BİG BROTHER: GÖZÜ ÜSTÜMÜZDE OLAN GÖLGE

BİG BROTHER: GÖZÜ ÜSTÜMÜZDE OLAN GÖLGE


Bir göz, her şeyi izliyor… Kim, nerede, ne yapıyor, ne düşünüyor, hangi fikirlere sahip? Artık her şey kayıt altında. 1984 romanındaki Big Brother (Büyük Birader) bir kurgu muydu, yoksa gerçeğe dönüşen bir kehanet mi?

Bugün, her adımımız, her konuşmamız, her terciğimiz izleniyor. Amaç ne? Kim izliyor? Ve en önemlisi, neden?

BÜYÜK BİRADER VE KONTROL MEKANİZMASI

George Orwell’ın meşhur romanında, Büyük Birader her şeyi gören, duyan ve kontrol eden bir güçtü. İnsanlar izlenir, sansüre uğrar ve kendi fikirlerinden bile şüphe eder hâle gelirdi. Çünkü sürekli bir gözetim altındaydılar.

Peki, bugün farklı mı?

Telefonlarımız dinleniyor.

İnternette ne aradığımız kaydediliyor.

Sosyal medyada kime ne yazdığımız takip ediliyor.

Konum servisleri sayesinde nerede olduğumuz biliniyor.

Kameralar, yüz tanıma sistemleri, yapay zekâ algoritmaları ile hareketlerimiz analiz ediliyor.

Tüm bunlar bize güvenlik adı altında sunuluyor. Ama asıl soru şu: Gerçekten bizi koruyorlar mı, yoksa bizi kontrol mü ediyorlar?

KOMPLO MU, GERÇEK Mİ?

Bir zamanlar “Büyük Birader seni izliyor” sözü bir komplo teorisi gibi görünüyordu. Ama artık büyük şirketlerin ve devletlerin nasıl bir gözetim ağı kurduğunu hepimiz görüyoruz.

Sosyal medya platformları, bizim hakkımızda bizden daha fazla şey biliyor. Ne sevdiğimizi, ne düşündüğümüzü, hangi konuda hassas olduğumuzu analiz ediyorlar.

Cep telefonlarımız, kameralarımızı ve mikrofonlarımızı kullanarak bizi dinleyebiliyor. Bazı insanlar bir ürün hakkında konuştuğunda, bir süre sonra tam o ürünün reklamını görüyor. Peki, bu nasıl mümkün oluyor?

Büyük teknoloji şirketleri, verilerimizi topluyor ve satıyor. Kime satıyorlar? Kim bu verileri kullanıyor?

Bize “mahremiyetiniz var” deniyor, ama gerçekte mahremiyet diye bir şey kalmadı.

KONTROL EDİLEN TOPLUM: DÜŞÜNCEYİ YÖNLENDİRME

Orwell’ın 1984’ündeki gibi “düşünce suçu” kavramı gerçek oluyor mu?

İnternette bazı fikirleri savunursan sansürleniyorsun.

Bazı gerçekleri konuşursan etiketleniyorsun: “Aşırı uç, tehlikeli, zararlı…”

Medya ve sosyal platformlar, belirli içerikleri öne çıkarırken, bazılarını gömmek için algoritmalar kullanıyor.

Bu ne anlama geliyor? Düşünceler yönlendiriliyor, insanlar farkında olmadan kontrol ediliyor.

Bugün fark ettiğimiz bir şey var: Eğer sistemin hoşuna gitmeyen bir fikri savunuyorsan, ya sesin kesilir ya da itibarsızlaştırılırsın.

ÇIKIŞ YOLU VAR MI?

Büyük Birader’in gözetiminden tamamen kaçmak zor, belki de imkânsız. Ama bilinçli olmak, farkında olmak bizi daha az manipüle edebilir.

1. Mahremiyetini koru: Kişisel bilgilerini paylaşırken dikkatli ol.

2. Sorgula: Sana sunulan bilgileri eleştirel bir gözle değerlendir.

3. Bağımsız düşün: Medyanın veya sosyal medyanın yönlendirdiği kalıplardan çık.

4. Özgürlüğünü savun: Konuşma özgürlüğünün ve mahremiyet hakkının savunucusu ol.

Sonuç:
Big Brother artık bir hayal değil, içimizde yaşayan bir gerçek. Ama en büyük tehlike insanların bunu normalleştirmesi ve gözetilmeye alışmasıdır. Çünkü insanlar özgürlüğü kaybettiğinde değil, onun farkında bile olmadığında g




ANNE KARNINDA BAŞLAYAN TANIŞIKLIK VE BERABERLİĞİN KABİRDE SON BULMASI ÜZERİNE RUHUN BEDENLE OLAN SOHBETLERİ.

ANNE KARNINDA BAŞLAYAN TANIŞIKLIK VE BERABERLİĞİN KABİRDE SON BULMASI ÜZERİNE RUHUN BEDENLE OLAN SOHBETLERİ.


Ruh ile Bedenin Sohbeti: Anne Karnında Başlayan Yolculuğun Kabirdeki Vedası

İnsan, anne karnında ruh ve bedenin bir araya gelmesiyle yolculuğuna başlar. Ruh, ilahi bir nefha olarak bedene üflenir ve birlikte bir ömür sürerler. Ruh ve beden birbirine alışır, birbirine eşlik eder. Ama bu birliktelik sonsuz değildir. Nihayetinde ölüm gelir ve kabirde ruh ile beden vedalaşır. İşte, bu vedanın hikmetli ve düşündürücü bir sohbeti:

İlk Tanışıklık: Anne Karnında Ruh ile Beden

Bir gün, Allah’ın emriyle ruh, göklerden iner ve bir bedenin içine yerleştirilir. İlk başta, yeni yuvasına alışamaz, dar ve sıkıcı bulur. Derken, bedeniyle konuşmaya başlar:

Ruh: Sen kimsin? Burası neresi?

Beden: Ben senin dünyadaki bineğin, kıyafetin, yoldaşınım. Burası ise bizim geçici durağımız; henüz dünyaya gelmedik.

Ruh: Dünya da neyin nesi?

Beden: Biraz daha sabret. Yakında karanlık bir tünelden geçeceğiz ve oraya ulaşacağız.

Ve vakti gelince bebek dünyaya gelir. Ruh, artık bedenin içine tam anlamıyla yerleşmiştir. O günden sonra, ruh ve beden birlikte yürür, birlikte ağlar, birlikte güler…

Dünya Hayatında Ruh ile Bedenin Sohbeti

Yıllar geçer, çocuk büyür, genç olur, yetişkin olur. Ruh ve beden sık sık dertleşir.

Ruh: Ey beden! Dünya çok aldatıcı, çok cazip. Ama ben burada huzur bulamıyorum.

Beden: Ben ise dünyayı seviyorum. Yemeği, içmeyi, uyumayı, güzel giysileri, rahatlığı…

Ruh: Ama senin heveslerin beni yavaşlatıyor, beni Rabbimden uzaklaştırıyor.

Beden: Ama sen de beni yoruyorsun! Hep ibadet etmek istiyorsun, hep manevi şeyler düşünüyorsun.

Ve böylece ruh ile beden arasında bir mücadele başlar. Beden dünyaya meylederken, ruh ahirete yönelmek ister. Kim galip gelirse, insanın kaderi de ona göre şekillenir.

Kabir Kapısında Son Sohbet

Derken, ecel vakti gelir. Beden yorgundur, ruh ise yolculuğa hazır. Son nefes verilir ve ruh, bedenden ayrılır. Ama bu, kolay bir ayrılık değildir. Kabre konulduklarında, ruh ile beden son kez konuşur:

Beden: Bunca yıl birlikteydik, şimdi beni burada mı bırakıyorsun?

Ruh: Üzgünüm, ama benim Rabbime dönmem gerek. Sen ise geldiğin yere, toprağa döneceksin.

Beden: Ama ben sensiz çürüyüp yok olacağım.

Ruh: Hayır! Sen yok olmayacaksın. Yeniden diriliş günü geldiğinde, Allah seni tekrar yaratacak ve biz yine birlikte olacağız. Ama o gün kimin kazandığını göreceğiz: Sen mi ben mi?

Beden sessiz kalır. Artık yalnızdır. Ama ruh, Rabbi Rahîm’in huzuruna giderken, yaptığı amellere göre bir yer bulacaktır.

Sonuç: Kimin İçin Çalıştın?

Ömür boyunca insan, ruhunu mu besledi, bedenini mi? Eğer bedenin arzularına kapıldıysa, kabirde pişman olacaktır. Ama ruhunu arındırdıysa, o zaman Rabbi Rahîm’in huzuruna yüz akıyla çıkacaktır.

Şimdi düşünme vakti: Günlerimizi, yıllarımızı ne uğruna harcadık? Bedeni mutlu etmek için mi, yoksa ruhu yüceltmek için mi?

Çünkü sonunda her şey aslına döner:
Beden toprağa, ruh ise Rabbine…

 

 




ÖLÜM RUHUN RABBİ RAHİME VE BEDENİN TOPRAK ANA OLAN ANA TOPRAĞA KAVUŞTUĞU AN VE ZAMANDIR.

ÖLÜM RUHUN RABBİ RAHİME VE BEDENİN TOPRAK ANA OLAN ANA TOPRAĞA KAVUŞTUĞU AN VE ZAMANDIR.

Ölüm: Ruhun Rabbi Rahîme, Bedenin Ana Toprağa Kavuştuğu An

Hayat bir emanet, ölüm ise o emaneti sahibine teslim etme vaktidir. İnsan, bu dünyaya gelirken kendisine bir ruh verilmiş, bedeni ise topraktan yaratılmıştır. Hayat boyu bu iki unsur, ruh ve beden, bir arada bulunur. Ama ne ruh bedene ait ne de beden ruhsuz var olabilir. Sonunda, vakti geldiğinde ruh Rabbi Rahîme, beden ise ana toprağa döner. İşte ölüm, bu ayrılışın adıdır.

Ruh: İlahi Emanet ve Asıl Yurt

Kur’an-ı Kerim’de ruh hakkında Rabbimiz şöyle buyurur:

“Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir…” (İsra, 85)

Bu ayet, ruhun mahiyetini anlamakta insanın sınırlı bir bilgiye sahip olduğunu gösterir. Çünkü ruh, ilahi bir sırdır. O, bedene üflenmiş bir nefhadır ve dünya hayatında insana şuurlu bir varlık olma vasfı kazandırır. Ancak ölümle birlikte bu emaneti geri alma vakti gelir ve ruh, Rabbi Rahîm’e döner.

Bu dönüş, müminler için bir kavuşmadır. Onlar için ölüm bir yok oluş değil, sevgiliye varış, Rabbine ulaşmadır. Mevlâna’nın şu sözü bu gerçeği ne güzel anlatır:

“Ölüm günü, benim için düğün gecesidir.”

Çünkü Rabbine kavuşan bir ruh, dünya zindanından kurtulmuş olur.

Beden: Topraktan Geldik, Toprağa Döneceğiz

Beden ise tamamen bu dünyaya aittir. Kur’an’da şöyle buyurulur:

“O (Allah), sizi yerden (topraktan) yaratmıştır ve orada yaşatmaktadır. Sonunda yine oraya döndürecek ve sonra tekrar çıkaracaktır.” (Nuh, 17-18)

Bu, insanın fani oluşunun en açık delilidir. Ne kadar güçlü olursa olsun, ne kadar zengin ya da kudretli olursa olsun, insanın sonu topraktır. Tüm servetini, makamını, hayallerini geride bırakır. Nice sultanlar, nice alimler, nice savaşçılar geldi geçti… Hepsi toprağa karıştı.

İbn Ataullah el-İskenderî şöyle der:

“Bedenin toprağa karıştığı gibi, senin nefsin de dünyanın süsüne karışır. Eğer kendini kurtarmak istiyorsan, ruhunu Rabbi Rahîm’e bağla.”

İbretli Bir Hikâye

Bir gün bir padişah, bilge bir alime sorar:

— Bana ölümle ilgili ibret verici bir söz söyle.

Alim tebessüm eder ve der ki:

— Ey sultan! Senin sarayın çok güzel, tahtın muhteşem, hazinen dolup taşıyor. Ama gün gelecek, seni de bir kefene saracaklar. Ve senin bedenin de toprağa karışacak. O zaman ne tahtın, ne hazinen, ne de orduların sana fayda verecek. Eğer gerçek bir sultan olmak istiyorsan, ruhunu Allah’a, kalbini ahirete yönelt. Çünkü gerçek zenginlik, Rabbi Rahîm’in katında olanlardır.

Padişah bu sözleri duyunca uzun uzun düşünür. Ve der ki:

— Şimdi anlıyorum, ölüm benim için bir kayıp değil, asıl kazanç o vakit olacak.

Sonuç: Hazırlıklı Olmak Gerek

Ölüm, ruhun Rabbi Rahîm’e, bedenin ise ana toprağa döndüğü andır. O halde insan bu büyük dönüşe hazırlıklı olmalıdır. Bedenin son durağı toprak, ruhun ebedi durağı ise ya cennet ya da cehennemdir. Akıllı insan, bedenine değil, ruhuna yatırım yapandır. Zira beden fanidir, ama ruh ebediyete yürüyendir.

Öyleyse, ne mutlu Rabbi Rahîm’e kavuşmaya hazırlananlara, ne mutlu ana toprağa gülümseyerek girenlere…

 

 




ALLAH’IN GAZABI İLAHİ GAZAB

ALLAH’IN GAZABI İLAHİ GAZAB[1]


“Nûh dedi ki: “Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!”
“Bırakacak olursan, onlar senin kullarını yoldan çıkarırlar ve ancak kendileri gibi ahlâksız, günahkâr ve azılı kâfir nesiller yetiştirirler.”
“Rabbim! Beni, anne-babamı, mü’min olarak evime girenleri, bütün mü’min erkeklerle mü’min kadınları bağışla! Zâlimlerin ise ancak helâkini artır! Köklerini kurut!”Nuh Suresi.26-28.

İlahi Gazap: Hak ve Batılın Son Savaşı

Tarih boyunca insanoğlu iki büyük yol ayrımıyla karşı karşıya kalmıştır: Hak ve batıl, iman ve inkâr, adalet ve zulüm. Allah, insanları doğru yola iletmek için peygamberler göndermiş, onlara kitabını indirmiş ve kullarına merhametiyle muamele etmiştir. Ancak bazı toplumlar, hakikate gözlerini kapatarak inkârda, azgınlıkta ve zulümde sınır tanımamış; Allah’a, peygamberlerine ve müminlere karşı büyük bir düşmanlık sergilemiştir. İşte bu noktada ilahi gazap tecelli etmiş ve tarih sahnesinde helak edilen kavimler, insanlığa bir ibret levhası olarak bırakılmıştır.

1. Nûh’un Çağrısı ve Kavminin İnatçılığı

Nûh (a.s.), insanları 950 yıl boyunca Allah’a iman etmeye davet etti (Ankebut 14). Onları sabırla, hikmetle ve şefkatle uyardı. Fakat kavmi, ona inanan bir avuç mümin dışında inkârda diretti. Hatta Nûh’a eziyet ettiler, onu yalanladılar ve alay konusu yaptılar:

> “Dediler ki: Ey Nûh! Bizimle mücadele ettin ve mücadelede ileri gittin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğin azabı getir.” (Hud, 32)

Bu sözler, Enfâl 32’de müşriklerin Hz. Muhammed (s.a.v.)’e meydan okuyarak gökten taş yağdırmasını istemeleriyle büyük benzerlik gösterir. Kibir ve inat, onları gerçeği görmelerine engel olmuştur.

Nûh (a.s.), tüm çabalarına rağmen kavminin azgınlığının nesilden nesile aktığını görünce Allah’a yönelmiş ve ilahi gazabı talep etmiştir:

> “Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!” (Nûh, 26)

Bu dua, Nûh’un öfkesinden değil, kavminin artık iflah olmaz bir noktaya geldiğini görmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü eğer yaşarlarsa, gelecek nesilleri de saptıracakları aşikârdı.

2. İlahi Gazabın Hikmeti: Zulmün Devamını Engellemek

Allah, hiçbir toplumu zulüm ve isyan etmeksizin helak etmez. Kur’an, ilahi gazabın sebeplerini şöyle açıklar:

1. Hakkın açık delillerle gelmesine rağmen inkârda ısrar etmek

2. Peygamberlere ve müminlere zulmetmek, onları yurdundan çıkarmak

3. Allah’a isyanı sistemli hale getirmek ve günahı yaymak

> “Bir memleketi helak etmek istediğimizde, oranın nimet içinde şımaranlarına (hakka uymalarını) emrederiz. Onlar ise isyan ederler. Böylece azap onlara hak olur ve biz de orayı yerle bir ederiz.” (İsra, 16)

Bu ilahi yasa gereği, Nûh kavmi suda boğularak helak edilmiştir (Nûh, 27). Lut kavmi taş yağmuru ile, Ad kavmi kasırga ile, Semud kavmi yıldırım ile, Firavun’un ordusu denizde boğularak helak edilmiştir.

Allah, azabı ile yeryüzünü temizler, böylece zulmün nesilden nesile geçmesine izin vermez. Eğer ilahi gazap tecelli etmeseydi, iman ehli her devirde yok edilirdi.

3. Günümüzle Bağlantısı: İlahi Gazaptan Kurtulmanın Yolu

Tarih boyunca helak olan toplumlar, iman eden azınlığı ezmeye, hakikati bastırmaya ve günahı yaymaya çalışan kibirli yöneticiler ve destekçileri tarafından yönetilmiştir. Bugün de, dünya düzeninde adaletsizlik, zulüm, günahın yayılması, Allah’a isyanın normalleşmesi gibi durumlar devam etmektedir.

Ancak Kur’an, ilahi gazabın hemen tecelli etmeyeceğini bildirir:

> “Sen onların içinde bulunduğun sürece Allah onlara azap etmeyecek. Ve onlar bağışlanma diledikleri sürece de Allah onlara azap etmeyecek.” (Enfâl, 33)

Bu ayet, istiğfarın, peygamberlerin ve salih kulların varlığının toplumu koruduğunu gösterir. Eğer insanlar tövbe edip Allah’a yönelirse, ilahi rahmet gazabın önüne geçer. Ancak zulüm devam eder ve toplumu yozlaştırırsa, ilahi azap kaçınılmaz olur.

Sonuç: İlahi Gazaptan Korunmanın Yolu

1. İstiğfar etmek: Allah’tan bağışlanma dilemek, ilahi gazabı kaldırır.

2. Zulmü engellemek: Hakkı savunmak ve mazlumları korumak, bir toplumun helak olmasını önler.

3. Peygamberin sünnetine tabi olmak: Rasulullah (s.a.v.)’in varlığı Mekkelileri nasıl koruduysa, onun yoluna sarılmak da bizi korur.

4. İman ehlinin duası ve mücadelesi: Müminlerin duaları, helak edici bir felaketi önleyebilir.

Nûh’un kavmi, Enfâl 32’deki müşrikler ve diğer helak edilen toplumlar bize önemli bir ders verir: Allah’a isyanı yaygınlaştıran, hakkı engelleyen ve zulümde ısrar eden toplumlar, ilahi gazaba uğrar. Ancak bağışlanma dileyen, hakka yönelen ve salih ameller işleyen toplumlar Allah’ın rahmetine nail olur.

Bugün, dünyada kötülüğün yayılması, ahlaki çöküntü, adaletsizlik ve zulüm artıyorsa, bizler de Nûh’un duasını hatırlayıp, hak ile batıl arasındaki mücadelede nerede durduğumuzu sorgulamalıyız. Çünkü ya ilahi gazabı hak edenlerden oluruz ya da rahmete mazhar olanlardan. Seçim bizim…

[1] https://www.youtube.com/watch?v=CGE5O6eZIPo




KURAN-I KERİM’DE AKIL- KALB VE RUH VE BUNLARIN GÖREVLERİNİ YAPMALARININ ÖNÜNDEKİ ENGELLER.

KURAN-I KERİM’DE AKIL- KALB VE RUH VE BUNLARIN GÖREVLERİNİ YAPMALARININ ÖNÜNDEKİ ENGELLER. AYETLER BÜTÜNLÜĞÜ İÇERİSİNDEKİ BAĞLANTISI.[1]


Kur’ân-ı Kerîm’de akıl, kalp ve ruh birbirine bağlı kavramlar olarak ele alınır ve insanın manevi hayatında önemli bir yer tutar. Bu üç unsurun görevlerini tam anlamıyla yerine getirmesinin önündeki engeller de ayetlerde çeşitli yönlerden açıklanır.

1. Akıl (Düşünme, Anlama Yeteneği)

Akıl, doğruyu ve yanlışı ayırt etme, ibret alma ve hikmeti kavrama yeteneğidir. Kur’ân, aklı kullanmayı ve düşünmeyi teşvik eder, aklın kullanılmamasını ise kınar.

Düşünen akıl:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akıl sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.” (Âl-i İmrân 3/190)

Aklın körelmesi (düşünmemek ve inat):
“Onların kalpleri vardır, fakat onunla anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onunla görmezler. Kulakları vardır, fakat onunla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağıdırlar. İşte onlar gaflet içindedirler.” (A’râf 7/179)

Engeller:

Gaflet (düşünmemek)

Taklitçilik ve körü körüne inanma (Bakara 2/170)

Nefsani arzulara uymak (Câsiye 45/23)

2. Kalp (Duygusal ve Ruhsal Merkez)

Kur’ân’da kalp, sadece fiziksel bir organ değil, aynı zamanda inancın, duyarlılığın ve idrakin merkezi olarak tanımlanır. Kalbin manevi durumları, kişinin Allah’a yakınlığını veya uzaklığını belirler.

Temiz ve sağlıklı kalp:
“O gün ne mal fayda verir ne de evlat! Ancak Allah’a kalb-i selim (arınmış bir kalp) ile gelenler başka.” (Şuarâ 26/88-89)

Mühürlenmiş kalp (katılaşma ve duyarsızlık):
“Hayır! Kazandıkları günahlar sebebiyle onların kalpleri paslanmıştır.” (Mutaffifîn 83/14)
“Allah, inkârcıların kalplerini mühürlemiştir, artık onlar anlayamazlar.” (Bakara 2/7)

Engeller:

Günahların birikmesi ve kalbin paslanması (Mutaffifîn 83/14)

İnançsızlık ve kibir (Bakara 2/7)

Dünya sevgisi ve şehvetin esiri olmak (Hadîd 57/20)

3. Ruh (İlahi Nefha ve Maneviyat)

Kur’ân’da ruh, Allah’ın insana üflediği ilahi bir emanet olarak görülür. Ruh, insanın Allah ile bağ kurmasını sağlayan temel unsurdur.

Ruhun kaynağı:
“Sana ruhtan soruyorlar. De ki: ‘Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.’” (İsrâ 17/85)

Ruhun olgunlaşması ve nefis terbiyesi:
“Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kirleten ise ziyan etmiştir.” (Şems 91/9-10)

Engeller:

Dünya tutkusu ve maneviyatsızlık (Tekâsür 102/1-2)

Şeytanın vesvesesi ve nefis tuzakları (Yusuf 12/53)

Zikirden ve ibadetten uzaklaşmak (Zümer 39/22)

Ayetlerin Bütünlüğü İçinde Bağlantı

Kur’ân’da akıl, kalp ve ruh birbiriyle iç içedir. Akıl düşünmezse, kalp katılaşır ve ruh zayıflar. Bir insan, aklını kullanıp tefekkür ederse, kalbi temizlenir ve ruhu yükselir. Ancak gaflet, günah ve kibir bu üç unsuru da etkisiz hâle getirebilir.

Özetle:

Akıl, hakikati anlamak için bir araçtır.

Kalp, hakikati hissetme ve yaşama merkezidir.

Ruh, insanı Allah’a bağlayan en derin boyuttur.

Bu yüzden Kur’ân, aklı çalıştırmayı, kalbi temiz tutmayı ve ruhu Allah’a yönlendirmeyi öğütler.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=A_nC1vltuQ4




TÜRKİYE’DE TOPLUMA YANSIYAN KAVGA MEDYA KAVGASI VE MEDYA HİZİBLEŞMESİDİR.

TÜRKİYE’DE TOPLUMA YANSIYAN KAVGA MEDYA KAVGASI VE MEDYA HİZİBLEŞMESİDİR. TOPLUMDAKİ KAOSU BİR KISIM MEDYA BESLİYOR. ONLARIN BİR KISMINI DA GİZLİ ÖRGÜTLER BESLİYOR.


MEDYA SAVAŞLARI VE TOPLUMUN KAYBOLAN GERÇEKLERİ

Tarih boyunca toplumlar, bilgiye erişim biçimlerine göre yönlendirilmiş, yönlendirilirken de bazen hakikatten koparılmıştır. Modern dünyada ise bu sürecin en güçlü araçlarından biri medyadır. Özellikle Türkiye gibi siyasi ve toplumsal dinamikleri güçlü ülkelerde medya, bir savaş alanına dönüşmekte, toplumun zihniyeti bu savaşın içerisinde yoğrulmaktadır.

MEDYANIN KUTUPLAŞMASI VE TOPLUMSAL KAOS

Günümüz Türkiye’sinde medya, farklı ideolojik kamplara bölünmüş ve tarafsız habercilik anlayışı büyük oranda kaybolmuştur. Medya, ya bir grubun propagandasını yapmakta ya da belirli bir zümrenin çıkarlarını savunmaktadır. Halk ise gerçek bilgilere ulaşmak yerine, kendisine sunulan yönlendirilmiş haberlerle düşünmeye zorlanmaktadır.

Bu süreç, toplumun iki kesime ayrılmasına neden olur:

1. Medyanın sunduğu görüşleri sorgulamadan kabul edenler

2. Medyanın manipülasyonunu fark eden ancak gerçeğe ulaşmakta zorlananlar

Her iki durumda da sonuç aynıdır: Kaos ve güvensizlik ortamı. Çünkü bir kısım medya, toplumun belli kesimlerini sürekli diğerlerine karşı kışkırtmakta, düşmanlık ve öfke üretmektedir. Oysa bir milletin güçlü kalması için en önemli unsur birlik ve beraberliktir.

MEDYANIN ARKASINDAKİ GİZLİ EL

Tarih boyunca, toplumları yönlendirmek isteyen iç ve dış güçler, medya benzeri araçları kullanarak algı yönetimi yapmıştır. Osmanlı’nın yıkılış döneminde, Batı destekli gazetelerin halkı kışkırtması, 20. yüzyılda komünist ve faşist ideolojilerin propaganda makinelerinin insanları yönlendirmesi, bunun en açık örnekleridir.

Bugün de, birçok medya kuruluşunun arkasında kimlerin olduğu sorgulandığında, yerli ve milli olmayan güçlerin büyük etkisi olduğu görülmektedir. Bir kısmı ideolojik bir ajandaya hizmet ederken, bir kısmı ise maddi çıkarlar doğrultusunda hareket etmektedir. Ancak hepsinin ortak noktası, toplumu bölmek, zihinleri bulandırmak ve güveni sarsmaktır.

TARİHTEN İBRETLİ BİR DERS: ENDÜLÜS’ÜN YIKILIŞI

Bu sürecin tarihte en dramatik örneklerinden biri Endülüs’tür. Endülüs, Müslümanların bilimde, sanatta ve medeniyette zirveye ulaştığı bir yerdi. Ancak zamanla içeride fitne ve bölünme başladı. Farklı grupların, mezheplerin ve siyasi güçlerin birbirine düşmesi, düşmanı içeriden besledi. Endülüs halkı, gerçek tehdidin dışarıdan değil, içeriden geldiğini anladığında artık çok geçti.

Bugün de, medya üzerinden yapılan savaşların, halkı birbirine düşürme amacına hizmet ettiği açıktır. Toplum, eğer bu oyunu fark etmezse, geçmişte yaşanan felaketlerin bir benzerini yaşaması kaçınılmazdır.

ÇÖZÜM: MEDYA OKURYAZARLIĞI VE ŞUURLU BİREYLER

Peki bu sarmaldan çıkış yolu nedir? Öncelikle toplumun medya okuryazarlığını geliştirmesi, her duyduğunu sorgulaması ve farklı kaynaklardan bilgi edinmesi gerekmektedir. Tek taraflı bilgiye mahkum olan bir toplum, gerçeğe ulaşamaz ve başkalarının yönlendirmesiyle hareket eder.

Ayrıca, bilinçli ve şuurlu bireyler yetiştirmek, nesillerin hakikat ile yönlenmesini sağlamak zorundayız. Aksi takdirde, medya ve onun arkasındaki güçlerin ürettiği sanal kavgaların gerçek dünyada toplumu nasıl parçaladığını izlemek zorunda kalırız.

SONUÇ: MEDYAYI ARAÇ DEĞİL, AMAÇ YAPMAK

Medya, doğru kullanıldığında büyük bir nimet, kötüye kullanıldığında ise büyük bir fitne aracıdır. Bizim görevimiz, hakikatin tarafında durarak medyanın toplumları bölmesine izin vermemek, aksine onu birlik ve beraberliği güçlendiren bir araç haline getirmektir. Unutmamak gerekir ki, medya savaşlarında taraf olan değil, bilinçli bireyler olarak hakikati savunanlar kazanacaktır.

@@@@@##

Bak:
https://tesbitler.com/index.php?s=Yazar
https://tesbitler.com/index.php?s=Medya
https://www.haber7.com/foto-galeri/91111-gizli-taniktan-murat-ongun-itirafi-finanse-ettigi-gazetecileri-tek-tek-soyledi

 

 




GEREK TÜRKİYE’Yİ VE GEREKSE İSLAM DÜNYASINI KARIŞTIRAN TEMEL OLARAK FİTNELERİN SEBEPLERİ.

GEREK TÜRKİYE’Yİ VE GEREKSE İSLAM DÜNYASINI KARIŞTIRAN TEMEL OLARAK FİTNELERİN SEBEPLERİ.


FİTNELERİN SEBEPLERİ VE ÇIKIŞ NOKTALARI: TÜRKİYE VE İSLAM DÜNYASI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

Tarih boyunca İslam dünyası pek çok fitne, kargaşa ve bölünme ile karşı karşıya kalmıştır. Bu fitnelerin bazıları siyasi, bazıları ekonomik, bazıları ise doğrudan inanç ve mezhep farklılıklarından kaynaklanmıştır. Türkiye ve İslam coğrafyası özelinde ele aldığımızda, fitnelerin temel sebepleri ise;

1. Cehalet ve Bilgisizlik

İslam, ilme ve hikmete büyük önem vermiştir. Ancak cehaletin yaygın olduğu toplumlarda fitne ve fesat daha kolay yayılır. İnsanlar bilgiye değil, dedikodulara, komplo teorilerine ve yanlış yönlendirmelere inanır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “İlim öğrenmek her Müslümana farzdır.” buyurarak, ilmin fitneleri önleyici en önemli unsur olduğunu bildirmiştir. Ancak cehalet arttıkça, insanlar hakikati ayırt edemez hale gelir ve fitne ateşine odun taşır.

2. Mezhep ve Fırka Ayrılıkları

Tarih boyunca Müslümanlar arasında birçok mezhep ve fırka ayrılığı yaşanmıştır. Bu ayrılıklar bazen ilmi ve fikri çerçevede kalmışsa da çoğu zaman siyasi ve sosyal çatışmalara dönüşmüştür. Günümüzde de mezhep farklılıkları, düşmanlarımız tarafından bir silah olarak kullanılmakta ve Müslümanlar birbirlerine düşman edilmektedir. Oysa Kur’an, Müslümanları “tek bir ümmet” olarak tanımlar ve ayrışmayı yasaklar:

> “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın; parçalanıp bölünmeyin…” (Âl-i İmrân, 103)

3. Dış Güçlerin Müdahalesi ve Stratejik Planlar

Tarih boyunca İslam dünyasını zayıflatmak isteyen dış güçler, fitne ve iç çatışmaları körüklemiştir. Haçlı Seferleri’nden Moğol istilalarına, sömürgecilikten günümüz jeopolitik hamlelerine kadar Batı ve diğer güçler, İslam coğrafyasındaki ayrılıkları derinleştirmiştir. Günümüzde de medya, istihbarat operasyonları ve ekonomik yaptırımlarla Müslüman ülkeler birbirine düşürülmekte, kardeş kavgası teşvik edilmektedir.

4. Adaletsizlik ve Zulüm

Bir toplumda adalet ortadan kalkarsa, huzursuzluk ve isyan kaçınılmaz olur. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) adaletin önemini şöyle vurgulamıştır:

> “Adalet, yerin ve göğün düzenidir.”

Ne zaman ki yöneticiler zulme yönelir, halkın haklarını gasp eder ve liyakati göz ardı ederse, o toplumda fitneler baş gösterir. İslam dünyasında adaletsizlik yaygınlaştıkça, insanlar haklarını kendileri aramak zorunda kalmakta, bu da fitne ve iç savaşları doğurmaktadır.

5. Ahlaki ve Manevi Çöküş

İslam toplumu, ahlaki değerlerini kaybettiğinde fitne kaçınılmaz hale gelir. Rüşvet, hile, faiz, aldatma ve ahlaksızlık yaygınlaşınca, insanlar birbirlerine güvenmez hale gelir ve toplumda kaos başlar. Oysa İslam’ın temel amacı, insanları yüksek ahlaki seviyeye çıkarmaktır. Ancak ne zaman ki Müslümanlar dünya hırsına kapılır, ne zaman ki dini değerlerden uzaklaşır, o zaman fitne kapıları açılır.

6. Liyakatsiz Yöneticiler ve İktidar Hırsı

İslam dünyasında yaşanan birçok fitnenin temelinde liyakatsiz yöneticiler yer almaktadır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “İş, ehil olmayana verildiği zaman kıyameti bekle.” buyurarak, liyakatsiz yöneticilerin toplumu felakete sürükleyeceğini bildirmiştir. İslam tarihinde yaşanan birçok iç savaşın ve karışıklığın temelinde de güç hırsı ve makam kavgası yatmaktadır.

7. Ekonomik Sömürü ve Fakirlik

Fakirlik ve ekonomik sıkıntılar, toplumların huzurunu bozan en önemli unsurlardan biridir.

Ekonomik adaletsizlik, gelir dağılımındaki uçurumlar ve fakirlik, insanları çaresizliğe sürükler ve isyan etmeye yönlendirir. Dış güçler de bu durumu kullanarak toplumları daha fazla karıştırır.

Sonuç: Çözüm Nerede?

Fitne ile mücadele etmek için öncelikle bilgi ve hikmet sahibi olmak gerekir. Cahillik, fitnenin en büyük yakıtıdır. Müslümanlar olarak Kur’an ve Sünnet ışığında hareket etmeli, kardeşlik bilincini korumalı ve aramıza sokulmaya çalışılan nifak tohumlarına karşı uyanık olmalıyız. Adalet, liyakat ve ahlak üzerine kurulu bir toplum inşa etmeden fitneleri sona erdirmek mümkün değildir.

> “Muhakkak ki fitne uykudadır. Onu uyandırana Allah lanet etsin.” (Hadis-i Şerif)

Bugün Türkiye ve İslam dünyası büyük bir imtihan içindedir. Ancak fitneye kapılmadan, sabırla ve hikmetle hareket edenler, sonunda selamete ulaşacaktır. Müslümanlar, fitneye karşı birbirlerini uyarmalı ve şu ayeti düstur edinmelidir:

> “Allah, iyiliği emreden ve kötülüğü yasaklayan bir toplumu helak etmez.” (Hud, 117)

Rabbim bizleri fitne ateşinden muhafaza eylesin ve İslam ümmetini bir araya getirsin. Amin.

@@@@@@@

DOĞUNUN HASTALIĞI CEHALET-ZARURET VE İHTİLAFTIR. BU ÜÇ DÜŞMANA KARSI MARİFET-SANAT VE İTTİFAK SİLAHLARIYLA MÜCADELE ETMEK GEREKTİR.

DOĞUNUN HASTALIĞI: CEHALET, ZARURET VE İHTİLAF

Çare: Marifet, Sanat ve İttifak

Tarih boyunca Doğu toplumları, özellikle de İslam dünyası, çeşitli iç ve dış sıkıntılarla mücadele etmiştir. Bediüzzaman Said Nursî’nin tespit ettiği gibi, Doğu’nun en büyük hastalıkları üç başlıkta özetlenebilir: Cehalet, zaruret (yoksulluk) ve ihtilaf (ayrılık). Bu üç düşman, toplumları geriye götürmüş, İslam âlemini güçsüz bırakmış ve düşmanlarının oyunlarına açık hale getirmiştir. Ancak bu hastalıklarla mücadele etmek mümkündür. Marifet (bilgi ve ilim), sanat (üretim ve iktisadi gelişim) ve ittifak (birlik ve beraberlik) silahlarıyla bu üç düşmanı mağlup etmek gerekir.

1. CEHALETİN PENÇESİNDEKİ TOPLUMLAR

Cehalet, bir milletin en büyük düşmanıdır. Cehalet, insanı hakikatten uzaklaştırır, yalanlara ve batıl inanışlara sürükler. Bilgisizlik içinde kalan toplumlar, başkalarının yönetimine kolayca girer ve kendi haklarını dahi bilemez hale gelir. İslam, ilmi en büyük değer olarak görmüş ve insanları okumaya teşvik etmiştir:

> “Oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (Alak, 1)

Eğer Doğu toplumu cehaletten kurtulmak istiyorsa, ilme, marifete, hikmete sarılmalıdır. Bilgi sahibi olmak, insanı güçlü yapar. Tarihe baktığımızda, İslam’ın altın çağları olan Abbasi ve Endülüs dönemlerinde ilmin en üst seviyeye ulaştığını, bu yüzden İslam dünyasının medeniyetin öncüsü olduğunu görürüz. Ancak cehalet yaygınlaştığında, Müslümanlar parçalanmış, sömürülmüş ve geri kalmıştır.

Çözüm: Marifet ve İlim
Cehaleti yenmenin tek yolu marifet, yani ilim ve hikmettir. Okuyan, düşünen, araştıran bir nesil yetiştirilmedikçe Doğu’nun bu hastalıktan kurtulması mümkün değildir. Eğitime önem verilmezse, yanlış inanışlar, hurafeler toplumları çöküşe sürükler.

2. ZARURET: YOKSULLUĞUN PENÇESİNDE BİR ÜMMET

Doğu’nun ikinci büyük hastalığı zaruret, yani fakirlik ve ekonomik sıkıntılardır. Ekonomik gücü olmayan toplumlar bağımsız hareket edemez, sürekli dışa bağımlı olur. İslam dünyasının büyük bir kısmı, sahip olduğu zengin doğal kaynaklara ve verimli topraklara rağmen, yoksulluk içinde yaşamaktadır. Bunun temel sebebi, üretimden ve sanattan uzak kalmaktır.

> “Çalışana, emeğinin karşılığı vardır.” (Necm, 39)

Kur’an, insanları çalışmaya ve üretmeye teşvik etmiştir. Ancak İslam coğrafyasında sanayi, teknoloji ve üretim konusunda yeterince gelişme sağlanamamıştır. Ekonomik olarak güçlü olmayan bir toplum, bağımsız olamaz ve başka güçlerin himayesine muhtaç hale gelir. Günümüzde İslam dünyasının yaşadığı krizlerin çoğunun arkasında ekonomik zayıflık yatmaktadır.

Çözüm: Sanat ve Üretim
Fakirliği yenmenin yolu, sanat ve üretimdir. Sanayi, ticaret, tarım ve teknoloji alanlarında gelişim sağlanmadıkça, toplumlar dışa bağımlı kalır ve güçlü devletler karşısında zayıf düşer. Müslüman toplumlar, ekonomide güçlü olmak zorundadır.

3. İHTİLAF: BİRLİKTELİĞİN YOK OLMASI

Doğu’nun üçüncü büyük hastalığı, ihtilaf, yani bölünme ve parçalanmadır. Müslüman dünyası, tarih boyunca en büyük kayıplarını kendi içinde bölündüğü zaman yaşamıştır. Hâlbuki İslam, birlik ve beraberliği esas alır:

> “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın; parçalanıp bölünmeyin.” (Âl-i İmrân, 103)

İhtilaf, Müslümanların güçsüzleşmesine ve düşmanlarına fırsat vermesine sebep olur. Bugün İslam dünyasında farklı mezhepler, etnik gruplar ve siyasi görüşler arasındaki ayrılıklar, ümmetin parçalanmasına neden olmaktadır. Dış güçler de bu ayrılıkları körükleyerek Müslümanları birbirine düşürmektedir.

Çözüm: İttifak ve Kardeşlik
Müslümanlar arasındaki ayrılıklar, düşmanlara fırsat verir. Çözüm, ittifak, dayanışma ve kardeşlik ruhunu yeniden canlandırmaktır. Eğer birlik sağlanırsa, Doğu yeniden yükselişe geçebilir.

SONUÇ: KURTULUŞUN ANAHTARI

Doğu’nun üç büyük düşmanı olan cehalet, zaruret ve ihtilaf ile mücadele etmek, ancak marifet, sanat ve ittifak silahlarıyla mümkündür.

1. Cehalet ilim ile yok edilir.

2. Fakirlik sanat, üretim ve ekonomiyle aşılır.

3. İhtilaf birlik ve beraberlik ile ortadan kalkar.

Eğer İslam dünyası bu üç hastalığı aşabilirse, tarihte olduğu gibi yeniden güçlü bir medeniyet inşa edebilir. Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, bu mücadelede en büyük silahlarımız ilim, üretim ve kardeşliktir. Müslümanlar bu üç prensibe sahip çıktıklarında, her türlü fitne ve düşmanlığa karşı güçlü durabilirler.

> “Allah, iyiliği emreden ve kötülüğü yasaklayan bir toplumu helak etmez.” (Hud, 117)

Dua edelim ki, Rabbimiz bizleri cehaletten, fakirlikten ve ayrılıktan korusun ve İslam ümmetine yeniden izzet ve şeref versin. Amin.




ESAS OLAN KADERİN SEVKİDİR

ESAS OLAN KADERİN SEVKİDİR[1]


İnsan hayatı, çoğu zaman kendi planlarımızın ve çabalarımızın bir sonucu olarak şekillendiğini düşündüğümüz olaylarla örülüdür. Ancak, kimi zaman ne kadar uğraşırsak uğraşalım, işlerin bizim istediğimiz gibi gitmediğini görürüz. Tam tersine, ummadığımız kapılar açılır, beklenmedik yollar önümüze serilir. İşte bu noktada devreye giren hakikat şudur: Esas olan kaderin sevkidir.

Kaderin Hikmeti: İnsanın Sınırlı Aklı, Allah’ın Sonsuz İlmi

İnsan, sınırlı bilgiye sahip bir varlıktır. Görünüşte bir şeyin iyi veya kötü olduğunu değerlendirirken, sadece anlık bir çerçevede düşünür. Oysa kader, ilahi bir planın tecellisidir ve onun içinde sonsuz hikmetler gizlidir. Kur’an’da şöyle buyrulur:

“Siz bir şeyi sevmezsiniz ama o sizin için hayırlı olabilir. Bir şeyi seversiniz ama o sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216)

Bu ayet, kaderin sevkinin bizim anlık değerlendirmelerimizin ötesinde bir hikmete bağlı olduğunu gösterir. Bazen büyük kayıplar sandığımız şeyler, bizim için hayırlı kapılar açar. Bazen de büyük nimet gibi gördüğümüz şeyler, sonradan büyük bir felakete dönüşebilir.

Tarihten İbretlik Örnekler: Kaderin Sevki

Tarih boyunca birçok olay, kaderin sevkini açıkça göstermiştir. İşte birkaç ibretlik örnek:

Hz. Yusuf’un (a.s.) Kaderi: Küçük yaşta kardeşleri tarafından kuyuya atılan Hz. Yusuf, görünüşte büyük bir zulme uğramıştır. Ancak kaderin sevkiyle Mısır’a köle olarak satılmış, zamanla firavunun rüyalarını yorumlayarak ülkenin en büyük yöneticilerinden biri olmuştur. Kuyuya atılmak onun için bir felaket gibi görünse de, aslında Rabb’inin onu büyük bir geleceğe hazırlamasının bir vesilesiydi.

İstanbul’un Fethi: Bizans’ın surları yıkılmaz sanılırken, kaderin sevkiyle Fatih Sultan Mehmet, o dönemin en güçlü imparatorluğunu fethederek çağ açıp çağ kapamıştır. Belki birçok insan bu fethe ihtimal vermiyordu, ancak kaderin yazdığı plan başka bir şekilde tecelli etti.

Sultan Abdülhamid’in Tahttan İndirilmesi: Osmanlı’nın en zorlu dönemlerinden birinde tahtan indirilen Sultan II. Abdülhamid, bu olayın büyük bir haksızlık olduğunu düşünebilirdi. Ancak kaderin sevkiyle, onun tahtan indirilmesi Osmanlı’nın nasıl bir badireye sürüklendiğini gözler önüne serdi ve tarih, onun basiretini ve ferasetini haklı çıkardı.

Günlük Hayatta Kaderin Sevki

Her insanın hayatında kaderin sevkiyle gerçekleşen olaylar vardır. Bazen büyük umutlarla bir işe gireriz ama başarısız oluruz. Belki bu başarısızlık bizi daha büyük bir felaketten koruyan ilahi bir müdahaledir. Bazen bir kaza geçiririz ama sonradan anlarız ki, bu olay bizi daha büyük bir kazadan veya hatadan kurtarmıştır.

Bir kapının kapanması, aslında daha büyük bir kapının açılmasına vesile olabilir. Büyük âlimlerden biri olan İmam Gazali, ilim tahsiline başlamadan önce sufi bir hayat sürmek istemişti. Ancak hocasının yönlendirmesiyle ilme yöneldi ve sonunda İslam tarihinin en büyük âlimlerinden biri oldu. Kendi planı farklıydı ama kaderin sevki onu daha büyük bir vazifeye hazırlıyordu.

Kaderi Doğru Anlamak: Sebeplere Sarılmak ve Sonucu Allah’a Bırakmak

Kaderin sevkini kabul etmek, tembellik etmek anlamına gelmez. İslam, insanın elinden geleni yapmasını ve sonra sonucu Allah’a bırakmasını öğütler. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir sahabeye şöyle buyurmuştur:

“Deveni bağla, sonra Allah’a tevekkül et.”

Bu, kaderin sevkini anlamada temel bir prensiptir. İnsan çalışacak, çabalayacak, tedbirini alacak ama sonucu Allah’a bırakacaktır. Çünkü en doğrusunu bilen O’dur.

Sonuç: Kaderin Sevkine Güvenmek

Hayatın içindeki olaylar ne kadar karmaşık görünse de, bir düzen içinde işler. Bizim için kötü sandığımız şeyler, aslında bizi daha büyük hayırlara götüren ilahi bir planın parçası olabilir. İnsan bu dünyada yolculuk eden bir yolcu gibidir; haritayı çizen ise Allah’tır. Yolun tamamını göremediğimiz için bazen kaybolduğumuzu sanırız. Oysa kaderin sevki, bizi tam da varmamız gereken yere götürmektedir.

Bu yüzden insan, kaderin sevkine güvenmeli, sebeplere sarılmalı, şükretmeli ve sabretmelidir. Çünkü Allah’ın takdiri, kulun hayrınadır.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=2Rb6tcrSr50




HERKES VE HERŞEY BU DÜNYADAN SONRA AİD OLDUĞU YERE GİDECEK.

HERKES VE HERŞEY BU DÜNYADAN SONRA AİD OLDUĞU YERE GİDECEK.[1]

HERKES VE HERŞEY BU DÜNYADAN SONRA AİD OLDUĞU YERE GİDECEK. ORADA KENDİSİ OLACAK VE KENDİSİNİ BULACAKTIR.


Gerçek Yurt: Herkes Ait Olduğu Yere Dönecek

İnsan, dünya yolculuğunda bir misafir gibidir. Doğar, büyür, öğrenir, sever, ayrılıklar yaşar, kazanır ve kaybeder. Fakat ne kadar uzun yaşarsa yaşasın, bu dünya onun gerçek yurdu değildir. Bir yolcunun hanlarda konaklaması gibi, insan da bu dünya hanında geçici bir süre kalır. Sonra geldiği yere, aid olduğu yurduna geri döner.

Dünyanın Geçici Sahipleri

İnsanoğlu, kendisini bu dünyada kalıcı sanarak mülk edindiği şeylere sıkı sıkıya bağlanır. Oysa bütün mülkün sahibi Allah’tır ve insan sadece bir emanetçidir. Ne saraylar, ne bağlar, ne makamlar, ne de güç kalıcıdır. Zenginler, krallar, âlimler ve cahiller; hepsi bu dünyayı terk etmiş ve gerçek yurtlarına dönmüşlerdir.

Firavun gibi kendini ilah zannedenler de gitmiş, Ebu Bekir (r.a) gibi adaletiyle tanınanlar da… Fakat her biri ait olduğu yere gitmiş, kendi karakterine ve amellerine uygun bir akıbetle karşılaşmıştır.

Kişi Kendi Hakikatini Bulacak

Dünya, insanın gerçek kimliğini gizleyebildiği bir yerdir. İnsan burada bazen taklit eder, bazen olduğundan farklı görünmeye çalışır. Maskeler takılır, sahte dostluklar kurulur, menfaatler uğruna insanlar birbirlerini aldatır. Fakat ahiret, her şeyin gerçek yüzünün ortaya çıkacağı yerdir.

Kur’an’da bildirildiği gibi:

“O gün onlara şöyle denilir: ‘Bugün sizi unuttuğumuz gibi siz de bugünkü buluşmayı unuttunuz. Varacağınız yer ateştir, sizin için hiçbir yardımcı yoktur.’” (Câsiye, 34)

Orada kimse sahte bir yüz takamaz. Herkes, dünyada yaptığı amellerin hakiki karşılığı ile yüzleşir. Takva sahipleri, nurlanmış yüzleriyle cennete giderken, zulmedenler ve inkâr edenler karanlık bir âkıbetle karşılaşır.

Dünya Bir Tohum, Ahiret Bir Hasattır

İnsan, dünyada yaptığı her iyiliği ve kötülüğü, ahirette ekilmiş bir tohumun meyvesi gibi karşısında bulacaktır. Bir kişi dünyada merhametle, adaletle, doğrulukla yaşadıysa, ahirette de huzurlu ve saadet dolu bir yurt bulacaktır. Ama dünyada zulüm, kibir ve kötülükle yaşayanlar, o amellerin ağırlığını taşıyacaktır.

Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz, öyle diriltilirsiniz.”

Dünya, insanın gerçek kendisini oluşturduğu bir yerdir. Fakat insan, kendisini kandırabilir, bir ömür boyunca yanlış yolda gidebilir. Ahiret, kişinin tüm perdelere rağmen hakiki kimliğiyle karşılaşacağı yerdir.

Öyleyse Ne Yapmalıyız?

Eğer herkes sonunda ait olduğu yere dönecekse, dünyada ne ekersek onu biçeceksek, bugünden doğru seçimler yapmalıyız.

Allah’ın razı olduğu bir kul olmak için gayret etmeliyiz.

İnsanlara adalet ve merhametle muamele etmeliyiz.

Dünyayı ebedi bir yurt gibi değil, bir imtihan sahası olarak görmeliyiz.

Maskelerden, sahtelikten, kibirden ve riyadan uzak durmalıyız.

Çünkü dünya bir gölgedir. Gölge kaybolduğunda, hakikat ortaya çıkar. Ve o gün geldiğinde herkes, kim olduğunu, neyi hak ettiğini ve nereye ait olduğunu apaçık görecektir.

Allah, bizleri nurlar içinde olan cennet yurduna ait olanlardan eylesin. Amin.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=6aNluuDKmkQ




HARAM İLE BAŞKALARININ HAKKINA GİRENLERİN DÜNYA GİBİ AHİRETTE DE HESAP VE SORGULARI VAR

HARAM İLE BAŞKALARININ HAKKINA GİRENLERİN DÜNYA GİBİ AHİRETTE DE HESAP VE SORGULARI VAR


İnsan, dünya hayatında yaptığı her şeyden sorumludur. Yaptıklarıyla ya kendine ya da başkalarına zarar verir. Ancak, özellikle kul hakkına giren haksızlıklar ve haram yollarla elde edilen kazançlar, sadece bu dünyada değil, ahirette de büyük bir hesap gerektirir.

Allah (C.C.), Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette adaleti, doğruluğu ve hakkaniyeti emretmiştir. Bir kimsenin haram ile başkalarının hakkını gasbetmesi, yalnızca dünyevi bir mesele değil, ahirette de ağır bir hesap gerektiren büyük bir suçtur. Çünkü Allah, kul hakkını affetmez; hak sahibi helal etmedikçe bu günahın bağışlanması mümkün değildir.

HARAM KAZANÇ: DÜNYADA GEÇİCİ, AHİRETTE AĞIR BİR YÜK

Dünya malı insana cazip gelir. Ancak helalinden kazanılmadığında, bu mal insana bereket yerine bela getirir. Haram para, haram kazanç, rüşvet, haksız kazanç, yetim malı yemek ve insanların emeğini sömürmek, bu dünyada huzursuzluk, ahirette ise büyük bir azap sebebidir.

Peygamber Efendimiz (S.A.V.), kul hakkına dair şu uyarıyı yapmıştır:

> “Kimin üzerinde din kardeşinin hakkı varsa, onunla helalleşsin. Zira (ahirette) ne dinar ne de dirhem vardır. Hak sahibi sevaplarınızdan alır, eğer sevabınız yoksa onun günahı size yüklenir.” (Buhârî, Mezâlim, 10)

Bu hadis, kul hakkının ne kadar ciddi bir mesele olduğunu gösteriyor. Dünya mahkemelerinde hile yaparak, güçlü bağlantılarla veya para ile kendini kurtarabilenler, ahiret mahkemesinde hiçbir kaçış yolu bulamayacaktır.

KUL HAKKI YİYENLERİN SONU: İBRETLİ HİKÂYELER

Tarihte haram yiyen ve insanların hakkına giren zalimlerin sonu her zaman hüsran olmuştur. İşte düşündürücü bir kıssa:

Haksız Mal Yiyen Tüccarın Sonu

Bir zamanlar, bir tüccar ticaret yaparken insanları aldatır, terazisini eksik tartar ve yüksek kâr elde etmek için fiyatları haksız yere artırırdı. Kendisini çok akıllı sanıyor, servetini büyütüyor ve kimse ona zarar veremez zannediyordu. Fakat, vefat ettiğinde borçlarını ödemediği, yetimlerin hakkını yediği ortaya çıktı. Ölümünden sonra geride bıraktığı serveti mirasçılar arasında kavga sebebi oldu, ailesi dağıldı, çocukları birbirine düştü. Dünya malı ona mutluluk getirmediği gibi, kabirde de hesap başladı.

İnsanların hakkını yiyerek kazanılan servet, ne huzur ne de bereket getirir. Allah, zalimleri dünyada da cezalandırır, ahirette de adaletini tam olarak yerine getirir.

KUR’AN VE HADİSLERDEN İBRETLİ MESAJLAR

Kur’an-ı Kerim’de Allah (C.C.), haram kazancın ve haksız yere başkasının malına el uzatmanın sonunu şöyle bildiriyor:

> “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar. Ve onlar alevli bir ateşe gireceklerdir.” (Nisa Suresi, 10. Ayet)

Ayrıca Peygamber Efendimiz (S.A.V.) şöyle buyuruyor:

> “Müflis kimdir, bilir misiniz?”
Ashab: “Bizim aramızda müflis, parası ve malı olmayan kimsedir” dediler.
Peygamberimiz: “Hayır, benim ümmetimden asıl müflis, kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabı ile gelen; fakat birine sövmüş, birine iftira etmiş, birinin malını yemiş, birinin kanını dökmüş, birini dövmüş olarak gelen kimsedir. Hak sahiplerine sevapları dağıtılır. Eğer sevapları tükenirse, onların günahları ona yüklenir ve sonra cehenneme atılır.” (Müslim, Birr 59)

Bu hadis, ahiretteki hesabın ne kadar çetin olacağını ve haram kazançların kişiyi nasıl büyük bir felakete sürüklediğini açıkça ortaya koyuyor.

DÜNYADA HARAMLA BESLENENLERİN AHİRETTEKİ SONU

Haram kazanç elde eden ve başkalarının hakkına girenler:

1. Dünyada huzur bulamazlar. İçleri sürekli rahatsızdır, vicdan azabı çekerler veya malları bereketsiz olur.

2. Çocuklarına ve nesillerine haram lokma yedirirler. Haramla beslenen nesillerden hayır gelmez.

3. Ölüm anında büyük bir pişmanlık yaşarlar. Ancak geri dönmek için artık çok geçtir.

4. Ahirette ağır bir hesap verirler. Hak sahipleri hesap günü sevaplarını alır, onların günahları bu kişiye yüklenir.

ÇÖZÜM: HARAMDAN UZAK DURMAK VE HAKLARI TELAFİ ETMEK

Haram yiyen ve başkalarının hakkına giren kimseler, bir an önce tövbe etmeli, haksızlık yaptıkları kişilerin haklarını geri ödemelidir.

1. Helal kazanç peşinde koşmalı. Haram lokma sadece dünyada değil, ahirette de insanın felaketi olur.

2. Haksız kazanç sahipleri hak sahipleriyle helalleşmeli. Kul hakkı, sadece pişman olmakla affolmaz; hak sahibine hakkı teslim edilmelidir.

3. Tövbe edilmeli ve Allah’tan af dilenmeli. Ancak samimi bir pişmanlık ve hak sahipleriyle helalleşme, bu büyük günahın etkilerini kaldırabilir.

SONUÇ: HARAM İLE GELEN AZAP, HELAL İLE GELEN RAHMET

Haram kazanç, dünya hayatında ne kadar büyük olursa olsun, sonu hüsrandır. Hak gasp edenler, mazlumların ahını alanlar, yetim malı yiyenler ve hileyle servet edinenler, dünyada belki bir süre başarılı olabilirler, ancak ahirette Allah’ın adaletinden kaçamazlar.

Bu yüzden her Müslüman, kazancını, lokmasını ve emeğini helal yoldan kazanmalı; kul hakkına girmemeli, haramdan sakınmalıdır. Çünkü dünyada elde edilen her şey geçicidir, ama ahirette verilen hesap sonsuzdur.

 

 




KİRLİ ADAMLARIN KİRLİ ORTAKLARI.

KİRLİ ADAMLARIN KİRLİ ORTAKLARI.


Tarih boyunca kirli oyunların, kirli adamların ve onların kirli ortaklarının hikâyeleri hep aynı kalıpta ilerlemiştir. Bir yanda menfaat, makam ve servet peşinde koşan çıkarcılar; diğer yanda ise onların oyunlarına ortak olan hilekârlar, rüşvetçiler ve zalimler… Sonuç ise hep aynıdır: Toplumların yozlaşması, ahlakın çöküşü ve mazlumların feryadı.

Tarihin Tozlu Sayfalarından

Rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık ve terör, insanlık tarihi kadar eski kötülüklerdir. Roma İmparatorluğu’nun çöküşü, yönetimdeki yozlaşmanın ve rüşvetin bir sonucuydu. Valiler, ordu komutanları ve senatörler, kişisel servetlerini artırmak için devleti içten içe çürüttüler. Yolsuzluğun ve adam kayırmanın zirveye çıktığı bu dönem, sonunda imparatorluğun yıkılmasına yol açtı.

Osmanlı tarihinde de bu tür yozlaşmalar zaman zaman görülmüştür. Özellikle Lale Devri ve sonrasında rüşvetin devlet kurumlarına sızması, Osmanlı’nın gücünü kaybetmesine neden olan önemli etkenlerden biri olmuştur. Ancak, devletin içinde bu kirli ilişkilere karşı duran dirayetli yöneticiler de eksik olmamıştır. Birçok padişah, rüşveti ortadan kaldırmak için sert önlemler almış, yolsuzluğa bulaşan vezirleri ve bürokratları cezalandırmıştır.

Kirli Ortaklıkların Modern Yansımaları

Günümüzde rüşvet ve yolsuzluk sadece devlet yönetiminde değil, uluslararası ilişkilerde, finans dünyasında ve medya sektöründe de yaygın bir hastalık hâline gelmiştir. Mafya düzenleri, kara para aklayan şirketler, sahte ihale oyunları, gizli anlaşmalar… Bunların hepsi “kirli adamlar” ve onların “kirli ortakları” tarafından yürütülmektedir.

Terör örgütlerinin finansman kaynaklarına bakıldığında da benzer bir kirli ittifak görülmektedir. Silah tüccarları, uyuşturucu baronları ve bazı istihbarat örgütleri, kaosu ve savaşı besleyerek kendi menfaatlerini koruma peşindedir. Bu sistem, milyonlarca masum insanın acı çekmesine, savaşların uzamasına ve adaletin yerini zulmün almasına neden olmaktadır.

İbretlik Hikâyeler ve Sonuçlar

Tarih boyunca her kirli düzenin bir sonu olmuştur. Firavun’un zulmü, Musa’nın direnişiyle sona ermiş; Nemrut’un kibri, bir sineğin azameti karşısında yerle bir olmuştur. Nice yolsuzluk düzenleri devrilmiş, nice rüşvetçiler, kendi kurdukları tuzaklara düşmüştür.

Bugün de memleketimizde ve dünyada benzer bir tablo görmek mümkündür. Yolsuzluk ve rüşvetin ayyuka çıktığı, haksız kazançların normalleştiği her toplum, er ya da geç bu kirli düzenin bedelini ödemektedir. Ekonomik krizler, toplumsal huzursuzluklar, ahlaki çöküşler, hep bu kirli ortaklıkların doğal sonucudur.

Çözüm ve Kurtuluş Yolu

İslam’ın temel değerlerinden biri olan “emanet bilinci” bu tür kirli düzenleri engelleyen en önemli ilkedir. Hz. Ömer’in adaleti, Hz. Ebubekir’in dürüstlüğü, Selahaddin Eyyubi’nin fedakârlığı gibi örnekler, devlet ve toplum yönetiminde nasıl bir ahlakî duruş sergilenmesi gerektiğini bizlere öğretmektedir.

Kirli adamlardan ve onların kirli ortaklarından kurtulmanın yolu, ahlaklı nesiller yetiştirmek, adil yönetimleri desteklemek ve bireysel olarak da harama ve haksızlığa karşı durmaktan geçer. Yoksa tarihin tekerrürü kaçınılmaz olur.

Son olarak, unutulmamalıdır ki zulüm ile abad olanın sonu berbat olur. Bugün güçlü gibi görünenler, yarın bir tufanla tarihin karanlığına gömülebilirler. Nitekim gömülmektedir de. Gerçek kazanç ise ne servet, ne makam, ne de şöhrettir; hak üzere yaşayıp, alnı ak bir şekilde ahirete gitmektir.

Zulme ortak olmak da zulümdür!

 

 




HEYBEDEKİ TURPUN BÜYÜĞÜ: TERÖR, YOLSUZLUK, HIRSIZLIK, SOYGUN, RÜŞVET VE SUÇ ORTAKLARI

HEYBEDEKİ TURPUN BÜYÜĞÜ: TERÖR, YOLSUZLUK, HIRSIZLIK, SOYGUN, RÜŞVET VE SUÇ ORTAKLARI


AMBARDAKİ FARELER

Tarih boyunca devletlerin en büyük düşmanı, dışarıdaki saldırılardan çok, içerideki hırsızlar ve hainler olmuştur. Bir milletin düşmanı sadece sınır ötesinde değildir; kimi zaman en büyük ihanet, en yakınında olanlardan gelir. Devletin hazinesini soyanlar, kamu malını yağmalayanlar, adaleti kendi çıkarlarına alet edenler ve milletin emeğini gasp edenler, aslında bir ülkeyi içten içe kemiren “ambardaki fareler” gibidir.

Bugün Türkiye’de yaşanan olaylar, ne tesadüf ne de bir anda ortaya çıkan basit hadiselerden ibarettir. Terör, yolsuzluk, hırsızlık, soygun ve rüşvet, kökleri geçmişe dayanan, sistemli ve organize bir yapının ürünüdür. Bunlar, yıllardır süregelen “kötü ortaklıkların” tezahürüdür.

Darbeler ve Devleti Ele Geçirme Planları

Türkiye’de darbeler, her zaman sadece askerî müdahalelerden ibaret olmamıştır. Ekonomik darbeler, siyasi komplolar, bürokratik ayak oyunları ve medya manipülasyonları da, bir ülkeyi diz çöktürmenin farklı yöntemleri olarak kullanılmıştır.

27 Mayıs 1960 Darbesi, Türkiye’de Millete ve Milli iradeye vurulan ilk büyük darbeydi. Menderes ve arkadaşları, millete kulak verip “milletin adamı” oldukları için idam sehpasına gönderildi. Ancak asıl amaç, milli iradeyi vesayet altına almak ve Türkiye’yi emperyalist güçlerin kontrolüne daha açık hâle getirmekti.

12 Eylül 1980 Darbesi, görünürde anarşi ve kaosu bitirmek için yapılmıştı. Ancak gerçekte, küresel sermaye gruplarının Türkiye üzerindeki hesaplarını kolaylaştıran bir hareketti. Kenan Evren ve ekibi, ekonomiyi uluslararası sermayeye daha bağımlı hâle getirdi.

28 Şubat 1997, postmodern darbe olarak tarihe geçti. Askerî ve bürokratik vesayet, milletin inanç değerlerine saldırarak kendi çıkarlarını korumak istedi. Bankalar boşaltıldı, ihaleler yandaşlara peşkeş çekildi, devlet içindeki çeteler daha da güçlendi.

Ve nihayet 15 Temmuz 2016, doğrudan milletin iradesine yapılan alçakça bir saldırıydı. Ancak bu sefer halk, önceki darbelerde olduğu gibi sessiz kalmadı ve hainlere karşı dimdik durarak iradesini korudu.

Bankaların Boşaltılması ve Ekonomik Yıkım Planları

Türkiye’de bankacılık sistemi, geçmişte birçok defa organize şekilde yağmalandı. 1990’lı yıllarda yaşanan batık krediler, hortumlanan kamu bankaları ve özel sektör aracılığıyla yapılan büyük soygunlar, milletin cebinden çalınan trilyonlarla sonuçlandı.

2001 ekonomik krizinde IMF’ye bağımlı hale getirilen Türkiye, bankaların içinin boşaltılmasıyla büyük bir ekonomik çöküş yaşadı.

1994 yılında Özal sonrası dönemde, yüksek faiz oyunlarıyla hem devlet hem de vatandaş borç batağına sürüklendi.

1990’ların sonlarında, bazı iş adamları devlete ait bankalardan milyarlarca dolarlık krediler alarak yurt dışına kaçırdı ve bu borçların faturası halka ödetildi.

Kısacası, “ambardaki fareler”, halkın alın terini yıllarca kemirdi.

İstanbul Belediyesi ve Belediye Kaynaklarının Yağmalanması

Türkiye’de belediyeler, sadece yerel yönetim hizmetleri sunan kurumlar olmaktan çıkıp, büyük rant kapıları hâline getirildi. Özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi, geçmişten bugüne birçok kez “yolsuzluk” ve “kaynakların israfı” ile gündeme geldi.

Belediye şirketleri, belirli grupların menfaatleri doğrultusunda kullanıldı. Kamu malı, belirli şahıs ve gruplara aktarıldı.

Ulaşım projeleri, gerçek maliyetinden katbekat fazla gösterilerek halkın cebinden fazladan para çıkmasına sebep oldu.

İmar yolsuzlukları, belirli kişi ve grupların servetlerine servet katmasına neden oldu. İstanbul’un doğasını, siluetini ve yeşil alanlarını yok eden projeler, sadece rant uğruna yapıldı.

Son dönemde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ndeki bazı yolsuzluk iddiaları tekrar gündeme geldi. Belediye kaynaklarının nereye harcandığı, hangi kuruluşlara aktarıldığı, halkın hizmetine mi yoksa belirli çıkar gruplarına mı kullanıldığı soruları gündeme getirildi.

Ve dehşet bir sonuç ortaya çıktı.
Yolsuzluğun boyutu 700 bin konut yapacak kadar.
Kayıp 560 Milyar,15,5 milyar Amerikan Dolarına denk gelmektedir.
Türkiye bütçesinin 24’te 1’ine denk.

Peki, bu yapılanlar sadece kişisel çıkar için mi? Yoksa bu büyük kaynak transferlerinin arkasında daha büyük bir plan mı var?

Suç Örgütleri ve Devlet İçindeki Kirli Ortaklıklar

Türkiye’de zaman zaman devlet içinde, yasadışı organizasyonlarla iş birliği yapan gruplar ortaya çıktı. Mafya-devlet-siyaset üçgeni, bazen organize suç şebekelerinin devletin içine sızmasına zemin hazırladı.

Uyuşturucu ticareti, bazı karanlık yapıların finans kaynağı oldu.

İhale yolsuzlukları, devletin kaynaklarını belirli çevrelere aktarmak için bir araç olarak kullanıldı.

Medya manipülasyonları, bazı suç örgütlerinin üzerini kapatmak için devreye sokuldu.
Bugün de yapıldığı gibi.

Ancak devlet, zaman zaman bu kirli yapılarla mücadele etti. 2000’li yıllarda birçok suç örgütü çökertildi, FETÖ gibi yapılar temizlenmeye çalışıldı. Ancak tamamen bitmemiş olan bu ağlar, hâlâ Türkiye’nin geleceği üzerinde kara bulut gibi dolaşmaktadır.

Sonuç: Ambardaki Fareleri Temizlemenin Zamanı

Türkiye’nin geleceği, yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet ve suç ortaklıklarının tamamen temizlenmesine bağlıdır. Sadece güvenlik güçlerinin değil, milletin de bu konuda duyarlı olması gerekir.

Devletin malına sahip çıkmak, milletin hakkını korumak demektir.

Haksız kazanç ve yolsuzluk düzenine karşı durmak, sadece bir siyasi mesele değil, ahlaki bir zorunluluktur.

Terörün finans kaynakları kesilmedikçe, bu ülkede gerçek anlamda huzur sağlanamaz.

Eğer millet olarak bu gerçekleri görmez ve sessiz kalırsak, “ambardaki fareler” ülkeyi içten içe kemirmeye devam edecektir. Ancak dürüst, ahlaklı ve vatanperver bir duruş sergilenirse, Türkiye, kaderini yeniden yazabilir.

Unutmayalım: Bir ülkeyi yıkan dış düşmanlar değil, içindeki hainlerdir. Ve esas mesele, heybedeki en büyük turpun kimde olduğunu fark edebilmektir.

GEÇ Mİ KALINDI?

Asla! Tarih, milletlerin düştüğü hatalardan ders çıkararak yeniden ayağa kalkabildiğini defalarca göstermiştir.
Türkiye içinde her ne kadar bunca yolsuzluğun büyümesi söz konusu iken hemen harekete geçilmemesi ciddi bir hata ise de, yine de geç kalınmış değildir. Ancak uyanmak, görmek ve harekete geçmek gerekir.

Haksız kazanca, yolsuzluğa ve suça ortak olanlara karşı durmak, sadece devletin değil, milletin de sorumluluğudur.

Kirli yapılar, suç şebekeleri ve devlet içindeki menfaat grupları temizlenmeden tam anlamıyla bir kalkınma sağlanamaz.

Hakikatleri konuşmaktan korkmamak, yanlışlara sessiz kalmamak gerekir.

Geç kalınmış değildir ama zaman hızla tükeniyor. Eğer millet, geçmişten ders çıkarmazsa, aynı hatalar tekrar edebilir.
Nitekim tekrar da etti.
Ancak irade, doğruluk ve cesaretle hareket edilirse, her şey değişebilir. Çünkü tarihte hiçbir millet, mücadele etmekten vazgeçtiği için kazanmadı; tam tersine, mücadele ettiği için yeniden doğdu.

 

 




HARAM YİYEN HARAMZADELER.

HARAM YİYEN HARAMZADELER.


Haram Lokmanın Gölgesi: İbretlik Bir Hikaye
Bir zamanlar, bereketli toprakların ortasında, küçük ama huzurlu bir köy vardı. Bu köyde yaşayanlar, alın teriyle kazanır, helal lokma yer, komşuluk ilişkilerine önem verirlerdi. Ancak zamanla, bu huzurlu köyün üzerine kara bir gölge düşmeye başladı. Şehirde yaşayan ve “akıllı” olarak bilinen bazı kişiler, köye gelerek farklı işler kurmaya başladılar. İlk başta, köylüler bu yeni gelenlere sıcak davrandılar. Ancak kısa süre sonra, bu kişilerin işlerinin pek de dürüstçe olmadığını fark ettiler.
Bu “akıllı” kişiler, köylülerin saf duygularını kullanarak onları kandırıyor, haksız kazanç elde ediyorlardı. Tarlaların sınırlarını değiştiriyor, ortak kullanılan kaynakları kendi çıkarları için kullanıyor, hatta bazı köylüleri borçlandırarak onları köle gibi çalıştırıyorlardı. Köyün yaşlıları, bu durumu endişeyle izliyor, gençlere helal kazancın önemini anlatmaya çalışıyorlardı. Ancak bazı gençler, kısa yoldan zengin olma hayaliyle bu “akıllı” kişilerin peşine takılmışlardı.
Zamanla, köydeki huzur ve bereket yerini huzursuzluğa ve bereketsizliğe bıraktı. Komşular birbirine güvenmez oldu, tarlalardan beklenen ürün alınamaz hale geldi. Köyün gençleri, haram kazancın getirdiği geçici mutluluğun ardından büyük bir boşluğa düştüler. Bazıları hastalandı, bazıları ailelerini kaybetti, bazıları ise vicdan azabıyla yaşar hale geldi.
Bir gün, köyün bilge yaşlısı, köy meydanında toplanan kalabalığa şöyle seslendi: “Ey köy halkı, unuttuğumuz bir şey var. Bizler, helal lokmanın bereketiyle büyüdük. Haram lokma, ne bedene ne de ruha şifa verir. Haram kazanç, geçici bir mutluluk getirse de, sonunda büyük bir yıkıma neden olur. Unutmayın, haram yiyen haramzadeler, kendi kazdıkları kuyuya düşerler.”
Bu sözler, köylülerin üzerinde derin bir etki bıraktı. Gençler, yaptıkları hataların farkına vardılar ve yaşlılardan af dilediler. Köy halkı, birlik olup haram kazancın getirdiği kötülüklerle mücadele etmeye karar verdi. “Akıllı” olarak bilinen kişiler, köyden kovuldu ve köy, yeniden huzur ve berekete kavuştu.
Bu hikaye, bize haram kazancın ne kadar tehlikeli olduğunu gösteriyor. Haram lokma, sadece maddi kayıplara değil, aynı zamanda manevi kayıplara da neden olur. Unutmayalım ki, helal kazanç, hem bu dünyada hem de ahirette huzur ve mutluluk getirir.

 

 




PARALEL DEVLETTEN PARALEL BELEDİYELERE: KAYYUM UYGULAMASI VE TÜRKİYE’DE BELEDİYELERİN DÖNÜŞÜMÜ

PARALEL DEVLETTEN PARALEL BELEDİYELERE: KAYYUM UYGULAMASI VE TÜRKİYE’DE BELEDİYELERİN DÖNÜŞÜMÜ


Türkiye’de kamu yönetimi tarihine bakıldığında, devletin merkezî yapısına karşı yerel yönetimlerin zaman zaman paralel yapılar oluşturduğu görülmektedir. Bu durum özellikle terörle bağlantılı hareketlerde ve belediyeler üzerinden yürütülen yolsuzluk vakalarında kendini göstermektedir. Son yıllarda, bazı belediyelerin terör örgütleriyle ilişkileri, kamu kaynaklarının suistimali ve halkın hizmet almak yerine ideolojik bir yapı içinde istismar edilmesi gibi problemler nedeniyle kayyum uygulaması gündeme gelmiştir.

Belediyeler ve Paralel Yapılar

Türkiye’de yerel yönetimler, Anayasa ve yasalar çerçevesinde halka hizmet götürmekle yükümlüdür. Ancak özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde bazı belediyeler, devletin sağladığı imkânları halkın refahı için kullanmak yerine, terör örgütlerine lojistik destek sağlamak amacıyla yönlendirmiştir. Hendek-barikat olayları (2015-2016) döneminde belediyelerin iş makinelerinin terör örgütü PKK tarafından kullanıldığı, kamu bütçesinin örgüte aktarıldığı ve belediye binalarının örgüt hücreleri gibi çalıştığı ortaya çıkmıştır.

Bu durum, belediyelerin sadece hizmet üreten yerel birimler olmaktan çıkıp, devlet içinde devlet gibi hareket eden, paralel bir yönetim mekanizması oluşturduğu gerçeğini gözler önüne sermiştir. Bu tür belediyeler sadece güvenlik tehdidi oluşturmakla kalmamış, aynı zamanda halkın vergileriyle oluşturulan bütçeyi terör faaliyetlerine harcayarak büyük bir kamu zararı oluşturmuştur.

Kayyum Atamaları ve Devletin Müdahalesi

Devlet, 2016’dan itibaren belediyelerde terörle bağlantılı yapılanmalara karşı sert bir mücadele başlatmıştır. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki bazı belediyelere kayyum atanması, bu mücadelenin en dikkat çekici adımı olmuştur. Kayyum atamalarına gerekçe olarak şu temel sebepler öne sürülmüştür:

1. Belediye bütçesinin PKK’ya aktarılması: Kamu kaynaklarının terör örgütüne finans sağlamak amacıyla yönlendirilmesi.

2. Terör örgütüne belediye imkanlarıyla lojistik destek verilmesi: Belediyeye ait araçların hendek kazma, barikat kurma ve mühimmat taşıma gibi faaliyetlerde kullanılması.

3. Devletin egemenliğine başkaldırı: Belediyelerin, devletin otoritesini tanımayarak, adeta birer özerk yönetim gibi hareket etmesi.

4. Halkın hizmetten mahrum bırakılması: Yol, su, altyapı gibi temel hizmetlerin sağlanmayıp, kaynakların ideolojik faaliyetler için harcanması.

Kayyum atamalarıyla birlikte, birçok belediyede ciddi bir dönüşüm yaşanmış; hizmetlerin halka ulaşması, belediye kaynaklarının etkin kullanılması ve kamu güvenliğinin sağlanması konusunda önemli adımlar atılmıştır. Örneğin, kayyum atanan belediyelerden bazıları, devletin doğrudan desteğiyle altyapı hizmetlerini hızlandırmış ve uzun yıllardır ihmal edilen şehircilik çalışmalarına ağırlık vermiştir.

Yolsuzluk ve Belediye İhaleleri

Paralel belediyeciliğin bir diğer boyutu ise yolsuzluklarla ilgilidir. Türkiye’de yerel yönetimlerin zaman zaman şeffaflıktan uzak bir şekilde yönetildiği ve belediye bütçelerinin bazı grupların menfaatine kullanıldığı sıkça görülmektedir.

Son yıllarda yapılan denetimler, bazı belediyelerde büyük yolsuzluk ağlarının kurulduğunu, belediye bütçelerinin belirli kişi ve şirketler lehine kullanıldığını ortaya koymuştur. İhalelerde usulsüzlükler, belediye şirketleri üzerinden rant elde etme, belediye personel alımlarında liyakat yerine sadakate dayalı sistemler oluşturma gibi birçok skandal basına yansımıştır.

Özellikle HDP’li belediyelerde, halkın vergileriyle oluşturulan bütçelerin hizmete gitmek yerine, ideolojik propagandaya ve terör örgütüne finansman sağlama amacıyla kullanıldığına dair ciddi deliller ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda birçok belediye başkanı görevden alınmış, belediyeler kayyum yönetimine devredilmiştir.

İbretlik Bir Tarih: Geçmişten Günümüze Yerel Yönetimler ve Devlet

Tarihsel açıdan bakıldığında, Osmanlı Devleti’nde de benzer durumlar yaşanmıştır. Osmanlı’nın son dönemlerinde yerel yöneticilerin merkeze karşı bağımsız hareket etme çabaları, merkezi yönetimin otoritesini sarsmış ve devletin kontrolü kaybetmesine neden olmuştur. Bugün yaşananlar da aslında bu tarihin bir tekrarından ibarettir.

Ancak burada kritik bir nokta bulunmaktadır: Merkezi yönetim yerel yönetimlerin özerkliğini tamamen yok etmeden, yasalar çerçevesinde güçlü bir denetim mekanizması oluşturmalıdır. Çünkü kayyum atamaları bir çözüm olmakla birlikte, asıl çözüm yerel yönetimlerin şeffaf, hesap verebilir ve halk odaklı çalışmasını sağlayacak sistemler kurmaktır.

Sonuç: Ne Yapılmalı?

Türkiye’de paralel devlet yapılanmalarının önüne geçmek için nasıl ki FETÖ ve benzeri oluşumlarla mücadele edildiyse, yerel yönetimlerde de paralel belediyecilik anlayışına karşı aynı titizlikle hareket edilmelidir. Kayyum uygulaması, acil müdahale gerektiren durumlarda bir tedbir olarak önemli olsa da, uzun vadede belediyelerin halkın gerçek ihtiyaçlarını karşılayan, denetlenebilir ve şeffaf yapılar haline getirilmesi esastır.

Şeffaf ihale süreçleri oluşturulmalı, kamu kaynaklarının belirli zümrelerin değil, halkın hizmetine sunulması sağlanmalıdır.

Bağımsız denetim mekanizmaları güçlendirilerek, belediye harcamalarının düzenli olarak incelenmesi gerekmektedir.

Yerel yönetimlerde liyakat esas alınmalı, ideolojik kadrolaşmaların önüne geçilmelidir.

Terörle bağlantılı kişilerin belediye yönetimlerine gelmesi kesin olarak engellenmeli, halkın iradesinin terör örgütlerinin arka bahçesi haline gelmesine izin verilmemelidir.

Sonuç olarak, yerel yönetimler devlete karşı birer paralel yapı haline getirilirse, bu sadece belediyecilik problemi olmaktan çıkar ve doğrudan devletin bekasını ilgilendiren bir güvenlik meselesine dönüşür. Türkiye, bu tehlikenin farkında olarak kayyum atamalarıyla süreci yönetmiştir. Ancak asıl başarı, güçlü, şeffaf ve milletin hizmetinde çalışan bir yerel yönetim anlayışını kalıcı hale getirmekte yatmaktadır.

“İnsanları ve sistemleri denetimsiz bırakmak, istismarı beraberinde getirir. Adalet, sadece suçun ortaya çıkmasıyla değil, suçun önlenmesiyle de sağlanır.”

 

 




SİYASET VE SİYASİ TARAFTARLIKLA KALEM VE KELAMI KİRLENENLER: ZULME ORTAK OLANLAR

SİYASET VE SİYASİ TARAFTARLIKLA KALEM VE KELAMI KİRLENENLER: ZULME ORTAK OLANLAR


Tarih boyunca kalem erbabı ve kelam sahipleri, toplumların vicdanı olmuş, hakikati haykırmış, adaleti savunmuş ve zulme karşı durmuştur. Ancak ne zaman ki bir kalem, hakkı değil güç sahiplerini desteklemeye başlamışsa, ne zaman ki bir kelam, hakikatin değil zulmün savunucusu olmuşsa, işte o zaman ilim ve hikmet kirlenmiş, kalem satılmış, kelam suskun kalmıştır. Bugün de aynı tehlike geçerli olup, siyaset uğruna hakikati çarpıtan, şaibeleri görmezden gelen ve zulmü alkışlayan kalem sahipleri, tarihte nice ibretlik örneklerde olduğu gibi, vebale ortak olmaktadır.

Siyasetin Gölgesinde Eğrilen Kalemler

Siyaset, bir toplumun yönetilmesi için gerekli bir mekanizmadır. Ancak siyasi taraftarlık, hakikatin önüne geçtiğinde kalem de kelam da yozlaşır. Oysa kalem sahipleri ve fikir önderleri, gerçeği savunmak, adaleti ayakta tutmak ve zulmün karşısında durmakla yükümlüdür. Fakat bazıları, güce yakın durmanın cazibesine kapılarak, siyasi çıkarlar uğruna kalemlerini eğip bükmektedir.

Bir zamanlar zalim yöneticileri alkışlayan, onların hatalarını örtbas eden, halkı aldatıcı propagandalarla kandıran kalemler, bugün tarihin çöplüğünde yer almaktadır. Ne yazık ki, günümüzde de bazı sözde aydınlar, gazeteciler, akademisyenler ve kanaat önderleri, zulmü açıkça görmezden gelerek veya ona meşruiyet kazandırarak bu kirli mirası devam ettirmektedir.

Tarihî İbretler: Hakkı Satıp Zulmü Alkışlayanlar

Tarih, hakikati satıp zulmü destekleyenlerin ibretlik akıbetleriyle doludur:

1. Firavun’un Sihirbazları: Musa (as) hakikati getirdiğinde, Firavun’un hizmetinde olan sihirbazlar, onun zulmüne ortak olmuşlardı. Ancak sonunda hakikati görünce pişman oldular ve tövbe ettiler. Bugün de birçok kalem sahibi, belki bir gün yanıldığını fark edecek, ancak hakikate geç uyanmanın bir bedeli olacaktır.

2. Emevi Saray Uleması: Emeviler döneminde bazı âlimler, zalim yöneticileri destekleyerek onların zulmüne fetvalar uydurmuş, halkın gözünü boyamaya çalışmıştır. Ancak tarih, bu ulemayı adalet savunucuları olarak değil, zalimlerin yanında duranlar olarak hatırlamaktadır.

3. Hitler’in Propaganda Bakanı Goebbels: Tarihte zulmü en açık şekilde destekleyenlerden biri de Goebbels’tir. “Bir yalanı yeterince tekrar ederseniz, insanlar ona inanır” diyerek, hakikati çarpıtıp zulmü alkışlayanların simgesi haline gelmiştir. Günümüzde de medya ve bazı kalem erbabı, yanlışları örtbas etmek için bu yöntemi kullanmaktadır.

Zulmü Örtmenin ve Susmanın Ağır Vebali

Haksızlık karşısında susmak, zulme ortak olmaktır. İslamî açıdan da bir yanlışlığı görüp düzeltmeyenler, ona rıza göstermiş sayılır. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

> “Zulme sessiz kalan dilsiz şeytandır.”

Yani zulme karşı susan kişi, fiilen zalimin safında yer almış olur. Hele ki kalemi ve kelamı olan bir kişinin sessizliği, sıradan bir insanın suskunluğundan çok daha büyük bir vebal taşır. Çünkü onun sesi, halkı aydınlatabilir, zulmün önüne geçebilir, adaletin tesisine katkı sağlayabilir.

Kalem sahiplerinin bir diğer sorumluluğu da yanlışı örtbas etmemektir. Eğer bir toplumda yanlışlar, haksızlıklar ve şaibeler açıkça ortadaysa ve kalem ehli bunları görmezden gelerek bazı yöneticileri aklamaya ve toplumu tahrike çalışıyorsa, bu sadece dünyada değil, ahirette de ağır bir hesaba sebep olacaktır.

Hikmetli Bir Ders: Hakkı Eğip Bükenler Sonunda Kaybeder

Kalemini ve kelamını zulme alet edenlerin sonu, çoğu zaman hüsran olmuştur. Bugün geçmişe dönüp baktığımızda, zalimleri destekleyenlerin isimleri ya unutulmuş ya da lanetle anılmıştır. Ancak hakkı savunanlar, zulme karşı duranlar, asırlardır örnek gösterilmektedir.

İmam-ı Azam Ebu Hanife, Abbasi halifesinin zorbalığına boyun eğmemiş, bu yüzden zindanda işkence görerek can vermiştir. Ancak onun ismi bugün hâlâ hayırla anılırken, ona zulmedenler unutulmuştur.

Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre gibi hakikatin sesi olmuş büyük zatlar, hiçbir zaman güce boyun eğmemiş, her daim adaleti ve hakkı savunmuşlardır. İşte bu yüzden asırlardır insanlar onlardan ilham almakta, onların sözleriyle doğruluk yolunu bulmaktadır.

Sonuç: Kalemini Temiz Tutanlar ve Kirletenler

Bugün de siyaset ve güç uğruna zulmü destekleyen, haksızlıkları meşrulaştıran, şaibeleri görmezden gelen kalem sahipleri, tarihin ibretlik sahnelerinde kendilerine kara bir sayfa açmaktadır. Ancak kalemini hakkın ve adaletin safında tutanlar, zulme karşı duranlar ise ebedî olarak hayırla yâd edilecektir.

Öyleyse, bugün herkes kendisine şu soruyu sormalıdır:

Kalemim hakkı mı yazıyor, yoksa çıkarımı mı savunuyor?

Kelamım adalet için mi konuşuyor, yoksa zulmü alkışlamak için mi?

Tarih beni hangi safta yazacak: Hakkın savunucuları mı, zulmün destekçileri mi?

Unutulmamalıdır ki, hakikat eninde sonunda galip gelir, zulmü destekleyenler ise tarih sahnesinden silinir. Zulmü alkışlayanlar, bir gün alkışladıkları zulmün hedefi olmaktan kaçamazlar.