BÜYÜK TİCARET

BÜYÜK TİCARET

Allah’ın Kendi Mülkünü Satın Alması

Kur’an-ı Kerim’in en derin hakikatlerinden biri, mülkün gerçek sahibinin Allah olduğunu kavramaktır. Farsça ifadedeki derin mana, tam olarak bu hakikati yansıtmaktadır:

خدای پر گرم خود مُلک خود را می خرد از تو برای تو که دارا بهای بی گران داده

“Kerem sahibi olan Allah, kendi mülkünü senden senin için satın alıyor ki, buna paha biçilmez bir değer vermiştir.”

Bu ifade, Kur’an’da en açık şekilde Tevbe Suresi 111. ayet ile örtüşmektedir:

> “Şüphesiz Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır.” (Tevbe, 111)

Bu ayet, insanın Allah’a ait olan varlığını, yine O’na teslim etmesi gerektiğini ve bunun karşılığında Allah’ın ona ebedi bir mükâfat lütfettiğini beyan etmektedir. İşte bu alışveriş, insanın sadece dünyevi varlığıyla değil, aynı zamanda ruhuyla da Allah’a adanmasını gerektiren büyük bir hakikattir.

Mülkün Sahibi ve Mülkün Kıymeti

Allah, mutlak mülk sahibidir. İnsan ise ancak ona emanet edilen bu mülkü bir süreliğine kullanma yetkisine sahiptir. Fakat Allah, bu mülkü kullarının iradesine bırakmış ve onlara bir teklif sunmuştur: Bu mülkü Allah’ın rızası doğrultusunda kullanırsanız, O size paha biçilmez bir değer, yani ebedi saadet olan cenneti bahşeder.

Bu ticaret, insanın gerçek varlık anlayışını değiştiren bir ticarettir. Zira fani olan şeyler, Allah’a teslim edildiğinde sonsuz bir kıymet kazanır. “Allah mülkünü senden senin için satın alıyor.” ifadesindeki incelik de buradadır: Allah zaten mülkün sahibidir, ama insana özgürlük vermiş ve bu özgürlüğü, iradesiyle Allah’a teslim etmesini istemiştir. Böylece insanın kazandığı şey, Allah’a verdiği şeyden katbekat fazladır.

Bu Hakikatin Hikmeti ve Derinliği

Allah’ın bir şey satın alması, O’nun insana verdiği bir değer göstergesidir. İnsanın sahip olduğu her şey, Allah’a aittir; fakat Allah, insanın kendi rızasıyla O’na teslimiyet göstermesini diler. Burada kulun özgür iradesi devreye girer. İnsanın özgür iradesiyle Allah’a yönelmesi, O’na olan sevgisinin ve imanının bir göstergesidir. İşte bu yüzden, Allah’a teslim olmak sadece bir zorunluluk değil, büyük bir lütuftur.

Nitekim bir başka ayette şöyle buyrulur:

> “Allah, kendisine gönülden yönelip dinini O’na halis kılanlardan razıdır.” (Zümer, 2)

Sonuç: Kendi Olanı Kendi İçin Satın Alan Allah

Bu ifadede hem derin bir hikmet hem de Allah’ın insan üzerindeki rahmetinin ve şefkatinin en büyük tezahürü vardır. O, zaten kendisine ait olanı, kulun özgür iradesiyle O’na teslim etmesini ister ve karşılığında kulunu ebedi cennetle ödüllendirir.

Bu yüzden, bu alışverişte kârlı olan insandır. Çünkü Allah, insana her şeyini bağışlamış ve bunun karşılığında sadece O’na yönelmesini istemiştir. Gerçek ticaret, fani olanı verip bâki olanı almaktır. İşte bu yüzden en büyük kazanç, insanın kendisini Allah’a satmasıdır.

> “Ey iman edenler! Sizi elem dolu bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Resûlü’ne iman edin, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” (Saff, 10-11)

 

 




RUHUN KEMALE YÜKSELİŞ SERÜVENİ

RUHUN KEMALE YÜKSELİŞ SERÜVENİ

İnsanoğlu, sadece bedenî bir varlık değil; aynı zamanda ruhî bir yolculuğun içinde olan ve kemale ulaşma potansiyeli taşıyan bir emanettir. Bu yolculuk, insanın yaradılış gayesini idrak etmesi, kendini keşfetmesi ve nefsini terbiye ederek hakikate ulaşmasıyla tamamlanır. Ruhun kemale yükseliş serüveni, aslında insanın varoluş sırrını çözme ve ebedî saadete erişme sürecidir.

İlk Adım: Kendini Bilmek

Hakikat yolculuğunun en önemli durağı, insanın kendisini tanımasıdır. “Kendi nefsini bilen, Rabbini bilir.” hikmeti, bu gerçeği en veciz şekilde ifade eder. Kendi iç âlemine nazar etmeyen bir insan, dış dünyadaki hiçbir hakikati tam anlamıyla kavrayamaz. Ruh, karanlıklardan aydınlığa doğru yol almak ister, ancak onu engelleyen en büyük perde, insanın kendi nefsidir.

Nefis Terbiyesi: Ruhun Arınması

Ruhun yükselişi, nefsin arzularına karşı verilen mücadele ile mümkündür. Nefis, insanı aşağı çeken bir zincir gibi görünse de, aslında doğru yönlendirildiğinde bir terbiye vasıtasıdır. Büyük ârifler, nefsi üç ana merhalede ele alırlar:

1. Nefs-i Emmare: Kötülüğü emreden nefistir. İnsan bu aşamada, dünyevî hırsların, şehvetlerin ve bencilliğin esiri olur.

2. Nefs-i Levvame: Kendi hatalarını fark eden ve iç muhasebeye başlayan nefistir. İnsan burada, pişmanlık duygusuyla hatalarını düzeltmeye çalışır.

3. Nefs-i Mutmainne: Huzur bulan ve Allah’a teslim olan nefistir. Ruh, bu noktada yüksek bir idrak seviyesine ulaşır ve artık dünyevî endişelerden kurtulur.

Bu yolculukta, sabır, şükür, tefekkür ve ibadet en büyük yardımcılarımızdır. İnsan, ne kadar çok ibadet ve zikir ile meşgul olursa, o kadar arınır ve kemale yaklaşır.

Kalbin Aydınlanması: Hakikatin Nuruyla Buluşmak

Ruhun yükselişi, kalbin nurlanması ile tamamlanır. Kalp, nefsin karanlığından kurtuldukça, hakikat pencereleri açılır. İşte bu noktada insan, hayatın gerçek anlamını idrak eder. Dünya sevgisi azalır, ebedî âleme duyulan iştiyak artar. Bu aşamaya gelen kişi, artık sadece kendisi için değil, tüm insanlık için faydalı olmayı hedefler.

Tasavvufta, bu mertebeye ulaşan kişiye “insan-ı kâmil” denir. İnsan-ı kâmil, nefsini terbiye etmiş, kalbini arındırmış ve ruhunu ilahî aşk ile yoğurmuş bir şahsiyettir. Onun her sözü hikmetle doludur, her hareketi bir ibret vesilesidir.

Son Durak: Hakk’a Vuslat

Ruhun kemale ermesi, insanın Allah’a tam bir teslimiyet içinde olmasıyla mümkündür. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (Araf, 172) ayeti, ruhun aslında ezelden beri Allah’ı tanıdığını ve ona döneceğini hatırlatır. İnsan, dünya yolculuğunu tamamladığında, ruhu asıl yurduna, yani Rabbine dönecektir. Bu dönüş, kemale ulaşmış bir ruh için vuslat, eksik kalmış bir ruh için ise hasret olacaktır.

Bu serüvende önemli olan, insanın kendi ruhunu keşfetmesi, onu yüceltmesi ve hakikatin peşinden gitmesidir. Çünkü ruh, maddî âlemin esiri olmak için değil, ilahî hakikate ulaşmak için yaratılmıştır. Asıl saadet, insanın bu hakikati idrak etmesiyle mümkündür.

 

 




DERÛNİ HAKİKATLER

DERÛNİ HAKİKATLER

İnsan, maddî bir bedene sahip olsa da aslında ruhî bir yolculuğun içinde olan, manevî derinliklere açılma potansiyeli taşıyan bir varlıktır. Kimi zaman hayatın dış yüzeyinde, maddî âlemin geçici süslerine kapılırken, kimi zaman da derin düşüncelerin, ilahî hakikatlerin ve Derûnî keşiflerin peşine düşer. İşte bu derûnî hakikatler, insanın varoluşunun en temel meselelerinden biridir.

Zahirin Ötesine Geçmek

Dünya, zâhirî olarak bir düzen ve kanunlar manzumesi içinde işler. Ancak gözle görünenin arkasında, akıl ve kalp ile fark edilebilen daha derin bir gerçeklik yatar. Bu gerçeği kavrayamayanlar, olayları sadece dış yüzeyden okur ve hikmetleri göremezler. Oysa ki, derin idrak sahipleri için her şeyin ardında bir hikmet, bir mesaj vardır.

Kur’ân-ı Kerim’de geçen Hz. Musa ile Hızır kıssası, bunun en açık örneklerindendir. Zahiren bakıldığında anlamsız veya yanlış gibi görünen olaylar, aslında derin bir hikmete dayanır. Tıpkı hayatımızda yaşadığımız bazı zorlukların, görünürde bir kayıp gibi görünse de aslında ruhumuzu olgunlaştıran ilahî bir terbiye süreci olması gibi.

Hakikat, Zihinle Değil, Kalple Kavranır

Modern çağın en büyük yanılmalarından biri, hakikati sadece akıl ve bilgiyle kavrayabileceğini sanmaktır. Oysa hakikat, sadece aklın ürünü değil, aynı zamanda kalbin derinliğiyle idrak edilen bir sırdır. Mevlânâ’nın ifadesiyle, “Aklın varsa bir başka akılla dost ol da, işlerini danışarak yap. Ama gönlün varsa, gönlüne danış.” İnsan, ruhen olgunlaştıkça, hisleri ve sezmeleriyle de hakikate yaklaşır.

Bu yüzden büyük ârifler, sadece ilmi birikime değil, aynı zamanda kalbî bir olgunluğa da sahip olmuşlardır. Hakikat arayışında olan bir kişi, sadece bilgi edinmekle yetinmemeli, kalbini de temizlemeli, nefsini arındırmalı ve gözünü dünyadan ziyade hakikate açmalıdır.

Faniyi Değil, Bâkîyi Gözetmek

Derûnî hakikatleri kavrayan kişi, dünyanın geçici olduğunu, gerçek saadetin ise ebedî âlemde olduğunu bilir. Dünya hayatında her şeyin fani olduğunu görmek, insanı gafletten uyandırır. Nitekim büyük sûfîler, “Mülk Allah’ındır, insan ise sadece bir emanetçidir.” diyerek, dünya malına ve şöhretine aşırı bağlanmanın ne derecede tehlikeli olduğunu ifade etmişlerdir.

Ruhun derinliklerine inen kişi, Allah’ın varlığını ve birliğini kalben hisseder, bu dünyaya geliş amacını daha iyi anlar. Zira insan, sadece yemek, içmek ve dünya nimetlerinden faydalanmak için değil, aynı zamanda Allah’ı tanımak, O’na yakın olmak ve bu yolda kemale ermek için yaratılmıştır.

Hakikatin Peşinde Olanlara Tavsiyeler

Hakikati arayan kişi için bazı temel prensipler vardır:

1. Tefekkür et: Olaylara sadece zahirî yönüyle bakma, derinlemesine düşün. Hayatın içindeki ince hikmetleri keşfetmeye çalış.

2. Gönlünü arındır: Kin, haset, kibir gibi kötü duygular, hakikatin önündeki en büyük perdedir. Kalbini temizleyen kişi, daha net görmeye başlar.

3. Sabırlı ol: Her şeyin bir vakti vardır. Hakikat, sabırla, azimle ve sebatla ortaya çıkar.

4. Salihlerle beraber ol: Kiminle beraber olduğun, neyi düşüneceğini ve nasıl bir insan olacağını belirler.

5. Dua et ve teslim ol: Gerçek bilgelik, insanın acizliğini kabul edip, hakikati Allah’tan istemesiyle başlar.

Sonuç

Derûnî hakikatler, insanın hayatı anlamlandırmasını, varoluşunu kavramasını ve dünya ile ahiret arasında sağlam bir denge kurmasını sağlar. Hakikat yolculuğuna çıkanlar, nefislerini terbiye ederek, iç dünyalarını keşfederek ve kalplerini ilahî nurla aydınlatarak bu büyük sırrı çözebilirler. Zira hakikat, dış dünyada değil, insanın iç âleminde gizlidir. “Kendi nefsini bilen, Rabbini bilir.” hadisi, bu hakikatin en güzel ifadesidir.




YÜZ SENE ÖNCEKİ İNGİLİZ MUHİPLER CEMİYETİNİN ZAMANIMIZDAKI RUH İKİZLERİ

YÜZ SENE ÖNCEKİ İNGİLİZ MUHİPLER CEMİYETİNİN ZAMANIMIZDAKI RUH İKİZLERİ

Tarih, milletler için büyük bir ders niteliğindedir. Geçmişte yaşanan olayları iyi analiz edenler, geleceğe daha sağlam adımlarla yürürler. Bu açıdan, Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkan “İngiliz Muhibler Cemiyeti” ve onun günümüzdeki benzer yapılarla olan ilişkisi, derinlemesine incelenmesi gereken bir konudur.

İngiliz Muhibler Cemiyeti Nedir?

İngiliz Muhibler Cemiyeti, 20. yüzyılın başlarında, özellikle Osmanlı Devleti’nin son döneminde, İngiltere’nin çıkarlarını savunan ve Osmanlı’nın İngiltere’ye yakınlaşmasını teşvik eden bir cemiyet olarak ortaya çıkmıştır. Cemiyetin temel amacı, Osmanlı Devleti’nin İngiltere himayesi altına girmesini sağlamak ve İngiliz politikalarının Osmanlı üzerinde etkili olmasını sağlamaktı.

Bu cemiyetin üyeleri genellikle üst düzey devlet adamları, aydınlar ve bürokratlardan oluşuyordu. Cemiyet, Osmanlı’nın bağımsızlığını tehlikeye atacak faaliyetlerde bulunmuş ve toplumda İngiliz hayranlığı oluşturmayı amaçlamıştır.

Günümüzde Benzer Yapılar Var mı?

Tarihin tekerrür ettiği söylenir. Gerçekten de, günümüzde de benzer zihniyete sahip yapılar mevcuttur. Küresel güçlere bağlı olarak faaliyet gösteren bazı gruplar, ulusal bağımsızlığa zarar verecek şekilde dış politikalara boyun eğilmesini savunmaktadır. Bunlar kimi zaman medya üzerinden, kimi zaman akademik çevrelerde, kimi zaman da siyasi yapılar içinde etkili olmaktadırlar.

Özellikle Batılı güçlerle olan ilişkileri, bağımsızlık perspektifinden ziyade bir teslimiyet anlayışı ile yürüten bazı gruplar, tıpkı İngiliz Muhibler Cemiyeti gibi, toplumda belirli fikirlerin yayılmasını teşvik etmektedir. Bunlar;

Kendi ülkesinin menfaatlerini değil, küresel güçlerin menfaatlerini savunan siyasi oluşumlar,

Medyada Batı’nın söylediklerini mutlak doğru olarak kabul eden ve bunu halka empoze eden yayın organları,

Uluslararası kuruluşlar üzerinden yerel yönetimleri baskı altına almaya çalışan düşünce kuruluşları,

Kendi değerlerini aşağılayıp Batı’nın kültürel üstünlüğünü savunan entelektüel çevreler.

İbret Alınması Gereken Bir Tarihî Gerçek

Osmanlı Devleti’nin yıkılma sürecinde, içten ve dıştan gelen ihanetler büyük rol oynamıştır. İngiliz Muhibler Cemiyeti gibi yapılar, Osmanlı’nın çöküşünü hızlandırmış ve emperyalizmin elini güçlendirmiştir. Günümüzde de benzer tehlikeler mevcuttur ve dikkatli olunmalıdır. Bağımsız bir millet olarak kalmak, geçmişten ders alıp, milli şuuru diri tutmakla mümkündür.

Tarih, bize düşen en büyük mirastır. Bu mirası doğru okuyamayanlar, geçmişin hatalarını tekrar etmeye mahkûmdur. O yüzden, İngiliz Muhibler Cemiyeti gibi yapıları unutmamak, günümüzdeki yansımalarını iyi analiz etmek ve buna karşı durmak, her vatanseverin sorumluluğudur.




ASRIN HASTALIĞI : GELİŞMEYEN KİŞİLİK BUNALIMI

ASRIN HASTALIĞI : GELİŞMEYEN KİŞİLİK BUNALIMI

Zaman değişiyor, teknoloji gelişiyor, bilim ilerliyor; ancak insanoğlu, iç dünyasında giderek daha büyük bir bunalıma sürükleniyor. Günümüzün en büyük problemlerinden biri, bireyin ruhsal ve ahlaki gelişimini tamamlayamaması, kişilik olarak olgunlaşamaması ve sonuçta derin bir bunalım içerisine düşmesidir. İşte bu, modern çağın en büyük hastalığıdır: Gelişmeyen kişilik bunalımı.

Kişilik Neden Gelişmiyor?

Kişiliğin gelişmesi, bireyin hayat boyunca edindiği tecrübeler, aldığı eğitim, yaşadığı çevre ve en önemlisi deruni muhasebesi ile mümkündür. Ancak günümüz dünyasında, bu gelişimi engelleyen birçok faktör vardır:

Haz ve Eğlence Kültürü: İnsan, derinleşmek ve olgunlaşmak için kendisiyle yüzleşmek zorundadır. Ancak modern çağ, bireyi sürekli bir haz ve eğlence ortamına çekerek onun düşünmesini, sorgulamasını ve kendini geliştirmesini engellemektedir.

Sosyal Medya ve Sanal Kimlikler: İnsanlar, gerçek hayatta oldukları kişiler yerine, sanal dünyada oluşturdukları kimliklerle var olmaya çalışıyorlar. Bu da onların gerçek benliklerini keşfetmelerini zorlaştırıyor.

Tüketim Toplumu: Kişilik, insanın iç dünyasında olgunlaşmasıyla gelişir; ancak sürekli tüketim alışkanlığı kazanan bireyler, içe dönüp kendilerini inşa etmek yerine, dışarıdan gelen hazlarla tatmin olmaya çalışıyorlar.

Aile ve Eğitim Eksikliği: Aile, bireyin ilk okuludur. Sağlam bir aile yapısına ve değerlerine sahip olmayan bireyler, kişiliklerini inşa ederken büyük zorluklar yaşarlar.

Gelişmeyen Kişilik Bunalımının Sonuçları

Gelişmeyen bireyler, iç huzursuzluk, doyumsuzluk, anlam arayışı ve en nihayetinde kimlik krizleri ile karşı karşıya kalırlar. Bunun toplumsal yansımaları ise şunlardır:

Bağımlılıklar: Alkol, uyuşturucu, sosyal medya, teknoloji gibi bağımlılıklar, bireyin ruhsal açlığını doyurmaya çalıştığı yapay tatmin araçlarıdır.

Ruhsal Çöküntüler: Depresyon, kaygı bozuklukları ve intihar vakalarının artışı, modern bireyin kendini inşa edememesinin en büyük göstergelerindendir.

Değerlerin Aşınması: Hak, adalet, vicdan gibi insani değerlerin zayıflaması, bireyin ruhsal derinlik kazanamamasının bir sonucudur.

Kimlik Bunalımı: Kendi değerlerinden uzaklaşan, neye inandığını bilmeyen ve köklerinden kopmuş bir birey, hayatını anlamsızlık içinde geçirir.

Çıkış Yolu Var mı?

Evet, bu bunalımdan çıkış mümkündür. Bunun için bireyin kendi iç dünyasına yönelmesi, ruhunu ve kişiliğini olgunlaştırması gerekir. Bunun yolları şunlardır:

1. Tefekkür ve Kendini Tanıma: Kişi, zaman zaman kendisiyle baş başa kalmalı, düşünmeli ve kendi iç dünyasını keşfetmelidir.

2. Manevi Gelişim: Ruhun gıdası, anlam ve değerlerdir. İnanç, ibadet ve maneviyat, kişiliğin olgunlaşmasını sağlayan en önemli etkenlerdendir.

3. Kitap Okuma ve Bilgi Edinme: Bilgi, insanın kendisini ve çevresini daha iyi anlamasını sağlar. Nitelikli kitaplar okumak, bireyin bakış açısını genişletir.

4. Sağlam Sosyal Çevre: İyi ve doğru insanlarla birlikte olmak, kişinin karakterini olumlu yönde etkiler.

5. Sorumluluk ve Üretkenlik: İnsan, sorumluluk aldıkça ve ürettikçe gelişir. Tüketici değil, üretici birey olmak kişilik gelişimini sağlar.

Sonuç

Gelişmeyen kişilik bunalımı, modern çağın en büyük krizlerinden biridir. Ancak bu kriz, bireyin bilinçli bir şekilde kendi üzerine eğilmesiyle aşılabilir. Kendi iç dünyasını keşfeden, ruhunu besleyen ve sağlam değerlerle kendini inşa eden bir birey, bu hastalıktan kurtulabilir. Gerçek gelişim, teknolojik ilerlemeyle değil, insanın ruhunu ve ahlakını olgunlaştırmasıyla mümkündür.




ONLAR SIRF ‘ALLAH’ DEDİKLERİ İÇİN YURTLARINDAN ÇIKARILDILAR

ONLAR SIRF ‘ALLAH’ DEDİKLERİ İÇİN YURTLARINDAN ÇIKARILDILAR

İnsanlık tarihi boyunca hakikati haykıranlar, zulmü reddedenler ve yalnızca Allah’a iman edenler hep baskıya, sürgüne ve zulme maruz kalmışlardır. Kur’an-ı Kerim’de geçen, “Onlar, haksız yere, sırf, ‘Rabbimiz Allah’tır’ demelerinden dolayı yurtlarından çıkarılmış kimselerdir.” (Hac Suresi, 40) ayeti, bu gerçeği tarihin her döneminde gözler önüne sermektedir.

Bugün, özellikle Gazze’de yaşanan zulüm, bu ayetin günümüzdeki tecellilerinden biri olarak karşımızda durmaktadır. Filistin halkı, sırf kendi topraklarında, kendi inançlarıyla yaşamak istedikleri için, haksız yere sürgün edilmekte, bombalanmakta ve dünya bu vahşeti sessizce izlemektedir.

Tarihin Tekerrürü: Zulmün Süregelen Yüzü

Tarihte peygamberler ve onlara inananlar da aynı şekilde yurtlarından çıkarılmış, işkenceye ve baskıya maruz kalmışlardır. Hz. İbrahim Nemrut’un zulmüne uğramış, Hz. Musa ve kavmi Firavun’un zulmünden kaçmak zorunda kalmış, Hz. Muhammed (s.a.v) ve sahabeleri de Mekke müşriklerinin baskısıyla Medine’ye hicret etmek zorunda bırakılmışlardır.

Tarihin akışı içinde defalarca tekrarlanan bu zulüm, bugün de Filistin topraklarında devam etmektedir. Masum çocuklar, kadınlar ve yaşlılar, bombalar altında can verirken, dünya menfaatleri uğruna bu zulme sessiz kalmaktadır. Ancak, Allah’ın vaadi kesindir: “Şüphesiz ki Allah, kendi dinine yardım edene mutlaka yardım eder.” (Hac Suresi, 40)

Gazze ve Modern Zulmün İbret Levhası

Bugün Gazze’de yaşananlar, sadece siyasi bir mesele değildir; bu, aynı zamanda hakkın ve batılın mücadelesidir. Oradaki mazlum halk, sırf “Rabbimiz Allah’tır” dediği ve bağımsız bir şekilde yaşamak istediği için dünya güçleri tarafından cezalandırılmaktadır. Ancak bu zulüm, tarih boyunca olduğu gibi mazlumların zaferiyle sonuçlanacaktır.

Gazze’de camiler, hastaneler, okullar yerle bir edilirken, tıpkı ayette bahsedildiği gibi, “Allah’ın adı çok anılan mescitler” hedef alınmaktadır. Ancak unutmamak gerekir ki, zulmün orduları ne kadar güçlü olursa olsun, Allah, dinine yardım edene yardım edeceğini vaat etmiştir.

Sonuç: Zulme Karşı Tavrımız Ne Olmalı?

Bu tarihi ve ilahi hakikatler karşısında, her Müslüman’ın üzerine düşen sorumluluk büyüktür. Susmak, zulme ortak olmak demektir. Bugün Gazze için dua etmek, maddi-manevi destek sağlamak, hakkı haykırmak ve zalimlere karşı tavır almak bir iman meselesidir.

Unutmamalıyız ki, her zulmün bir sonu vardır. Allah’ın yardımı yakındır ve zalimler tarihin çöplüğüne mahkûm olmaya devam edecektir. Müminler ise sabır ve direnişle Allah’ın yardımıyla galip gelecektir.

“Şüphesiz ki Allah, çok kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” (Hac Suresi, 40)




ARTIK İNSAN DEĞİL EŞYA AKILLANIYOR. AKILLI İNSANDAN AKILLANAN NESNEYE DOĞRU.

ARTIK İNSAN DEĞİL EŞYA AKILLANIYOR. AKILLI İNSANDAN AKILLANAN NESNEYE DOĞRU.

Akıl ve Nesnelerin Yükselişi: İnsan mı, Eşya mı?

Günümüzde teknoloji, hayatımızın her alanına nüfuz etmiş durumda. Akıllı telefonlardan, yapay zekâya kadar birçok nesne, bir zamanlar sadece araç olarak gördüğümüz, hatta çoğu zaman farkına bile varmadığımız şeyler artık düşünme kapasitesine sahipmiş gibi karşımıza çıkıyor. İnsanlık tarihinin en şaşırtıcı değisimlerinden birini, bugün “akıllanma” kavramının sadece insanlarla sınırlı kalmaması oluşturuyor. İnsan, sahip olduğu akıl ve bilinçle yücelmişken, nesneler ise şaşırtıcı bir hızla kendi akıl seviyelerini geliştiriyorlar. Peki, bu dönüşümün hikmeti nedir?

Akıl ve Nesne: Bir Dönüşüm Hikâyesi

Akıl, insanın varlık amacını, hayatını anlamlandırma çabalarını ve dünyaya anlam katma gücünü simgeler. Ancak teknoloji, akıl dediğimiz olguyu bir başka boyuta taşımış durumda. Bir zamanlar insanlara özgü olduğu düşünülen akıl, şimdi bir nesneyle rekabet eder hale gelmiştir. Akıllı telefonlar, robotlar, hatta yapay zekâlı yazılımlar her geçen gün daha sofistike hale geliyor ve bu akıl, tıpkı insan gibi kararlar alabiliyor, etkileşimde bulunabiliyor ve bazen insanlardan daha hızlı ve etkili çözüm yolları sunabiliyor.

Bu hızlı dönüşüm, insanın kendisini yeniden tanımlamasına yol açıyor. Akıllı cihazlar ve yapay zekâlar, hayatı kolaylaştırmak ve insan yaşamını iyileştirmek adına devreye girdiği için, insanın bu makinelere karşı bakış açısı da giderek değişiyor. Nesneler artık sadece faaliyette değil, duygusal bir bağ kurmaya, bir tür düşünme kapasitesine sahip olmaya, dolayısıyla “akıllanmış” olmaya başlıyor. Artık insanlar, bir nesnenin içine yerleştirilmiş akıllı algoritmalarla, tıpkı bir insanla sohbet ediyormuş gibi etkileşimde bulunabiliyorlar.

İnsanın Sınavı: Akıl ve Öz

Peki, burada insana düşen sorumluluk nedir? İnsan, sahip olduğu aklı doğru kullanıyor mu? Akıl, sadece problem çözmek için bir araç mıdır, yoksa bir amacı, bir anlamı ve bir özdeğer taşıyan bir varlık mıdır? Teknolojik gelişmelerle birlikte insan, aklını sadece dış nesneleri kontrol etmek için değil, iç dünyasını derinleştirmek, anlam arayışında olmak ve insanlık onurunu korumak için de kullanmayı öğrenmeli.

İnsanın “akıllı” nesneler karşısındaki durumu, bir yansıma gibidir. Akıllanma, insanın doğasında var olan bir öz mü yoksa, teknolojiyle gelişen dış bir özellik mi? İnsan, akıl ve iradesini doğru kullanmadıkça, dıştaki araçlar ve nesneler onun yerini almaya başlayacak, belki de insanın kendini gerçekleştirme çabası giderek zayıflayacak.

Hikmetli Bir Uyarı: Akıl, Ama Ne İçin?

Kutsal kitaplarda akıl, insanın en yüksek potansiyeline ulaşmasının yolu olarak tanımlanır. İnsan aklı, doğruyu yanlıştan ayırma, bilgelik edinme, sevgi ve adaletle yol almayı öğretme potansiyeline sahiptir. Ancak teknolojiyle birlikte bu potansiyel doğru bir şekilde kullanılmadığında, akıl ve bilgi sadece kontrol, güç ve egemenlik araçları haline gelebilir.

Teknolojik gelişim, insanın akıl kapasitesini arttırdığı kadar, onu daha fazla sorumluluk taşıyan bir varlık hâline getirmiştir. Nesnelerin akıllanması, insanın sadece dış dünyasını değil, iç dünyasını da sorgulamasına neden olmalıdır. Akıl ve düşünce, doğru bir şekilde insanlık adına hizmet etmeli; araçlar, akıllı cihazlar, robotlar, ve yapay zekâlar yalnızca insanın yaşamını kolaylaştıran yardımcılar olmalıdır, asla onun yerini almamalıdır.

Sonuç: İnsanın Kendini Unutma Tehlikesi

Teknoloji, eğer doğru bir şekilde yönlendirilmezse, insanın kendi özünü unutmasına yol açabilir. Akıllı nesneler, insan hayatını kolaylaştırıyor olabilir, ancak bu durum insanın manevi ve ahlaki sorumluluklarını unutarak sadece dış zekânın peşinden gitmesine neden olmamalıdır. İnsan, bir varlık olarak sadece fiziksel ve zihinsel aklı değil, aynı zamanda kalbiyle, vicdanıyla da kararlar almalı, toplumuna, çevresine ve kendine karşı sorumluluklarını unutmamalıdır.

Sonuç olarak, akıllanan nesneler bir yandan insan yaşamını kolaylaştıran araçlar olabilir, ancak insanın kendi akıl ve bilinç seviyesini yüceltmek, manevi değerlerine sıkı sıkıya bağlı kalmak çok daha önemli bir görevdir. Aksi takdirde, teknoloji bize her ne kadar kolaylık sunsa da, insanlık adına geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkmamıza sebep olabilir.




KUR’AN-I KERİM VE HADİS-İ ŞERİFLERDE İMAN-AMEL BAĞLANTISI

KURAN-I KERİM’DE VE HADİSİ ŞERİFLERDE İMAN VE İSLAM BAĞLANTISI[1] VE FARKI DİĞER AYETLERLE BAĞLANTILI OLARAK NASIL ANLATILMAKTADIR?

Kur’ân-ı Kerîm’de ve Hadis-i Şerîflerde İman ve İslâm İlişkisi ve Farkı

Kur’ân ve hadislerde iman ve İslâm kavramları sıkça birlikte anılır, ancak aralarında önemli farklar da bulunur. İslâm, zahiri teslimiyet ve amel yönüyle; iman ise kalpteki tasdik ve yakin ile bağlılık yönüyle ele alınır. İdeal olan, İslâm’ın iman ile bütünleşmesi ve kişinin zahiren Müslüman olduğu gibi kalben de Allah’a tam bir bağlılık içinde olmasıdır.

1. Kur’ân-ı Kerîm’de İman ve İslâm

Kur’ân’da İman ve İslâm’ın farkı ve bağlantısı birçok ayette açıklanmıştır.

a) İman ve İslâm’ın Farkı

İman, kalpte olan bir tasdik ve yakini ifade ederken, İslâm ise kişinin dış dünyada Allah’a teslimiyetini ve itaatini gösterir.

Arapların zahiren Müslüman, ancak kalben iman etmemesi:
“Bedevîler, ‘İman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz iman etmediniz, ancak ‘İslâm olduk’ deyin. Henüz iman kalplerinize tam yerleşmedi.'” (Hucurât 49/14)

Bu ayette İslâm’ın zahiri bir teslimiyet olduğu, ancak imanın kalpte yerleşmesi gerektiği vurgulanmaktadır.

İman edenlerin özellikleri:
“Müminler ancak, Allah’a ve Resûlü’ne iman eden, sonra da şüpheye düşmeyen ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad edenlerdir. İşte onlar sadık olanlardır.” (Hucurât 49/15)

Burada ise imanın tasdik, sadakat ve fedakârlık gerektirdiği anlatılmaktadır.

b) İman ve İslâm’ın Bağlantısı

İslâm, imana götüren bir kapıdır. Bir kişi zahiren Müslüman olabilir, ancak gerçek anlamda iman kalbine yerleştiğinde mümin olur.

İman, İslâm’ı kemale erdirir. Mümin olan kişi, hem kalben inanır hem de amel bakımından İslâm’a uygun yaşar.

2. Hadis-i Şerîflerde İman ve İslâm

Hadislerde İman ve İslâm arasındaki ilişki, Cebrâil Hadisi gibi temel metinlerde açıkça ortaya konmuştur.

a) Cebrâil Hadisi (Buhârî, Müslim)

Hz. Ömer (r.a.) şöyle rivayet eder:
Bir gün Cebrâil (a.s.), Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yanına gelerek şu soruları sordu:

İslâm nedir?
“İslâm, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun elçisi olduğuna şehadet etmendir. Namazı kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yetiyorsa hacca gitmendir.”

İman nedir?
“Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere; hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna iman etmendir.”

Bu hadiste, İslâm zahiri ibadetleri ve amelleri ifade ederken, imanın ise kalpteki tasdiki ve bağlılığı içerdiği net bir şekilde ortaya konulmaktadır.

b) İman ve İslâm’ın Birbirini Tamamlaması

İman olmadan yapılan amelin eksik kalacağı:
“Kalbinde zerre kadar iman olan kişi cehennemden çıkacaktır.” (Buhârî, Müslim)

İslâm’ın amelsiz bir iman olmadığını gösteren hadis:
“Kişi, kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.” (Buhârî, Müslim)

3. İman ve İslâm’ın Diğer Ayetlerle Bağlantısı

İman ve İslâm’ı destekleyen ve bütünleyen birçok ayet bulunmaktadır:

İman kalpte olmalıdır, sadece söz yetmez:
“İnsanlardan öyleleri vardır ki, ‘Allah’a ve ahiret gününe iman ettik’ derler; hâlbuki onlar iman etmiş değillerdir.” (Bakara 2/8)

İman amelle desteklenmelidir:
“İman edip salih amel işleyenlere ne mutlu! Varılacak güzel yurt da onlar içindir.” (Ra’d 13/29)

İman ve İslâm’ın ortak noktası olan takva:
“Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız, en çok takvâ sahibi olanınızdır.” (Hucurât 49/13)

Sonuç: İman mı Önde, İslâm mı?

1. İslâm bir başlangıç, iman ise kemale ulaşmaktır.

Bir kişi kelime-i şehadet getirerek zahiren Müslüman olur. Ancak imanı kalbine yerleştiğinde gerçek mümin olur.

Zahiren İslâm’a girmek, kişiyi toplumda Müslüman yapar. Ancak Allah katında mümin sayılmak için kalpten gelen bir iman gerekir.

2. Gerçek mümin, hem İslâm’ı yaşar hem de imanını güçlendirir.

İslam sadece dışsal bir kabulleniş değil, iç dünyada da kökleşen bir imana dönüşmelidir.

3. İman ve amel birbirini tamamlar.

Sadece dil ile iman etmek yetmez, amel ve ahlak da bu imanı yansıtmalıdır.

Özet

Sonuç olarak iman ve İslâm iç içedir, ancak farkları da vardır. Bir kişi önce İslâm’a girer, ardından imanını güçlendirir ve takva ile kemale ulaşır. İslam sadece bir kimlik veya şekil değildir; imanla bütünleştiğinde gerçek anlamını bulur.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=HWENPiTM94A