ÖLÜMLE RUH GELDİĞİ YERE VE BEDEN İSE OLDUĞU YERE DÖNER

ÖLÜMLE RUH GELDİĞİ YERE VE BEDEN İSE OLDUĞU YERE DÖNER


Ölüm ve Dönüş: Ruh Geldiği Yere, Beden Olduğu Yere

Hayat bir yolculuktur. İnsan, bu dünyaya geldiğinde, aslında bir misafir olarak gönderilmiştir. Ruh ona bir emanet olarak verilmiş, beden ise bu yolculukta ona bir binektir. Ne ruh bu dünyaya aittir ne de beden ebedîdir. Ve nihayetinde, ölüm anı geldiğinde herkes aslına döner; ruh geldiği yere, beden ise toprağa…

Ruhun Aslı: İlahi Nefha

İnsan ruhu, Rabbimizin kudretiyle yaratılmış, latif ve nuranî bir varlıktır. Kur’an-ı Kerim’de bu gerçeğe şöyle işaret edilir:

“Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir…” (İsra, 85)

Bu ayetten anlaşılıyor ki, ruh Rabbimizden gelen bir emanettir. Onun mahiyetini tam olarak kavramamız mümkün değildir. Ancak ruhun, insana verilen en büyük nimetlerden biri olduğu aşikârdır. O, bedene hayat vererek insanı canlı ve şuurlu kılar. Ölüm anında ise ruh, ait olduğu âleme döner; yani dünya sahnesinden çekilir, berzah âlemine intikal eder.

Bedenin Aslı: Toprak

Beden ise bu dünyaya aittir. Kur’an-ı Kerim’de, insanın topraktan yaratıldığı defalarca vurgulanmıştır:

“Sizi ondan (topraktan) yarattık, yine ona döndüreceğiz ve bir kez daha ondan çıkaracağız.” (Tâhâ, 55)

Bu ayet, insanın beden olarak dünyaya ait olduğunu ve ölümle birlikte tekrar aslına, yani toprağa döneceğini bildirir. Yüzyıllar boyunca nice padişahlar, alimler, fakirler ve zenginler toprağa girmiştir. Hepsi aynı akıbete uğramış, bedenleri çürümüş ve toprak olmuştur.

Ölüm: Aslına Rücu

Ölüm, aslında bir yok oluş değil, bir dönüş ve bir geçiştir. Ruh, dünya hayatındaki görevini tamamlayıp geldiği ilahi âleme yönelirken, beden de dünya ile olan bağını koparıp aslına rücu eder. Mevlâna’nın dediği gibi:

“Ölüm günüm, benim için düğün gecesidir.”

Zira ruh, dünya zindanından kurtulup gerçek vatanına, Rabbine kavuşur. Bu, inanan bir ruh için sevinç ve huzur kaynağıdır.

İbretli Bir Hikâye

Bir gün, bilge bir zat çölde yolculuk yaparken bir kabristanın önünde durur. Yanındaki genç, mezarlara bakarak derin bir iç çekerek sorar:

— Efendim, buradakilerin sonu ne oldu?

Bilge kişi mezarlara bir göz gezdirir ve şu hikmetli cevabı verir:

— Buradakiler ikiye ayrılır evlat. Kimi ruhunu Rabbine, kimi de nefsine teslim etti. Kimi huzur içinde bekliyor, kimi pişmanlık içinde… Ama bir gerçek var ki, hepsinin bedeni toprağa karıştı. Çünkü beden ait olduğu yere, ruh ise geldiği yere döner.

Genç düşündü, sonra bilgeye döndü:

— Peki, ben hangi gruptan olacağım?

Bilge hafifçe gülümsedi:

— Onu sen belirleyeceksin evlat. Eğer ruhunu dünyaya bağlarsan, toprağa gömülür gibi ruhun da mahvolur. Ama eğer ruhunu Allah’a yöneltirsen, ölümün bile seni üzen bir şey olmayacak.

Bu sözler, gencin kalbinde derin izler bıraktı. O günden sonra, dünya nimetlerine değil, ahirete hazırlık yapmaya daha çok önem verdi.

Sonuç: Ebedi Hayata Hazırlık

İnsan bu dünyada kalıcı değildir. Ruh da, beden de misafirdir. Ölüm bir son değil, bir başlangıçtır. Şu halde akıllı insan, asıl vatanına hazırlanandır. Çünkü bu beden toprağa dönerken, ruhun nerede olacağını belirleyen bizim bu dünyadaki amellerimizdir.

Bu dünya bir han, ölüm bir kapı, ahiret ise asıl yurttur. O halde yolculuğa hazırlıklı olmak




BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’YE GÖRE İSLÂM DÜNYASININ HASTALIKLARI VE TEDAVİ ÇARELERİ

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’YE GÖRE İSLÂM DÜNYASININ HASTALIKLARI VE TEDAVİ ÇARELERİ


İslâm dünyası, uzun asırlar boyunca ilim, medeniyet ve ahlak sahasında dünyaya ışık saçtı. Ancak zamanla çeşitli sebeplerle bu parlaklık sönmeye yüz tuttu ve Müslüman toplumlar geri kalmışlık, cehalet ve iç çatışmalar gibi birçok hastalığa yakalandı. Bediüzzaman Said Nursî, 20. yüzyılın başlarında İslâm dünyasının bu hastalıklarını teşhis ederek, onlara karşı reçeteler sundu. Onun tespitleri, bugün de aynı canlılıkla geçerliliğini korumaktadır.

İSLÂM DÜNYASININ TEMEL HASTALIKLARI

Bediüzzaman’a göre İslâm dünyasının yaşadığı sıkıntılar, birkaç temel hastalığa dayanır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

1. Ümitsizlik Hastalığı (Yeis)

İslâm dünyasının geri kalmışlığı karşısında birçok Müslüman, “Bizden artık bir şey olmaz.” düşüncesine kapılmıştır. Bu psikolojik yenilgi, daha büyük bir çöküşe sebep olmaktadır. Oysa ümitsizlik, şeytandan gelen bir vesvesedir.

Çare:
Bediüzzaman, Kur’an’ın ümitsizliği reddettiğini vurgular. Ye’sten sonra, en parlak bir saadet içinde olacağını ümit etmek, iman-ı kâmilin bir lazımıdır,der. Müslümanlar, tekrar ayağa kalkmak için önce inançlarını ve özgüvenlerini kuvvetlendirmelidir.

2. Cehalet Hastalığı

İslâm dünyasının ilimde ve fende geri kalması, cehaletin en büyük göstergesidir. Oysa ilk emir “Oku!” (Alak, 1) ayetidir. Ne var ki, Müslüman toplumlar bu emri unutarak ilimden uzaklaşmış ve batı dünyasının gerisinde kalmıştır.

Çare:
Bediüzzaman’a göre gerçek ilim, hem dinî hem fennî ilimleri birlikte öğrenmekle mümkündür. Medrese, mektep ve tekkenin (akıl, bilim ve maneviyatın) birleşmesi gerektiğini savunur. O, Medresetü’z-Zehra projesiyle İslâm dünyasında bu üçlü eğitimi bir araya getiren bir model önermiştir.

3. İttihadsızlık ve Bölünmüşlük Hastalığı

Müslümanlar arasında birlik olmaması, dış güçlerin sömürüsünü kolaylaştırmaktadır. Mezhep kavgaları, etnik ayrılıklar ve siyasi ihtilaflar, İslâm dünyasını zayıf düşürmektedir.

Çare:
Bediüzzaman, İslâm birliğinin “İttihad-ı İslâm” şuuruyla yeniden tesis edilmesi gerektiğini söyler. “Müminler ancak kardeştir.” (Hucurat, 10) ayetine dayanarak, Müslümanların kardeşlik bilinciyle hareket etmesini öğütler. Ona göre, birlik ruhu olmadan hiçbir ilerleme mümkün değildir.

4. Menfaatçilik ve Dürüstlük Eksikliği

İslâm dünyasında rüşvet, adaletsizlik ve ahlaki yozlaşma gibi meseleler, toplumların çöküşüne sebep olmaktadır. İslâm’ın temel değerlerinden olan adalet, sadakat ve ihlas eksik hale gelmiştir.

Çare:
Bediüzzaman, ihlası (Allah rızası için amel etmeyi) her işin merkezine koyar. “Amelinizde rıza-yı İlahî olmalı” der ve menfaat yerine adaletin, şahsi çıkar yerine ümmetin hayrının gözetilmesini tavsiye eder.

TEDAVİ: ÜÇ BÜYÜK DÜŞMANLA MÜCADELE

Bediüzzaman, İslâm dünyasının en büyük üç düşmanını cehalet, zaruret (fakirlik) ve ihtilaf (ayrılık) olarak tanımlar ve bu düşmanlarla mücadele etmek için ilim, sanat ve ittihadı (birliği) çare olarak sunar.

1. Cehalete karşı eğitim: Hem dinî hem fennî ilimler öğretilmelidir.

2. Fakirliğe karşı çalışma ve üretim: Müslümanlar, tembellikten kurtulup sanayi ve ekonomiye yönelmelidir.

3. Ayrılığa karşı kardeşlik: Mezhep, etnik köken veya siyasi görüş farkı gözetmeksizin İslâm birliği sağlanmalıdır.

SONUÇ: KUR’AN’IN IŞIĞINDA YENİDEN DİRİLİŞ

Bediüzzaman Said Nursî, İslâm dünyasının kurtuluşunun ancak Kur’an’a tam bağlanmakla mümkün olacağını belirtir. Kur’an’ın hakikatleri, ilim ve kardeşlik ruhuyla yaşanırsa, İslâm dünyası yeniden ayağa kalkacaktır.

Günümüzde de bu hastalıklar hâlâ devam etmekte. Ancak ümitsizliğe kapılmadan, ilim ve kardeşlik ekseninde hareket edersek, Bediüzzaman’ın işaret ettiği İslâm’ın yeniden yükseliş dönemi başlayacaktır.

“Allah, sizden iman edip salih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri hâkim kıldığı gibi, yeryüzüne hâkim kılacağını vaad etmiştir.” (Nur, 55)

Bu ayet, İslâm dünyasının uyanışının bir sorumluluk meselesi olduğunu gösteriyor. Müslümanlar bu sorumluluğu yerine getirdiğinde, Allah’ın vaadi gerçekleşecektir.

 

 




İSTANBUL BELEDİYESİ’NDEKİ BU YOLSUZLUK VE TERÖR BAĞLANTISI KARARINDA, OY VERİP ONLARI DESTEKLEYENLERDE VEBAL ALTINDADIR.

İSTANBUL BELEDİYESİ’NDEKİ BU YOLSUZLUK VE TERÖR BAĞLANTISI KARARINDA, OY VERİP ONLARI DESTEKLEYENLERDE VEBAL ALTINDADIR.


Seçmenlerin Manevi Sorumluluğu: Oy Tercihlerinin Ahlaki ve Vicdani Boyutu

Demokratik toplumlarda oy kullanma hakkı, bireylerin yönetimde söz sahibi olmasını sağlayan temel bir haktır. Ancak bu hak, beraberinde önemli bir sorumluluğu da getirir: Seçmenlerin, oy verdikleri adayların veya partilerin icraatlarından doğan sonuçlardan manevi olarak etkilenmeleri. Bu açıdan, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde (İBB) ortaya çıkan yolsuzluk ve terör bağlantısı iddiaları, seçmenlerin ahlaki ve vicdani sorumluluklarını yeniden düşünmelerini gerektirmektedir.

İBB’deki Yolsuzluk ve Terör Bağlantısı İddiaları

Mart 2025’te, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ve bazı belediye yetkilileri hakkında “yolsuzluk” ve “terör örgütüne yardım” suçlamalarıyla soruşturmalar başlatıldı. Bu kapsamda, İmamoğlu ve 92 kişi tutuklandı. Bu durum seçmenlerin oy tercihleriyle ilgili manevi sorumluluklarını da gündeme getirdi.

Oy Tercihlerinin Manevi Sorumluluğu

Seçmenler, oy verdikleri temsilcilerin eylemlerinden doğrudan etkilenirler. Bu nedenle, bir adayın ahlak dışı davranışları veya yasa dışı faaliyetleri, ona destek veren seçmenlerin vicdani muhasebesini zorunlu kılar. İslami perspektiften bakıldığında, bireylerin doğruyu ve adaleti desteklemeleri, yanlışı ve zulmü reddetmeleri esastır. Kur’an-ı Kerim’de, “İyilik ve takva üzere yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın.” (Maide, 5/2) buyurulur. Bu ayet, bireylerin destek verdikleri kişilerin fiillerinden sorumlu olduklarını hatırlatır.

Seçmenlerin Bilinçli Tercih Yapma Yükümlülüğü

Seçmenlerin, oy vermeden önce adayları ve partileri detaylı bir şekilde incelemeleri, geçmişteki icraatlarını ve ahlaki duruşlarını değerlendirmeleri gerekmektedir. Bu, hem toplumsal hem de manevi bir sorumluluktur. Aksi takdirde, destek verdikleri kişilerin olumsuz eylemlerinden dolayı vicdani bir yük altına girebilirler.

Sonuç: Ahlaki Değerlerin Önemi

İBB’deki yolsuzluk ve terör bağlantısı iddiaları, seçmenlerin oy tercihlerinin ne denli önemli olduğunu bir kez daha göstermiştir. Bireyler, sadece kendi menfaatlerini değil, toplumun genel iyiliğini ve adaletini gözeterek oy kullanmalıdır. Bu bilinçle hareket etmek, hem dünyada hem de ahirette huzurlu bir yaşamın anahtarıdır.

 

 




DÜNYA DEVLETLERİ KENDİ DERİN DEVLETLERİYLE YÜZLEŞMELİDİR.

DÜNYA DEVLETLERİ KENDİ DERİN DEVLETLERİYLE YÜZLEŞMELİDİR.


Tarih boyunca devletler, resmi yönetim mekanizmalarının yanı sıra, perde arkasında etkin olan gizli yapılar tarafından da yönlendirilmiştir. Bu gölgede kalan güç, modern literatürde “derin devlet” olarak adlandırılmıştır. Derin devlet, resmi yönetimin ötesinde; bürokrasi, istihbarat, ordu, sermaye ve medya gibi unsurlarla devletin ana politikalarını şekillendiren bir güç odağıdır. Ancak bu yapılar çoğu zaman devletin bekası için çalıştıkları iddiasıyla hareket etseler de, zaman zaman adaletin ve toplumun zararına faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Bugün dünya devletleri, geçmişte ve günümüzde iç içe geçmiş olan bu derin yapılarla yüzleşmeli, halkın iradesini ve devletin meşruiyetini korumak adına gereken adımları atmalıdır. Çünkü derin devletler, milletlerin iradesini gasp eden, kaosu besleyen ve gerçek demokrasiyi gölgeleyen unsurlar olabilir.

TARİHTEN GÜNÜMÜZE DERİN DEVLETİN İZLERİ

1. Roma İmparatorluğu ve Senato’nun Gizli Güçleri

Roma İmparatorluğu’nda resmi hükümdarlar olan imparatorlar, zaman zaman senato içindeki gizli kliklerin hedefi olmuşlardır. Özellikle Sezar’ın suikastı, derin devletin kendi çıkarları doğrultusunda nasıl hareket ettiğinin en bariz örneklerinden biridir. Senato içinde güçlü bir grup, Sezar’ın otoritesini tehlike olarak görerek onu ortadan kaldırmıştır. Bu olay, bir devletin içinde farklı menfaat gruplarının nasıl perde arkasında etkin olabileceğini gösteren en eski örneklerden biridir.

2. Osmanlı Devleti ve Enderun’un Gölge Etkisi

Osmanlı Devleti’nde de zaman zaman perde arkasındaki güçler, devletin yönetiminde belirleyici olmuştur. Enderun sistemi, devlet adamlarının yetiştirildiği bir merkez olmasına rağmen, özellikle Saray’daki Harem ve Yeniçeri Ocağı gibi unsurlar, bazı dönemlerde Osmanlı siyasetini perde arkasından şekillendiren unsurlar haline gelmiştir. III. Selim’in reform girişimlerine karşı çıkan Yeniçeri Ocağı, bu sürecin en çarpıcı örneklerinden biridir.

3. ABD ve “Derin Amerika”

Amerika Birleşik Devletleri’nde “Derin Amerika” kavramı, özellikle askeri-sanayi kompleksi, istihbarat teşkilatları (CIA, FBI) ve büyük şirketlerin yönetimdeki etkinliğiyle ilişkilendirilir. Örneğin, John F. Kennedy suikastı, ABD’de derin devletin varlığına dair en fazla tartışılan olaylardan biridir. Kennedy’nin, istihbarat teşkilatlarının kontrolsüz gücüne karşı durması ve Vietnam Savaşı’na karşı tutumu, onun hedef haline gelmesine neden olmuştur.

4. Türkiye’de Derin Devlet Tartışmaları

Türkiye’de derin devlet tartışmaları, özellikle Susurluk Kazası (1996) ile daha görünür hale gelmiştir. Devletin içindeki bazı yapıların yasa dışı faaliyetlerle ilişkisi açığa çıkmış, mafya-devlet-siyaset üçgeni kamuoyu tarafından tartışılmaya başlanmıştır. Bu olay, devletin içinde bazen hukuk dışı yapılarla hareket eden grupların bulunabileceğini gösteren çarpıcı bir örnek olmuştur.

DERİN DEVLETLE YÜZLEŞMENİN ZORUNLULUĞU

Derin devlet yapıları, her ülkede farklı boyutlarda varlık gösterir. Ancak temel sorun, bu yapıların zaman zaman devletin meşruiyetini ve halkın iradesini hiçe sayarak kendi menfaatleri doğrultusunda hareket etmeleridir.

1. Şeffaf Devlet Yönetimi Şarttır

Devletler, halkın güvenini kazanmak için şeffaf yönetim ilkelerini benimsemelidir. Devletin içindeki gizli yapılar, halkın iradesini aşan kararlar alıyorsa, bu durum yönetime zarar verir. Devlet, halkına hesap vermeli, karanlıkta kalan güç odaklarını bertaraf etmelidir.

2. Hukukun Üstünlüğü Esas Alınmalıdır

Hukukun üstün olmadığı bir devlet, zamanla derin yapıların güdümüne girebilir. Adalet mekanizmasının bağımsız olması, devletin içerisindeki karanlık ilişkileri açığa çıkarmak için hayati önemdedir.

3. Medya ve Sivil Toplum Kuruluşları Özgür Olmalıdır

Basın ve sivil toplum kuruluşları, devletin içindeki illegal yapılanmaları ortaya çıkarmada önemli bir rol oynar. Ancak medya ve sivil toplum örgütleri, çıkar gruplarının eline geçerse, halkın bilgilendirilmesi yerine manipüle edilmesi söz konusu olur. Bu yüzden, özgür ve bağımsız ancak mutlak ve keyfi özgürlük değil belki sorumlu ve denetime tabi bir medya anlayışı teşvik edilmelidir.

SONUÇ: GELECEĞE TEMİZ BİR DEVLET BIRAKMAK

Tarih boyunca derin devletlerin etkisiyle savaşlar çıkmış, hükümetler devrilmiş, toplumlar manipüle edilmiştir. Bugün dünya devletleri, kendi içindeki derin yapılarla yüzleşmeli ve hukukun üstünlüğünü esas alarak halkın iradesini güçlendirmelidir.

Devletlerin bekası, sadece güçlü bir istihbarat veya orduyla değil, adalet, şeffaflık ve halkın iradesine duyulan saygıyla sağlanabilir.

Gelecek nesillere, kirli oyunlardan arınmış, adil ve şeffaf bir yönetim bırakmak, devletlerin en büyük sorumluluğudur. Çünkü devlet, ancak halkın güveniyle ayakta kalır. Derin yapılarla yüzleşmeyen devletler, bir gün kendi içlerindeki karanlık tarafından yutulmaya mahkûmdur.

 

 




HER ŞEY ZAMAN VE MEKÂNIN VAR EDİLMESİYLE BAŞLADI

HER ŞEY ZAMAN VE MEKÂNIN VAR EDİLMESİYLE BAŞLADI[1]

İnsan aklı, her şeyi bir başlangıç ve bir sebep ile anlamaya çalışır. Ancak zaman ve mekânın olmadığı bir noktayı tasavvur etmek, aklımızın ötesinde bir meseledir. Bizler her şeyi bir ölçü, bir çerçeve içinde kavrarız. Oysa zaman ve mekân yaratılmadan önce, bizim ölçülerimizle kavrayamayacağımız bir mutlak varlık vardı: Allah. O, ezeli ve ebedidir; varlığı zamana ve mekâna bağlı değildir.

Başlangıcın Başlangıcı: Zaman ve Mekânın Yokluğu

Biz insanlar, “önce ne vardı?” diye sormaya meyilliyiz. Ancak “önce” demek, zaman kavramını gerektirir. Oysa zaman yaratılmadan önce “önce” diye bir şey de yoktu. Yine “nerede oldu?” diye sorarız, ama mekân yaratılmadan önce “nerede?” sorusu da anlamsızdı. İşte tam bu noktada Allah’ın kudreti, sonsuz ilmi ve iradesi devreye girerek zamanı ve mekânı var etti.

Kur’an-ı Kerim’de “O, gökleri ve yeri yoktan var edendir…” (En’am, 101) buyrularak, tüm varlık âleminin Allah’ın yaratmasıyla meydana geldiği açıkça bildirilmiştir.

Zamanın Akışı ve İnsan İçin Anlamı

İnsan, zamanın içine doğar ve onun akışıyla yaşar. Geçmiş ve gelecek bizim için birer gerçekliktir. Fakat Allah için her an aynı anda bilinir ve görülür. Çünkü O, zamana mahkûm değil, aksine onu yaratandır.

Zaman, insan için büyük bir imtihan vesilesidir. İnsanoğlu dünyada sınırlı bir vakitle yaratılmıştır ve bu süre içinde imtihan edilmektedir. Zamanın geçiciliği, bizlere dünya hayatının da geçici olduğunu gösterir. Rabbimiz “Asra yemin olsun ki insan hüsrandadır!” (Asr, 1-2) diyerek, zamanın kıymetini bilmeyenlerin kayıpta olduğunu haber verir.

İbretle düşündüğümüzde, zamanın yaratılması olmasaydı, biz ne geçmişi düşünebilir, ne geleceğe dair umut besleyebilir, ne de yaşadığımız anın değerini idrak edebilirdik.

Mekânın Hikmeti ve İlahi Sanat

Mekân, Allah’ın kudretini gösteren büyük bir tecellidir. Kainatın uçsuz bucaksız büyüklüğü, gökyüzündeki yıldızlar, galaksiler, dünya ve içindeki canlılar, her şey Allah’ın varlığının delilidir.

Çünkü biz her şeyi zaman mekân kavramıyla kayrayabiliyor,kuşatıp anlayabiliyoruz.
Aksi takdirde sonsuza nasıl kavrayacak, kuşatıp anlayacaktık?

“Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri boşuna yaratmadık…” (Sad, 27) ayeti, mekânın bir amaçla yaratıldığını vurgular. Dünya, insanların imtihan yurdu olarak yaratılmıştır. Allah, bu mekânı insanın yaşayabileceği şekilde mükemmel bir düzende inşa etmiştir.

İnsan mekânı işgal eder ama ona sahip olamaz. Binalar yapar, şehirler kurar ama en sonunda bu mekânı terk eder. Çünkü mekânın sahibi de biz değiliz, Allah’tır.

Zaman ve Mekânın Ötesinde Sonsuzluk

İnsan için zaman ve mekân sınırlıdır. Ama ölüm, insanı zaman ve mekânın kayıtlarından çıkarır. Ahiret, bizim bildiğimiz zaman ve mekân ölçülerine sığmaz. Orada ebedilik vardır. Allah, ahireti yaratmış ve orada zamanın bizim bildiğimiz gibi akmadığını bildirmiştir.

Kıyamet günü dünya zamanının biteceği, herkesin ilahi huzura çıkarılacağı bir an olacaktır. O gün, “Gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri hak ile yarattık. Kıyamet mutlaka gelecektir…” (Hicr, 85) ayetinde bildirildiği gibi bir hakikattir.

Sonuç olarak;
Zamanın ve mekânın yaratılması, bizim var oluşumuzun ve sınavımızın bir gereğidir. İnsan, bu dünyada zamanını nasıl harcadığını ve mekânını nasıl değerlendirdiğini sorgulamalıdır. Çünkü bu ikisi bir gün elinden alınacak ve ebedi âlemde tekrar yaratılacaktır.

Ve nihayet, zaman da bitecek, mekân da yok olacak, geriye sadece Allah’ın sonsuz varlığı kalacaktır.

“O gün yer başka bir yere, gökler de başka göklere çevrilecek ve herkes tek olan, her şeye hükmeden Allah’ın huzuruna çıkacaktır.” (İbrahim, 48)

[1] https://www.youtube.com/watch?v=8mjTaJ-DVQ0




DÜNYA HER İNSAN İÇİN BIR ATLAMA TAŞI VE NEREYE GİDECEĞİNİN GİRİŞ KAPISIDIR

DÜNYA HER İNSAN İÇİN BIR ATLAMA TAŞI VE NEREYE GİDECEĞİNİN GİRİŞ KAPISIDIR.[1]

TÜM AHİRET ATAMALARI BURADA VE BURADAN YAPILMAKTADIR. SONSUZLUĞA AÇILAN İLK İSTASYON

DÜNYA: ATLAMA TAŞI VE SONSUZLUĞA AÇILAN İLK İSTASYON

İnsan, bu dünyaya tesadüfen gelmedi. Gelişi, ilahi bir iradenin eseri; varlığı, büyük bir sınavın parçası; gidişi ise sonsuz bir hayata açılan ilk adımdır. Dünya, her insan için bir atlama taşı, bir geçiş noktasıdır. Buradaki her nefes, ahiretteki sonsuz hayata yapılan bir hazırlık hükmündedir.

Bir Yolculuk Başlıyor: Ruhun Dünya İmtihanı

İnsan, ruhlar âleminde yaratıldı, ana rahminde şekillendi ve bir gün dünyaya gözlerini açtı. Ancak bu dünya, nihai bir durak değil, sadece bir misafirhane. İnsan, bu istasyonda bir süre konaklayacak, ardından asıl hayatına doğru yola çıkacaktır.

Bu yolculuğu şu misalle daha iyi anlayabiliriz:

Bir öğrenci, üniversiteye girmek için sınava hazırlanır. O sınavı kazandığında bir ömür boyu mesleğini şekillendirecek bir sonuç elde eder. Dünya hayatı da bir sınav yeridir. Burada yapılan her amel, sonsuz hayattaki konumumuzu belirleyecektir. Dünya, ahiretin tarlasıdır; burada ne ekilirse, orada o biçilecektir.

Allah Kur’an’da bu hakikati şöyle bildirir:

“Kim ahiret kazancını isterse, onun kazancını artırırız. Kim dünya kazancını isterse, ona da dünyadan veririz; fakat ahirette onun bir nasibi olmaz.” (Şura, 20)

Bu ayet açıkça gösteriyor ki, insanın yönelimi kaderini belirler. Kimi ahirete yatırım yapar, kimi dünyada kalıcı olacağını sanarak sadece fani olana sarılır.

Ahiret Atamaları Bu Dünyada Yapılıyor

Bir devlet, memurlarını belirlerken önce bir sınav yapar. Başarılı olanlar yüksek makamlarla ödüllendirilirken, başarısız olanlar kaybeder. Ahiret için de durum aynıdır.

Cennet veya cehennem… Bunlar sadece ölümden sonra karşımıza çıkacak rastgele mekânlar değil, dünya hayatındaki tercihlerimizin sonucudur. Allah herkese fırsatlar sunar, yönlendirmeler yapar, yollar gösterir. Ancak herkes kendi seçimlerinden sorumludur.

Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

“Kim zerre kadar hayır işlerse, onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse, onu görür.” (Zilzal, 7-8)

Bu ayet, dünya hayatının bir değerlendirme alanı olduğunu vurgular. Kimin nerede olacağı, bu dünyadaki kararlarına bağlıdır. Cennet de cehennem de insanın elindedir; kişi kendi tercihleriyle kaderini şekillendirir.

Dünya: Sonsuzluğa Açılan Kapı

Zamanın başlangıcından beri milyarlarca insan bu dünyaya geldi ve göçtü. Kimse burada kalıcı olmadı. Peygamberler, krallar, filozoflar, alimler, mazlumlar ve zalimler… Hepsi bu dünya sahnesinde bir süre oynadı ve sahneden çekildi. Ancak kimse yok olmadı. Hepsi varlığını sonsuz bir istasyona doğru devam ettiriyor.

Bu yüzden, dünya hayatı asıl varlığımız değil, bir geçiştir. Bizi bekleyen sonsuz hayat, ya nimetlerle dolu olacak ya da pişmanlık ve azapla.

Allah’a kulluk şuuru, bu yolculuğun en güvenli pusulasıdır. Çünkü insan fani, dünya geçici, ahiret ise ebedidir.

Son Söz

Dünya bir atlama taşıdır; ama nereye atlayacağın senin seçimine bağlıdır. Sonsuzluğa açılan ilk istasyon burasıdır. Burada ne yaptığımız, ebediyette nereye gideceğimizi belirler.

İşte bu yüzden, dünyayı ahiretin bir basamağı olarak görmek ve buradaki sınavı başarıyla tamamlamak, her insanın en büyük gayesi olmalıdır.

Çünkü ölüm, bir son değil, sadece bir kapının açılışıdır…

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=co1GCZ5Ameg