DÜNYAYA GÖRE ANNE KARNI NE İSE, AHİRETE GÖRE DE DÜNYA ODUR VE DE DÜNYA FANİ AHİRET BAKİ. AHİRET SONSUZA AÇILAN KAPIDIR.

DÜNYAYA GÖRE ANNE KARNI NE İSE, AHİRETE GÖRE DE DÜNYA ODUR VE DE DÜNYA FANİ AHİRET BAKİ. AHİRET SONSUZA AÇILAN KAPIDIR.

Dünyaya Göre Anne Karnı Ne ise, Ahirete Göre de Dünya Odur

İnsan, hayat yolculuğuna anne karnında başlar. Anne karnı, bebeğin fiziksel gelişimi için geçici bir mekândır. O daracık ve sınırlı alanda büyüyen bebek, doğduğunda kendini bambaşka bir dünyada bulur. İçinde bulunduğu yeni dünya, anne karnına kıyasla uçsuz bucaksızdır ve burada hayatın gerçek anlamını keşfetmeye başlar.

Tıpkı bunun gibi, insanın dünya hayatı da ahiret yolculuğunun bir hazırlık sürecidir. Dünya, ahirete kıyasla geçici, sınırlı ve fanidir. İnsan, burada ruhen ve bedenen gelişir, hayatın imtihanlarını yaşar ve ahirette ebedî bir hayat için hazırlanır. Ölüm, bu yolculuğun yeni bir safhasına geçiş kapısıdır.

Dünya: Sınav Yeri, Ahiret: Gerçek Yurt

Dünya, insanın sınandığı ve kendini geliştirdiği bir yerdir. Tıpkı anne karnındaki bebeğin, doğumdan sonra kullanacağı organlarını geliştirmesi gibi, insan da bu dünyada ahiret için gereken ruhî ve manevî donanımını kazanmalıdır.

Bir bebek, anne karnında gözleri olduğu halde göremez, ciğerleri olduğu halde tam anlamıyla solunum yapamaz. Fakat doğduğunda bu organların ne kadar hayati olduğunu anlar. Aynı şekilde insan da dünya hayatında bazı hakikatleri tam olarak idrak edemese de, ahirete geçtiğinde her şeyin anlamını kavrayacaktır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Artık gözlerin keskinleşmiştir.” (Kâf Suresi, 22) buyrularak, insanın ahirette hakikatleri daha net göreceği ifade edilir.

Fani Dünya, Baki Ahiret

İnsan, dünya hayatına aldanıp burada ebedî kalacağını zannetmemelidir. Dünya, ahirete giden yolun bir durağıdır. Nasıl ki bir anne, çocuğunu dokuz ay boyunca karnında taşır ve sonra onu gerçek dünyaya getirirse, ölüm de insanı dünya karnından alıp ahiret âlemine taşır.

Dünya nimetleri, göz alıcı ve cezbedicidir. Ancak bunlar, kalıcı değildir. Ahiretin sonsuz nimetleriyle kıyaslandığında, dünya hayatı tıpkı anne karnındaki hayat gibidir; dar, sınırlı ve geçicidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu gerçeği şöyle ifade eder:

“Benim dünya ile alâkam, bir yolcunun ağacın altında biraz gölgelenmesi, sonra orayı terk edip gitmesi gibidir.” (Tirmizî, Zühd, 44)

Ahirete Açılan Kapı: Ölüm

Ölüm, yok oluş değil, sonsuz bir hayata açılan kapıdır. İnsan, bu kapıdan geçerken tıpkı doğumda olduğu gibi bilinmeyen bir âleme adım atar. Anne karnında doğumdan sonra olacakları bilmeyen bir bebek gibi, insan da ölümden sonra yaşayacaklarını tam olarak kavrayamaz. Ancak iman sahibi kimseler bilir ki, ölüm bir son değil, sonsuz bir hayatın başlangıcıdır.

Bediüzzaman Said Nursî bu hakikati şu sözleriyle açıklar:

“Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.” (Mektubat, Yirminci Mektup, Birinci Makam, Yedinci Kelime)

Sonuç: Gerçek Hayata Hazır mıyız?

İnsan, bu dünyaya sadece yemek, içmek ve eğlenmek için gelmemiştir. Ahiretin varlığına iman eden kişi, dünyayı bir hazırlık mekânı olarak görmeli, ahiret yurduna hazırlık yapmalıdır. Zira dünya geçici, ahiret ise ebedîdir. Dünya hayatında yapılan her şey, ahirette karşılık bulacaktır.

Nasıl ki doğacak bir bebeğin gelişimini tamamlaması gerekirse, insan da bu dünyada ahireti kazanacak şekilde yaşamalıdır. Çünkü insanın gerçek yurdu, sonsuz hayata açılan kapı olan ahirettedir. Dünya, sadece bir bekleme salonudur; asıl yaşam, ahirettedir. Peki biz, o sonsuz hayata ne kadar hazırız?




ÇİÇEKLER BAHARDA AÇAR. KIŞTA AÇAN ÇİÇEĞİ DON VURUR

ÇİÇEKLER BAHARDA AÇAR. KIŞTA AÇAN ÇİÇEĞİ DON VURUR

Çiçekler Baharda Açar: Toplumun Dirilişi ve İyi İnsanların Çoğalması

Toplumlar, insanlardan oluşur ve bireylerin ahlâkî ve manevî durumları toplumun genel yapısını belirler. Tıpkı tabiat gibi, toplumlar da zaman zaman baharı, bazen de çetin kışları yaşar. Bahar, dirilişin, uyanışın ve tazelenmenin mevsimidir. Kış ise zor zamanların, çetin imtihanların ve sabrın dönemi…

Bediüzzaman Said Nursî’nin şu sözleri bu hakikati ne güzel anlatır:

“Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır!” (Münazarat, Sualler ve Cevaplar)

Bu ifadeler, toplumların değişim sürecinde bir hakikati gözler önüne seriyor: Çiçeklerin açması için baharın gelmesi gerekir. Ancak baharı getirecek olanlar da o çiçekleri ekmeye gönüllü olan insanlardır.

Zor Zamanlar, Büyük İnsanları Yetiştirir

Tarih boyunca her toplum, bazen kış misali zor ve çetin dönemler yaşamıştır. Adaletin zayıfladığı, ahlâkın bozulduğu, menfaatin ön plana çıktığı dönemler, manevi olarak bir kış mevsimi gibidir. Böylesi dönemlerde erdemli, dürüst ve cesur insanların varlığı hayati önem taşır.

Ancak kışta açan çiçeği don vurur. Çünkü toplum hazır değilse, iyilik adına yapılanlar çoğu zaman karşılık bulmaz. Sabırla ve azimle iyilik ekilmeli, fakat o iyiliklerin filizlenmesi için uygun zamanın, yani toplumun baharının beklenmesi gerekir.

Toplumun Baharı Nasıl Gelir?

Baharın gelmesi için öncelikle toprağın işlenmesi, tohumların ekilmesi gerekir. Bir toplumun manevi bahara ulaşması da şu temel prensiplere bağlıdır:

1. Eğitim ve Fikir Tohumları Ekilmeli: Toplumu ihya edecek fikirler ve değerler, sabırla yayılmalı. Kalıcı değişim anlık hareketlerle değil, bilinçli ve uzun vadeli çabalarla gerçekleşir.

2. Ahlâk ve Adalet Ön Plana Çıkmalı: Bir toplumda doğruluk, dürüstlük ve adalet hâkim olmazsa, insanlar güven içinde yaşayamaz. Adaletin olmadığı yerde, kötülük hızla yayılır.

3. Sabır ve Dirayet Gerekir: Baharın gelişini hızlandırmak mümkün değildir; ancak ona hazırlık yapmak mümkündür. İnsanlar ve toplumlar değişime direnç gösterebilir, fakat sabırla hareket edenler en sonunda iyiliğin yeşerdiğini görecektir.

İyi İnsanlar Arttıkça Toplum Aydınlanır

Bediüzzaman’ın da belirttiği gibi, şu an ekilen nur tohumları bir gün çiçek açacaktır. Bugün dünyada kötülükler artmış gibi görünse de, iyilik eken insanlar hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmamalıdır. Zira kışın ardından bahar mutlaka gelecektir.

Her bir iyi insan, karanlığa karşı yakılmış bir kandil gibidir. Ve kandiller çoğaldıkça, toplumun karanlık noktaları aydınlanacaktır. O hâlde, toplumun baharını getirmek isteyen herkes kendi çevresinde bir çiçek ekmeli, bir insanın yüreğine iyilik tohumu bırakmalıdır.

Unutmayalım ki, baharı bekleyenler değil, baharı hazırlayanlar, geleceği şekillendirecektir!

 

 




İMANLA KÜFÜR BİR KALPTE BERABER BULUNMAZ

İMANLA KÜFÜR BİR KALPTE BERABER BULUNMAZ

Hiç dini tahrip edenle tamir eden bir olur mu?
Hiç dine darbe vuranla o darbeyi göğüsleyen aynı olur mu?
Tıpkı Hiç gece ile gündüz bir olur mu?
Aynen onun gibi de, imanla küfür, imanı temsil edenle küfrü temsil eden dahi bir olmaz.

İman ve Küfür Bir Kalpte Beraber Bulunmaz

İnsan kalbi, hak ile batılın savaş alanıdır. Nefis ve şeytan, insanı dalalete sürüklemek için fırsat kollar; iman ise kalbi nurlandıran bir ışık gibidir. Nitekim Resûlullah (sav), “Bir kişinin kalbinde aynı anda iman ile küfür, doğruluk ile yalancılık, hıyanet ile emanet bir arada bulunmaz.” (İbn Hanbel, II, 349) buyurarak, kalbin tek bir hakikate bağlanması gerektiğini bildirmiştir.

İman, bir kalpte kökleştiğinde o kalbi arındırır, sahibini doğruluk, adalet ve güvenilirlik gibi güzel hasletlerle donatır. Küfür ise kalbi karartır, kişiyi yalancılığa, haksızlığa ve zulme sevk eder. Aynı su ve ateşin bir arada barınamayacağı gibi, imanla küfür de bir kalpte birlikte yaşayamaz.

Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz, hak ile batılı ayırt etmemizi emretmiş ve şöyle buyurmuştur: “Hiç Müslüman olan, fasık olan gibi olur mu? Onlar elbette eşit olmazlar.” (Secde, 18). Bu ayet açıkça gösteriyor ki, imanla küfür bir tutulamaz, inananla inanmayan aynı terazide değerlendirilemez.

Dini tahrip edenlerle dini ihya edenler de aynı değildir. Bir yanda hakikat yolunda mücadele edenler, diğer yanda hakikatle savaşanlar vardır. Karanlığın varlığı, ışığın kıymetini gösterir. Gece ve gündüz nasıl birbirinden keskin çizgilerle ayrılıyorsa, iman ehli ile küfür ehli de aynı safta bulunamaz.

İman eden, Allah’a ve Resûlü’ne teslim olmuştur. O, doğruluk üzere yaşar, emaneti korur ve hakka şahitlik eder. Küfre düşen ise nefsinin esiri olur, hakikatten yüz çevirir, haksızlığa rıza gösterir. Bir müminin kalbi, bu iki zıt hali bir arada barındıramaz. İman sahibi kişi, küfürden uzak durduğu ölçüde imanını kemale erdirir.

Peygamber Efendimiz’in (sav) ashabı, bu gerçeği hayatlarıyla tasdik etmişlerdir. Onlar, küfrün karşısında dimdik durmuş, imanlarını canları pahasına korumuşlardır. Çünkü iman, bir insana verilen en büyük nimettir ve onu kaybetmek, her şeyini kaybetmek demektir.

Sonuç olarak, imanla küfür, hakikatle batıl, doğrulukla yalancılık asla bir arada bulunamaz. İnsan, bu dünyada kalbini hangi tarafa açtığına karar vermek zorundadır. Ya hakkı ve hakikati seçecek, ya da batılın karanlığında kaybolacaktır. Rabbimiz, bizleri kalplerinde iman nuru taşıyanlardan eylesin. Âmin.




İKİ ARADA BİR DEREDE KALANLAR: AGOP MİSALİ

İKİ ARADA BİR DEREDE KALANLAR: AGOP MİSALI

Tarih boyunca kimlik bunalımı yaşayan, ne tam anlamıyla Müslüman ne de gayrimüslim olarak kabul edilen topluluklar hep var olmuştur. Bu durum, bireyler ve toplumlar için büyük bir çıkmaz oluşturmuş, inanç ve aidiyet kavramlarını sorgulamaya itmiştir. Osmanlı’dan günümüze uzanan bu mesele, dönmeler ve benzeri gruplar üzerinden sıklıkla tartışılmıştır. “Agop misali” ifadesi, bu arada kalmışlığın en canlı örneklerinden biridir. Peki, ne tam Müslüman ne de tam gayrimüslim olanlar, tarihte ve günümüzde nasıl bir konumda bulunmuşlardır?

Kimlik Bunalımı ve Aidiyet Problemi

İnsan, doğası gereği bir topluma ve inanca aidiyet hissetmek ister. Ancak bazı gruplar, tarihin belirli dönemlerinde bu aidiyet duygusunu tam olarak yaşayamazlar. Osmanlı’da Müslüman gibi görünen ancak gizli inançlarını sürdüren dönmeler, kimi zaman toplumun önde gelen kademelerinde yer alsalar da, çoğu zaman ne tam olarak Müslüman ne de gayrimüslim kabul edilmiştir. Bu durum, onları sürekli bir kimlik sorgulaması içinde bırakmıştır.

Agop Misali: İki Arada Bir Derede Kalmak

“Agop” ismi, Osmanlı’da Ermeni asıllı bireyleri temsil eden yaygın bir isimdir. Osmanlı’da kimi gayrimüslimler, ticari avantajlar veya toplumsal statü elde etmek için İslam’a geçse de, toplum içinde hiçbir zaman gerçek bir Müslüman olarak kabul edilmemiştir. Aynı şekilde, kendi eski cemaatleri tarafından da ihanetle suçlanmışlardır. Bu durumda kalanlar, ne yeni toplumlarına tam olarak entegre olabilmiş ne de eski toplulukları tarafından kabullenilmiştir.

İnanç ve Menfaat Çıkmazı

Tarih boyunca bazı grupların inanç değiştirmesi, genellikle mahalli baskı, menfaat ya da zorunluluktan kaynaklanmıştır. Ancak samimi bir dönüşüm yaşanmadan yapılan bu geçişler, bireyi ruhsal ve sosyal bir çıkmaza sürükler. İslamiyet’te samimi iman esas olduğundan, şeklen Müslüman görünmek, bir kişiyi hakiki Müslüman yapmaz. Aynı şekilde, din değiştirip eski inançlarını sürdürmeye çalışan bireyler, ne kendilerini rahat hisseder ne de yeni toplumları içinde güven kazanabilir.

Günümüzde Kimlik Krizi ve Toplumsal Çatışmalar

Modern dünyada da bu kimlik bunalımı farklı boyutlarda devam etmektedir. Kimi insanlar, Batı kültürüyle yoğrulurken İslam’ı yaşamakta zorlanır, kimileri ise İslamî kimliklerini koruma çabası içinde Batılılaşma sürecinde bocalar. Göçmen topluluklar, sekülerleşme süreçleri ve küreselleşme, bu tür kimlik çatışmalarını daha da belirgin hale getirmiştir.

Sonuç: Hangi Tarafa Ait Olunmalı?

Tarih boyunca “iki arada bir derede kalmak” büyük bir buhran sebebi olmuştur. İnsan, sadece zahiri bir kimlik değil, samimi bir bağlılık ve inanç ile bir yere aidiyet hisseder. Bir toplumun ya da inancın içinde yer almak, sadece şeklen değil, kalben ve ruhen de orada olmayı gerektirir. Agop misali ortada kalanlar, ne bir tarafa tam bağlanabilmiş ne de diğer taraftan tamamen kopabilmiştir. Gerçek huzur, samimi bir inanç ve deruni bütünlükle sağlanır. Aksi halde, tarihte olduğu gibi bugün de iki arada bir derede kalmanın bedeli ağır olur.

@@@@@@

Agop, hayatta hiçbir dine bağlı olmayan, kendi yolunu çizmiş bir kişiydi. Ne kiliseye ne camiye gitmiş, ne de herhangi bir dinî topluluğun parçası olmuştu. Belki de bu, onun bireysel özgürlüğüne düşkünlüğünden ya da yaşadığı dönemin karmaşasından kaynaklanıyordu. Öldüğünde, belli bir inancı, ailesi ya da yakınları olmadığı için cenazesi bir süre sahipsiz kaldı. Toplum, onun kimliğine ve inançsızlığına dair bir hüküm veremediği için ne Hristiyan mezarlığına ne de Müslüman mezarlığına gömülmesine razı oldu. Cenazesi, günlerce bir morgda ya da belirsiz bir yerde bekledi; ta ki birileri insani bir gerekçeyle onu toprağa verene kadar. Bu durum, aidiyet ve kimlik meselelerinin ölümden sonra bile insanları nasıl etkilediğini gösteren trajik ve ibretlik bir hali anlatır.

 

 




İMAN BİR İNTİSAPTIR

İMAN BİR İNTİSAPTIR

“İnsan, nur-u iman ile a’lâ-yı illiyyîne çıkar, cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i safilîne düşer, cehenneme ehil (olacak) bir vaziyete girer. Çünkü iman, insanı Sâni’-i Zülcelal’ine nisbet ediyor; iman, bir intisaptır. Öyle ise insan, iman ile insanda tezahür eden sanat-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibarıyla bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kateder. O kat’dan sanat-ı Rabbaniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur. Madde ise hem fâniye hem zâile hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan kıymeti hiç hükmündedir.”

İman: İnsanî Kıymetin Hakiki Kaynağı

İnsan, fıtraten anlam arayışında olan, varoluşunu sorgulayan ve nihai olarak hakikati arayan bir varlıktır. Onun kıymeti, sadece maddi yapısıyla veya biyolojik varlığıyla ölçülemez. İnsan, sırf et ve kemikten ibaret bir varlık olsaydı, zamanın akışı içinde eriyip giden, yok olmaya mahkûm bir unsurdan öteye geçemezdi. Oysa insanı yücelten, ona gerçek kıymet kazandıran bir şey vardır: İman.

İman, insanı mutlak ve ezeli bir Kudret’e bağlayan ilahi bir intisaptır. Bu intisap sayesinde insan, Yüce Yaratıcının sanat eseri haline gelir ve manevi bir kıymet kazanır. İman, insanı Esma-i İlahiye’nin bir tecellisi haline getirir. Bu durumda insan, sadece kendisini değil, tüm kâinatı ve varlıkları anlamlandıran bir gözlüğe sahip olur. İman, insana sonsuz bir hayatın kapılarını açan anahtardır.

İman ve Küfür: İki Zıt Yol

İman ve küfür, insanın hakikatte hangi noktada duracağını belirleyen iki zıt yoldur. İman, insanı a’lâ-yı illiyyîn mertebesine, yani yüksek mertebelere çıkarırken; küfür ise insanı esfel-i sâfilîn çukuruna yuvarlar. Çünkü iman, insanın yaratılış gayesini anlamasını, varoluşunun sırrına vakıf olmasını ve kendisini Allah’a nisbet etmesini sağlar. Küfür ise bu nisbeti koparır, insanı sahipsiz ve gayesiz bırakır.

Bir sanat eseri, sanatkârının imzasını taşıdığı sürece kıymetlidir. Eğer o sanat eseri sahipsiz ve sanatkârına ait olduğu bilinmezse, alelade bir nesne haline gelir. Aynı şekilde, insan da imanla Allah’ın bir sanatı ve mahlûku olduğunu idrak ederse, varlığı değer kazanır. Küfür ise bu bağları koparıp insanı sıradan bir varlık seviyesine indirir. Böylece insan, sadece dünya hayatı içinde kaybolan, gelip geçici bir varlığa dönüşür.

İmanla Gelen Kıymet

İmanın kazandırdığı kıymet, insanın sahip olduğu maddi değerlerden çok daha üstündür. Zira iman, insanın sadece dünyada değil, ebedi hayatta da var olmasını ve huzur bulmasını sağlar. Madde, geçici ve fanidir; oysa imanla elde edilen kıymet sonsuzdur. Bir insan, servet, şöhret veya mevki sahibi olabilir, ancak bu değerler ölümle birlikte kaybolur. Fakat iman sahibi bir insan, Allah’a bağlı olduğu için değerini kaybetmez, aksine sonsuz bir hayatın kapılarını aralar.

Nitekim bir müminin ibadetleri, salih amelleri ve güzel ahlakı, onun ebedi saadetini hazırlar. İman, insanın sadece Allah’a değil, aynı zamanda insanlığa da faydalı olmasını sağlar. Gerçek iman sahibi bir kimse, adaletle hareket eder, merhametli olur, başkalarının hukukuna riayet eder ve hayatını anlamlı bir şekilde sürdürür. Çünkü iman, insanı sadece kendisi için değil, başkaları için de yaşatan bir mefkûredir.

İbretlik Bir Misal

Bir gün padişah, bir ressama çok kıymetli bir tablo sipariş eder. Ressam aylarca çalışarak harikulade bir eser ortaya çıkarır. Bu tablo, sarayın en güzel yerine asılır ve herkes tarafından hayranlıkla izlenir. Ancak bir gece, haset eden bir adam gelir ve tablonun üzerine siyah bir perde çeker. Artık o tablo, kimse tarafından görülmez, sanatkârının imzası gizlenir ve değeri bilinmez hale gelir.

İşte küfür de böyledir. İnsan, iman sayesinde Allah’ın sanat eseri olduğunu anlar ve kıymeti ortaya çıkar. Ancak küfür, bu hakikati perdeler, insanı değersiz ve sahipsiz bir varlık gibi gösterir. İman, perdeyi kaldıran ve insanı asli kıymetine kavuşturan hakikattir.

Sonuç: İmanla Aydınlanmak

İman, insanı hakiki kıymetine ulaştıran bir nurdur. Küfür ise bu kıymeti hiçe sayan bir karanlıktır. İnsan, ancak iman sayesinde kendisini, varoluşunu ve Rabbini tanıyabilir. Bu yüzden, insanın gerçek anlamda değerli bir varlık olması, ancak iman ile mümkündür.

Öyleyse, hayatın geçici lezzetlerine ve dünyanın fâni nimetlerine aldanmamak gerekir. Çünkü insan, yalnızca maddeden ibaret değildir. Onun hakiki kıymeti, iman nuru ile parlayan manevi varlığındadır. İman eden bir insan, yaratılış gayesini kavrar ve sonsuz bir saadete namzet olur. Küfre sapan bir kimse ise, dünya ve ahirette hüsrana uğrayanlardan olur.

Allah bizleri, iman nuru ile aydınlanan, kıymetini idrak eden ve ebedi saadete ulaşan kullarından eylesin. Amin.

 

 




Teslis inancının dine,akla,bilgi ve belgeye aykırı olduğunun delil ve isbatları nelerdir?

Teslis inancının dine,akla,bilgi ve belgeye aykırı olduğunun delil ve isbatları nelerdir?

Teslis (Üçleme) inancı, Hristiyanlıkta Tanrı’nın tek bir özde (cevherde) Baba, Oğul (İsa Mesih) ve Kutsal Ruh olmak üzere üç farklı kişide var olduğu doktrinidir. Bu inancın dine (özellikle İslam’a göre), akla, bilgi ve belgeye (özellikle Kitab-ı Mukaddes’in bazı yorumlarına göre) aykırı olduğuna dair çeşitli deliller ve argümanlar öne sürülmüştür. Başlıcaları şunlardır:

1. İslam Dini Açısından Aykırılık Delilleri:

Tevhid İnancına Aykırılık: İslam’ın temel taşı olan Tevhid inancı, Allah’ın mutlak birliğini, eşsizliğini, bölünmezliğini ve hiçbir ortağı veya çocuğu olmadığını vurgular. Teslis inancı, Tanrı’ya ortaklar koşmak (şirk) olarak kabul edilir ve İslam’da en büyük günah sayılır.
Kur’an Ayetleri: Kur’an-ı Kerim’de teslis inancını açıkça reddeden ve eleştiren birçok ayet bulunur:
İhlas Suresi (112:1-4): “De ki: O Allah birdir. Allah Samed’dir (her şey O’na muhtaçtır, O kimseye muhtaç değildir). O doğurmamış ve doğrulmamıştır. Hiçbir şey O’na denk değildir.” Bu sure, Allah’ın doğurmadığını ve doğrulmadığını belirterek Baba-Oğul ilişkisini reddeder.
Nisa Suresi (4:171): “Ey Kitap ehli! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesih, ancak Allah’ın resulüdür, (O’nun) Meryem’e ulaştırdığı ‘kün=ol’ kelimesi(nin eseri)dir, O’ndan bir ruhtur. Şu halde Allah’a ve peygamberlerine iman edin. ‘(Tanrı)1 üçtür’ demeyin. Kendi iyiliğiniz için buna son verin. Allah, ancak bir tek ilahtır. O, çocuk sahibi olmaktan yücedir…” Bu ayet doğrudan “üçtür” demeyi yasaklar ve İsa’nın Allah’ın oğlu değil, elçisi olduğunu belirtir.

Maide Suresi (5:73): “Andolsun, ‘Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler kesinlikle kâfir oldu. Oysa tek bir ilahtan başka ilah yoktur. Eğer dediklerinden vazgeçmezlerse, andolsun onlardan inkâr edenlere elbette elem dolu bir azap dokunacaktır.” Bu ayet, teslis inancını doğrudan küfür (inkar) olarak nitelendirir.
Hz. İsa’nın Konumu: İslam’a göre Hz. İsa, Allah’ın kelimesi ve ruhuyla yarattığı, Meryem’den babasız dünyaya gelen, mucizeler gösteren ulu’l-azm peygamberlerden biridir. Ancak o, ilah veya Allah’ın oğlu değil, Allah’ın kulu ve elçisidir.
2. Akıl ve Mantık Açısından Aykırılık Delilleri:

Matematiksel ve Mantıksal Çelişki: “Bir”in aynı anda nasıl “üç” olabileceği ve “üç”ün nasıl aynı anda “bir” olabileceği sorusu, temel mantık ve matematik prensiplerine aykırı görünmektedir. Eleştirmenler, bunun akılla kavranması mümkün olmayan bir çelişki olduğunu savunur. Hristiyan teologlar bunun bir “sır” olduğunu belirtse de, mantıksal tutarlılık açısından sorgulanır.
Tanım Zorlukları: Üç farklı “kişi”nin (hipostaz/persona) tek bir bölünemez “öz”ü (ousia/substantia) nasıl paylaştığı felsefi olarak karmaşıktır. Üç ayrı bilinç veya irade nasıl tek bir Tanrı olabilir? Öz bölünmeden veya kişiler arasındaki ayrım ortadan kalkmadan bu nasıl mümkündür? Bu sorular, doktrinin akılla tam olarak açıklanmasının zorluğunu gösterir.
Tevhidin Kolaylığı: İslamdaki gibi tek tanrıcılık, Tanrı’nın birliği konusunda teslise göre daha kolay ve akla yatkın bir açıklama sunar.
3. Bilgi ve Belge (Kitab-ı Mukaddes) Açısından Aykırılık Delilleri:

“Teslis” Kelimesinin Yokluğu: “Teslis” veya “Üçleme” kelimesi Kitab-ı Mukaddes’in (Yeni ve Eski Ahit) hiçbir yerinde geçmez. Doktrin, daha çok İsa’dan sonraki yüzyıllarda kilise konsillerinde (özellikle 325 İznik ve 381 Konstantinopolis Konsilleri) formüle edilmiş ve geliştirilmiştir.
Eski Ahit’in Vurgusu: Yahudilerin kutsal metni olan Eski Ahit (Tanah), Tanrı’nın mutlak birliğini güçlü bir şekilde vurgular (Örn: Tesniye 6:4 “Dinle, ey İsrail! Tanrımız RAB tek RAB’dir.”). Eleştirmenler, teslisin bu temel monoteist anlayıştan bir sapma olduğunu iddia eder.
İsa’nın Kendi Sözleri ve Eylemleri: İncillerde İsa’nın kendisini Baba’dan (Tanrı’dan) ayrı ve O’na tabi gösterdiği pasajlar bulunur:
“Baba benden büyüktür.” (Yuhanna 14:28)
Sık sık Baba’ya dua etmesi.
Dünyanın sonunun saatini kendisinin değil, sadece Baba’nın bildiğini söylemesi (Markos 13:32).
İsa’nın kendisi için hiçbir zaman açıkça “Ben Tanrı’yım, bana tapının” demediği, aksine tek gerçek Tanrı’ya ibadeti vurguladığı belirtilir (Örn: Markos 12:29).
Ayetlerin Yorum Farklılıkları: Teslisi desteklemek için kullanılan bazı ayetler (örn: Matta 28:19’daki vaftiz formülü, Yuhanna 1:1 “Kelam Tanrı’ydı”) farklı şekillerde yorumlanabilir ve teslis karşıtları (Üniteryenler, Yehova Şahitleri, Müslümanlar vb.) bu ayetlerin daha sonra formüle edilen üçlü birlik dogmasını açıkça ifade etmediğini savunur. Örneğin, Yuhanna 1:1’deki “Theos” kelimesinin artikelsiz kullanılmasının “tanrısal” veya “ilahi bir varlık” anlamına gelebileceği, mutlak “Tanrı” (Ho Theos) ile aynı olmadığı iddia edilir.
Tarihsel Gelişim: Doktrinin İsa’dan yüzyıllar sonra, uzun tartışmalar ve siyasi etkiler altında şekillenmesi, onun İsa’nın orijinal ve net öğretisi olmadığı yönündeki argümanları güçlendirir.
Bu argümanlar, teslis inancının İslam teolojisi, felsefi mantık ve Kitab-ı Mukaddes’in belirli yorumları açısından neden sorunlu veya kabul edilemez görüldüğünü açıklamaktadır.

***********  

Teslis inancının dine,akla,bilgi ve belgeye aykırı olduğunun delil ve isbatları nelerdir?

Teslis inancı, Hristiyanlıkta Tanrı’nın Baba, Oğul ve Kutsal Ruh olmak üzere üçlü bir yapıdan oluştuğunu savunan doktrindir. Ancak bu inanç hem ilahi kaynaklar hem akıl hem de tarihsel belgeler açısından eleştirilmiştir. İşte bu konudaki delil ve ispatlar:

1. Dine Aykırılığı

a) Tevhid İnancına Aykırılığı

İslam açısından: Kur’an-ı Kerim, Allah’ın birliğini kesin bir şekilde ortaya koyar ve Teslis inancını reddeder:
“Ey Kitap Ehli! Dininizde haddi aşmayın ve Allah hakkında ancak gerçeği söyleyin. Meryem oğlu İsa Mesih, sadece Allah’ın elçisi ve Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve ondan bir ruhtur. O hâlde Allah’a ve peygamberlerine iman edin, ‘Üçtür’ demeyin! Bundan vazgeçin, sizin için hayırlıdır. Allah ancak bir tek ilahtır.” (Nisâ, 4/171)

Hristiyan kaynakları açısından: İncil’in ilk bölümlerinde açıkça Teslis’ten bahsedilmez. Aksine, Teslis inancı sonradan, özellikle İznik Konsili (325) ile kilise tarafından resmi doktrin hâline getirilmiştir.

b) Hz. İsa’nın Kendi Beyanları

Hz. İsa, kendisini Allah olarak tanımlamamış, aksine Allah’ın gönderdiği bir peygamber olarak tanımlamıştır:
“Ve bu, ebedî hayattır ki, onlar seni, tek gerçek Tanrı’yı ve senin gönderdiğin İsa Mesih’i tanısınlar.” (Yuhanna 17:3)

İncil’de birçok yerde Hz. İsa’nın dua ettiği, secdeye kapandığı ve Allah’a yalvardığı görülmektedir. Eğer İsa Tanrı olsaydı, kime dua ediyor olurdu?

2. Akla Aykırılığı

Mantık açısından çelişkili:

Eğer Tanrı üç ise, o zaman mutlak birlikten bahsedilemez.

Baba Tanrı, Oğul Tanrı ve Kutsal Ruh Tanrı ise, üç ayrı tanrı mı vardır? Eğer öyleyse, bu şirk (çoktanrıcılık) anlamına gelir.

Eğer “Üçü de bir ve aynı Tanrı” denirse, bu mantıksal olarak çelişkili bir önerme olur.

Matematiksel açıdan:

1+1+1 = 3 eder, yani üç farklı varlık anlamına gelir.

Hâlbuki tevhid inancında Tanrı tektir ve bölünemez.

3. Bilgi ve Belgeye Aykırılığı

Teslis inancı sonradan ortaya çıkmıştır:

İlk Hristiyanlar arasında Teslis inancı yoktu.

İznik Konsili (325) ve sonraki konsillerde bu inanç zorla kabul ettirilmiştir.

Arius gibi ilk Hristiyan âlimleri, Hz. İsa’nın sadece bir peygamber olduğunu savunmuş, fakat kilise tarafından aforoz edilmişlerdir.

Orijinal İncil metinleri değiştirildi:

Hz. İsa’nın getirdiği orijinal İncil elimizde yoktur.

Günümüzde dört farklı İncil bulunmaktadır ve birbirleriyle zıtlıklar ihtiva etmektedir.

Teslis inancı, sonradan İncil metinlerine eklendiği iddia edilen pasajlarla desteklenmeye çalışılmıştır.

Sonuç

Teslis inancı;
✅ Dine aykırıdır çünkü ilahi kitaplarda net bir şekilde bulunmaz.
✅ Akla aykırıdır çünkü çelişkili ve mantıksızdır.
✅ Bilgi ve belgelerle çatışır çünkü tarihsel olarak sonradan oluşturulmuştur.

Gerçek tevhid inancı, hem İslam’da hem de erken dönem Hristiyanlıkta görülen “Allah’ın tek ve bölünmez olduğu” inancıdır.