HERŞEY HAYAL Mİ? VARLIKLARIN BİR HAKİKATI YOK MU?

HERŞEY HAYAL Mİ? VARLIKLARIN BİR HAKİKATI YOK MU?[1]

BUNUN SOFESTAİLIKLE İLGİSİ NEDİR?


HER ŞEY HAYAL Mİ? VARLIKLARIN HAKİKATİ VE SOFİSTLERİN ŞÜPHESİ

İnsan aklı, varlığın mahiyetini sorgulamaktan asla vazgeçmemiştir. “Ben var mıyım?”, “Evren gerçek mi, yoksa bir hayal mi?” gibi sorular, tarih boyunca filozofların ve düşünürlerin zihnini meşgul etmiştir. Eski Yunan’da sofistler, duyularımızın bizi yanıltabileceğini öne sürerek varlığın kesin olarak bilinemeyeceğini savunmuşlardır. Günümüzde de bazı düşünce akımları, evrenin bir tür algı yanılması ya da zihinsel bir yanılsama olabileceğini iddia etmektedir. Ancak İslam, varlığın hakikatine dair net bir bakış açısı sunar.

1. Sofistlerin Görüşü ve Şüphecilik

Sofistler, bilginin kesin olmadığını, her şeyin kişisel algıya ve yoruma bağlı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Özellikle Protagoras, “İnsan her şeyin ölçüsüdür” diyerek, mutlak bilginin mümkün olmadığını savunmuştur. Gorgias ise daha radikal bir noktaya giderek, “Hiçbir şey yoktur, olsa bile bilinemez, bilinse bile başkalarına aktarılamaz” demiştir. Bu tür şüphecilik, insanın zihnini boşlukta bırakır ve hakikati reddeden bir kaos ortamı oluşturur.

İslam ise kesin bilgiye ulaşmanın mümkün olduğunu, hakikatin bir yanılsama değil, Allah’ın yaratmış olduğu gerçek bir varlık olduğunu bildirir.

2. Kur’an’a Göre Varlığın Hakikati

Kur’an, evrenin gerçek ve Allah tarafından yaratılmış bir düzen olduğunu açıkça belirtir:

“Şüphesiz ki göklerde ve yerde müminler için birçok ayetler vardır.” (Câsiye, 3)

Bu ayet, evrenin ve içindeki varlıkların bir hakikati olduğunu, bir tesadüf ya da hayal ürünü olmadığını gösterir. Allah, varlığı yoktan var etmiş ve insana da bu varlığı idrak edebilecek akıl ve kalp vermiştir.

Ancak Kur’an, dünyanın bir imtihan yeri olduğunu ve burada gördüğümüz her şeyin geçici olduğunu da bildirir:

“Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Ahiret yurdu ise takva sahipleri için daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdirmeyecek misiniz?” (En’âm, 32)

Bu ayetten anlaşıldığı üzere, dünya bir hayal değil, fakat geçici bir mekândır. Hakiki ve ebedi olan ise ahiret yurdudur.

3. Varlık ve Hakikat: İbretlik Bir Bakış

Varlık, insan için bir imtihandır. İnsan, bazen gördüklerine aldanarak her şeyin yalnızca maddeden ibaret olduğunu zanneder. Oysa Kur’an, insanın yalnızca fiziksel varlık olarak değil, ruhsal bir boyuta da sahip olduğunu anlatır:

“Allah, Adem’e kendi ruhundan üfledi.” (Sad, 72)

Bu ayet, insanın yalnızca maddeyle açıklanamayacağını, ona verilen akıl ve ruh sayesinde hakikati idrak edebileceğini vurgular.

Bir düşünelim: Rüyada gördüğümüz şeyler bize gerçekmiş gibi gelir, ama uyanınca onların bir hayal olduğunu anlarız. Aynı şekilde, bu dünya da ahiret hayatı yanında bir rüya gibidir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.”

Bu söz, sofistlerin iddia ettiği gibi varlığın tamamen bir hayal olduğunu değil, dünyanın geçici ve ahiretin asıl yurt olduğunu anlatır.

4. Sonuç: Şüpheden Hakikate Ulaşmak

Sofistler ve modern şüpheciler, varlığın hakikatini reddederek insanı bir bilinmezliğe sürüklerken, Kur’an bize şu iki gerçeği öğretir:

1. Bu dünya gerçektir, ancak geçicidir.

2. Asıl hakikat, Allah’ın varlığı ve ahiret hayatıdır.

İslam, insanı şüphecilikten kurtarıp kesin bilgiye ulaştırır. Akıl ve vahiy, birlikte çalışarak insana en doğru yolu gösterir. Şüphe içinde kaybolmak yerine, Allah’ın varlığını ve evrenin bir düzen üzere yaratıldığını anlamak, insanı huzura kavuşturur.

Son olarak, şu ayet üzerine düşünelim:

“Biz göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boşuna yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır.” (Sad, 27)

Öyleyse varlığın bir hakikati vardır. Bu hakikati anlamak için Kur’an’ı ve kainatı tefekkür etmek gerekir. Gerçek bilginin kaynağı Allah’tır ve O’na yönelen kişi, şüphenin karanlığından hakikatin nuruna kavuşur.

 

 

[1] https://www.facebook.com/share/1E3vQCRxfq/




ĞARKAD AĞACI HADİSİNİN TEZAHÜRÜ SAYIN ERDOĞAN DÖNEMİNDE Mİ OLACAK?

ĞARKAD AĞACI HADİSİNİN TEZAHÜRÜ SAYIN ERDOĞAN DÖNEMİNDE Mİ OLACAK?


Ğarkad Ağacı Hadisinin Tezahürü ve Zamanın Şahitliği

İslam dünyasında kıyamet alametleri ve ahir zaman hadisleri, daima büyük bir merak konusu olmuştur. Bunlardan biri de meşhur Ğarkad Ağacı Hadisidir. Bu hadis, Müslümanlarla Yahudiler arasında yaşanacak büyük bir savaşı anlatır ve kıyamet öncesi önemli gelişmelerden biri olarak kabul edilir.

Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivayet edilen bu hadis-i şerifte Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Kıyamet kopmadan önce Müslümanlarla Yahudiler savaşacak, Müslümanlar onları öldürecektir. Yahudiler taşın ve ağacın arkasına saklanacak, ancak taş ve ağaç dile gelerek: ‘Ey Müslüman! Ey Allah’ın kulu! Şu arkamdaki Yahudidir, gel onu öldür’ diyecektir. Ancak Ğarkad Ağacı böyle söylemeyecek, çünkü o Yahudi ağacıdır.” (Müslim, Fiten, 82; Tirmizî, Fiten, 56)

Bu hadisin ne zaman ve nasıl gerçekleşeceği sorusu tarih boyunca birçok Müslüman âlim ve siyasetçi tarafından tartışılmıştır. Günümüzde ise özellikle Filistin-İsrail meselesi ve küresel gelişmeler çerçevesinde tekrar gündeme gelmektedir.

Ğarkad Ağacı Hadisi Ne Anlatıyor?

Bu hadis, Yahudilerle Müslümanlar arasında gerçekleşecek büyük bir savaşı ve Müslümanların bu savaşta galip geleceğini haber vermektedir. Hadiste geçen “Ğarkad Ağacı” ise dikkat çekicidir. Yahudiler için özel bir anlam taşıyan bu ağacın, onları koruyacağı ifade edilmektedir. Nitekim bugün İsrail’in farklı bölgelerinde, özellikle yerleşim bölgelerinde yoğun şekilde Ğarkad Ağacı (Nitraria Retusa) dikildiği bilinmektedir.

Buradaki asıl mesaj ise sadece bir ağaç meselesi değildir. Bu hadis, Yahudilerin kıyamete yakın bir dönemde, Müslümanlarla büyük bir hesaplaşmaya gireceğini ve doğal unsurların bile Müslümanları destekleyeceğini haber vermektedir.

Erdoğan Döneminde Mi Gerçekleşecek?

Bu soruya kesin bir cevap vermek mümkün değildir. Ancak şu noktalar dikkat çekicidir:

1. Filistin-İsrail Savaşı Şiddetleniyor:
7 Ekim 2023’te başlayan savaş, İsrail’in Filistin topraklarına yönelik saldırılarını artırmasıyla büyük bir çatışmaya dönüşmüştür. Bugün, Gazze’de yaşanan olaylar, bu hadisin tezahür edebileceği bir zemin oluşturmakta mıdır?

2. Türkiye’nin Rolü:
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Filistin meselesinde daima net bir tavır sergileyerek İsrail’in politikalarını eleştirmiştir. 2009’daki “One Minute” çıkışı, İsrail ile diplomatik gerilimlerin artmasına sebep olmuştur. Bugün de Gazze’deki soykırım niteliğindeki saldırılara karşı sesini yükselten az sayıda liderden biridir.

3. İslam Dünyasının Uyanışı:
Hadisin işaret ettiği büyük savaş, İslam dünyasının birlik olmasıyla mümkün olabilir. Günümüzde İslam ülkeleri arasında bir uyanış ve Batı destekli İsrail politikalarına karşı bir duruş gelişmektedir. Erdoğan’ın liderliği, bu sürecin önemli bir parçası olarak değerlendirilebilir mi?

4. Yahudilerin Kendi Hazırlıkları:
Hadiste geçen Ğarkad Ağacının İsrail’de yoğun olarak dikilmesi, bu hadisin Yahudiler tarafından da bilindiğini ve ona göre hareket ettiklerini düşündürmektedir. İsrail’in Filistin topraklarını işgal etmesi, büyük bir savaşa hazırlık yaptığına dair yorumları güçlendirmektedir.

Tarihsel Perspektif: Daha Önce Benzer Olaylar Oldu Mu?

Tarih boyunca Müslümanlarla Yahudiler arasında birçok savaş yaşanmıştır. Ancak hadiste belirtilen büyük savaş henüz gerçekleşmemiştir.

Hz. Peygamber Dönemi: Medine’de Yahudi kabileleriyle birçok mücadele yaşanmış, özellikle Hayber Savaşı (628) büyük bir dönüm noktası olmuştur. Ancak bu savaş hadiste bahsedilen kıyamet savaşı değildir.

Haçlı Seferleri ve Selahaddin Eyyubi: 12. yüzyılda Selahaddin Eyyubi, Kudüs’ü Haçlılardan alarak büyük bir zafer kazanmış, ancak Yahudilerle Müslümanlar arasındaki nihai hesaplaşma yaşanmamıştır.

20. ve 21. Yüzyıl: Osmanlı’nın yıkılışı ve İsrail devletinin kurulması (1948) ile birlikte bölgedeki çatışmalar daha da derinleşmiştir. Günümüzde Gazze, Batı Şeria ve Kudüs’te yaşanan olaylar, hadisin işaret ettiği büyük savaşın öncüsü olabilir mi?

Hadisten Alınacak Dersler

Bu hadisi yalnızca siyasi bir çerçevede değerlendirmek yerine, bireysel ve toplumsal dersler çıkarmak gerekir.

1. İslam Birliğinin Önemi: Hadis, Müslümanların birlikte hareket ettiğinde galip geleceğini göstermektedir. Bu yüzden İslam dünyasının fitne, tefrika ve bölünmelere karşı dikkatli olması gerekmektedir.

2. Hazırlıklı Olmak: Yahudilerin kendilerine göre tedbir aldığı gibi, Müslümanların da ilim, teknoloji, ekonomi ve askeri alanlarda güçlü olmaları gerekmektedir.

3. Zalimin Karşısında Durmak: Hadis, zulmün ebedi olmadığını, bir gün mutlaka sona ereceğini ve zalimlerin cezalandırılacağını haber vermektedir. Bu yüzden, zalim karşısında susmamak ve adaletin yanında yer almak bir iman meselesidir.

Sonuç: Hadis Günümüzde Tezahür Ediyor Mu?

Bu soruya kesin bir cevap vermek zordur. Ancak İslam dünyasında artan farkındalık, İsrail’in saldırgan politikaları ve Filistin’deki direniş göz önüne alındığında, hadisin gerçekleşmesine dair işaretler belirmeye başlamış olabilir.

Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliği döneminde, Türkiye’nin Filistin meselesinde aktif bir rol oynaması ve İsrail ile yaşadığı diplomatik gerilimler, bu sürecin önemli bir parçası olabilir. Ancak, hadisin tam olarak ne zaman ve hangi şartlar altında gerçekleşeceğini ancak Allah bilir.

Müslümanlar olarak bize düşen, sadece savaş beklemek değil, ilimle, ahlakla, birlik ve beraberlikle güçlü olmaktır. O büyük hesaplaşma günü geldiğinde, imanı sağlam, ilmi güçlü, teknolojisi ilerlemiş ve manevi olarak hazır bir ümmet olmak zorundayız.

Tarih şahit, hak galip gelecek!

 

 




MENDERES VE OSMANLI HANEDANI

MENDERES VE OSMANLI HANEDANI


Adnan Menderes’in, Osmanlı hükümdarı II. Abdülhamid’in hanımı Müşfika Kadınefendi ve kızı Ayşe Sultan’a yardım ettiği olay, tarihimizde duygusal ve insani bir boyut taşıyan önemli bir olaydır. Bu konu, hem Menderes’in kişisel duyarlılığı hem de Osmanlı hanedanına yönelik Cumhuriyet dönemi politikalarının bir yansıması olarak değerlendirilebilir.

1950’li yıllarda, Osmanlı hanedanının kadın mensuplarına yönelik sürgün yasağının kaldırılmasının ardından, II. Abdülhamid’in dördüncü hanımı Müşfika Kadınefendi (cumhuriyet döneminde Müşfika Kayasoy) ve kızı Ayşe Sultan, Türkiye’ye geri dönmüştür. Ancak, hanedan üyelerinin sürgün yıllarında yaşadıkları maddi ve manevi zorluklar, onların Türkiye’ye dönüşlerinde de devam etmiştir. Müşfika Kadınefendi, Beşiktaş’ta, Serencebey Yokuşu’nda Hazine’ye ait bir konağın müştemilatında (ek bina) mütevazı bir ahşap evde yaşamını sürdürmekteydi. Tek geliri, örtülü ödenekten kendisine bağlanan aylık 200 liralık bir tahsisattı. Ancak, bu miktar geçimini sağlamakta yetersiz kalmaktaydı.

Müşfika Kadınefendi, 26 Ekim 1954 tarihinde, dönemin Başbakanı Adnan Menderes’e bir mektup yazarak durumunu arz etmiş ve yardım talep etmiştir. Mektubunda, Osmanlı hanedanının bir mensubu olarak milletin merhametine sığındığını, geçim sıkıntısı çektiğini ve mevcut tahsisatın artırılmasını rica ettiğini belirtmiştir. Mektup, oldukça hüzünlü ve saygılı bir üslupla kaleme alınmıştır. Menderes, bu mektuba kayıtsız kalmamış ve Müşfika Kadınefendi’nin aylık tahsisatına 50 lira zam yapılmasını sağlamıştır. Ayrıca, Menderes’in, hanedan mensuplarının onurlu bir yaşam sürebilmesi için çeşitli kolaylıklar sağladığı da bilinmektedir.

Bunun yanı sıra, Menderes’in hanedan mensuplarına yönelik duyarlılığı sadece maddi yardımlarla sınırlı kalmamıştır. Özellikle Ayşe Sultan’ın sürgün yıllarında çektiği zorluklar ve Paris’te yaşarken içine düştüğü zor durumlar, Menderes’i derinden etkilemiştir. Bazı kaynaklara göre, Menderes, 1952 yılında bir NATO toplantısı için Fransa’ya gittiğinde, Osmanlı hanedan mensuplarının durumunu araştırmış ve Ayşe Sultan’ın Paris’te geçim sıkıntısı çektiğini öğrenmiştir. Bu durum karşısında büyük bir üzüntü duyarak, hanedan mensuplarının Türkiye’ye dönmesi için gerekli düzenlemelerin yapılmasına öncülük etmiştir.

Menderes’in bu yardımları, Yassıada yargılamaları sırasında kendisine karşı bir suçlama unsuru olarak da kullanılmıştır. Özellikle örtülü ödenekten yapılan harcamalar, “usulsüzlük” iddialarıyla mahkemede gündeme getirilmiştir. Ancak, bu yardımların temelinde, Menderes’in Osmanlı hanedanına ve tarihine duyduğu saygı ile insani bir duyarlılık yatmaktadır.

Sonuç olarak, Menderes’in II. Abdülhamid’in hanımı ve kızına yönelik yardımları, hem maddi destek (tahsisat artışı ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi) hem de hanedan mensuplarının sürgün mağduriyetlerini gidermeye yönelik politik adımları göstermektedir. Bu olay, Cumhuriyetin ilk yıllarında hanedana yönelik sert politikaların yumuşamaya başladığı bir d




ALLAH’IN ‘İRCİİ’ EMRİ VE İFADE ETTİĞİ HAKİKATLER

ALLAH’IN ‘İRCİİ’ EMRİ VE İFADE ETTİĞİ HAKİKATLER[1]


Kaçma ve O’na dön .
Dönüş EMRİ.

Allah’ın “İrcii” emri, genellikle ölüm anında ruhun Allah’a geri döndürülmesi, insanın yaratılış amacına uygun bir şekilde Allah’a yönelmesi veya ahiret hayatına geçiş gibi hakikatlerle.
1. “İrcii” Emrinin Kur’an’daki Yeri ve Anlamı.
“İrcii” kelimesi, Fecr Suresi 27-30. ayetlerdir:“Ey huzur içinde olan nefis! Sen Rabbinden razı, Rabbin de senden razı olarak dön Rabbine! Kullarımın arasına gir! Cennetime gir!” (Fecr Suresi, 89/27-30)Bu ayetlerde, “dön Rabbine” ifadesi, ruhun Allah’a geri dönüşünü ifade eder ve “İrcii” emrinin ruhsal ve manevi bir bağlamda anlaşılmasında temel bir dayanak oluşturur.
Burada, “geri dön” emri, insanın asıl vatanı olan Allah’ın huzuruna dönüşünü ve yaratılış amacını tamamlamasını simgeler.
2. “İrcii” Emrinin İfade Ettiği Hakikatler.
Allah’ın “İrcii” emri, İslam düşüncesinde hem bireysel hem de evrensel hakikatleri ifade eder. Bu hakikatleri aşağıdaki başlıklar altında inceleyebiliriz:

a) Ruhun Allah’a Dönüşü (Ölüm ve Ahiret)“İrcii” emri, en temel anlamıyla, insanın ruhunun ölüm anında Allah’a geri dönmesini ifade eder. İnsan, Allah tarafından yaratılmış bir varlık olarak, dünya hayatında bir imtihan sürecinden geçer ve nihayetinde ruhu asıl sahibine, yani Allah’a geri döner. Bu hakikat, Kur’an’da şu ayetlerle desteklenir:“Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.” (Ankebut Suresi, 29/57)
“Allah, ruhları ölüm anında alır, ölmeyenlerin ruhlarını ise uyku sırasında alır. Ölümüne hükmettiği ruhları tutar, diğerlerini ise belirli bir süreye kadar geri gönderir. Şüphesiz bunda düşünen bir topluluk için ibretler vardır.” (Zümer Suresi, 39/42)
Bu ayetler, “İrcii” emrinin, insanın fiziksel varlığının sona ermesiyle ruhunun Allah’a geri dönmesini ifade ettiğini gösterir. Ölüm, bir yok oluş değil, aksine bir dönüş ve başlangıçtır. Bu dönüş, insanın yaratılış amacının bir parçasıdır ve ahiret hayatıyla bağlantılıdır.

b) Yaratılış Amacına Uygunluk“İrcii” emri, insanın dünya hayatında Allah’ın emirlerine uygun bir şekilde yaşamasını ve nihayetinde O’na layık bir kul olarak dönmesini de ifade eder. İnsan, Allah’ın “Halife” sıfatıyla yeryüzüne gönderilmiştir (Bakara Suresi, 2/30) ve bu dünyadaki görevi, Allah’a ibadet etmek, O’nun rızasını kazanmak ve yaratılış amacına uygun bir hayat sürmektir.

“İrcii” emri, bu bağlamda, insanın Allah’a yönelmesini, tövbe etmesini ve O’nun yoluna geri dönmesini hatırlatan manevi bir çağrıdır.
Örneğin, Kur’an’da sık sık “Rabbinize dönün” (Tevbe Suresi, 9/104) veya “Allah’a yönelin” (Zümer Suresi, 39/54) gibi ifadeler, insanın dünya hayatında da “İrcii” emrine uygun bir şekilde Allah’a yönelmesi gerektiğini vurgular.

c) Hesap ve Karşılık“İrcii” emri, aynı zamanda insanın Allah’ın huzurunda hesap vereceği gerçeğini de ifade eder. İnsan, dünya hayatındaki amellerinin karşılığını görmek üzere Allah’a geri dönecektir. Bu dönüş, hem müminler için bir mükâfat hem de inkârcılar için bir azap anlamı taşır. Kur’an’da bu hakikat şöyle ifade edilir:“Kim zerre kadar hayır işlerse onun karşılığını görür. Kim de zerre kadar kötülük işlerse onun karşılığını görür.” (Zilzal Suresi, 99/7-8)Fecr Suresi’nde “huzur içindeki nefis” için verilen müjde (cennet), “İrcii” emrinin müminler için bir rahmet ve kurtuluş olduğunu gösterirken, inkârcılar için ise Kur’an’da sıkça uyarılarda bulunulur:“O gün, zalim kimse ellerini ısırarak şöyle der: ‘Keşke Peygamberle birlikte bir yol tutsaydım!’” (Furkan Suresi, 25/27)d) Birlik ve Tevhit Bilinci“İrcii” emri, tevhit inancının bir yansımasıdır. İnsan, Allah’tan gelmiştir ve O’na geri dönecektir. Bu, tüm varlıkların birliğini ve Allah’ın birliğini (tevhidi) hatırlatan bir hakikattir. İnsan, dünya hayatında Allah’tan uzaklaştığını düşünse bile, nihayetinde O’na geri döneceğini bilmelidir. Bu bilinç, insanı Allah’ın birliğine teslim olmaya ve O’nun yolunda yaşamaya teşvik eder.

3. “İrcii” Emrinin Manevi ve Psikolojik Boyutu“İrcii” emri, sadece fiziksel bir dönüşü değil, aynı zamanda manevi bir dönüşü de ifade eder. İnsan, dünya hayatında günah işlese, Allah’tan uzaklaşsa veya nefsine yenik düşse bile, “İrcii” emri ona tövbe kapısının açık olduğunu hatırlatır. Bu bağlamda, “İrcii” emri, insanın Allah’a yönelmesi, kalben O’na dönmesi ve ruhsal bir arınma yaşaması için bir çağrıdır.İslam alimleri, özellikle tasavvuf ehli, “İrcii” emrini insanın “beka billah” (Allah’ta var olma) yolculuğu olarak yorumlamıştır. Bu yolculuk, insanın dünya hayatında Allah’ın rızasını kazanarak O’na yaklaşması ve nihayetinde O’na dönmesi sürecini ifade eder.

4. “İrcii” Emri ve Hadislerle İlişkisi.
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), “İrcii” emrinin ifade ettiği hakikatleri hem sözleriyle hem de yaşantısıyla insanlara öğretmiştir. Örneğin, ölüm anında ruhun Allah’a dönüşüyle ilgili şu hadis, “İrcii” emrinin pratik bir yansımasını gösterir:“Kim Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna şehadet ederse, Allah ona cehennemi haram kılar.” (Sahih-i Müslim, İman, 46)Bu hadis, insanın Allah’a dönüşünün, iman ve teslimiyetle gerçekleşeceğini vurgular. Ayrıca, Hz. Peygamber’in, ölüm döşeğindeki kişilere “Lâ ilâhe illallah” telkininde bulunmasını öğütlemesi (Sahih-i Müslim, Cenâiz, 1), “İrcii” emrinin ölüm anındaki önemini gösterir.

5. İslam Alimlerinin Yorumları.
İslam alimleri, “İrcii” emrini genellikle Fecr Suresi’ndeki ayetler ve ölümle ilgili diğer ayetler çerçevesinde yorumlamıştır. Örneğin:İmam Gazali: İhya-u Ulûmiddin adlı eserinde, insanın Allah’a dönüşünü, dünya hayatında Allah’ın rızasını kazanma çabasıyla ilişkilendirmiştir. Ona göre, “İrcii” emri, insanın nefsini terbiye ederek Allah’a layık bir kul olma çabasıdır.İbnü’l Arabi: Tasavvufi bir bakış açısıyla, “İrcii” emrini insanın Allah’ta yok oluşu (fena) ve Allah’ta var oluşu (beka) olarak yorumlamıştır. Bu, insanın Allah’ın birliğine teslimiyetini ifade eder.
Elmalılı Hamdi Yazır: Fecr Suresi tefsirinde, “İrcii” emrinin, müminlerin ruhlarının Allah’ın rahmetine ve cennetine dönüşünü ifade ettiğini belirtmiştir. Ona göre, bu emir, Allah’ın müminlere bir müjdesidir.

6. Günlük Hayatta “İrcii” Emrinden Çıkarılacak Dersler“İrcii” emri, sadece ölüm anıyla sınırlı bir kavram değildir; insanın günlük hayatını da şekillendirmesi gereken bir hakikattir. Bu bağlamda, “İrcii” emrinden çıkarılacak bazı dersler şunlardır:
Tövbe ve İstiğfar: İnsan, günah işlediğinde veya Allah’tan uzaklaştığında, “İrcii” emrini hatırlayarak tövbe etmeli ve Allah’a dönmelidir.
Amaç Bilinci: İnsan, dünya hayatının geçici olduğunu ve asıl amacının Allah’a dönmek olduğunu unutmamalıdır.
İbadet ve Kulluk: “İrcii” emri, insanı ibadet etmeye, Allah’ın emirlerine uymaya ve O’nun rızasını kazanmaya teşvik eder.
Ölüm Hazırlığı: İnsan, her an Allah’a dönebileceğini bilerek, hayatını buna uygun bir şekilde düzenlemelidir.

7. Sonuç.
Allah’ın “İrcii” emri, insanın yaratılışından ölümüne kadar uzanan bir yolculuğu ve bu yolculuğun nihai amacını ifade eder. Bu emir, ruhun Allah’a dönüşünü, insanın yaratılış amacına uygun yaşamasını, hesap ve karşılık gerçeğini, tevhit bilincini ve manevi arınmayı kapsayan çok boyutlu bir hakikattir. Kur’an ayetleri, hadisler ve İslam alimlerinin yorumları, bu emrin hem bireysel hem de evrensel boyutlarını ortaya koyar.“İrcii” emri, insana şu mesajı verir:
“Ey insan! Unutma ki sen Allah’tan geldin ve O’na döneceksin. Öyleyse hayatını, bu dönüşü güzel ve anlamlı kılacak şekilde yaşa.” Bu bilinçle yaşayan bir mümin, hem dünya hayatında huzur bulur hem de ahiret hayatında Allah’ın rızasına ve cennetine nail olur.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=B64avQ64xiQ




OKU, KENDİNİ. YARATAN RABBİNİ.

OKU, KENDİNİ. YARATAN RABBİNİ[1]


“Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var.”

İnsan olmanın farkına varmak.
Farkındalık.

**“Ey Kendini İnsan Bilen İnsan! Kendini Oku”**

İnsan, yaratılmışların en şereflisi, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Ancak, bu şeref, sadece “insan” adını taşımakla kazanılmaz; insanın kendini bilmesi, tanıması ve yaratılış amacına uygun bir hayat sürmesiyle anlam bulur. “Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var” sözü, bu hakikati çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Bu söz, insanı derin bir tefekküre davet eder; kendini tanımayan bir insanın, hayvanlardan veya cansız varlıklardan farkı kalmayabileceğini hatırlatır.

### **Kendini Okumak: İnsan Olmanın Özü**

“Kendini oku” ifadesi, insanın kendi varlığını, özünü ve amacını anlaması için bir çağrıdır. İnsan, Allah’ın “Ahsen-i takvim” (en güzel kıvamda) yarattığı bir varlıktır (Tin Suresi, 95/4). Ancak, bu kıymet, insanın potansiyelinde saklıdır; bu potansiyeli gerçekleştirmek ise insanın kendi çabasına bağlıdır. Kendini okumak, insanın hem maddi hem de manevi varlığını anlaması, ruhunun derinliklerine inmesi ve Allah ile olan bağını keşfetmesidir.

Kur’an-ı Kerim, insanın kendini tanımasının önemini şu ayetle vurgular:
> “Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler. ‘Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın, seni tesbih ederiz, bizi ateşin azabından koru’ derler.” (Âl-i İmran Suresi, 3/191)

Bu ayet, insanın tefekkürle hem kâinatı hem de kendini okumasını emreder. Kâinat, Allah’ın bir kitabıdır; insan ise bu kitabın en değerli satırlarından biridir. Kendini okumayan insan, kâinat kitabını da hakkıyla anlayamaz.

Kendini okumak, aynı zamanda insanın nefsini tanımasını gerektirir. Nefis, insanın hem en büyük düşmanı hem de en büyük dostu olabilir. Kur’an, nefsin farklı hallerini bize tanıtır: Nefs-i emmare (kötülüğü emreden nefis), nefs-i levvame (kendini kınayan nefis) ve nefs-i mutmainne (huzura ermiş nefis). Kendini okumak, insanın nefsini terbiye ederek, onu nefs-i emmareden nefs-i mutmainneye yükseltme çabasıdır.

### **Kendini Okumamanın Sonucu: Hayvan ve Camid Hükmünde İnsan**

“Kendini oku. Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var” uyarısı, insanın potansiyelini gerçekleştirememesi durumunda düşebileceği hali çarpıcı bir şekilde ifade eder. İnsan, akıl, irade ve vicdan gibi üstün özelliklerle donatılmıştır. Ancak, bu özelliklerini kullanmayan bir insan, hayvanlardan veya cansız varlıklardan farkı kalmayacak bir duruma düşebilir.

– **Hayvan Hükmünde İnsan**: Hayvanlar, sevki ilahi ile hareket eder; yemek, içmek, uyumak ve üremek gibi temel ihtiyaçlarını karşılamakla yetinirler. Eğer insan, hayatını sadece bu temel ihtiyaçlara indirirse, aklını, vicdanını ve ruhunu devre dışı bırakırsa, hayvanlardan farkı kalmaz. Kur’an, bu hali şu ayetle eleştirir:
> “Onlar hayvanlar gibidir, hatta yolca daha da sapkındırlar.” (A’raf Suresi, 7/179)
Bu ayet, insanın akıl ve iradesini kullanmamasının, onu hayvani bir seviyeye düşürebileceğini vurgular. Örneğin, bir insan, sadece nefsani arzularının peşinden koşarsa, öfkesini kontrol edemezse veya bencilce davranırsa, hayvanların davranışlarına benzer bir hale gelir.

– **Camid Hükmünde İnsan**: Camid, cansız ve hareketsiz demektir. Eğer insan, aklını, kalbini ve ruhunu kullanmazsa, adeta bir taş, bir kütük gibi hareketsiz ve duyarsız bir varlık haline gelir. Bu durum, insanın Allah’ın ona verdiği sorumluluklardan kaçması, tefekkürden uzak durması ve ruhsal bir ölüme mahkûm olmasıdır. Kur’an, böyle bir hali şu ayetle tasvir eder:
> “Onların kalpleri vardır, ama anlamazlar; gözleri vardır, ama görmezler; kulakları vardır, ama işitmezler. Onlar, hayvanlar gibidir, hatta daha da sapkındırlar. İşte onlar, gafillerin ta kendileridir.” (A’raf Suresi, 7/179)

Bu ayet, insanın kendini okumamasının, onu cansız bir varlığa dönüştürebileceğini gösterir. Örneğin, bir insan, çevresindeki acılara, adaletsizliklere ve hakikatlere karşı duyarsız kalırsa, adeta bir taş gibi hareketsiz ve hissiz bir hale gelir.

### **Kendini Okumanın Yolu: Tefekkür, İbadet ve Muhasebe**

Kendini okumak, bir yolculuktur; bu yolculuk, tefekkür, ibadet ve nefis muhasebesiyle gerçekleşir. Bu yolun rehberleri, Kur’an, sünnet ve İslam alimlerinin hikmetli öğütleridir.

1. **Tefekkür: Kâinatı ve Kendini Anlamak**
Tefekkür, insanın hem kâinatı hem de kendini anlaması için bir anahtardır. İnsan, kâinattaki düzeni, güzellikleri ve hikmetleri tefekkür ederek, Allah’ın varlığına ve birliğine ulaşır. Aynı şekilde, kendi bedenini, ruhunu ve duygularını tefekkür ederek, Allah’ın ona verdiği nimetleri fark eder. Mesela, bir insan, kalbinin her an attığını, ciğerlerinin nefes aldığını ve aklının düşünce ürettiğini tefekkür ettiğinde, Allah’ın kudretine hayran kalır.

Hikmetli bir kıssa, tefekkürün önemini bize öğretir:
Bir gün, bir derviş, bir ağacın gölgesinde oturmuş, tefekküre dalmıştı. Yanına bir adam geldi ve sordu: “Ey derviş, ne düşünüyorsun?” Derviş cevap verdi: “Bu ağacı düşünüyorum. Bir tohumdan nasıl bir ağaca dönüştüğünü, dallarının gökyüzüne nasıl uzandığını, yapraklarının nasıl rüzgârla dans ettiğini düşünüyorum.” Adam şaşırdı ve dedi ki: “Bunda düşünmeye değer ne var ki?” Derviş tebessüm etti ve şöyle dedi: “Ey dost! Eğer bir ağaçta bu kadar hikmet görüyorsam, ya kendimde neler görmeliyim? Ben ki, Allah’ın halifesiyim; bir ağaç kadar bile tefekkür etmeye değmez miyim?”

Bu kıssa, insanın kendini tefekkürle okuyarak, Allah’ın ona verdiği değeri anlaması gerektiğini öğretir.

2. **İbadet: Allah ile Bağı Güçlendirmek**
Kendini okumak, Allah ile bağı güçlendirmeden mümkün değildir. İbadet, bu bağın en güçlü yoludur. Namaz, insanın kendini Allah’ın huzurunda hissetmesini sağlar; oruç, nefsini terbiye eder; zekât, bencillikten kurtarır; dua ise kalbi Allah’a açar.

İbadet, aynı zamanda insanın kendini tanımasına da vesile olur. Örneğin, bir insan, namazda secdeye vardığında, kendi acizliğini ve Allah’ın büyüklüğünü idrak eder. Bu idrak, insanın kendini okumasını ve nefsini terbiye etmesini sağlar.

3. **Nefis Muhasebesi: Kendini Sorgulamak**
Kendini okumak, aynı zamanda insanın kendini sorgulamasını gerektirir. Her günün sonunda, insan, “Bugün Allah için ne yaptım? Nefsime mi uydum, yoksa Allah’ın rızasını mı aradım?” sorularını sormalıdır. Bu muhasebe, insanın hatalarını fark etmesine, tövbe etmesine ve kendini geliştirmesine yardımcı olur.

Hz. Ömer’in (r.a.) şu sözü, nefis muhasebesinin önemini vurgular:
> “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin.”

İbretli bir kıssa, nefis muhasebesinin değerini bize öğretir:
Bir gece, bir adam, günahlarını düşünerek ağlamaya başladı. Yanına bir dostu geldi ve sordu: “Neden ağlıyorsun?” Adam cevap verdi: “Günahlarımı düşünüyorum. Kendimi hesaba çekiyorum, ama korkuyorum ki, Allah’ın huzurunda hesap veremem.” Dostu tebessüm etti ve dedi ki: “Ey dost! Kendini hesaba çeken bir kalp, Allah’ın rahmetine yakındır. Unutma, Allah, tövbe eden kulunu sever.”

Bu kıssa, insanın kendini sorgulamasının, Allah’ın rahmetine vesile olduğunu öğretir.

### **Kendini Okuyan İnsan: Kâmil İnsan**

Kendini okuyan insan, kâmil bir insan olma yolunda ilerler. Kâmil insan, Allah’ın rızasını her şeyin üstünde tutar, nefsini terbiye eder ve çevresine faydalı olur. Kendini okuyan insan, hayvan ve camid hükmünden kurtulur; Allah’ın halifesi sıfatına layık bir varlık haline gelir.

Kendini okuyan insan, aynı zamanda kâinatı da okur. Çünkü insan, kâinatın bir özetidir; kâinat ise insanın bir aynasıdır. İnsan, kendi kalbinde Allah’ın tecellilerini gördüğünde, kâinatta da aynı tecellileri fark eder. Bu farkındalık, insanı hem Allah’a hem de insanlara karşı daha merhametli, daha adil ve daha sorumlu bir varlık haline getirir.

### **Sonuç: Kendini Okumayan İnsan, İnsan mıdır?**

“Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var” sözü, insanın varlık âlemindeki yerini sorgulatan, hikmetli, ibretli ve düşündürücü bir uyarıdır. İnsan, Allah’ın ona verdiği akıl, irade ve vicdan nimetlerini kullanarak kendini okumalı, nefsini terbiye etmeli ve Allah ile bağını güçlendirmelidir. Kendini okumayan insan, hayvanların hayatına veya cansız varlıkların hareketsizliğine mahkûm olur.

Ey yolcu! Unutma ki, insan olmak, sadece etten kemikten bir varlık olmak değildir; insan olmak, Allah’ın halifesi sıfatına layık bir hayat sürmektir. Öyleyse, kendini oku; tefekkürle, ibadetle ve nefis muhasebesiyle kalbinin derinliklerine in. Çünkü kendini okumayan bir insan, kâinatın en büyük kitabını da okuyamaz. Ve unutma, Kur’an’ın şu müjdesi, kendini okuyanlara bir rehberdir:
> “Ey huzur içinde olan nefis! Sen Rabbinden razı, Rabbin de senden razı olarak dön Rabbine!” (Fecr Suresi, 89/27-28)

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=jXQqtWC1uH4




İKİ BÜYÜK HAKİKAT: MARİFET VE MUHABBET.

İKİ BÜYÜK HAKİKAT: MARİFET VE MUHABBET.[1]

MARİFET, UÇSUZ BUCAKSIZ UMMAN. MUHABBET OLMAK, AŞK ANMAK VE YANMAKTIR.

İki Büyük Hakikat: Marifet ve Muhabbet.
İnsan, yaratılışından itibaren hakikati arayan bir yolcudur. Bu yolculukta, kalbinin derinliklerinde iki büyük hazineyi taşır: Marifet ve Muhabbet. Bu iki hakikat, insanın varlık âlemindeki yerini anlaması, Yaradan’la bağını güçlendirmesi ve nihayetinde kâmil bir kul olması için vazgeçilmez rehberlerdir.
Marifet, uçsuz bucaksız bir umman gibi derin ve geniş bir hakikatler deryasıdır; muhabbet ise aşkı anmak, yanmak ve varlığın özünde birleşmektir.
Marifet: Uçsuz Bucaksız Umman.
Marifet, Arapça “arafa” kökünden gelir ve “bilmek, tanımak” anlamına sahiptir. Ancak, marifet sıradan bir bilgi veya yüzeysel bir tanıma değildir. Marifet, Allah’ı tanımaktır; O’nun isimlerini, sıfatlarını, fiillerini ve yarattığı âlemdeki tecellilerini idrak etmektir. Bu, insanın aklı, kalbi ve ruhuyla giriştiği bir yolculuktur. Marifet, bir damla bilgiyle başlar, ancak bu damla, uçsuz bucaksız bir ummana dönüşür.
Kur’an-ı Kerim, marifetin önemini şu ayetle ifade eder:“Allah’a karşı ancak kulları arasında ilim sahipleri haşyet duyar.” (Fatır Suresi, 35/28)
Bu ayet, marifetin ilimle başladığını, ancak ilmin ötesine geçerek kalpte bir huşu ve hayranlık uyandırdığını gösterir. Marifet, Allah’ı bilmekle sınırlı kalmaz; aynı zamanda insanın kendini tanımasını da sağlar. Çünkü insan, Allah’ın “halife” sıfatıyla yeryüzüne gönderilmiş bir varlıktır (Bakara Suresi, 2/30). Kendini tanımayan, Allah’ı da gereği gibi tanıyamaz. Nitekim, şu hikmetli söz bu gerçeği özetler:“Kendini bilen, Rabbini bilir.”
Marifet, bir umman gibidir; çünkü bu yolculukta her adımda yeni bir hakikat keşfedilir. İnsan, Allah’ın isimlerini öğrendiğinde, her bir ismin âlemdeki tecellisini görmeye başlar. Mesela, “Er-Rahman” ismi, bir annenin yavrusuna olan şefkatinde; “El-Adl” ismi, evrendeki kusursuz düzende; “El-Mucib” ismi, bir duanın kabul edilmesinde tecelli eder. Ancak, marifet yolcusu burada durmaz; bu tecellilerin ardındaki hakikati anlamaya çalışır. Bu yolculuk, insanın aklını, kalbini ve ruhunu birleştiren bir süreçtir.Marifetin uçsuz bucaksızlığı, insanı hem hayrete düşürür hem de alçakgönüllü kılar. Çünkü insan, ne kadar bilirse bilsin, Allah’ın ilminin sonsuzluğunu idrak ettikçe kendi acizliğini daha iyi anlar. İmam Gazali, bu gerçeği şöyle ifade eder:“Marifet, Allah’ın büyüklüğünü idrak ettikçe insanın kendi küçüklüğünü fark etmesidir.”Hikmetli bir kıssa, marifetin bu ummanını anlamamıza yardımcı olabilir:
Bir gün, bir âlim, sahilde yürürken denizin kıyısında bir çocuk görür. Çocuk, elindeki küçük bir kaşıkla denizin suyunu bir çukura taşımaya çalışmaktadır. Âlim, çocuğa yaklaşır ve sorar: “Evladım, ne yapıyorsun?” Çocuk cevap verir: “Denizi bu çukura boşaltmaya çalışıyorum.” Âlim tebessüm eder ve der ki: “Bu mümkün mü? Deniz sonsuz, çukurun ise küçücük!” Çocuk, âlime bakar ve şöyle der: “Peki, ya sen? Allah’ın sonsuz ilmini küçük aklınla kavramaya çalışmıyor musun?” Âlim, bu söz üzerine derin bir tefekküre dalar ve marifetin uçsuz bucaksızlığını bir kez daha idrak eder.Bu kıssa, bize marifetin bir sonu olmadığını, ancak bu yolculuğun kendisini bile insanın kâmil bir kul olmasına vesile kıldığını öğretir. Marifet, sadece bilmek değil, bildikçe hayrete düşmek, hayrete düştükçe Allah’a daha çok yaklaşmaktır.
Muhabbet: Aşk Anmak ve Yanmaktır.
Marifet, Allah’ı tanımaksa, muhabbet ise O’nu sevmektir.
Muhabbet, kalbin Allah’a yönelişi, O’na duyulan özlem ve O’nda yok olma arzusudur. Muhabbet, aşkı anmak ve yanmaktır; çünkü gerçek muhabbet, insanın nefsini, benliğini ve dünyevi arzularını Allah’ın sevgisi uğruna feda etmesidir.Kur’an-ı Kerim, muhabbetin en güzel örneğini şu ayetle ifade eder:“İman edenler, Allah’ı sevmekte çok ileri giderler.” (Bakara Suresi, 2/165)Bu ayet, muhabbetin imanın bir meyvesi olduğunu ve Allah’a duyulan sevginin her şeyden üstün olması gerektiğini vurgular. Ancak, muhabbet sadece bir duygu değildir; aynı zamanda bir hâl, bir duruş ve bir teslimiyettir. Muhabbet, Allah’ın emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak ve O’nun rızasını her şeyin üstünde tutmaktır.Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), muhabbetin en mükemmel örneğini hayatıyla göstermiştir. Onun Allah’a olan sevgisi, geceleri ayakları şişene kadar ibadet etmesiyle, her an Allah’ı zikretmesiyle ve ümmetine duyduğu merhametle açıkça görülür. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:“Sizden biriniz, beni anne babasından, evladından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.” (Sahih-i Buhârî, İman, 8)
Bu hadis, muhabbetin bir derecesini gösterir; ancak asıl muhabbet, Allah’ı her şeyden çok sevmektir. Çünkü Peygamberimiz’e duyulan sevgi, Allah’ın sevgisine bir kapı açar.
Muhabbet, aşkı anmak ve yanmaktır; çünkü gerçek muhabbet, insanın kalbinde bir ateş yakar. Bu ateş, nefsani arzuları yakar, dünyevi bağları koparır ve insanı Allah’a daha çok yaklaştırır. Mevlana Celaleddin Rumi, bu hakikati şu dizelerle ifade eder:“Aşk, ateşten bir gömlektir; giyen yanar, ama o yanışta hayat bulur.”
Muhabbetin yanmakla olan ilişkisi, aynı zamanda bir arınma sürecidir. İnsan, Allah’a olan sevgisiyle nefsini terbiye eder, günahlarından tövbe eder ve kalbi tertemiz bir aynaya dönüşür. Bu ayna, Allah’ın nurunu yansıtır ve insan, Allah’ın muhabbetine mazhar olur.
İbretli bir kıssa, muhabbetin bu yanışını anlamamıza yardımcı olabilir:
Bir pervane, bir gece lambanın etrafında dönmeye başlar. Lambanın ışığına hayran olan pervane, ona yaklaşır ve şöyle der: “Ey ışık! Sana hayranım, seni seviyorum!” Lamba cevap verir: “Sevgi, sadece hayranlık değildir; eğer gerçekten seviyorsan, yanmayı göze almalısın.” Pervane, lambanın bu sözü üzerine düşünür ve kararını verir. Bir an gelir, ışığa o kadar yaklaşır ki, kanatları tutuşur ve yanar. Ancak, pervane yanarken bile mutludur; çünkü sevdiğine kavuşmuştur.
Bu kıssa, muhabbetin fedakârlık gerektirdiğini ve gerçek sevginin, sevilen uğruna yanmayı göze almak olduğunu öğretir. Allah’a duyulan muhabbet de böyledir; insan, Allah’ın sevgisi uğruna dünyevi arzularını, nefsini ve benliğini feda etmelidir.
Marifet ve Muhabbet Arasındaki İlişki.
Marifet ve muhabbet, birbirinden ayrılmaz iki hakikattir. Marifet, muhabbetin temelidir; çünkü insan, tanımadığı bir varlığı sevemez. Allah’ı tanıyan bir kalp, O’na hayranlık duyar ve bu hayranlık, muhabbete dönüşür. Ancak, muhabbet de marifeti besler; çünkü Allah’ı seven bir kalp, O’nu daha çok tanımak ister. Bu, bir dönüşümdür; marifet muhabbeti, muhabbet marifeti artırır.
İmam Gazali, bu ilişkiyi şöyle ifade eder:“Marifet, kalpte bir ışık yakar; muhabbet ise o ışığın ateşe dönüşmesidir.”Marifet, insanı Allah’ın büyüklüğüne hayran bırakırken, muhabbet bu hayranlığı bir aşka dönüştürür. Marifet, akıl ve kalp ile yapılır; muhabbet ise ruhun teslimiyetiyle yaşanır.
Bir âlim, Allah’ın ilmini öğrenerek marifete ulaşabilir; ancak bir âşık, Allah’ın sevgisiyle yanarak muhabbete erişir.
Hikmetli ve İbretli Dersler.
Marifet ve muhabbet, insanın dünya ve ahiret hayatını şekillendiren iki büyük hakikattir. Bu hakikatlerden çıkarılacak bazı dersler şunlardır:
Marifet, Alçakgönüllü Kılar:
Marifet yolcusu, Allah’ın ilminin sonsuzluğunu idrak ettikçe, kendi acizliğini fark eder. Bu, insanı kibirden uzaklaştırır ve alçakgönüllü bir kul olmaya teşvik eder.
Muhabbet, Fedakârlık Gerektirir: Allah’ı sevmek, sadece sözle değil, amelle gösterilmelidir. Bu, Allah’ın emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak ve O’nun rızasını her şeyin üstünde tutmaktır.
Marifet ve Muhabbet, Birlikte Kemale Erdirir:
İnsan, sadece marifetle yetinirse, kuru bir bilgiye mahkûm olur; sadece muhabbetle yetinirse, kör bir aşka düşer. Ancak, marifet ve muhabbet birleştiğinde, insan kâmil bir kul olur.
Dünya, Bir İmtihan Sahnesidir:
Marifet ve muhabbet, dünya hayatında insanı Allah’a yaklaştıran iki rehberdir. İnsan, bu dünyada Allah’ı tanıma ve sevme imtihanından geçer; nihayetinde, Allah’a dönerek bu imtihanın sonucunu görür.
Sonuç: Hakikat Yolculuğunda Marifet ve Muhabbet.
Marifet ve muhabbet, insanın varlık âlemindeki yolculuğunda iki vazgeçilmez hakikattir. Marifet, uçsuz bucaksız bir umman gibi insanı Allah’ın hakikatlerine davet eder; muhabbet ise aşkı anmak ve yanmakla insanı Allah’ın sevgisine ulaştırır. Bu iki hakikat, birbirini tamamlar ve insanı kâmil bir kul olmaya yönlendirir.
Ey yolcu! Unutma ki, Allah’ı tanımadan O’nu sevemezsin; O’nu sevmeden de kâmil bir imana ulaşamazsın. Öyleyse, marifet ummanında yüzmeye ve muhabbet ateşinde yanmaya hazır ol. Çünkü bu yolculuk, seni asıl vatanına, yani Allah’ın huzuruna götürecektir. Ve unutma, Kur’an’ın şu müjdesi, marifet ve muhabbet yolcularına bir rehberdir:
“Ey huzur içinde olan nefis! Sen Rabbinden razı, Rabbin de senden razı olarak dön Rabbine!” (Fecr Suresi, 89/27-28)

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=zxrBKF-QESs




WWW.TESBİTLER.COM SİTEM HAKKINDA GENEL BİR DEĞERLENDİRME

WWW.TESBİTLER.COM SİTEM HAKKINDA GENEL BİR DEĞERLENDİRME


Mehmet Özçelik tarafından oluşturulan ve “Tesbitler – İslâm Bilgi Arşivi” adını taşıyan bir dijital platformun içeriğini yansıtmaktadır. Bu platform, İslam dini, Kur’an, hadisler, İslami eserler, eğitim, tarih, kültür ve güncel konular hakkında geniş bir bilgi arşivi sunmayı amaçlamaktadır.

### 1. Platformun Genel Amacı ve Kimliği

– **Platformun Adı ve Sahibi**: “Tesbitler – İslâm Bilgi Arşivi”, Mehmet Özçelik tarafından yönetilen bir dijital içerik platformudur. Mehmet Özçelik, kendisini bir yazar, araştırmacı ve içerik üreticisi olarak tanımlamaktadır. Platform, İslam dini ve kültürüne dair bilgi paylaşımı yapmayı hedeflemektedir.
– **Web Adresi**: Platformun ana web sitesi `[http://www.tesbitler.com`]www.tesbitler.com` olarak belirtilmiştir. Ayrıca, `[http://www.mehmetözçelik.com.tr`]www.mehmetözçelik.com.tr` adresi de platformun bir parçası veya bağlantılı bir site olarak görünmektedir.
– **Dil ve Erişim**: Platform, “Sitemiz Tüm Dillerde” ifadesiyle uluslararası bir kitleye hitap etmeyi amaçladığını vurgulamaktadır. Bu, içeriğin farklı dillere çevrilmiş olabileceğini veya çeviri araçlarıyla erişilebilir olduğunu gösterebilir.
– **Mobil Uygulama ve Radyo**: Platform, mobil uygulama (`Google Play` üzerinden erişilebilir) ve 24 saat yayın yapan bir radyo hizmeti (`Radyo Mehmet Özçelik`) sunmaktadır. Ayrıca, masaüstü radyo player indirme seçeneği de mevcuttur.

### 2. İçerik Yapısı ve Kategoriler

Belge, platformun geniş bir içerik yelpazesine sahip olduğunu göstermektedir. İçerik, farklı kategoriler altında organize edilmiştir ve hem yazılı hem de sesli/video formatlarında sunulmaktadır. Aşağıda, platformun ana içerik kategorileri ve öne çıkan özellikleri detaylı bir şekilde açıklanmıştır:

#### a) Ana Kategoriler
Platformun içeriği, İslam dini, tarih, eğitim, kültür ve güncel olaylar gibi çeşitli konuları kapsamaktadır:

– **Bediüzzaman Risale-i Nur (814)**: Risale-i Nur Külliyatı’na odaklanan içeriklerin en büyük kategoriyi oluşturduğu görülmektedir. Bu, platformun Said Nursi’nin eserlerine özel bir önem verdiğini gösteriyor.
– **CHATGPT VE YAPAY ZEKA SOHBET VE YAZILARI (505)**: Yapay zeka teknolojileri ve özellikle ChatGPT ile ilgili içeriklere yoğun bir şekilde yer verilmiştir. Bu, platformun modern teknolojilere olan ilgisini ve bu teknolojilerin dini içerikle ilişkilendirilmesi çabasını yansıtmaktadır.
– **YOUTUBE VIDEOLARIM ve SON YAZILARIM (809)**: Mehmet Özçelik’in YouTube platformunda paylaştığı videolar ve son yazılar bu kategoride yer almaktadır. Bu, platformun multimedya içerik üretimine önem verdiğini göstermektedir.
– **Kur’an Denizinden Damlalar (91)**: Kur’an-ı Kerim’den alıntılar, yorumlar ve tefsirler bu kategoride paylaşılmaktadır.
– **İslam ve İslam Esasları (19)**, **İslamda Kadın ve Aile (31)**, **İbadetler ve Dini Hayat (52)**: İslam dininin temel prensipleri, ibadetler ve aile hayatı gibi konulara odaklanan içerikler.
– **Yahudilik ve Hristiyanlık (14)**: Diğer dinler hakkında bilgi veren bir kategori.
– **Sosyal Hayat (34)**, **Tarih ve Osmanlı (5)**: Toplumsal meseleler ve Osmanlı tarihi gibi konuları kapsayan içerikler.
– **Tenvirler (237)**, **Tesbitler (86)**, **Teshisler (402)**: Mehmet Özçelik’in özgün analizlerini, yorumlarını ve tespitlerini ihtiva eden kategoriler.

#### b) Multimedya ve Sesli İçerikler
Platform, yazılı içeriklerin yanı sıra sesli ve video formatında içerikler de sunmaktadır:
– **Sesli Risale-i Nur**: Risale-i Nur Külliyatı’nın sesli versiyonları, farklı formatlarda (örneğin, AMR formatında) indirilebilir şekilde sunulmaktadır. Bu içeriklere Mega.nz gibi bulut depolama hizmetleri üzerinden erişim sağlanmaktadır.
– **Sesli Meal (Hasan Basri Çantay)**: Kur’an-ı Kerim’in Hasan Basri Çantay tarafından yapılan mealinin sesli versiyonu, Mehmet Özçelik tarafından okunmuş ve farklı formatlarda sunulmuştur.
– **Video Arşivi**: YouTube ve Telegram üzerinden erişilebilen video içerikler, özellikle “Kur’an Denizinden Damlalar” gibi serilerle dikkat çekmektedir.
– **Radyo Hizmeti**: 24 saat yayın yapan “Radyo Mehmet Özçelik”, kullanıcıların dini içeriklere sürekli erişim sağlamasını amaçlamaktadır.

#### c) Arama Sonuçları ve Anahtar Kelimeler
Platform, belirli anahtar kelimeler için arama sonuçları sunmaktadır. Örneğin:
– **İrfan**: 6 sonuç
– **Melek**: 124 sonuç
– **Vahiy**: 281 sonuç
– **Şeytan**: 99 sonuç
– **Günah**: 187 sonuç
Bu arama sonuçları, platformun İslam diniyle ilgili belirli kavramlara odaklandığını ve kullanıcıların bu kavramlar hakkında detaylı bilgi edinebileceğini göstermektedir.

#### d) Güncel ve Tarihi Konular
Platform, sadece dini içeriklerle sınırlı kalmamakta, aynı zamanda güncel ve tarihi konulara da yer vermektedir. Örneğin:
– **6 Şubat Depremi**: Türkiye’de 2023 yılında yaşanan deprem felaketiyle ilgili içerik.
– **Gazze ve İsrail Vahşeti – Yahudilik**: Filistin-İsrail çatışması ve Yahudilikle ilgili analizler.
– **Eğitim ve Sanatta Yahudi Etkisi**: 1935 yılında Türkiye’ye gelen Yahudi akademisyenler ve eğitim sistemine etkileri hakkında detaylı bir inceleme.

### 3. Öne Çıkan İçerikler ve Temalar

Belge, platformun içeriklerinden bazılarını detaylı bir şekilde ele almaktadır. Aşağıda, bu içeriklerden bazıları ve temel temaları açıklanmıştır:

#### a) Kur’an-ı Kerim ve Tefsir
– Platform, Kur’an-ı Kerim’den alıntılar, mealler ve tefsirler sunmaktadır. Örneğin, “İrfan” ve “Melek” kelimeleri için yapılan aramalar, ilgili ayetlerin detaylı açıklamalarını içermektedir.
– **İrfan**: Kur’an’da “ma’ruf” kavramıyla ilişkilendirilen irfan, iyilikle emretme ve kötülükten sakındırma anlamında kullanılmıştır (örneğin, Âl-i İmrân Suresi 114. Ayet).
– **Melek**: Meleklerle ilgili 124 ayet listelenmiş ve meleklerin Allah’ın emriyle hareket eden varlıklar olduğu vurgulanmıştır (örneğin, Bakara Suresi 30-34. Ayetler).

#### b) Cehennem ve Kafirlerin Azapları
– Belge, “Adalet mi Merhamet mi?” başlıklı bir bölümde, cehennem ve kafirlerin azaplarıyla ilgili ayetler ve hadisler paylaşmaktadır. Örneğin:
– **Bakara Suresi 161-162**: Kafirlerin ebedi olarak cehennemde kalacağı ve azaplarının hafifletilmeyeceği belirtilmiştir.
– **Nisâ Suresi 56**: İnkarcıların derilerinin sürekli yenilenerek azap çekeceği vurgulanmıştır.
– Bu bölüm, İslam’da adalet ve merhamet kavramlarının dengesini de tartışmaktadır. Allah’ın hem adil hem de merhametli olduğu, adaletin hakların korunmasını, merhametin ise affetmeyi sağladığı ifade edilmiştir.

#### c) Güncel Olaylar ve Teknoloji
– Platform, güncel olaylara ve teknolojilere de yer vermektedir. Örneğin, “CHATGPT VE YAPAY ZEKA SOHBET VE YAZILARI” kategorisi, yapay zeka teknolojilerinin dini içerikle ilişkilendirilmesi çabasını yansıtmaktadır.
– 6 Şubat 2023 depremi ve Gazze’deki çatışmalar gibi güncel olaylar da platformun gündeminde yer almaktadır.

### 4. Hedef Kitle ve Kullanım Alanları

– **Hedef Kitle**: Platform, İslam dini ve kültürüne ilgi duyan, özellikle dini eğitim almak isteyen bireyleri hedeflemektedir. Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’na özel bir vurgu yapıldığı için, bu eserlere ilgi duyan Nurcular ve dini cemaatler de önemli bir hedef kitleyi oluşturabilir. Ayrıca, güncel olaylar ve teknolojiye ilgi duyan daha geniş bir kitleye de hitap etmeye çalışmaktadır.
– **Kullanım Alanları**:
– **Dini Eğitim**: Kur’an, hadis, tefsir ve Risale-i Nur gibi kaynaklar, dini eğitim almak isteyenler için bir rehber niteliğindedir.
– **Araştırma**: İslam dini, tarih ve güncel olaylar üzerine araştırma yapan öğrenciler, akademisyenler ve meraklılar için kaynak sunar.
– **Multimedya Kullanımı**: Sesli ve video içerikler, özellikle okuma alışkanlığı olmayan veya işitsel öğrenmeyi tercih eden kullanıcılar için uygundur.
– **Toplumsal Tartışmalar**: Adalet, merhamet, Yahudilik ve güncel olaylar gibi konularda fikir alışverişi yapmak isteyenler için bir platform sağlar.

### 5. Teknik Özellikler ve Erişim

– **Mobil Uygulama**: Platform, Google Play üzerinden erişilebilir bir mobil uygulama sunmaktadır (`https://play.google.com/store/apps/details?id=com.Tenvir`). Bu, kullanıcıların içeriğe mobil cihazlardan kolayca erişmesini sağlamaktadır.
– **Radyo Hizmeti**: 24 saat yayın yapan radyo, dini içeriklere sürekli erişim imkanı sunar. Masaüstü radyo player indirme seçeneği de mevcuttur.
– **Bulut Depolama**: Sesli ve video içerikler, Mega.nz ve Google Drive gibi bulut depolama hizmetleri üzerinden paylaşılmaktadır. Örneğin:
– Sesli Risale-i Nur: `https://mega.nz/#Ftany12CiClmgs4zlTkNca6WEGPuSNJW`
– Sesli Meal: `https://mega.nz/#FISXhRUb6CltrBVtt-mN2PI3vOrmVATzg`
– **Telegram Kanalları**: Platform, Telegram üzerinden birden fazla kanal işletmektedir. Örneğin:
– `https://t.me/Tesbitler`
– `https://t.me/kurandenizindendamlalar`
Bu kanallar, kullanıcıların içeriklere hızlı bir şekilde erişmesini sağlamaktadır.
– **Ziyaretçi İstatistikleri**: Belge, her bir sayfa veya içerik için ziyaretçi sayılarını listelemiştir. Örneğin, bazı içeriklerin ziyaretçi sayıları 2 ile 474 arasında değişmektedir. Bu, platformun kullanım yoğunluğunun içeriklere göre farklılık gösterdiğini gösteriyor.

### 6. Platformun Güçlü Yönleri

#### Güçlü Yönler:
1. **Kapsamlı İçerik**: Platform, İslam dini, tarih, kültür ve güncel olaylar gibi geniş bir yelpazede içerik sunmaktadır.
2. **Multimedya Desteği**: Yazılı, sesli ve video formatlarında içerik sunması, farklı öğrenme tercihlerine hitap etmektedir.
3. **Erişim Kolaylığı**: Mobil uygulama, radyo hizmeti ve bulut depolama gibi araçlar, içeriğe kolay erişim sağlamaktadır.
4. **Güncellik**: Güncel olaylara (deprem, Gazze çatışması) ve teknolojilere (yapay zeka) yer vermesi, platformu dinamik kılmaktadır.
5. **Uluslararası Erişim**: İçeriğin tüm dillere çevrilebilir olması, uluslararası bir kitleye hitap etme potansiyelini artırmaktadır.

### 7. Platformun Potansiyel Etkisi ve Öneriler

– **Potansiyel Etki**: Platform, özellikle dini eğitim ve Risale-i Nur Külliyatı’na ilgi duyan bireyler için önemli bir kaynak olabilir. Ayrıca, güncel olaylar ve teknolojiyle ilişkilendirilen içerikler, daha geniş bir kitleye ulaşma potansiyeli taşımaktadır.

### 8. Sonuç

“Tesbitler – İslâm Bilgi Arşivi”, İslam dini, tarih, kültür ve güncel olaylar hakkında kapsamlı bir bilgi platformu sunmayı amaçlayan bir projedir. Mehmet Özçelik’in liderliğinde geliştirilen bu platform, özellikle Risale-i Nur Külliyatı’na ve dini eğitime odaklanırken, modern teknolojiler ve güncel olaylara da yer vererek geniş bir kitleye hitap etmeye çalışmaktadır. Multimedya desteği, mobil uygulama ve radyo hizmeti gibi özellikler, platformun erişilebilirliğini artırmaktadır. Ancak, dil kullanımı, tarafsızlık ve kullanıcı deneyimi gibi konularda iyileştirmeler yapılması, platformun etkisini ve erişimini artırabilir.

 

 




HERŞEY ALLAH’I TESBİH EDER

HERŞEY ALLAH’I TESBİH EDER[1]

“O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur;fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız.” İsra. 44. Herşey nasıl Allah der.


Her Şey Allah’ı Tesbih Eder: Sessizlerin Dilinden Bir Şahitlik

İnsan, kainata bakıp da onu sessiz, cansız ve ruhsuz sanabilir. Taşları, ağaçları, yıldızları, denizleri ve rüzgarları sadece maddi bir varlık olarak görebilir. Oysa Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de bizlere çok büyük bir hakikati bildirir:

“O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız.” (İsra, 44)

Bu ayet, varlıkların görünmeyen ama gerçek olan bir yönünü açıklıyor. Her şey Allah’ı tesbih eder, fakat biz onların dilini bilemeyiz. Peki, cansız gibi gördüğümüz varlıklar nasıl tesbih eder? Gelin, bu büyük hakikatin sırlarına birlikte bakalım.

Sessizliğin İçindeki Ses

Bir gün bir adam, çölde yolculuk yaparken bir ağacın altına oturdu. Yorulmuş, düşüncelere dalmıştı. Gözleri etraftaki kumlara, taşlara, kurumuş dallara takıldı. İçinden şöyle geçirdi:

“Bu taşlar, kumlar ve kurumuş dallar sessiz ve ruhsuzdur. Belli ki hiçbir şeye şahit değiller, hiçbir şey hissetmiyorlar.”

Tam o anda, bir ses duydu kalbinin derinliklerinden:

“Biz sessiz değiliz. Biz şahitlik ediyoruz. Biz de Allah’ı anıyoruz. Ama sen bizim dilimizi bilmiyorsun.”

Adam hayretle irkildi. Kendi iç dünyasında yankılanan bu sözleri düşündü. Kur’an’daki ayeti hatırladı:

“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. Onu insan yüklendi…” (Ahzab, 72)

Demek ki dağlar bile bir bilinç sahibiydi. Gökler ve yer bile bir emanet karşısında ürpermişti. Öyleyse nasıl sessiz olabilirlerdi?

Bir Taşın Dilinden

Bir taş, yeryüzünün en sessiz varlıklarından biridir. Ama düşünelim: Hacerü’l-Esved taşı neden bu kadar kutsaldır? Peygamber Efendimiz (s.a.v.), o taş hakkında şöyle buyurmuştur:

“Hacerü’l-Esved, kıyamet günü kendisini selamlayanlara şahitlik edecektir.”

Demek ki taşlar bile şahitlik eder. Hz. Davud’un elinde taşlar Allah’ı zikretmiştir. Uhud Dağı, Efendimiz (s.a.v.)’i saklamış ve onun sevgisine mazhar olmuştur.

Bir Ağacın Fısıltısı

Bir adam, bir gün bahçesindeki kuru ağacın kesilmesini emretti. Ağaç kesildiğinde, içinin tamamen çürüdüğünü gördü. Meğer ağaç, kökleriyle toprağı tutuyor, oradaki hayatı besliyor, birçok canlının yuvası oluyormuş. Ağaç, Allah’ın verdiği görevi sessizce yerine getiriyordu.

Kur’an bize anlatıyor ki, ağaçlar ve bitkiler bile Allah’a secde eder:

“Yıldızlar ve ağaçlar secde ederler.” (Rahman, 6)

İbn Abbas (r.a.) bu ayeti şöyle açıklıyor: “Ağaçların secdesi, dallarını yere eğmeleridir.”

O halde bir ağacın rüzgarda eğilişi, aslında Allah’a bir teslimiyet nişanesi değil midir?

Denizler, Rüzgarlar ve Yıldızların Tesbihi

Denizler Allah’ı dalgalarıyla, rüzgarlar esintisiyle, yıldızlar ışıklarıyla tesbih ederler.

Bazen bir fırtına kopar, denizler dalgalanır. Bazen bir yıldız kayar, bazen bir rüzgar uğuldar. Bunlar rastgele hareketler mi, yoksa bir zikrin yeryüzüne yansıyan yansımaları mı?

Kur’an diyor ki:

“Göklerde ve yerde kim varsa O’na boyun eğer.” (Rum, 26)

Demek ki, denizlerin dalgaları, gökyüzünün sonsuz düzeni, rüzgarların eserken oluşturduğu ahenk; hepsi bir tesbih, bir secde halidir.

İnsanın Görevi: Anlamak ve Şahit Olmak

Peki biz insanlar, bu büyük zikre nasıl katılabiliriz?

1. Şükür ile Tesbih Etmek: Her nefesin, her nimetin Allah’ın bir ikramı olduğunu bilerek şükretmek.

2. Tabiata Duyarlı Olmak: Çevremizdeki her varlığın Allah’ın bir ayeti olduğunu unutmamak.

3. Zikir ile Ruhumuzu Canlandırmak: Tıpkı taşların, ağaçların ve yıldızların yaptığı gibi Allah’ı zikretmek.

Sonuç: Sessizlerin Dilini Anlamak

Her şey Allah’ı tesbih ediyor. Ama biz duyamıyoruz, çünkü içimizdeki derinliği kaybettik. Eğer gözlerimizi ve gönlümüzü açarsak, her şeyin Allah dediğini işitebiliriz.

Belki bir rüzgarın uğultusunda, belki bir dalın eğilişinde, belki bir taşın sessizliğinde…

Eğer gerçekten dinlersek, kainatın büyük bir zikir halkası olduğunu fark edebiliriz. Ve biz de bu zikre katılabiliriz.

“O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız.” (İsra, 44)

Öyleyse, anlamaya çalışalım. Çünkü anlamak, insanın en büyük sorumluluğudur.

@@@@@@

İsra Suresi 44. ayet-i kerimeye dayanarak, her şeyin Allah’ı tesbih ettiğini, fakat insanların bu tesbihi anlamaktan aciz olduğunu ifade eden bu derin manayı hikmetli, ibretli ve düşündürücü bir şekilde ele alan bir makale yazabilirim. Aşağıda, bu konuyu hem Kur’an-ı Kerim’in hem de akıl ve tefekkürün ışığında ele alan bir makale sunuyorum:

### “Her Şey Allah’ı Tesbih Eder, Lakin Siz Anlamazsınız”
#### (İsra Suresi, 44. Ayet Üzerine Bir Tefekkür)

“Göklerde ve yerde ne varsa, O’nu hamd ile tesbih eder; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız.” (İsra, 44)

Bu ayet-i kerime, kainatın her zerresinde saklı olan bir hakikati gözler önüne serer: Yaratılan her şey, Allah’ı tesbih etmektedir. Ancak insan, bu büyük koroyu duymaktan, anlamaktan ve hissetmekten çoğu zaman acizdir. Peki, bu tesbih nedir? Her şey nasıl Allah’ı zikreder? Ve biz, bu ilahi senfoniyi neden işitemeyiz? Bu sorular, hem hikmet hem ibret hem de tefekkürle dolu bir yolculuğa davet eder bizi.

### 1. Tesbih Nedir? Kainatın Dili
Tesbih, Allah’ı her türlü noksan sıfatlardan tenzih etmek, O’nu yüceltmek ve O’na hamd etmektir. İnsan, tesbihi kelimelerle, dua ile ve ibadetle yapar. Ancak ayet bize gösteriyor ki, tesbih yalnızca insanlara mahsus bir eylem değildir. Kainatta var olan her şey -gökler, yer, dağlar, taşlar, ağaçlar, hayvanlar, hatta bir yaprağın rüzgarda hışırtısı- kendi diliyle Allah’ı tesbih eder. Bu, onların yaratılış gayesidir; çünkü her varlık, Allah’ın kudretini, ilmini ve hikmetini yansıtan bir aynadır.

Mesela, bir ağacın dalında açan çiçek, renkleriyle, kokusuyla ve ahengiyle Allah’ın cemalini tesbih eder. Bir kuşun kanat çırpması, gökyüzünde süzülmesi, Allah’ın rahmetini ve kudretini zikreder. Bir dağın heybetli duruşu, Allah’ın azametini haykırır. Ancak insan, çoğu zaman bu tesbihi duymaz, çünkü onun kulağı, bu ilahi dili anlamak için yeterince hassas değildir. Bu, insanın gaflet perdesiyle örtülü oluşundandır.

### 2. Her Şeyin Tesbihi: Hikmet ve İbret
Peki, cansız varlıklar nasıl tesbih eder? Bu sorunun cevabı, yaratılışın derin hikmetinde saklıdır. Kur’an-ı Kerim, bize birçok ayetle bu hakikati hatırlatır. Mesela, Rad Suresi 13. ayetinde gök gürültüsünün Allah’ı hamd ile tesbih ettiği belirtilir. Hac Suresi 18. ayetinde ise dağların, kuşların ve gölgelerin bile Allah’ı tesbih ettiği ifade edilir. Bu ayetler, kainatın bir tesbih korosu olduğunu ve her varlığın bu koroda bir nağme olduğunu gösterir.

Bir yağmur damlasını düşünelim. Gökyüzünden yeryüzüne inen bu damla, Allah’ın rahmetini, nizamını ve hikmetini anlatır. Onun düşüşü, toprağı canlandırması, bitkileri yeşertmesi, bir tesbih değil midir? Ya da bir arının bal yapmasındaki mucizevi düzen, Allah’ın ilmini ve kudretini zikretmez mi? İşte bu, kainatın tesbihidir: Her varlık, yaratılış gayesine uygun bir şekilde hareket ederek, Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını yansıtır.

İbret şudur ki, insan bu tesbih korosuna çoğu zaman sağır kalır. Modern hayatın gürültüsü, teknolojinin cazibesi ve nefsin arzuları, insanın bu ilahi dili anlamasını zorlaştırır. Oysa kainat, her an bize Allah’ı hatırlatmak için bir ayna gibi karşımızdadır. Bir ağacın gölgesinde otururken, bir kuşun ötüşünü dinlerken ya da bir yıldızın gökyüzündeki parıltısına bakarken, eğer tefekkür edersek, bu tesbihi duymak mümkün olabilir.

### 3. Neden Anlamıyoruz? Tefekkürün Önemi
Ayetin sonunda, “Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız” ifadesi, insanın acziyetine ve aynı zamanda sorumluluğuna işaret eder. İnsan, kainattaki bu tesbihi anlamak için çaba göstermelidir. Bu çaba, tefekkürdür. Tefekkür, kainat kitabını okumak, Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını varlıkların aynasında görmektir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Bir saat tefekkür, bir yıl nafile ibadetten hayırlıdır” buyurmuştur. Tefekkür, insanın kalp gözünü açar ve kainatın tesbihini duymasını sağlar. Mesela, bir kar tanesinin eşsiz geometrik yapısını gören bir insan, Allah’ın sanatını ve hikmetini tefekkür eder. Bir çiçeğin açılışındaki mucizevi düzeni fark eden bir kalp, Allah’ın rahmetini ve kudretini zikreder.

Ancak tefekkür, sadece görmekle değil, görmekten öteye geçmekle mümkündür. İnsan, kainattaki her varlığın bir “ayet” olduğunu anlamalıdır. Kur’an, kainatı bir kitap olarak tanımlar ve her varlık, bu kitabın bir harfidir. İnsan, bu harfleri okuyarak, Allah’ın birliğini, kudretini ve rahmetini idrak edebilir.

### 4. İnsan ve Tesbih: Sorumluluğumuz
İsra Suresi 44. ayet, bize aynı zamanda bir sorumluluk yükler. Eğer kainattaki her şey Allah’ı tesbih ediyorsa, insanın bu tesbih korosuna katılması gerekmez mi? İnsan, akıl ve irade sahibi bir varlık olarak, bu tesbihi bilinçli bir şekilde yapmalıdır. Namaz, dua, zikir ve ibadet, insanın tesbihidir. Ancak tesbih, sadece dilde değil, kalpte ve amelde de olmalıdır. İnsan, hayatını Allah’ın rızasına uygun bir şekilde yaşayarak, kainatın tesbihine katılabilir.

Unutmayalım ki, insan kainatın bir özetidir. Bediüzzaman Said Nursi, “İnsan, kainatın bir misal-i musağğarıdır” der. Yani, kainatta bulunan her şey, insanın içinde de bir yansıma bulur. Kainat Allah’ı tesbih ederken, insanın kalbi, aklı ve ruhu da bu tesbihe katılmalıdır. Eğer insan gaflete düşer ve bu tesbihi unutursa, kainatın ahengine aykırı bir ses çıkarır.

### 5. Son Söz: Kainatın Tesbihine Kulak Verelim
İsra Suresi 44. ayet, bize kainatın bir tesbih korosu olduğunu ve her varlığın bu koroda bir nağme olduğunu öğretir. Ancak insan, bu koroyu duymak için tefekkür etmeli, gafletten uyanmalı ve kainat kitabını okumalıdır. Bir çiçeğin açılışında, bir kuşun ötüşünde, bir dağın heybetinde Allah’ın isimlerini görmek, insanın en büyük ibadetlerinden biridir.

Ey insan! Kainatın tesbihine kulak ver. Gökyüzüne bak, yıldızların nasıl Allah’ı zikrettiğini düşün. Toprağa dokun, rahmetin nasıl tecelli ettiğini hisset. Ve unutma ki, sen de bu tesbih korosunun bir parçasısın. Öyleyse, dilinle, kalbinle ve amelinle Allah’ı tesbih et. Çünkü kainat, her an “Subhanallah” derken, senin de bu zikre katılman gerekmez mi?

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=mCTpof6xluI&t=47s




KÂİNATTAN HÂLIK’INI SORAN BİR SEYYAHIN MÜŞAHEDESİ

KÂİNATTAN HÂLIK’INI SORAN BİR SEYYAHIN MÜŞAHEDESİ[1]

Kâinattan Hâlıkını soran bir seyyahın müşahedatıdır.

O seyyah biz olarak o musahedatimizi nasıl ifade edebiliriz
Konuyla ilgili hikmetli,ibretli ve düşündürücü bir makale yazar mısın

Kâinattan Hâlık’ını Soran Bir Seyyahın Müşahedatı

İnsan, şu dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren büyük bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk, sadece doğum ile ölüm arasındaki bir ömür serüveni değil; aynı zamanda hakikati arama, varoluşun sırrını çözme ve yaratılışın arkasındaki kudreti anlama çabasıdır. İşte bu sebeple insan, kâinattan Hâlık’ını soran bir seyyah gibidir. O, her gördüğüne, her hissettiğine ve her düşündüğüne bir anlam yükler; varlığın arkasındaki hakikati arar.

Bu seyyah olarak biz, gözlerimizi kâinat kitabına çevirir, her sayfasında Yaratıcı’nın tecellilerini görmeye çalışırız. İşte o müşâhedelerden birkaçı:

1. Semanın Sessiz Feryadı: Sonsuzluk ve Kudret

Geceleri yıldızlı bir gökyüzüne baktığımızda, uçsuz bucaksız bir âlemin içinde olduğumuzu fark ederiz. Binlerce, hatta milyarlarca yıldız, belli bir düzen içinde hareket eder. Samanyolu gibi devasa galaksiler, içlerinde trilyonlarca yıldız barındırır ama bu dev sistemde en ufak bir düzensizlik yoktur.

Bu noktada bir seyyah olarak kendimize şu soruyu sorarız:
Bu sistem nasıl var oldu?
Eğer bir saat kendi kendine meydana gelemiyorsa, göklerin ve yıldızların bu muhteşem nizamı nasıl sahipsiz olabilir?

Gökler, sonsuz bir kudretin eseri olduğunu fısıldar bize. İşte bu noktada seyyah olan biz, “Sübhânallah! Bu sonsuz düzen, sonsuz bir ilim ve kudreti göstermez mi?” deriz.

2. Bahar: Yeniden Dirilişin ve Rahmetin Müşahedesi

Kışın soğuk ve ölü toprağı altında saklanan tohumlar, baharla birlikte canlanır. Kurumuş dallar yeşerir, her yer çiçeklerle süslenir, ağaçlar meyve vermeye başlar. Oysa bahar öncesinde her şey ölü gibidir. İşte bu noktada bir seyyah olarak düşündüğümüzde şu gerçekle yüzleşiriz:

Ölü gibi duran bir tohum nasıl canlanır?
Kim, kuru bir dalı yemyeşil yapraklarla donatabilir?
Bu dönüşüm kendi kendine mi olur, yoksa Rahîm bir Yaratıcı’nın kudretiyle mi gerçekleşir?

Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz şöyle buyurur:
“Ölü toprağa hayat veren Biziz.” (Kâf, 11)

O halde baharı seyreden bir seyyahın diliyle konuşacak olsak:
“Ey Rahman! Senin rahmetin her yere ulaşmış. Senin kudretinle ölü toprak diriliyor, Senin ihsanınla biz rızıklanıyoruz.” deriz.

3. İnsan: Sanatkârını Gösteren En Büyük Delil

Kendi varlığımıza baktığımızda, her şeyin mükemmel bir ölçüyle yaratıldığını görürüz. Bir damla sudan yaratılan insan, aklıyla kâinatı çözmeye çalışır, sanatıyla eserler ortaya koyar, duygularıyla derin anlamlar keşfeder. Gözümüz, elimiz, kalbimiz, beynimiz ve ruhumuz… Hepsi mükemmel bir uyum içindedir.

Seyyah olarak bu büyük gerçeği fark ettiğimizde sorarız:

Bu düzen nasıl ortaya çıktı?
Bir hücreden göz, kulak, akıl ve kalp nasıl meydana gelir?
Görmek için göz, duymak için kulak gerekmez mi? O halde gözü yaratan, görmeyi de bilen değil midir?

İnsan, varlığıyla bile kendi Hâlık’ını gösteren en büyük delildir. O hâlde biz seyyah olarak bu müşâhedemizi şöyle ifade ederiz:

“Ey Rabbim! Beni yoktan var eden Sensin. Bana görmeyi, düşünmeyi, hissetmeyi, anlamayı veren Sensin. Senin eserlerin içindeyim ve her yanımda Senin sanatını görüyorum.”

4. Ölüm: Sonsuz Hayatın Habercisi

Bir seyyah olarak en büyük müşâhedelerimizden biri de ölümdür. İnsan bu dünyada doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Ama her gidenin yerine yenisi gelir. Tıpkı mevsimlerin dönüşümü gibi, insan da bir süre yaşar, sonra bu dünyadan ayrılır.

Ancak aklımıza şu soru gelir:
Ölüm, gerçekten bir son mudur?
Eğer her bahar, ölü toprağı canlandırıyorsa, insanı yaratan kudret de onu yeniden diriltmeye kadir değil midir?

Bir meyve çekirdeği bile toprağa düşüp yeniden ağaç oluyorsa, insan ruhu neden sonsuz hayata kavuşmasın? İşte burada seyyah olarak biz, Rabbimizin şu vaadini hatırlarız:

“Sizi ilk defa yaratan Allah, sizi yeniden diriltmeye de kadirdir.” (Rum, 27)

O halde, seyyahın diliyle konuşursak:

“Ey ebedi hayat sahibi olan Rabbim! Ölüm bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Senin rahmetinle insan yok olup gitmez, Senin kudretinle yeni bir hayata doğar. Sen, her şeyi hikmetle yaratan ve her şeye hükmedensin.”

Sonuç: Seyyahın Son Sözü

Kâinata bakan bir seyyah, gözlemledikleriyle yaratılışın delillerini okur. Gökler, yıldızlar, bahar, insan, ölüm ve hayat… Her biri Allah’ın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren açık işaretlerdir.

Ve en sonunda seyyah olarak biz, haykırırız:

“Ey Rabbim! Kâinatın her köşesi Senin varlığını ve birliğini ilan ediyor. Göklerde ve yerde her şey, Senin kudretini gösteriyor. Ben de bu hakikati gördüm, anladım ve Sana teslim oldum. Sen, her şeyi hikmetle yaratan Hâlık’sın!”

İşte, kâinattan Hâlık’ını soran bir seyyahın müşâhedatı budur. Hakikati görebilen gözler için, kâinat büyük bir kitaptır ve her satırı Allah’ı anlatmaktadır.

 

*************   

‘’Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalaletler ve küfr-ü inadiden gelen temerrüt, bu zamana nispeten pek azdır. Eskiden küfür cehaletten geliyordu Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalaletler ve küfr-ü inadîden gelen temerrüd, bu zamana nisbeten pek az idi. Onun için eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanlarda tam kâfi olurdu. Küfr-ü meşkuku çabuk izale ederlerdi. Allah’a iman umumî olduğundan, Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem azabını ihtar etmekle çokları sefahetlerden, dalaletlerden vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise; eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide fen ve ilim ile dalalete girip inad ve temerrüd ile hakaik-i imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş.’’


Zamanın Değişimi ve İnançların Değişimi: Eski ve Yeni Dönemler Üzerine Bir Düşünce

Zamanın akışı, sadece fiziksel dünyayı değil, insan düşüncesinin ve inançlarının da değişimini şekillendirir. Her dönem, kendine has bir düşünce iklimi oluşturur; bu iklim, insanlığın dünyayı, gerçeği ve maneviyatı nasıl anladığını da etkiler. Geçmişteki insanlara dair bir bakış açısı oluştururken, onları çağlarındaki şartlar ve inançlarla değerlendirmek önemlidir. İslam’ın ilk yıllarında, küfrün, dalaletin ve temerrüdün kökü çoğunlukla cehaletle ve katı bir inatla ilişkilendiriliyordu. Ancak zamanla, küfrün ve sapkınlığın çok daha çeşitli ve karmaşık bir hal aldığı, insanın aklının ve bazı bilgilerin bu sapmalara zemin hazırladığı bir döneme girildi.

1. Eski Zamanlarda Küfrün Temeli: Cehalet ve İnat

Eski zamanlarda, küfür genellikle cehaletten kaynaklanıyordu. İnsanlar doğruyu, gerçeği bilmedikleri ya da anlamadıkları için sapkın yollara sapabiliyorlardı. Bu dönemin özelliklerinden biri de, insanların dine ve inanca karşı daha çok bilinçsizce bir uzaklık duyuyor olmalarıydı. İslam alimleri, doğruyu anlatmak için insanlar üzerinde güçlü bir etki bırakıyor ve Allah’ın varlığına, peygamberlerin öğrettiklerine dair verilen dersler, doğrudan kalplere hitap ediyordu. Bu, büyük ölçüde halkın imanını kuvvetlendiriyor, yanlış inançları ve dalaletleri yok ediyordu. Eski İslam muhakkikleri, hüccetlerini ve delillerini o dönemde etkili bir şekilde sundular; Allah’a ve ahirete iman çok daha yaygın, insanlar arasında daha güçlüydü.

Bu dönemde, bir kişinin yanlış yolda olması, genellikle bilgi eksikliğinden ya da doğruyu görmeyen kalpten kaynaklanıyordu. Küfür, genellikle cehalet ve inatla birleştirilmişti; yani, insanlar bildikleri için değil, bilmedikleri için sapıyordu. Çoğu insan, Allah’ı tanımadığından sapkınlıklar içinde kayboluyor ve doğru yolu bulmakta zorlanıyordu. Ancak bu cehalet, bir şekilde düzeltilebiliyordu; çünkü insanlar, doğruyu öğrenmeye istekliydiler ve bir rehber arayışı içindeydiler.

2. Bugünün Zorlukları: Bilginin Artışı ve İman Krizi

Ancak bugün, durum oldukça farklıdır. Teknolojik gelişmeler, bilimsel ilerlemeler ve bilgiye ulaşmanın kolaylaşması, insanın aklını farklı yönlere çekiyor. Bugün, eski zamanlardaki gibi sadece cehaletle değil, aksine fazlasıyla bilgiyle dolmuş, fakat imanla bağlarını zayıflatmış bir toplumla karşı karşıyayız. Eskiden bir kasabada bir kişi küfr-ü mutlakta olabilirken, şimdi yüzlercesi olabilir. Artık insanlar, sadece yanlış anlamalar ya da eksik bilgiler yüzünden doğruyu bulamıyorlar; bunun yerine, bilgiye sahip olmalarına rağmen, insan ruhunun manevi ihtiyaçlarını göz ardı ederek batıl inançlara yöneliyorlar.

Bu yeni nesil, bilgiyle yoğrulmuş ancak kalpten ve ruhi derinlikten mahrum bir hale gelmiş durumda. Bilim, insanları yanılgıya düşürmek bir yana, doğruyu arayanların elinde bazen bir kalkan, bazen de bir sarmal haline gelebiliyor. İnsanlar artık sadece fiziki dünyayı değil, manevi dünyayı da bilimsel metotlarla analiz etmeye çalışıyorlar. Bu, doğruyu bulmayı zorlaştırıyor çünkü insanın kalbi, yalnızca maddi ölçülerle anlaşılabilecek bir varlık değildir. Din ve iman, sadece akıl yoluyla değil, ruhi bir anlayış ve derinlik ile de anlaşılmalıdır. Modern toplumlar, teknik ve bilimsel bilgiyle donanmış olsa da, deruni bir boşluk ve maneviyat eksikliği ile karşı karşıyalar.

3. Sonsuz İman ve Bilgi Arayışı: İman, Zihin ve Kalp Dengesini Kurmak

İslam’ın ilk yıllarında, doğruyu öğrenmek ve kabul etmek daha kolaydı çünkü insanlar, temel inançlarını ve değerlerini bilmeden yaşamıyorlardı. Ancak bugünün dünyasında, insanlar çok daha karmaşık düşünme biçimleriyle şekillenmiş durumda. Bilgiye olan bu güçlü arayış, insanları bazen gerçeğe değil, daha çok zihinsel ve duygusal bir karışıklığa sürükleyebiliyor. Bu da, yanlışlıkların ve sapmaların daha karmaşık hale gelmesine neden oluyor. İşte bu noktada, eski alimlerin ve muhakkiklerin öğrettikleri devreye giriyor. Onlar, sadece akılla değil, aynı zamanda kalp ve ruhla da doğruyu aramayı öğretiyorlardı.

Bugün, insanın hem aklını hem de kalbini dinlendirecek bir anlayışa ihtiyaç vardır. Bilgi tek başına kurtuluş getirmez; insan, bu bilgiyi doğru bir iç disiplin ve imanla harmanlayabilmelidir. Kişinin kendisini yalnızca akılla değil, iç derinlikle de değerlendirmesi gerekir. Kalp ve akıl arasında bir denge kurmak, insanı batıl inançlardan ve dalaletlerden koruyacak en güçlü silah olacaktır.

4. Sonuç: Maneviyatın Gücü ve Akıl ile Kalbin Birleşimi

Zaman değiştikçe, insanın doğruyu bulma yolculuğu da değişiyor. Eski zamanlarda, insanın cehaletinden doğan dalalet, kolayca düzeltilen bir durumdu. Ancak bugün, insan bilgiyle dolmuş ve derin bir manevi boşlukla karşı karşıya kalmıştır. Bu yüzden doğruyu aramak, sadece akıl yoluyla değil, kalp yoluyla da olmalıdır. İslam’ın ruhuna dönmek, sadece dış bilimsel başarılar elde etmekle değil, aynı zamanda iç manevi derinliği keşfetmekle mümkündür.

Eski zamanların İslam muhakkiklerinin öğrettikleri, bugün de geçerliliğini korumaktadır. Onların dersleri, insanın hem akıl hem de kalp düzeyinde doğruyu bulmasını sağlayacak bir rehberdir. Zamanın değişmesiyle birlikte, insanoğlu yeniden kendi iç yolculuğuna dönmeli, sadece bilimin değil, ruhun da derinliklerine inmeli ve her iki tarafı da dengeleyerek gerçeği keşfetmelidir.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=7KhHJcZatWU&t=453s




RUH HEP BEDENDEN VE MADDEDEN ÖNDE OLMALI, GERİ VE GERİDE KALMAMALI.

RUH HEP BEDENDEN VE MADDEDEN ÖNDE OLMALI, GERİ VE GERİDE KALMAMALI.[1]


Makale, insanın manevi yönünü merkeze alarak, ruhsal derinlik ve madde arasındaki dengeyi ele alacak şekilde tasarlanmıştır.

### RUH HEP BEDENDEN VE MADDEDEN ÖNDE OLMALI

İnsan, yaratılış itibarıyla iki temel unsurdan meydana gelir: Beden ve ruh. Beden, toprağın bir hediyesi; ruh ise ilahi bir nefhadır. Ancak modern çağın hızı, teknolojinin cazibesi ve maddi dünyanın göz kamaştırıcı ışıltısı, insanı çoğu zaman ruhun derinliklerinden uzaklaştırır. Oysa ruh, bedenin efendisi, maddenin ise yol göstericisi olmalıdır. Eğer ruh geri planda kalırsa, insan kendi özünü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

### Ruhun Önceliği: Bir Hikmet Dersi

Bir gün, Hz. Mevlana’nın talebelerinden biri, üstadına şu soruyu sorar: “Efendim, insan neden bu kadar çok şeye sahip olmak ister? Neden hep daha fazlasını arar?” Mevlana, tebessüm eder ve talebesine bir testi su ile bir avuç toprak uzatır. “Bu testiyi toprakla doldur,” der. Talebe, testiyi toprakla doldurur, ancak testi hemen çatlar ve su dışarı sızar. Mevlana, “İşte,” der, “İnsan da böyledir. Eğer ruhunu maddeyle doldurmaya çalışırsan, ruhun kabı çatlar ve özün kaybolur. Ama ruhunu hikmetle, sevgiyle, anlamla doldurursan, o testi taşmaz, aksine bereketlenir.”

Bu hikaye, bize ruhun maddeye üstünlüğünü ve insanın asıl zenginliğinin iç dünyasında saklı olduğunu öğretir. Madde, bir araçtır; ruh ise gaye. Eğer araç, gayenin önüne geçerse, insan bir anlamda kendi varoluş amacını unutur.

### Maddi Dünyanın Aldatıcı Cazibesi

Günümüzde insanlık, maddi dünyanın büyüsüne kapılmış durumda. Teknoloji, lüks, konfor ve daha fazlası, ruhsal derinliği gölgede bırakıyor. İnsanlar, bir sonraki büyük başarıyı, yeni bir eşyayı ya da sosyal medyada daha fazla beğeniyi kovalarken, ruhlarını beslemeyi unutuyor. Oysa ruh, tıpkı bir bahçe gibidir; eğer sulanmaz, bakılmaz, sevgiyle işlenmezse solar, kurur ve çorak bir araziye dönüşür.

Bir düşünelim: En son ne zaman bir ağacın gölgesinde oturup sadece sessizliği dinledik? En son ne zaman bir çocuğun gülüşüne şahit olup kalpten bir dua ettik? Ya da en son ne zaman kendimize şu soruyu sorduk: “Ben bu dünyada neden varım?” Eğer bu soruların cevapları bulanıklaşıyorsa, ruhumuzun geri planda kaldığını anlamalıyız.

### İbretli Bir Örnek: Karun’un Hazin Sonu

Kuran-ı Kerim’de anlatılan Karun kıssası, maddenin ruha üstün gelmesinin hazin sonunu gözler önüne serer. Karun, sahip olduğu servetle övünen, zenginliğiyle kendini diğer insanlardan üstün gören biridir. Ancak ruhunu unutmuş, servetini bir amaç haline getirmiştir. Sonunda, sahip olduğu her şeyle birlikte yerin dibine batırılır. Bu kıssa, bize şunu öğretir: Eğer ruh, maddenin ardında kalırsa, insan ne kadar çok şeye sahip olursa olsun, aslında hiçbir şeye sahip değildir.

### Ruhun Yükselişi: Manevi Dengeyi Bulmak

Peki, ruhu bedenin ve maddenin önüne nasıl geçirebiliriz? Bu sorunun cevabı, insanın kendi iç yolculuğunda saklıdır. İşte bazı adımlar:

1. **Sessizlik ve Tefekkür:** Her gün birkaç dakikamızı sessizce oturup düşünmeye ayıralım. Bu, ruhumuzun sesini duymamızı sağlar. Unutmayalım ki, ruh, gürültüde değil, sükûnette konuşur.

2. **İyilik ve Sevgi:** Başkalarına yardım etmek, sevgiyle yaklaşmak, ruhumuzu besler. Bir insanın yüzünde tebessüm olmak, en büyük manevi zenginliktir.

3. **Şükür:** Sahip olduklarımız için şükretmek, ruhumuzu maddeye esir olmaktan kurtarır. Şükür, ruhun kanatlarını açar ve bizi hafifletir.

4. **Amaç Bilinci:** Kendimize şu soruyu sık sık soralım: “Ben bu dünyada ne için varım?” Bu soru, ruhumuzu yeniden merkeze taşır ve hayatımıza anlam katar.

### Son Söz: Ruh, Hayatın Pusulasıdır

Unutmayalım ki, ruh, hayatımızın pusulasıdır. Eğer pusulamızı kaybedersek, yolumuzu da kaybederiz. Beden, bir süre sonra toprağa dönecek; madde, bir gün anlamını yitirecek. Ama ruh, ebediyete uzanan bir yolculuktadır. Bu yüzden, ruhumuzu hep önde tutalım; bedeni ve maddeyi ise onun hizmetkârı kılalım. Çünkü insan, ruhuyla insandır; ruhuyla yücelir.

“Ey insan! Sen bir küçük âlemsin, ama içinde büyük bir âlem saklı. O âlemi keşfet ki, asıl zenginlik orada.”

@@@@@@@

Ruhun Bedenden ve Maddeden Önde Olması: Hikmetli Bir Perspektif

İnsan, maddi ve manevi boyutları bir arada taşıyan bir varlık olarak dünyaya gelir. Fiziksel beden, bizim için görünür olan, hissedilen, dokunulan ve anlaşılan bir gerçeklik sunar. Ancak bedenin ötesinde, varlığımızın en derin özünü oluşturan bir yönümüz vardır: Ruh. Bedenin geçici, maddi yapısının aksine, ruh daha derin, sonsuz ve manevi bir varlıktır. Bu nedenle, “ruh hep bedenden ve maddeden önce olmalı, geri ve geride kalmamalı” ifadesi, insanın gerçek varlığının en önemli boyutunun ruh olduğunu hatırlatır.

Ruhun Önemi ve Bedene Bağlılık

Toplum, tarih boyunca insanı bedenin ihtiyaçları, arzuları ve çıkarlarıyla tanımlamıştır. Zenginlik, güç, fiziksel görünüş ve başarı gibi maddi hedefler, bireylerin hayatlarının merkezine oturmuş, ruhun derinliklerine inmek ise çoğu zaman göz ardı edilmiştir. Fakat insan, sadece fiziksel varlıktan ibaret değildir. İnsan, ruhuyla var olan, duyguları, düşünceleri ve manevi yönleriyle eşsiz bir varlıktır. Beden, geçici ve sınırlıdır; bir gün yok olacak, yerini toprağa bırakacaktır. Ama ruh, sonsuzdur. O, fiziksel sınırların ötesindedir. Ruhun bedenden önde olması gerektiği, bir bakıma insanın doğru yönelmesi gereken hedefi, değerleri ve yaşam amacını hatırlatır. Bedenin geçici arzuları, ruhun yüksek idealleriyle yönlendirildiğinde insan, gerçek huzura, iç dengeye ve kalıcı mutluluğa ulaşabilir.

Geride Kalmamak: Ruhun Yüksek Amacı

Ruh, bedenden ve maddeden önce olmalı, geride kalmamalıdır. Zira, madde ile ruhun dengesiz bir şekilde yönlendirilmesi, insanı yalnızca yüzeysel bir yaşam sürmeye iter. Maddi hedefler, çoğu zaman ruhu körelten, insanı dar bir perspektife mahkum eden hedeflerdir. İnsan bedeninin en güçlü ve sağlıklı olduğu dönemlerde dahi, eğer ruhunu beslemez, maneviyatına gereken ilgiyi göstermezse, içte bir boşluk hissi doğar. Bedenin zaferleri, ruhun derinliğiyle harmanlanmadığında ise, geride kalan sadece maddi başarılar olur. Ve nihayetinde, ruhun susturulmuş sesi, insanı derin bir yalnızlığa itebilir.

Birçok büyük düşünür ve mistik, insanın gerçek potansiyelini ancak ruhuyla keşfedeceğini savunmuştur. Mevlana, “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” diyerek, insanın ruhsal derinliğini ifade etmiş, dış dünyanın etkilerinden bağımsız olarak iç bir zenginliği ve anlamı bulmanın önemini vurgulamıştır. Bu, ruhun bedenden ve maddeden önce olması gerektiğini anlatan bir derstir. Gerçek değer, dışta olanın ötesindedir. İnsanın, bedenini ve maddi dünyayı aşan bir bilince sahip olması gerekir.

Ruhun Bedenle Uyumu

Ruh, sadece bedene hükmetmekle kalmaz, bedenin sağlıklı ve huzurlu olması için de ruhsal dengeye ihtiyaç vardır. Bedenin her türlü rahatsızlığı, ruhun bozulmuşluğunun bir yansıması olabilir. Aynı şekilde, ruhsal huzursuzluklar da bedeni etkileyebilir. Dolayısıyla, bedeni sağlıklı tutarken, ruhsal doyum ve huzur da bir o kadar önemlidir. Ruhun önce olması, insanın öz değerlerine, ahlaki ilkelerine ve manevi yolculuğuna yönelmesi gerektiğini ifade eder. Bu yönelme, yaşamın anlamını, her anın değerini ve insanın kendisiyle barışmasını sağlar.

İbretlik Bir Hikaye: Ruhun Hakikat Arayışı

Bir zamanlar bir köyde, insanlar arasında büyük bir bilgelik yarışması düzenleneceği duyurulmuş. Yarışmada birinci gelen kişi büyük bir ödül kazanacaktı. Genç bir adam, çok hevesli bir şekilde bu yarışmaya katılmaya karar verdi. Yarışma günü geldiğinde, herkes kendi bilgilerini sergilemeye başladı. Ancak bir yaşlı adam, hep sakin kalıp sadece izledi. Yarışma sonunda, en bilge kişi olarak o yaşlı adam seçildi. Genç adam merakla yaklaşarak ona sordu: “Nasıl oldu da bu kadar basit ve sakin bir şekilde en bilgili kişi oldunuz? Bizler bilgiyi nasıl aktaracağımızı bilmedik, ama siz hiç konuşmadınız.”

Yaşlı adam gülümsedi ve dedi ki: “Gerçek bilgi, sadece akılda değildir. Bilgi, ruhun derinliklerinde bulunur. Senin bildiğin her şey, maddi dünyanın sınırlarına bağlıydı. Benim bildiğim ise insan ruhunun yüksek hedefleridir. Gerçek bilgiyi bilmek, bedenin ötesindeki huzuru ve anlamı aramaktır.”

Bu hikaye, ruhun bedenin ötesinde ve maddeden önce olması gerektiğini vurgular. Bilgelik, dış dünyadan değil, insanın iç dünyasındaki derinliklerden gelir. Eğer insan sadece bedeni ve maddi dünyayı takip ederse, gerçek huzur ve anlamı bulmakta zorlanır.

Sonuç: Ruhun Önemi ve Yüksek Hedefler

Sonuç olarak, insanın gerçek potansiyeline ulaşabilmesi için ruhunun bedenden ve maddeden önce olması gerektiği gerçeği, hayatın temel eğitimidir. Bedenin geçici arzuları ve maddi hedefler geçicidir; ama ruh, sonsuz ve kalıcıdır. İnsan, ruhunu doğru besler, ona saygı gösterir ve yüksek ideallere yönelirse, yaşamın anlamını derinlemesine keşfeder. Ruh, insanın gerçek yol göstericisidir ve sadece bedeni değil, ruhu da beslemek, doğru bir yaşam sürmenin anahtarıdır.

@@@@@@

Bediüzzaman’ın ifadesiyle,
“Bir zaman, Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) Şeyh Geylânî’nin terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın birtek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan zaafiyetiyle, validesinin şefkatini celb etmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs’ın yanına şekvâ için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş:
“Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!”
Hazret-i Gavs tavuğa demiş: “Kum biiznillâh!” O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemet ve mevsuk çok zatlardan, Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zâtın bir kerameti olarak, mânevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: “Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin.”
İşte, Hazret-i Gavs’ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit lezi

[1] https://www.youtube.com/watch?v=kyQGjZntYWk&t=744s




İNSANI BOŞ VE DOLU KILAN SEBEPLER VE BUNLARIN NETİCESİ.

İNSANI BOŞ VE DOLU KILAN SEBEPLER VE BUNLARIN NETİCESİ.


İnsan, varoluşu gereği hem maddi hem de manevi bir yolculuğun yolcusu olan eşsiz bir varlıktır. Onu değerli kılan, hayatına anlam katan unsurlar olduğu gibi, onu içi boş bir kabuğa dönüştüren sebepler de mevcuttur. Bu makalede, insanı “dolu” veya “boş” kılan sebepleri hikmetli, ibretli ve düşündürücü bir bakış açısıyla ele alacak, bu sebeplerin neticelerini derinlemesine inceleyeceğiz.

İnsanı Dolu Kılan Sebepler
İnsanı dolu kılan, özünü zenginleştiren unsurlar, onun hem bireysel hem de toplumsal hayatında anlam bulmasını sağlar. Bu unsurlar, insanın yaratılış gayesine uygun bir yaşam sürmesine vesile olur.

İman ve Amaç Bilinci
İnsan, yaratılışının bir tesadüf olmadığını idrak ettiğinde ve kendisini Yaratan’ın bir emanetçisi olarak gördüğünde, hayatı anlam kazanır. İman, insanın ruhunu besleyen bir kaynaktır. Kur’an-ı Kerim’de, “İman edenler ve salih amel işleyenler için güzel bir gelecek vardır” (Bakara, 2:25) ayeti, insanın doluluğunun iman ve güzel işlerle şekillendiğini vurgular.
Hikmet: İman, bir ağacın kökü gibidir; kök sağlam olduğunda, dallar meyve verir. Amaç bilinci ise, insanı bir yaprak misali rüzgârın önünde savrulmaktan korur.
İlim ve Hikmet Arayışı
İnsan, öğrenme ve anlama kabiliyetiyle donatılmıştır. İlim, insanı boşluktan kurtarır ve ona bir ufuk çizer. Ancak ilim, hikmetle birleştiğinde gerçek değerini bulur. Hikmet, ilmi hayra yönlendiren bir pusuladır.
İbret: Hz. Ali’nin, “İlimsiz bir akıl, kanatsız bir kuş gibidir” sözü, ilmin insanı nasıl uçurabileceğini bize hatırlatır. İlim öğrenmeyen bir insan, bir kütüphanede tozlu raflara terk edilmiş bir kitap gibidir.
Erdemli Davranışlar ve İyilik
İnsan, başkalarına faydalı oldukça kendi varlığını anlamlandırır. İyilik, insanın ruhunu dolduran bir hazinedir. Bir yetimin başını okşamak, bir fakire el uzatmak, bir gönlü hoş etmek, insanı boşluktan uzaklaştırır.
Düşündürücü: Bir damla su, bir çiçeği canlandırabilir; bir tebessüm ise bir insanın hayatını değiştirebilir. İyilik, insanın içindeki boşluğu dolduran bir nefestir.
İnsanı Boş Kılan Sebepler
İnsanı boş kılan sebepler, onun yaratılış gayesinden uzaklaşmasına ve ruhsal bir çöküntüye sürüklenmesine yol açar. Bu sebepler, genellikle insanın kendi tercihlerinin bir sonucudur.

Amaçsızlık ve Anlamsızlık
İnsan, hayatının bir amaca hizmet etmediğini düşündüğünde, içi boş bir kabuğa dönüşür. Modern dünyanın dayattığı tüketim kültürü, insanı bir makine gibi yaşamaya mahkûm eder. Bu durum, ruhsal bir boşluk doğurur.
Hikmet: Bir gemi, rotasız kaldığında dalgalara teslim olur. İnsan da amaçsız kaldığında, hayatın fırtınalarında kaybolur.
Bencillik ve Hırs
İnsan, yalnızca kendi çıkarlarını düşündüğünde ve hırslarının esiri olduğunda, ruhsal bir çölde kaybolur. Bencillik, insanın içini kemiren bir hastalıktır. Hırs ise, bir bataklık gibidir; içine çekildikçe daha fazla batarsınız.
İbret: Tarih, hırslarının kurbanı olan nice kralların, hükümdarların hikâyeleriyle doludur. Firavun, Karun gibi isimler, bencilliğin ve hırsın insanı nasıl boşluğa sürüklediğinin açık birer örneğidir.
Nankörlük ve Şükürsüzlük
İnsan, elindeki nimetlerin kıymetini bilmediğinde, ruhu bir doyumsuzluk girdabına kapılır. Şükürsüzlük, insanı boşluğa mahkûm eder. Oysa şükür, insanın ruhunu zenginleştiren bir iksirdir.
Düşündürücü: Bir bardak su, çöldeki bir yolcu için bir hazineyken, bir sarayda yaşayan biri için sıradan bir nesne olabilir. Nankörlük, insanın gözlerini kör eder; şükür ise gönülleri aydınlatır.
Bunların Neticesi
İnsanı dolu veya boş kılan sebepler, hem bu dünyada hem de ahiret hayatında farklı neticeler doğurur. Bu neticeler, insanın tercihlerinin bir aynasıdır.

Dolu Bir İnsanın Neticesi:
Dolu bir insan, hem kendisiyle hem de çevresiyle barışık bir hayat sürer. İman, ilim ve erdem, onun ruhunu bir bahar bahçesine çevirir. Toplumda iz bırakan, hayırla anılan bir birey olur. Ahiret hayatında ise, “Onlar, cennetlerde ağırlanırlar” (Âl-i İmrân, 3:15) müjdesine nail olur.
Hikmet: Dolu bir insan, bir mum gibidir; hem kendini aydınlatır hem de çevresine ışık saçar.
Boş Bir İnsanın Neticesi:
Boş bir insan, hayatı boyunca bir tatminsizlik ve huzursuzluk içinde yaşar. Amaçsızlık, bencillik ve nankörlük, onun ruhunu bir karanlığa hapseder. Toplumda unutulur, iz bırakmaz. Ahiret hayatında ise, “Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, ona dar bir geçim vardır” (Tâ-Hâ, 20:124) uyarısı onun için bir gerçeklik olur.
İbret: Boş bir insan, içi boş bir testi gibidir; ne kendi susuzluğunu giderir ne de başkasına bir fayda sağlar.
Son Söz: Tercih Bizim Ellerimizde
İnsan, bir yol ayrımında duran bir yolcu gibidir. Bir yol, onu doluluğa ve huzura götürürken; diğer yol, boşluğa ve karanlığa sürükler. Bu yol ayrımında, tercih tamamen insana aittir. Unutmayalım ki, her bir tercih, bir tohumdur; ektiğimiz tohumlar, yarın karşımıza bir bahçe ya da bir dikenlik olarak çıkacaktır.

Düşündürücü: Bir an için gözlerimizi kapatalım ve kendimize soralım: “Ben, dolu bir insan mıyım, yoksa boş bir kabuk mu?” Cevap, sadece bizim ellerimizde değil, aynı zamanda gönlümüzde saklıdır.

Bu makale, insanı derin bir tefekküre davet etmek için kaleme alınmıştır. Hayat, bir anlık gafletin değil, bir ömürlük bilincin eseridir. Öyleyse, dolu bir insan olmak için bugün bir adım atalım; çünkü yarın, bugünün aynasıdır.




İNSAN LEYLA, DÜNYA VE FANİ İÇİN YANARSA KÜL OLUR. ALLAH İÇİN, AHİRET VE BAKİ İÇİN YANARSA KUL OLUR.

İNSAN LEYLA, DÜNYA VE FANİ İÇİN YANARSA KÜL OLUR. ALLAH İÇİN, AHİRET VE BAKİ İÇİN YANARSA KUL OLUR.


Tıpkı odun gibi, bir yanı kül olurken, diğer yanı Nur ve ışık olmaktadır.

Yanışın Mahiyeti: Kül mü, Kul mu?

İnsan, yaratılışı gereği bir şeye bağlanmadan, bir hedefe yönelmeden yaşayamaz. Kimi servetin, kimi şöhretin, kimi makamın, kimi de bir insanın peşinde yanar. Kimisi de Allah için yanar. İşte, insanın ne için yandığı onun sonunu belirler: Kül mü olur, kul mu?

Dünya İçin Yanan, Kül Olur

Dünya, geçici bir duraktır. İçindeki nimetler ve lezzetler ancak belirli bir süre için insana tahsis edilmiştir. Fani olana aşkla bağlanan, aslında bir seraba koşar. Leyla için yanan Mecnun misali, ne kadar uğraşırsa uğraşsın sonunda eli boş kalır. Dünya sevgisi, insanın kalbini öyle sarar ki, hakikati göremez hale gelir. Mal, mülk, şöhret, makam gibi şeyler için yananlar, sonunda ruhen ve bedenen tükenirler. Onların yanışı, bir mumun aleve teslim olup kül olması gibidir.

Tarihe baktığımızda nice zenginler, nice hükümdarlar, nice şöhret sahipleri, sahip olduklarıyla mutmain olamamış, daha fazlasını isterken ömürlerini heba etmişlerdir. Firavun, Nemrut, Karun… Hepsi dünya için yandı, ama sonunda külden başka bir şey olamadılar. Çünkü faniyi amaç edinen, fanilikle yok olur.

Allah İçin Yanan, Kul Olur

Öte yandan, Rabbine yönelen, dünya nimetlerini birer vasıta olarak gören kişi, yanışını anlamlandırır. O artık kül olmak için değil, kul olmak için yanar. Aşkını, şevkini ve enerjisini ebedi olan için harcar. Ahireti merkeze alır ve dünya imtihanlarını sabır ve şükürle karşılar. İşte bu kişi, yanarken tükenmez; aksine olgunlaşır, arınır ve gerçek huzura erişir.

Mevlana’nın pervane metaforu burada ne kadar hikmetlidir! Pervane, ışığa aşkla yönelir ve sonunda ateşte yanar. Ancak bu yanış yok olmak için değil, hakikati bulmak içindir. İnsan da, fani aşkların peşinde yanıp kül olacağına, ebedi hakikatin ateşinde yanarak gerçek bir kul olmalıdır.

Yanışını Seç!

Her insan bir ateşle sınanır. Kimi dünyevi arzuların peşinde yanar ve sonunda pişmanlık içinde yok olur. Kimi de hakikatin nurunda yanarak kulluğunu idrak eder ve ebedi saadete kavuşur.

Öyleyse kendimize şu soruyu soralım: Biz ne için yanıyoruz? Kül mü olacağız, kul mu?

@@@@@@@

Tıpkı huzur ve huzuru bulmak için çabalayan kral gibi

huzuru arayan krala huzurlu birinin gömleğini giymesi tavsiye edilir.adamlari arastirip bulur ancak adam ciplaktir

 

 




TÜRKİYE’NİN PROBLEMİ HARİÇTE DEĞİL DAHİLDE. VİRÜS İÇİMİZDE. DÜNYANIN ARTIKLARI BİZDE.

TÜRKİYE’NİN PROBLEMİ HARİÇTE DEĞİL DAHİLDE. VİRÜS İÇİMİZDE. DÜNYANIN ARTIKLARI BİZDE.


Türkiye’nin Problemi: Haricî Değil, Dâhilî – İçimizdeki Virüs

Büyük milletler, dışarıdan gelen tehlikelerle yıkılmaz; asıl çöküş, içeriden başlar. Tarih, nice medeniyetlerin ordular karşısında değil, kendi içindeki çürüme yüzünden yok olduğunu göstermiştir. Bugün Türkiye’nin problemi de haricî düşmanlardan ziyade, dâhilî hastalıklardır. Virüs içimizde.

Toplum olarak yıllardır dış mihrakları suçluyoruz. “Bizi bölmek istiyorlar, ekonomik saldırı altındayız, bizi güçsüzleştirmeye çalışıyorlar.” Bunların hepsi bir ölçüde doğru olabilir. Ancak asıl mesele şudur: Dışarıdan gelen her saldırıyı bertaraf edebilecek güçte miyiz? Yoksa içerideki çöküş, dışarıdan gelen her darbeyi daha da yıkıcı mı hale getiriyor?

Tarihten Bir Ders: Çöküş İçeriden Başlar

Osmanlı’nın en ihtişamlı dönemlerinde bile içeride zayıflıklar başlamıştı. Kanunî Sultan Süleyman devrinde bile, vezirlerden biri bir sefere çıkarken şöyle demişti:

> “Düşmanı dışarıda aramayın, içerideki rüşveti, adaletsizliği, liyakatsizliği yok edin, zaten zafer kendiliğinden gelir.”

Tarih şunu öğretiyor: Bir millet kendi içinde ahlaki ve manevi değerlerini kaybederse, dışarıdan gelen düşman değil, içerideki ihanet onu yok eder.

İçimizdeki Virüs Nedir?

Türkiye’nin asıl problemi şunlardır:

1. Ahlaki Çöküş

Yalanın, hilenin, rüşvetin, torpilin normalleşmesi…

Toplumda güven duygusunun erimesi…

Aile bağlarının zayıflaması, saygının azalması…

2. Liyakatsizlik ve Ehliyetsizlik

İşin ehline verilmemesi…

Adam kayırma, hak edenin değil, güçlü olanın öne çıkması…

Eğitimde kalite yerine gösterişin tercih edilmesi…

3. Manevi Boşluk ve Değersizleşme

Ruhsuzlaşan nesiller, amaçsız bireyler…

Anlam arayışının yerini hazcılığın alması…

Teknoloji bağımlılığı, sosyal medya esareti…

Bunlar, içerideki büyük virüslerdir. Ve eğer bunlar düzeltilmezse, dış tehditleri suçlamanın hiçbir anlamı yoktur.

Dünyanın Artıkları Bizde

Dünya hızla değişirken, Türkiye birçok yönüyle geçmişinden koparıldı. Ne tam anlamıyla Batılı olabildi, ne de özüne sadık kalabildi. Böyle olunca, Batı’nın terk ettiği ahlaki çöküntüler, Doğu’nun sahip çıkmadığı değerler arasında sıkışıp kaldık.

Onlar maneviyatı yok etti, biz de onları taklit ettik.

Onlar kapitalizmin kölesi oldu, biz de onun artıklarıyla yetindik.

Onlar ahlaki kurallarını gevşetti, biz de modernlik adına aynısını yaptık.

Bugün, Batı kendi sistemini sorgulamaya başladı. Aile yapılarının çöküşünü tartışıyor, kapitalizmin insani değerleri nasıl yok ettiğini konuşuyor. Ama biz, Batı’nın terk ettiği hastalıklı fikirleri yeni keşfetmiş gibi, onları kendi toplumumuza enjekte etmeye çalışıyoruz.

Çözüm Nedir?

Türkiye’yi gerçekten güçlendirecek şey, sadece ekonomik büyüme veya askerî güç değildir. Bunlar önemli olmakla birlikte, asıl mesele, toplumun içeriden sağlam olmasıdır.

1. Ahlaki ve Manevi Diriliş

Doğruyu eğip bükmeden söyleyen bir nesil yetiştirmek…

İnsanı meta olarak gören zihniyetten kurtulmak…

Helal ve haram hassasiyetini yeniden kazanmak…

2. Liyakat ve Adaletin Tesisi

İşin ehline verilmesi, torpilin ortadan kalkması…

Adaletin güçlüye göre değil, hakka göre şekillenmesi…

“Benim adamım” yerine “En iyisi kim?” sorusunun sorulması…

3. Milli ve Manevi Değerlerin Canlandırılması

Tarihimizi ve kültürümüzü sadece nostaljik bir anlatı olarak değil, geleceği inşa eden bir temel olarak görmek…

Kendimizi başkalarına göre değil, kendi değerlerimize göre ölçmek…

Gelenek ile modernliği çatıştırmadan bir arada yaşatabilmek…

Son Söz: Önce İçimizdeki Virüsü Temizlemeliyiz

Türkiye güçlü bir ülke olabilir. Ama asıl güç, içeride sağlam olmaktan geçer. Bir millet, dış düşmanlardan değil, içteki ahlaki çöküşten yıkılır. Eğer adalet, liyakat, ahlak ve birlik duygusunu kaybedersek, dünyanın en büyük ekonomisine de sahip olsak, en güçlü ordusunu da kursak, sonuç değişmez.

Önce içerideki virüsü temizleyelim. Çünkü gerçek problem haricî değil, dâhilîdir.

@@@@@@

### TÜRKİYE’NİN PROBLEMİ: HARİÇTE DEĞİL, DAHİLDE

“Bir milletin asıl gücü, topu, tüfeği, tankı değil; imanlı, ahlaklı, erdemli insanlarıdır.” Bu söz, bir toplumun gerçek gücünün dışarıdan gelen tehditlerde değil, içerideki sağlamlıkta yattığını ifade eder. Türkiye, tarih boyunca nice badireler atlatmış, harici düşmanlara karşı destansı mücadeleler vermiş bir millettir. Ancak bugün, belki de en büyük sınavımız dışarıda değil, içimizdedir. Sorun, “virüs” olarak tabir ettiğimiz ahlaki, manevi ve toplumsal çöküşlerdir. Peki, bu virüs nedir? Nereden gelir? Ve en önemlisi, nasıl tedavi edilir?

#### Virüs İçimizde: Sorunun Kaynağı
Her toplum, zaman zaman dahili çalkantılar yaşar. Ancak bir toplumun asıl imtihanı, bu çalkantıların kaynağını doğru teşhis edebilmesindedir. Harici düşmanlar, çoğu zaman bir milleti birleştirir, ortak bir hedef uğruna kenetler. Ancak dahili problemler, bir milleti içeriden kemirir, birliğini bozar, enerjisini tüketir. Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu sorunların çoğu, dışarıdan gelen etkilerden çok, içerideki zaaflarımızdan kaynaklanmaktadır.

Bu “virüs”, bireysel ahlakın zayıflaması, toplumsal güvenin erozyona uğraması, adalet duygusunun zedelenmesi ve ortak değerlerin unutulmasıdır. Hırs, bencillik, riya, yalan ve adaletsizlik gibi manevi hastalıklar, bir toplumu çökerten en büyük düşmanlardır. Ne yazık ki, modern dünyanın dayattığı bireysellik kültürü, tüketim çılgınlığı ve ahlaki yozlaşma, bu virüsün yayılmasına zemin hazırlamıştır. “Dünyanın artıkları” olarak nitelendirdiğimiz bu olumsuzluklar, sadece dışarıdan ithal edilen bir yük değil, aynı zamanda bizim kendi ellerimizle beslediğimiz bir hastalıktır.

#### İbretli Bir Hikaye: Karıncalar ve Fil
Bir Afrika atasözü der ki: “Bir fili öldüren, bir karıncanın ısırığıdır.” Fil, güçlü ve heybetli bir hayvandır; ancak burnuna giren küçük bir karınca, onun tüm gücünü yerle bir edebilir. Toplumlar da böyledir. Dışarıdan gelen tehditler, belki de filin karşısındaki bir aslan gibidir; görünür, bilinir ve mücadele edilebilir. Ancak içerideki küçük karıncalar, yani ahlaki çöküşler, bir toplumu fark ettirmeden yok edebilir. Tarih, bu gerçeği doğrulayan sayısız örnekle doludur. Roma İmparatorluğu, dışarıdan gelen barbar akınlarından çok, içerideki ahlaki yozlaşma ve adaletsizlik nedeniyle çökmüştür. Osmanlı, en güçlü döneminde bile içerideki nifak tohumları yüzünden zayıflamış, birlik ruhunu kaybetmiştir.

Bugün Türkiye, bir fil kadar güçlü bir potansiyele sahiptir. Ancak bu gücün sürdürülebilirliği, içerideki karıncaları yok etmeye bağlıdır. Eğer bizler, bireysel ve toplumsal ahlakı yeniden inşa edemezsek, dışarıdan gelen tehditlere karşı ne kadar güçlü olursak olalım, bir gün o küçük karıncalar hepimizi yere serebilir.

#### Çözüm: Dahildeki Virüsü Tedavi Etmek
Peki, bu virüs nasıl tedavi edilir? Problemin çözümü, yine içimizde, kendi ellerimizdedir. Harici düşmanlara karşı zafer kazanmak için güçlü ordulara ihtiyaç vardır; ancak dahili problemlere karşı zafer kazanmak için güçlü bir irade, sağlam bir ahlak ve birlik ruhuna ihtiyaç vardır.

1. **Bireysel Sorumluluk:** Her bir birey, önce kendi nefsini hesaba çekmelidir. “Ben ne yapıyorum? Topluma ne katıyorum? Adaletten, doğruluktan, merhametten ne kadar taviz veriyorum?” sorularını kendine sormalıdır. Unutmayalım ki, bir toplum, bireylerinin toplamından oluşur. Eğer bireyler değişirse, toplum da değişir.

2. **Eğitim ve Ahlak:** Eğitim, sadece bilgi aktarımı değildir; aynı zamanda ahlak ve fazilet inşa etmektir. Genç nesillere, tüketim toplumunun kölesi olmayı değil, üretmeyi, paylaşmayı ve adil olmayı öğretmeliyiz. Hikmet, bir toplumun en büyük hazinesidir. Hikmetli bireyler, problemlere çözüm üreten, birleştiren ve yol gösteren kişilerdir.

3. **Birlik Ruhu:** Toplum olarak, farklılıklarımızı bir zenginlik olarak görmeli, nifak tohumlarına karşı uyanık olmalıyız. Birbirimize güveni yeniden inşa etmeli, ortak değerler etrafında kenetlenmeliyiz. Bir milletin birliği, onun en büyük silahıdır.

4. **Adalet ve Merhamet:** Adalet, bir toplumun temel direğidir. Eğer bir toplumda adalet yoksa, o toplum ayakta kalamaz. Ancak adalet, merhametle dengelenmelidir. Sadece cezalandırıcı bir adalet, toplumu birleştirmez; sevgi, şefkat ve merhamet, adaletin ruhudur.

#### Son Söz: Hikmet ve İbret
Unutmayalım ki, her problem bir imtihandır; her imtihan ise bir fırsattır. Türkiye, tarih boyunca nice zorlukları aşmış, nice virüsleri tedavi etmiştir. Yeter ki, problemlerimizin kaynağını doğru teşhis edelim ve çözüm için cesaretle adım atalım. Harici düşmanlar, bir milletin cesaretini test eder; ancak dahili düşmanlar, bir milletin aklını, ahlakını ve birliğini test eder. Bu imtihandan başarıyla çıkmak, hepimizin elindedir.

“Dünyanın artıkları” olarak nitelendirdiğimiz bu olumsuzluklar, bizim eserimizdir; dolayısıyla, bunları temizlemek de bizim görevimizdir. Hikmet, bize yol gösterir; ibret, bize ders verir; düşünce, bize çözüm üretir. Gelin, hep birlikte bu virüsü tedavi edelim. Unutmayalım ki, bir milletin asıl zaferi, dışarıdaki düşmanlara karşı değil, içerideki zaaflara karşı kazandığı zaferdir.




İKİ DÖNEMDİR İSTANBUL BELEDİYE BAŞKANLIĞINDA SAYIN ERDOĞAN’A DERS VEREN İSTANBUL, İKİ DÖNEMDİR DERSİNİ ALIYOR. ODA ÇOK PAHALI OLARAK…

İKİ DÖNEMDİR İSTANBUL BELEDİYE BAŞKANLIĞINDA SAYIN ERDOĞAN’A DERS VEREN İSTANBUL, İKİ DÖNEMDİR DERSİNİ ALIYOR. ODA ÇOK PAHALI OLARAK…


İstanbul’un İbretlik Seçim Tercihi ve Ağır Bedeli

Demokrasilerde seçim, bir milletin kendi kaderini belirleme hakkıdır. Seçmenler, verdikleri oylarla sadece bir yönetimi belirlemekle kalmaz, aynı zamanda geleceğe dair bir tercihte bulunurlar. Ancak bazı tercihler vardır ki, sonuçları yalnızca bir dönemle sınırlı kalmaz, yıllar boyu etkisini gösterir. İstanbul da böyle bir sürecin içinde…

İstanbul, Türkiye’nin kalbi, ekonomik ve kültürel başkentidir. Burası sadece bir şehir değil, adeta bir ülke gibidir. Türkiye’nin genel gidişatını belirleyen bir lokomotif olduğu için, İstanbul’da yaşanan her olumlu ya da olumsuz gelişme, tüm ülkeyi doğrudan etkiler. İşte tam da bu yüzden, İstanbul’un yönetimi milli bir mesele olarak değerlendirilmelidir.

İstanbul’un Seçim Tercihi ve Sonuçları

İstanbul, 2019’da bir tercihte bulundu ve 2024’te bunu yeniledi. Seçmen, Türkiye’yi 20 yılı aşkın süredir yöneten Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi çizgisinden farklı bir yolu tercih etti. Peki, bu tercihin İstanbul’a maliyeti ne oldu?

Mega projeler durduruldu: İstanbul’un trafik çilesini hafifletecek projeler ya iptal edildi ya da sürüncemeye bırakıldı. Metroların tamamlanması gecikti, yeni yollar yapılmadı.

Altyapı yatırımları sekteye uğradı: Şehirde su baskınları, çöp sorunları ve ulaşım aksaklıkları artık sıradanlaştı.

Ekonomik kriz ve yüksek maliyetler: İBB’nin yönetiminde mali sıkıntılar had safhaya ulaştı, borç katlandı. Reklam ve şovlara ayrılan bütçeler, hizmetten esirgenmeye başlandı.

Sosyal ve kültürel erozyon: İstanbul, manevi ve tarihi kimliğini koruma noktasında zafiyet yaşadı. Değerler aşındı, şehrin dokusuna uygun olmayan etkinlikler teşvik edildi.

Bu tablo, İstanbul’un seçmenine şu soruyu sordurmalı: “Gerçekten de doğru bir karar mı verdik?”

Erdoğan’a Ders Vermek İsterken Ders Almak

İstanbul, 1994 yılında Recep Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanı olmasıyla yepyeni bir döneme adım atmıştı. O dönem su sıkıntısı, çöp dağları, hava kirliliği gibi devasa sorunlar vardı. Erdoğan ve ekibi, kararlı yönetimiyle bu sorunları çözdü ve İstanbul’a vizyon kazandırdı.

Ancak 2019’da İstanbul seçmeni, 25 yıl boyunca AK Parti kadrolarının hizmet ettiği şehri farklı bir yönetime teslim etti. Kimi, “bir ders vermek” için, kimi de “değişim olsun” diyerek bu kararı verdi. Ama gelinen nokta, verilen dersin geri dönüşünün ağır bir fatura olduğunu gösteriyor.

Zira “ders vermek” için oy verenler, beş yıl boyunca artan trafik çilesi, su baskınları, metro projelerinin gecikmesi ve belediye hizmetlerindeki zafiyet gibi sonuçlarla bizzat ders aldı. İstanbullular, “hizmet değil, algı belediyeciliği” gerçeğiyle yüzleşti.

İbret Alınmazsa Tarih Tekerrür Eder

Bu süreç, sadece İstanbul değil, Türkiye genelindeki seçmenler için de önemli bir ders niteliğinde. Zira sandık, sadece günü kurtarmak için değil, geleceği inşa etmek için bir araçtır. Eğer oy kullanırken duygusallık ağır basarsa, sonuçları acı olabilir.

İstanbul’un iki dönemde yaşadığı tecrübeler, sadece belediye başkanı seçmenin ötesinde bir anlam taşıyor. Bu seçimler, hizmet odaklı yönetim ile algı yönetimi arasındaki farkı net bir şekilde ortaya koymuştur. Eğer bu süreçten ibret alınmazsa, tarih tekerrür eder ve bedeli daha da ağır olur.

Özetle, İstanbul’un “ders verme” gayesiyle çıktığı yol, ona ağır bir fatura çıkardı. Ancak en önemli soru şu: “Acaba bu ders gerçekten öğrenildi mi?”




DÜNYA HERKESİN VE HER KESİMİN BULUŞUP BIR ARAYA GELEREK, AHİRETTE DE BERABER OLACAĞI BİR YERDİR .

DÜNYA HERKESİN VE HER KESİMİN BULUŞUP BIR ARAYA GELEREK, AHİRETTE DE BERABER OLACAĞI BİR YERDİR . [1]

DÜNYA HERKESİN VE HER KESİMİN BULUŞUP BIR ARAYA GELEREK, AHİRETTE DE BERABER OLACAĞI BİR YERDİR. NEMRUD VE NEMRUTCUKLARLA, HZ. İBRAHİM VE SEVENLERİNİN AYRILDIĞI VE AYRIŞTIĞI BİR YERDİR.


Dünya: Birlikte Yaşanan, Ama Ahirette Ayrışılan Bir Diyâr

Dünya, tüm insanlığın buluştuğu, farklı inançların, ideolojilerin, iyilik ve kötülüğün iç içe olduğu bir sahnedir. Bu sahnede herkes bir arada yaşar, nefes alır, aynı güneşi paylaşır. Ancak, asıl ayrışma ahirette olacaktır. Çünkü dünya, Nemrut ve Nemrutçuklarla, Hz. İbrahim ve sevenlerinin yollarının ayrıştığı bir sınav yeridir.

1. Dünya: Herkesin Birlikte Olduğu Bir Sınav Alanı

Dünya, sadece müminlerin veya sadece zalimlerin yaşadığı bir yer değildir. İyilik ve kötülük, adalet ve zulüm, iman ve inkâr her zaman iç içe olmuştur.

Hz. Musa ile Firavun aynı dönemde yaşadı. Ama biri zalimliğiyle anıldı, diğeri peygamberliğiyle…

Hz. İbrahim ile Nemrut aynı dünyada yaşadı. Ama biri ateşin içinde serinliğe kavuştu, diğeri kendisini ilah ilan edip helak oldu.

Peygamber Efendimiz (sav) ile Ebu Cehil aynı şehirde yaşadı. Ama biri âlemlere rahmet oldu, diğeri adını bile kötü bir unvan olarak bıraktı.

Bu, dünyanın değişmez hakikatidir. Herkes bir arada yaşar, ama herkes aynı kaderi paylaşmaz. Çünkü dünya, herkesin sınandığı bir yerdir.

2. Nemrut ve Nemrutçuklar: Zulmün ve Kibirin Temsilcileri

Nemrut, sadece bir şahıs değil, tarih boyunca süregelen kibirli, zalim, Allah’ı unutmuş güçlerin bir sembolüdür. Nemrut’un yolunda gidenler, hakikati çarpıtan, kendilerini ilah gibi gören, zulümle hükmeden ve insanları köleleştiren anlayışın temsilcileridir.

Bugünün Nemrutçukları, hakikati susturmaya çalışıyor.

Adalet yerine zulmü, merhamet yerine hırsı yüceltiyor.

İnsanların gönüllerini, mallarını ve özgürlüklerini sömürerek kendilerini “güçlü” sanıyorlar.

Ama unutulmamalıdır ki: Nemrut’un saltanatı ateşte sona erdi. Firavun, denizde boğuldu. Zalimler, daima bir sonla karşılaştılar.

3. Hz. İbrahim ve Sevenleri: Hakikatin Yolcuları

Hz. İbrahim, tevhidi savunan, zulme boyun eğmeyen, Nemrut’un karşısında tek başına bile olsa dimdik duran bir iman timsalidir. Onun yolunda olanlar:

Hakkın yanında dururlar, zulme rıza göstermezler.

Allah’a dayanır, dünyayı asıl yurt olarak görmezler.

Zalimin tahtı sarsılsa bile, sabır ve dua ile mücadele ederler.

Hz. İbrahim’in ateşe atılmasına rağmen yanmaması, bize şu hakikati gösterir: Zalimler ne kadar güçlü olursa olsun, Allah dilediğinde ateşi bile serin kılar.

4. Ahiret: Asıl Ayrışmanın Yaşanacağı Yer

Dünya, Nemrut ile İbrahim’in, Firavun ile Musa’nın, hak ile batılın aynı atmosferde nefes aldığı yerdir. Ama ahiret, asıl hesap günüdür.

Zalimler, güçlerini kaybedip hesap verecek.

Mazlumlar, sabırlarının karşılığını alacak.

İyiler ve kötüler, bir daha bir araya gelmemek üzere ayrılacak.

Dünya, bir imtihan meydanı; ahiret ise nihai duraktır. Bu dünyada kimin yanında durduğumuz, ahirette nerede olacağımızı belirleyecektir.

Sonuç: Kimin Yanında Yer Alacağız?

Dünya, herkesin aynı sofraya oturduğu, aynı yağmurla ıslandığı, aynı güneşle aydınlandığı bir yerdir. Ama asıl önemli olan, kimin tarafında durduğumuzdur.

Nemrut’un mu, İbrahim’in mi?

Firavun’un mu, Musa’nın mı?

Zulmün mü, adaletin mi?

Bu dünya, herkesin aynı kaderi paylaşacağı bir yer değil. Bugün iç içe yaşasak da, ahirette yollarımız ayrılacak.

Hangi yolda yürüdüğümüz, nerede durduğumuz ve kimlerle beraber olduğumuz, sonsuz yurdumuzu belirleyecek.

Hadiste: “Kişi sevdiğiyle beraberdir. ” buyurulur.
Ne diyelim!
Allah herkesi sevdiğiyle beraber eylesin.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=4m38koDtnio