakfe bir duruş değil, teslimiyetin doruk noktasıdır.

Bu semboller, şeklin ötesinde derin manalar taşır. Her biri birer işaret taşıdır; kulun Rabbi’ne ulaşmasında önüne serilmiş manevi duraklardır. Bu sembolleri yalnızca bedenle değil, ruhla da yaşarsak; o zaman hac bir seyahat değil, bir mirac olur.

İşte bu yüzden, İslam sadece bir ibadetler bütünü değil, hakikatin remzidir. Bu sembollerde kendini bulan her kul, artık dünyada değil; ebedi bir hakikatin eşiğindedir.

 

 




KURAN-I KERİM’DE VE HADİS-İ ŞERİFLERDE ANLATILAN OLUMSUZ İNSANLAR VE ÖZELLİKLERİ NELERDİR?

KURAN-I KERİM’DE VE HADİS-İ ŞERİFLERDE ANLATILAN OLUMSUZ İNSANLAR VE ÖZELLİKLERİ NELERDİR?

Kur’ân-ı Kerîm ve Hadis-i Şeriflerde birçok olumsuz insan tipi ve bu kişilerin özellikleri ayrıntılı biçimde anlatılmıştır. Bu uyarılar, hem bireysel arınma hem de toplumsal ıslah için çok önemlidir. Aşağıda bazı temel olumsuz insan tipleri ve özellikleri yer almaktadır:

1. Münafık (İkiyüzlü)

Kur’an’da çokça yer verilen tiplerden biridir.

Özellikleri:

Yalancıdır: “Münafıklar Allah’a oyun etmeye çalışırlar, oysa Allah onların oyunlarını başlarına geçirir.” (Nisa 142)

Namaza üşenerek kalkar: (Nisa 142)

Gizli fesat peşindedir: (Bakara 11-12)

Ahde vefasızdır, emanete hıyanet eder: (Hadis – Buhari, Müslim)

2. Kâfir (İnkarcı)

Hakkı bile bile inkâr eden kişidir.

Özellikleri:

Kibirli ve inatçıdır: “Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden uzak tutacağım.” (Araf 146)

Hak söze kulak vermez: (Bakara 6-7)

Dünya hayatını ahirete tercih eder: (İbrahim 3)

3. Zalim

Haddi aşan, başkalarının hakkını çiğneyen kişidir.

Özellikleri:

Güçlüyken zulmeder: (Şura 42)

Allah’ın hükmüne razı olmaz: (Maide 45)

Kendi nefsine de zulmeder: (Bakara 57)

4. Mütekebbir (Kibirli)

Kendisini üstün gören, başkalarını küçük gören kişidir.

Özellikleri:

Hakikati kabul etmez: “Kibre kapılanlara cennet haramdır.” (Hadis – Müslim)

Firavun örneğiyle anlatılır: (Kasas 38-39)

5. Cimri

Malını paylaşmayan, infak etmeyen kişidir.

Özellikleri:

Allah’ın verdiğini kendisine mal eder: (Hadid 24)

İnfakı başa kakar: (Bakara 264)

Cimrilik ahlaksızlığa yol açar: (Tevbe 34)

6. Gıybet Eden ve Lâğv Peşinde Olan

Başkalarının kusurunu araştıran, faydasız konuşmalarla vakit geçiren kişidir.

Özellikleri:

Gıybet, ölü kardeşinin etini yemeye benzetilir: (Hucurat 12)

Boş konuşur, yalan söyler: (Mu’minun 3)

7. Haset Eden

Başkasının sahip olduğuna üzülüp onun elinden çıkmasını isteyen kişidir.

Özellikleri:

Hasetçi, iyiliğin düşmanıdır: (Felak Suresi)

Kalbi karanlık ve fitneye meyillidir: (Nisa 54)

8. Aldatıcı ve Hilekâr

İnsanları kandırarak menfaat sağlayan kişi.

Özellikleri:

Tartıda ve ölçüde hile yapar: (Mutaffifin 1-3)

Ticarette dürüst değildir: “Bizi aldatan bizden değildir.” (Hadis – Müslim)

9. İsyankâr ve Ana-Babaya Asi

Ailesine, özellikle ebeveynine karşı gelmek.

Özellikleri:

Ana-babaya “öf” bile denmez: (İsra 23)

Onlara asi olmak büyük günahtır: (Hadis – Buhari)

10. Kalbi Mühürlü Olanlar

Hakikate karşı duyarsız, inatçı ve hissiz olan kimseler.

Özellikleri:

Kalpleri vardır ama anlamazlar: (Araf 179)

Gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır ama işitmezler.

KURAN-I KERİM VE HADİS-İ ŞERİF ÜZERİNDEN MUKAYESELİ BIR TABLO

Olumsuz Özellikler: Kur’an’da ve Hadislerde Geçen Tanımlar
* Münafıklık: Kur’an’da dinin içini boşaltmak olarak tanımlanır. Hadislerde ise yalan, hıyanet ve vefasızlık olarak geçer (Buhârî).
* Kibir: Kur’an’da Firavun örneği verilerek kınanır. Hadislerde ise kibrin cennete girmeye engel olacağı belirtilir (Müslim).
* Nankörlük: Kur’an’da şükürsüzlükle suçlanır. Hadislerde ise nimete değer vermemekle ilişkilendirilir.

* Zalimlik: Kur’an’da zalimlerin kurtuluş umudunun olmadığı belirtilir. Hadislerde dua ve ahlak dışı davranışlarla ilişkili olduğu ifade edilir.
* Gıybet: Kur’an’da zalimlik ve ifsatla (bozgunculukla) ilişkilendirilir. Hadislerde ise (ve Kur’an’da Hucurât Suresi 12. ayette belirtildiği gibi) ölmüş kardeşinin etini yeme benzetmesiyle anılır.

 

 




SU-İ MİSAL EMSAL OLMAZ

SU-İ MİSAL EMSAL OLMAZ

Osmanlının medeni hukuku olan Mecelle der ki: “Su-i misal emsal olmaz.” Yani kötü örnek örnek olarak alınmamalı.

SU-İ MİSAL EMSAL OLMAZ: Kötülüğe Örnek Aramak

Osmanlı’nın medeni kanunu olan Mecelle, sadece hukukî bir metin değil, aynı zamanda hayatın hikmetini dile getiren bir rehberdir. Bu rehberin özlü ifadelerinden biri de “Su-i misal emsal olmaz” kaidesidir. Yani “Kötü örnek örnek alınmaz”. Bu ifade, bir toplumun değer yargılarını koruma çabasıdır; kötülüğün gerekçesi kötülerle savunulamaz.

Yaşanmış Bir Hadise: Camideki Çocuk

Bir gün, küçük bir köy camisinde çocuklar koşup oynarken bir adam sinirle camiye girer ve bağırır:

> “Bu camide çocuk mu olur! Camide sessizlik olur, bu nasıl saygısızlık!”

İmam sakinlikle yaklaşıp şöyle der:

> “Amca, biraz sabret. Bu çocuklar camiye gelirken oyunlarını da beraber getiriyorlar. Ama biz onları buradan kovarsak, ileride camiye sadece cenazeleri gelir.”

Adam cevap verir:

> “Ben de çocukken hiç böyle yapmadım!”

İmam tebessüm eder:

> “Belki de siz camiye hiç getirilmediniz…”

Kötü örnekleri emsal almak yerine, iyiye örnek olacak yollar aramak gerekir. Çünkü bir toplumun geleceği, geçmişin hatalarını değil, hikmetli doğrularını kendine rehber etmesiyle şekillenir.

Hz. Ömer’in Adaleti

Hz. Ömer (r.a.) zamanında, biri hırsızlık yaparken yakalanır. Mahkemeye çıkarılır. Adam savunmasında:

> “Ben bunu açlıktan yaptım, kimsem yok, çalışacak iş de bulamadım.”

Hz. Ömer bu duruma derin bir bakışla yaklaşır. Hırsızın ihtiyacını gözetir, açlığını gidermek için Beytülmal’dan yardım edilmesini sağlar. Ancak şu sözü de tarihe geçer:

> “Sen aç kaldın diye haram meşru olmaz. Ama senin aç kalmana sebep olanlar da hesap verecek!”

Yani kötü şartlar kötü davranışı mazur gösteremez. Kötü bir örnekten yola çıkılarak genel kaideler sarsılamaz. Hukukta, ahlakta ve toplumda bu temel korunmalıdır.

Zamanımızın Suistimalleri

Bugün birçok kişi, kendi yanlışlarını başkalarının yanlışlarıyla savunur hale geldi:

“O da yapıyor.”

“Herkes böyle.”

“Ben mi düzelteceğim?”

Halbuki iyilik bulaşıcı olduğu gibi kötülük de bulaşıcıdır. Toplumda kötü örneklere göz yumuldukça kötülük normalleşir. Ancak hikmetli duruş, bu döngüyü kırar.

Bir Kaidenin Hayat Rehberliği

“Su-i misal emsal olmaz” sadece bir hukuk kuralı değil, aynı zamanda bir hayat ölçüsüdür. Bize düşen, yanlışları değil, doğruları örnek almak; kötülükleri değil, iyilikleri yaymaktır. Çünkü bir toplumun yıkımı, kötülüğü örnek göstermesiyle başlar. Ve bir toplumun dirilişi, tek bir kişinin bile doğruyu savunmasıyla mümkündür.

@@@@@@@@

YANLIŞ EMSAL OLMAZ
“Su-i misal emsal olmaz” (Mecelle)
“Kötü emsal olmaz.”
Birisinin hatasıyla başkası mesul olmaz.
İslâmiyet “ Ve lâ teziru vâziretün vizre uhrâ” sırrıyla,bir kişinin hatasıyla bir başkasının,yakınının günahkâr olamayacağı gerçeği,bir kişinin hayatının dahi ne derece kutsal olduğunu ifade eder.

Nitekim bir gemide dokuz masum bir caninin bulunması durumunda o gemi hiçbir suretle batırılamayacağı gibi,,dokuz cani bir masum dahi olsa ,o bir kişinin rızası olmadıkça adalet gereği o gemi batırılamaz.

Evet,hak haktır. Küçüğüne,büyüğüne bakılmaz. Kimin için olursa olsun. Ve her insan suçu sabit olmadıkça masumdur.
*Apartman olarak Adıyaman-da doğal gaz almak için müracaat ettiğimizde çıkan zorlukları görünce müracaat etmekten vazgeçtik.
-Hemen benim ön blokumda oturan annem-gilin apartman olarak müracaata hak kazanması üzerine,rahatsız olup evde bile zor yürüyen annemin yerine çekine çekine ben müracaat ettim.
Bunu da kendilerine dile getirdim.Ancak ilk müracaatta bu esnekliği gösterdiklerini söylediler.
Doğalgaz saatini almaya gittiğimde ise aynı tedirginlik gene bende sürmekteydi.Hatta bunu anlayan annem;
-Oğlum rahatsız mısın,yemek yemediysen sana yiyecek hazırlayayım,dedi.
Hayır deyip ayrıldım.
Korktuğum başıma geldi. Görevli şefe gönderdi.
Annemin ve benim nüfus cüzdanım mevcut ve de aboneliği ben yapmış olduğum halde muhtardan aynı kağıt içerisinde ben ve annemin aynı apartmanda oturduğumuza dair bir belge istendi.
Durumu arzetmiş olmama rağmen illa böyle bir belgenin gelmesi gerektiği ve bir sahtekârlıkla karşılaştıklarından bunu istediklerini söylediler.
Yani bir sahtekârlık emsal alınarak,bilinmeden tüm müşteriler aynı durumda değerlendirilmiş oldu.
Aslında suyu yokuşa sürüp böyle yapılacağına,o sahtekâr veya sahtekârlıkla uğraşıp,herkes mağdur edilmeseydi,daha mantıklı bir iş yapılmış olurdu.
Acaba soruyorum;Bu durumda her gelen sahtekâr olarak yani bu da sahtekârlık yapar diye düşünülmüş olmuyor mu?
Düşünülüyor olacak ki bu zorluklar çıkarılıyor.
-Neyse muhtardan annemin ve kendimin ikametgâh belgesini aldım ve getirdim.
Bu seferde ikisinin aynı kağıt üzerinde işlenmemiş olmasından dolayı bir daha muhtara gönderildim.
Muhtar bilgisayarda ikisinin aynı kağıtta olamadığını söyledi.Ben de baktım,aynı kağıda ikisinin yazılması mümkün olmuyordu.
Tekrar doğalgaz firmasını aradık.Elle yazma teklifimizi kabul edeceklerini söylediler.
İşin bir garip noktası da elle yazmada başladı.
Kendi ismimin yanına annemin bilgilerini girerken muhtar kapı numaralarını ve bazı şeyleri girmememi söyledi.Yoksa kabul edilmeyebilirdi!
Yani sahtekârlık mı yapayım,dedim.
Oda beni düşünerek,kabul etmeleri ve aynı apartmanda kaldığımız intibasını vermek için bazı numaraları yazmamamı istedi.
Numara yapmam ve sahtekârlık da bulunmam işten değildi.İşler böyle işliyormuş!.
Ben sahtekârlığa itildim,dürüst davranmamak için zorlandım.
Oysa kolay halledilmesi gereken bir mesele de hatta geri kalmışlığın bir uygulamasına sebeb olarak kurban edilmiyor muyduk?.Bu durum internetten bile çözülemez mi?
Neyse ki daha sonra anlaşıldığı üzere doğalgazı çekenlerinde eksikliklerinden dolayı aboneliği yapıp ödemeyi işaretlememeleri üzere sonraya kaldı.
Hantal bürokrasi yürümediği gibi,başkasını da yürütmedi.
Bu gün git,birkaç gün sonra gel…
Kendini aşamayanlar,başkalarını aşağılamaya başlıyorlar.
Peki beni bu sahtekârlığa zorlayanlar sahtekâr olmuyor mu?
Kendilerine şunu dedim;
Hadiste;”Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız,Müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz.”
Kurumlarda ve bürokraside sadece bu hakikat uygulansa çözülmeyecek bir mesele yoktur.
*Muhtarda dertliymiş.O da bir olayı anlattı.
Vatandaşın birisi ev alıyor.Tapu,elektirik her şey tamam.Sadece su abonesi alacak.
Belediyeye gidiyor.Su işlerinden kendisine,evi aldığı kişinin ölmesinden dolayı,vereselerinin tümünden imza getirmesini söylüyorlar.
Muhtar bu durumu reise bildiriyor,reis müdürü arıyor;-Neden böyle oluyor,diye.
Ve vatandaş tekrar müdüre gidiyor,böyle bir konuşmanın olmadığını söyleyerek işini yapamıyor.
Bir su abonesi için her tarafa dağılmış olan,tapusu bulunan,elektirik abonesi olan kişi şu an almaktan vaz geçerek suça itiliyor.
*Dahasını anlatmaya gerek yok, sizlerde bilirsiniz.
Deveye demişler;Neden boynun eğri?
Nerem doğru ki!demiş.
Herhalde bir iki neslin daha gitmesi gerekecek…
Devlet ve bürokrasi,zillet içine düşmek istemiyorsa,milleti bağlayan bağları çözmelidir.
Milletin nabzını tutmalıdır.
Devlet alt kademesinden üst kademesine kadar millet bürokrasiye kurban ediliyor ve sahtekârlığa göz göre göre yönlendiriyor.
Başbakanın bile sık sık şikayet ettiği bu bürokrasi samimiyetten uzak,kör bir resmiyetle,kör topal olarak götürülmektedir.
Bu durumlarla karşılaştıkça insanlarla ilişkilerde soğukluk hissediyorum.
Bana güvenmeyene ben de güvenmekte zorluk çekiyorum.
İnsanlara selam vermeme,şüpheli değerlendirmede kendimi mecbur davranmak zorunda kalıyor gibi hissediyorum.
Biriken bu durumlar insanı hayattan soğutuyor…
Devlet bürokraside sahtekâr davranmak ve vatandaşı sahtekâr görmek istemiyorsa buna bir çözüm bulmalıdır.
Resmiyeti değil,samimiyeti ön plana çıkarmalıdır.
Eskisi kadar olmasa da,devlet hala samimi ve dürüst değildir.
Bürokratik bağlar hala bu milletin ayağında bir prangadır.
Bir yandan bu olumsuzluğu görmüş olmam,genel bir problemi değerlendirmeme sebeb oluşturdu.
Bu durum şahsi bir mesele olarak değil,kamunun genel bir problemi olarak kaleme alınmıştır.
İlk ve son sözüm;
-Birisinin yanlışı başkalarına emsal olmaz.
-Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız.Müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz.
05-10-2013
MEHMET ÖZÇELİK

https://tesbitler.com/2015/01/02/yanlis-emsal-olmaz/

 

 




HAMDIM – PİŞTİM – YANDIM

HAMDIM – PİŞTİM – YANDIM

“Hamdım – Piştim – Yandım” ifadesi, Mevlânâ Celaleddin Rûmî’ye atfedilen, insanın mânevî tekâmül yolculuğunu veciz biçimde özetleyen derin bir söz. Bu ifade hem maddî hem de manevî gelişim açısından ele alınması gereken hikmetli ve düşündürücüdür:

HAMDIM – PİŞTİM – YANDIM: İnsan Olmanın Derin Yolculuğu

İnsan, yaratılışı gereği hem topraktan hem ruhtan yoğrulmuş bir varlıktır. Onun yolculuğu sadece doğumla başlayıp ölümle biten bir süreç değildir. Asıl serüven, ruhunun hamlığından pişkinliğe ve oradan da ilahi aşkla yanmaya uzanan manevi olgunluk çizgisidir. Mevlânâ’nın veciz ifadesiyle bu yolculuk üç kelimeyle özetlenir: Hamdım, piştim, yandım.

1. HAMDIM: Nefsânîlikten İdrake Doğru

İnsan, varlık sahnesine ilk adım attığında, henüz bilmez, tanımaz, idrak etmez. Bu dönem, nefsin galip, ruhun mahpus olduğu bir hamlık evresidir.

Maddeye meyil vardır, ruh uykudadır.

Hedefler dışsaldır: Mal, mevki, şöhret…

Kalp, henüz hakikate dair açılmamıştır.

İmtihanlar anlaşılmaz, olaylar tesadüf zannedilir.

Bu hamlık, insanın cehaletidir. Ama aynı zamanda potansiyelin habercisidir. Çünkü her hamlık, içinde bir olgunlaşma istidadını taşır. Topraktaki tohumu düşünelim: Henüz ağaç değildir, ama ağaç olmaya istidatlıdır.

2. PİŞTİM: İmtihanla, Tefekkürle ve Terbiye ile

İnsan, zamanla hayata, acıya, ayrılığa, sevgiye ve ölüme temas ettikçe “neden” soruları sormaya başlar. Bu sorgulama, pişmenin kıvılcımıdır.

Kalp uyanmaya başlar, nefis terbiye edilmeye çalışılır.

İlahi kitaplarla, hakikat tefekkürleriyle tanışılır.

İmtihanlar, artık bir hikmet penceresi hâline gelir.

Dua, sabır, tevekkül gibi kavramlar derinleşir.

Bu dönem, ilmin, marifetin ve irfanın başladığı evredir. Artık insan yalnızca yaşamakla değil, yaşadığını anlamlandırmakla meşguldür. Tıpkı ham meyvenin ateşte pişmesi gibi; acılar, kayıplar, sevinçler ve sorgulamalar insanı terbiye eder.

3. YANDIM: Aşkın, Teslimiyetin ve Fâni Olmanın Zirvesi

Bu son evre, Allah’a aşkla bağlanmak, kullukta fâni olmak, nefsin hiçliğini kabul ederek ruhun hakikate pervane olmasıdır. “Yandım” demek; artık benlikten çıkmak, “ben” değil, “Sen” demektir.

Kulluğun lezzeti yaşanır; zahmet rahmete dönüşür.

İlahi aşk, kalbi sarar. Mevlânâ’nın ifadesiyle: “Ateş değil, aşk yakar!”

Dünya bir perde, ahiret bir hedef olur.

Her şeyde Allah’ın tecellîsi görülür; hikmet gözü açılır.

Bu hâl, en yüksek manevi kemâldir. Sadece bilgiyle değil, hâl ile, tecrübe ile kazanılır.

SONUÇ: HERKES BU YOLDA AMA HERKES AYNI YERDE DEĞİL

Hamdım, piştim, yandım… Bu, sadece sûfîlerin değil, aslında her insanın kaderî yolculuğudur. Fakat bu yolculukta herkes bir yerde takılabilir:

Kimi hamlıkta ömür tüketir, dünyayı ahirete tercih eder.

Kimi pişmeye başlar, ama ateşe sabredemez, kaçıp geri döner.

Kimi ise yanmaya razı olur, kendi benliğini feda eder ve Allah’a vuslat eder.

Bize Ne Düşer?

Hamlığımızı inkâr etmeden pişmeye razı olmak…

Acının, imtihanın ve yalnızlığın aslında terbiye olduğunu bilmek…

Ve en nihayetinde, Rabbimize aşk ile teslim olup “Ben yandım, Sen varsın!” diyebilmektir.

Çünkü pişmeden yanılmaz, yanmadan hakikate varılmaz.

 

 




İNSANLAR MADENLER GİBİDİRLER

İNSANLAR MADENLER GİBİDİRLER

“İnsanlar, altın ve gümüş madenleri gibidir. İslâm öncesi dönemde hayırlı olanlar, İslâm döneminde de İslâm’ı kavramak kaydıyla hayırlıdırlar. Ruhlar, askerî birlikler gibidir. Birbirleriyle tanışan ruhlar, birbirleriyle kaynaşırlar, tanışmayanlar da ayrılığa düşerler.”

Bu hadis, insanın yaradılışına dair derin bir tasvir sunar ve insanın manevi gelişimini anlamamıza yardımcı olur. Hadisin her iki kısmı — “altın ve gümüş madenleri” ve “ruhların askerî birlikler gibi olması” — ifadelerine gelince:

1. Altın ve Gümüş Madenleri Gibi İnsanlar:

“İnsanlar, altın ve gümüş madenleri gibidir.” ifadesi, insanları değerli madenlere benzetir. Altın ve gümüş, değerli ve nadir bulunan, işlenmeye ihtiyaç duyan maddelerdir. Bu benzetme, insanların da ham halde olduklarını, ancak içlerinde büyük bir potansiyel ve değer taşıdıklarını anlatır. İslâm öncesi dönemde de bu insanlar, doğal bir potansiyele sahip idiler, ancak bu potansiyeli doğru bir şekilde kullanabilmek için İslâm’ı kabul etmeleri ve doğru yolu bulmaları gerekirdi.

Altın ve gümüş gibi, insanlar da zamanla olgunlaşır, işlenir ve doğru şekilde yönlendirilirse güzel ve değerli hâle gelirler.

İslâm’a girdikten sonra, kişinin asıl değerini, ruhsal ve manevi olgunluğunu İslâm’ı doğru bir şekilde kavramak belirler.

Bu, aslında insanın potansiyelini vurgulayan bir mesajdır: İnsanlar, doğuştan gelen bazı üstün özelliklere sahip olabilirler; fakat bu özelliklerin hakiki anlamını bulmaları için İslâm’la tanışmaları gerekir. İslâm, insanın ruhundaki altın ve gümüş gibi değerleri güzel bir şekilde ortaya çıkarmak ve işlemek için gerekli olan “işlem”dir.

2. Ruhlar, Askerî Birlikler Gibidir:

“Ruhlar, askerî birlikler gibidir. Birbirleriyle tanışan ruhlar, birbirleriyle kaynaşırlar, tanışmayanlar da ayrılığa düşerler.” ifadesi, insanların ruhsal yapıları ve aralarındaki manevi bağları üzerine derin bir açıklama sunar. Bu benzetme, ruhların doğal uyumunu anlatır.

Askerî birlikler bir organizasyon içinde birbirine uyumlu ve belirli bir hedef için çalışan parçalardır. Burada ruhlar da tıpkı böyle bir birlik gibi farklı insanlar arasındaki manevi bağları simgeler.

Ruhların birbirini tanıması, daha önceki yaşamlarda veya yaradılışta birbirleriyle kaynaşan, benzer düşünce, duygu ve değerler taşıyan insanlar arasında bir uyumun oluşması anlamına gelir. Bu, manevi uyum ve kardeşlik halidir.

Ruhların ayrılığı, ise bir tür manevi uzaklık, birbirini anlamama ya da bir çatışma durumunu ifade eder. Bu durum, insanların zıt karakterlere sahip olduklarında veya manevi düzeyde birbirlerini anlayamadıklarında meydana gelir.

Ruhların Tanışması ve Uyumu:

Ruhların tanışması, daha önceki tecrübeler ve manevi bağlantılar üzerinden açıklanabilir. İslâm’a göre, her insan bir ruh alemi ile bağlantılıdır ve ruhlar, dünya hayatında tekrar bir araya gelebilir. Bu tanışıklık, sadece maddi anlamda değil, manevi bir uyum ve benzerlik ile gerçekleşir.

İslâm’a göre, bir araya gelen ruhlar, birbirlerini anlar ve kaynaşır, çünkü ruhlar, yaratılışlarında Allah’a karşı bir tevhid ve ilk anlaşma (sözleşme) yapmışlardır. Bu ruhsal tanışıklık, insanların birbirlerine yakınlaşmalarını, güzel ilişkiler kurmalarını sağlar.

Sonuç:

Hadisteki altın ve gümüş benzetmesi, insanın potansiyelini, içindeki değeri ve olgunlaşma yolculuğunu anlatırken; ruhların askerî birlikler gibi olması ise, insanların manevi dünyalarındaki uyum ve bağlantıların önemini vurgular. Bu, hem insanlar arasında hem de insanın kendi ruhsal değişiminde derin bir anlayışa ve kabul edilmesi gereken bir gerçekliğe işaret eder.

İnsanlar, deruni olarak yüksek bir değere sahiptirler, ancak bu değeri ortaya çıkarabilmek için doğru bir yönlendirme ve manevi eğitim gerekir.

Ruhlar arasındaki uyum, insanların manevi derecelerine, anlayışlarına ve ahlâkî değerlerine bağlıdır. Tanışan ruhlar kaynaşır, bir arada çalışırlar ve güzel bir bağ kurarlar; tanımayan ruhlar ise birbirlerinden uzaklaşabilirler.

İslâm, bu uyum ve değerleri ortaya çıkarmak için en doğru rehberdir.

 

 




100 SENE ÖNCE İNGİLİZLERE İSTANBULU SUNAN İNGİLİZ MUHİBLERİ, BUGÜN TÜRKİYE’Yİ SUNMAKTADIR

100 SENE ÖNCE İNGİLİZLERE İSTANBULU SUNAN İNGİLİZ MUHİBLERİ, BUGÜN TÜRKİYE’Yİ SUNMAKTADIR

100 Sene Önce İngilizlere İstanbul’u Sunan İngiliz Muhibleri, Bugün Türkiye’yi Sunmaktadır

Tarih, sadece yaşanmış hadiselerin kronolojik sıralaması değil, aynı zamanda ibret ve hikmet levhalarının asıldığı büyük bir derstir. Bu dersin en çarpıcı sahnelerinden biri, 100 yıl önce Osmanlı’nın son demlerinde, İstanbul’u İngilizlere altın tepside sunmak isteyen güruhun ihanetiyle yaşanmıştır. Ne yazık ki aynı zihniyet, bugün farklı maskelerle sahnededir. Dün İstanbul’u, bugün Türkiye’yi sunan bu anlayış; kimliğimizi, bağımsızlığımızı ve medeniyet davamızı tehdit etmeye devam ediyor.

İngiliz Muhipler Cemiyeti ve Teslimiyetin Anatomisi

İstanbul fiilen işgal edildiğinde, içeride bir grup kalem erbabı, aydın ve siyasetçi İngilizlerin güdümünde bir Türkiye tahayyül etti. 1918’de kurulan İngiliz Muhipler Cemiyeti, sözde barış, çağdaşlık ve istikrar adına Osmanlı’nın İngiliz mandasına girmesini savundu. Bu cemiyetin içinde devlet ricalinden mürekkep kişiler, gazeteciler, akademisyenler vardı.

Bu insanlar, “şer güçlerle mücadele yerine teslim olursak daha az zarar görürüz” mantığıyla, milletin istiklal mücadelesini baltaladılar. İstanbul’daki bu zümre; işgalcilere yalakalık, mandacılara övgü düzen bir söylem geliştirdi.

Günümüzde İngiliz Muhiblerinin Torunları

Bugün o zihniyetin ismi ve görünüşü değişmiş olsa da niyeti aynıdır. Dün İngiliz’e teslimiyeti “medeniyet” diye pazarlayanlar, bugün küresel güçlere, Batılı fonlara, dış akıllara hizmeti “ilerleme”, “entegrasyon” ve “reform” diye sunmaktadır. Dün hilafeti kaldırmak için çalışanlar, bugün dinin toplumsal rolünü silmek, değerlerimizi itibarsızlaştırmak için çaba sarf ediyor.

Dış politika bağımsızlığına karşı çıkanlar,
Savunma sanayii gelişmesini sabote edenler,
Yerli kalkınma projelerine karşı lobi yapanlar,
Milli eğitimi ideolojik olarak küresel normlara entegre etmeye çalışanlar…

Hepsi birer yeni nesil “muhiptir”. Ancak muhib oldukları şey, bu milletin selameti değil; dışarıdan gelen yönlendirme ve çıkar gruplarıdır.

Ders Almazsak, Tarih Tekerrür Eder

İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin üyeleri sonunda tarihin kara defterine yazıldı. Onların ihaneti, milletin vicdanında mahkûm edildi. Bugün aynı ihaneti başka isimlerle sürdürenler de benzer bir akıbetten kurtulamayacaklardır. Ancak asıl mesele, milletin şuurlu olup bu zihniyeti fark etmesidir.

Bugün sadece bir seçim meselesi değil, bir medeniyet, bir istiklal, bir şahsiyet mücadelesi verilmektedir. Dün bölünmek istenen vatan, bugün ekonomi, kültür ve siyaset üzerinden şekillendirilmek istenmektedir.

Son Söz: Uyan Ey Millet!

Mazide İngiliz’e İstanbul’u sunanlar, bugünün Türkiye’sini de onların torunlarına sunmak peşindedir. Dün olduğu gibi bugün de çözüm, teslimiyet değil, direniştir. Çare, mandacılığın yeni kılıflarına değil, milletin kendi iç dinamiklerine, iradesine ve değerlerine sarılmaktır.

Çünkü bir millet, geçmişiyle hesaplaşmazsa geleceğine hâkim olamaz.