ZEHİRLİ HAYATLAR

ZEHİRLİ HAYATLAR

Dünya, insanoğluna bir imtihan yurdu olarak verilmiştir. Kimileri bu dünyada temiz ve bereketli bir hayat sürerken, kimileri de zehirli bir yaşamın içinde kaybolur. Zehirli bir hayat, yalnızca bedeni hasta eden zehirlerle değil, ruhları ve vicdanları ifsat eden manevi zehirlerle de şekillenir. Kibir, hırs, nefret, haset, haram kazanç, zulüm ve günahlarla dolu bir hayat, insanı içten içe tüketir. Oysa temiz bir hayat, huzur, adalet, merhamet ve manevi güzelliklerle doludur.

Zehir Gibi Yayılmak: Kötülüğün Bulaşıcı Etkisi

Tarihte ve günümüzde, birçok insan zehirli bir hayatın pençesine düşmüştür. Firavun, Nemrut, Ebu Cehil gibi zalimler, kendi iç dünyalarındaki zehri çevrelerine de yaymış, zulümleriyle koca toplumları çürütmüşlerdir. Günümüzde de rüşvet, haksız kazanç, adaletsizlik, ahlaksızlık, açgözlülük gibi zehirli davranışlar, bireylerden toplumlara sirayet ederek insanlığı ifsat etmektedir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), helal kazançla, doğrulukla ve adaletle yaşamanın, insanı maddi ve manevi olarak bereketlendireceğini defalarca vurgulamıştır. Ancak bazı insanlar, dünyaya olan tamahları nedeniyle helali haramla değiştirmekte, bu haramlar ise hayatlarını zehirlemektedir.

Manevi Zehirler: İçten İçten Tüketen Hastalıklar

1. Hırs ve Açgözlülük: Hz. Peygamber (s.a.v.), “Ademoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, bir vadi daha ister” buyurmuştur. Dünyalık peşinde koşarken haramı mubah gören insanlar, aslında kendi ruhlarını zehirlemektedir.

2. Gıybet ve Fitne: Dillerinden düşmeyen iftiralar, kötü sözler ve başkalarını çekiştirmeler, toplumun huzurunu bozan en tehlikeli zehirlerdendir.

3. Kibir ve Gurur: Allah, şeytanı kibri yüzünden huzurundan kovmuştur. Kibir, insanı hem Allah’tan hem de insanlardan uzaklaştıran bir hastalıktır.

4. Haram Kazanç: Haksız yoldan kazanılan mal, kişinin helakine sebep olur. Peygamberimiz (s.a.v.), haram lokmanın, insanın duasına bile engel olacağını bildirmiştir.

5. Adaletsizlik ve Zulüm: Zulüm, sadece zalimi değil, tüm toplumu çürüten bir zehirdir. Adaletin olmadığı yerde bereket, huzur ve güven de olmaz.

Çare: Arınmış Bir Hayat Yaşamak

Bir insan bedenine zehir alırsa doktora gider, tedavi olur. Peki, ruhu zehirlenmişse ne yapmalıdır?

Allah’ın bize sunduğu en büyük nimetlerden biri tövbe kapısının her zaman açık olmasıdır. Zehirli bir hayattan kurtulmanın yolları şunlardır:

Tevbe ve İstiğfar: Kötü alışkanlıkları terk edip Allah’a yönelmek, ruhu temizler.

Helal Kazanca Sarılmak: Haramdan kaçınıp, helal kazançla bereketli bir hayat yaşamak gerekir.

Adaletli ve Merhametli Olmak: Zulmü terk edip, insanların hakkını gözeten bir yaşam sürmek gerekir.

Güzel Ahlaka Sarılmak: Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ahlakını örnek alarak sabır, şükür, cömertlik, tevazu gibi güzel özelliklerle süslenmek gerekir.

Sonuç: Temiz Bir Hayatın Bereketi

Allah, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

“Erkek veya kadın, mümin olarak kim iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.” (Nahl, 97)

Zehirli hayatlar, insanı hem dünyada hem de ahirette mahveder. Ancak temiz bir hayat, kalbe huzur, topluma barış, ahirete ise sonsuz saadet getirir.

Rabbimiz bizleri zehirli hayatlardan uzak, helal ve huzurlu bir ömür sürenlerden eylesin.

 

 




TOPLUMLARI YAKAN FİTNE ATEŞİ

TOPLUMLARI YAKAN FİTNE ATEŞİ[1]

Ebû Hüreyre”nin naklettiğine göre,

Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“İleride birtakım fitneler meydana gelecektir. O zaman oturan kişi, ayakta durandan; ayakta duran, yürüyenden; yürüyen de koşandan daha hayırlıdır. Fitne çıkarmaya yeltenen kişi kendisini o fitnenin içinde buluverir. Kim de (fitneden kurtulup) sığınacak bir yer bulursa hemen oraya sığınsın.”
(B7081 Buhârî, Fiten, 9)

Fitneler Karşısında Tutum: Sükûnetin Hikmeti

Tarih boyunca insanlık, farklı dönemlerde çeşitli fitnelerle karşılaşmıştır. Bu fitneler bazen toplumsal çatışmalar, bazen ahlaki yozlaşmalar, bazen de inanç krizleri şeklinde tezahür etmiştir. Fitne, kelime anlamı itibariyle “imtihan, bela, karışıklık ve kargaşa” anlamlarına gelir. Bu tür zamanlarda nasıl hareket edilmesi gerektiği konusunda Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bizlere çok önemli bir ölçü vermiştir.

Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivayet edilen hadiste, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) fitne dönemlerinde kişinin mümkün olduğunca sükûnet içinde kalmasını, olaylardan uzak durmasını ve fitneye kapılmamak için bir sığınak aramasını tavsiye etmiştir. Peki, bu tavsiyenin hikmeti nedir?

1. Fitne Dönemlerinde Hareketsiz Kalmak Neden Daha Hayırlıdır?

Hadiste geçen ifadeler dikkat çekicidir:

Oturan, ayakta durandan hayırlıdır.

Ayakta duran, yürüyenden hayırlıdır.

Yürüyen, koşandan hayırlıdır.

Bu sıralama, fitne zamanlarında aktif olarak olayların içine dalmanın kişiyi büyük bir tehlikeye sürükleyeceğini göstermektedir. Fitne dönemlerinde hak ile batılın karışması, insanların yanılgıya düşmesini kolaylaştırır. Hak bildiğini savunan kişi bile, olayların içine girdikçe istemeden fitneye hizmet edebilir. Bundan dolayı en selametli yol, olayları dikkatle gözlemlemek, sabırlı olmak ve aceleci davranmamaktır.

2. Fitne, İnsanları İçine Çeken Bir Ateştir

Hadisin devamında Efendimiz (s.a.v.), “Fitne çıkarmaya yeltenen kişi kendisini o fitnenin içinde buluverir.” buyurarak, olaylara karışan kişilerin farkında olmadan fitnenin bir parçası olabileceğini vurgulamıştır. Fitne, bir yangın gibidir; içine giren herkes yanar. Bu yüzden fitneden korunmanın en önemli yollarından biri, ona yaklaşmamaktır. Kurtulmak için en akıllıca hareket, olaylara körü körüne müdahil olmamak ve güvenli bir limana sığınmaktır.

3. Sığınak Bulmak Ne Demektir?

Hadisin sonunda, “Kim de (fitneden kurtulup) sığınacak bir yer bulursa hemen oraya sığınsın.” buyurulmuştur. Burada sığınılması gereken yer fiziksel bir mekân olabileceği gibi, aynı zamanda manevi bir hal de olabilir. Kişi, fitne dönemlerinde kendisini ve ailesini muhafaza edecek bir hayat düzeni oluşturmalı, fitneden uzak durmalı ve özellikle ilim, ibadet ve güzel ahlakla kendisini koruma altına almalıdır.

Tarih boyunca bu hadisin ne kadar isabetli olduğu pek çok kez görülmüştür. Büyük siyasi kargaşalar, mezhep savaşları, ihtilaller ve sosyal karışıklıklar döneminde ihtiyatlı davrananlar, aceleci ve tepkisel hareket edenlere göre daha az zarar görmüşlerdir. İmam Gazali gibi büyük âlimler de fitne zamanlarında ilimle meşgul olmayı ve dünyevi kargaşalara karışmamayı tavsiye etmişlerdir.

4. Günümüz İçin Dersler

Bu hadis, günümüzde de oldukça önemli dersler ihtiva etmektedir. Özellikle sosyal medya çağında, bilgi kirliliğinin ve manipülasyonun çok yoğun olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Doğru ile yanlışın iç içe geçtiği, insanların nefret verici sözlerine kolayca kapıldığı ve olayların hızla yayıldığı bir çağda, fitneden korunmanın yolu sükûneti muhafaza etmek, aceleci hareket etmemek ve güvenilir kaynaklardan bilgi edinmektir.

Ayrıca, toplumda meydana gelen olayları dikkatlice gözleyerek hareket etmek, öfke ve aceleyle yanlış kararlar almamak gerekir. Unutulmamalıdır ki, fitne zamanlarında sükûnet, selametin anahtarıdır.

Sonuç

Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bu hadis-i şerifi, fitne zamanlarında nasıl hareket edilmesi gerektiğine dair en büyük rehberlerden biridir. Aceleci ve tepkisel hareketler yerine, sabırla ve hikmetle olayları gözlemlemek, mümkün olduğunca fitneden uzak kalmak en doğru tutumdur. Hangi olayın hak, hangi olayın batıl olduğu netleşene kadar beklemek, kişinin hem dünyasını hem ahiretini koruyacak bir tedbirdir.

Allah bizleri her türlü fitneden muhafaza etsin ve hak ile batılı ayırt edebilme basiretini nasip etsin. Amin.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=JHurYMIJaxs




En Tehlikeli Kişi: Kurtla Birlikte Kuzu Yiyip, Çobanla Oturup Ağlayan

En Tehlikeli Kişi: Kurtla Birlikte Kuzu Yiyip, Çobanla Oturup Ağlayan


Dünyada dost görünen düşmanlardan, maskeli hainlerden daha büyük bir tehlike yoktur. Açık düşman bellidir; ona karşı tedbir alınır, savunma yapılır. Ancak içten vuran, iki yüzlü davranan, hem zalimle iş tutup hem mazlumun gözyaşına ortak olan kişi, en büyük zararı verir. İşte bu tür insanlar için denmiştir:

“En tehlikeli kişi, kurtla birlikte kuzu yiyip, çobanla oturup ağlayandır.”

Bu söz, riyakâr ve ikiyüzlü insanın hâlini en güzel şekilde anlatır. Bir taraftan zulme ortak olup, diğer taraftan adalet savunuculuğu yapmak… Bir yandan kötülüğün içinde olup, diğer yandan iyiliğin sesiymiş gibi görünmek… İşte bu, en büyük aldatmacadır.

Zulme Ortak Olup Mazlumu Savunmak

Kurtla beraber kuzuyu yiyen, yani zulme ortak olan kişi, aslında zalimden farksızdır. Ancak onun farkı, maskesini takarak kendini temize çıkarmaya çalışmasıdır. O, menfaatleri gereği hem zulüm tarafında hem de adalet tarafında görünmek ister.

Tarihte bu tür insanlara çok rastlanmıştır:

Firavun’un sarayında yaşayan, ama Musa’nın davasına destek veriyormuş gibi görünenler…

Zalim hükümdarlarla dost olup, sonra halkın arasında mazlum rolü yapanlar…

Menfaat için zalimlerin sofralarında oturup, sonra mazlumlarla birlikte gözyaşı dökenler…

Bu tür insanlar, toplumun en büyük belalarından biridir. Çünkü saf insanları kandırır, samimiyet perdesi altında sinsi planlarını yürütürler.

İkiyüzlülüğün Tehlikeleri

Bu tür insanların varlığı, toplumu içten içe çürütür. Çünkü samimiyet ortadan kalkar, insanlar birbirine güvenemez olur. Peki, neden bu kadar tehlikelidirler?

1. Gerçekle Sahteyi Ayırt Etmeyi Zorlaştırırlar

Dürüst insanı bile şüpheli hâle getirirler. Çünkü herkesin samimiyeti sorgulanır.

2. Zulme ve Adaletsizliğe Kılıf Uydururlar

Zulmü haklı göstermek için bahaneler üretirler. “Ben de mazlumun yanındayım” diyerek gerçek zalimleri perdelemeye çalışırlar.

3. Güveni Sarsarlar

İnsanlar artık kime güveneceğini bilemez. Dıştan dost, içten düşman olanlar yüzünden toplumda huzursuzluk hâkim olur.

4. Adaleti Zayıflatırlar

Haksızlıkla mücadele etmeleri gerekirken, iki tarafa da oynayarak zulmün devam etmesine sebep olurlar.

Kurtla Oturup Kuzu Yememek İçin Ne Yapılmalı?

Bu tür insanlardan korunmanın ve onları tanımanın yolları vardır:

Sözlere değil, fiillere bakılmalı. Bir insan ne söylüyorsa değil, ne yapıyorsa odur. Eğer bir kişi mazlumun yanında olduğunu söylüyor ama zalimlerle iş birliği yapıyorsa, onun samimiyeti sorgulanmalıdır.

Menfaatperestlerin dostluğu sahte olur. Kendi çıkarı için her ortama uyum sağlayan kişiler, tehlikelidir. Onlara güvenmek büyük bir hatadır.

Gerçek dostluk ve dava adamlığı sadakat gerektirir. Mazlumla gerçekten beraber olan, onun derdini kendi derdi bilir. Zalimle iş tutmaz, ne pahasına olursa olsun haktan yana durur.

Sonuç

Bir toplumun en büyük tehlikesi, düşman değil, içindeki hainlerdir. Açıkça kötülük yapan değil, kötülüğün içinde olup iyilik maskesi takanlardır. Bu yüzden uyanık olmak, insanları sözleriyle değil, amelleriyle değerlendirmek gerekir.

Zira **kurtla birlikte kuzuyu yiyip, çobanla oturup ağlayan kişi, en büyük tehlikedir.

 

 




“Âhirzamanda gelecek Ye’cüc ve Me’cücün komitesi, anarşistler olduğuna Kur’an işaret ediyor.”

“Âhirzamanda gelecek Ye’cüc ve Me’cücün komitesi, anarşistler olduğuna Kur’an işaret ediyor.”[1]

Ye’cüc ve Me’cüc: Ahirzamanın Anarşist Ruhlu Fitnesi

Giriş

Tarih boyunca insanlık, hak ve batıl mücadelesinin sayısız tezahürüne şahit olmuştur. İlahi vahiy, bu mücadeleyi haber vermiş ve insanları ikaz etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de bahsedilen Ye’cüc ve Me’cüc kavramı da bu büyük imtihanın önemli bir parçasıdır. Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı’nda, Ye’cüc ve Me’cüc’ün ahirzamanda anarşist bir komite olarak ortaya çıkacağına dair Kur’an’ın işaret ettiğini belirtir. Bu makalede, bu kavramın Risale-i Nur perspektifinde nasıl ele alındığını ve günümüz dünyasıyla bağlantısını irdeleyeceğiz.

1. Kur’an’da Ye’cüc ve Me’cüc

Kur’an-ı Kerim’de Ye’cüc ve Me’cüc, Kehf ve Enbiya surelerinde geçmektedir:

> “Ye’cüc ve Me’cüc seddi açıldığı zaman, her tepeden saldırırlar.” (Enbiya, 96)

> “(Zülkarneyn) dedi: ‘Rabbimin belirlediği vakit geldiğinde, onu (seddin yıkılmasını) Rabbim dümdüz eder. Rabbimin vaadi haktır.'” (Kehf, 98)

Bu ayetlerde Ye’cüc ve Me’cüc’ün yıkıcı bir gücü temsil ettiği, seddi aştıklarında büyük bir fitne çıkaracakları vurgulanmaktadır. Hadislerde de onların dünyaya yayılarak insanlığa büyük bir zarar vereceği bildirilmiştir. Peki, bu kavramı nasıl anlamalıyız?

2. Bediüzzaman’ın Tesbiti: Ye’cüc ve Me’cüc Anarşizmi

Bediüzzaman, ahirzamanın büyük fitnelerinden biri olan anarşizmi Ye’cüc ve Me’cüc ile ilişkilendirir. Ona göre, bu kavram yalnızca eski kavimlerle sınırlı değildir; aynı zamanda deccaliyetin ve süfyanizmin hizmetindeki bir hareketi simgeler.

“Âhirzamanda gelecek Ye’cüc ve Me’cücün komitesi, anarşistler olduğuna Kur’an işaret ediyor.”

Bu söz, Ye’cüc ve Me’cüc’ün sadece belli bir kavim veya ırk olmadığını, bozgunculuğu temsil eden bir zihniyet ve hareket olduğunu gösterir.
Ve bunu da Vekalet savaşlarıyla sürdürmektedir.
Nursî’ye göre, bu anarşist yapı:

Dini ve manevi değerleri yok etmeye çalışır.

İnsanları kaosa, zulme ve fitneye sürükler.

Toplum düzenini yıkar ve huzuru bozar.

Bediüzzaman’ın “komite” kelimesini kullanması da dikkat çekicidir. Bu, Ye’cüc ve Me’cüc’ün bireysel değil, organize bir yapı olduğunu, ideolojik ve sistematik bir bozgunculuk yaptığını gösterir.

3. Ye’cüc ve Me’cüc’ün Ahirzamandaki Tezahürleri

Ye’cüc ve Me’cüc’ün anarşist hareketler olarak tecelli edebileceğini düşündüğümüzde, günümüz dünyasında bunun izlerini görmek mümkündür:

Materyalist ve ateist ideolojiler: Din karşıtı, kaos çıkaran ideolojiler, insanları manevi değerlerden uzaklaştırarak toplumları çökertmektedir.

İnsan haklarını hiçe sayan kaotik yapılar: Terör örgütleri, isyan hareketleri, hukuk tanımayan gruplar, anarşizmin birer temsilcisi olabilir.

Ahlaki dejenerasyon ve toplumsal çözülme: Aile yapısının yıkılması, toplum düzeninin bozulması ve anarşik düşüncenin yaygınlaşması, Ye’cüc ve Me’cüc’ün ruhunu yansıtan unsurlardır.

Bediüzzaman, anarşizmin temelinde “menfi hürriyet” anlayışının yattığını söyler. Yani, sınır tanımayan bir özgürlük anlayışı, neticede toplumları kaosa sürükler. Bu, Ye’cüc ve Me’cüc’ün her tepeden saldırmasının manevi bir izahı olabilir.

4. Ye’cüc ve Me’cüc’e Karşı İslami Mukavemet

Bediüzzaman’a göre, bu fitneye karşı en büyük silah iman, ilim ve ahlaktır. Risale-i Nur’un da temel misyonlarından biri, bu ahirzaman fitnelerine karşı Kur’an hakikatlerini ortaya koyarak insanları aydınlatmaktır.

> “Evet, bu zamanın en büyük farz vazifesi, imanı kurtarmaktır.”

Bediüzzaman, Ye’cüc ve Me’cüc’ün anarşist ruhuna karşı manevi bir set gerektiğini vurgular. Bu set, tıpkı Zülkarneyn’in yaptığı gibi, iman ve ahlak ile örülmelidir. Bugün Risale-i Nur hizmeti de bu noktada önemli bir rol üstlenmektedir.

Sonuç: Hikmet ve İbret Penceresinden Bakış

Ye’cüc ve Me’cüc meselesi, sadece kıyamete yakın bir olay değil, aynı zamanda zaman içinde farklı şekillerde tezahür eden bir bozgunculuk hareketidir. Bediüzzaman’ın anarşizm ile ilişkilendirmesi, bu olayın manevi boyutunu anlamamıza yardımcı olur.

Bugün, toplumları kaosa sürükleyen hareketlere karşı en büyük çare, imanı tahkiki bir şekilde anlamak ve yaymaktır. Ye’cüc ve Me’cüc’ün saldırıları ancak manevi bir set ile durdurulabilir. Bu yüzden, her Müslüman, bu manevi mücadelede üzerine düşen vazifeyi yerine getirmeli, iman, ilim ve ahlak ile bu fitneye karşı koymalıdır.

“Rabbim! Bizi, nefsimizi ve neslim

[1] https://www.youtube.com/watch?v=6tWoq03zWEo




İNSAN MEMLEKETİNİ İŞGAL ETMEYE ÇALIŞAN NEFİS ASKERİ.

İNSAN MEMLEKETİNİ İŞGAL ETMEYE ÇALIŞAN NEFİS ASKERİ.

İnsan Memleketini İşgal Etmeye Çalışan Nefis Askeri

İnsan, bir memlekete benzer. Bu memlekette akıl hükümdardır, kalp en kıymetli hazinedir, ruh ise gerçek sahibi olan sultandır. Duyu organları keşif birimleri, irade ise savunma kuvvetidir. Ancak bu memleketin en büyük düşmanı, içeriden gelen bir tehdittir: Nefis askeri.

Nefis: İçeriden Gelen Bir Düşman

Nefis, insanın en büyük düşmanıdır; çünkü dıştan değil, içten saldırır. Tarih boyunca en büyük fetihler içeriden gelen ihanetle kaybedilmiş, en sağlam kaleler içten yıkılmıştır. İşte nefis de insanın iç kalesini fethetmeye çalışan bir casus gibidir. Kendi arzularını ve heveslerini süsleyerek insana sunar, yanlışları güzel gösterir, hakikati perdelemek ister.

Bu düşmanın en tehlikeli özelliği, sinsiliğidir. Nefis doğrudan saldırmaz, önce dost gibi yaklaşır. Tıpkı düşmanın, önce bir şehrin halkını kandırıp, içeriden kapıları açtırdığı gibi, nefis de insanın zaaflarını kullanarak içeride bir gedik açmaya çalışır.

Nefsin İşgal Stratejileri

Bir memleketin işgal edilmesi için önce halkın gaflete düşmesi gerekir. Nefis de insanın gafletini bekler. Onu dört farklı yoldan sarsmaya çalışır:

1. Şehvet ve Hevâ
Tıpkı düşman askerlerinin kaleyi zayıflatmak için içeriden lüks ve sefahat yayması gibi, nefis de insana dünya zevklerini süslü gösterir. Helal ve haram çizgisini unutturmaya çalışır. Böylece insan, kalbinin ve ruhunun aslî vazifesini unutup yalnızca haz peşinde koşan bir varlığa dönüşür.

2. Tamah ve Hırs
Nefis, insanı kanaatsizlikle vurur. Daha fazlasını istemek, mal ve mülk hırsına kapılmak, dünyaya meyletmek insanı zayıf düşürür. Düşmanı içeriden tanıyan hain bir asker gibi, nefis de insanın bu zaafını kullanır ve onu manevi değerlerden uzaklaştırır.

3. Gaflet ve Tembellik
Nefis, insanı asıl görevlerinden alıkoymak için tembellik silahını kullanır. Tıpkı bir şehrin düşmana direnmemesi için halkının uyuşturulması gibi, nefis de insanı gaflete düşürerek ahiret yolculuğunu unutturur.

4. Kibir ve Enaniyet
En tehlikeli saldırı, insanın aklını ele geçirmektir. Nefis, kibir ve enaniyet ile insanın aklını kullanmasını engeller. Böylece insan, yanlış yolda olduğunu bile fark edemez. Gurur ve benlik duygusu, hakikati görmesini perdeleyen bir sis gibi önüne çekilir.

Kaleyi Kurtarmanın Yolları

Nefsin işgaline karşı koymanın yolları vardır. Her güçlü kalenin bir savunma sistemi olduğu gibi, insanın da manevi savunmasını güçlendirmesi gerekir. İşte nefse karşı koymanın yolları:

Tevazu ile enaniyeti kırmak

Şükür ile hırsı söndürmek

Sabır ile şehveti dizginlemek

Zikir ve ibadet ile gafleti dağıtmak

Tıpkı bir memleketin bilinçli ve sağlam bir idare ile ayakta kalması gibi, insan da nefsin saldırılarına karşı güçlü bir irade ve sağlam bir iman ile kendini muhafaza edebilir.

Sonuç

İnsan, kendi iç dünyasını korumazsa, dıştan gelen tehlikeler karşısında da savunmasız kalır. Nefis, içeriden gelen en büyük düşmandır. Onu tanımak, hilelerini bilmek ve ona karşı koymak, insanın kendi manevi memleketini koruması için en büyük vazifedir.

İşte gerçek zafer, dışarıdaki düşmanları yenmek değil, içerideki nefis ordusuna karşı kaleyi sağlam tutmaktır.

 

 




ÖLÜMLE RUH GELDİĞİ YERE VE BEDEN İSE OLDUĞU YERE DÖNER

ÖLÜMLE RUH GELDİĞİ YERE VE BEDEN İSE OLDUĞU YERE DÖNER


Ölüm ve Dönüş: Ruh Geldiği Yere, Beden Olduğu Yere

Hayat bir yolculuktur. İnsan, bu dünyaya geldiğinde, aslında bir misafir olarak gönderilmiştir. Ruh ona bir emanet olarak verilmiş, beden ise bu yolculukta ona bir binektir. Ne ruh bu dünyaya aittir ne de beden ebedîdir. Ve nihayetinde, ölüm anı geldiğinde herkes aslına döner; ruh geldiği yere, beden ise toprağa…

Ruhun Aslı: İlahi Nefha

İnsan ruhu, Rabbimizin kudretiyle yaratılmış, latif ve nuranî bir varlıktır. Kur’an-ı Kerim’de bu gerçeğe şöyle işaret edilir:

“Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir…” (İsra, 85)

Bu ayetten anlaşılıyor ki, ruh Rabbimizden gelen bir emanettir. Onun mahiyetini tam olarak kavramamız mümkün değildir. Ancak ruhun, insana verilen en büyük nimetlerden biri olduğu aşikârdır. O, bedene hayat vererek insanı canlı ve şuurlu kılar. Ölüm anında ise ruh, ait olduğu âleme döner; yani dünya sahnesinden çekilir, berzah âlemine intikal eder.

Bedenin Aslı: Toprak

Beden ise bu dünyaya aittir. Kur’an-ı Kerim’de, insanın topraktan yaratıldığı defalarca vurgulanmıştır:

“Sizi ondan (topraktan) yarattık, yine ona döndüreceğiz ve bir kez daha ondan çıkaracağız.” (Tâhâ, 55)

Bu ayet, insanın beden olarak dünyaya ait olduğunu ve ölümle birlikte tekrar aslına, yani toprağa döneceğini bildirir. Yüzyıllar boyunca nice padişahlar, alimler, fakirler ve zenginler toprağa girmiştir. Hepsi aynı akıbete uğramış, bedenleri çürümüş ve toprak olmuştur.

Ölüm: Aslına Rücu

Ölüm, aslında bir yok oluş değil, bir dönüş ve bir geçiştir. Ruh, dünya hayatındaki görevini tamamlayıp geldiği ilahi âleme yönelirken, beden de dünya ile olan bağını koparıp aslına rücu eder. Mevlâna’nın dediği gibi:

“Ölüm günüm, benim için düğün gecesidir.”

Zira ruh, dünya zindanından kurtulup gerçek vatanına, Rabbine kavuşur. Bu, inanan bir ruh için sevinç ve huzur kaynağıdır.

İbretli Bir Hikâye

Bir gün, bilge bir zat çölde yolculuk yaparken bir kabristanın önünde durur. Yanındaki genç, mezarlara bakarak derin bir iç çekerek sorar:

— Efendim, buradakilerin sonu ne oldu?

Bilge kişi mezarlara bir göz gezdirir ve şu hikmetli cevabı verir:

— Buradakiler ikiye ayrılır evlat. Kimi ruhunu Rabbine, kimi de nefsine teslim etti. Kimi huzur içinde bekliyor, kimi pişmanlık içinde… Ama bir gerçek var ki, hepsinin bedeni toprağa karıştı. Çünkü beden ait olduğu yere, ruh ise geldiği yere döner.

Genç düşündü, sonra bilgeye döndü:

— Peki, ben hangi gruptan olacağım?

Bilge hafifçe gülümsedi:

— Onu sen belirleyeceksin evlat. Eğer ruhunu dünyaya bağlarsan, toprağa gömülür gibi ruhun da mahvolur. Ama eğer ruhunu Allah’a yöneltirsen, ölümün bile seni üzen bir şey olmayacak.

Bu sözler, gencin kalbinde derin izler bıraktı. O günden sonra, dünya nimetlerine değil, ahirete hazırlık yapmaya daha çok önem verdi.

Sonuç: Ebedi Hayata Hazırlık

İnsan bu dünyada kalıcı değildir. Ruh da, beden de misafirdir. Ölüm bir son değil, bir başlangıçtır. Şu halde akıllı insan, asıl vatanına hazırlanandır. Çünkü bu beden toprağa dönerken, ruhun nerede olacağını belirleyen bizim bu dünyadaki amellerimizdir.

Bu dünya bir han, ölüm bir kapı, ahiret ise asıl yurttur. O halde yolculuğa hazırlıklı olmak




BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’YE GÖRE İSLÂM DÜNYASININ HASTALIKLARI VE TEDAVİ ÇARELERİ

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’YE GÖRE İSLÂM DÜNYASININ HASTALIKLARI VE TEDAVİ ÇARELERİ


İslâm dünyası, uzun asırlar boyunca ilim, medeniyet ve ahlak sahasında dünyaya ışık saçtı. Ancak zamanla çeşitli sebeplerle bu parlaklık sönmeye yüz tuttu ve Müslüman toplumlar geri kalmışlık, cehalet ve iç çatışmalar gibi birçok hastalığa yakalandı. Bediüzzaman Said Nursî, 20. yüzyılın başlarında İslâm dünyasının bu hastalıklarını teşhis ederek, onlara karşı reçeteler sundu. Onun tespitleri, bugün de aynı canlılıkla geçerliliğini korumaktadır.

İSLÂM DÜNYASININ TEMEL HASTALIKLARI

Bediüzzaman’a göre İslâm dünyasının yaşadığı sıkıntılar, birkaç temel hastalığa dayanır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

1. Ümitsizlik Hastalığı (Yeis)

İslâm dünyasının geri kalmışlığı karşısında birçok Müslüman, “Bizden artık bir şey olmaz.” düşüncesine kapılmıştır. Bu psikolojik yenilgi, daha büyük bir çöküşe sebep olmaktadır. Oysa ümitsizlik, şeytandan gelen bir vesvesedir.

Çare:
Bediüzzaman, Kur’an’ın ümitsizliği reddettiğini vurgular. Ye’sten sonra, en parlak bir saadet içinde olacağını ümit etmek, iman-ı kâmilin bir lazımıdır,der. Müslümanlar, tekrar ayağa kalkmak için önce inançlarını ve özgüvenlerini kuvvetlendirmelidir.

2. Cehalet Hastalığı

İslâm dünyasının ilimde ve fende geri kalması, cehaletin en büyük göstergesidir. Oysa ilk emir “Oku!” (Alak, 1) ayetidir. Ne var ki, Müslüman toplumlar bu emri unutarak ilimden uzaklaşmış ve batı dünyasının gerisinde kalmıştır.

Çare:
Bediüzzaman’a göre gerçek ilim, hem dinî hem fennî ilimleri birlikte öğrenmekle mümkündür. Medrese, mektep ve tekkenin (akıl, bilim ve maneviyatın) birleşmesi gerektiğini savunur. O, Medresetü’z-Zehra projesiyle İslâm dünyasında bu üçlü eğitimi bir araya getiren bir model önermiştir.

3. İttihadsızlık ve Bölünmüşlük Hastalığı

Müslümanlar arasında birlik olmaması, dış güçlerin sömürüsünü kolaylaştırmaktadır. Mezhep kavgaları, etnik ayrılıklar ve siyasi ihtilaflar, İslâm dünyasını zayıf düşürmektedir.

Çare:
Bediüzzaman, İslâm birliğinin “İttihad-ı İslâm” şuuruyla yeniden tesis edilmesi gerektiğini söyler. “Müminler ancak kardeştir.” (Hucurat, 10) ayetine dayanarak, Müslümanların kardeşlik bilinciyle hareket etmesini öğütler. Ona göre, birlik ruhu olmadan hiçbir ilerleme mümkün değildir.

4. Menfaatçilik ve Dürüstlük Eksikliği

İslâm dünyasında rüşvet, adaletsizlik ve ahlaki yozlaşma gibi meseleler, toplumların çöküşüne sebep olmaktadır. İslâm’ın temel değerlerinden olan adalet, sadakat ve ihlas eksik hale gelmiştir.

Çare:
Bediüzzaman, ihlası (Allah rızası için amel etmeyi) her işin merkezine koyar. “Amelinizde rıza-yı İlahî olmalı” der ve menfaat yerine adaletin, şahsi çıkar yerine ümmetin hayrının gözetilmesini tavsiye eder.

TEDAVİ: ÜÇ BÜYÜK DÜŞMANLA MÜCADELE

Bediüzzaman, İslâm dünyasının en büyük üç düşmanını cehalet, zaruret (fakirlik) ve ihtilaf (ayrılık) olarak tanımlar ve bu düşmanlarla mücadele etmek için ilim, sanat ve ittihadı (birliği) çare olarak sunar.

1. Cehalete karşı eğitim: Hem dinî hem fennî ilimler öğretilmelidir.

2. Fakirliğe karşı çalışma ve üretim: Müslümanlar, tembellikten kurtulup sanayi ve ekonomiye yönelmelidir.

3. Ayrılığa karşı kardeşlik: Mezhep, etnik köken veya siyasi görüş farkı gözetmeksizin İslâm birliği sağlanmalıdır.

SONUÇ: KUR’AN’IN IŞIĞINDA YENİDEN DİRİLİŞ

Bediüzzaman Said Nursî, İslâm dünyasının kurtuluşunun ancak Kur’an’a tam bağlanmakla mümkün olacağını belirtir. Kur’an’ın hakikatleri, ilim ve kardeşlik ruhuyla yaşanırsa, İslâm dünyası yeniden ayağa kalkacaktır.

Günümüzde de bu hastalıklar hâlâ devam etmekte. Ancak ümitsizliğe kapılmadan, ilim ve kardeşlik ekseninde hareket edersek, Bediüzzaman’ın işaret ettiği İslâm’ın yeniden yükseliş dönemi başlayacaktır.

“Allah, sizden iman edip salih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri hâkim kıldığı gibi, yeryüzüne hâkim kılacağını vaad etmiştir.” (Nur, 55)

Bu ayet, İslâm dünyasının uyanışının bir sorumluluk meselesi olduğunu gösteriyor. Müslümanlar bu sorumluluğu yerine getirdiğinde, Allah’ın vaadi gerçekleşecektir.

 

 




İSTANBUL BELEDİYESİ’NDEKİ BU YOLSUZLUK VE TERÖR BAĞLANTISI KARARINDA, OY VERİP ONLARI DESTEKLEYENLERDE VEBAL ALTINDADIR.

İSTANBUL BELEDİYESİ’NDEKİ BU YOLSUZLUK VE TERÖR BAĞLANTISI KARARINDA, OY VERİP ONLARI DESTEKLEYENLERDE VEBAL ALTINDADIR.


Seçmenlerin Manevi Sorumluluğu: Oy Tercihlerinin Ahlaki ve Vicdani Boyutu

Demokratik toplumlarda oy kullanma hakkı, bireylerin yönetimde söz sahibi olmasını sağlayan temel bir haktır. Ancak bu hak, beraberinde önemli bir sorumluluğu da getirir: Seçmenlerin, oy verdikleri adayların veya partilerin icraatlarından doğan sonuçlardan manevi olarak etkilenmeleri. Bu açıdan, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde (İBB) ortaya çıkan yolsuzluk ve terör bağlantısı iddiaları, seçmenlerin ahlaki ve vicdani sorumluluklarını yeniden düşünmelerini gerektirmektedir.

İBB’deki Yolsuzluk ve Terör Bağlantısı İddiaları

Mart 2025’te, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ve bazı belediye yetkilileri hakkında “yolsuzluk” ve “terör örgütüne yardım” suçlamalarıyla soruşturmalar başlatıldı. Bu kapsamda, İmamoğlu ve 92 kişi tutuklandı. Bu durum seçmenlerin oy tercihleriyle ilgili manevi sorumluluklarını da gündeme getirdi.

Oy Tercihlerinin Manevi Sorumluluğu

Seçmenler, oy verdikleri temsilcilerin eylemlerinden doğrudan etkilenirler. Bu nedenle, bir adayın ahlak dışı davranışları veya yasa dışı faaliyetleri, ona destek veren seçmenlerin vicdani muhasebesini zorunlu kılar. İslami perspektiften bakıldığında, bireylerin doğruyu ve adaleti desteklemeleri, yanlışı ve zulmü reddetmeleri esastır. Kur’an-ı Kerim’de, “İyilik ve takva üzere yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın.” (Maide, 5/2) buyurulur. Bu ayet, bireylerin destek verdikleri kişilerin fiillerinden sorumlu olduklarını hatırlatır.

Seçmenlerin Bilinçli Tercih Yapma Yükümlülüğü

Seçmenlerin, oy vermeden önce adayları ve partileri detaylı bir şekilde incelemeleri, geçmişteki icraatlarını ve ahlaki duruşlarını değerlendirmeleri gerekmektedir. Bu, hem toplumsal hem de manevi bir sorumluluktur. Aksi takdirde, destek verdikleri kişilerin olumsuz eylemlerinden dolayı vicdani bir yük altına girebilirler.

Sonuç: Ahlaki Değerlerin Önemi

İBB’deki yolsuzluk ve terör bağlantısı iddiaları, seçmenlerin oy tercihlerinin ne denli önemli olduğunu bir kez daha göstermiştir. Bireyler, sadece kendi menfaatlerini değil, toplumun genel iyiliğini ve adaletini gözeterek oy kullanmalıdır. Bu bilinçle hareket etmek, hem dünyada hem de ahirette huzurlu bir yaşamın anahtarıdır.

 

 




DÜNYA DEVLETLERİ KENDİ DERİN DEVLETLERİYLE YÜZLEŞMELİDİR.

DÜNYA DEVLETLERİ KENDİ DERİN DEVLETLERİYLE YÜZLEŞMELİDİR.


Tarih boyunca devletler, resmi yönetim mekanizmalarının yanı sıra, perde arkasında etkin olan gizli yapılar tarafından da yönlendirilmiştir. Bu gölgede kalan güç, modern literatürde “derin devlet” olarak adlandırılmıştır. Derin devlet, resmi yönetimin ötesinde; bürokrasi, istihbarat, ordu, sermaye ve medya gibi unsurlarla devletin ana politikalarını şekillendiren bir güç odağıdır. Ancak bu yapılar çoğu zaman devletin bekası için çalıştıkları iddiasıyla hareket etseler de, zaman zaman adaletin ve toplumun zararına faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Bugün dünya devletleri, geçmişte ve günümüzde iç içe geçmiş olan bu derin yapılarla yüzleşmeli, halkın iradesini ve devletin meşruiyetini korumak adına gereken adımları atmalıdır. Çünkü derin devletler, milletlerin iradesini gasp eden, kaosu besleyen ve gerçek demokrasiyi gölgeleyen unsurlar olabilir.

TARİHTEN GÜNÜMÜZE DERİN DEVLETİN İZLERİ

1. Roma İmparatorluğu ve Senato’nun Gizli Güçleri

Roma İmparatorluğu’nda resmi hükümdarlar olan imparatorlar, zaman zaman senato içindeki gizli kliklerin hedefi olmuşlardır. Özellikle Sezar’ın suikastı, derin devletin kendi çıkarları doğrultusunda nasıl hareket ettiğinin en bariz örneklerinden biridir. Senato içinde güçlü bir grup, Sezar’ın otoritesini tehlike olarak görerek onu ortadan kaldırmıştır. Bu olay, bir devletin içinde farklı menfaat gruplarının nasıl perde arkasında etkin olabileceğini gösteren en eski örneklerden biridir.

2. Osmanlı Devleti ve Enderun’un Gölge Etkisi

Osmanlı Devleti’nde de zaman zaman perde arkasındaki güçler, devletin yönetiminde belirleyici olmuştur. Enderun sistemi, devlet adamlarının yetiştirildiği bir merkez olmasına rağmen, özellikle Saray’daki Harem ve Yeniçeri Ocağı gibi unsurlar, bazı dönemlerde Osmanlı siyasetini perde arkasından şekillendiren unsurlar haline gelmiştir. III. Selim’in reform girişimlerine karşı çıkan Yeniçeri Ocağı, bu sürecin en çarpıcı örneklerinden biridir.

3. ABD ve “Derin Amerika”

Amerika Birleşik Devletleri’nde “Derin Amerika” kavramı, özellikle askeri-sanayi kompleksi, istihbarat teşkilatları (CIA, FBI) ve büyük şirketlerin yönetimdeki etkinliğiyle ilişkilendirilir. Örneğin, John F. Kennedy suikastı, ABD’de derin devletin varlığına dair en fazla tartışılan olaylardan biridir. Kennedy’nin, istihbarat teşkilatlarının kontrolsüz gücüne karşı durması ve Vietnam Savaşı’na karşı tutumu, onun hedef haline gelmesine neden olmuştur.

4. Türkiye’de Derin Devlet Tartışmaları

Türkiye’de derin devlet tartışmaları, özellikle Susurluk Kazası (1996) ile daha görünür hale gelmiştir. Devletin içindeki bazı yapıların yasa dışı faaliyetlerle ilişkisi açığa çıkmış, mafya-devlet-siyaset üçgeni kamuoyu tarafından tartışılmaya başlanmıştır. Bu olay, devletin içinde bazen hukuk dışı yapılarla hareket eden grupların bulunabileceğini gösteren çarpıcı bir örnek olmuştur.

DERİN DEVLETLE YÜZLEŞMENİN ZORUNLULUĞU

Derin devlet yapıları, her ülkede farklı boyutlarda varlık gösterir. Ancak temel sorun, bu yapıların zaman zaman devletin meşruiyetini ve halkın iradesini hiçe sayarak kendi menfaatleri doğrultusunda hareket etmeleridir.

1. Şeffaf Devlet Yönetimi Şarttır

Devletler, halkın güvenini kazanmak için şeffaf yönetim ilkelerini benimsemelidir. Devletin içindeki gizli yapılar, halkın iradesini aşan kararlar alıyorsa, bu durum yönetime zarar verir. Devlet, halkına hesap vermeli, karanlıkta kalan güç odaklarını bertaraf etmelidir.

2. Hukukun Üstünlüğü Esas Alınmalıdır

Hukukun üstün olmadığı bir devlet, zamanla derin yapıların güdümüne girebilir. Adalet mekanizmasının bağımsız olması, devletin içerisindeki karanlık ilişkileri açığa çıkarmak için hayati önemdedir.

3. Medya ve Sivil Toplum Kuruluşları Özgür Olmalıdır

Basın ve sivil toplum kuruluşları, devletin içindeki illegal yapılanmaları ortaya çıkarmada önemli bir rol oynar. Ancak medya ve sivil toplum örgütleri, çıkar gruplarının eline geçerse, halkın bilgilendirilmesi yerine manipüle edilmesi söz konusu olur. Bu yüzden, özgür ve bağımsız ancak mutlak ve keyfi özgürlük değil belki sorumlu ve denetime tabi bir medya anlayışı teşvik edilmelidir.

SONUÇ: GELECEĞE TEMİZ BİR DEVLET BIRAKMAK

Tarih boyunca derin devletlerin etkisiyle savaşlar çıkmış, hükümetler devrilmiş, toplumlar manipüle edilmiştir. Bugün dünya devletleri, kendi içindeki derin yapılarla yüzleşmeli ve hukukun üstünlüğünü esas alarak halkın iradesini güçlendirmelidir.

Devletlerin bekası, sadece güçlü bir istihbarat veya orduyla değil, adalet, şeffaflık ve halkın iradesine duyulan saygıyla sağlanabilir.

Gelecek nesillere, kirli oyunlardan arınmış, adil ve şeffaf bir yönetim bırakmak, devletlerin en büyük sorumluluğudur. Çünkü devlet, ancak halkın güveniyle ayakta kalır. Derin yapılarla yüzleşmeyen devletler, bir gün kendi içlerindeki karanlık tarafından yutulmaya mahkûmdur.

 

 




HER ŞEY ZAMAN VE MEKÂNIN VAR EDİLMESİYLE BAŞLADI

HER ŞEY ZAMAN VE MEKÂNIN VAR EDİLMESİYLE BAŞLADI[1]

İnsan aklı, her şeyi bir başlangıç ve bir sebep ile anlamaya çalışır. Ancak zaman ve mekânın olmadığı bir noktayı tasavvur etmek, aklımızın ötesinde bir meseledir. Bizler her şeyi bir ölçü, bir çerçeve içinde kavrarız. Oysa zaman ve mekân yaratılmadan önce, bizim ölçülerimizle kavrayamayacağımız bir mutlak varlık vardı: Allah. O, ezeli ve ebedidir; varlığı zamana ve mekâna bağlı değildir.

Başlangıcın Başlangıcı: Zaman ve Mekânın Yokluğu

Biz insanlar, “önce ne vardı?” diye sormaya meyilliyiz. Ancak “önce” demek, zaman kavramını gerektirir. Oysa zaman yaratılmadan önce “önce” diye bir şey de yoktu. Yine “nerede oldu?” diye sorarız, ama mekân yaratılmadan önce “nerede?” sorusu da anlamsızdı. İşte tam bu noktada Allah’ın kudreti, sonsuz ilmi ve iradesi devreye girerek zamanı ve mekânı var etti.

Kur’an-ı Kerim’de “O, gökleri ve yeri yoktan var edendir…” (En’am, 101) buyrularak, tüm varlık âleminin Allah’ın yaratmasıyla meydana geldiği açıkça bildirilmiştir.

Zamanın Akışı ve İnsan İçin Anlamı

İnsan, zamanın içine doğar ve onun akışıyla yaşar. Geçmiş ve gelecek bizim için birer gerçekliktir. Fakat Allah için her an aynı anda bilinir ve görülür. Çünkü O, zamana mahkûm değil, aksine onu yaratandır.

Zaman, insan için büyük bir imtihan vesilesidir. İnsanoğlu dünyada sınırlı bir vakitle yaratılmıştır ve bu süre içinde imtihan edilmektedir. Zamanın geçiciliği, bizlere dünya hayatının da geçici olduğunu gösterir. Rabbimiz “Asra yemin olsun ki insan hüsrandadır!” (Asr, 1-2) diyerek, zamanın kıymetini bilmeyenlerin kayıpta olduğunu haber verir.

İbretle düşündüğümüzde, zamanın yaratılması olmasaydı, biz ne geçmişi düşünebilir, ne geleceğe dair umut besleyebilir, ne de yaşadığımız anın değerini idrak edebilirdik.

Mekânın Hikmeti ve İlahi Sanat

Mekân, Allah’ın kudretini gösteren büyük bir tecellidir. Kainatın uçsuz bucaksız büyüklüğü, gökyüzündeki yıldızlar, galaksiler, dünya ve içindeki canlılar, her şey Allah’ın varlığının delilidir.

Çünkü biz her şeyi zaman mekân kavramıyla kayrayabiliyor,kuşatıp anlayabiliyoruz.
Aksi takdirde sonsuza nasıl kavrayacak, kuşatıp anlayacaktık?

“Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri boşuna yaratmadık…” (Sad, 27) ayeti, mekânın bir amaçla yaratıldığını vurgular. Dünya, insanların imtihan yurdu olarak yaratılmıştır. Allah, bu mekânı insanın yaşayabileceği şekilde mükemmel bir düzende inşa etmiştir.

İnsan mekânı işgal eder ama ona sahip olamaz. Binalar yapar, şehirler kurar ama en sonunda bu mekânı terk eder. Çünkü mekânın sahibi de biz değiliz, Allah’tır.

Zaman ve Mekânın Ötesinde Sonsuzluk

İnsan için zaman ve mekân sınırlıdır. Ama ölüm, insanı zaman ve mekânın kayıtlarından çıkarır. Ahiret, bizim bildiğimiz zaman ve mekân ölçülerine sığmaz. Orada ebedilik vardır. Allah, ahireti yaratmış ve orada zamanın bizim bildiğimiz gibi akmadığını bildirmiştir.

Kıyamet günü dünya zamanının biteceği, herkesin ilahi huzura çıkarılacağı bir an olacaktır. O gün, “Gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri hak ile yarattık. Kıyamet mutlaka gelecektir…” (Hicr, 85) ayetinde bildirildiği gibi bir hakikattir.

Sonuç olarak;
Zamanın ve mekânın yaratılması, bizim var oluşumuzun ve sınavımızın bir gereğidir. İnsan, bu dünyada zamanını nasıl harcadığını ve mekânını nasıl değerlendirdiğini sorgulamalıdır. Çünkü bu ikisi bir gün elinden alınacak ve ebedi âlemde tekrar yaratılacaktır.

Ve nihayet, zaman da bitecek, mekân da yok olacak, geriye sadece Allah’ın sonsuz varlığı kalacaktır.

“O gün yer başka bir yere, gökler de başka göklere çevrilecek ve herkes tek olan, her şeye hükmeden Allah’ın huzuruna çıkacaktır.” (İbrahim, 48)

[1] https://www.youtube.com/watch?v=8mjTaJ-DVQ0




DÜNYA HER İNSAN İÇİN BIR ATLAMA TAŞI VE NEREYE GİDECEĞİNİN GİRİŞ KAPISIDIR

DÜNYA HER İNSAN İÇİN BIR ATLAMA TAŞI VE NEREYE GİDECEĞİNİN GİRİŞ KAPISIDIR.[1]

TÜM AHİRET ATAMALARI BURADA VE BURADAN YAPILMAKTADIR. SONSUZLUĞA AÇILAN İLK İSTASYON

DÜNYA: ATLAMA TAŞI VE SONSUZLUĞA AÇILAN İLK İSTASYON

İnsan, bu dünyaya tesadüfen gelmedi. Gelişi, ilahi bir iradenin eseri; varlığı, büyük bir sınavın parçası; gidişi ise sonsuz bir hayata açılan ilk adımdır. Dünya, her insan için bir atlama taşı, bir geçiş noktasıdır. Buradaki her nefes, ahiretteki sonsuz hayata yapılan bir hazırlık hükmündedir.

Bir Yolculuk Başlıyor: Ruhun Dünya İmtihanı

İnsan, ruhlar âleminde yaratıldı, ana rahminde şekillendi ve bir gün dünyaya gözlerini açtı. Ancak bu dünya, nihai bir durak değil, sadece bir misafirhane. İnsan, bu istasyonda bir süre konaklayacak, ardından asıl hayatına doğru yola çıkacaktır.

Bu yolculuğu şu misalle daha iyi anlayabiliriz:

Bir öğrenci, üniversiteye girmek için sınava hazırlanır. O sınavı kazandığında bir ömür boyu mesleğini şekillendirecek bir sonuç elde eder. Dünya hayatı da bir sınav yeridir. Burada yapılan her amel, sonsuz hayattaki konumumuzu belirleyecektir. Dünya, ahiretin tarlasıdır; burada ne ekilirse, orada o biçilecektir.

Allah Kur’an’da bu hakikati şöyle bildirir:

“Kim ahiret kazancını isterse, onun kazancını artırırız. Kim dünya kazancını isterse, ona da dünyadan veririz; fakat ahirette onun bir nasibi olmaz.” (Şura, 20)

Bu ayet açıkça gösteriyor ki, insanın yönelimi kaderini belirler. Kimi ahirete yatırım yapar, kimi dünyada kalıcı olacağını sanarak sadece fani olana sarılır.

Ahiret Atamaları Bu Dünyada Yapılıyor

Bir devlet, memurlarını belirlerken önce bir sınav yapar. Başarılı olanlar yüksek makamlarla ödüllendirilirken, başarısız olanlar kaybeder. Ahiret için de durum aynıdır.

Cennet veya cehennem… Bunlar sadece ölümden sonra karşımıza çıkacak rastgele mekânlar değil, dünya hayatındaki tercihlerimizin sonucudur. Allah herkese fırsatlar sunar, yönlendirmeler yapar, yollar gösterir. Ancak herkes kendi seçimlerinden sorumludur.

Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

“Kim zerre kadar hayır işlerse, onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse, onu görür.” (Zilzal, 7-8)

Bu ayet, dünya hayatının bir değerlendirme alanı olduğunu vurgular. Kimin nerede olacağı, bu dünyadaki kararlarına bağlıdır. Cennet de cehennem de insanın elindedir; kişi kendi tercihleriyle kaderini şekillendirir.

Dünya: Sonsuzluğa Açılan Kapı

Zamanın başlangıcından beri milyarlarca insan bu dünyaya geldi ve göçtü. Kimse burada kalıcı olmadı. Peygamberler, krallar, filozoflar, alimler, mazlumlar ve zalimler… Hepsi bu dünya sahnesinde bir süre oynadı ve sahneden çekildi. Ancak kimse yok olmadı. Hepsi varlığını sonsuz bir istasyona doğru devam ettiriyor.

Bu yüzden, dünya hayatı asıl varlığımız değil, bir geçiştir. Bizi bekleyen sonsuz hayat, ya nimetlerle dolu olacak ya da pişmanlık ve azapla.

Allah’a kulluk şuuru, bu yolculuğun en güvenli pusulasıdır. Çünkü insan fani, dünya geçici, ahiret ise ebedidir.

Son Söz

Dünya bir atlama taşıdır; ama nereye atlayacağın senin seçimine bağlıdır. Sonsuzluğa açılan ilk istasyon burasıdır. Burada ne yaptığımız, ebediyette nereye gideceğimizi belirler.

İşte bu yüzden, dünyayı ahiretin bir basamağı olarak görmek ve buradaki sınavı başarıyla tamamlamak, her insanın en büyük gayesi olmalıdır.

Çünkü ölüm, bir son değil, sadece bir kapının açılışıdır…

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=co1GCZ5Ameg




23 MART BEDİÜZZAMAN HAFTASI

BEDİÜZZAMAN

https://tesbitler.com/category/bediuzzaman-risale-i-nur/

https://tesbitler.com/index.php?s=Bedi%C3%BCzzaman+

RİSALE-İ NURLAR VE BEDİÜZZAMAN:
https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWnjRaa3a76Fi2kunP8aG8U

SESLİ VE GÖRÜNTÜLÜ RİSALE-İ NURLAR VE BEDİÜZZAMAN:
https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWB-FqG4gSr3Awr2JOlun_C

VECİZ SÖZLER:
https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVX7YiHefQhkh2oF6gWTF7To

DERSLER:
https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVXNtK0q0G5Kzm6Sn6tY9fpE

Osmanlıca Mesnevi-i Nuriye:
https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVVDlxhSQfc0-H1tS4CUyMQ2

RİSALE-İ NUR DERSLERİ:
https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWSSHz6-PZJqMcLK6UsSaOF

RİSALE-İ NURLARDA – T -LER:
https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVXApwbYXvhRMHeztV_hIhhs

RİSALE-İ NURLARDA – İ -LER:
https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVVFGIk4RODyEAKbQ-wXaHXx

RİSALE-İ NURDAN VECİZELER:
https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVXJfrNBY2pC6uDroqgO3cew




SİYASETİN KÖRLÜĞÜ VE KÖR ETTİKLERİ

SİYASETİN KÖRLÜĞÜ VE KÖR ETTİKLERİ


Göz var ama görmüyor, kulak var ama duymuyor, akıl var ama düşünmüyor… İnsanları böylesine bir körlüğe sürükleyen şey nedir? Siyasetin körlüğü!
Bugün İstanbul’da veya herhangi bir yerde, bir yolsuzluk iddiası gündeme geldiğinde, bazı insanlar olaya hemen siyaset gözlüğüyle bakıyor. Eğer kendi taraflarının yaptığı bir hata varsa, bunu ya inkâr ediyor ya da küçümsüyor. Halbuki, aynı şeyi rakipleri yapmış olsaydı, ortalığı ayağa kaldıracaklardı!

GÖZLERİNİ KAPATANLAR VE GERÇEKLER

Bütün dünya bilse de, belgeler ortaya konsa da, görüntüler yayınlansa da bazı insanlar için gerçek diye bir şey yoktur. Onlar için önemli olan hangi tarafın suç işlediği değil, o suçu işleyenin kendi tarafında olup olmadığıdır. Eğer kendi partisi, kendi lideri, kendi ekibi bir yolsuzluk yapıyorsa, bunu “önemsiz” görürler. Hatta suçu ortaya çıkaranları hain, düşman veya bozguncu ilan ederler.

Böyle bir zihniyetin hâkim olduğu toplumlarda:

Adalet yerini bulmaz, çünkü adalet sadece karşı tarafa uygulanması gereken bir şey olarak görülür.

Ahlak çürür, çünkü haksızlığı savunmak ahlaksızlığı meşrulaştırır.

Devlet yozlaşır, çünkü haksız kazanç sistematik hâle gelir.

SİYASİ TARAFTARLIK MI, KÖRLÜK MÜ?

Bir futbol takımını tutar gibi parti tutanlar, taraflarının yaptığı hiçbir hatayı görmek istemez. Onlara göre “Bizimkiler hırsızsa bile iyidir, çünkü karşı taraf gelirse daha kötü olur” mantığı geçerlidir. Halbuki bu, bir toplumun en büyük felaketlerinden biridir.

İyiyi iyi, kötüyü kötü olarak görmek gerekir. Eğer bir belediye başkanı, bir yönetici, bir bakan veya bir lider yolsuzluk yapıyorsa, onun hangi partiden olduğuna bakılmaksızın hesap vermesi gerekir. Ama siyaset gözlüğü takanlar için bu mümkün değildir. Onlar gerçeği görmek istemezler. Çünkü gerçeği görürlerse, destekledikleri kişilerin hatalarını da kabullenmek zorunda kalacaklardır. İşte bu yüzden gözlerini kapatırlar.

HAKSIZLIĞI SAVUNANLAR DA SUÇA ORTAKTIR

Tarih boyunca nice zalimler, onların zulmüne alkış tutanların desteğiyle ayakta kalmıştır. Eğer bir toplum, yanlışları sadece karşı tarafta arıyorsa ve kendi tarafının yanlışlarını örtüyorsa, o toplum çöküşe mahkûmdur. Çünkü adalet olmadan hiçbir sistem ayakta kalamaz.

Bugün İstanbul Belediyesi’ndeki olayları sırf “bizimkiler yaptı” diye görmezden gelenler, yarın aynı düzenin altında ezilmeye mahkûm olacaklar. Çünkü adaletin olmadığı yerde, eninde sonunda herkes mağdur olur.

SONUÇ: GÖZLERİNİZİ AÇIN!

Siyaset, insanları o kadar kör edebilir ki, en bariz yanlışları bile görmez hale getirir. Ama unutmamak gerekir ki, adaletin terazisi bir gün herkesin önüne gelir.
Bugün “bizim taraf” diyerek bir yanlışı savunanlar, yarın aynı yanlıştan dolayı zarar görecekler. O yüzden gözünüzü açın, haksızlığa taraf olmayın, gerçeği görün!

 

 




SUÇA VE SUÇLUYA İLİŞMEYİN! YOKSA DOLAR YÜKSELİR VE ENFLASYON ARTAR!

SUÇA VE SUÇLUYA İLİŞMEYİN! YOKSA DOLAR YÜKSELİR VE ENFLASYON ARTAR!

SUYA DA SABUNA DA DOKUNMA! BIRAK KİRLİ KALSIN!

Günümüzde bazı çevreler, adaletin işlemesini engellemek için akıl almaz gerekçeler üretiyor. “Suça ve suçluya dokunmayın, yoksa dolar yükselir, ekonomi bozulur” gibi söylemlerle yolsuzlukların üstü örtülmek isteniyor. Bu anlayış, hukuk devletini ayaklar altına alan, suçu teşvik eden ve ahlaki çöküntüyü derinleştiren bir zihniyetin dışa vurmuş halidir.

Peki, gerçekten de suçla mücadele edilirse ekonomi zarar görür mü? Yoksa tam tersine, adaletin sağlanması uzun vadede topluma fayda mı sağlar? Gelin, bu meseleyi ibretli bir bakış açısıyla ele alalım.

KİRLİLİĞE DOKUNMAMAK ÇÖZÜM MÜDÜR?

Eskiler “suya sabuna dokunmamak” tabirini, çevresindeki haksızlıklara ve yozlaşmalara karşı kayıtsız kalan kimseler için kullanırdı. Ancak burada ilginç bir öneri var: “Suya da dokunma, sabuna da! Bırak kirli kalsın!” Yani, yolsuzluğu görmezden gel, hırsızlığı konuşma, usulsüzlükleri sorgulama. Çünkü eğer bunları sorgularsan, dolar yükselecek, enflasyon artacak, yatırımcı kaçacak(!).

Bu mantığın ardında yatan çarpık düşünce şudur: “Haksızlıklar karşısında susarsak istikrar sağlanır.” Oysa tarih bize tam tersini öğretir. Suçlular cezalandırılmazsa, yolsuzluk daha da büyür. Devlet mekanizması çürür, halkın güveni sarsılır ve sonuçta ekonomik krizler daha da derinleşir.

HUKUKSUZLUĞUN EKONOMİYE GERÇEK ETKİSİ

Yolsuzluk ve adaletsizlik, aslında ekonomik istikrarsızlığın en büyük sebeplerindendir. Şeffaflığın olmadığı, hukuk sisteminin işlemediği bir ülkede:

Yatırımcılar güvensizlik duyar ve sermayelerini çeker.

Kamu kaynakları verimsiz kullanılır, israf artar.

Halkın alım gücü düşer, fakirlik yaygınlaşır.

Vergiler yolsuzlukla buhar olup gider, halkın sırtına daha fazla yük biner.

Örneğin, dünya çapında yapılan ekonomik araştırmalar, hukukun üstünlüğünün sağlandığı ülkelerde enflasyonun daha düşük, yatırım ortamının daha cazip olduğunu göstermektedir. Peki, İstanbul’da veya herhangi bir şehirde yolsuzluk iddialarına dokunmamak gerçekten de ekonomik istikrar mı sağlar? Yoksa çürümenin derinleşmesine mi neden olur?

SUÇU ÖRTBAS ETMEK Mİ, YOKSA ADALETİ SAĞLAMAK MI?

Tarih boyunca toplumları çöküşe götüren en büyük etkenlerden biri, adaletin işlememesidir. Bir toplumda hırsızlık, rüşvet ve yolsuzluk cezalandırılmıyorsa, orada devletin meşruiyeti zedelenir. Ve unutmayalım ki, yolsuzlukları örtbas etmek bir süreliğine ekonomik istikrar sağlayabilir gibi görünse de, uzun vadede toplumun çöküşünü hızlandırır.

Bu yüzden “suça dokunmayın” diyenlere sormak lazım:

Adaletin olmadığı yerde ekonomi nasıl düzelir?

Haksız kazançların ve rantın olduğu bir yerde fakirlik nasıl azalır?

Yolsuzlukların üstü örtülürse, halkın yönetime güveni nasıl sağlanır?

Asıl mesele şudur: Bir toplumda herkes suça karşı sessiz kalırsa, eninde sonunda bu suç düzeni herkesi yutacaktır.

SONUÇ: ADALET OLMADAN REFAH OLMAZ!

Suça ve suçluya dokunmayarak ekonomik istikrar sağlanamaz. Gerçek refah ve kalkınma, ancak hukukun üstün olduğu, şeffaflığın sağlandığı bir ortamda mümkündür. Suya da dokunacağız, sabuna da! Ki kir temizlensin, adalet yerini bulsun, toplum temizlensin.

Ve unutmayalım: Kirliliği temizlememek çürüme getirir. Çürüyen bir sistem ise, eninde sonunda herkesi




TİLKİYE KÜMES TESLİM EDİLMEZ!

TİLKİYE KÜMES TESLİM EDİLMEZ!


Bu Ne İnsanîdir Ne Vicdanî, Ne de Hukukî!

Kümesi korumakla görevli olanın, aslında tilki olduğunu düşünün… Bir sabah kalkıp kümese bakıyorsunuz ve ortalık darmadağın. Tavuklar kaybolmuş, her yerde tüyler uçuşuyor. Sonra dönüp bakıyorsunuz, kapıda güvenlik görevlisi olarak bekleyen bir tilki var! İşte yolsuzluğa bulaşanların yönetici yapıldığı, teröre destek verenlerin yetkilendirildiği bir sistemde de aynen böyle olur.

Ne yazık ki, bugün bazı yerlerde devleti, milleti ve adaleti korumakla görevli olanlar, tam tersine bu değerlere ihanet edenlerle iş birliği yapıyor. Hırsızlara devletin kasası, teröre destekçilere ise halkın güvenliği teslim ediliyor. Sonra da, “Neden ekonomik kriz var? Neden huzursuzluk var? Neden toplum çöküyor?” diye soruluyor.

HUKUK, VİCDAN VE İNSANLIK BUNU KABUL ETMEZ!

Bir toplumda hukuk sisteminin çökmesi, vicdanın körelmesi ve ahlâkın yitirilmesi, işte tam da böyle başlar: Yetkiyi ehil olmayana vermek, kümesi tilkiye teslim etmektir. Bunun sonuçları ise ağır olur:

Yolsuzluk artar, halk fakirleşir. Çünkü kamu kaynakları doğru yönetilmez, çalınır, israf edilir.

Devlet çürür, adalet çöker. Çünkü hukuk, güçlülerin lehine işlemeye başlar, suçlular korunur, dürüstler dışlanır.

Terör güçlenir, millet zarar görür. Çünkü teröre destek verenlerin eline yetki verilirse, ülkenin güvenliği tehlikeye girer.

Bugün bazı belediyelerde, kamu kurumlarında ya da devletin çeşitli kademelerinde terör örgütlerine yardım eden, devletin malını kişisel servetine çeviren kişilere yetki verilmesi tam olarak böyle bir faciadır. Bu ne insanîdir, ne vicdanî, ne de hukukîdir!

TİLKİNİN SİYASETİ OLMAZ!

Bazıları, yolsuzlukları ve terör destekçilerini ortaya çıkaranlara karşı hemen “Ama bizim partimizden!”, “Ama bizim ekibimizden!” diyerek savunmaya geçiyor. Halbuki tilkinin siyaseti olmaz! Tilki her yerde tilkidir. Hangi partiye mensup olursa olsun, hangi ideolojiyi savunursa savunsun, eğer biri kamu malını çalıyorsa, halkın hakkını gasp ediyorsa, devleti zayıflatıyorsa, ona karşı durulmalıdır.

Ama ne yazık ki, bazı insanlar siyasî körlükten dolayı, yapılan yolsuzlukları ve ihanetleri göremez hâle geliyor.

“Bizimkiler yapıyorsa, vardır bir sebebi!”

“Bu meseleleri fazla kurcalamayalım!”

“Suça dokunursak, ekonomi bozulur!”

İşte bu zihniyet, toplumları çöküşe götüren zihniyettir. Çünkü adaletsizliği ve yolsuzluğu görmezden gelenler, eninde sonunda bu düzenin kurbanı olur.

SORUMLULUK BÜYÜKTÜR!

Kamu malını yönetenler, bir ülkenin kaderini belirleyenler, basit birer memur ya da siyasetçi değildir. Onlar, bir milletin geleceğini inşa eden veya çökerten kişilerdir. Eğer bir devlet, yolsuzluğa ve ihanete göz yumarsa, o devlet ayakta kalamaz. Eğer bir toplum, hırsızları ve hainleri savunursa, o toplum huzur bulamaz.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir hadiste şöyle buyurur: “İş, ehil olmayana verildiğinde kıyameti bekleyin.” (Buhari, İlim 2)

Bir toplumun kıyameti, işte böyle başlar: Hırsıza kasayı, hainlere devleti teslim ederek.

SONUÇ: ADALETİ VE EHLİYETİ KORUYALIM!

Eğer bir toplum huzurlu, zengin ve güçlü olmak istiyorsa, hakkı hak edene, yetkiyi liyakat sahibine vermelidir. Aksi takdirde tilkilerin yönettiği bir kümesin sonu bellidir: Açlık, kaos ve yıkım.

O yüzden uyanmamız, görmemiz ve sesimizi yükseltmemiz gerek! Çünkü adaletin olmadığı y