İTTİHAD-I İSLAM’IN ÖNÜNDEKİ ENGELLER

İTTİHAD-I İSLAM’IN ÖNÜNDEKİ ENGELLER

İslam dünyasının birlik ve beraberliğini ifade eden İttihad-ı İslam, tarih boyunca Müslümanların en büyük ideallerinden biri olmuştur. Ancak bu birliğin önünde ciddi engeller bulunmaktadır. Aşağıda, bu engelleri düşündürücü ve ibretli maddeler halinde ele alacağız.

1. Mezhep ve Fırka Ayrılıkları
Tarih boyunca Müslümanlar arasında mezhep farklılıkları birlik ve beraberliği zedeleyen en büyük etkenlerden biri olmuştur. Farklı yorumlar ve anlayışlar, kardeşlik ruhunun önüne geçerek ayrılıklara sebep olmaktadır.

2. Cehalet ve Eğitim Eksikliği
Birlik için bilinçli bir toplum gereklidir. Ancak Müslüman dünyada cehalet, yanlış bilgi ve eğitimsizlik büyük bir eksikliktir. Cehalet, İslam’ın hakikatlerinin yanlış anlaşılmasına ve düşmanların Müslümanları kolayca yönlendirmesine neden olmaktadır.

3. Milliyetçilik ve Irkçılık
İslam, tüm Müslümanları kardeş ilan etmesine rağmen, milliyetçilik ve ırkçılık fitnesi ümmetin bölünmesine sebep olmuştur. Kendi ırkını veya milletini üstün görmek, İslam kardeşliğini ikinci plana atmaktadır.

4. Batı’nın Böl ve Yönet Politikası
Tarih boyunca sömürgeci güçler, İslam coğrafyasını bölerek yönetmeyi bir strateji olarak benimsemiştir. Yapay sınırlar çizilmiş, iç savaşlar kışkırtılmış ve Müslümanlar birbirine düşman edilmiştir.

5. Müslümanlar Arasındaki Güvensizlik ve Fitne
Kimi zaman dış güçlerin, kimi zaman iç odakların etkisiyle Müslümanlar arasında güvensizlik ortamı oluşturulmuştur. Fitne ve iftiralarla İslam kardeşliği sürekli sarsılmaktadır.

6. Ekonomik Bağımsızlık Eksikliği
İslam dünyası ekonomik olarak dışa bağımlı olduğu sürece, kendi kararlarını özgürce alamaz. Batı dünyasına ekonomik bağımlılık, siyasi ve kültürel bağımlılığı da beraberinde getirmektedir.

7. Liderlik Sorunu ve Dağınıklık
İslam dünyasında güçlü, adil ve dirayetli bir lider eksikliği, birliği sağlayamamanın başlıca sebeplerindendir. Her ülkenin kendi menfaatini öncelik görmesi, ortak bir İslam birliğini engellemektedir.

8. Ahlaki Çöküş ve Manevi Zayıflık
İslam’ın emrettiği ahlaki değerlerden uzaklaşmak, birey ve toplum bazında büyük bir yozlaşmaya sebep olmaktadır. Fedakârlık, samimiyet ve güven gibi değerlerin kaybı, birlik olmayı zorlaştırmaktadır.

9. Kültürel ve Medya Manipülasyonu
Müslüman toplumlar, medya ve popüler kültür aracılığıyla kendi değerlerinden uzaklaştırılmakta, sekülerleşme ve Batılılaşma yönünde bir algı operasyonuna maruz kalmaktadır.

10. Dua ve Gayret Eksikliği
Müslümanlar, birlik için dua etmeli ve bu uğurda çaba sarf etmelidir. Ancak bu konuda gereken hassasiyet gösterilmediğinde, birlik ideali sadece bir temenni olarak kalmaktadır.

Sonuç olarak, İttihad-ı İslam’ın önündeki bu engeller aşılmadıkça, Müslüman dünyasının hakiki manada bir birlik oluşturması zor olacaktır. Ancak tarih bize göstermektedir ki, samimi niyet, ilim, gayret ve İslam kardeşliğinin güçlendirilmesiyle bu engeller aşılabilir. Müslümanlar, kendi içlerinde bir uyanış gerçekleştirerek bu birlik idealini hayata geçirmelidir.




BUNLAR KİMİN ÇOCUKLARI?

BUNLAR KİMİN ÇOCUKLARI?

“Geldikleri gibi gitmediler. Kimi itini bıraktı, kimi bitini. Kimi de piçini bıraktı. Yoksa bu kadar şerefsizin bizden olması mümkün değil.”
Neyzen TEVFİK
“Bizim aydınlarımız din düşmanı değil, İslâm düşmanı.”
Cemil Meriç.

Geldikleri Gibi Gitmediler: Kültürel Erozyon ve Aydın Çıkmazı

Tarih, sadece geçmişin değil, aynı zamanda bugünün ve geleceğin de aynasıdır. Neyzen Tevfik’in “Geldikleri gibi gitmediler…” sözü, işgalci güçlerin yalnızca fiziksel varlıklarını değil, aynı zamanda bıraktıkları izleri de vurguluyor. Cemil Meriç’in “Bizim aydınlarımız din düşmanı değil, İslâm düşmanı” tesbiti ise, bu izlerin en acı verici boyutlarından birine işaret ediyor. Günümüzde yaşanan olaylara baktığımızda, bu iki sözün halen geçerliliğini koruduğunu görmek mümkün.

Tarihî Sürecin Günümüze Yansımaları

İşgal sadece toprak kaybıyla sınırlı bir mesele değildir. İşgalin asıl tehlikesi, zihniyetin ve kültürel kodların değişime uğratılmasıdır. Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında özellikle Batı menşeli ideolojilerle yetişen bir nesil, kendini kendi toplumuna yabancılaştırdı. Batılılaşma adı altında, aslında kültürel bir sömürgeciliğin pençesine düşüldü. Bunun sonucu olarak da tarihine, inancına ve kimliğine düşman olan sözde aydınlar türedi.

Bugün, medyada, akademide ve siyaset sahnesinde bu zihniyetin izlerini görmek mümkündür. Kendi halkını küçümseyen, tarihini ve manevi değerlerini hor gören bir elit tabaka, toplumu şekillendirme iddiasıyla hareket etmektedir. Özgürlük ve çağdaşlık kisvesi altında, aslında Batı’nın değerlerine mutlak bir teslimiyet sergilenmektedir. Bu nedenle, Cemil Meriç’in tesbiti günümüzde daha da anlam kazanmaktadır: İslam’a olan düşmanlık, modernleşme adı altında kurumsallaşmıştır.

Medyada ve Eğitimde Kültürel Tahribat

Günümüz medyası, toplum mühendisliği açısından kritik bir araç olarak kullanılmaktadır. Diziler, filmler ve sosyal medya platformları aracılığıyla ahlaki yozlaşma, kimlik erozyonu ve aile yapısının çöküşü hızlandırılmaktadır. Popüler kültür, bireyleri köklerinden koparmakta ve Batı’nın değerlerini mutlak doğru gibi sunmaktadır.

Eğitim sisteminde de benzer bir tablo mevcuttur. Tarih ve din eğitimi, büyük ölçüde seküler ve Batıcı bir anlayışla dizayn edilmiştir. Yeni nesiller, kendi tarihini ve kültürünü bir yük olarak görmeye teşvik edilmektedir. Batı merkezli bilim ve düşünce sistemleri, sorgusuz sualsiz kabul ettirilmeye çalışılırken, İslamî ve yerli düşünce sistemleri ya göz ardı edilmekte ya da küçümsenmektedir.

Sonuç ve Çözüm Önerileri

Toplumların gerçek bağımsızlığı, sadece ekonomik veya askeri alanlarda değil, kültürel ve zihinsel alanda da gerçekleşmelidir. Bugün, işgal orduları yok belki ama zihinlerde devam eden bir işgal var. Neyzen Tevfik’in dediği gibi, işgalciler fiziksel olarak gitmiş olabilir, ancak bıraktıkları kültürel, sosyal ve ahlaki tahribat hâlâ sürmektedir.

Bu noktada, yeniden bir uyanış ve diriliş sürecine ihtiyaç vardır. Kendi değerlerimize, tarihimize ve inançlarımıza sahip çıkan, Batı’yı körü körüne taklit etmek yerine ondan faydalanmayı bilen bir nesil yetiştirmek zorundayız. Medya, eğitim ve sosyal yapıyı bu bilinç doğrultusunda yeniden inşa etmek kaçınılmazdır.

Unutulmamalıdır ki, geçmişte olduğu gibi bugün de kültürel istilaya karşı direnç göstermek, toplumun geleceğini kurtarmanın en önemli adımıdır. Eğer kendi değerlerimize sahip çıkmazsak, sadece başkalarının bıraktığı izlerle yaşamak zorunda kalırız.

 

 




DÜN MUSA’YI ÖLDÜRME UĞRUNA BİNLERCE ÇOCUĞU ÖLDÜREN FİRAVUN’UN ÇOCUĞU NETANYAHU VE PESPAYELERİ, MUSA’NIN ÇOCUKLARINI ÖLDÜRÜYOR.

DÜN MUSA’YI ÖLDÜRME UĞRUNA BİNLERCE ÇOCUĞU ÖLDÜREN FİRAVUN’UN ÇOCUĞU NETANYAHU VE PESPAYELERİ, MUSA’NIN ÇOCUKLARINI ÖLDÜRÜYOR.

Zalimlerin Değişmeyen Aklı: Firavun’dan Netanyahu’ya Zulmün Süregelen Hikayesi

Tarih, mazlumların çığlıkları ve zalimlerin zulmü ile doludur. Hak ve batıl mücadelesi, insanlık var olduğundan beri devam etmektedir. Dün Firavun, saltanatını korumak için binlerce masum çocuğu katletti. Bugün, onun akıl hocası olan şeytanın izinden gidenler, aynı zihniyetle hareket ediyorlar. Netanyahu ve yandaşları, Firavun’un mirasını devralmışçasına zulmü sürdürüyor, masumları katlediyor, adaleti ayaklar altına alıyor.

Firavun’un Korkusu ve Zulmü

Firavun, rüyasında bir çocuğun saltanatını yok edeceğini görmüştü. Kehanet, İsrailoğullarından bir çocuğun çıkacağını söylüyordu. Gücünü ve iktidarını kaybetme korkusuyla, binlerce masum bebeği öldürttü. Ancak Allah’ın kudreti karşısında Firavun’un tuzakları boşa çıktı. Musa (a.s.), tam da onun sarayında büyüdü ve sonunda zalim düzenini yerle bir etti.

Bu kıssa, tarih boyunca mazlumlara bir umut, zalimlere ise ilahî bir tehdit olmuştur. Ne var ki zalimler ibret almaz; aksine, atalarının yolunu takip ederek zulümlerini daha da artırırlar.

Bugünün Firavunları: Netanyahu ve İşbirlikçileri

Bugün, Netanyahu ve benzeri zalimler, Firavun’un mirasını devralmışçasına Filistin topraklarında aynı zulmü işlemektedir. Dün Musa’nın kavmi olan İsrailoğulları zulme uğruyordu, bugün onların adını kullananlar, Musa’nın gerçek mirasçıları olan mazlumları katlediyor.

Firavun, kendisini ilah ilan etmişti. Bugünün firavunları da benzer bir kibirle, hukuk tanımadan, insan haklarını hiçe sayarak, uluslararası kuralları yok sayarak zulmetmeye devam ediyor. Gazze’de bebekler, çocuklar, kadınlar katlediliyor. Şehirler bombalanıyor, masumlar evsiz bırakılıyor.

Mazlumun Ahı, Zalimleri Yıkar

Tarih bize gösteriyor ki hiçbir zalim ebedî kalmamıştır. Firavun’un akıbeti nasıl oldu? Kızıldeniz’de ordusuyla birlikte helak oldu. Nemrut nasıl oldu? Küçücük bir sinek tarafından yere serildi. Ebrehe’nin ordusu nasıl oldu? Ebabil kuşlarının attığı taşlarla perişan oldu.

Bugünün zalimleri de aynı akıbete uğrayacaktır. Çünkü mazlumların duası, zalimlerin ordularından daha güçlüdür. Çünkü ilahî adalet, er ya da geç tecelli eder. Firavun’un sarayında büyüyen Musa (a.s.), onu nasıl devirdiyse, Netanyahu ve diğer zalimler de belki hiç ummadıkları bir yerden gelen bir tokatla devrileceklerdir.

Zulme Karşı Durmak: Her Müminin Sorumluluğu

Bu süreçte bizlere düşen, zalimin karşısında susmamak, mazlumun yanında durmaktır.

“Zulme rıza göstermek, bizzat zulüm yapmaktır.”

O hâlde, Filistin’deki kardeşlerimizin yanında durmalı, en azından dualarımızla, elimizden gelen yardımlarla ve hakkı haykırarak destek olmalıyız. Zalimlerin karşısında sessiz kalanlar, tarih önünde sorumluluk taşıyacaklardır.

Sonuç: Firavunlar Hep Kaybetti, Yine Kaybedecekler

Zulüm ile abad olunmaz. Firavunlar hep kaybetti ve bugün de kaybetmeye mahkûmlar. Çünkü Allah mazlumun yanındadır, zalime mühlet verir ama ihmal etmez. Dün Musa’yı öldürmek için binlerce çocuğu katleden Firavun nasıl helak olduysa, bugün de Netanyahu ve benzeri zalimler, bir gün tarihin çöplüğüne atılacaktır.

Ancak önemli olan, bizlerin hangi tarafta olduğudur. Adaletin mi, yoksa zulmün mü yanında olacağız? Firavun’un sarayında mı, yoksa Musa’nın safında mı duracağız? Mazlumun duasına mı talibiz, yoksa zalimlerin gazabına mı?

Unutmayalım: Zalimler hep kaybeder, mazlumlar ise sonunda kazanır. Çünkü hak her zaman galip gelir.

 

 




HİLKATİN ANAHTARI MUHABBETTİR VE MUHABBETTEDİR.

HİLKATİN ANAHTARI MUHABBETTİR VE MUHABBETTEDİR.

“Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,
Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl”.

Muhabbet: Hilkatin Anahtarı ve Varoluşun Mayası

İnsan, sevgiyle var olur, sevgiyle kemale erer. Hilkatin özü muhabbettir; çünkü yaratılışın temelinde Rahman ve Rahîm olan Allah’ın sınırsız sevgisi yatmaktadır. Kâinat, ilahî bir muhabbetle halk edilmiş, varlık âlemi sevginin nuruyla aydınlanmıştır. Bu yüzden, insanın hakikati bulması ve fıtratına uygun yaşaması da ancak muhabbetle mümkündür.

Tasavvuf büyükleri, “Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl, Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?” diyerek bu hakikati veciz bir şekilde ifade etmişlerdir. Sevgisiz bir varoluş, manadan yoksun kuru bir cesetten ibarettir. Muhammedî bir muhabbet ise insanı kemale erdiren, hakikate ulaştıran yüce bir sırdır.

Muhabbet, Varlığın Esasıdır

İbn Arabî, “Aşk olmasaydı, kâinat da olmazdı” der. Allah, bilinmeyi murad ettiği için kâinatı yaratmıştır. Yani yaratılışın asıl sebebi muhabbet ve aşk olmuştur. İnsan da bu ilahî muhabbetin bir yansımasıdır. O hâlde insanın dünyadaki en büyük vazifesi, bu muhabbeti idrak edip Hakk’a yönelmektir.

Ancak burada bir incelik vardır: Muhabbet, sadece kuru bir sevgi veya geçici bir hoşlanma değildir. Gerçek muhabbet, Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olan, insanı Allah’a yaklaştıran ve ahlakını güzelleştiren bir hâl olmalıdır. İşte bu yüzden Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız” buyurmuştur.

Muhammed’siz Muhabbetten Ne Hâsıl?

Peygamber Efendimiz, Allah’ın yeryüzündeki en büyük muhabbet tecellisidir. O, “Rahmeten li’l-âlemîn”dir, yani âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. O’nun sevgisi, bütün insanlığı kuşatan bir nurdur. Bu yüzden, sevginin gerçek ve doğru bir istikamette olması için Muhammedî bir yol üzere olması gerekir.

Eğer sevgi, nefis merkezli olursa kişiyi hevâ ve heves bataklığına sürükler. Sahte aşklar, dünyevî tutkular, çıkar ilişkileri bu tür sevgilerden doğar ve insanı hakikatten uzaklaştırır. Ancak bu sevgi, Peygamber Efendimizin izinde olursa, o zaman kişiyi hakikate, güzel ahlaka ve ilahî muhabbete taşır.

O hâlde, “Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?” sorusu, insanın sevgi anlayışını sorgulaması için derin bir hikmet ihtiva eder. Eğer sevgi, Peygamber Efendimizin ahlakı ve sünnetiyle bezenmemişse, o sevgi insanı hakikate ulaştırmaz. Çünkü hakiki muhabbet, Hakk’a götüren yoldur.

Muhabbetin Gücü ve İnsan Hayatındaki Tesiri

Sevgi, en sert kalpleri bile yumuşatır. İnsan, muhabbetle güzelleşir, muhabbetle anlam kazanır. Yunus Emre’nin dediği gibi:

“Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz.”

Muhabbet, kardeşliği pekiştirir, toplumu huzura kavuşturur ve insanı manevi olarak yükseltir. Ancak bu muhabbetin kaynağı nefsî arzular değil, Hakk’ın rızası olmalıdır. Günümüzde birçok insanın sevgiden bahsetmesine rağmen, gerçek muhabbetten uzak yaşaması, bu hakikatin ne kadar unutulduğunu gösterir.

Gönüllerin yeniden ihyası için muhabbetin gerçek anlamını kavramak gerekir. Hakiki muhabbet, Peygamber sevgisiyle başlar, Allah aşkıyla kemale erer ve insan sevgisiyle tezahür eder.

Sonuç: Muhabbet, İnsan Olmanın Şartıdır

Muhabbet, insan olmanın, hakikate ulaşmanın ve ahlakı güzelleştirmenin anahtarıdır. Ancak bu sevgi, Peygamber Efendimizin izinden gitmeyen bir sevgi olursa, kişiyi kurtuluşa değil, gaflete götürür.

O hâlde, hayatımızı muhabbet üzere kurmalı, sevgimizi Hakk’ın rızasına uygun bir şekilde yönlendirmeliyiz. Çünkü muhabbet, sadece bir duygu değil, aynı zamanda bir idrak, bir hal, bir hakikat yolculuğudur. Bu yolculuğun rehberi ise Peygamber Efendimizdir. O’nun izinden gidenler, gerçek muhabbeti bulacak ve bu muhabbetin nuruyla aydınlanacaktır.




İMANDA TEVHİD – AMELDE VAHDET – HAYATTA İTTİHAD

İMANDA TEVHİD – AMELDE VAHDET – HAYATTA İTTİHAD

İslam, hayatın her alanını kapsayan bir nizama sahiptir. Müslümanların hem bireysel hem de toplumsal anlamda güçlü olmaları, belirli temel ilkeleri hayata geçirmelerine bağlıdır. Bu ilkelerden üçü; imanın tevhidi, amelde vahdeti ve hayatta ittihadı sağlamaktır. Bunlar, ümmetin dirilişini ve birlik ruhunu temin eden ana esaslardır.

1. İmanda Tevhid: Hakikate Bağlılık

Tevhid, İslam’ın en temel prensibidir. Allah’ın birliğini kabul etmek, yalnız O’na kulluk etmek ve hayatı O’nun rızasına uygun yaşamak, müminin en büyük vazifesidir. Tevhid, sadece bir inanç değil, aynı zamanda bir hayat düsturudur.

Tevhid; kalbi şüphelerden arındırır, kişiyi kulluk şuuruna ulaştırır.

Tevhid; insanı sahte ilahlardan, nefis putlarından ve dünyevi esaretlerden kurtarır.

Tevhid; insana, fıtratına uygun bir özgürlük bahşeder ve ona gerçek huzuru getirir.

İmanda tevhid sağlam olmazsa, amel ve birlik de bozulur. Zira inançta samimiyet ve sahih bilgi olmadan, İslam kardeşliği de bir temele oturamaz.

2. Amelde Vahdet: Birlik İçinde Hareket

İman birliği sağlam bir temel oluşturduktan sonra, müminlerin amel ve eylemlerinde de birlik içinde olmaları gerekir. Çünkü inanç tek başına yeterli değildir; onun hayata geçirilmesi gerekir.

Müslümanlar namazda aynı kıbleye yönelir, oruçta aynı anda açlıkla terbiye olur, hacda aynı ihramı giyer.

Sosyal hayatta, ekonomik ilişkilerde ve ahlaki davranışlarda da ortak bir duruş sergilemek, İslam’ın özünü yansıtır.

İslami dayanışma, birbirine sahip çıkma ve iyilikte yardımlaşma, vahdetin en önemli tezahürleridir.

Müminler, amellerinde birlik içinde olmazsa, bireysel ibadetlerle yetinerek toplumsal bir kuvvet oluşturamazlar. Bu yüzden, amelde vahdet, İslam toplumunun güçlenmesi için zorunludur.

3. Hayatta İttihad: Gerçek Kardeşlik ve Diriliş

İmanın ve amelin birleştirici gücü, hayatın tüm alanlarında bir ittihad (birlik) doğurur. Müslümanlar birbirlerine karşı sevgi ve merhametle yaklaşır, ortak bir gaye uğruna çalışır ve tek bir ümmet bilinciyle hareket ederler.

İttihad, bireysel menfaatleri aşarak ümmetin faydasını öncelemektir.

İttihad, ihtilafları ve gereksiz çatışmaları ortadan kaldırarak, kardeşliği pekiştirmektir.

İttihad, düşmanların oyunlarını boşa çıkararak, Müslümanların izzetini ve gücünü korumaktır.

Hayatta birlik olmazsa, Müslümanlar bölünür, zayıflar ve dış güçlerin müdahalelerine açık hale gelir. Bu yüzden, İslam kardeşliği; dil, ırk ve coğrafya farkı gözetmeksizin yaşanmalı, ümmet bilinci canlı tutulmalıdır.

Sonuç: Tevhid, Vahdet ve İttihadın İnşası

Eğer Müslümanlar tevhid inancında sağlam olursa, amellerinde birlik içinde olursa ve hayatlarında ittihadı sağlayabilirse, İslam dünyası yeniden ayağa kalkacaktır. Bu üç unsur, ümmetin dirilişi için vazgeçilmezdir.

Bugün Müslümanların karşılaştığı en büyük problemlerden biri, bu üç temel esastan kopmuş olmalarıdır. İmanda tevhidin zayıflaması, amelde farklılıkların kaosa dönüşmesi ve hayatta birlik yerine ayrılığın hâkim olması, ümmetin en büyük zaaflarındandır.

Öyleyse, her Müslüman kendi hayatında bu üç prensibi hayata geçirmeli ve bu şuurla hareket etmelidir. Çünkü tevhid olmadan vahdet, vahdet olmadan da ittihad gerçekleşmez.

Allah bizleri tevhidin nuru, vahdetin gücü ve ittihadın bereketiyle ihya eylesin. Amin.

 

 




DÜNYA BÜYÜK BİR HAKİKATE HAMİLEDİR: DOĞUM SANCISINDA

DÜNYA BÜYÜK BİR HAKİKATE HAMİLEDİR: DOĞUM SANCISINDA

Dünya, tarihi boyunca büyük değişimlerin eşiğinde sancılar çekmiş, her dönüşüm öncesinde büyük sarsıntılar yaşamıştır. Bugün de insanlık, adeta yeni bir hakikatin doğumu öncesinde derin bir sancı içerisindedir. Peki, bu sancılar neyi haber veriyor? Dünyanın rahminde ne gibi bir gerçeklik büyümektedir?

Hakikatin Doğumu Öncesi Sancılar

Bir anne doğum yapmadan önce nasıl ki büyük acılar çeker, insanlık da büyük değişimlerin eşiğinde çalkantılı süreçlerden geçer. Bugünün sancıları da yeni bir çağın, büyük bir hakikatin arifesine işaret etmektedir.

Manevi ve Ahlaki Çöküş: Dünyada ahlaki değerler zayıflamakta, insanlar özlerinden uzaklaşmaktadır. Hakikat yerine yalanlar, adalet yerine zulüm, merhamet yerine bencillik ön plana çıkmaktadır.

Ekonomik ve Sosyal Krizler: Adaletsiz sistemler çökmekte, zenginlik ve fakirlik arasındaki uçurum derinleşmektedir. İnsanlık, haksızlıkların arttığı, adaletin kaybolduğu bir dönemde varoluş sancıları çekmektedir.

Doğa ve Felaketler: İnsanların hırsları ve yanlış yönetimleri sebebiyle tabiatta zarar görülmekte, afetler çoğalmaktadır. Adeta tabiatta, insanlığa bir tehlike uyarısı vermektedir.

Savaşlar ve Çatışmalar: İnsanoğlu barış yerine savaşı seçtiğinde, her defasında büyük bir çöküş yaşamış ve ardından yeni bir düzen kurulmuştur. Günümüzde de savaşlar, huzursuzluklar ve küresel kargaşalar insanlığın büyük bir sınavdan geçtiğini göstermektedir.

Doğum Sonrası Hakikat Nedir?

Her sancının ardından bir doğum vardır. Peki, bu sancılar neyin habercisidir? İnsanlık, bu doğum sancıları sonrası nasıl bir hakikate ulaşacaktır?

İnsanlık, fıtratına dönmeye mecburdur. Hakikat, fıtrata uygun yaşamaktır. İnsan ne zaman ki Rabbini unutur, ne zaman ki kendi benliğini putlaştırır, o zaman bu sancılar başlar. Bu sıkıntılar, insanlığın özüne dönmesini zorunlu kılan birer uyarıdır.

Adalet ve hakikat yeniden yükselecektir. Tarihte nice zulüm sistemleri çökmüş, ardından hak ve adaletin yükseldiği dönemler gelmiştir. Bu çağın sancıları da adil bir düzenin doğuşuna işaret etmektedir.

İslam’ın mesajı yeniden parlayacaktır. İnsanlık, huzuru ve kurtuluşu ancak hakiki adalet nizamında bulabilir. Zulümle abat olunmaz; batıl er ya da geç yok olur. Bugün sancılarla çırpınan insanlık, İslam’ın aydınlığıyla yeniden nefes alacaktır.

Sancılar Karamsarlık Değil, Umut Sebebidir

Bir doğum sancısı, aynı zamanda bir müjdedir. Acılar, yeni bir hayatın ve yeni bir düzenin habercisidir. Bugün dünyada yaşanan sıkıntılar, bir çöküş değil, bir yeniden doğuşun habercisidir.

O hâlde, bu sancıları doğru okumalı ve hazırlanmalıyız. Hakikatin doğumu yaklaşmaktadır ve bu doğum, insanlık için yeni bir dirilişin başlangıcı olacaktır. Zulüm ve batıl ne kadar güçlü görünse de doğum sancıları hakikatin kaçınılmaz olduğunu gösterir. Çünkü karanlığın en yoğun olduğu an, şafağın en yakın olduğu andır.

 

 




TÜRKİYE’DE 300 YILLIK KRİPTOLAR DEŞİFRE OLUYOR

TÜRKİYE’DE 300 YILLIK KRİPTOLAR DEŞİFRE OLUYOR

Gerek yolsuzluk, terör, sefahet gibi şaibeleri ile bu milletin kanını taşımayan, kanını emen ve asli unsurundan olmayıp ihanet içinde bulunanların ihanetleri bir bir ortaya çıkıyor.

Tarih, sırlarla dolu bir aynadır. Özellikle Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçte, devletin ve milletin içinde saklanarak yaşayan, kimliklerini gizleyen unsurların varlığı hep tartışılmıştır. Bu unsurlar, zaman zaman kritik dönemlerde su yüzüne çıkmış, bazen de nesiller boyu ihanetlerini gizlemeyi başararak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bugün, Türkiye’de yaşanan olaylar, geçmişin bir kez daha gözler önüne serilmesine vesile olmaktadır. Yolsuzluk, terör, ahlaki çöküntü ve ihanetin gölgesinde beliren bu yapıların kölerine inmek, tarihi bir sorumluluktur.

Osmanlı’dan Günümüze Gizli Yapılar

Osmanlı Devleti, farklı milletlerden ve dinlerden insanları bünyesinde barındıran büyük bir cihan devletiydi. Ancak bu hoşgörü ortamı içinde, gizli niyetlerle hareket eden ve devletin çöküşüne zemin hazırlayan yapılar da eksik olmamıştır. 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı içinde batıdan beslenen masonik yapılanmalar, dönme hareketleri ve yabancı devletlerin güdümünde hareket eden unsurlar güç kazanmaya başlamıştır.

Özellikle 18. yüzyılda, Osmanlı’nın zayıflamasıyla birlikte bu yapılar devletin en kritik noktalarına sızmaya başladı. Tanzimat ve Islahat Fermanları ile Osmanlı’nın iç işlerine daha fazla müdahil olan batı güdümlü yapılar, 19. ve 20. yüzyılda ise İttihat ve Terakki içinde daha görünür hale geldi. Milli ve manevi değerlerden uzak, çıkar odaklı çalışan bu unsurlar, Osmanlı Devleti’ni içeriden çökertme faaliyetlerine devam etti. Ne yazık ki, Cumhuriyet döneminde de bu yapıların devamlılığı kesintisiz sürdü.

Cumhuriyet Döneminde Kripto Hareketler

Cumhuriyet’in ilk yıllarında, birçok kişi yeni kurulan devletin içinde yer alarak kendini gizlemeye devam etti. Devletin temel kurumlarına sızan kriptolar, zamanla bürokraside, medyada, akademide ve ekonomide önemli yerler elde etti. 1960, 1980 ve 28 Şubat ve de 15 Temmuz işgal ve darbeleri ile bu unsurlar, kendi düzenlerini pekiştirme yolunda ciddi adımlar attılar.

Bugün, özellikle yolsuzluk dosyaları, terör bağlantıları ve ahlaki çöküntüler, bu yapıların deşifre olmasını hızlandırmaktadır. Devlet içinde yuvalanmış ve milletin değerlerine düşman olan bu unsurlar, artık geçmişteki gibi kolayca gizlenememektedir.

Günümüzde Yaşananlar ve Milletin Uyanışı

Son yıllarda ortaya çıkan ekonomik krizler, sosyal yozlaşma, terör olayları ve siyasi çalkantılar, aslında bir yüzleşmenin de habercisidir. Artık halk, bu yapıların gerçek yüzünü daha net görebilmekte ve tarih boyunca yapılan ihanetleri sorgulamaktadır. Sosyal medya ve dijital çağın imkanları sayesinde, halkın bilinç düzeyi artmakta, geçmişin ve bugünün ihanet şebekeleri gün yüzüne çıkmaktadır.

Devletin içinde gizlenen bu unsurların bertaraf edilmesi, ancak köklü bir bilinçlenme ve tarih şuuru ile mümkündür. Bugün her zamankinden daha fazla tarih bilinciyle hareket etmek, geçmişten ders almak ve milletin değerlerine sahip çıkmak zorundayız.

Sonuç: Geleceğe Nasıl Bakmalıyız?

Türkiye, tarih boyunca birçok badire atlatmış, her defasında küllerinden doğmayı başarmış bir millettir. Ancak düşman sadece dışarıdan değil, içeriden de olmuştur. Kriptoların deşifre olması, milletin uyanışı ve hakikatin ortaya çıkışı, yeni bir dönemin başlangıcı olabilir. Artık bu milletin kanını taşımayan, tarihine ihanet eden unsurların maskeleri bir bir düşmektedir.

Bu süreçte en büyük görev, genç nesillere tarihin gerçeklerini öğretmek, milli ve manevi değerleri korumak ve geçmişin hatalarından ders çıkararak geleceğe sağlam adımlarla yürümektir. Unutmamalıyız ki, tarih tekerrür eder; ancak bundan ders alan milletler, geleceğini kendi elleriyle şekillendirebilir.

 

 




AYASOFYA’NIN AÇILMASI VE İSTANBUL’UN KAYBI: TARİHİ BİR İBRET

AYASOFYA’NIN AÇILMASI VE İSTANBUL’UN KAYBI: TARİHİ BİR İBRET

AYASOFYA’NIN AÇILMASINA NE KADAR SEVİNDİYSEM, BUGÜNKÜ DURUMA GELECEĞİNİ BİLDİĞİMDEN DOLAYI İSTANBUL’UN EHİL ELLERE VERİLMEYİP KAYBEDİLMESİNE DE O KADAR ÜZÜLDÜM.

Tarih, milletler için sadece bir geçmiş değil, geleceğe yön veren bir pusuladır. Bu bağlamda, Ayasofya’nın cami olarak yeniden ibadete açılması, İslam dünyası için büyük bir sevinç kaynağı olmuştur. Ancak, bu büyük zaferin ardından İstanbul’un ehil olmayan ellere teslim edilmesi ve yönetim zafiyetine düşmesi, derin bir üzüntüye yol açmıştır. İşte bu durum, tarih boyunca nice ibretlerle dolu olan İstanbul’un el değiştirme serüvenlerine bir yenisini eklemiştir.

Fetih Ruhu ve Ayasofya’nın Önemi

1453’te İstanbul’un fethi, sadece bir askeri zafer değil, aynı zamanda bir medeniyet inşasının başlangıcıdır. Fatih Sultan Mehmet, şehri fetheder etmez Ayasofya’yı camiye çevirmiş, burayı İslam medeniyetinin en önemli sembollerinden biri haline getirmiştir. 1934 yılında müzeye çevrilen bu mabedin, 2020’de tekrar cami olarak ibadete açılması, adeta fetih ruhunun yeniden canlanması anlamına gelmiştir.

Fakat tarih bize gösteriyor ki, bir fetih sadece toprak kazanmakla değil, kazanılan yerin emin ellere teslim edilmesiyle anlam kazanır. Nitekim Osmanlı’nın en parlak dönemlerinde dahi, liyakatsiz idarecilerin elinde nice topraklar elden çıkmıştır.

İstanbul’un Kaybı: Bir Yönetim Zaafiyeti

İstanbul, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti boyunca hep bir merkez olmuştur. Ancak 21. yüzyılda, Ayasofya’nın açılması gibi büyük bir manevi kazanç elde edilirken, şehrin yönetimi ehil olmayan ellere bırakılmış, vizyonsuz politikalar neticesinde şehir çarpık kentleşme, trafik, ekonomik sıkıntılar ve kültürel yozlaşma gibi problemlerle boğuşur hale gelmiştir. Tarihi miras korunamamış, manevi değerler yıpratılmış ve sosyal yapıda ciddi erozyonlar yaşanmıştır.

İstanbul’un idaresinin ehil olmayan kişilere bırakılması, geçmişte Osmanlı’nın çöküş döneminde yaşanan hataları hatırlatmaktadır. Yetersiz yöneticilerin elinde devletin en kıymetli şehirleri birer birer kaybedilmişti. Bugün de aynı tehlikenin farkında olmak ve gelecekte aynı hatalara düşmemek gerekmektedir.

Tarihten Alınacak Dersler

Tarih bize gösteriyor ki, Ayasofya gibi manevi zaferler tek başına yeterli değildir. Bir zaferi kalıcı hale getiren şey, onu emanet edecek ehil insanları yetiştirmek ve şehri emanet bilinciyle yönetmektir. İstanbul gibi kadim bir şehrin, ehil olmayan kişilerin ellerinde değer kaybetmesi, sadece bir siyasi mesele değil, aynı zamanda bir medeniyet krizidir.

Geleceğe dair ümit beslemek için, sadece geçmişin zaferleriyle avunmak yetmez. Bugün İstanbul’un nasıl yönetildiğini, kimlere emanet edildiğini ve bu emanetin hakkının nasıl verildiğini sorgulamak gerekir. Eğer bu sorulara sağlıklı cevaplar verilemezse, İstanbul’un kaybı sadece bir şehir yönetimi meselesi olmaktan çıkar, milletin ruhunu zedeleyen bir mesele haline gelir.

Sonuç

Ayasofya’nın açılmasına ne kadar sevindiysek, İstanbul’un liyakatsiz ellerde heba edilmesine de o kadar üzülmeliyiz. Geçmişteki hatalardan ders çıkararak, İstanbul’u hak ettiği yönetim anlayışıyla buluşturmak, hem tarihimize hem de geleceğimize olan sorumluluğumuzdur. Unutmayalım ki, bir şehri fethetmek kadar, onu hakkıyla yönetmek de büyük bir zaferdir.

@@@@@#

Bak:
https://tesbitler.com/2024/04/01/istanbul-kendine-yazik-etti/

https://tesbitler.com/index.php?s=%C4%B0stanbul+

 

 




ESED’İN SURİYE’DE ISRARLA İKTİDARDA KALMASININ ANA SEBEBİ: İSRAİL’İN KORUNMASI MI?

ESED’İN SURİYE’DE ISRARLA İKTİDARDA KALMASININ ANA SEBEBİ: İSRAİL’İN KORUNMASI MI?

Suriye, tarih boyunca stratejik konumu ve jeopolitik önemi nedeniyle büyük güçlerin çıkar çatışmalarına sahne olmuş bir ülkedir. Ancak son yıllarda Suriye’nin başında bulunan Beşar Esed’in iktidarda kalması, küresel aktörlerin özellikle de İsrail’in güvenliği ile ilişkilendirilmiştir. Peki, Esed neden ısrarla destekleniyor? Onun iktidarda kalmasının İsrail’in korunmasıyla nasıl bir bağlantısı var?

Suriye ve İsrail: Tarihi Bir Düşmanlık mı, Kontrollü Bir Denge mi?

Suriye ile İsrail arasındaki ilişkiler, 1948’de İsrail’in kurulmasıyla birlikte gerilimli bir hal almıştır. 1967 Altı Gün Savaşı’nda İsrail, Suriye’ye ait olan Golan Tepeleri’ni işgal etmiş ve bu toprakları ilhak ettiğini ilan etmiştir. O tarihten sonra Suriye, İsrail’e karşı söylemde sert bir tutum sergilese de, pratikte büyük çaplı bir askerî müdahalede bulunmamıştır.

Hafız Esed döneminde Suriye, İsrail ile savaşan güçlere destek verdiğini iddia etmişse de, doğrudan bir çatışmaya girmemiştir. Aynı politika, Beşar Esed döneminde de devam etmiştir. İlginç olan nokta ise, İsrail’in Golan Tepeleri’ni işgal etmesine rağmen, Esed ailesinin iktidarı boyunca bu mesele üzerine ciddi bir savaş başlatmamış olmasıdır.

Esed’in Kalmasının İsrail Açısından Avantajları

1. Kontrollü Bir Düşman: İsrail için Suriye, sürekli bir tehdit unsuru olarak gösterilmesine rağmen, Esed yönetimi altında gerçek bir tehdit oluşturmamıştır. Esed, İsrail sınırlarını doğrudan tehdit etmeyen, ancak bölgedeki diğer radikal unsurları dengeleyen bir figür olarak görülmüştür.

2. Alternatif Kaos Tehdidi: Esed rejimi yıkıldığında yerine kimin geçeceği belirsizdir. ABD ve İsrail açısından en büyük korku, Esed sonrası Suriye’nin tamamen kontrolsüz bir hale gelmesi ve İsrail’in sınırında radikal unsurların güç kazanmasıdır. Bu nedenle, Batı dünyası zaman zaman Esed’in gitmesini ister gibi görünse de, gerçekte onun yerinde kalmasını daha güvenli bulmuştur.

3. İran ve Hizbullah Bağlantısı: Esed rejimi, İran ve Hizbullah ile güçlü bir ittifak içindedir. İsrail için bu bir tehdit gibi görünse de, aynı zamanda kontrol edilebilir bir tehdit anlamına gelir. İsrail, Suriye’deki İran ve Hizbullah varlığını bahane ederek zaman zaman hava saldırıları düzenleyebilmekte ve bölgedeki dengeleri kendi lehine değiştirebilmektedir.

Batı’nın ve Rusya’nın Tutumu

Batı dünyası, Esed rejimine zaman zaman sert eleştiriler yöneltse de, onun devrilmesi konusunda ciddi bir adım atmamıştır. ABD, Suriye iç savaşında muhalifleri desteklediğini iddia etse de, Esed rejiminin yıkılmasını engelleyecek kadar temkinli davranmıştır. Öte yandan Rusya, Esed’i doğrudan destekleyerek onun iktidarda kalmasını sağlamıştır.

Bu denklemde İsrail’in sessiz desteği de dikkat çekmektedir. İsrail’in, Esed’in gitmesini talep eden sert bir açıklamada bulunmaması ve zaman zaman onun varlığını tercih eder gibi bir duruş sergilemesi, İsrail için en büyük önceliğin istikrarsız bir Suriye yerine öngörülebilir bir Esed rejimi olduğunu göstermektedir.

Sonuç: Esed’in Kalması, Kimlerin İşine Geliyor?

Suriye’deki iç savaş milyonlarca insanın ölümüne ve göç etmesine neden olmuş, ancak uluslararası aktörler bu durumu stratejik çıkarlarına göre şekillendirmiştir. Beşar Esed’in iktidarda kalması, halkın iradesinden çok, küresel güçlerin bölgesel hesaplarına bağlı olmuştur. En büyük kazananlardan biri ise, Suriye’nin İsrail için doğrudan bir tehdit oluşturmayan bir tampon bölge olarak kalmasını isteyenlerdir.

Bu bağlamda şu soru akıllara gelmektedir: Gerçekten de Beşar Esed’in kalması, bölgenin istikrarı için mi yoksa İsrail’in güvenliği için mi daha önemli görülmüştür? Tarih ve olayların gidişatı, bu sorunun cevabını vermektedir.




DOST VE DÜŞMAN ARASINDAKİ DERİN UÇURUM: ÇÖLDE DÜŞMANLA MI, DAR YOLDA DOSTLA MI?

DOST VE DÜŞMAN ARASINDAKİ DERİN UÇURUM: ÇÖLDE DÜŞMANLA MI, DAR YOLDA DOSTLA MI?

Hayat, insana zaman zaman geniş ufuklar sunarken, bazen de dar geçitler gösterir. Ancak bu genişlik ve darlık, maddi mekândan ziyade, ruhun ve kalbin içinde şekillenir. Nitekim, hikmetli bir sözde şöyle denilmiştir:

اَرْضُ الْفَلَاتِ مَعَ الْاَعْدَاءِ فِنْجَانٌ

سَمُّ الْخِيَاطِ مَعَ الْاَحْبَابِ مَيْدَانٌ

(Yani: “Düşmanla birlikte olunduğunda geniş çöl bile bir fincan kadar dar gelir. Ama dostlarla beraber olunduğunda, iğne deliği bile meydan gibi geniştir.”)

Bu söz, dost ve düşman arasındaki farkı en güzel şekilde özetleyen, ibret dolu bir hakikati dile getirir. İnsan, içinde bulunduğu ortamın fiziksel genişliğinden çok, ruhen ne hissettiğine bağlı olarak daralmış veya genişlemiş hisseder.

Düşmanlarla Çölde Bile Daralan Ruh

Düşmanlarla bir arada bulunmak, insanı en geniş mekânlarda bile sıkıntıya boğar. Çöl gibi uçsuz bucaksız bir yerde olunsa dahi, düşman nefes aldırmaz, huzuru kaçırır ve kalbi daraltır. Çünkü düşmanlık, sürekli bir tehdit ve güvensizlik hissi doğurur. İnsan, düşmanı yanında olduğu sürece ne kadar geniş bir alanda olursa olsun, kendini köşeye sıkışmış hisseder.

Bu hakikat, tarihte de birçok örnekle kendini göstermiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), hicret yolculuğunda Sevr Mağarası’nda bulunurken mağara küçüktü, fakat yanında sadık dostu Hz. Ebubekir vardı. Bu dar mekân, güven ve sevgi ile doluydu. Ancak Mekke’nin geniş sokakları, müşriklerin zulmü sebebiyle Müslümanlar için adeta bir zindana dönüşmüştü.

Dostlarla Dar Geçitler Bile Genişler

İğne deliği kadar dar bir yer bile, eğer dostlarla paylaşılıyorsa geniş bir meydan haline gelebilir. Çünkü dostluk, güven ve samimiyet hissi, insanın iç dünyasını genişletir. Paylaşılan dertler hafifler, mutlu anlar daha anlamlı hale gelir. İşte bu yüzden, sevgi ve muhabbetle dolu bir ortam, her türlü zorluğu aşmayı kolaylaştırır.

İslam tarihindeki en güzel örneklerden biri, Ashab-ı Kehf kıssasıdır. Gençler, mağaraya sığınmışlardı, fakat dostlukları sayesinde o dar mağara bile onlara huzur ve güven vermişti. Çünkü dostluk, mekânın fiziki genişliğinden bağımsız olarak ruhu genişleten bir güçtür.

Hayatta Kimi Seçmeliyiz?

Hayatta kiminle beraber olduğumuz, yaşadığımız mekândan daha önemlidir. Düşmanlarla içinde bulunduğumuz her alan daralırken, dostlarla en zor şartlar bile güzelleşir. O hâlde, geniş mekânlar aramak yerine, gönül dünyamızı genişletecek dostlar edinmek daha önemlidir.

Gerçek dostluk, insanı huzura erdirir; düşmanlık ise en geniş alanları bile bir hapishaneye çevirir. Bu yüzden, hayat yolculuğunda kiminle yürüdüğümüze dikkat etmeli, dostluklarımızı sağlam temeller üzerine inşa etmeliyiz.

Sonuç olarak, dostlarla iğne deliği bile geniş bir meydan olurken, düşmanlarla çöl bile dar bir zindana dönüşür. O hâlde, kalbimizi ve yolumuzu dostlarla donatalım ki, hayatın sıkıntıları içinde bile huzur ve ferahlık bulabilelim.




ZULMÜ YAYAN VE DÜNYAYI BATIRAN BOZUK ZİHNİYET

ZULMÜ YAYAN VE DÜNYAYI BATIRAN BOZUK ZİHNİYET

“Aç canavara karşı tahabbüb(sevgi gösterisi); merhametini değil, iştihasını açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister.”B. Said Nursî
Mazlum ve masuma gösterilmeyen şefkatin, yolsuz ve teröriste gösterilmesi hatta taraftar olması.

“Aç canavara karşı tahabbüb (sevgi gösterisi); merhametini değil, iştihasını açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister.”
— Bediüzzaman Said Nursî

Dünya, zalimler ile mazlumlar arasındaki bitmek bilmeyen bir mücadeleye sahne olmuştur. Tarih boyunca zulmü alkışlayanlar, zalimlere merhamet gösterenler ve onlara destek olanlar, dünyanın çöküşüne sebep olan en büyük bozuk zihniyetin sahipleri olmuşlardır. Ne gariptir ki, masum ve mazlumlara gösterilmeyen şefkat, en büyük zulümleri işleyenlere bolca gösterilmiş; hatta onların taraftarlığı yapılmıştır.

Zalimle Merhamet Olmaz

Zalim, merhameti bilmez. Ona gösterilen her türlü yumuşaklık, onun daha da güçlenmesine ve zulmünü artırmasına sebep olur. Tarih boyunca nice toplumlar, zalimlere iyi niyetle yaklaşıp onları durdurmaya çalışmış, ancak sonunda daha büyük acılar yaşamıştır. Hitler’e karşı Avrupa’nın 1930’larda gösterdiği hoşgörü, İkinci Dünya Savaşı’na yol açmış; Firavun’a karşı Musa (a.s.) ve kavminin gösterdiği sabır, İsrailoğullarına yıllarca kölelik olarak geri dönmüştür.

Bugün de dünyanın dört bir yanında mazlumlara gözyaşı dökmeyenler, zulmedenlere destek vermekten geri durmamaktadır. Bir yanda işgal edilen topraklar, bombalanan şehirler, evsiz kalan çocuklar; diğer yanda ise zalimlere diplomatik destek, ekonomik yardımlar ve silah satışları…

Mazluma Merhametsizlik, Zalimle Dostluk

En büyük çöküş, adaletin yerini bozuk zihniyetlerin almasıyla başlar. Bugün Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Keşmir’de, Arakan’da ve dünyanın birçok yerinde mazlumlar gözyaşı dökerken, büyük güçler zalimlerin yanında yer almakta, hatta onlara destek vermektedir. Zalimlerin işlediği vahşeti görmezden gelip, onlara sempati beslemek, sadece yeni zulümlere kapı açmaktır.

Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, “Aç canavara sevgi göstermek, onun iştahını açar.” Bugün terör örgütlerine, sömürgeci devletlere ve zalim yönetimlere, yolsuzluk yapıp ceza alanlara verilen her destek, onların zulmünü ve yolsuzluğunu daha da artırmakta, insanlığın felaketine sebep olmaktadır.

Adaletin Tesisi İçin Ne Yapmalı?

Mazlumların Yanında Yer Almak: Güçlü olanı değil, haklı olanı desteklemek en büyük fazilettir. Masumların feryadını duymayanlar, zalimlerin yanında saf tutmuş olur.

Zalimlere Karşı Tavizsiz Olmak: Zalimle dostluk, zulme ortak olmaktır. Dünyanın adil bir yer olması için zulmün karşısında net bir duruş sergilemek gerekir.

Çifte Standartlardan Kaçınmak: Bir yanda “insan hakları” savunuculuğu yapıp, diğer yanda zulmedenleri desteklemek, en büyük ikiyüzlülüktür.

Zulme Destek Verenleri Deşifre Etmek: Sadece zalimi ve yolsuzluk yapanı değil, ona destek verenleri de ifşa etmek, adaletin tesisi için gereklidir.

Sonuç: Hak ve Adalet İçin Mücadele Şarttır

Dünya, bozuk zihniyetli yöneticiler, güç odakları ve menfaatperestlerin elinde mahvolmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki, zulüm payidar olmaz. Firavunlar, Nemrutlar, Hitlerler ve çağdaş zalimler ne kadar güçlü görünürse görünsün, adalet er ya da geç yerini bulacaktır. Yeter ki mazlumların yanında durup, zalimlere taviz vermeyelim. Aksi takdirde, onların diş ve tırnaklarının kirasını bile ödemek zorunda kalırız.




DÖNMELER ASLINA GERİ Mİ DÖNDÜ? YOKSA HİÇ DÖNMEMİŞLER MİYDİ?

DÖNMELER ASLINA GERİ Mİ DÖNDÜ? YOKSA HİÇ DÖNMEMİŞLER MİYDİ?

Tarih boyunca toplumlar içinde farklı inançlara ve kültürel yapılara sahip gruplar olmuştur. Ancak bazı gruplar, tarih sahnesinde çok daha farklı bir yer edinmiştir. Bu gruplardan biri de “dönmeler” olarak bilinen, özellikle Osmanlı’dan günümüze kadar tartışma konusu olmuş bir zümredir. Peki, dönmeler gerçekten asıllarına geri mi döndü, yoksa aslında hiç dönmemişler miydi?

Dönmelik Hareketinin Kökenleri

17. yüzyılda Osmanlı topraklarında ortaya çıkan dönmelik hareketi, kökeni itibarıyla Sabetay Sevi’ye dayanır. Sabetay Sevi, Osmanlı Yahudileri arasında Mesih olarak kabul edilen, ancak Osmanlı otoriteleri tarafından İslam’a geçmeye zorlanan bir figürdü. Sevi’nin İslam’a geçişi, birçok taraftarını da benzer bir yolu izlemeye sevk etti. Ancak bu geçişin gerçek bir inanç değişikliği mi, yoksa hayatta kalma stratejisi mi olduğu hep tartışma konusu oldu.

İki Kimlik Arasında Sıkışmış Bir Cemaat

Dönmeler, Osmanlı’da ve daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde iki kimlik arasında sıkışmış bir topluluk olarak varlıklarını sürdürdü. Dışarıdan bakıldığında Müslüman gibi görünen ancak iç dünyalarında farklı bir inanç sistemini sürdüren bu grup, zamanla Osmanlı yönetiminde ve ticari hayatta önemli roller üstlendi. Modernleşme hareketleriyle birlikte, özellikle 19. ve 20. yüzyılda bazı dönme aileleri eğitim, bürokrasi ve finans alanlarında etkili konumlara geldiler.

Cumhuriyet Döneminde Dönmelerin Rolü

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte dönmeler, laikleşme sürecinden büyük ölçüde faydalandılar. Laiklik politikaları, dönmelerin kimliklerini daha rahat ifade etmelerine ve devlet yönetiminde daha aktif rol almalarına imkân sağladı. Ancak bu durum, toplum içinde “dönmeler aslında hiç İslam’ı kabul etmedi mi?” sorusunu daha sık gündeme getirdi.

Günümüzde Dönmelik Meselesi

Günümüzde dönmelik, kimileri için bir tarihî anıdan ibaretken, kimileri için hâlâ sosyolojik ve siyasi bir gerçeklik olarak varlığını sürdürüyor. Bazı araştırmacılar, dönmelerin artık modern hayatın içinde eridiğini ve kimliklerini koruma çabasından vazgeçtiklerini söylerken, bazıları ise dönmelerin aslında hiçbir zaman asıllarından kopmadığını, sadece konjonktüre göre kimliklerini şekillendirdiklerini savunuyor.

Sonuç: Asla Dönmeyenler mi, Yoksa Asıllarına Dönenler mi?

Tarihsel süreç incelendiğinde, dönmelik kavramının tek bir boyutta ele alınamayacak kadar karmaşık olduğu anlaşılmaktadır. Bazı dönmeler asimile olup toplumla bütünleşirken, bazıları geleneklerini sürdürme çabası içinde oldu. Bu noktada asıl soru şu olabilir: Dönmeler gerçekten asıllarına geri mi döndü, yoksa aslında hiç dönmemişler miydi?

Bu sorunun cevabı, tarihi olayların ve bireysel tercihlerin nasıl yorumlandığına bağlıdır. Ancak kesin olan bir şey var ki, bu konu geçmişten günümüze uzanan ve tarihin sayfalarında hâlâ tartışılmaya devam eden önemli bir mesele olarak kalmaya devam edecektir.

 

 




HERŞEY ” MİNALLAH İLALLAH”, “HAK’TAN GELİP HAK’KA GİTMEKTEDİR.”

HERŞEY ” MİNALLAH İLALLAH”, “HAK’TAN GELİP HAK’KA GİTMEKTEDİR.”

İnsan, varoluşunu anlamaya çalışırken bir gerçeğin farkına varır: Geldiği yer bellidir, gideceği yer de… Bu hakikat, “Minallah ilallah” düsturunda özetlenmiştir. Yani, her şey Allah’tan gelir ve yine O’na döner. Bu ilahi prensip, varlık âlemindeki her şeyin bir başlangıcı ve dönüş noktası olduğunu gösterir. İnsan da bu düzenin bir parçası olarak dünyaya gelir, belirli bir müddet yaşar ve nihayetinde Yaratan’a döner.

İnsan ve Fani Dünya

Dünya, insana emanet olarak verilmiş bir mekândır. Burada insan, imtihan için bulunur. Bazen nimetler içinde olur, bazen de musibetlerle sınanır. Her iki durumda da unutmaması gereken bir hakikat vardır: “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” (Bakara, 2/156). Yani, “Şüphesiz ki biz Allah’a aitiz ve O’na döneceğiz.” Bu ayet, insanın yolculuğunu ve hayatın geçiciliğini en güzel şekilde ifade eder.

Hikmet Dolu Bir Kıssa

Zamanında büyük bir âlimin yanına bir genç gelerek, “Efendim, dünyada olup bitenlere anlam veremiyorum. Zengin fakirden, güçlü zayıftan üstün görünüyor. Adalet nerededir?” diye sormuş.

Âlim, gence bir kap su vermiş ve “Bunu iç, sonra içinde ne var söyle” demiş. Genç suyu içtikten sonra, “Suyun içinde ne olduğunu bilemem, ama suyun lezzetini tattım,” demiş.

Âlim tebessümle cevap vermiş: “Evlat, dünya da böyledir. Allah’ın takdir ettiği düzeni tam anlamıyla idrak edemezsin. Ama bil ki her şey Hak’tan gelir ve Hak’ka döner. İnsanın görevi, bu yolculukta sabır, şükür ve imanla yürümektir.”

Bu kıssa, insanın sınırlı aklıyla ilahi düzeni bütünüyle kavrayamayacağını, ancak ona teslim olup tevekkül etmesi gerektiğini anlatır.

İnsan Ne Yapmalı?

Bu dünyada her şey bir imtihan vesilesidir. Hayır da şer de Allah’tan gelir ve hikmet sahibidir. Öyleyse insan;

Sahip olduğu nimetleri Allah’tan bilip şükretmeli,

Karşılaştığı musibetleri de yine O’ndan bilip sabretmeli,

Kendisinin geçici bir misafir olduğunu unutmamalı,

Dünya hayatına aldanmayarak ahiret için hazırlık yapmalıdır.

Her şeyin Allah’tan gelip O’na döneceğini bilen kişi, bu dünyada daha huzurlu, mutmain ve bilinçli yaşar. Çünkü bilir ki, asıl yurt ahirettir ve orada gerçek adalet tecelli edecektir.

Sonuç: Dönüş Yolu

“Minallah ilallah” düsturu, insanın yaratılış amacını ve nihai akıbetini hatırlatan büyük bir gerçektir. Kimi zaman sevinç içinde, kimi zaman hüzünle bu dünya yolculuğunu sürdürürüz. Ancak yolun sonunda hepimiz, geldiğimiz yere, yani Rabbimize döneceğiz. Öyleyse, dönüş yolculuğumuzun selametli olması için bu bilinçle yaşamalı, Allah’a kulluk şuuruyla hareket etmeliyiz. Çünkü her şey Hak’tan gelir ve yine Hak’ka döner.

@@@@@@

“HAK ILE OLUP HAK’TA KALMAK VE HERŞEYİ HAK’TA BULMAK’ NE İLEDİR?

Bu ifade, insanın hayatını mutlak hakikate uygun yaşaması, Hak olan Allah’la beraber olup O’nun emirlerine göre hareket etmesi ve her şeyi O’nun varlığı ve iradesi içinde görmesi anlamına gelir.

Benzer Anlamları ve Müradifleriyle İzahı:

1. Hak ile olmak → Allah’a yönelmek, O’na dayanmak, O’nun hükümlerine tabi olmak

“Allah’ın rızasında olmak”

“İlahi iradeye teslim olmak”

“Hakk’a ram olmak”

“Sırat-ı müstakim üzere bulunmak”

2. Hak’ta kalmak → Doğruluk, istikamet ve sadakat üzere olmak

“İhlas ve samimiyetle hareket etmek”

“Hak yolda sebat göstermek”

“İman üzere sabit kalmak”

“Takva ile yaşamak”

3. Her şeyi Hak’ta bulmak → Dünyadaki her şeyi Allah’ın tecellisi olarak görmek, O’nun kudret ve hikmetini her şeyde müşahede etmek

“Allah’ın sanatını ve tecellilerini idrak etmek”

“Her hâdisede bir hikmet olduğunu bilmek”

“Her nimeti ve musibeti O’ndan bilmek”

“Varlığı ve olayları tevhid nazarıyla okumak”

Bu anlayış, insanın Allah ile olan irtibatını güçlü kılar ve onun hayatını iman, sabır, şükür ve tevekkül üzere kurmasına vesile olur. Yani, insan Hak ile olursa batıldan uzak durur, Hak’ta kalırsa kaybolmaz ve her şeyi Hak’ta bulursa huzura kavuşur.

 

 




KURAN-I KERİM’DE TAŞLAR VE ÖZELLİKLERİ

KURAN-I KERİM’DE TAŞLAR VE ÖZELLİKLERİ[1]


Kur’an-ı Kerim’de taşlar ve onların özellikleri farklı bağlamlarda birçok ayette geçmektedir. Bu ayetlerde taşlar bazen güç, sertlik ve dayanıklılık, bazen ibret ve ceza, bazen de bereket ve nimet sembolü olarak anlatılmıştır. İşte Kur’an’da bahsedilen taşlar ve özellikleri:

1. TAŞLARIN SERTLİĞİ VE KALPLERİN KATILAŞMASI

Kur’an, bazı insanların katı kalpliliğini anlatırken taşlara benzetmiştir:

“Sonra bunun ardından kalpleriniz katılaştı. Artık onlar taş gibi, hatta daha da katıdır. Çünkü öyle taşlar vardır ki içinden ırmaklar fışkırır. Yine öyle taşlar vardır ki yarılır da içinden su çıkar. Ve öyleleri vardır ki Allah korkusuyla düşer (parçalanır). Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (Bakara, 74)

Bu ayette taşların bile Allah korkusuyla parçalandığı, ancak bazı insanların kalplerinin taşlardan bile daha katı olduğu vurgulanmaktadır.

2. HZ. MUSA VE ONİKİ KAYNAK TAŞI

Hz. Musa (a.s.) kavmi için su istediğinde Allah ona taşa vurmasını emretmiş ve taştan on iki pınar fışkırmıştır:

“Musa kavmi için su arayınca, ‘Asan ile taşa vur’ dedik. Bunun üzerine on iki pınar fışkırdı. Her topluluk su içeceği yeri öğrendi. Allah’ın rızkından yeyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.” (Bakara, 60)

Bu olay, su gibi hayati bir nimetin bile Allah’ın emriyle taşlardan çıkabileceğini göstermektedir.

3. HACERÜ’L-ESVED VE KABE’DEKİ MUKADDES TAŞLAR

Kâbe’nin duvarında bulunan Hacerü’l-Esved (Siyah Taş), Müslümanlar için kutsal bir taştır. Bu taşın cennetten geldiği ve zamanla siyahlaştığı rivayet edilir. Kur’an’da Hacerü’l-Esved’in ismi geçmese de, Beytullah’ın (Kâbe’nin) İbrahim (a.s.) ve oğlu İsmail (a.s.) tarafından inşa edilmesi anlatılır:

“İbrahim ve İsmail, Kâbe’nin temellerini yükseltirken, ‘Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur. Şüphesiz Sen işitensin, bilensin’ (dediler).” (Bakara, 127)

Bu ayet, Kâbe’nin temellerinin taşlarla inşa edildiğini ve bu taşların kutsallığını vurgulamaktadır.

4. SEMUD KAVMİ VE DAĞLARDAN OYULAN EVLER

Kur’an’da Semud kavminin kayaları ve dağları oyarak evler yaptığı belirtilir:

“Siz burada bahçeler, pınarlar içinde, ekinler ve yumuşak hurma ağaçları arasında güven içinde bırakılacak mısınız? Dağlardan ustalıkla evler yontuyorsunuz.” (Şuara, 146-149)

Ancak bu kavim peygamberleri Hz. Salih’in (a.s.) uyarılarına kulak asmadığı için büyük bir azapla helak edilmiştir.

5. LÛT KAVMİ’NE YAĞDIRILAN TAŞLAR

Kur’an’da, Lût kavmi’nin helak edilmesi sırasında taşlardan oluşan bir azap yağdırıldığı anlatılır:

“Üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.” (Hicr, 74)

Bu ayet, Allah’ın azabının taşlarla da gelebileceğini ve sapkınlıkta ısrar eden kavimlerin ibret verici bir şekilde yok edilebileceğini göstermektedir.

6. ASHÂB-I FİL VE SİCCÎL TAŞLARI

Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkmak için gönderdiği fil ordusuna, Allah tarafından taşlarla azap gönderildiği anlatılır:

“Onların üzerine sertleşmiş çamurdan taşlar atan sürüler halinde kuşlar gönderdi.” (Fil, 3-4)

Bu olay, Allah’ın en güçlü orduları bile küçücük taşlarla yok edebileceğini ve kutsal mekânlarını koruduğunu göstermektedir.

7. CENNET VE CENNET TAŞLARI

Kur’an’da, cennette altın, gümüş, inci ve yakut gibi değerli taşlardan bahsedilir:

“O müminlerin ödülleri; altlarından ırmaklar akan, içlerinde ebedî kalacakları Adn cennetleridir. Onların oradaki evleri, tertemiz cennetlerdendir. Allah’ın rızası ise en büyüktür. İşte büyük kurtuluş budur.” (Tevbe, 72)

Cennette müminlere yakut, inci ve altınlarla süslenmiş mükâfatların verileceği anlatılmıştır.

SONUÇ: KUR’AN’DA TAŞLAR VE BİZE VERDİĞİ MESAJLAR

Kur’an-ı Kerim’de taşlar birçok farklı anlamda kullanılmıştır:

1. Sertlik ve inatçılık: İnsanların katı kalpliliğini anlatmak için (Bakara, 74).

2. Bereket ve mucize: Hz. Musa’nın asasını vurduğu taştan su çıkması (Bakara, 60).

3. Kutsallık ve ibadet: Hacerü’l-Esved ve Kâbe’nin taşları (Bakara, 127).

4. Azap ve helak: Lût kavmi ve Ebrehe ordusuna taşlarla azap indirilmesi (Fil, 3-4; Hicr, 74).

5. Medeniyet ve sanat: Semud kavminin kayalardan ev yapması (Şuara, 146-149).

6. Cennetin mücevherleri: İnci, yakut ve altın gibi değerli taşlarla süslenen cennet nimetleri (Tevbe, 72).

Kur’an’da taşlar sadece fiziksel varlıklar değil, aynı zamanda ibret ve hikmet taşıyan unsurlar olarak ele alınmıştır. Taşlar bazen Allah’ın azametini, bazen insanın inatçılığını, bazen de mükâfat ve nimeti simgeler.

Bizim için ders:

Kalbimizi taş gibi katı yapmamalıyız.

Allah’ın mucizelerine ve kudretine inanmalıyız.

Doğru yolda olmadığımızda taş gibi helak edilebileceğimizi unutmamalıyız.

Kur’an’da anlatılan taşlardan ibret almak, hem dünya hem de ahiret saadeti için gereklidir.

[1] https://www.youtube.com/watch?v=kfSU4qztWnM




KURAN-I KERİM’DE GÖZ – KULAK VE DİL VE BUNLARIN GÖREVLERİNİ YAPMALARININ ÖNÜNDEKİ ENGELLER.

KURAN-I KERİM’DE GÖZ – KULAK VE DİL VE BUNLARIN GÖREVLERİNİ YAPMALARININ ÖNÜNDEKİ ENGELLER.[1]


Kur’ân-ı Kerîm’de göz, kulak ve dil insanın duyma, anlama ve ifade etme araçları olarak ele alınır. Bu organlar, insanın doğru bilgiye ulaşmasını sağlarken aynı zamanda onun sorumluluğunu artıran emanetlerdir. Görevlerini yerine getirmelerinin önündeki engeller ise gaflet, inat, kibir, günah ve nefsin arzularına uymak olarak belirtilmiştir.

1. Göz (Basîret, İdrak ve Şahitlik)

Göz, sadece fiziksel görme organı değil, aynı zamanda basîretin (manevi idrak) bir aracıdır. İnsan, gözünü hakikati görmek, ibret almak ve Allah’ın ayetlerini kavramak için kullanmalıdır.

Gözün nimet olması:
“Biz ona iki göz vermedik mi?” (Beled 90/8)

Basîretin (manevi görüşün) açılması:
“Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; fakat göğüslerdeki kalpler körleşir.” (Hac 22/46)

Gözün sorumluluğu:
“Kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsrâ 17/36)

Engeller:

Gözün hakikate kapanması:
“Onların gözleri vardır, fakat onunla görmezler.” (A’râf 7/179)

Dünya tutkusu ve gaflet:
“Onlar, dünya hayatının sadece görünen yüzünü bilirler, ahiretten ise gafildirler.” (Rûm 30/7)

Haramlara bakmak ve nefsin peşinden gitmek:
“Mümin erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar…” (Nûr 24/30)

2. Kulak (İşitme, Öğrenme ve Hidayet)

Kulak, doğru bilgiyi almak ve hakikati öğrenmek için bir araçtır. Kur’ân’da, hakikati duyup kabul edenlerle, işitmesine rağmen inatla reddedenler arasında büyük bir fark olduğu vurgulanır.

İşitme nimetinin önemi:
“De ki: Sizi inşa eden, size kulak, gözler ve kalpler veren O’dur. Ne az şükrediyorsunuz!” (Mülk 67/23)

Hakkı işitenlerle işitmeyenlerin farkı:
“Ölülerle diriler bir olmaz. Allah dilediğine işittirir; sen ise kabirlerde olanlara işittiremezsin.” (Fâtır 35/22)

Engeller:

Kulakların mühürlenmesi:
“Kalplerimiz örtülüdür, kulaklarımızda ağırlık var, senin söylediklerini anlayamıyoruz.” (Fussilet 41/5)

Hakkı işitip aldırmamak:
“Onların kulakları vardır ama işitmezler.” (A’râf 7/179)

Batılı dinleyip hakikatten uzaklaşmak:
“Yalancı ve günahkâr olan herkesin ardından giderler.” (Câsiye 45/7-8)

3. Dil (Konuşma, Doğruluk ve Şahitlik)

Dil, insanın iletişim kurmasını, tebliğ yapmasını ve hakikati savunmasını sağlayan önemli bir organdır. Ancak kötüye kullanıldığında iftira, yalan ve gıybet gibi büyük günahların kaynağı olabilir.

Dilin nimet olması:
“Biz insana iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi?” (Beled 90/8-9)

Doğru söz söylemek:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin.” (Ahzâb 33/70)

Dil ile yapılan hataların büyük sorumluluğu:
“İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında onu gözetleyen ve yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kâf 50/18)

Engeller:

Yalan ve iftira:
“Onların ağızlarından çıkan söz ne büyük! Onlar ancak yalan söylüyorlar.” (Kehf 18/5)

Gıybet ve dedikodu:
“Birbirinizin gıybetini yapmayın. Sizden biri ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?” (Hucurât 49/12)

Boş ve faydasız konuşmalar:
“Onlar, boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler.” (Mü’minûn 23/3)

Ayetlerin Bütünlüğü İçinde Bağlantı

Kur’ân’da göz, kulak ve dil bir bütünlük içinde ele alınır. Göz, hakikati görmeli; kulak, hakikati işitmeli; dil ise hakikati konuşmalıdır. Eğer bu organlar doğru kullanılmazsa, insan hakikatten uzaklaşır, gaflete düşer ve sorumluluklarını yerine getiremez.

Akıl, kalp ve ruh ile bağlantı:

Göz, basîretle bakmazsa, kalp katılaşır.

Kulak, hakkı işitmezse, ruh zayıflar.

Dil, yalan konuşursa, insanın aklı da sapar.

Bu yüzden Kur’ân, gözleri haramdan korumayı, kulakları hakikate açmayı ve dili doğru konuşmak için kullanmayı emreder. Aksi hâlde bu organlar, insanın manevi körlük, sağırlık ve dilsizlik yaşamasına sebep olabilir.

Özetle:

Göz, ibret ve basîret için.

Kulak, hakkı işitmek için.

Dil, doğruyu söylemek için.

Ancak yanlış kullanılırsa, insan gaflete düşer ve hakikatten uzaklaşır.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=O_k6dO7J21M