SONSUZLUK KAVRAMI: ALLAH’IN- CENNETİN VE İNSANIN SONSUZLUĞU.

SONSUZLUK KAVRAMI: ALLAH’IN- CENNETİN VE İNSANIN SONSUZLUĞU.[1]


Zaman kavramı. Bin ve elli bin sene.
Bakara. 259 Üzeyir peygamberin yüz sene uyuması
Ashab-ı Kehfin 309 sene uyuması.

İnsan, varoluşunun başlangıcından itibaren sonsuzluk kavramı üzerinde düşünmüş, ölüm sonrası hayatın ve ebedî varoluşun mümkün olup olmadığını sorgulamıştır. Kur’an-ı Kerim, Hadis-i Şerifler ve bilimsel yaklaşımlar, bu konuya dair farklı perspektifler sunar. İslam inancında sonsuzluk, Allah’ın ezelî ve ebedî oluşu, cennetin ve cehennemin sürekliliği ve insanın ruhunun ölmezliği üzerinden ele alınır.

Bu makalede, Allah’ın sonsuzluğu, cennetin ve cehennemin sonsuzluğu ve insanın sonsuz varoluşu Kur’an, hadis ve bilimsel bakış açısıyla ele alınacaktır.

1. ALLAH’IN SONSUZLUĞU

Kur’an ve Hadislerde Allah’ın Sonsuzluğu

İslam inancına göre Allah, ezelî (öncesiz) ve ebedî (sonsuza kadar var olan) bir varlıktır. O’nun varlığı, herhangi bir başlangıç ya da sona tabi değildir.

Kur’an’da Allah’ın ezelî ve ebedî olduğu şöyle belirtilir:
“O, Evvel’dir, Âhir’dir, Zâhir’dir, Bâtın’dır. O, her şeyi bilendir.” (Hadîd, 57/3)

Evvel ve Âhir isimleri, Allah’ın başlangıcının ve sonunun olmadığını ifade eder. O’nun varlığı, zamanla sınırlı değildir.

Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
“Allah vardı ve O’ndan başka hiçbir şey yoktu.” (Buhârî, Tevhid, 22)

Bu, Allah’ın varlığının hiçbir başlangıcının olmadığını açıkça gösterir.

Bilimsel Bakış Açısı

Modern bilim, büyük patlama (Big Bang) teorisi ile evrenin bir başlangıcı olduğunu öne sürmektedir. Ancak, bilim evrenin öncesi hakkında kesin bilgi veremez. Allah’ın sonsuzluğu, evrenin ötesinde ve tüm zaman-mekan kavramlarının üstünde bir varlığı ifade eder.

2. CENNETİN VE CEHENNEMİN SONSUZLUĞU

Kur’an ve Hadislerde Cennetin Sonsuzluğu

İslam inancına göre, cennet ve cehennem yaratılmıştır ve varlıkları sonsuza kadar devam edecektir.

Kur’an’da cennet için şöyle buyrulur:
“İman edip salih amel işleyenler için, içinde ebedî kalacakları cennetler vardır.” (Bakara, 2/82)

Cennete giren müminler, orada hiçbir zaman ölmeyecek, yaşlanmayacak ve sıkıntıya düşmeyecektir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Cennete giren bir kimse, orada ebedî kalır. Ölüm yoktur. Ne elbiseleri eskiyecek ne de gençliği kaybolacaktır.” (Müslim, Cennet, 22)

Kur’an ve Hadislerde Cehennemin Sonsuzluğu

Cehennem de yaratılmıştır ve bazı kimseler için ebedîdir. Allah, iman etmeyen ve kâfir olarak ölenler için cehennemin ebedî olduğunu bildirir:

“Onlar orada ebedî kalacaklardır, ne azapları hafifletilir ne de yüzlerine bakılır.” (Bakara, 2/162)

Ancak, bazı hadislerde ve alimlerin yorumlarında, cehennemdeki azabın bazı günahkâr müminler için süreli olabileceği belirtilmiştir. Büyük günah işleyip cehenneme giren bazı müminler, şefaat veya Allah’ın merhametiyle çıkabilir.

Bilimsel Bakış Açısı

Termodinamiğin ikinci yasasına göre, evrendeki enerji giderek daha düzensiz hale gelir ve zamanla yok olur. Ancak cennetin sonsuzluğu, maddî evrenin yasalarına tabi olmayan metafiziksel bir gerçekliktir.

3. İNSANIN SONSUZLUĞU

Kur’an ve Hadislerde Ruhun Sonsuzluğu

İslam inancına göre insanın ruhu ebedîdir. Ölüm, ruhun yok olması değil, dünya hayatından ahiret hayatına geçişidir.

Kur’an’da şöyle buyrulur:
“Her nefis ölümü tadacaktır, sonra bize döndürüleceksiniz.” (Ankebût, 29/57)

Hadislerde de ruhun ahirette yaşamaya devam edeceği açıkça belirtilmiştir:
“Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçedir ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.” (Tirmizî, Kıyamet, 26)

Bu, insan ruhunun ölümsüz olduğunu ve ahirette de yaşamaya devam edeceğini gösterir.

Bilimsel Bakış Açısı

Modern bilim, ruhun varlığını maddî olarak kanıtlayamasa da, bilinç, ölümden sonra varlık ve metafiziksel deneyimler üzerine birçok çalışma yapılmaktadır.

Ölüme yakın deneyimler (NDE – Near Death Experiences), insan bilincinin bedensel ölümden sonra bile devam ettiğini gösteren ilginç bulgulardır.

Kuantum fiziğinde bilinç ve madde ilişkisi, ruhun ölümsüzlüğü üzerine bazı teorilere kapı aralamaktadır.

Bu noktada, İslam’ın ruhun ölümsüzlüğüne dair öğretileri, bilimsel keşiflerle örtüşebilecek metafiziksel bir hakikati ortaya koymaktadır.

SONUÇ: SONSUZLUK İNSANA NEYİ ÖĞRETİR?

Sonsuzluk kavramı, insana hayatının geçici olduğunu, ancak ruhunun sonsuz bir varoluşa sahip olacağını hatırlatır. Allah’ın sonsuzluğu, O’na teslimiyetin gerekliliğini gösterirken, cennetin sonsuzluğu, insanı iyi olmaya teşvik eder. Cehennemin sonsuzluğu ise, günahlardan kaçınmanın önemini hatırlatır.

İnsan, bu dünyada kısa bir süre yaşar ama ebedî bir hayata hazırlanır. Kur’an, hadis ve bilimsel işaretler, insanın sonsuz varoluşa sahip olduğunu destekleyen güçlü deliller sunar.

Son olarak, Allah Teâlâ’dan bizleri ebedî saadet yurdu olan cennete koymasını niyaz ederiz.

“Rabbimiz! Bizi bağışla ve cennetin ebedî nimetleriyle mükâfatlandır!” (Âl-i İmrân, 3/16)

Amin!

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=EpP151ss1gU




Hz. Ömer Müslüman olmadan önce kızını diri diri gömmüş müdür?

Hz. Ömer Müslüman olmadan önce kızını diri diri gömmüş müdür?


Hz. Ömer’in (r.a.) Müslüman olmadan önce kızını diri diri gömdüğüne dair anlatılan olay, İslam tarihçileri ve araştırmacılar tarafından güvenilir kaynaklarla desteklenmemektedir. Bu anlatım, halk arasında yaygın bir rivayet olmakla birlikte, sahih hadis kaynaklarında ve erken dönem İslam tarihçileri tarafından yazılan eserlerde geçmemektedir.

Konuyla ilgili bazı önemli noktalar şunlardır:

1. Sahih Kaynaklarda Yer Almaması: Bu olayın geçtiğine dair en güvenilir kabul edilen hadis ve tarih kitaplarında bir bilgi yoktur. Özellikle, İbn Hişam, Taberî ve İbn Sa’d gibi klasik İslam tarihçileri böyle bir vakadan bahsetmemektedir.

2. Hz. Ömer’in Kızı Hafsa’nın Durumu: Hz. Ömer’in Müslüman olmadan önce dünyaya gelen kızı Hafsa (r.a.), İslam’ı kabul ettikten sonra yaşamış ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile evlenmiştir. Eğer Hz. Ömer kız çocuklarını gömme âdetini uygulamış olsaydı, Hafsa da bu durumdan etkilenebilirdi.

3. İslam Öncesi Dönemde Çocuk Gömme Geleneği: Cahiliye döneminde bazı Arap kabilelerinde kız çocuklarını gömme geleneği bulunuyordu. Ancak bu, her kabilede yaygın değildi ve özellikle Mekke gibi ticaretle uğraşan şehirlerde daha az görülmekteydi.

Bu nedenle, Hz. Ömer’in (r.a.) kızını diri diri gömdüğü anlatımı, tarihi bir gerçeklikten çok, İslam öncesi dönemin sertliğini vurgulamak için anlatılan abartılı hikâyelerden biri olabilir. Hz. Ömer’in İslam ile şereflendikten sonraki adalet anlayışı ve yönetimi, onun Cahiliye dönemindeki hatalarını telafi ettiğini ve gerçek bir dönüşüm yaşadığını göstermektedir.

 

 




NURDAN GELEN KÂİNAT NUR’LANIP VE NUR’LA BOYANIP NUR’A GİDİYOR.

NURDAN GELEN KÂİNAT NUR’LANIP VE NUR’LA BOYANIP NUR’A GİDİYOR.[1]

NURDAN GELEN KÂİNAT NUR’LANIP VE NUR’LA BOYANIP NUR’A GİDİYOR. DÜNYA PAZARINDA NUR ALIP NUR SATARIZ.


Nurdan Gelen Kâinat: Nur’un Pazarı ve İnsan

Kâinat, nurdan yaratılmış bir tecelli âlemidir. Her şeyin kaynağı olan Nur-u Muhammedî ve Nur-u İlâhî, varlıkların özüne işlenmiş bir hakikattir. Güneş ışığını nasıl bir kaynaktan alıyor ve her yere ulaştırıyorsa, varlık âlemi de İlâhî nurdan gelen bir ışıkla aydınlanır, şekillenir ve tekrar nur kaynağına döner.

İnsan, bu nurlu pazarda bir yolcudur. Dünya pazarı, yalnızca maddi alım satımların yapıldığı bir yer değildir; aynı zamanda manevi değerlerin, hakikatin ve ahirete yönelik azıkların kazanıldığı bir mekândır. İnsan bu dünyada nur alır, nur satar; yani, Allah’ın nuru olan iman, marifet ve hikmetleri kazanır ve başkalarına aktarır.

Kâinatın Nurla Boyanması

Güneşin vurduğu bir cam parçası, ışığı yansıtınca aydınlanır; kirli bir cam ise ışığı geçirmez. İnsan ruhu da böyledir. Kalp temizse, iman nuru orada parlar; nefis perdelenmişse, karanlıklar içinde kalır.

Bir ağacın toprağa bağlı olduğu gibi, insan da manen Rabbi’ne bağlıdır. Toprak, su ve güneşten aldığıyla meyve verir; insan ise Kur’an nurundan, iman hakikatlerinden beslenerek meyve verir. Eğer bu dünyada hikmetin ve imanın nurunu alırsa, ahirette ebedî saadetin ışığını kazanır. Eğer gafletin karanlığında kalırsa, sonsuz bir hüsran içinde kaybolur.

Nur Pazarı: Dünyada Ne Alıp Satıyoruz?

Bu dünya, hakikatlerin, iyiliklerin, ibadetlerin ve sabrın ticaretinin yapıldığı bir pazar yeridir. İnsan, fani mallar yerine kalıcı olan hakikatleri satın almalıdır. Kur’an, bize bu alışverişi anlatır:

> “Allah, müminlerden, mallarını ve canlarını, onlara cennet vermek karşılığında satın almıştır…” (Tevbe, 111)

Bu alışverişte mümin, Allah’ın nurunu arar, hakikatin ışığını yayar ve cenneti kazanan bir tüccar olur. Fakat gaflete düşenler, fani dünya mallarını ebedî zannederek hüsrana uğrar.

Nur’a Doğru Yolculuk

Her insan, doğumla başlayan ve ölümle son bulan bir nur yolculuğundadır. Doğarken temiz bir fıtratla geliriz; eğer iman nuru ile aydınlanırsak, yolculuğumuz sonunda ebedî saadetin ışığına ulaşırız. Eğer bu dünyada karanlık bir yolda yürürsek, ahirette de hüsran içinde oluruz.

Şu hâlde, en büyük kazanç kalbi ve aklı iman nuruyla doldurmak, ilimle aydınlanmak ve hakikati yaymaktır. Zira bu dünya, bir pazar yeridir; ama bu pazarda nur alıp nur satanlar, ebedî kâr elde edenlerdir.

Son Söz

Ey insan! Dünyanın pazarı kapanmadan, nur almak ve satmak için fırsatı kaçırma. Kalbinin aynasını temizle ki, iman nuru orada parlasın. Çünkü kâinat nurdan geldi, nurla boyandı ve tekrar nura dönecek. Ve unutma: Karanlık bir dünya, ancak hakikatin nuru ile aydınlanır.

Gelmeden önce ve gittikten sonra NUR olan insan, ara noktayı da iman ve Kuran’ın nuruyla doldurmalıdır.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=35uCxep7feI




RAMAZAN YANMAKTIR

RAMAZAN YANMAKTIR[1]


Ramazan’ın Kelime Manası ve Hikmeti

Kelime Manası:

“Ramazan” kelimesi, Arapça “ramada” (رمض) kökünden gelir ve “kavurucu sıcak”, “yanmak”, “kuraklık” gibi anlamlara sahiptir. Bu kelimenin Ramazan ayına isim olmasıyla ilgili birkaç yorum vardır:

1. Günahların yanması: Ramazan, günahlardan arınma ayıdır. Oruç ve ibadetlerle kulun manevi hataları bağışlanır, adeta günahlar yanarak temizlenir.

2. Sıcakta taşların ısınıp yumuşaması gibi, kalplerin yumuşaması: İnsan, Ramazan’da açlık ve susuzlukla nefsi terbiye eder, kalbi rikkat kazanır, fakirlerin hâlini daha iyi anlar.

3. Eskiden Ramazan ayının sıcak mevsimlere denk gelmesi: Araplar, ayları adlandırırken yaşadıkları doğa olaylarını baz alırlardı. Ramazan ayının isimlendirildiği dönemde büyük ihtimalle kavurucu sıcaklar hâkimdi.

Ramazan’ın Hikmeti:

Ramazan ayı, sadece oruç tutulması gereken bir dönem değil, aynı zamanda insanın maddi ve manevi yönünü terbiye eden bir okul gibidir. İşte Ramazan’ın hikmetlerinden bazıları:

1. Nefis Terbiyesi:

İnsan, açlık ve susuzlukla nefsin kontrolünü sağlar, şehvet ve arzularını dizginler.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, oruç nefse “sen hâkim değil, mahkûmsun” demeyi öğretir.

2. Şefkat ve Merhamet:

Aç kalmak, insanın fakirlerin hâlini anlamasına ve empati kurmasına vesile olur.

Paylaşma, sadaka ve infak gibi duygular daha fazla öne çıkar.

3. Sabır ve İrade Eğitimi:

Gün boyunca yemek, içmek ve diğer dünyevî zevklerden uzak duran insan, iradesini güçlendirir.

Sabır, hem bireysel gelişim hem de manevi yükseliş için temel bir meziyettir.

4. Kur’an Ayı:

Kur’an-ı Kerim, Ramazan ayında indirilmeye başlanmıştır. (Bakara, 185)

Bu yüzden Ramazan, Kur’an’ı daha çok okumak, anlamak ve yaşamak için bir fırsattır.

5. Günahların Affı ve Mağfiret:

Peygamber Efendimiz (s.a.v), “Kim Ramazan ayını inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek oruç tutarsa, geçmiş günahları affolunur” (Buhari, Savm, 6) buyurmuştur.

Bu ay, tevbe ve arınma ayıdır.

6. Sağlık ve Bedenî Hikmetler:

Oruç, sindirim sistemine dinlenme fırsatı vererek vücudu temizler.

Modern tıpta da “aralıklı oruç” (intermittent fasting) gibi yöntemlerle orucun faydaları vurgulanmaktadır.

Sonuç:

Ramazan, sadece bir oruç ayı değil, ruhun, kalbin ve aklın yeniden inşası için bir fırsattır. Günahlardan arınma, nefsi terbiye etme, sabrı ve şükrü öğrenme, Kur’an’a yönelme ve paylaşma ayıdır. “Ramazan” kelimesinin kökündeki “yanmak” anlamı, bu ayın günahları eritmesi ve ruhu arındırması ile birebir örtüşmektedir.

@@@@@@@@

“Nefis, eğer muvakkat bir ayın gündüz zamanında tatil-i eşgal etmezse o fabrikanın hademelerinin ve o cihazatın hususi ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü altında bırakır. O sair cihazat-ı insaniyeyi de o manevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celbeder. Ulvi vazifelerini muvakkaten unutturur. Ondandır ki eskiden beri çok ehl-i velayet, tekemmül için riyazete, az yemek ve içmeye kendilerini alıştırmışlar.
……Kalp ve ruh, akıl, sır gibi letaifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen onlar masumane gülüyorlar. ”
Bunun izahı ve özellikle, “O sair cihazat-ı insaniyeyi de o manevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celbeder. Ulvi vazifelerini muvakkaten unutturur.” Burada geçen, “O sair cihazat-ı insaniyeyi de o manevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celbeder. Ulvi vazifelerini muvakkaten unutturur.” Sair cihazati insaniye ve O ulvi vazifeler ise,

Oruç: Manevî Fabrikanın Sessizleşmesi ve Ulvî Vazifelere Yolculuk

İnsanın varlığı, sadece maddi bedenden ibaret değildir. Ruh, kalp, akıl, sır gibi manevî cihazlar da insanın asli unsurlarıdır. Ancak insan, hayatın akışı içinde çoğu zaman bu yüksek duygularını unutur, onları köreltir ve nefsin taleplerine esir olur. Bu esaret, manevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla insanın dikkatini dağıtır, onu hakikî maksadından uzaklaştırır. Bediüzzaman Said Nursî’nin işaret ettiği gibi, nefsin sürekli meşguliyeti ve tatminsiz arzuları, insanın kalbini, ruhunu ve aklını hakikatten perdeler.

Sair Cihazât-ı İnsaniye Nedir?

İnsan, Allah’ın kendisine ihsan ettiği birçok latife (manevî duygu) ile donatılmıştır. Bunlardan bazıları:

Kalp: Allah’ı sevme, O’na yönelme merkezi

Ruh: Ebediyetle bağlantılı olan ve sonsuzluk arzusunu taşıyan cevher

Akıl: Hak ile batılı, doğru ile yanlışı ayırt etme melekesi

Sır: Hakikatin derinliklerine vakıf olma istidadı

Vicdan: Doğruyu ve yanlışı hissetme mekanizması

Bu manevî cihazlar, insanın ulvî vazifelerini yerine getirebilmesi için yaratılmıştır. Ancak, nefsin daimi meşguliyeti, mide ve şehvetin aşırı talepleri, dünyevî telaşlar bunları işlevsiz hâle getirir. İşte bu yüzden, oruç gibi ibadetler, insanın iç dünyasında bir düzenleme yaparak, bu cihazları tekrar asli görevlerine döndürür.

Ulvi Vazifeler Nelerdir?

İnsanın yaratılış gayesi, sadece dünyada yaşamak, yemek içmek, çalışmak ve geçim derdine düşmek değildir. Ulvî vazifeler, daha yüksek, daha hakikatli ve ebedî gayeleri ifade eder:

1. Allah’ı tanımak ve O’na kulluk etmek:

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56)

2. Kendi nefsini terbiye etmek ve kontrol altına almak:

Oruç, nefsin haddini bildiren en güçlü ibadetlerden biridir.

3. Dünya hayatının faniliğini idrak etmek:

İnsan, açlıkla acziyetini anlar ve kendini hakiki istinat noktası olan Allah’a yönlendirir.

4. Tezekkür ve tefekkür etmek:

Oruç, insanın dünyaya geliş gayesini, ölüm hakikatini ve ahiret yolculuğunu daha iyi anlamasına vesile olur.

Oruç: Fabrikanın Gürültüsünü Susturan İlahi Bir Sistem

İnsan bedeni, içinde sayısız sistem barındıran bir fabrika gibidir. Kalp çarkları çalışır, akıl dişlileri döner, duygular kanallar açar. Ancak nefis, bu fabrikanın gürültüsünü artırarak insanı hakikatten uzaklaştıran bir mekanizmaya dönüştürebilir. Mide doyduğunda, şehvet tatmin olduğunda, beden rahatladığında, insan kendini dünyanın merkezi sanır. Bu durumda, kalp, ruh, akıl ve diğer latifeler arka plana atılır. İşte oruç, bu fabrika çarklarını durduran bir “sessizlik butonu” gibidir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, oruç sayesinde mide ağlar, ama kalp ve ruh gülmeye başlar. Çünkü nefis susunca, kalp Allah’a yönelir, ruh hakikati hissetmeye başlar, akıl tefekküre dalar.

Oruçsuz Hayat: Fabrikanın Dumanı, Gürültüsü ve Kaosu

Orucun olmadığı bir hayat, sürekli dumanlar içinde çalışan bir fabrikanın iç karartıcı haline benzer. İnsan, sürekli nefsin talepleri peşinde koşar ve hiçbir zaman tatmin olmaz. Midemiz doyduğunda gözümüz tok olmaz, evimiz genişlediğinde iç huzurumuz artmaz, servetimiz çoğaldığında mutluluk garantilenmez. Çünkü insanın hakiki doyumu, nefsin taleplerini kısmakta ve ruhun sesini duymakta yatar.

Oruç, bu gürültüyü susturur, dumanı dağıtır ve insanı fabrikanın özüne, yani hakikî vazifesine yöneltir.

Sonuç: Oruç, Nefsin Hakimiyetinden Kurtuluşun Anahtarıdır

Oruç, insanı fabrika gürültüsünden ve nefis dumanlarından kurtaran bir manevi temizliktir. İnsan nefsin despotluğundan kurtuldukça, ulvî vazifelerine yönelir. Mide aç kalınca, kalp doyar, şehvet susunca ruh yükselir, dünya meşgalesi azalınca akıl Allah’ı hatırlar.

Bu yüzden oruç, sadece aç kalmak değil, insanın yaratılış gayesine dönmesi için bir fırsattır. Bediüzzaman’ın dediği gibi, “Midenin ağlamasına rağmen, kalp ve ruh masumane gülmeye başlar.”

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=kc0qlOoRaKM




HERŞEY DE BİR HİKMET VAR. BİR YAPRAK BİLE BİR KADERLE DÜŞERSE….

HERŞEY DE BİR HİKMET VAR. BİR YAPRAK BİLE BİR KADERLE DÜŞERSE…[1]


Her Şeyde Bir Hikmet Var: Bir Yaprak Bile Kaderle Düşer

Evrenin en küçük detayından en büyük düzenine kadar her şey bir nizam ve ölçü içinde hareket eder. Bunu görebilmek için kainata dikkatle bakmak yeterlidir. Bir yaprağın düşüşünden, insanın doğumuna ve ölümüne kadar her olay, tesadüflerden uzak, büyük bir hikmetle şekillenir.

Bir sonbahar sabahı, ağaçtan kopup süzülerek yere düşen bir yaprağı ele alalım. Görünüşte basit bir tabiat olayı gibi görünse de, aslında içinde sayısız hikmet ve ibret barındırır. O yaprak, belli bir vakitte, belli bir yöne doğru düşer. Belki bir karıncanın yolunu kapatacak, belki toprağa karışarak yeni bir canlının besini olacak, belki de bir çocuğun eline düşüp ona hayaller kurduracaktır. Kimin aklına gelirdi ki küçücük bir yaprağın bile bu kadar anlamlı bir yolculuğu olsun?

Kaderin İncelikleri: Küçük Olaylar, Büyük Neticeler

İnsan hayatında da tıpkı yapraklar gibi büyük ve küçük olaylar vardır. Başımıza gelen her şey, Allah’ın sonsuz ilmi ve hikmetiyle takdir edilmiştir. Bazen bir aksilik gibi görünen şey, yıllar sonra büyük bir hayır ve nimet olarak karşımıza çıkar. Bir kapı kapanır, ama daha güzel bir kapı açılır.

Tarih boyunca nice olaylar vardır ki, başta felaket gibi görülmüş ama zaman içinde büyük hayırların doğmasına vesile olmuştur. Mesela, bir insanın işten çıkarılması, onu daha iyi bir fırsata götürebilir. Bir hastalık, insanı dünya meşgalesinden uzaklaştırıp, ahireti ve Allah’ı daha çok düşünmeye sevk edebilir.

Bu konuda Hz. Musa’nın (a.s.) kıssasında geçen Hızır’ın (a.s.) yaptığı işler çok ibretlidir. Gemiyi delmesi, bir çocuğu öldürmesi ve bir duvarı düzeltmesi gibi olaylar ilk bakışta yanlış gibi görünse de, hepsinin arkasında derin bir hikmet yatmaktaydı. Hz. Musa (a.s.) bu olayların hikmetini öğrenince, Allah’ın kaderinin ne kadar ince ve hassas olduğunu bir kez daha anlamış oldu.

İnsanın Teslimiyeti: Kaderde Rahmet Aramak

Bazen hayat bizi zorlar. Başımıza gelen olaylar, bize adaletsiz veya anlamsız gibi gelebilir. Fakat Allah’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır ve her şey O’nun kontrolündedir. İnsana düşen, sabır ve tevekkül ile O’na teslim olmaktır. Çünkü, “Belki hoşunuza gitmeyen şeyde sizin için bir hayır vardır, belki de sevdiğiniz şeyde sizin için bir şer vardır. Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (Bakara, 2/216) ayeti bize her işin sonunda bir hikmet olduğunu gösterir.

Bir yaprak bile kaderle düşüyorsa, insanın hayatındaki hiçbir olay tesadüf olamaz. Her şey, Allah’ın sonsuz ilmi ve hikmetiyle şekillenmiştir. Önemli olan, ibret alarak bakabilmek, sabır ve şükürle hayata devam edebilmektir.

Son olarak, Yunus Emre’nin şu güzel sözüyle bitirelim:

“Bunca varlık var iken, gitmez gönül darlığı. Her işte bir hayır var, sabreyle ve gör bak!”

Kader konuşursa, kudreti beşer susar.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=Ph8fRfjuKMk




İNSAN OLMAK MI İNSANİYETTE KALMAK MI?

İNSAN OLMAK MI İNSANİYETTE KALMAK MI?[1]

  1. ÂDEM İNSANİYYETİN ÇEKİRDEĞİDİR. İNSAN VE İNSANİYET FARKI.


Hz. Âdem: İnsanlığın Çekirdeği ve İnsaniyetin Şahidi

Hz. Adem (a.s.), insan neslinin atası olduğu gibi, insaniyetin de çekirdeğidir. Yani sadece biyolojik olarak insanlığın başlangıcı değil, aynı zamanda insana has değerlerin, bilincin ve ruhun da ilk temsilcisidir. Ancak burada çok önemli bir ayrım yapmak gerekir: İnsan olmak ile insaniyet sahibi olmak aynı şey değildir.

İnsan, fiziki ve biyolojik yönüyle bir varlıktır; doğar, büyür ve ölür. Ancak insaniyet, ruhun kemale ermesiyle, ahlakın ve bilincin olgunlaşmasıyla ortaya çıkan bir haldir. Hz. Adem hem insan hem de insaniyetin bir timsalidir; fakat insanlık tarihi göstermiştir ki, her insan insaniyet sahibi değildir. İşte bu ayrım, insanlığın en büyük imtihanlarından biridir.

İnsan Olmak Yetmez, İnsaniyet Gerek

Kur’an-ı Kerim’de Hz. Adem’in yaratılışı ve meleklerin ona secde etmesi anlatılırken, insanoğlunun yeryüzündeki konumu vurgulanır: “Biz insanı en güzel surette yarattık.” (Tin, 95/4) Ancak hemen ardından gelen ayette şu uyarı yapılır: “Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik.” (Tin, 95/5)

Bu ayetler, insanın iki yönlü bir varlık olduğunu gösterir:

1. En güzel şekilde yaratılan, üstün kabiliyetlere sahip bir varlık.

2. Bu kabiliyetleri yanlış kullanarak aşağıların aşağısına düşebilecek bir varlık.

Hz. Adem’in kıssasında iblisin isyanı, insaniyet ile insan olmanın farkını gözler önüne serer. Şeytan, Adem’i küçümsedi ve kendisini ondan üstün gördü. Oysa Adem, Allah’tan gelen emanetleri taşıyan, ruhunu terbiye eden bir varlıktı. İşte insaniyet burada devreye girer:

İnsaniyet, insanın sadece akıl sahibi olması değil, aklını hakikati bulmak için kullanmasıdır.

İnsaniyet, yalnızca yaşamak değil, yaşamayı anlamlandırmaktır.

İnsaniyet, kendi nefsinin peşine düşmek değil, nefsini terbiye etmektir.

İnsaniyetin Kaybı: Adem’den Nemrut’a, Firavun’dan Günümüze

Hz. Adem’den sonra gelen nesiller, insaniyetin zirvesine de çıkabildi, insaniyetsizliğin bataklığına da saplanabildi. Tarih boyunca insan suretinde olup insaniyetini kaybetmiş sayısız örnek görüyoruz:

Nemrut, Allah’a meydan okuyacak kadar kibirlenmiş, insanlıktan çıkmıştı.

Firavun, kendi halkına zulmederek, zulmü normalleştirmişti.

Ebu Cehil, hakikati bile bile inkar ederek, insanı insan yapan en temel özelliği, doğruluğu terk etmişti.

Bu isimler, insan olmalarına rağmen insaniyetlerini kaybettikleri için kötü hatırlanıyorlar. Ancak insaniyetin timsali olan peygamberler ve veliler, isimleriyle değil, temsil ettikleri erdemlerle anılıyorlar.

İnsanlık Teknolojide İlerledi, Peki Ya İnsaniyet?

Günümüzde insanlık bilimde, teknolojide ve sanayide büyük ilerlemeler kaydetti. Ancak insaniyet konusunda aynı ilerleme var mı?

Bir insan, Mars’a gidebilecek teknolojiye sahip olabilir ama eğer komşusuna yardım etmiyorsa, insaniyet noktasında gelişmemiştir.

Milyarlarca dolarlık ekonomi yönetebilir ama vicdanını kaybetmişse, insan suretinde bir makine gibidir.

Akademik olarak en üst seviyede olabilir ama hakkı ve adaleti gözetmiyorsa, sadece bilgi yığını taşıyan bir bedenden ibarettir.

Bu yüzden, Hz. Adem’in sadece fiziksel olarak insanlığın atası olduğunu düşünmek eksik olur. O, aynı zamanda insaniyetin de çekirdeğidir. Çünkü o, hatasını kabul edip tövbe eden ilk insandır. Onu üstün kılan, hatasızlığı değil, hatasını fark edip Allah’a yönelmesidir.

Sonuç: Hz. Adem’in İzinden Gitmek

Bugün her insan, Hz. Adem’in bir evladı olarak dünyaya gelir ama insaniyet noktasında nereye varacağı kendi seçimlerine bağlıdır. İnsanlık, doğuştan gelen bir mirastır; fakat insaniyet, çabayla elde edilen bir meziyettir.

Şu soruyu kendimize sormalıyız: “Sadece insan olarak mı yaşayıp gideceğiz, yoksa insaniyetimizi inşa edip hakkı ve adaleti mi savunacağız?”

Hakikati arayan, nefsini terbiye eden ve insaniyetiyle yükselenlerden olabilmek dileğiyle…

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=uqiPvlGr4Yg




“Bu toprak kapı nereye açılıyor?”

“Bu toprak kapı nereye açılıyor?”


Bir yolcunun elinde eski bir harita vardı. Haritanın kenarları yıpranmış, mürekkebi solmuştu ama üzerinde işaretlenmiş bir nokta hâlâ belirgindi. O noktanın olduğu yerde, derin bir sessizlik içinde duran bir toprak kapı vardı. Yolcu merakla kapının önünde durdu. Üzerinde ne bir kilit ne de bir anahtar deliği vardı. Sadece topraktan bir kapı…

Baktı, düşündü: “Bu kapı nereye açılıyor?”

Kapının Ardındaki Hakikat

Bu dünya bir misafirhanedir. Üzerinde yürüdüğümüz toprak, sadece ayaklarımızı bastığımız cansız bir zemin değil, aynı zamanda binlerce yılın sırlarını içinde saklayan bir emanettir. Her gün üzerinde dolaştığımız, ektiğimiz, biçtiğimiz bu toprak, aslında bizden önceki nesillerin de yattığı bir örtüdür.

Her insan, bu misafirhanede bir süre konaklar ve sonra bu toprak kapının ardına geçer. Kimi şan ve şöhretle, kimi sessiz sedasız, kimi pişmanlıklarla, kimi ise huzur içinde… Ama sonuçta herkes o kapıyı aralar ve öteye adım atar.

Yolcu, kapının önünde düşündü: “Ben de bu kapıyı açtığımda ardında neyle karşılaşacağım?”

Dünya Aldatır, Ahiret Uyandırır

İnsan dünya hayatında nice hedefler peşinde koşar. Mal, mülk, makam, şöhret… Hepsi bir rüya gibi gelir geçer. Nice krallar, sultanlar, zenginler bu toprakların altında sessizce yatmaktadır. Onlar da bir zamanlar yürüdükleri bu topraklara hükmettiklerini sanmışlardı. Ama şimdi toprağın ta kendisi oldular.

Oysa bu kapının ardı, sadece yokluk ve unutuluş değildir. İnsan, bu dünyada ne ekti ise ahirette onu biçecektir. Ebedî bir hayatın kapısı olan bu toprak, her gün bizlere bir hakikati fısıldar:

> “Hazırlıklı ol! Çünkü buradan geçeceksin!”

Kapıyı Açmadan Önce

Bir yolcu sefere çıkmadan önce hazırlık yapar. Azığını, haritasını ve yol arkadaşını seçer. Dünya yolculuğu da böyledir. O kapı açılmadan önce her insan kendini bir hesaba çekmelidir:

Ne ektim? Ne biçmeye hazırlanıyorum?

Hangi izleri bıraktım? İnsanlığa bir faydam dokundu mu?

Bu toprak, benim için bir rahmet örtüsü mü olacak, yoksa pişmanlık diyarına mı götürecek?

Yolcu bir an durdu, içini derin bir düşünce kapladı. Kapıyı açmak için erken miydi? Yoksa hazırlıklı mıydı?

Kapının ardındaki hakikat kaçınılmazdı. O yüzden hazırlıklı olmalıydı…

Son Söz

Bu toprak kapı, ölüm ve ahiret gerçeğini hatırlatır. Bugün hayattayken yapacaklarımız, o kapının ardında karşılaşacaklarımızı belirler. Unutmayalım ki dünya bir imtihan yurdudur. Ve her gün bastığımız bu toprak, aslında bizlere fısıldar:

> “Ben, senden öncekilere de yurt oldum, senden sonrakilere de olacağım. Ama sen, buradan geçerken ne bıraktın?”

İşte asıl soru budur. Bu toprak kapı nereye açılıyor? Hazırlıklı mıyız?

 

 




KAPISI OLMAYAN BU TOPRAK KAPI NEREYE VE NERELERE AÇILIYOR?

KAPISI OLMAYAN BU TOPRAK KAPI NEREYE VE NERELERE AÇILIYOR?


### Kapısı Olmayan Toprak Kapı: Nereye ve Nerelere Açılıyor?

İnsan, varoluşunun derinliklerinde hep bir arayış içinde olmuştur. Bu arayış, bazen bir yol, bazen bir eşik, bazen de bir kapı olarak belirir zihninde. Ancak bazı kapılar vardır ki, ne bir kolu ne bir menteşesi ne de bir anahtarı vardır. İşte “kapısı olmayan toprak kapı” tam da böyle bir imgedir; görünmez ama hissedilir, sessiz ama çağırıcı, mütevazı ama sonsuz. Bu kapı, insanın hem kendi içine hem de ötesine açılan bir sırdır. Peki, bu kapı nereye ve nerelere açılır? Gelin, bu soruya hikmet, ibret ve tefekkür penceresinden bakalım.

#### Toprak: Başlangıç ve Bitişin Simgesi
Toprak, insan için hem bir yuva hem bir mezardır. Tohumun filizlendiği, hayatın yeşerdiği bir rahimdir; aynı zamanda, bedenin geri döndüğü, sessizce kucaklandığı bir son duraktır.
Ve de ahirete giden ilk durmaktır,ilk istasyondur.
“Kapısı olmayan toprak kapı” ifadesi, bu ikiliği en çarpıcı şekilde gözler önüne serer. Toprak, insanın dünyevi varlığını temsil ederken, “kapısı olmayan” ifadesi, bu varlığın ötesine işaret eder. İnsan, topraktan gelir ve toprağa döner; ama ruhu, bu döngünün ötesine, sonsuzluğa uzanır. İşte bu kapı, insanın hem fiziksel hem de manevi yolculuğunun eşiğidir.

Toprağın kapısı yoktur, çünkü o, herkes için açıktır. Bir kralın da bir yoksulun da son durağıdır toprak. Bu, bize ilk hikmeti sunar: Eşitlik. Toprak, ne rütbe tanır ne de zenginlik; herkesin ortak paydasıdır. Bu eşitlik, insana tevazuyu öğretir. Öyleyse, kapısı olmayan toprak kapı, ilk olarak insanın kendi acziyetine ve haddine açılır. İbret şudur ki, ne kadar yükselirsek yükselelim, hepimiz bir gün bu kapıdan geçeceğiz.

#### Kapısız Kapı: Manevi Bir Geçiş
“Kapısı olmayan” ifadesi, insanın zihninde bir paradoks oluşturur. Kapı, bir geçişi, bir eşiği temsil eder; ama kapısı olmayan bir kapı, belki de insanın kendi engellerini aşması gerektiğini hatırlatır. Tasavvufta, “kapı” kavramı, kişinin hakikate ulaşmak için kat ettiği manevi aşamaları ifade eder. Şeriat kapısı, tarikat kapısı, marifet kapısı ve nihayet hakikat kapısı… Ancak “kapısı olmayan” bir kapı, bu aşamaların ötesinde bir hakikate işaret eder. Bu, insanın kendi benliğini, arzularını, korkularını ve tüm dünyevi bağlarını aşarak ulaştığı bir eşiktir.

Hikmet buradadır: Kapısı olmayan kapı, insanın kendi içindeki engelleri kaldırmasıyla açılır. İnsan, nefsini bir kale gibi koruyan surları yıkmadıkça, bu kapıdan geçemez. İbret ise şudur: Gerçek özgürlük, dış kapılardan değil, iç zincirlerden kurtulmakla mümkündür. Toprak kapı, bu açıdan, insanın kendi hakikatine, özüne ve nihayetinde ilahi birliğe açılır.

#### Ölüme ve Yeniden Doğuşa Açılan Kapı
Toprak kapı, aynı zamanda ölümü ve yeniden doğuşu sembolize eder. İnsan bedeni, toprakla başlar ve toprakla biter. Ancak ruh, bu tekrarların ötesine geçer. Kur’an-ı Kerim’de, “Sizi topraktan yarattık, oraya geri döndüreceğiz ve sizi bir kez daha oradan çıkaracağız” (Taha, 20:55) ayeti, bu tekrarları açıkça ifade eder. Toprak kapı, insanın fiziksel varlığının son bulduğu, ama manevi varlığının yeniden dirildiği bir eşiktir.

Bu, bize derin bir tefekkür sunar: Ölüm, bir son değil, bir başlangıçtır. Kapısı olmayan toprak kapı, insanın korkularını, özellikle de ölüm korkusunu aşması için bir davettir. Hikmet şudur ki, ölüm, sadece bir geçiş kapısıdır; asıl hayat, bu kapının ötesindedir. İbret ise, insanın dünyevi hırslarının ne kadar boş olduğunu hatırlatmasıdır. Zenginlik, şöhret, güç… Hepsi, bu kapının eşiğinde birer gölgeden ibarettir.

#### Sonsuzluğa Açılan Kapı
Toprak kapı, sadece ölüm ve manevi yolculukla sınırlı değildir. Bir tohum, toprağın kucağında filizlenir; bir çiçek, toprağın bağrından yükselir. Toprak, hayatın tekrarını temsil eder. Kapısı olmayan toprak kapı, insanın tabiatla bağını hatırlatır. Modern dünyada, beton ve çelikle çevrili hayatlarımızda, bu kapı bize tabiatın sadeliğini ve hikmetini yeniden keşfetme fırsatı sunar.

Hikmet buradadır: İnsan, tabiatın bir parçasıdır; ondan kopamaz. Toprak kapı, insanın tahiatla uyum içinde yaşaması gerektiğini öğretir. İbret ise, tabiatı tahrip eden insanın, kendi sonunu hazırladığı gerçeğidir. Bu kapı, aynı zamanda evrenin sonsuzluğuna açılır; çünkü toprak, yıldız tozlarından oluşmuştur ve insan, evrenin bir yansımasıdır.

#### Sonuç: Bir Davet ve Bir Uyarı
“Kapısı olmayan toprak kapı nereye ve nerelere açılıyor?” sorusu, aslında insanın varoluş yolculuğuna dair bir sorgulamadır. Bu kapı, insanın kendi acziyetine, tevazuya, hakikate, ölüme, yeniden doğuşa, tabiata ve sonsuzluğa açılır. Ancak bu kapıdan geçebilmek için, insanın kendi içindeki kapıları açması gerekir: Önyargıların kapısını, kibrin kapısını, hırsın kapısını…

Hikmet, bu kapının herkese açık olduğudur; çünkü toprak, kimseyi ayırmaz. İbret, bu kapının kaçınılmaz olduğudur; çünkü her insan, er ya da geç bu eşiği geçecektir. Ve tefekkür, bu kapının bir son değil, bir başlangıç olduğudur; çünkü her son, yeni bir başlangıcı müjdeler.

Ey yolcu! Kapısı olmayan toprak kapı, seni kendine, tabiata ve sonsuzluğa çağırıyor. Bu çağrıya kulak ver; çünkü bu kapı, sadece bedeninle değil, kalbinle ve ruhunla geçebileceğin bir eşiktir. Unutma, hakikat, kapısı olmayan bir kapının ötesindedir.

 

 




HAKİKATİN ÖNÜNDEKİ BERZAHLAR

HAKİKATİN ÖNÜNDEKİ BERZAHLAR[1]

VARLIKLAR VE ARALARINDAKİ BERZAHLAR. BERZAHLAR HAKİKATİN GEÇİŞ VE GİRİŞ KAPISIDIR


VARLIKLAR VE BERZAHLAR: HAKİKATİN GEÇİŞ KAPILARI

Evren, zâhir olanın ve bâtın olanın iç içe geçtiği büyük bir tecellî sahnesidir. Gözümüzün gördüğü âlem ile görmediğimiz âlemler arasında perdeler, yani berzahlar vardır. Berzah, iki şey arasında bulunan sınır, geçiş veya perde anlamına gelir. Kur’an’da, “İki denizi salıverdi; biri tatlı ve susuzluğu giderici, diğeri tuzlu ve acıdır. Aralarına bir berzah koydu, birbirine karışmazlar.” (Furkan, 53) buyurularak, berzahın bu âlemde nasıl işlediğine dair bir işaret verilmiştir.

Berzahlar, sadece fiziksel âlemde değil, ruhî ve metafizik âlemlerde de vardır. İnsanın idrak edemediği hakikatler, ancak bu berzahların kapıları açıldığında kendini gösterir. Bu makalede, varlıkların arasındaki berzahları, bu berzahların hakikate nasıl birer geçiş kapısı olduğunu ve insanın hangi hallerde bu kapıları aşabileceğini ele alacağız.

BERZAHLARIN MAHİYETİ: ZÂHİR VE BÂTIN ARASINDAKİ PERDE

Allah, varlıkları yaratırken her birini farklı boyutlara ve âlemlere yerleştirmiştir. Fiziksel âlem, bizim duyularımızla algıladığımız maddi varlıklardır. Ruhî âlem ise idrakimizin ötesinde olan, ama varlığını hissettiğimiz bir gerçekliktir. İşte bu iki âlem arasında bir perde, yani berzah bulunmaktadır.

Berzah, bir nevi eşik gibidir. Bir kapının eşiğinde duran kişi, bir tarafı geride bırakıp yeni bir dünyaya adım atar. Bu eşik, bazen ölümle öbür âleme geçiş, bazen ise dünyevî hakikatlerden ilahî hakikatlere açılan bir bilinç kapısıdır.

Kur’an’da, ölümle ahiret arasındaki bekleyiş sürecine de berzah âlemi denir:

“Ölümlerinden sonra onların önlerinde, tekrar dirilecekleri güne kadar bir berzah vardır.” (Mü’minûn, 100)

Yani insan, ölünce bir berzahta bekler ve kıyametle birlikte yeni bir âleme geçer. Bu, fizikî bir sınır gibi görünse de, hakikatte idrak seviyesinin değişmesidir.

BERZAHLARIN ÇEŞİTLERİ VE GEÇİŞLER

1. Duyular Arasındaki Berzah

İnsan, beş duyusu ile algıladığı dünya içinde yaşar. Ama gözle görülemeyen, kulakla işitilemeyen, elle tutulamayan varlıklar da mevcuttur. Örneğin, bir ses dalgası havada yayılır ama biz onu sadece işitme duyumuzla algılarız. Göz için o ses yok gibidir. İşte burada bir berzah vardır: Ses dalgaları ile göz arasındaki perde.

Bu misalden yola çıkarak, insanın algı kapasitesi değiştiğinde, önündeki berzahlar kalkar. Mesela, keşif ehli kimseler için görünmeyen âlem görünür hale gelir.

2. Bâtınî ve Manevî Berzahlar

Bâtınî berzahlar, insanın kalbi ile hakikat arasındaki perdedir. Nefis, kibir, dünyevî arzular gibi şeyler insanın kalbini hakikate kapatan berzahlar oluşturur. Tasavvufta bu perdelerin kalkması için tezkiye (arınma) ve murakabe (farkındalık) gerekir.

Nitekim Mevlânâ, Mesnevî’sinde şöyle der:

“İnsan, bir berzahtır; ruh ile bedenin arasındaki bir köprüdür. Eğer nefsinin peşine düşerse, hayvanî âleme, eğer ruhunu dinlerse ilahî âleme geçer.”

Bu söz, insanın manevi berzahının, neyi seçtiğine bağlı olarak değişebileceğini gösterir.

3. Ölüm ve Berzah

Ölüm, en büyük berzahtır. İnsan, dünyadan ahirete geçerken bu perdeyi aşar. Ancak bu geçiş, sadece fizikî bir ölümle değil, “ölmeden önce ölmek” sırrına ermekle de mümkündür. Yani, dünyaya olan bağlarını koparıp, hakikate yönelen kişi, yaşarken berzahı aşmış olur.

Bu yüzden büyük sûfîlerden biri şöyle demiştir:

“Ölüm bir berzahtır; ama yaşayan ölüler için değil, dirilmiş ruhlar için bir doğuştur.”

BERZAHLARI AŞMAK VE HAKİKATE ULAŞMAK

Berzahlar, hakikate açılan birer kapıdır. Ama bu kapıları açmak, her insan için kolay değildir. Bunun için üç önemli unsur gerekir:

1. İlim: Hakikati bilmeyen kişi, perdeler ardında kalır. Kur’an ve sünnet bu perdeleri kaldıran en büyük rehberdir.

2. Tezkiye (Arınma): Kalp saflaşmadıkça hakikat gözükmez. Nefsin arzularına esir olan biri, kendi içindeki berzahları aşamaz.

3. Aşk ve İhlas: Allah’a duyulan sevgi, berzahı kaldıran en büyük anahtardır. Sevgiyle bakan kişi, varlıklar arasında perdeler değil, O’na açılan kapılar görür.

İBRETLİ BİR KISSA

Bir gün bir derviş, üstadına şöyle sordu:

“Efendim, insanlar hakikati neden göremez?”

Üstadı onu bir göle götürdü. Gölün durgun yüzeyine baktılar. Sonra üstad suya bir taş attı ve su dalgalandı.

“Şimdi gölde ne görüyorsun?” dedi.

Derviş cevap verdi:

“Hiçbir şey göremiyorum, çünkü su bulanık oldu.”

Üstad tebessüm etti ve şöyle dedi:

“İşte insanın kalbi de böyledir. Eğer nefsin arzuları, hırs ve gaflet taşlarını içine atarsan, hakikat bulanır ve göremezsin. Ama suyu durultursan, yani kalbini saflaştırırsan, o zaman gölde kendi hakikatini seyredersin.”

SONUÇ: BERZAHLARI AŞMAK VE HAKİKATİN KAPISINA VARMAK

Varlıklar arasındaki berzahlar, aslında insanın hakikate ulaşma yolundaki sınavlarıdır. Kimisi nefsiyle mücadele eder, kimisi ilimle aydınlanır, kimisi ise aşkla perdelere aldırmaz ve kendini hakikatin kollarına bırakır.

İnsan, hangi berzahta olduğunu anlamalı ve hakikate giden kapıları aralamalıdır. Çünkü berzah sadece bir perde değil, aynı zamanda geçiş kapısıdır.

Nihayetinde, en büyük berzah olan ölüm kapısından geçtiğimizde, hakikatin tüm sırları bize açılacaktır:

“Perdeler kalkınca gözün keskinleşecektir.” (Kâf, 22)

O gün hakikati görebilmek için, bugün kalbimizi saflaştırmalı, nefsin ve dünyanın perdelerini kaldırmalıyız.

Allah bizleri, hakikate gözleri açık olanlardan eylesin…

@@@@@@@

KUR’AN-I KERİM’DE BERZAH VE MURADİFLERİ: TEFSİRDEKİ YORUMLARI VE HİKMETLERİ

Kur’an-ı Kerim, insanı hakikate ulaştıran bir nur, bâtınî sırları açığa çıkaran bir anahtar ve âlemler arasında bir köprüdür. O’nda, varlıklar arası geçişleri, dünya ile ahiret arasındaki perdeleri ve hakikat yolunda aşılması gereken engelleri anlatan pek çok kavram yer alır. Bu kavramlardan biri de **”berzah”**tır.

Berzah, Arapça kökenli bir kelime olup “iki şey arasındaki perde, ara bölge, geçiş kapısı” anlamına gelir. Kur’an’da doğrudan ve dolaylı olarak farklı bağlamlarda kullanılmış ve müfessirler bu kavram üzerinde derin yorumlar yapmışlardır.

Bu makalede, Kur’an’da berzahın geçtiği ayetler, berzah kavramının muradifleri (eş anlamlıları), müfessirlerin yorumları ve bu kavramdan çıkarılacak ibretler ele alınacaktır.

KUR’AN’DA BERZAHIN GEÇTİĞİ AYETLER

Kur’an-ı Kerim’de berzah kelimesi üç farklı bağlamda doğrudan geçmektedir:

1. Dünya ile Ahiret Arasındaki Berzah

“Nihayet onlardan birine ölüm gelince der ki: ‘Rabbim! Beni (dünyaya) geri döndür, ta ki boşa geçirdiğim ömrümde salih amel işleyeyim!’ Hayır! Bu onun sadece söylediği boş bir sözdür. Onların önlerinde ise tekrar diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır.” (Mü’minûn, 99-100)

Bu ayette berzah, ölümle yeniden diriliş arasındaki ara âlem olarak tanımlanmıştır. Bu, insanların kabir hayatında beklediği ve dünya ile ahiret arasında bir perde olarak var olan bir süreçtir.

Müfessirler bu konuda şöyle der:

İbn Kesîr, bu ayeti yorumlarken berzahın, insanların öldükten sonra azap veya nimet içinde bekledikleri bir ara dönem olduğunu ifade eder.

Elmalılı Hamdi Yazır, berzahı “hissedilir ama tam idrak edilemez bir âlem” olarak tanımlar.

Fahreddin er-Râzî, berzahı ruhların mahiyetinin değiştiği bir ara hal olarak açıklamış ve insanların bu âlemde dünya hayatında işledikleri amellere göre bir bilinçle yaşadıklarını söylemiştir.

2. İki Deniz Arasındaki Berzah

“İki denizi salıverdi; biri tatlı ve susuzluğu giderici, diğeri tuzlu ve acıdır. Aralarına bir berzah koydu, birbirine karışmazlar.” (Furkan, 53)

Burada berzah, fiziksel bir sınır olarak ele alınmıştır. Tatlı su ile tuzlu suyun birbirine karışmasını engelleyen bir perde, bir engel olarak tasvir edilir. Bu, Allah’ın kudretini gösteren büyük bir işarettir.

Müfessirler bu ayeti şu şekilde yorumlamıştır:

Beyzâvî, burada bahsedilen berzahın ilahî bir yasa olduğunu ve Allah’ın bu yasayla suları birbirine karışmaktan koruduğunu belirtir.

Zemahşerî, bu berzahın hem maddî hem de manevi bir engel olabileceğini ve dünya ile ahiret arasındaki berzahtan mecazi bir anlam taşıdığını söyler.

3. Ruhlar Arasındaki Berzah

“O, biri tatlı, diğeri tuzlu iki denizi akıttı. Aralarına bir berzah ve aşılmaz bir engel koydu.” (Rahman, 19-20)

Bu ayet, insanın hem maddi hem de manevi yönleri arasındaki perdeye de işaret etmektedir. Ruh ve beden, iman ve inkâr, hakikat ve gaflet arasındaki engeller de bu ayette mecazi olarak anlatılmış olabilir.

BERZAHIN MURADİFLERİ (EŞ ANLAMLILARI) VE ANLAMLARI

Kur’an’da berzah ile aynı manaya gelen veya benzer bir anlam taşıyan bazı kelimeler vardır:

1. Hicap (Perde): “Kalplerimiz senin bizi çağırdığın şeye karşı perdelidir.” (Fussilet, 5)

Bu, hakikat ile kişi arasındaki manevi berzahı ifade eder.

2. Setr (Örtü): “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinde de bir perde vardır.” (Bakara, 7)

Burada, inkârcıların hakikate ulaşmasını engelleyen berzahtan söz edilir.

3. Sedd (Engel): “Önlerinden bir sedd ve arkalarından bir sedd çekmişizdir, artık göremezler.” (Yasin, 9)

Bu, bâtıla saplananların idrakleri önündeki berzahı anlatır.

BERZAHTAN ÇIKARILACAK HİKMETLER VE İBRETLER

1. Ölüm, Hakikat ile İnsan Arasındaki Son Berzahtır

İnsan, ölümle birlikte gerçekleri açık bir şekilde görecektir. Ancak bu, dünyadayken Allah’ın verdiği idrak gözünü açmakla da mümkündür. “Ölmeden önce ölmek” sırrına erenler, bu berzahı yaşarken aşanlardır.

2. Gaflet de Bir Berzahtır

İnsan bazen dünya işlerine öyle dalar ki hakikat ile arasına bir perde girer. Nitekim, Firavun gibi zorba kimseler de bu berzahın içinde yaşamış ve hakikati görememiştir.

3. Her İnsan Kendi Berzahını Aşmalıdır

Dünya ve ahiret arasındaki berzah gibi, insanın kendi iç dünyasında da aşması gereken perdeler vardır. Bunlar, nefis, kibir, hırs, mal sevgisi gibi şeylerdir. Bunlardan arınan kişi, hakikate daha yakın olur.

4. Hakikat Arayan İçin Berzah Bir Kapıdır

Berzah, sadece bir engel değil, aynı zamanda bir geçiş kapısıdır. Eğer kişi Allah’a yönelirse, bu perdeleri birer kapıya çevirerek hakikate ulaşabilir.

SONUÇ: BERZAHI AŞMAK VE HAKİKATİ BULMAK

Kur’an-ı Kerim’de berzah, bazen ölümle ahiret arasındaki ara dönem, bazen maddi dünyada varlıklar arasındaki engel, bazen de insanın kendi idraki önündeki perde olarak kullanılmıştır.

Ancak tüm bu anlamlar içinde ortak bir nokta vardır: Berzah, bir sınavdır. Kimileri için sonsuz bir ayrılığa, kimileri için ise hakikate açılan bir kapıya dönüşür.

Bu yüzden, Rabbimiz şöyle buyurur:

“Perdeler kalkınca gözün keskinleşecektir.” (Kâf, 22)

O gün perdelerin kalkmasını beklemek yerine, bugün kalbimizin önündeki berzahları kaldırmak en büyük vazifemizdir. Allah bizleri hakikatin kapısına ulaştıranlardan eylesin…

 

**************  

VARLIKLAR VE ARALARINDAKİ BERZAHLAR. BERZAHLAR HAKİKATİN GEÇİŞ VE GİRİŞ KAPISIDIR


İnsan, varlığın ve varoluşun sırlarını çözmeye çalışan bir yolcudur. Bu yolculukta, kainatın her zerresinde hikmet, her köşesinde ibret ve her anında düşünceye davet eden işaretler bulunur. Varlıklar, kendi hakikatleriyle kainatta yer edinirken, aralarındaki berzahlar ise bu hakikatlerin geçiş ve giriş kapıları olarak belirir. Berzah, sadece fiziksel bir ayrım ya da metafizik bir sınır değil, aynı zamanda insanın anlam arayışında bir köprü, bir eşiktir. Bu makalede, varlıkların mahiyetini, berzahların hikmetini ve bunların hakikatle ilişkisini hikmetli, ibretli ve düşündürücü bir şekilde ele almaya çalışacağız.

#### **Varlıkların Mahiyeti ve Berzah Kavramı**

Kainat, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli ettiği bir sahnedir. Her varlık, bu sahnede bir rol oynar ve kendine has bir hakikat taşır. İnsan, hayvan, bitki, cansız maddeler… Her biri, birbiriyle ilişkili ama aynı zamanda birbirinden ayrılmış bir şekilde varlığını sürdürür. İşte bu ayrımın ve ilişkinin gerçekleştiği yer, berzahtır.

Berzah, Kur’an-ı Kerim’de de zikredilen bir kavramdır. “İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıverdi. (Fakat) aralarında bir berzah vardır, birbirine geçip karışmazlar.” (Rahman, 55:19-20) Bu ayet, fiziksel bir berzahı ifade ederken, aynı zamanda derin bir hikmet taşır: Berzah, iki farklı hakikatin birleşmesini engellerken, aynı zamanda onların bir arada bulunmasına imkan sağlar. Tuzlu su ile tatlı suyun birleşmemesi, her birinin kendi mahiyetini koruması, Allah’ın kudretinin bir nişanesidir. İşte bu, berzahın hikmetidir: Ayrılıkta birlik, birliktelikte ayrılık.

#### **Berzah: Hakikatin Geçiş Kapısı**

Berzah, sadece fiziksel bir engel ya da sınır değildir; aynı zamanda bir geçiş kapısıdır. Bu kapı, insanın anlam arayışında önemli bir duraktır. Mesela, hayat ile ölüm arasındaki berzah, insanın bu dünyadan ahirete geçişinin eşiğidir. Kabir âlemi, bir berzah olarak, dünyevi hayatın sona erdiği, ama ebedi hayatın henüz başlamadığı bir ara bölgedir. Bu berzah, insana düşünme, tefekkür etme ve hakikate hazırlanma fırsatı sunar.

Berzahın bir diğer boyutu, insanın iç dünyasında da mevcuttur. Akıl ile kalp, ruh ile beden, hayır ile şer arasında bir berzah vardır. Bu berzahlar, insanın kendi hakikatine ulaşması için birer eşiktir. Mesela, akıl ile kalp arasındaki berzah, insanın bilgiden hikmete geçişini sağlar. Akıl, bilgiyi toplar; kalp ise bu bilgiyi anlamlandırır. Eğer bu berzah aşılırsa, insan hakikatin kapısına varır. Ancak bu berzahı aşmak, tefekkür, ibret ve hikmetle mümkündür.

#### **Hikmetli Bir Bakış: Berzahın Öğrettikleri**

Berzah, kainatın düzeninde bir denge unsurudur. Her şeyin bir sınırı, her varlığın bir mahiyeti vardır. İnsan, bu sınırı aşmaya çalıştığında, ya hakikate ulaşır ya da hüsrana uğrar. Mesela, teknolojinin ilerlemesi, insanın fiziksel berzahları aşmasını sağlamıştır; ancak bu, aynı zamanda insanın kendi ruhsal berzahlarını unutmasına yol açmıştır. Modern insan, madde ile mana arasındaki berzahı göremez hale gelmiştir. İşte bu, bize bir ibret sunar: Berzahları yok saymak, hakikatten uzaklaşmaktır.

Hikmet, berzahı anlamakta yatar. Mesela, gece ile gündüz arasındaki berzah, bize zamanın kıymetini öğretir. Gece, bir tefekkür ve istirahat zamanıyken, gündüz çalışma ve gayret zamanıdır. Bu iki zaman dilimi arasındaki berzah, insana dengeli bir hayat sürmeyi öğretir. Eğer gece ile gündüz birbirine karışsaydı, kainatta kaos olurdu. İşte bu, Allah’ın hikmetinin bir tecellisidir.

#### **İbretli Bir Tefekkür: Berzah ve İnsan**

İnsan, kendi hayatında da berzahlarla karşılaşır. Gençlik ile yaşlılık, sağlık ile hastalık, zenginlik ile fakirlik arasındaki berzahlar, insana ibret sunar. Mesela, sağlık ile hastalık arasındaki berzah, insana sağlığın kıymetini öğretir. İnsan, sağlıklıyken bu berzahı düşünmez; ancak hastalık kapıyı çaldığında, sağlığın ne büyük bir nimet olduğunu anlar. İşte bu, insanı hakikate yaklaştıran bir ibrettir.

Berzahlar, aynı zamanda insanı sabra ve tevekküle davet eder. Mesela, dünya ile ahiret arasındaki berzah, insana dünya hayatının geçiciliğini hatırlatır. İnsan, bu berzahı düşünerek, dünyaya bağlanmaktan kurtulur ve ahiret için çalışmaya yönelir. Bu, insanı hakikatin kapısına götüren bir düşüncedir.

#### **Düşündürücü Bir Sonuç: Hakikatin Kapısı**

Berzah, hakikatin geçiş ve giriş kapısıdır; çünkü insan, berzahları aştığında kendi hakikatine ulaşır. Ancak bu geçiş, kolay değildir. Tefekkür, hikmet ve ibretle donanmış bir kalp gerektirir. İnsan, kainattaki berzahları anlamaya çalıştığında, Allah’ın kudretini, hikmetini ve rahmetini daha iyi kavrar. Mesela, bir tohumun toprağa düşmesi, bir berzahtır; çünkü tohum, toprağın içinde ölür, ama yeni bir hayat olarak filizlenir. Bu, insanın da ölümden sonra dirileceğinin bir işaretidir.

Sonuç olarak, berzahlar, kainatın düzeninde birer hikmet abidesidir. Onlar, insanı hakikate davet eden kapılardır. İnsan, bu kapılardan geçerken, hikmetle bakmalı, ibret almalı ve tefekkür etmelidir. Unutmayalım ki, her berzah, Allah’ın bir ayetidir ve her ayet, insanı hakikate bir adım daha yaklaştırır. Öyleyse, varlıkların arasındaki berzahları görmek, anlamak ve aşmak, insanın en büyük vazifesidir. Bu vazifeyi yerine getirenler, hakikatin kapısından içeri girenlerdir.

“Rabbinin ayetlerini düşünmez misiniz?” (Yunus, 10:3) Bu soru, berzahların hikmetini anlamak isteyen her yolcu için bir davettir.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=CynqQbyRPKI




MABUD’DA O’DUR MAKSUD DA…

MABUD’DA O’DUR MAKSUD DA…[1]

LÂ MÂBÛDE İLLÂ HÛ, LÂ MAKSÛDE İLLÂ HÛ’ NUN HAKİKATİ VE ULAŞTIRDIĞI MAKAMLAR VE ULAŞILAN MAKAMLAR.


LÂ MÂBÛDE İLLÂ HÛ, LÂ MAKSÛDE İLLÂ HÛ: HAKİKAT VE MAKAMLAR

İnsan, yaratılışı gereği anlam arayışında olan bir varlıktır. Fıtratındaki hakikati keşfetme isteği, onu varlığın özünü sorgulamaya iter. Tasavvuf ehli, bu yolculuğu “seyr u sülûk” olarak adlandırır. Yani, insanın bâtından zâhire, mecazdan hakikate olan yolculuğudur. Bu yolda en temel hakikatlerden biri de “Lâ mâbûde illâ Hû, lâ maksûde illâ Hû” sözüdür. Yani:

“O’ndan başka ibadete layık hiçbir ilah yoktur ve O’ndan başka maksut, yani gaye edinilecek hiçbir şey yoktur.”

Bu kelâm, Allah’a teslimiyetin en yüksek mertebelerini işaret eder. Bu makalede, bu hakikatin sırlarını, insanı ulaştırdığı makamları ve bu yolda karşılaşılan halleri ele alacağız.

HAKİKATİN DERİNLİKLERİ

1. Lâ Mâbûde İllâ Hû: İbadetin Gerçek Sahibi

İbadet, yalnızca şekilden ibaret bir ritüel değildir. Asıl ibadet, kalbin Allah’a tam yönelmesidir. Kalpte dünya sevgisi, nefis arzuları veya dünyevî maksatlar varsa, insan Allah’a kulluğu tam anlamıyla gerçekleştiremez. Bu söz, kulun iç dünyasında sahte ilahları yıkmasını ve Allah’ı tek mabud olarak kabul etmesini gerektirir.

Gerçek ibadet, yalnızca O’na yönelmek, her şeyi O’ndan bilmek ve O’ndan istemektir.

Allah Resûlü (s.a.v), “Kimin derdi dünya olursa, Allah onun işlerini dağıtır ve fakirliği iki gözü arasına koyar; kimin niyeti ahiret olursa, Allah onun işlerini toplar ve gönlünü zengin kılar” buyurmuştur. Bu hadis, insanın ibadetini ve niyetini tek bir merkeze, yani Allah’a yönlendirmesinin gerekliliğini vurgular.

2. Lâ Maksûde İllâ Hû: Gaye O’dur

Hayatta herkesin bir maksadı vardır. Kimi servet peşinde koşar, kimi makam, kimi şöhret… Fakat bütün bu hedefler geçicidir. Asıl maksat, Allah’ın rızasına ermektir. “Lâ maksûde illâ Hû” diyen kişi, hiçbir dünyevî gayeyi nihai hedef olarak görmez. Onun gözünde dünya bir vasıtadır, gaye ise Allah’a kavuşmaktır.

Bu hakikate eren kişi, “Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (En’am, 162) ayetini fiilen yaşar. O artık nefsinin peşinde koşmaz, dünya nimetlerine aldanmaz, her işini sadece Allah için yapar.

BU HAKİKATİN ULAŞTIRDIĞI MAKAMLAR

Bu kelâmın hakikatine eren kişi, tasavvufî makamları kat etmeye başlar. Bunlardan bazıları:

1. Tevhid Makamı

Bu makam, “Lâ ilâhe illâllah” hakikatinin kalpte tam olarak yerleşmesidir. Kişi, tüm varlığın Allah’tan ibaret olduğunu idrak eder ve sahte ilahları reddeder.

2. Zühd Makamı

Dünya sevgisini kalbinden çıkaran kişi, Allah’a olan yönelişinde samimi olur. Mal, mülk, şöhret gibi şeyler onun için sadece birer araç olur, asla gaye olmaz.

3. Tevekkül Makamı

“Lâ maksûde illâ Hû” hakikatine eren kişi, her şeyin Allah’ın takdirinde olduğunu bilir ve tam bir tevekkülle O’na dayanır. Hiçbir şey için hüzne kapılmaz, endişe duymaz, çünkü bilir ki kader O’nun elindedir.

4. Fenâ Fillâh Makamı

Bu makamda kul, kendi varlığını ve nefsini unutup Allah’a tam yönelir. Artık o, Allah’tan gayrısını görmez ve her şeyin O’ndan olduğunu idrak eder. Bu, en yüksek tasavvufî makamlardan biridir.

HİKMETLİ VE İBRETLİ BİR KISSADAN DERSLER

Bir gün, büyük evliyalardan İbrahim bin Edhem, bir derviş ile sohbet ediyordu. Derviş ona:

– “Sen neden her şeyi bırakıp Allah’a yöneldin?” diye sordu.

İbrahim bin Edhem cevap verdi:

– “Bir gece rüyamda bir ses duydum. ‘Ey İbrahim! Sen Allah için mi yaşıyorsun, yoksa dünyayı mı murad ediyorsun?’ O anda anladım ki, asıl maksat Allah olmalı. O günden sonra ‘Lâ maksûde illâ Hû’ diyerek dünya arzularımı terk ettim.”

Bu kıssa bize şunu anlatır: İnsan ancak kalbini dünya sevgisinden temizleyip Allah’a yöneldiğinde, gerçek huzuru ve kemali bulabilir.

SONUÇ: HAKİKATE ULAŞMAK

“Lâ mâbûde illâ Hû, lâ maksûde illâ Hû” sözünü dil ile söylemek kolaydır; fakat hakikatiyle yaşamak büyük bir irade ve teslimiyet gerektirir.

Bu yolda ilerleyen kişi, dünyevî hedeflerden sıyrılarak Allah’ın rızasına talip olur. Kalbini dünyevî bağlardan arındıran ve yalnızca O’na yönelen kişi, hem dünyada huzuru hem de ahirette ebedî saadeti kazanır.

Gerçek mümin, hayatında şu ayeti düstur edinir:

“De ki: Benim dinim samimiyettir. Ben yüzümü yalnızca Allah’a döndürdüm.” (Zümer, 14-15)

Her şeyin O’ndan geldiğini, O’na döneceğimizi unutmadan yaşayan kullardan olabilmek duasıyla…

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=DJEnDKT_DAg




İNSAN EKTİĞİDİR VE ETTİĞİDİR

İNSAN EKTİĞİDİR VE ETTİĞİDİR[1]

 

EKİLEN İYİLİK TOHUMLARI VE VERDİĞİ TATLI MEYVELER


Ekilen İyilik Tohumları ve Verdiği Tatlı Meyveler

İnsanoğlu dünyada geçici bir misafir olarak bulunur ve bu kısa ömründe yaptığı iyilikler ve kötülükler, tıpkı toprağa ekilen tohumlar gibi zamanla filizlenerek karşısına çıkar. Kur’an-ı Kerim ve hadislerde de vurgulandığı gibi, iyilik yapanın iyilik bulacağı, kötülük yapanın ise kötülükle karşılaşacağı ilahi bir hakikattir.

Allah Teâlâ Kur’an’da şöyle buyurur:
“Kim zerre kadar hayır işlerse, onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse, onu görür.” (Zilzâl Suresi, 7-8)

Bu ayet, insanın yaptığı en küçük iyiliğin bile karşılıksız kalmayacağını, bir gün kendisine tatlı bir meyve olarak geri döneceğini açıkça gösterir.

İyilik Bir Tohumdur

Bir çiftçi, toprağa bir tohum ektiğinde hemen mahsul alamaz. Sabırla bekler, toprağı sular, güneşin ve yağmurun nimetlerinden faydalanarak o tohumun zamanla yeşermesini umar. Aynı şekilde, insan da yaptığı iyiliklerin hemen karşılık görmesini beklememeli, Allah’ın adaletine güvenmelidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir hadisinde şöyle buyurur:

“Bir iyilik yapana teşekkür edin. Teşekkür edemezseniz onun için dua edin. Eğer dua da edemezseniz, kalben ona karşı sevginizi besleyin.” (Ebu Davud, Edeb 11)

Bu hadis, iyiliğin karşılığının mutlaka geleceğini ancak bunun bazen insanlardan, bazen de Allah’tan farklı bir şekilde ulaşacağını hatırlatır.

İyilik Karşılıksız Kalmaz

İyilik, bazen ummadığımız bir anda, ummadığımız bir şekilde bize döner. Nice insanlar vardır ki, yolda bir garibe bir lokma ekmek verdiğinde, yıllar sonra o kişi ona büyük bir iyilikle karşılık vermiştir.

Rivayet edilir ki, bir gün bir adam çölde yolunu kaybetmiş ve susuzluktan ölmek üzereyken bir bedevinin kendisine bir bardak su verdiğini görmüştür. Yıllar sonra bu adam, büyük bir tüccar olmuş ve kendisini soyan bir hırsızı yakalatmıştır. Ancak tam onu cezalandıracakken, yüzüne bakmış ve onun zamanında kendisine su veren bedevi olduğunu fark etmiştir. Bunun üzerine tüccar, onu affetmiş ve hatta ona yardım etmiştir. İşte bu, iyilik tohumlarının zamanla nasıl tatlı meyvelere dönüştüğüne dair ibretli bir örnektir.

İyilikte Israrcı Olmak

Bazı insanlar, iyilik yaptıkları halde karşılığını hemen göremediklerinde üzülür ve “İyilikten maraz doğar” gibi yanlış bir düşünceye kapılırlar. Oysa iyilikte sabır göstermek ve sonuçlarını Allah’a bırakmak en güzel yoldur.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) en büyük iyilik önderidir. Kendisine taş atanlara bile beddua etmemiş, onlara dua etmiştir. Taif’te taşlandığında bile, “Allah’ım! Onlar bilmiyorlar, onlara hidayet ver” diye dua etmiştir. İşte bu sabır ve merhamet, sonunda İslam’ın yayılmasına ve insanların hidayetine vesile olmuştur.

Sonuç: İyilik Dünyayı Güzelleştirir

İyilik yapmak, sadece başkalarına değil, insanın kendi ruhuna da huzur verir. Çünkü Allah, iyilik yapanı sever ve onun yolunu açık kılar. İnsan, karşılık beklemeden, sadece Allah rızası için iyilik yaptığında, hem dünyada hem de ahirette bunun tatlı meyvelerini toplar.

Öyleyse, bugün küçük bir iyilik tohumu ekelim. Bir garibe tebessüm edelim, bir yetime yardım edelim, bir hasta ziyaret edelim… Belki yıllar sonra, hiç beklemediğimiz bir anda, bu tohum yeşerip en güzel meyvelerini önümüze serecektir.

Unutmayalım: “İyilik yap, denize at. Balık bilmezse Hâlık bilir.”

@@@@@@@

EKİLEN KÖTÜLÜK TOHUMLARI VE VERDİĞİ ACI MEYVELER

Ekilen Kötülük Tohumları ve Verdiği Acı Meyveler

İnsan bu dünyada yaptığı her şeyin karşılığını er ya da geç görecektir. Tıpkı toprağa ekilen bir tohum gibi, iyilikler güzel meyveler verirken, kötülükler de zamanla acı sonuçlar doğurur. Kur’an-ı Kerim’de bu hakikat şöyle ifade edilir:

“Kim zerre kadar hayır işlerse, onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse, onu görür.” (Zilzâl Suresi, 7-8)

Bu ayet, insanların yaptığı en küçük kötülüğün bile unutulmayacağını, ilahi adaletin mutlaka tecelli edeceğini bildirir. Kötülük, bir insanın sadece başkasına değil, aslında en çok kendisine zarar verdiği bir yoldur.

Kötülük Bir Tohum Gibi Yeşerir

Bir çiftçi tarlasına diken tohumu ektiğinde, ondan tatlı meyveler bekleyemez. Aynı şekilde, kötü niyetle yapılan bir hareket, zamanla büyür ve sahibine zarar veren bir hâl alır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v), insanların birbirine iyilik yapmasını öğütlerken, kötülüğün de sahibine geri döneceğini vurgulamıştır:

“Zulümden sakının! Çünkü zulüm, kıyamet günü karanlıklar olacaktır.” (Müslim, Birr 56)

Bir insan haksızlık yaptığında, yalan söylediğinde, başkasına zarar verdiğinde, bunun etkisi ilk anda görülmeyebilir. Ancak kötülük, zaman içinde büyüyerek, hem dünyada hem de ahirette büyük pişmanlıklara sebep olur.

Kötülük Er Geç Sahibini Bulur

Tarih boyunca nice zalimler, haksızlık yapanlar ve kötülük ekenler, sonunda ektiklerini biçmişlerdir. Firavun, Nemrut, Ebu Cehil gibi zalimler, dünyada büyük güç sahibi olduklarını düşündüler, ama yaptıkları zulümler onları helak etti.

Bir hikâyeye göre, zalim bir padişah, halkına zulmederek haksızlıklarla hüküm sürüyordu. Ancak bir gün, en güvendiği adamlarından biri tarafından ihanete uğradı ve kendi kurduğu tuzakta can verdi. İşte bu, kötülüğün sahibine nasıl geri döndüğünün bir örneğidir.
Ve benzerleri hala yaşanmaktadır.

Kötülüğün Verdiği Acı Meyveler

Kötü niyetle hareket eden insan, önce başkalarına zarar verse de, sonunda en büyük zararı kendisine verir. İşte kötülüğün doğurduğu bazı sonuçlar:

1. Vicdan Azabı: Kötülük yapan kişi, zamanla yaptığı haksızlıkları düşünerek huzursuz olur. Vicdanı rahat olmayan bir insan, dünyadaki en büyük servete de sahip olsa mutlu olamaz.

2. İtibar Kaybı: Yalan, hile, haset gibi kötülükler, insanın toplum içindeki güvenini kaybetmesine neden olur. Bir kez yalancı olarak tanınan bir insanın sözüne artık kimse güvenmez.

3. Dünya ve Ahiret Azabı: Kur’an’da bildirildiği gibi, zulmedenler ve kötülük ekenler, hem dünyada hem de ahirette bunun karşılığını göreceklerdir.

Allah Teâlâ buyurur:
“Onlar için dünyada bir azap vardır. Ahiret azabı ise daha çetindir ve onları Allah’tan (hiç kimse) koruyamaz.” (Ra’d Suresi, 34)
Ekilen Kötülük Tohumları ve Verdiği Acı Meyveler

İnsan bu dünyada yaptığı her şeyin karşılığını er ya da geç görecektir. Tıpkı toprağa ekilen bir tohum gibi, iyilikler güzel meyveler verirken, kötülükler de zamanla acı sonuçlar doğurur. Kur’an-ı Kerim’de bu hakikat şöyle ifade edilir:

“Kim zerre kadar hayır işlerse, onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse, onu görür.” (Zilzâl Suresi, 7-8)

Bu ayet, insanların yaptığı en küçük kötülüğün bile unutulmayacağını, ilahi adaletin mutlaka tecelli edeceğini bildirir. Kötülük, bir insanın sadece başkasına değil, aslında en çok kendisine zarar verdiği bir yoldur.

Kötülük Bir Tohum Gibi Yeşerir

Bir çiftçi tarlasına diken tohumu ektiğinde, ondan tatlı meyveler bekleyemez. Aynı şekilde, kötü niyetle yapılan bir hareket, zamanla büyür ve sahibine zarar veren bir hâl alır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v), insanların birbirine iyilik yapmasını öğütlerken, kötülüğün de sahibine geri döneceğini vurgulamıştır:

“Zulümden sakının! Çünkü zulüm, kıyamet günü karanlıklar olacaktır.” (Müslim, Birr 56)

Bir insan haksızlık yaptığında, yalan söylediğinde, başkasına zarar verdiğinde, bunun etkisi ilk anda görülmeyebilir. Ancak kötülük, zaman içinde büyüyerek, hem dünyada hem de ahirette büyük pişmanlıklara sebep olur.

Kötülük Er Geç Sahibini Bulur

Tarih boyunca nice zalimler, haksızlık yapanlar ve kötülük ekenler, sonunda ektiklerini biçmişlerdir. Firavun, Nemrut, Ebu Cehil gibi zalimler, dünyada büyük güç sahibi olduklarını düşündüler, ama yaptıkları zulümler onları helak etti.

Bir hikâyeye göre, zalim bir padişah, halkına zulmederek haksızlıklarla hüküm sürüyordu. Ancak bir gün, en güvendiği adamlarından biri tarafından ihanete uğradı ve kendi kurduğu tuzakta can verdi. İşte bu, kötülüğün sahibine nasıl geri döndüğünün bir örneğidir.

Kötülüğün Verdiği Acı Meyveler

Kötü niyetle hareket eden insan, önce başkalarına zarar verse de, sonunda en büyük zararı kendisine verir. İşte kötülüğün doğurduğu bazı sonuçlar:

1. Vicdan Azabı: Kötülük yapan kişi, zamanla yaptığı haksızlıkları düşünerek huzursuz olur. Vicdanı rahat olmayan bir insan, dünyadaki en büyük servete de sahip olsa mutlu olamaz.

2. İtibar Kaybı: Yalan, hile, haset gibi kötülükler, insanın toplum içindeki güvenini kaybetmesine neden olur. Bir kez yalancı olarak tanınan bir insanın sözüne artık kimse güvenmez.

3. Dünya ve Ahiret Azabı: Kur’an’da bildirildiği gibi, zulmedenler ve kötülük ekenler, hem dünyada hem de ahirette bunun karşılığını göreceklerdir.

Allah Teâlâ buyurur:
“Onlar için dünyada bir azap vardır. Ahiret azabı ise daha çetindir ve onları Allah’tan (hiç kimse) koruyamaz.” (Ra’d Suresi, 34)

Sonuç: Kötülükten Sakınmak

İnsan, her yaptığı hareketin bir karşılığı olacağını bilerek yaşamalıdır. Bugün birine zarar veren, yarın aynı kötülüğe uğrayabilir. Bugün haksızlık yapan, bir gün adaletin karşısında hesap vermek zorunda kalacaktır.

Bu yüzden, kötülük tohumları ekmek yerine, iyiliği tercih etmeliyiz. Çünkü dünyada ve ahirette huzur bulmanın tek yolu, adaletli ve merhametli olmaktır. Unutmayalım:

“Kötülük eken, fırtına biçer.”

Sonuç: Kötülükten Sakınmak

İnsan, her yaptığı hareketin bir karşılığı olacağını bilerek yaşamalıdır. Bugün birine zarar veren, yarın aynı kötülüğe uğrayabilir. Bugün haksızlık yapan, bir gün adaletin karşısında hesap vermek zorunda kalacaktır.

Bu yüzden, kötülük tohumları ekmek yerine, iyiliği tercih etmeliyiz. Çünkü dünyada ve ahirette huzur bulmanın tek yolu, adaletli ve merhametli olmaktır. Unutmayalım:

“Kötülük eken, fırtına biçer.”

*************   

Zakkum ağacı ve dari’ hakkında tefsirlerde yapılan yorumlar


Kur’an’da Zakkum ve Dari’, cehennemde azap olarak sunulan yiyecekler arasında geçer. Tefsirlerde bu kavramlar detaylı şekilde yorumlanmıştır.

1. Zakkum Ağacı

Kur’an’da Geçtiği Yerler:

Saffat 62-67: Cehennemliklerin yiyeceği olarak bahsedilir ve “zakkum ağacı”ndan söz edilir.

Duhan 43-46: “Şüphesiz, zakkum ağacı, günahkârın yiyeceğidir. O, erimiş maden gibi karınlarda kaynar, tıpkı kaynar suyun kaynaması gibi…”

Vakıa 52-56: Zakkumdan yiyenlerin karınlarını onunla dolduracağı, üzerine kaynar su içecekleri anlatılır.

Tefsirlerdeki Yorumlar:

Zakkum, Arapların bildiği bir dikenli ağaçtır, ancak burada mecazi anlamda kullanıldığı belirtilir.

Zemahşeri (Keşşaf) ve Fahreddin Razi (Mefâtîhu’l-Gayb) gibi müfessirler, bunun dünya ağacı olup olmadığı konusunda farklı görüşler sunar.

İbn Kesir ve Taberi, bunun dünya bitkisi olmadığını, cehenneme özgü bir azap vesilesi olduğunu söyler.

Bazı müfessirler, zakkumun “acı ve kötü kokulu bir meyve” olduğunu, cehennem ehlinin azabını artırmak için yaratıldığını ifade eder.

2. Dari’ (Dari, Şibriq veya Şevk Bitkisi)

Kur’an’da Geçtiği Yer:

Gaşiye 6-7: “Onlara kuru dikenli dari bitkisi dışında yiyecek yoktur. Bu ne besler ne de açlığı giderir.”

Tefsirlerdeki Yorumlar:

Dari, Arapların tanıdığı dikenli bir bitki olup, özellikle develer tarafından bile zor yenilen bir türdür.

İbn Abbas, dari’nin “zehirli, kuru dikenler” olduğunu söylemiştir.

Müfessirler, dari’nin cehennem ehli için açlıklarını gidermeyen, acı veren bir azap gıdası olduğunu belirtir.

Bazı tefsirlerde zakkum ve dari birbirinden farklı olup, birinin acı ve yakıcı olduğu, diğerinin ise besleyici olmayan kuru diken olduğu ifade edilir.

Genel Değerlendirme

Zakkum cehennemlikler için hazırlanmış, mideyi kaynatan, acı ve kötü kokulu bir yiyecek olarak anlatılır.

Dari, daha kuru ve besin değeri olmayan, dikenli bir bitki olarak tasvir edilir.

Her iki kavram da cehennemde azap unsuru olarak ele alınır ve Allah’ın günahkârlara verdiği cezanın bir parçasıdır.

Bu ayetler ve tefsirler, Kur’an’daki cehennem tasvirinin korkutucu ve uyarıcı yönünü vurgular.

[1] https://www.youtube.com/watch?v=YhiJTlrypW8




SARAYIN YOLU KUYUDAN VE ZİNDANDAN MI GEÇİYOR?

SARAYIN YOLU KUYUDAN VE ZİNDANDAN MI GEÇİYOR?[1]

Anne karnı ayrı bir kuyu, dünya ayrı bir zindan.
1 : “Dünya mü’minin zindanı, kâfirin Cennetidir.” Müslim, Zühd: 1; Tirmizî, Zühd: 16; İbni Mâce, Zühd: 3; Müsned, 2:197, 323, 389, 485.
Ahirete nisbeten.

İmtihanın Gölgesinde Yükselen Hakikat

İnsan, ruhlar âleminden bu dünyaya gelirken bir yolculuğa çıkmıştır. Bu yolculuk, imtihanlarla dolu bir arayış ve olgunlaşma sürecidir. Kimi zaman nimetlerle, kimi zaman zorluklarla karşılaşır. Ancak tarih ve tasavvuf bize gösteriyor ki, hakiki yükselişin yolu sıkıntıdan, çileden, zindandan ve kuyudan geçmektedir.

Bunun en güzel örneklerinden biri, Hz. Yusuf’un kıssasıdır. O, çocuk yaşta kardeşleri tarafından bir kuyuya atılmış, Mısır’da köle olarak satılmış, iftiraya uğrayıp zindana düşmüş, ama sonunda Mısır’ın hazinelerinin başına geçmiş ve “sarayına” ulaşmıştır. Peki, Yusuf’un saraya ulaşması için neden kuyu ve zindandan geçmesi gerekmiştir?

1. Kuyu: İnsanın En Büyük Yalnızlığı

Kuyu, inkisârın, yani kalbin kırılışının sembolüdür. Yusuf (as), en sevdikleri tarafından ihanete uğrayarak oraya atıldığında, insanlardan ümidini kesip sadece Allah’a sığınmayı öğrenmiştir.

Tasavvufi anlamda kuyu, nefsin kırılması ve kişinin iç dünyasına dönüşüdür. Dünya, dış görünüşe aldananlar için bir saray gibi gözükse de, hakikatte bir kuyudur. İnsan bu kuyuda gerçek yüzünü görmelidir. Nefsin karanlıklarına dalmadan, Allah’ın nuruna ulaşmak mümkün değildir.

Mevlânâ der ki:
“Dünya kuyusuna düştüğünde, bil ki bu kuyu seni Yusuf gibi Mısır’a çıkaracaktır.”

Demek ki kuyular, yükselişin başlangıcıdır. Kuyuya düşmek aslında rahmetin derinliğine çekilmektir.

2. Zindan: Sabrın ve Teslimiyetin Okulu

Zindan, sabır ve rıza makamıdır. Yusuf (as), kendisine iftira atıldığında isyan etmemiş, bilakis “Zindan bana onların beni çağırdığı şeyden daha sevimlidir” (Yusuf, 12/33) diyerek imtihanın içinde bile Allah’a teslim olmuştur.

Tasavvufi olarak zindan, insanın nefsani arzularından kurtulup, ruhunu özgürleştirdiği yerdir. Çünkü dış dünyada özgür olup da nefsinin esiri olan bir insan, hakikatte gerçek bir mahkûmdur.

İbn Ataullah el-İskenderî şöyle der:
“Sıkıntılar, velilerin sarayıdır. Allah’ın dostları, zindan gibi gözüken yerlerde olgunlaşır.”

Zindan, sabır ve tevekkül makamıdır. Yusuf (as), burada bekledi, ama isyan etmedi. Çünkü o biliyordu ki her zindanın bir kapısı, her gecenin bir sabahı vardır.

3. Saraya Varmak: Zorlukları Aşanlara Verilen Lütuf

Zorluklar bittiğinde Yusuf (as), sadece bir aziz değil, aynı zamanda insanlığa adalet dağıtan bir yönetici oldu. O artık ne kuyunun mahzunu, ne de zindanın mahkûmuydu. O, Rabbine teslim olmuş bir hakikat sultanıydı.

Tasavvufta saray, kalbin Allah ile buluştuğu yerdir. Hakiki sultanlık, dünya mülkü değil, kalbin arınmasıdır. Kuyunun karanlığını, zindanın sabrını yaşayan kişi, Allah’a dayanmayı öğrenmiş ve ruhen sultan olmuştur.

Yunus Emre bu hakikati şöyle anlatır:
“Sabır kimde ise o, murada erer.”

Murada ermek, ancak imtihanı aşmakla mümkündür.

Sonuç: Kuyudan Geçmeyen, Saraya Ulaşamaz

Tarih boyunca büyük insanlar, en ağır imtihanları yaşayanlardır. Peygamberler, evliyalar, âlimler ve gönül sultanları, kuyuların ve zindanların içinden geçerek saraylarına ulaşmışlardır.

Bu yüzden, eğer bir gün kendimizi bir kuyuda, bir zindanda, bir çıkmazda hissedersek, bilmeliyiz ki bu yolun bir parçasıdır. Allah, bazen bizi en karanlık kuyulara çeker ki, en parlak yıldızlara ulaşalım.

Kuyular ve zindanlar olmasaydı, Yusuf (as) bir köle olarak kalır, Mısır’ın yönetimine ulaşamazdı. Demek ki sarayın yolu, kuyudan ve zindandan geçer!

O halde imtihanlara sabırla direnelim. Çünkü unutmayalım:

“Sabredenler, murada erer.”

[1] https://www.youtube.com/watch?v=ywzUlEuuswQ




ENDÜLÜS İSLAM MEDENİYETİ MEDENİYETİN KAPISI OLDU

ENDÜLÜS İSLAM MEDENİYETİ MEDENİYETİN KAPISI OLDU


ENDÜLÜS: MEDENİYETİN KAPISI

Tarihi, İbretli ve Düşündürücü Bir Değerlendirme

Tarih sahnesine baktığımızda, bazı medeniyetler vardır ki yalnızca belirli bir bölgeyi değil, tüm insanlık tarihini etkileyen köprüler kurmuştur. Endülüs İslam Medeniyeti de bunlardan biridir. 8. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar İber Yarımadası’nda hüküm süren bu medeniyet, yalnızca İslam dünyası için değil, Avrupa’nın gelişimi ve Rönesans’ın doğuşu için de kritik bir kapı olmuştur.

Endülüs, İslam’ın ilim, sanat ve hoşgörü anlayışını zirveye taşıyan bir medeniyetti. Ancak tarih, bize bu tür büyük medeniyetlerin nasıl yükseldiğini ve nasıl yıkıldığını göstererek ibret dolu dersler sunmaktadır. Endülüs’ün yükselişi, ilim ve adalet üzerine inşa edilen bir sistemin zaferiyken; çöküşü, bölünmelerin, ihanetlerin ve gafletin acı sonucudur.

1. Endülüs’ün Yükselişi: Medeniyetin Işığı

711 yılında, Tarık bin Ziyad komutasındaki Müslüman orduları İspanya’ya ayak bastığında, Avrupa feodalizm, cehalet ve barbarlık içinde kıvranıyordu. Roma İmparatorluğu’nun çöküşüyle birlikte Avrupa’da eğitim kurumları yok olmuş, bilim ve sanat geri plana atılmış, kilise baskısı nedeniyle düşünce özgürlüğü engellenmişti.

Ancak Müslümanlar, fethettikleri bu topraklara sadece kılıçla değil, ilimle, adaletle ve hoşgörüyle geldiler. Endülüs:

Bilim ve felsefenin merkezi haline geldi.

Avrupa’nın en büyük kütüphanelerine ev sahipliği yaptı.

Müslüman, Hristiyan ve Yahudi âlimlerin birlikte çalıştığı bir bilim ve kültür ortamı oluşturdu.

Bağdat, Kahire ve Semerkand ile yarışan Kurtuba, İslam dünyasının en önemli ilim merkezlerinden biri haline geldi. 10. yüzyılda Kurtuba, 70’ten fazla kütüphane, yüzlerce medrese ve hastaneye sahipken, Avrupa’nın en büyük şehirleri bile pis sokaklarla, hastalıklarla ve okuma yazma bilmeyen halklarla doluydu.

2. Avrupa’nın Uyanışı: Endülüs’ün Açtığı Yol

Avrupa’da karanlık çağlar devam ederken, Endülüs’te bilimin ve sanatın zirve yaptığı bir dönem yaşanıyordu. Müslüman bilim insanları tıp, matematik, astronomi, mühendislik ve felsefe alanlarında çığır açıcı keşifler yaptılar:

İbn Rüşd (Averroes), Aristo’nun eserlerini şerh ederek Avrupa’ya aktardı.

Zerkali (Arzachel), astronomi alanında Avrupa’nın yüzyıllarca kullanacağı gözlem yöntemlerini geliştirdi.

Abbas bin Firnas, uçuş denemeleri yaparak havacılık tarihinin ilk adımlarını attı.

El Zehravi, modern cerrahinin temelini atan önemli çalışmalar yaptı.

Bu birikim, 12. yüzyıldan itibaren Avrupa’ya tercüme hareketleriyle taşınarak Rönesans’ın ve modern bilimin temelini oluşturdu. Bugün Avrupa’nın yükselişinin en büyük nedenlerinden biri, Endülüs’ten aktarılan bilgi ve bilimdir.

Ancak, ne yazık ki, bu muhteşem medeniyetin sonu trajik bir şekilde geldi.

3. Çöküş: İhanet, Bölünme ve Gaflet

Endülüs’ün yıkılış hikâyesi, sadece dış düşmanlarla değil, iç çekişmelerle de ilgilidir. Müslümanlar arasında yaşanan taht kavgaları, küçük emirliklerin birbirine düşmesi ve birlik olamamaları, Haçlı güçlerinin işini kolaylaştırdı.

Müslüman yöneticiler, birbirlerine karşı Hristiyan krallıklardan yardım istemeye başladılar.

Bölünmeler sonucu güç kaybeden Endülüs, birer birer Hristiyan ordularının eline geçti.

Granada’nın düşüşü (1492), Endülüs’ün sonunu simgeledi.

İslam medeniyetinin zirvesi olan bu topraklar, İspanyol Engizisyonu’nun kanlı zulmüyle Müslüman ve Yahudi halktan temizlendi. Camiler kiliseye çevrildi, ilim merkezleri yok edildi ve kütüphaneler yakıldı.

Sonuç: Endülüs’ten Alınacak Dersler

Endülüs’ün hikâyesi, bizlere büyük bir medeniyetin nasıl inşa edildiğini ve nasıl yıkıldığını gösteren bir ibret aynasıdır.

Endülüs’ten çıkarılacak dersler:

1. İlim ve adalet üzerine kurulu medeniyetler yükselir, ancak bölünme ve ihanet onları yok eder.

2. Bir millet, ilme ve bilime değer verdiği sürece güçlü kalır; cehalete düştüğünde ise çöküş kaçınılmazdır.

3. Düşman, ancak iç çatışmalar başladığında kazanır.

Bugün Müslüman dünyası, geçmişin hatalarından ders alarak, birlik, bilim ve adalet anlayışıyla yeni bir medeniyet kurabilir mi? Bu sorunun cevabı, tarihten alınacak ibretlerde saklıdır.

Endülüs’ü sadece kaybedilmiş bir medeniyet olarak değil, yeniden doğuş için bir ilham kaynağı olarak görmek gerekir.

@@@@@@@

**Endülüs İslam Medeniyeti: Medeniyetin Kapısı**

Tarih, insanlığın ortak hafızasıdır. Kimi zaman bir uygarlığın yükselişiyle parlar, kimi zaman çöküşüyle ibretlik sahneler sunar. İşte Endülüs İslam Medeniyeti de bu sahnelerden biridir; hem bir “medeniyet kapısı” hem de insanlığa bıraktığı mirasla düşündürücü bir örnektir. 8. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar İber Yarımadası’nda hüküm süren bu medeniyet, bugün bile Avrupa’nın karanlık Orta Çağ’ına ışık tutan bir meşale olarak anılır. Peki, bu topraklar nasıl oldu da dünya tarihinin en parlak uygarlık merkezlerinden biri haline geldi? Ve nasıl oldu da bu ışık söndü?

### **Bir Coğrafyanın Dirilişi: Endülüs’ün Doğuşu**
711 yılında Tarık bin Ziyad’ın Cebelitarık’ı (Gibraltar) aşarak İberya’ya ayak basması, Avrupa’nın kaderini değiştiren bir adımdı. Vizigot Krallığı’nın zulmünden bunalan yerli halkın desteğiyle Müslümanlar, kısa sürede bölgeyi fethetti. Ancak Endülüs’ü özel kılan, fetihler değil, burada kurulan *“medeniyet projesi”* oldu.

Müslümanlar, Hristiyan ve Yahudilerle bir arada yaşama kültürünü (*convivencia*) benimsedi. Din, dil ve kültür farklılıkları bir tehdit değil, zenginlik olarak görüldü. Toledo, Kurtuba (Córdoba) ve Gırnata (Granada) gibi şehirler, bu çoğulcu anlayışın simgesi haline geldi. Öyle ki 10. yüzyılda Kurtuba’da 500 bin kitaptan oluşan bir kütüphane, 300 halk hamamı ve sokakları aydınlatan lambalar vardı. Aynı dönemde Paris veya Londra’da ise okuma yazma bilenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu.

### **Bilim, Sanat ve Felsefenin Altın Çağı**
Endülüs, İslam’ın “akıl ve bilimle buluştuğu” bir laboratuvara dönüştü. İbn Rüşd (Averroes), felsefe ile dinin uzlaştırılabileceğini savundu; İbn Hazm, aşkın psikolojisini yazdı; Zerkali, astronomi cetvelleri hazırladı. Tıp alanında İbn Zuhr, cerrahide devrim yaptı. Bu isimlerin eserleri, Latinceye çevrilerek Avrupa’nın Rönesans’ına temel oluşturdu.

**Kurtuba Ulu Camii**, Endülüs’ün sanat ve mimarideki zirvesini temsil eder. Hem İslami hem de Gotik unsurları birleştiren bu yapı, bugün bile Hristiyan-Müslüman ortak mirasının sembolüdür. Aynı şekilde Elhamra Sarayı’nın duvarlarına kazınan *“Yalnız Allah galip gelir”* yazısı, gücün sanatla taçlandırıldığı bir medeniyetin manifestosudur.

### **Çöküş: Bir Medeniyet Neden Yıkılır?**
Ancak Endülüs’ün öyküsü trajediyle son buldu. 11. yüzyılda iç çekişmeler, taht kavgaları ve Berberi-Arap ayrışması devleti zayıflattı. Hristiyan krallıkların *Reconquista* (Yeniden Fetih) hareketi, Müslümanları güneye doğru sıkıştırdı. 1492’de Gırnata’nın düşmesiyle Endülüs resmen sona erdi. Sonrasında engizisyon mahkemeleri, Müslüman ve Yahudilere “din değiştirme ya da ölüm” dayatması getirdi.

Bu çöküşün arkasında yatan sebepler ibret vericidir:
1. **Birlikten Uzaklaşma:** Küçük emirliklere (*taifa*) bölünen Endülüs, siyasi birliğini kaybetti.
2. **Hoşgörünün Kaybı:** Muhafazakâr Murabıtlar ve Muvahhidler döneminde katı uygulamalar, çoğulcu yapıyı zedeledi.
3. **Dış Tehdidi Hafife Alma:** Hristiyan krallıkların askeri ve teknolojik ilerleyişi karşısında direnç gösterilemedi.

### **Endülüs’ten İbret ve İlham**
Endülüs, insanlığa şu soruyu sorar: *“Medeniyet, yalnızca güçle mi ayakta kalır?”*
Cevap, Endülüs’ün yükselişinde saklıdır: Bilgiye saygı, farklılıklara tahammül ve adalet… Ancak çöküşü de bize şunu hatırlatır: İç çatışmalar, dış tehditlerden daha öldürücüdür.

Bugün Endülüs’ün izleri, İspanya’daki mimari eserlerde, Arapça kökenli kelimelerde ve musikinin derin hüzünlü melodilerinde yaşıyor. Belki de en kalıcı mirası, **“medeniyetin din, dil ve ırk üstü olduğu”** gerçeğidir. Tıpkı İbn Arabi’nin dediği gibi: *“Kalbin, her şekil için bir mabedi vardır.”*

Endülüs, yalnızca Müslümanların değil, tüm insanlığın ortak hafızasında bir “medeniyet kapısı” olarak kalmaya devam edecek…

 

 




PEYGAMBERİMİZİN HAYATINDA ORUÇ-IFTAR-SAHUR VE İTİKÂF UYGULAMALARI

PEYGAMBERİMİZİN HAYATINDA ORUÇ-IFTAR-SAHUR VE İTİKÂF UYGULAMALARI


Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), oruç, iftar, sahur ve itikâf ibadetlerini büyük bir titizlikle yerine getirmiş ve bu konuda ümmetine rehberlik etmiştir. O’nun sünneti, bu ibadetleri en güzel şekilde nasıl uygulamamız gerektiğini bizlere gösterir.

1. Peygamber Efendimiz ve Oruç

Peygamberimiz, Ramazan orucu farz kılınmadan önce de oruç tutardı. Özellikle aşure günü orucu, Şaban ayının son günleri ve Pazartesi-Perşembe günleri oruç tutmayı alışkanlık haline getirmiştir. Ramazan orucu farz kılındıktan sonra da bu sünnetlerini devam ettirmiştir.

Peygamberimizin oruçla ilgili hadislerinden bazıları:

“Oruç kalkandır.” (Buhârî, Savm, 2)

“Kim Allah rızası için bir gün oruç tutarsa, Allah onu yetmiş yıl uzaklaştırır.” (Tirmizî, Cihad, 3)

“Ramazan ayı girince cennet kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar bağlanır.” (Buhârî, Savm, 5)

2. Peygamber Efendimizin İftarı

Hz. Peygamber, iftar vaktine büyük önem vermiş ve iftarı geciktirmeden açmayı tavsiye etmiştir. Genellikle birkaç hurma ile veya su ile iftar ederdi.

Oruç açarken yaptığı dua:
“Allah’ım! Senin rızan için oruç tuttum, senin rızkınla iftar ettim.”

Bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
“İnsanlar iftarda acele ettikleri sürece hayır üzere olmaya devam ederler.” (Buhârî, Savm, 45)

İftarda paylaşmayı teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Kim bir oruçluyu iftar ettirirse, oruçlunun sevabından eksilmeden ona da aynı sevap verilir.” (Tirmizî, Savm, 82)

3. Peygamber Efendimizin Sahuru

Sahur yemeğini bereket olarak görmüş ve tavsiye etmiştir. Sahura kalkmak, hem fiziksel sağlık hem de manevi kazanç açısından önemlidir.

Sahurla ilgili hadislerinden bazıları:

“Sahur yapınız, çünkü sahurda bereket vardır.” (Buhârî, Savm, 20)

“Bizim orucumuzla Ehl-i Kitab’ın orucu arasındaki fark, sahur yemeğidir.” (Müslim, Sıyam, 46)

Peygamberimiz, sahurda genellikle hurma yer ve su içerdi. Sahurun son anlarına kadar ertelenmesini tavsiye etmiştir.

4. Peygamber Efendimizin İtikâfı

İtikâf, Ramazan’ın özellikle son on gününde yapılan, kişinin dünya işlerinden uzaklaşarak ibadete yöneldiği bir sünnettir. Peygamberimiz (s.a.v.), her yıl Ramazan’ın son on gününü mescitte itikâfa girerek geçirirdi.

İtikâfın önemini anlatan hadislerinden bazıları:

“Kim Allah rızası için bir gün itikâfa girerse, Allah onunla cehennem arasına üç hendek mesafe koyar.” (Taberânî)

“Peygamber (s.a.v.), vefat edene kadar Ramazan’ın son on gününde itikâfa girerdi.” (Buhârî, İtikâf, 1)

İtikâfta, Kur’an okumak, namaz kılmak, zikir yapmak ve dua etmek gibi ibadetlerle meşgul olmak sünnettir.

Sonuç

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), oruç, sahur, iftar ve itikâf ibadetlerini büyük bir titizlikle uygulamış ve ümmetine bu konuda en güzel örnek olmuştur. Onun sünnetine uyarak bu mübarek ibadetleri yerine getirmek, hem manevi kazanç sağlar hem de bizleri Allah’a daha da yakınlaştırır.

Ramazan ayında bu sünnetleri ihya etmek, hem ibadetlerimizi daha bilinçli yapmamıza hem de Peygamberimizin mübarek yolundan gitmemize vesile olacaktır.

@@@@@

PEYGAMBER EFENDİMİZ TERAVİHİ NASIL KILARDI?

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Teravih Namazını Nasıl Kılardı?

Teravih namazı, Ramazan ayına özel bir ibadettir ve Hz. Peygamber (s.a.v.) bu namazı kılmış ve ümmetine de tavsiye etmiştir.

1. Peygamberimiz Teravih Namazını Cemaatle Kıldırmış mıdır?

Hz. Peygamber (s.a.v.), Ramazan’ın bazı gecelerinde Mescid-i Nebevî’de cemaatle teravih kıldırmıştır. Ancak birkaç gece sonra cemaatin sayısı artınca, farz olabileceği endişesiyle cemaatle kılmayı bırakmış ve evinde kılmaya devam etmiştir.

Bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
“Ramazan gecelerinin namazı (teravih), nafile bir ibadettir. Kim sevabını Allah’tan umarak bu namazı kılarsa, geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, Salâtü’t-Teravih, 37)

2. Hz. Peygamber Teravihi Kaç Rekât Kılardı?

Hz. Aişe (r.a.) şöyle anlatmıştır:
“Rasûlullah (s.a.v.), Ramazan’da ve Ramazan dışında on bir rekâttan fazla namaz kılmazdı. Dört rekât kılardı; onların güzelliğini ve uzunluğunu sorma! Sonra dört rekât daha kılardı; onların da güzelliğini ve uzunluğunu sorma! Sonra üç rekât kılardı.” (Buhârî, Teheccüd, 16)

Bu hadise göre, Peygamberimiz (s.a.v.) gece namazını genellikle 8 rekât kılıp 3 rekât vitir namazı ile tamamlamıştır.

Ancak Hz. Ömer (r.a.) döneminde Müslümanlar cemaatle teravihi 20 rekât olarak kılmaya başlamış ve bu uygulama günümüze kadar devam etmiştir.

3. Teravihte Peygamberimizin Kıraat Uzunluğu

Peygamber Efendimiz, teravih namazında uzun süre ayakta durur, bazen Bakara, Âl-i İmrân ve Nisâ surelerini bir rekâtta okurdu.

Sahabiler, Peygamberimizin kıldığı namazın uzunluğuna alışık olsalar da, bazen yorulduklarını ifade etmişlerdir.

Ancak namaz kıldırırken, cemaatin durumunu da göz önünde bulundurur, kolaylık sağlardı.

4. Peygamberimizin Teravih Namazıyla İlgili Tavsiyeleri

1. Cemaatle kılmak teşvik edilmiştir.

“Kim imamla beraber namazını tamamlayana kadar teravih kılarsa, ona gecenin tamamını ibadetle geçirmiş gibi sevap yazılır.” (Tirmizî, Salât, 164)

2. Uzun kıraat sünnettir, ancak herkesin durumuna göre ayarlanmalıdır.

Hz. Peygamber, namazda uzun süre kıyamda dururdu ancak cemaatin zorlanacağını fark ettiğinde kısa sureler okumayı tercih ederdi.

3. Vitir namazı ile tamamlanmalıdır.

Peygamberimiz, gece namazlarını vitirle tamamlamayı sünnet kılmıştır:
“Ey Kur’an ehli! Vitir kılınız. Çünkü Allah tektir, tek olanı sever.” (Ebû Dâvûd, Vitir, 1)

Sonuç

Peygamberimiz (s.a.v.), teravih namazını gönülden, huşu içinde ve uzun kıyamlarla kılmıştır. Cemaatle kıldığında, ümmetine zor gelmemesi için kısa tutmuştur. O’nun sünnetine uymak adına teravih namazını ihmal etmemek ve imkân varsa cemaatle kılmak büyük bir fazilettir.

Bugün 20 rekât olarak kılınan teravih, sahabe döneminden beri süregelen bir uygulamadır. Önemli olan, kaç rekât kılındığından ziyade huşu içinde, samimiyetle ve ihlasla kılmaktır.

 

 




İSLÂMIN FAİZİ YASAKLAMASINDAKİ SOSYAL VE EKONOMİK HİKMET YÖNLERİ VE DE EKONOMIK HAYATTAKİ ÖRNEKLERİ NELERDİR?

İSLÂMIN FAİZİ YASAKLAMASINDAKİ SOSYAL VE EKONOMİK HİKMET YÖNLERİ VE DE EKONOMIK HAYATTAKİ ÖRNEKLERİ NELERDİR?


İslam’ın faizi yasaklamasındaki sosyal ve ekonomik hikmetler oldukça geniştir. Faiz, bireyler ve toplumlar üzerinde olumsuz etkiler oluşturan bir uygulama olarak görülmüş ve bu nedenle İslam’da kesin bir şekilde yasaklanmıştır. Bu yasağın hikmet yönleri ve ekonomik hayattaki örnekleri şu şekilde açıklanabilir:

1. Sosyal Hikmetler

Toplumsal Adaleti Sağlama: Faiz, sermaye sahiplerini daha da zenginleştirirken, borç alanları fakirleştirir. Bu durum gelir dağılımında adaletsizliğe yol açar. Faizin yasaklanması, sermayenin toplum içinde daha adil bir şekilde dağılmasını teşvik eder.

Ahlaki ve Vicdani Değerleri Koruma: Faiz, ihtiyacı olan insanları zor durumda bırakabilir. Özellikle borçlu kişilerin ödeyemediği faizler katlanarak artar ve kişiyi daha büyük bir çıkmaza sokar. İslam, yardımlaşma ve dayanışma ruhunu teşvik ederek insanların birbirlerine faizsiz borç vermesini önerir.

Toplum İçinde Kin ve Nefreti Önleme: Faizli işlemler nedeniyle borçlular, alacaklılarına karşı zamanla öfke ve nefret besleyebilir. Bu durum sosyal huzursuzluklara neden olabilir. Faizsiz sistemde ise insanlar birbirlerine destek olur ve güven ortamı oluşur.

2. Ekonomik Hikmetler

Üretkenliği ve Yatırımı Teşvik Etme: Faiz sistemi, sermayeyi sadece faiz geliri elde etmek için kullanılmaya yönlendirir. Yatırımcılar, risk almadan kazanç elde edebileceği için üretime yönelmek yerine paralarını faizle değerlendirme yoluna giderler. Oysa faizsiz ekonomi, girişimciliği ve yatırımı teşvik eder.

Ekonomik Krizleri Önleme: Tarih boyunca birçok ekonomik kriz, faizli sistemin tetiklediği borçlanma krizleri nedeniyle ortaya çıkmıştır. Faiz sistemi, borçların sürekli artmasına neden olur ve bu da ekonomik balonların oluşmasına yol açar. 2008 küresel finans krizi, bu durumun en büyük örneklerinden biridir. Faizsiz sistemde ise borçlanma daha sürdürülebilir hale gelir.

Enflasyonu ve Gelir Dağılımındaki Dengesizliği Azaltma: Faiz, zengin ile fakir arasındaki uçurumu artırır. Çünkü sermaye sahipleri faiz getirisiyle daha çok kazanırken, dar gelirli kesimler daha fazla borçlanmak zorunda kalır. Faizsiz sistemde ise sermaye, üretken alanlara yönlendirilerek istihdam ve gelir dağılımı daha dengeli hale getirilir.

Gerçek Ekonomiye Dayalı Büyüme: Faizsiz ekonomi modeli, reel varlık ve ticarete dayalı olduğu için sürdürülebilir büyümeyi destekler. Faizli sistemde ise genellikle sanal ekonomiler ve spekülasyonlar ön plana çıkar.

3. Ekonomik Hayattaki Örnekler

İslami Bankacılık: Faizsiz finans sistemini benimseyen bankalar, kâr-zarar ortaklığına dayalı işlemler yaparak hem yatırımcıları hem de girişimcileri destekler. Örneğin, “Murabaha” (kâr paylı satış), “Mudaraba” (sermaye-emek ortaklığı) gibi yöntemler faizsiz kazanç sağlamaya yöneliktir.

Karz-ı Hasen (Faizsiz Borç): İslam toplumlarında ihtiyaç sahiplerine faizsiz borç verilmesi teşvik edilir. Bugün birçok vakıf ve İslami finans kurumu bu tür borçlanma sistemleriyle topluma destek olmaktadır.

Faizsiz Finans Kuruluşları: Katılım bankacılığı, sigorta sistemleri (tekâfül) ve mikro finans uygulamaları faizsiz ekonominin modern dünyadaki örnekleri arasındadır.

Sonuç olarak, İslam’ın faizi yasaklamasının temel amacı, ekonomik adaleti sağlamak, sömürüyü engellemek ve toplumda dayanışma ruhunu artırmaktır. Faizsiz bir ekonomi modeli, üretime dayalı büyümeyi teşvik eder, ekonomik krizleri önler ve gelir dağılımındaki adaletsizliği azaltır. Bu nedenle, modern dünyada da faizsiz finans sistemleri giderek daha fazla ilgi görmektedir.

@@@@@@

FAİZİN TOPLUMDAKİ OLUMSUZ ETKİLERİ VE AÇTIĞI MADDİ VE MANEVİ ZARARLARI NELERDİR?

Faiz (interest), toplumsal ve ekonomik sistemlerde çeşitli maddi ve manevi zararlara yol açar. Bu etkileri maddi ve manevi boyutlarıyla şöyle özetlemek mümkündür:

### **MADDİ ZARARLAR (EKONOMİK VE SOSYAL ETKİLER)**
1. **Borç Kısır Döngüsü ve Yoksullaşma**
– Bireyler, şirketler veya devletler yüksek faizli borçlara mahkûm olduğunda, ödemeler anapara yerine sürekli faize gider. Bu, borçlunun iflasına veya kemer sıkma politikalarına yol açarak yoksulluğu derinleştirir.
– Örneğin, mikro kredilerle borçlanan yoksul kesimler, faiz yükü altında daha da yoksullaşabilir.

2. **Ekonomik Eşitsizliğin Artması**
– Faiz, sermaye sahiplerinin (bankalar, yatırımcılar) servetini artırırken, borçluların gelirini azaltır. Bu, zengin-fakir uçurumunu büyütür.
– Dünya Bankası verilerine göre, küresel borç stokunun %70’i gelişmekte olan ülkelerde ve bu borçların faizi kamusal hizmetleri kısıtlıyor.

3. **Ekonomik İstikrarsızlık**
– Faizli krediler, gayrimenkul veya borsa balonları oluşturabilir. Balon patladığında (2008 mortgage krizi gibi) ekonomik çöküş yaşanır.
– Faiz, üretim yerine spekülatif yatırımları teşvik ederek reel ekonomiyi zayıflatır.

4. **İşsizlik ve Üretim Düşüşü**
– KOBİ’ler Faiz nedeniyle kredi bulamaz veya borçlarını ödeyemez. Bu, işyeri kapanmalarına ve istihdam kaybına yol açar.
– Üretim azalınca ekonomide durgunluk başlar.

5. **Enflasyon ve Para Değer Kaybı**
– Merkez bankalarının Faizle enflasyonu düşürme çabası, tersine tüketimi ve yatırımları kısarak ekonomiyi yavaşlatır.
– Bazı durumlarda faiz artışları, döviz kurlarını istikrarsızlaştırarak enflasyonu tetikler.

### **MANEVİ ZARARLAR (AHLAKİ VE TOPLUMSAL SONUÇLAR)**
1. **Ahlaki Çöküntü ve Sömürü**
– Faiz, borç verenin risksiz kâr elde etmesine dayanır. Bu, özellikle yoksulların sömürülmesine yol açarak toplumsal adaleti zedeler.
– İslami talimlerde faizin (riba) haram sayılmasının temel nedeni de bu adaletsizliktir.

2. **Bencillik ve Dayanışma Eksikliği**
– Faiz sisteminde ilişkiler “çıkar” odaklıdır. Karşılıksız yardım, dayanışma ve infak gibi değerler zayıflar.
– Örneğin, faizle borç vermek yerine ihtiyaç sahibine destek olma kültürü geriler.

3. **Tüketim Çılgınlığı ve Manevi Boşluk**
– Kredi kartları ve tüketici kredileri, insanları ihtiyaç dışı harcamalara yönlendirir. Bu, manevi tatminsizliği artırır.
– “Daha çok tüketmek” için çalışan bireyler, anlam arayışından uzaklaşabilir.

4. **Toplumsal Güvenin Azalması**
– Borçlu-alacaklı ilişkisindeki çatışmalar (icralar, hacizler) toplumda güvensizlik ve stres oluşturur.
– İnsanlar arası ilişkiler maddiyat odaklı hale gelir.

5. **Dini ve Kültürel Değerlere Zarar**
– Faizin yasak olduğu inanç sistemlerinde (İslam, bazı Hristiyan mezhepleri) faize bulaşmak, kişide vicdani rahatsızlık ve dini aidiyet zedelenmesine yol açar.
– Toplumsal düzeyde ise faiz, geleneksel yardımlaşma kurumlarını (vakıflar, imece) zayıflatır.

### **SİSTEMİK RİSKLER**
– **Küresel Borç Krizi**: Ülkelerin borç faizlerini ödeyememesi, kamu hizmetlerinin kesilmesine ve sosyal patlamalara neden olabilir (Sri Lanka örneği).
– **Çevresel Tahribat**: Faiz odaklı finans sistemleri, kısa vadeli kâr için doğal kaynakların sömürülmesini teşvik eder.

### **ÇÖZÜM ÖNERİLERİ**
– Faizsiz finans modelleri (katılım bankacılığı, kar-zarar ortaklığı).
– Borç erteleme/affı gibi sosyal politikalar.
– Tüketim yerine üretimi destekleyen ekonomik sistemler.
– Toplumsal dayanışma ağlarının güçlendirilmesi (vakıflar, kooperatifler).

Faizin zararları, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda toplumun ahlaki dokusunu da tahrip eden bir unsurdur. Dengeli ve adil bir finans sisteminin inşası, hem maddi hem manevi refah için kritiktir.