HARAM İLE BAŞKALARININ HAKKINA GİRENLERİN DÜNYA GİBİ AHİRETTE DE HESAP VE SORGULARI VAR

HARAM İLE BAŞKALARININ HAKKINA GİRENLERİN DÜNYA GİBİ AHİRETTE DE HESAP VE SORGULARI VAR


İnsan, dünya hayatında yaptığı her şeyden sorumludur. Yaptıklarıyla ya kendine ya da başkalarına zarar verir. Ancak, özellikle kul hakkına giren haksızlıklar ve haram yollarla elde edilen kazançlar, sadece bu dünyada değil, ahirette de büyük bir hesap gerektirir.

Allah (C.C.), Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette adaleti, doğruluğu ve hakkaniyeti emretmiştir. Bir kimsenin haram ile başkalarının hakkını gasbetmesi, yalnızca dünyevi bir mesele değil, ahirette de ağır bir hesap gerektiren büyük bir suçtur. Çünkü Allah, kul hakkını affetmez; hak sahibi helal etmedikçe bu günahın bağışlanması mümkün değildir.

HARAM KAZANÇ: DÜNYADA GEÇİCİ, AHİRETTE AĞIR BİR YÜK

Dünya malı insana cazip gelir. Ancak helalinden kazanılmadığında, bu mal insana bereket yerine bela getirir. Haram para, haram kazanç, rüşvet, haksız kazanç, yetim malı yemek ve insanların emeğini sömürmek, bu dünyada huzursuzluk, ahirette ise büyük bir azap sebebidir.

Peygamber Efendimiz (S.A.V.), kul hakkına dair şu uyarıyı yapmıştır:

> “Kimin üzerinde din kardeşinin hakkı varsa, onunla helalleşsin. Zira (ahirette) ne dinar ne de dirhem vardır. Hak sahibi sevaplarınızdan alır, eğer sevabınız yoksa onun günahı size yüklenir.” (Buhârî, Mezâlim, 10)

Bu hadis, kul hakkının ne kadar ciddi bir mesele olduğunu gösteriyor. Dünya mahkemelerinde hile yaparak, güçlü bağlantılarla veya para ile kendini kurtarabilenler, ahiret mahkemesinde hiçbir kaçış yolu bulamayacaktır.

KUL HAKKI YİYENLERİN SONU: İBRETLİ HİKÂYELER

Tarihte haram yiyen ve insanların hakkına giren zalimlerin sonu her zaman hüsran olmuştur. İşte düşündürücü bir kıssa:

Haksız Mal Yiyen Tüccarın Sonu

Bir zamanlar, bir tüccar ticaret yaparken insanları aldatır, terazisini eksik tartar ve yüksek kâr elde etmek için fiyatları haksız yere artırırdı. Kendisini çok akıllı sanıyor, servetini büyütüyor ve kimse ona zarar veremez zannediyordu. Fakat, vefat ettiğinde borçlarını ödemediği, yetimlerin hakkını yediği ortaya çıktı. Ölümünden sonra geride bıraktığı serveti mirasçılar arasında kavga sebebi oldu, ailesi dağıldı, çocukları birbirine düştü. Dünya malı ona mutluluk getirmediği gibi, kabirde de hesap başladı.

İnsanların hakkını yiyerek kazanılan servet, ne huzur ne de bereket getirir. Allah, zalimleri dünyada da cezalandırır, ahirette de adaletini tam olarak yerine getirir.

KUR’AN VE HADİSLERDEN İBRETLİ MESAJLAR

Kur’an-ı Kerim’de Allah (C.C.), haram kazancın ve haksız yere başkasının malına el uzatmanın sonunu şöyle bildiriyor:

> “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar. Ve onlar alevli bir ateşe gireceklerdir.” (Nisa Suresi, 10. Ayet)

Ayrıca Peygamber Efendimiz (S.A.V.) şöyle buyuruyor:

> “Müflis kimdir, bilir misiniz?”
Ashab: “Bizim aramızda müflis, parası ve malı olmayan kimsedir” dediler.
Peygamberimiz: “Hayır, benim ümmetimden asıl müflis, kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabı ile gelen; fakat birine sövmüş, birine iftira etmiş, birinin malını yemiş, birinin kanını dökmüş, birini dövmüş olarak gelen kimsedir. Hak sahiplerine sevapları dağıtılır. Eğer sevapları tükenirse, onların günahları ona yüklenir ve sonra cehenneme atılır.” (Müslim, Birr 59)

Bu hadis, ahiretteki hesabın ne kadar çetin olacağını ve haram kazançların kişiyi nasıl büyük bir felakete sürüklediğini açıkça ortaya koyuyor.

DÜNYADA HARAMLA BESLENENLERİN AHİRETTEKİ SONU

Haram kazanç elde eden ve başkalarının hakkına girenler:

1. Dünyada huzur bulamazlar. İçleri sürekli rahatsızdır, vicdan azabı çekerler veya malları bereketsiz olur.

2. Çocuklarına ve nesillerine haram lokma yedirirler. Haramla beslenen nesillerden hayır gelmez.

3. Ölüm anında büyük bir pişmanlık yaşarlar. Ancak geri dönmek için artık çok geçtir.

4. Ahirette ağır bir hesap verirler. Hak sahipleri hesap günü sevaplarını alır, onların günahları bu kişiye yüklenir.

ÇÖZÜM: HARAMDAN UZAK DURMAK VE HAKLARI TELAFİ ETMEK

Haram yiyen ve başkalarının hakkına giren kimseler, bir an önce tövbe etmeli, haksızlık yaptıkları kişilerin haklarını geri ödemelidir.

1. Helal kazanç peşinde koşmalı. Haram lokma sadece dünyada değil, ahirette de insanın felaketi olur.

2. Haksız kazanç sahipleri hak sahipleriyle helalleşmeli. Kul hakkı, sadece pişman olmakla affolmaz; hak sahibine hakkı teslim edilmelidir.

3. Tövbe edilmeli ve Allah’tan af dilenmeli. Ancak samimi bir pişmanlık ve hak sahipleriyle helalleşme, bu büyük günahın etkilerini kaldırabilir.

SONUÇ: HARAM İLE GELEN AZAP, HELAL İLE GELEN RAHMET

Haram kazanç, dünya hayatında ne kadar büyük olursa olsun, sonu hüsrandır. Hak gasp edenler, mazlumların ahını alanlar, yetim malı yiyenler ve hileyle servet edinenler, dünyada belki bir süre başarılı olabilirler, ancak ahirette Allah’ın adaletinden kaçamazlar.

Bu yüzden her Müslüman, kazancını, lokmasını ve emeğini helal yoldan kazanmalı; kul hakkına girmemeli, haramdan sakınmalıdır. Çünkü dünyada elde edilen her şey geçicidir, ama ahirette verilen hesap sonsuzdur.

 

 




KİRLİ ADAMLARIN KİRLİ ORTAKLARI.

KİRLİ ADAMLARIN KİRLİ ORTAKLARI.


Tarih boyunca kirli oyunların, kirli adamların ve onların kirli ortaklarının hikâyeleri hep aynı kalıpta ilerlemiştir. Bir yanda menfaat, makam ve servet peşinde koşan çıkarcılar; diğer yanda ise onların oyunlarına ortak olan hilekârlar, rüşvetçiler ve zalimler… Sonuç ise hep aynıdır: Toplumların yozlaşması, ahlakın çöküşü ve mazlumların feryadı.

Tarihin Tozlu Sayfalarından

Rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık ve terör, insanlık tarihi kadar eski kötülüklerdir. Roma İmparatorluğu’nun çöküşü, yönetimdeki yozlaşmanın ve rüşvetin bir sonucuydu. Valiler, ordu komutanları ve senatörler, kişisel servetlerini artırmak için devleti içten içe çürüttüler. Yolsuzluğun ve adam kayırmanın zirveye çıktığı bu dönem, sonunda imparatorluğun yıkılmasına yol açtı.

Osmanlı tarihinde de bu tür yozlaşmalar zaman zaman görülmüştür. Özellikle Lale Devri ve sonrasında rüşvetin devlet kurumlarına sızması, Osmanlı’nın gücünü kaybetmesine neden olan önemli etkenlerden biri olmuştur. Ancak, devletin içinde bu kirli ilişkilere karşı duran dirayetli yöneticiler de eksik olmamıştır. Birçok padişah, rüşveti ortadan kaldırmak için sert önlemler almış, yolsuzluğa bulaşan vezirleri ve bürokratları cezalandırmıştır.

Kirli Ortaklıkların Modern Yansımaları

Günümüzde rüşvet ve yolsuzluk sadece devlet yönetiminde değil, uluslararası ilişkilerde, finans dünyasında ve medya sektöründe de yaygın bir hastalık hâline gelmiştir. Mafya düzenleri, kara para aklayan şirketler, sahte ihale oyunları, gizli anlaşmalar… Bunların hepsi “kirli adamlar” ve onların “kirli ortakları” tarafından yürütülmektedir.

Terör örgütlerinin finansman kaynaklarına bakıldığında da benzer bir kirli ittifak görülmektedir. Silah tüccarları, uyuşturucu baronları ve bazı istihbarat örgütleri, kaosu ve savaşı besleyerek kendi menfaatlerini koruma peşindedir. Bu sistem, milyonlarca masum insanın acı çekmesine, savaşların uzamasına ve adaletin yerini zulmün almasına neden olmaktadır.

İbretlik Hikâyeler ve Sonuçlar

Tarih boyunca her kirli düzenin bir sonu olmuştur. Firavun’un zulmü, Musa’nın direnişiyle sona ermiş; Nemrut’un kibri, bir sineğin azameti karşısında yerle bir olmuştur. Nice yolsuzluk düzenleri devrilmiş, nice rüşvetçiler, kendi kurdukları tuzaklara düşmüştür.

Bugün de memleketimizde ve dünyada benzer bir tablo görmek mümkündür. Yolsuzluk ve rüşvetin ayyuka çıktığı, haksız kazançların normalleştiği her toplum, er ya da geç bu kirli düzenin bedelini ödemektedir. Ekonomik krizler, toplumsal huzursuzluklar, ahlaki çöküşler, hep bu kirli ortaklıkların doğal sonucudur.

Çözüm ve Kurtuluş Yolu

İslam’ın temel değerlerinden biri olan “emanet bilinci” bu tür kirli düzenleri engelleyen en önemli ilkedir. Hz. Ömer’in adaleti, Hz. Ebubekir’in dürüstlüğü, Selahaddin Eyyubi’nin fedakârlığı gibi örnekler, devlet ve toplum yönetiminde nasıl bir ahlakî duruş sergilenmesi gerektiğini bizlere öğretmektedir.

Kirli adamlardan ve onların kirli ortaklarından kurtulmanın yolu, ahlaklı nesiller yetiştirmek, adil yönetimleri desteklemek ve bireysel olarak da harama ve haksızlığa karşı durmaktan geçer. Yoksa tarihin tekerrürü kaçınılmaz olur.

Son olarak, unutulmamalıdır ki zulüm ile abad olanın sonu berbat olur. Bugün güçlü gibi görünenler, yarın bir tufanla tarihin karanlığına gömülebilirler. Nitekim gömülmektedir de. Gerçek kazanç ise ne servet, ne makam, ne de şöhrettir; hak üzere yaşayıp, alnı ak bir şekilde ahirete gitmektir.

Zulme ortak olmak da zulümdür!

 

 




HEYBEDEKİ TURPUN BÜYÜĞÜ: TERÖR, YOLSUZLUK, HIRSIZLIK, SOYGUN, RÜŞVET VE SUÇ ORTAKLARI

HEYBEDEKİ TURPUN BÜYÜĞÜ: TERÖR, YOLSUZLUK, HIRSIZLIK, SOYGUN, RÜŞVET VE SUÇ ORTAKLARI


AMBARDAKİ FARELER

Tarih boyunca devletlerin en büyük düşmanı, dışarıdaki saldırılardan çok, içerideki hırsızlar ve hainler olmuştur. Bir milletin düşmanı sadece sınır ötesinde değildir; kimi zaman en büyük ihanet, en yakınında olanlardan gelir. Devletin hazinesini soyanlar, kamu malını yağmalayanlar, adaleti kendi çıkarlarına alet edenler ve milletin emeğini gasp edenler, aslında bir ülkeyi içten içe kemiren “ambardaki fareler” gibidir.

Bugün Türkiye’de yaşanan olaylar, ne tesadüf ne de bir anda ortaya çıkan basit hadiselerden ibarettir. Terör, yolsuzluk, hırsızlık, soygun ve rüşvet, kökleri geçmişe dayanan, sistemli ve organize bir yapının ürünüdür. Bunlar, yıllardır süregelen “kötü ortaklıkların” tezahürüdür.

Darbeler ve Devleti Ele Geçirme Planları

Türkiye’de darbeler, her zaman sadece askerî müdahalelerden ibaret olmamıştır. Ekonomik darbeler, siyasi komplolar, bürokratik ayak oyunları ve medya manipülasyonları da, bir ülkeyi diz çöktürmenin farklı yöntemleri olarak kullanılmıştır.

27 Mayıs 1960 Darbesi, Türkiye’de Millete ve Milli iradeye vurulan ilk büyük darbeydi. Menderes ve arkadaşları, millete kulak verip “milletin adamı” oldukları için idam sehpasına gönderildi. Ancak asıl amaç, milli iradeyi vesayet altına almak ve Türkiye’yi emperyalist güçlerin kontrolüne daha açık hâle getirmekti.

12 Eylül 1980 Darbesi, görünürde anarşi ve kaosu bitirmek için yapılmıştı. Ancak gerçekte, küresel sermaye gruplarının Türkiye üzerindeki hesaplarını kolaylaştıran bir hareketti. Kenan Evren ve ekibi, ekonomiyi uluslararası sermayeye daha bağımlı hâle getirdi.

28 Şubat 1997, postmodern darbe olarak tarihe geçti. Askerî ve bürokratik vesayet, milletin inanç değerlerine saldırarak kendi çıkarlarını korumak istedi. Bankalar boşaltıldı, ihaleler yandaşlara peşkeş çekildi, devlet içindeki çeteler daha da güçlendi.

Ve nihayet 15 Temmuz 2016, doğrudan milletin iradesine yapılan alçakça bir saldırıydı. Ancak bu sefer halk, önceki darbelerde olduğu gibi sessiz kalmadı ve hainlere karşı dimdik durarak iradesini korudu.

Bankaların Boşaltılması ve Ekonomik Yıkım Planları

Türkiye’de bankacılık sistemi, geçmişte birçok defa organize şekilde yağmalandı. 1990’lı yıllarda yaşanan batık krediler, hortumlanan kamu bankaları ve özel sektör aracılığıyla yapılan büyük soygunlar, milletin cebinden çalınan trilyonlarla sonuçlandı.

2001 ekonomik krizinde IMF’ye bağımlı hale getirilen Türkiye, bankaların içinin boşaltılmasıyla büyük bir ekonomik çöküş yaşadı.

1994 yılında Özal sonrası dönemde, yüksek faiz oyunlarıyla hem devlet hem de vatandaş borç batağına sürüklendi.

1990’ların sonlarında, bazı iş adamları devlete ait bankalardan milyarlarca dolarlık krediler alarak yurt dışına kaçırdı ve bu borçların faturası halka ödetildi.

Kısacası, “ambardaki fareler”, halkın alın terini yıllarca kemirdi.

İstanbul Belediyesi ve Belediye Kaynaklarının Yağmalanması

Türkiye’de belediyeler, sadece yerel yönetim hizmetleri sunan kurumlar olmaktan çıkıp, büyük rant kapıları hâline getirildi. Özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi, geçmişten bugüne birçok kez “yolsuzluk” ve “kaynakların israfı” ile gündeme geldi.

Belediye şirketleri, belirli grupların menfaatleri doğrultusunda kullanıldı. Kamu malı, belirli şahıs ve gruplara aktarıldı.

Ulaşım projeleri, gerçek maliyetinden katbekat fazla gösterilerek halkın cebinden fazladan para çıkmasına sebep oldu.

İmar yolsuzlukları, belirli kişi ve grupların servetlerine servet katmasına neden oldu. İstanbul’un doğasını, siluetini ve yeşil alanlarını yok eden projeler, sadece rant uğruna yapıldı.

Son dönemde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ndeki bazı yolsuzluk iddiaları tekrar gündeme geldi. Belediye kaynaklarının nereye harcandığı, hangi kuruluşlara aktarıldığı, halkın hizmetine mi yoksa belirli çıkar gruplarına mı kullanıldığı soruları gündeme getirildi.

Ve dehşet bir sonuç ortaya çıktı.
Yolsuzluğun boyutu 700 bin konut yapacak kadar.
Kayıp 560 Milyar,15,5 milyar Amerikan Dolarına denk gelmektedir.
Türkiye bütçesinin 24’te 1’ine denk.

Peki, bu yapılanlar sadece kişisel çıkar için mi? Yoksa bu büyük kaynak transferlerinin arkasında daha büyük bir plan mı var?

Suç Örgütleri ve Devlet İçindeki Kirli Ortaklıklar

Türkiye’de zaman zaman devlet içinde, yasadışı organizasyonlarla iş birliği yapan gruplar ortaya çıktı. Mafya-devlet-siyaset üçgeni, bazen organize suç şebekelerinin devletin içine sızmasına zemin hazırladı.

Uyuşturucu ticareti, bazı karanlık yapıların finans kaynağı oldu.

İhale yolsuzlukları, devletin kaynaklarını belirli çevrelere aktarmak için bir araç olarak kullanıldı.

Medya manipülasyonları, bazı suç örgütlerinin üzerini kapatmak için devreye sokuldu.
Bugün de yapıldığı gibi.

Ancak devlet, zaman zaman bu kirli yapılarla mücadele etti. 2000’li yıllarda birçok suç örgütü çökertildi, FETÖ gibi yapılar temizlenmeye çalışıldı. Ancak tamamen bitmemiş olan bu ağlar, hâlâ Türkiye’nin geleceği üzerinde kara bulut gibi dolaşmaktadır.

Sonuç: Ambardaki Fareleri Temizlemenin Zamanı

Türkiye’nin geleceği, yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet ve suç ortaklıklarının tamamen temizlenmesine bağlıdır. Sadece güvenlik güçlerinin değil, milletin de bu konuda duyarlı olması gerekir.

Devletin malına sahip çıkmak, milletin hakkını korumak demektir.

Haksız kazanç ve yolsuzluk düzenine karşı durmak, sadece bir siyasi mesele değil, ahlaki bir zorunluluktur.

Terörün finans kaynakları kesilmedikçe, bu ülkede gerçek anlamda huzur sağlanamaz.

Eğer millet olarak bu gerçekleri görmez ve sessiz kalırsak, “ambardaki fareler” ülkeyi içten içe kemirmeye devam edecektir. Ancak dürüst, ahlaklı ve vatanperver bir duruş sergilenirse, Türkiye, kaderini yeniden yazabilir.

Unutmayalım: Bir ülkeyi yıkan dış düşmanlar değil, içindeki hainlerdir. Ve esas mesele, heybedeki en büyük turpun kimde olduğunu fark edebilmektir.

GEÇ Mİ KALINDI?

Asla! Tarih, milletlerin düştüğü hatalardan ders çıkararak yeniden ayağa kalkabildiğini defalarca göstermiştir.
Türkiye içinde her ne kadar bunca yolsuzluğun büyümesi söz konusu iken hemen harekete geçilmemesi ciddi bir hata ise de, yine de geç kalınmış değildir. Ancak uyanmak, görmek ve harekete geçmek gerekir.

Haksız kazanca, yolsuzluğa ve suça ortak olanlara karşı durmak, sadece devletin değil, milletin de sorumluluğudur.

Kirli yapılar, suç şebekeleri ve devlet içindeki menfaat grupları temizlenmeden tam anlamıyla bir kalkınma sağlanamaz.

Hakikatleri konuşmaktan korkmamak, yanlışlara sessiz kalmamak gerekir.

Geç kalınmış değildir ama zaman hızla tükeniyor. Eğer millet, geçmişten ders çıkarmazsa, aynı hatalar tekrar edebilir.
Nitekim tekrar da etti.
Ancak irade, doğruluk ve cesaretle hareket edilirse, her şey değişebilir. Çünkü tarihte hiçbir millet, mücadele etmekten vazgeçtiği için kazanmadı; tam tersine, mücadele ettiği için yeniden doğdu.

 

 




HARAM YİYEN HARAMZADELER.

HARAM YİYEN HARAMZADELER.


Haram Lokmanın Gölgesi: İbretlik Bir Hikaye
Bir zamanlar, bereketli toprakların ortasında, küçük ama huzurlu bir köy vardı. Bu köyde yaşayanlar, alın teriyle kazanır, helal lokma yer, komşuluk ilişkilerine önem verirlerdi. Ancak zamanla, bu huzurlu köyün üzerine kara bir gölge düşmeye başladı. Şehirde yaşayan ve “akıllı” olarak bilinen bazı kişiler, köye gelerek farklı işler kurmaya başladılar. İlk başta, köylüler bu yeni gelenlere sıcak davrandılar. Ancak kısa süre sonra, bu kişilerin işlerinin pek de dürüstçe olmadığını fark ettiler.
Bu “akıllı” kişiler, köylülerin saf duygularını kullanarak onları kandırıyor, haksız kazanç elde ediyorlardı. Tarlaların sınırlarını değiştiriyor, ortak kullanılan kaynakları kendi çıkarları için kullanıyor, hatta bazı köylüleri borçlandırarak onları köle gibi çalıştırıyorlardı. Köyün yaşlıları, bu durumu endişeyle izliyor, gençlere helal kazancın önemini anlatmaya çalışıyorlardı. Ancak bazı gençler, kısa yoldan zengin olma hayaliyle bu “akıllı” kişilerin peşine takılmışlardı.
Zamanla, köydeki huzur ve bereket yerini huzursuzluğa ve bereketsizliğe bıraktı. Komşular birbirine güvenmez oldu, tarlalardan beklenen ürün alınamaz hale geldi. Köyün gençleri, haram kazancın getirdiği geçici mutluluğun ardından büyük bir boşluğa düştüler. Bazıları hastalandı, bazıları ailelerini kaybetti, bazıları ise vicdan azabıyla yaşar hale geldi.
Bir gün, köyün bilge yaşlısı, köy meydanında toplanan kalabalığa şöyle seslendi: “Ey köy halkı, unuttuğumuz bir şey var. Bizler, helal lokmanın bereketiyle büyüdük. Haram lokma, ne bedene ne de ruha şifa verir. Haram kazanç, geçici bir mutluluk getirse de, sonunda büyük bir yıkıma neden olur. Unutmayın, haram yiyen haramzadeler, kendi kazdıkları kuyuya düşerler.”
Bu sözler, köylülerin üzerinde derin bir etki bıraktı. Gençler, yaptıkları hataların farkına vardılar ve yaşlılardan af dilediler. Köy halkı, birlik olup haram kazancın getirdiği kötülüklerle mücadele etmeye karar verdi. “Akıllı” olarak bilinen kişiler, köyden kovuldu ve köy, yeniden huzur ve berekete kavuştu.
Bu hikaye, bize haram kazancın ne kadar tehlikeli olduğunu gösteriyor. Haram lokma, sadece maddi kayıplara değil, aynı zamanda manevi kayıplara da neden olur. Unutmayalım ki, helal kazanç, hem bu dünyada hem de ahirette huzur ve mutluluk getirir.

 

 




PARALEL DEVLETTEN PARALEL BELEDİYELERE: KAYYUM UYGULAMASI VE TÜRKİYE’DE BELEDİYELERİN DÖNÜŞÜMÜ

PARALEL DEVLETTEN PARALEL BELEDİYELERE: KAYYUM UYGULAMASI VE TÜRKİYE’DE BELEDİYELERİN DÖNÜŞÜMÜ


Türkiye’de kamu yönetimi tarihine bakıldığında, devletin merkezî yapısına karşı yerel yönetimlerin zaman zaman paralel yapılar oluşturduğu görülmektedir. Bu durum özellikle terörle bağlantılı hareketlerde ve belediyeler üzerinden yürütülen yolsuzluk vakalarında kendini göstermektedir. Son yıllarda, bazı belediyelerin terör örgütleriyle ilişkileri, kamu kaynaklarının suistimali ve halkın hizmet almak yerine ideolojik bir yapı içinde istismar edilmesi gibi problemler nedeniyle kayyum uygulaması gündeme gelmiştir.

Belediyeler ve Paralel Yapılar

Türkiye’de yerel yönetimler, Anayasa ve yasalar çerçevesinde halka hizmet götürmekle yükümlüdür. Ancak özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde bazı belediyeler, devletin sağladığı imkânları halkın refahı için kullanmak yerine, terör örgütlerine lojistik destek sağlamak amacıyla yönlendirmiştir. Hendek-barikat olayları (2015-2016) döneminde belediyelerin iş makinelerinin terör örgütü PKK tarafından kullanıldığı, kamu bütçesinin örgüte aktarıldığı ve belediye binalarının örgüt hücreleri gibi çalıştığı ortaya çıkmıştır.

Bu durum, belediyelerin sadece hizmet üreten yerel birimler olmaktan çıkıp, devlet içinde devlet gibi hareket eden, paralel bir yönetim mekanizması oluşturduğu gerçeğini gözler önüne sermiştir. Bu tür belediyeler sadece güvenlik tehdidi oluşturmakla kalmamış, aynı zamanda halkın vergileriyle oluşturulan bütçeyi terör faaliyetlerine harcayarak büyük bir kamu zararı oluşturmuştur.

Kayyum Atamaları ve Devletin Müdahalesi

Devlet, 2016’dan itibaren belediyelerde terörle bağlantılı yapılanmalara karşı sert bir mücadele başlatmıştır. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki bazı belediyelere kayyum atanması, bu mücadelenin en dikkat çekici adımı olmuştur. Kayyum atamalarına gerekçe olarak şu temel sebepler öne sürülmüştür:

1. Belediye bütçesinin PKK’ya aktarılması: Kamu kaynaklarının terör örgütüne finans sağlamak amacıyla yönlendirilmesi.

2. Terör örgütüne belediye imkanlarıyla lojistik destek verilmesi: Belediyeye ait araçların hendek kazma, barikat kurma ve mühimmat taşıma gibi faaliyetlerde kullanılması.

3. Devletin egemenliğine başkaldırı: Belediyelerin, devletin otoritesini tanımayarak, adeta birer özerk yönetim gibi hareket etmesi.

4. Halkın hizmetten mahrum bırakılması: Yol, su, altyapı gibi temel hizmetlerin sağlanmayıp, kaynakların ideolojik faaliyetler için harcanması.

Kayyum atamalarıyla birlikte, birçok belediyede ciddi bir dönüşüm yaşanmış; hizmetlerin halka ulaşması, belediye kaynaklarının etkin kullanılması ve kamu güvenliğinin sağlanması konusunda önemli adımlar atılmıştır. Örneğin, kayyum atanan belediyelerden bazıları, devletin doğrudan desteğiyle altyapı hizmetlerini hızlandırmış ve uzun yıllardır ihmal edilen şehircilik çalışmalarına ağırlık vermiştir.

Yolsuzluk ve Belediye İhaleleri

Paralel belediyeciliğin bir diğer boyutu ise yolsuzluklarla ilgilidir. Türkiye’de yerel yönetimlerin zaman zaman şeffaflıktan uzak bir şekilde yönetildiği ve belediye bütçelerinin bazı grupların menfaatine kullanıldığı sıkça görülmektedir.

Son yıllarda yapılan denetimler, bazı belediyelerde büyük yolsuzluk ağlarının kurulduğunu, belediye bütçelerinin belirli kişi ve şirketler lehine kullanıldığını ortaya koymuştur. İhalelerde usulsüzlükler, belediye şirketleri üzerinden rant elde etme, belediye personel alımlarında liyakat yerine sadakate dayalı sistemler oluşturma gibi birçok skandal basına yansımıştır.

Özellikle HDP’li belediyelerde, halkın vergileriyle oluşturulan bütçelerin hizmete gitmek yerine, ideolojik propagandaya ve terör örgütüne finansman sağlama amacıyla kullanıldığına dair ciddi deliller ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda birçok belediye başkanı görevden alınmış, belediyeler kayyum yönetimine devredilmiştir.

İbretlik Bir Tarih: Geçmişten Günümüze Yerel Yönetimler ve Devlet

Tarihsel açıdan bakıldığında, Osmanlı Devleti’nde de benzer durumlar yaşanmıştır. Osmanlı’nın son dönemlerinde yerel yöneticilerin merkeze karşı bağımsız hareket etme çabaları, merkezi yönetimin otoritesini sarsmış ve devletin kontrolü kaybetmesine neden olmuştur. Bugün yaşananlar da aslında bu tarihin bir tekrarından ibarettir.

Ancak burada kritik bir nokta bulunmaktadır: Merkezi yönetim yerel yönetimlerin özerkliğini tamamen yok etmeden, yasalar çerçevesinde güçlü bir denetim mekanizması oluşturmalıdır. Çünkü kayyum atamaları bir çözüm olmakla birlikte, asıl çözüm yerel yönetimlerin şeffaf, hesap verebilir ve halk odaklı çalışmasını sağlayacak sistemler kurmaktır.

Sonuç: Ne Yapılmalı?

Türkiye’de paralel devlet yapılanmalarının önüne geçmek için nasıl ki FETÖ ve benzeri oluşumlarla mücadele edildiyse, yerel yönetimlerde de paralel belediyecilik anlayışına karşı aynı titizlikle hareket edilmelidir. Kayyum uygulaması, acil müdahale gerektiren durumlarda bir tedbir olarak önemli olsa da, uzun vadede belediyelerin halkın gerçek ihtiyaçlarını karşılayan, denetlenebilir ve şeffaf yapılar haline getirilmesi esastır.

Şeffaf ihale süreçleri oluşturulmalı, kamu kaynaklarının belirli zümrelerin değil, halkın hizmetine sunulması sağlanmalıdır.

Bağımsız denetim mekanizmaları güçlendirilerek, belediye harcamalarının düzenli olarak incelenmesi gerekmektedir.

Yerel yönetimlerde liyakat esas alınmalı, ideolojik kadrolaşmaların önüne geçilmelidir.

Terörle bağlantılı kişilerin belediye yönetimlerine gelmesi kesin olarak engellenmeli, halkın iradesinin terör örgütlerinin arka bahçesi haline gelmesine izin verilmemelidir.

Sonuç olarak, yerel yönetimler devlete karşı birer paralel yapı haline getirilirse, bu sadece belediyecilik problemi olmaktan çıkar ve doğrudan devletin bekasını ilgilendiren bir güvenlik meselesine dönüşür. Türkiye, bu tehlikenin farkında olarak kayyum atamalarıyla süreci yönetmiştir. Ancak asıl başarı, güçlü, şeffaf ve milletin hizmetinde çalışan bir yerel yönetim anlayışını kalıcı hale getirmekte yatmaktadır.

“İnsanları ve sistemleri denetimsiz bırakmak, istismarı beraberinde getirir. Adalet, sadece suçun ortaya çıkmasıyla değil, suçun önlenmesiyle de sağlanır.”

 

 




SİYASET VE SİYASİ TARAFTARLIKLA KALEM VE KELAMI KİRLENENLER: ZULME ORTAK OLANLAR

SİYASET VE SİYASİ TARAFTARLIKLA KALEM VE KELAMI KİRLENENLER: ZULME ORTAK OLANLAR


Tarih boyunca kalem erbabı ve kelam sahipleri, toplumların vicdanı olmuş, hakikati haykırmış, adaleti savunmuş ve zulme karşı durmuştur. Ancak ne zaman ki bir kalem, hakkı değil güç sahiplerini desteklemeye başlamışsa, ne zaman ki bir kelam, hakikatin değil zulmün savunucusu olmuşsa, işte o zaman ilim ve hikmet kirlenmiş, kalem satılmış, kelam suskun kalmıştır. Bugün de aynı tehlike geçerli olup, siyaset uğruna hakikati çarpıtan, şaibeleri görmezden gelen ve zulmü alkışlayan kalem sahipleri, tarihte nice ibretlik örneklerde olduğu gibi, vebale ortak olmaktadır.

Siyasetin Gölgesinde Eğrilen Kalemler

Siyaset, bir toplumun yönetilmesi için gerekli bir mekanizmadır. Ancak siyasi taraftarlık, hakikatin önüne geçtiğinde kalem de kelam da yozlaşır. Oysa kalem sahipleri ve fikir önderleri, gerçeği savunmak, adaleti ayakta tutmak ve zulmün karşısında durmakla yükümlüdür. Fakat bazıları, güce yakın durmanın cazibesine kapılarak, siyasi çıkarlar uğruna kalemlerini eğip bükmektedir.

Bir zamanlar zalim yöneticileri alkışlayan, onların hatalarını örtbas eden, halkı aldatıcı propagandalarla kandıran kalemler, bugün tarihin çöplüğünde yer almaktadır. Ne yazık ki, günümüzde de bazı sözde aydınlar, gazeteciler, akademisyenler ve kanaat önderleri, zulmü açıkça görmezden gelerek veya ona meşruiyet kazandırarak bu kirli mirası devam ettirmektedir.

Tarihî İbretler: Hakkı Satıp Zulmü Alkışlayanlar

Tarih, hakikati satıp zulmü destekleyenlerin ibretlik akıbetleriyle doludur:

1. Firavun’un Sihirbazları: Musa (as) hakikati getirdiğinde, Firavun’un hizmetinde olan sihirbazlar, onun zulmüne ortak olmuşlardı. Ancak sonunda hakikati görünce pişman oldular ve tövbe ettiler. Bugün de birçok kalem sahibi, belki bir gün yanıldığını fark edecek, ancak hakikate geç uyanmanın bir bedeli olacaktır.

2. Emevi Saray Uleması: Emeviler döneminde bazı âlimler, zalim yöneticileri destekleyerek onların zulmüne fetvalar uydurmuş, halkın gözünü boyamaya çalışmıştır. Ancak tarih, bu ulemayı adalet savunucuları olarak değil, zalimlerin yanında duranlar olarak hatırlamaktadır.

3. Hitler’in Propaganda Bakanı Goebbels: Tarihte zulmü en açık şekilde destekleyenlerden biri de Goebbels’tir. “Bir yalanı yeterince tekrar ederseniz, insanlar ona inanır” diyerek, hakikati çarpıtıp zulmü alkışlayanların simgesi haline gelmiştir. Günümüzde de medya ve bazı kalem erbabı, yanlışları örtbas etmek için bu yöntemi kullanmaktadır.

Zulmü Örtmenin ve Susmanın Ağır Vebali

Haksızlık karşısında susmak, zulme ortak olmaktır. İslamî açıdan da bir yanlışlığı görüp düzeltmeyenler, ona rıza göstermiş sayılır. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

> “Zulme sessiz kalan dilsiz şeytandır.”

Yani zulme karşı susan kişi, fiilen zalimin safında yer almış olur. Hele ki kalemi ve kelamı olan bir kişinin sessizliği, sıradan bir insanın suskunluğundan çok daha büyük bir vebal taşır. Çünkü onun sesi, halkı aydınlatabilir, zulmün önüne geçebilir, adaletin tesisine katkı sağlayabilir.

Kalem sahiplerinin bir diğer sorumluluğu da yanlışı örtbas etmemektir. Eğer bir toplumda yanlışlar, haksızlıklar ve şaibeler açıkça ortadaysa ve kalem ehli bunları görmezden gelerek bazı yöneticileri aklamaya ve toplumu tahrike çalışıyorsa, bu sadece dünyada değil, ahirette de ağır bir hesaba sebep olacaktır.

Hikmetli Bir Ders: Hakkı Eğip Bükenler Sonunda Kaybeder

Kalemini ve kelamını zulme alet edenlerin sonu, çoğu zaman hüsran olmuştur. Bugün geçmişe dönüp baktığımızda, zalimleri destekleyenlerin isimleri ya unutulmuş ya da lanetle anılmıştır. Ancak hakkı savunanlar, zulme karşı duranlar, asırlardır örnek gösterilmektedir.

İmam-ı Azam Ebu Hanife, Abbasi halifesinin zorbalığına boyun eğmemiş, bu yüzden zindanda işkence görerek can vermiştir. Ancak onun ismi bugün hâlâ hayırla anılırken, ona zulmedenler unutulmuştur.

Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre gibi hakikatin sesi olmuş büyük zatlar, hiçbir zaman güce boyun eğmemiş, her daim adaleti ve hakkı savunmuşlardır. İşte bu yüzden asırlardır insanlar onlardan ilham almakta, onların sözleriyle doğruluk yolunu bulmaktadır.

Sonuç: Kalemini Temiz Tutanlar ve Kirletenler

Bugün de siyaset ve güç uğruna zulmü destekleyen, haksızlıkları meşrulaştıran, şaibeleri görmezden gelen kalem sahipleri, tarihin ibretlik sahnelerinde kendilerine kara bir sayfa açmaktadır. Ancak kalemini hakkın ve adaletin safında tutanlar, zulme karşı duranlar ise ebedî olarak hayırla yâd edilecektir.

Öyleyse, bugün herkes kendisine şu soruyu sormalıdır:

Kalemim hakkı mı yazıyor, yoksa çıkarımı mı savunuyor?

Kelamım adalet için mi konuşuyor, yoksa zulmü alkışlamak için mi?

Tarih beni hangi safta yazacak: Hakkın savunucuları mı, zulmün destekçileri mi?

Unutulmamalıdır ki, hakikat eninde sonunda galip gelir, zulmü destekleyenler ise tarih sahnesinden silinir. Zulmü alkışlayanlar, bir gün alkışladıkları zulmün hedefi olmaktan kaçamazlar.

 

 




MUCİZE-KERAMET-İSTİDRAC FARKI VE HİKMETLERİ

MUCİZE-KERAMET-İSTİDRAC FARKI VE HİKMETLERİ[1]

Mucize, Keramet ve İstidrac: Hikmetleri ve İbretleri Üzerine Bir İnceleme

İslam düşüncesinde olağanüstü olaylar, genellikle üç başlık altında ele alınır: mucize, keramet ve istidrac. Bu kavramlar, Allah’ın kudreti ve hikmeti çerçevesinde farklı anlamlar taşır ve insana ibret dolu mesajlar sunar. Bu makalede, bu kavramların mahiyetini, farklarını ve insanlık için taşıdığı derin hikmetleri inceleyeceğiz.

1. Mucize: Peygamberlerin Doğruluğunu Gösteren İlahi Delil

Mucize, peygamberlerin doğruluğunu ispat etmek ve Allah’ın kudretini göstermek için Allah’ın izniyle gerçekleşen olağanüstü olaylardır. Mucize, insanların taklit edemeyeceği bir özellik taşır ve bir meydan okuma niteliğindedir.

Mucizenin Özellikleri:

Peygamberlere mahsustur ve onların hak peygamber olduğunu gösterir.

Allah’ın izniyle gerçekleşir ve insan müdahalesi söz konusu değildir.

Meydan okuyucudur, yani inkârcıları aciz bırakır.

İnsanlara bir mesaj taşır, iman etmeleri için bir delil sunar.

Örnekler:

Hz. Musa’nın asasıyla Kızıldeniz’in yarılması

Hz. İsa’nın Allah’ın izniyle ölüyü diriltmesi

Hz. Muhammed’in (sav) ayı ikiye yarması

Mucizeler, insanlara Allah’ın kudretini hatırlatarak onları tevhide davet eder. Ancak unutulmaması gereken bir nokta şudur: Mucizeler, inananların imanını artırırken, inanmayanlar için bir imtihan vesilesi olur. Nitekim Kur’an’da, mucizelere rağmen inanmayan kavimlerin helak edildiğine dair birçok örnek verilmiştir.

2. Keramet: Salih Kullara Bahşedilen İlahi İkram

Keramet, Allah’ın veli kullarına lütfettiği olağanüstü hallerdir. Bir peygamberin ümmetinden olan ve Allah’a yakınlığıyla bilinen salih kişilerde görülebilir. Ancak keramet, bir iddia veya gösteriş aracı değildir. Veliler, kerameti bir üstünlük sebebi olarak değil, Allah’ın bir ikramı ve imtihanı olarak görürler.

Kerametin Özellikleri:

Peygamber olmayan salih kullara verilir.

Kendi istekleriyle değil, Allah’ın lütfu ile gerçekleşir.

Veliler bunu bir iddia konusu yapmazlar.

Allah’a yakınlığın bir işareti olabilir, ama asıl olan takva ve ihlastır.

Örnekler:

Hz. Meryem’in, kendisine yiyecekler gelmesi (Âl-i İmrân, 3/37).

Hz. Ömer’in, minberden komutanı Sâriye’ye seslenip uyarıda bulunması.

İmam Şâfiî gibi âlimlerin ilham yoluyla ilim sahibi olmaları.

Keramet, Allah’ın veli kullarına ikramıdır; ancak müminler, kerameti amaç hâline getirmemelidir. Asıl hedef, Allah’a kullukta derinleşmek ve takva sahibi olmaktır.

3. İstidrac: Sapkınlara Verilen Geçici İmkan

İstidrac, Allah’ın inkârcılara veya fasık kişilere, onların sapkınlıklarını artırmak için verdiği olağanüstü nimet ve yeteneklerdir. Bir kişi, harikulade işler yapabiliyor diye onun Allah katında makbul olduğunu zannetmek büyük bir hatadır. İstidrac, kişinin gafletini artırarak onu azaba sürükleyen bir tuzaktır.

İstidracın Özellikleri:

Günahkâr veya inkârcılara verilir.

Kendi elleriyle elde ettikleri bir yetenek gibi görünür.

Şaşırtıcı ve insanları etkileyici olabilir, ancak hakikatte bir sapkınlık sebebidir.

Allah, onları bir süre nimet içinde bırakır, sonra ansızın yakalar.

Kur’an’da İstidrac:

Allah, Kur’an’da şöyle buyurur:

> “Onlar, kendilerine verilen nimetler sebebiyle şımarıp azgınlık ettiklerinde, biz de onları farkında olmadan ansızın yakaladık.” (En’âm, 6/44)

Örnekler:

Firavun’un, mucizeleri gördüğü hâlde büyücülükle uğraşması.

Nemrut’un, gücünü ilahlık iddiasına dönüştürmesi.

İstidrac, Allah’ın bir imtihanıdır. Bir kişi, büyük başarılara ulaşsa da eğer o nimetler onu Allah’tan uzaklaştırıyorsa, bu bir ikram değil, bir tuzaktır.

İbret ve Hikmetler

1. Gerçek üstünlük Allah’a yakınlıktadır: Mucize, keramet ve istidrac arasındaki en temel fark, bunların Allah’a yakınlık veya uzaklık noktasında nasıl bir rol oynadığıdır. Mucize ve keramet Allah’ın ikramıdır, istidrac ise bir tuzaktır.

2. Dış görünüşe aldanmamak gerekir: Olağanüstü olaylar her zaman Allah’ın rızasını göstermez. Takva ve ihlas sahibi olunması önemlidir.

3. Allah, her şeyi hikmetle yapar: Kimi zaman nimetlerle, kimi zaman belalarla imtihan eder. İnsan, kendisine verilen her şeyin bir imtihan olduğunun farkında olmalıdır.

4. İstidrac bir gaflet tuzağıdır: Kişi, yaptığı harikulade işlerle böbürleniyorsa, bu onun için büyük bir tehlikedir.

Sonuç: Hangi Tarafın Yolcusuyuz?

Mucize, Allah’ın peygamberlerine verdiği en büyük delildir. Keramet, Allah dostlarına verilen ikramdır. İstidrac ise gaflet içinde olanların aldanışıdır. Mümin, mucizeleri tasdik eden, kerameti istikamette bulan ve istidraçtan sakınan bir basiret içinde olmalıdır.

Allah bizleri mucizelerle imanımızı artıranlardan, kerameti bir iman kuvveti olarak görenlerden ve istidraç tuzağından sakınanlardan eylesin. Amin.

[1] https://www.youtube.com/watch?v=AYLJiuiOKzM




DİNİ SEVDİRMEK Mİ YOKSA NEFRET ETTİRMEMEK Mİ?

DİNİ SEVDİRMEK Mİ YOKSA NEFRET ETTİRMEMEK Mİ?[1]


Veya sevdirirken nefret ettirmemek.

İslam, insanların hem dünya hem de ahiret saadetini temin eden bir dindir. Ancak bu saadetin kapısını açacak olan unsur, dinin nasıl anlatıldığı ve nasıl yaşandığıdır. Din, sadece bir inanç sistemi değil, aynı zamanda bir ahlak, bir yaşam biçimi ve bir huzur kaynağıdır. Dolayısıyla insanlara dini sevdirmek, onların kalplerine bu huzuru ve güzelliği nakşetmek büyük bir hizmettir. Peki, önemli olan dini sevdirmek midir, yoksa insanlara nefreti önlemek mi?

DİNİ SEVDİRMENİN GÜZELLİĞİ

Cenab-ı Hak, İslam’ı insanlara bir rahmet olarak göndermiştir:
“Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 107)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), dini tebliğ ederken insanların kalplerini fetheden bir üslup kullanmıştır. O, kimseyi zorlamamış, İslam’ı güzellikleriyle anlatmış, insanların önce kalplerine hitap etmiştir. İnsanları dinden soğutan veya onlara nefret ettiren hiçbir tavır sergilememiştir.

Bir gün, Mescid-i Nebevi’ye bir bedevi gelip mescidin bir köşesine küçük abdestini bozmuştu. Sahabeler hemen öfkeyle onu azarlamak istediler. Ancak Peygamberimiz (s.a.v.), onların müdahale etmesine engel oldu ve sakince şöyle buyurdu:
“Bırakın, işini bitirsin. Sonra üzerine bir kova su dökün, mesele hallolur.”

Bu tavır, dinin sertlikle değil, şefkat ve anlayışla anlatılması gerektiğinin en güzel örneklerinden biridir. Eğer Efendimiz (s.a.v.), bedeviyi azarlayıp dışlamış olsaydı, belki de o kişi İslam’dan tamamen soğuyacaktı. Ama O, sabır ve merhametle yaklaşarak hem kalbini kazandı hem de İslam’ın hoşgörüsünü gösterdi.

İNSANLARI DİNDEN NEFRET ETTİRMEMEK

Dini anlatırken en büyük tehlikelerden biri, insanları nefret ettirecek bir üslup kullanmaktır. Çünkü yanlış üslup, doğru bir mesajı bile etkisiz hale getirebilir. Bu konuda Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” (Buhari, İlim, 11)

Günümüzde bazı kimseler dini anlatırken sert, katı ve ürkütücü bir dil kullanabiliyor. Sürekli cehennemden, azaptan, yasaklardan bahsederek insanları korkutuyorlar. Oysa bir çiçeği büyütmek için onu sürekli sulamak, güneş almasını sağlamak gerekir. Eğer çiçeğin toprağını kurutur, ona zarar verecek şekilde davranırsak, solmasına sebep oluruz. Aynı şekilde insanlara dini anlatırken de onların kalplerini beslemeli, onlara ümit aşılamalıyız.

Özellikle çocuklara ve gençlere dini sevdirmek çok önemlidir. Eğer din, sadece bir yasaklar bütünü gibi sunulursa, gençler bundan uzaklaşabilir. Oysa din, bir aşk ve muhabbet meselesidir. Kalplere sevgiyle girer, zorlamayla değil.

ÖLÇÜ: ORTA YOL

Dini anlatmada iki aşırılıktan kaçınmak gerekir:

1. Aşırı katı ve korkutucu olmak: Sürekli yasaklar, günahlar ve azaplarla insanları baskı altına almak, dinin aslında bir rahmet dini olduğu gerçeğini gölgeleyebilir.

2. Aşırı gevşek olmak: Dinin emir ve yasaklarını tamamen yok sayarak sadece “her şey serbest” gibi göstermek de tehlikelidir. Çünkü İslam, belirli kuralları olan bir nizam dinidir.

Bu noktada en güzel yol, Peygamberimizin (s.a.v.) sünnetidir. O, insanlara ne zorlaştırarak ne de gevşek davranarak yaklaşmıştır. Onların seviyelerine inerek, anlayışla ve şefkatle dini anlatmıştır.

SONUÇ

Dini sevdirmek ve insanları ondan nefret ettirmemek, birbirinin ayrılmaz parçalarıdır. Sevdirerek anlatmak, nefret ettirmenin önüne geçer. Dini güzel yaşamak ve güzel anlatmak, en etkili tebliğ metodudur. Çünkü insanlar dinin emirlerinden çok, o dini yaşayan insanların hal ve hareketlerinden etkilenirler.

Unutmayalım ki, İslam bir kolaylık ve rahmet dinidir. Bizler de bu rahmeti başkalarına sunarken, Efendimizin (s.a.v.) yolunu takip etmeli, sevdirerek anlatmalı ve asla nefret ettirmemeliyiz.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=_FhmV8Rwvf4