TÜRKİYE’DE MASONLARIN GİZLİ İŞLERİ . HİLELİ SINAVLAR VE KADROLAR.

TÜRKİYE’DE MASONLARIN GİZLİ İŞLERİ . HİLELİ SINAVLAR VE KADROLAR.


TÜRKİYE’DE MASONLARIN GİZLİ İŞLERİ, HİLELİ SINAVLAR VE KADROLAR: TARİHİ VE GÜNÜMÜZE UZANAN BİR TEHLİKE

Tarih boyunca gizli örgütler, çeşitli ülkelerde önemli mevkilere sızarak kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirme yapmışlardır. Masonluk da bu yapılanmalar arasında en çok tartışılanlardan biri olmuştur. Osmanlı’dan günümüze, Türkiye’de de masonik faaliyetlerin devlet yönetimi, eğitim ve bürokrasi üzerinde etkili olduğu iddia edilmektedir. Bu makalede, masonların geçmişte ve günümüzde nasıl gizli işler çevirdiği, hileli sınavlarla nasıl kadrolaştıkları ve bunun toplum üzerindeki etkilerini ele alacağız.

OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E MASONİK TESİR

Osmanlı Devleti’nde masonluk, özellikle Tanzimat dönemi ile birlikte Batılılaşma hareketleriyle yaygınlaşmaya başladı. Bazı yüksek rütbeli devlet adamlarının mason locasına üye olmasıyla birlikte, dış destekli politikalar devlet yönetiminde etkili olmaya başladı. Sultan II. Abdülhamid, masonların devlete sızmasını bir tehdit olarak gördü ve bu nedenle mason localarını kapatma yoluna gitti. Ancak, İttihat ve Terakki Cemiyeti içindeki bazı masonların etkin olması, Osmanlı’nın son döneminde önemli kararların perde arkasında alındığını gösteriyordu.

Cumhuriyet’in ilanından sonra, mason locaları tekrar güç kazanmaya başladı. Özellikle 1948’de masonluk üzerindeki yasakların kaldırılması, örgütün devlet içindeki etkisini artırdı. Ekonomi, bürokrasi ve akademi dünyasında birçok önemli ismin mason locasına üye olduğu bilinmektedir.

HİLELİ SINAVLAR VE KADROLAŞMA

Masonların en büyük faaliyetlerinden biri de kritik mevkileri kendi üyeleriyle doldurmaktır. Bunun en bariz yollarından biri hileli sınavlar ve liyakat sisteminin dışına çıkan atamalardır.

Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Türkiye’de kamu kurumlarına girişte çeşitli sınavlar uygulanmaya başlandı. Ancak, zaman zaman bu sınavların önceden belirli grupların eline geçtiği, masonların ve onlarla bağlantılı yapıların kendi adamlarını devlet içine yerleştirdiği iddiaları gündeme gelmiştir.

Son yıllarda bazı sınavlarda soruların çalınması, belirli gruplara önceden verilmesi ve kayırmacılık skandalları, bu durumun somut örnekleri olmuştur. Bu tarz hilelerin temel amacı, kritik noktaları kontrol altında tutarak ülke yönetimini yönlendirmektir.

Bürokratik kadrolar, akademisyenlik, yargı ve emniyet gibi kritik noktalara yerleşen masonik yapılar, zaman içinde kendi çıkarları doğrultusunda kararlar alarak ülkenin gidişatını şekillendirebilir.

GÜNÜMÜZDEKİ YANSIMALAR

Günümüzde, Türkiye’de devletin milli ve manevi kimliğini koruma mücadelesi içinde olduğu açıktır. Ancak küresel sistemle bağlantılı gizli yapılanmalar hâlâ etkilerini sürdürmektedir.

Sınav skandalları hâlâ zaman zaman gündeme gelmektedir.

Devletin önemli kademelerinde liyakatsiz atamalar toplumda güvensizlik oluşturmaktadır.

Masonik ve benzeri yapılanmalar, medya ve akademi üzerinden algı operasyonları yaparak kamuoyunu yönlendirmeye çalışmaktadır.

Bu durum, tarihte olduğu gibi bugün de devletin ve milletin bağımsızlığına karşı bir tehdit oluşturmaktadır.

SONUÇ: ÇÖZÜM NEDİR?

Masonik yapıların ve benzeri organizasyonların etkisini kırmanın yolu, şeffaflık, adalet ve liyakat sistemini güçlendirmektir.

Sınav sistemlerinin daha güvenilir hale getirilmesi

Devlet kadrolarında liyakat ilkesinin esas alınması

Milletin bilinçlenmesi ve bu tür yapılanmalara karşı uyanık olması

Bu gibi adımlarla, Osmanlı’dan beri süregelen bu tehlike bertaraf edilebilir. Tarih, bize göstermiştir ki, milletin iradesi güçlü olduğunda hiçbir gizli örgüt başarılı olamaz.

Bugün de mesele, milletin kendi iradesine sahip çıkması ve hain planlara karşı uyanık olmasıdır.




DOST GÖRÜNÜMLÜ GÜVENSİZ DÜŞMAN

DOST GÖRÜNÜMLÜ GÜVENSİZ DÜŞMAN

(Menfaat ve makam düşkünü olan kisiye gıyabi hitab; Senin gibi münafık bir dostum olacağına on düşmanım olsun)

DOST GÖRÜNÜMLÜ GÜVENSİZ DÜŞMAN

Hayatta insanı en çok yaralayan şey, düşmanın saldırısı değil, dost bildiğinin ihanetidir. Düşmanın hasmane tutumu bellidir; ona göre tedbir alınır, mesafe korunur. Ancak dost kılığına bürünmüş bir münafık, sinsice yaklaşır, güven duygusunu istismar eder ve en savunmasız anında hançerini saplar. İşte bu yüzden, sadık bir dostun yerine, sahte dostlukların zararlarından korunmak daha büyük bir kazançtır.

GERÇEK DOST VE SAHTE DOST

Dostluk, menfaatin değil, samimiyetin üzerine kurulduğunda kıymetlidir. Menfaatperest insanlar, dost gibi görünerek çıkarları doğrultusunda hareket ederler. Makam, mevki, güç ve para gibi dünyevi nimetler söz konusu olduğunda, maskeleri düşer ve asıl yüzleri ortaya çıkar.

Hz. Ali (r.a.) şöyle buyurmuştur:
“Sana dost görünen herkes gerçek dostun değildir. Nice dost vardır ki, aslında düşmandan daha zararlıdır.”

Bu söz, insanın dost seçiminde ne denli dikkatli olması gerektiğini gösterir. Zira menfaat üzerine kurulu dostluk, bir rüzgârın yön değiştirmesiyle bozulur. Güç kimdeyse, bu kişiler oraya yönelir; dün seni överken, bugün seni yermeye başlarlar.

İHANETİN AĞIRLIĞI

Bir insan düşmanından gelen darbeye hazırlıklıdır. Ancak dost bildiği birinden gelen ihanet, en derin yarayı açar. Kur’an-ı Kerim’de münafıkların fitnelerinden bahsedilir ve onların, kâfirlerden bile daha tehlikeli olduğu vurgulanır:

“Onlar ki, dilleriyle iman ettik derler, fakat kalpleriyle inanmamışlardır. Onlardan sakının!” (Tevbe, 56)

Menfaat için dost görünen, ancak fırsatını bulduğunda ihanet eden kişi, dost kisvesi altında en büyük düşman kesilir. Bugün yanınızda olan ama yarın çıkarı için sizi terk eden bir dost, düşmandan daha tehlikelidir. Çünkü düşmanın planını tahmin edebilirsiniz, ancak dost kılığındaki hainin ne zaman vuracağını bilemezsiniz.

“SENİN GİBİ MÜNAFIK BİR DOSTUM OLACAĞINA ON DÜŞMANIM OLSUN”

Sadakatten yoksun bir dostun varlığı, insanın ruhunu yıpratır. Onun yerine açık düşmanların olması, en azından kiminle mücadele edileceğini bilmek açısından daha iyidir. İslam tarihinde de bu tür sadakatsiz dostlar büyük fitnelere sebep olmuşlardır.

Resulullah (s.a.v.), Uhud Savaşı’nda münafıkların ihanetine uğramıştır. Abdullah bin Übey bin Selûl ve adamları, savaşın en kritik anında Müslümanları yalnız bırakarak geri çekilmişlerdir. Bu hareket, doğrudan düşmanın saldırısından daha büyük bir zarar vermiştir. İşte, münafık dostun en büyük tehlikesi budur: Seni en ihtiyaç duyduğun anda yalnız bırakması.

SONUÇ

Gerçek dost, zor zamanlarda belli olur. Makam, mevki ve menfaat uğruna dost görünüp ihanet eden kişiler, düşmandan daha fazla zarar verirler. Onun için sadakatsiz bir dostun varlığındansa, düşmanların açık düşmanlığı daha iyidir.

Unutmayalım ki, dostluk güven üzerine inşa edilir. Güvenin olmadığı bir dostluk, bir yılanın koynunda beslenmesine benzer. O yılan, en savunmasız anında sokmak için bekler. İşte bu yüzden, ihanet eden bir dosttansa, düşmanın açıkça karşıda olması daha iyidir.

 

 




AZAP MI İNDİR YOKSA RAHMET Mİ?

AZAP MI İNDİR YOKSA RAHMET Mİ?[1]

Evet, Enfâl Suresi 32. ayeti şu şekildedir:

وَإِذْ قَالُوا۟ ٱللَّهُمَّ إِن كَانَ هَٰذَا هُوَ ٱلْحَقَّ مِنْ عِندِكَ فَأَمْطِرْ عَلَيْنَا حِجَارَةًۭ مِّنَ ٱلسَّمَآءِ أَوِ ٱئْتِنَا بِعَذَابٍ أَلِيمٍۢ

Meali:
“Ve bir zaman, ‘Ey Allah’ım! Eğer bu (Kur’an) senin katından gelen hakikat ise, üzerimize gökten taş yağdır veya bize elem dolu bir azap ver’ demişlerdi.”

Bu ayette, Mekke müşriklerinin Hz. Muhammed (s.a.v.)’e ve Kur’an’a karşı kibirli ve meydan okuyan tavırları anlatılmaktadır. Onlar, eğer Kur’an gerçekten Allah’tan geliyorsa, bunun yerine doğruyu kabul etmek yerine, kendilerine bir azap gönderilmesini dilemişlerdi. Ancak Allah, bir sonraki ayette (Enfâl 33) onları hemen helak etmediğini, çünkü Hz. Peygamber’in onların içinde bulunduğunu ve müminlerin de Allah’tan bağışlanma dilediklerini belirtmiştir.

@@@@@@@

Enfâl Suresi 32. Ayetin Derinlemesine Anlamı.

Bu ayette Mekke müşriklerinin kibirli, inatçı ve alaycı tutumları gözler önüne serilmektedir. Onlar, hakikati arayan samimi bir kalple değil, inat ve meydan okuma duygusuyla şöyle demişlerdi:

“Eğer bu Kur’an gerçekten senin katından gelen bir hakikat ise, üzerimize gökten taş yağdır veya bize çok acı bir azap ver!”

1. Ayetin Psikolojik ve Sosyolojik Boyutu

Bu ifadede içten bir arayış yoktur. Aksine:

Kibir ve inat vardır: Gerçeği kabullenmek yerine, imkânsız bir bedel ödemeyi göze alacak kadar körleşmiş bir akıl durumu söz konusudur.

Hakikate karşı direniş vardır: Kur’an onların menfaatlerine dokunduğu için onu reddetmek adına uç bir tepki göstermektedirler.

Meydan okuma psikolojisi vardır: Gerçekten hakikati arayan biri, “Bize azap indir” demez, aksine “Bizi doğru yola ilet” diye dua eder.

Bu tür bir tepki, tarihte Allah’ın peygamberlerini inkâr eden kavimlerin ortak özelliklerinden biridir. Örneğin, Nuh, Lut, Şuayb ve Salih kavimleri de peygamberlerine meydan okumuş ve “Bize vaat ettiğin azabı getir!” demişlerdi. Ancak sonuç hep helak olmuştur.

2. Ayetin Tevhid ve Kader Açısından Yorumu

Müşrikler, Allah’a inanıyorlardı ama “hakikatin kaynağı olarak O’nu kabul etmiyorlardı.”

Onlar, “Biz Allah’a inanıyoruz ama bu Kur’an O’nun katından olamaz” diyerek çelişkili bir inanç içindeydiler.

Hakikati reddeden bir toplum, azabı kendisi davet eder. Ancak Allah merhameti gereği onlara hemen ceza vermemiştir.

3. Günümüze Mesajı

Bu ayet, günümüz insanına da önemli mesajlar verir:

1. Hakikati aramak yerine ona meydan okumak, insanı felakete sürükler.

2. Kibir ve inat, insanın gözünü köreltir ve en bariz gerçeği bile inkâr etmesine yol açar.

3. Gerçeğe ulaşmak isteyen, onu inkâr etmek için bahane üretmek yerine, samimi bir kalple araştırmalı ve dua etmelidir.

Müşriklerin bu duası, aslında hakikati kabullenmek istemeyen her çağdaki insanın durumuna benzer. Bugün de pek çok insan, iman hakikatlerine karşı delil aramak yerine, onları inkâr etmek için bahaneler üretmektedir.

@@@@@@

Enfâl Suresi 32. Ayetin Benzer Ayetlerle İlgisi

Kur’an’da Mekke müşriklerinin veya geçmiş kavimlerin hakikate karşı takındıkları meydan okuma, inkâr ve azap isteme tavırları birçok ayette ele alınmıştır. Enfâl 32 de bu açıdan değerlendirilmelidir. Şimdi, bu ayeti destekleyen ve açıklayan diğer ayetlere bakalım.

1. Azap İsteyenlerin Ortak Tavrı

Enfâl 32’de olduğu gibi, geçmiş kavimlerden de peygamberlerine meydan okuyarak azap talep edenler olmuştur.

Şuara Suresi 187

وَقَالُوا۟ يَٰشُعَيْبُ أَصَلَوٰتُكَ تَأْمُرُكَ أَن نَّتْرُكَ مَا يَعْبُدُ ءَابَآؤُنَآ أَوْ أَن نَّفْعَلَ فِىٓ أَمْوَٰلِنَا مَا نَشَٰٓؤُا۟ إِنَّكَ لَأَنتَ ٱلْحَلِيمُ ٱلرَّشِيدُ ١٨٦ فَأَسْقِطْ عَلَيْنَا كِسَفًۭا مِّنَ ٱلسَّمَآءِ إِن كُنتَ مِنَ ٱلصَّٰدِقِينَ ١٨٧

Meali:
“Ey Şuayb! Atalarımızın taptıklarını bırakmamızı ve mallarımız konusunda istediğimiz gibi davranmamamızı mı emrediyorsun? Eğer doğru söyleyenlerdensen üzerimize gökten bir parça düşür!” (Şuara 186-187)

Bu ayette Şuayb (a.s.)’ın kavmi, onun getirdiği vahyi reddediyor ve kendilerine azap gelmesini istiyor. Aynı kibirli ve inatçı tavır Enfâl 32’de müşriklerde de görülüyor.

2. Önceki Kavimlerin Helak Sebepleri

Müşriklerin azap istemeleri, Allah’ın geçmiş kavimlere verdiği cezaları hatırlatmaktadır.

Hud Suresi 82

فَلَمَّا جَآءَ أَمْرُنَا جَعَلْنَا عَٰلِيَهَا سَافِلَهَا وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهَا حِجَارَةًۭ مِّن سِجِّيلٍۢ مَّنضُودٍۢ

Meali:
“Emrimiz gelince oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine istif edilmiş taşlardan yağdırdık.” (Hud 82)

Bu ayet, Lut kavminin helakini anlatır. Lut kavmi de azap istemişti ve gerçekten taş yağmuruna tutulmuşlardı. Enfâl 32’de müşriklerin gökten taş yağmasını istemeleri, aslında Lut kavminin helak edilme şekline bir gönderme gibidir.

Benzer bir şekilde:

Fussilet 13: “Eğer yüz çevirirlerse, de ki: ‘Ben sizi Ad ve Semud’un yıldırımı gibi bir azap ile uyarıyorum.'”

Zariyat 32-33: “Dediler ki: Biz suçlu bir kavme gönderildik, üzerlerine çamurdan taşlar yağdıracağız.”

3. Allah’ın Azabı Geciktirme Hikmeti

Müşriklerin azap istemelerine rağmen, Allah hemen onları helak etmemiştir. Bunun sebebi bir sonraki ayette açıklanır.

Enfâl Suresi 33

وَمَا كَانَ ٱللَّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ ٱللَّهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ

Meali:
“Sen onların içinde bulunduğun sürece Allah onlara azap edecek değildir. Ve onlar bağışlanma diledikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir.”

Burada iki önemli nokta vardır:

1. Peygamber’in varlığı bir rahmettir: Allah, Rasulullah (s.a.v.) Mekke’de olduğu sürece müşrikleri helak etmemiştir.

2. Bağışlanma (istiğfar) azabı geciktirir: Eğer insanlar tövbe edip Allah’tan af dileselerdi, azap üzerlerine gelmeyecekti.

Bu ayet, azap isteyen müşriklerin, aslında farkında olmadan Allah’ın rahmetiyle cezadan korunduklarını gösterir.

SONUÇ: Enfâl 32’nin Diğer Ayetlerle Bağlantısı

1. Geçmiş kavimlerin inkarcıları gibi, Mekke müşrikleri de peygamberlerine meydan okumuş ve azap istemiştir (Şuara 187, Hud 82).

2. Allah, Lut ve diğer kavimleri gerçekten taş yağdırarak helak etmiştir. Müşriklerin talebi de Lut kavminin helakine benzemektedir (Hud 82, Zariyat 32-33).

3. Ancak Allah, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in varlığı ve müminlerin istiğfarı sebebiyle azabı geciktirmiştir (Enfâl 33).

Bu ayetler, kibirli inkârın insanı nasıl felakete sürüklediğini ve Allah’ın azabı geciktirme hikmetini gösterir. Aynı zamanda istiğfarın ve Peygamber’in varlığının, bir toplumu nasıl koruduğunu anlatır.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=ApieQmbPVa4




VEFA: AHDE VEFA VE MİSAK BİLİNCİ

VEFA: AHDE VEFA VE MİSAK BİLİNCİ[1]


İslam ahlakının temel değerlerinden biri olan vefa, sözünde durma, bağlı kalma, sadakat gösterme ve verilen sözü yerine getirme anlamına gelir. Vefa, sadece bireyler arasındaki ilişkilerde değil, insanın Allah’a, kendine ve topluma karşı taşıdığı sorumlulukları yerine getirmesinde de önemli bir ahlaki prensiptir. Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde vefaya büyük bir vurgu yapılmış, vefasızlık ise hem dünyevi hem de uhrevi sonuçları itibariyle ciddi bir uyarıyla ele alınmıştır.

VEFA VE KUR’AN-I KERİM

Kur’an-ı Kerim’de vefa, birçok ayette övgüyle anılmış ve müminlerin en önemli özelliklerinden biri olarak zikredilmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz (ahd) sorumluluk gerektirir.” (İsra, 17/34)

Bu ayet, insanın verdiği her sözün bir sorumluluk doğurduğunu ve Allah katında bunun hesabının sorulacağını açıkça belirtir. Mümin, verdiği sözü unutmaz, yerine getirir ve sadık kalır.

Yine bir başka ayette Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:

“O kimseler ki, Allah’a verdikleri sözü yerine getirirler ve ahitlerini bozmazlar.” (Ra’d, 13/20)

Bu ayetten de anlaşılacağı üzere, vefa sadece insanlar arasındaki bir sadakat meselesi değil, aynı zamanda Allah’a verilen sözlerin tutulmasını da kapsayan bir ahlaki sorumluluktur.

AHDE VEFA: SÖZÜNDE DURMANIN ÖNEMİ

Ahde vefa, verilen sözlerin, yapılan anlaşmaların ve üstlenilen sorumlulukların yerine getirilmesini ifade eder. Hz. Peygamber (s.a.v.), Müslümanın en belirgin özelliklerinden birinin ahde vefa olduğunu bildirmiş ve şu hadisiyle bunu vurgulamıştır:

“Münafıklık alameti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde sözünde durmaz, kendisine güvenildiğinde hıyanet eder.” (Buhari, İman, 24)

Bu hadis, ahde vefasızlığın münafıklık alametlerinden biri olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Mümin, ahlaki ve dini sorumluluklarının bilincinde olan kişidir ve verdiği sözden caymaz.

Hz. Peygamber (s.a.v.), müşriklerle bile yaptığı anlaşmalara uymuş ve en zor şartlar altında dahi ahde vefayı korumuştur. Hudeybiye Antlaşması’nda Müslümanlar aleyhine görünen maddelere bile sadık kalmış, ancak karşı taraf bu sadakati ihlal ettiğinde antlaşmayı feshetmiştir. Bu durum, vefanın İslam’daki yüksek değerini gösteren en önemli örneklerden biridir.

MİSAK: İNSANIN ALLAH’A VERDİĞİ SÖZ

İslam’da vefa kavramının en büyük boyutlarından biri, insanın Allah’a verdiği sözü tutmasıdır. Kur’an-ı Kerim, insanların dünya hayatına gelmeden önce Allah’a bir misak verdiğini bildirmektedir:

“Hani Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da: ‘Evet, (buna) şahit olduk.’ demişlerdi.” (A’raf, 7/172)

Bu ayet, insanın Allah’a kulluk etmek üzere yaratıldığını ve bu doğrultuda bir söz verdiğini hatırlatmaktadır. Ancak dünya hayatının meşgalesi içinde birçok insan bu misakı unutur ve Rabbine karşı olan vefasını kaybeder. Oysa gerçek vefa, Allah’a verilen sözde durarak, O’nun emir ve yasaklarına riayet etmektir.

Kur’an, insanların ahitlerine sadık kalmasını ve verdikleri sözleri yerine getirmesini bir iman göstergesi olarak sunar:

“Onlar ki, Allah’ın ahdini yerine getirirler ve verdikleri sözü bozmazlar.” (Bakara, 2/177)

Bu ayet, vefanın sadece dünyevi ilişkilerle sınırlı olmadığını, Allah ile kul arasındaki bağda da en önemli unsurlardan biri olduğunu gösterir.

VEFASIZLIĞIN SONUÇLARI

Kur’an-ı Kerim, vefasızlığı büyük bir ahlaki zafiyet olarak değerlendirmiş ve ahdini bozanları kınamıştır:

“Ahidlerini bozanlar, Allah’ın emrini hiçe sayanlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar… İşte lanet onlara mahsustur ve yurdun en kötüsü onlar içindir.” (Rad, 13/25)

Bu ayetten de anlaşılacağı üzere, ahde vefasızlık, sadece bireysel bir hata değil, aynı zamanda toplumsal huzuru bozan, Allah’ın emirlerine karşı bir başkaldırıdır. Vefasızlık, güvenin kaybolmasına, dostlukların bozulmasına ve toplumun çökmesine neden olur.

VEFA VE SADAKATİN ÖDÜLÜ

Allah’a ve insanlara karşı vefalı olanlar, hem dünyada hem de ahirette mükâfatlandırılacaktır. Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır:

“Allah, sözünü yerine getirenleri, sadakatleri sebebiyle mükâfatlandıracaktır.” (Ahzâb, 33/23)

Bu ayet, vefanın sadece bir erdem olmadığını, aynı zamanda Allah katında büyük bir karşılık göreceğini göstermektedir. Sadık olanlar, Allah’ın rahmetine ve cennetine layık görülürken, vefasızlık edenler ise hem dünyada hem de ahirette hüsrana uğrayacaktır.

SONUÇ: VEFA, İNSANIN EN BÜYÜK İMTİHANI

Vefa, müminin en büyük imtihanlarından biridir. İnsan, Rabbi’ne, ailesine, dostlarına, toplumuna ve hatta düşmanına karşı bile ahlaki bir duruş sergilemekle yükümlüdür. Ahde vefa, hem bireysel hem de toplumsal huzurun anahtarıdır.

Mümin, her zaman sözünün eri olmalı, Allah’a ve insanlara verdiği sözleri tutmalı ve sadakati hayatının merkezine koymalıdır. Çünkü vefanın olmadığı yerde güven olmaz, güvenin olmadığı yerde ise huzur ve adalet kaybolur.

Allah bizleri, ahdine vefa gösteren, sadakatle yaşayan ve misakına bağlı kalan kullarından eylesin. “Sadıklarla beraber olun” (Tevbe, 9/119) emrine uyanlardan kılsın. Amin.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=d4i-sbL9J7Q




KANALİZASYON PATLADI. KOKUSU ÇIKAN FAALİYETLERİN KENDİSİ DE ÇIKMAYA BAŞLADI.

KANALİZASYON PATLADI. KOKUSU ÇIKAN FAALİYETLERİN KENDİSİ DE ÇIKMAYA BAŞLADI. ALLAH DAHA DÜNYADAYKEN İSTİDRAC İLE YÜKSELTİP YÜZÜNCÜ KATTAN ÖYLECE ÇÖKERTİR. İYİ Kİ AHİRET VE HESAP VAR.

KANALİZASYON PATLADI: GİZLİ KALAN KOKULAR ORTAYA ÇIKIYOR

Gün gelir, bastırılmış pislikler, üstü örtülen kirli oyunlar, halktan saklanan haksızlıklar bir bir açığa çıkar. Çünkü hakikat, er ya da geç ortaya çıkmak zorundadır. Bir kanalizasyon ne kadar uzun süre kapatılmaya çalışılsa da basınç arttıkça sonunda patlar ve içindekileri dışarı saçar. İşte insanlık tarihi boyunca, birçok kişi ve topluluk, menfaat için bâtılı örtmeye, adaletsizliklerini saklamaya çalışmış; ancak hesap gününü dünyada da görmüşlerdir.

İSTİDRAC: ALLAH’IN GÖRÜNMEYEN TUZAĞI
YÜKSELTİLENLERİN HIZLA ÇÖKÜŞÜ

Allah (c.c.), zalimleri ve günahkârları hemen cezalandırmayabilir. Onlara mühlet verir, imtihan eder, bazen dünyada nimetlerle ödüllendirirmiş gibi gösterir. Oysa bu bir istidraçtır. Yani, günaha batmış kişinin daha da dibe çökmesi için bir mühlet tanınmasıdır. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

“Onlar için mühlet veriyoruz. Çünkü bizim tuzağımız (cezamız) sağlamdır.” (Kalem, 45)

Tarih boyunca, güç sarhoşluğu yaşayan, zulme ve haksızlığa dalan pek çok kişi ve toplum, ilahi istidraç ile yükseltilmiş; ancak zirvedeyken aniden yere çakılmıştır. Nemrut, Firavun, Karun, Ebrehe gibi nice zalimler, servetleriyle, ordularıyla, iktidarlarıyla yeryüzünde kibirle yürüdüler. Ancak ne oldu? En tepede sandıkları anda, bir sineğin, bir denizin, bir yer çöküşünün, küçücük bir felaketin içinde yok olup gittiler.

KİRLİ SİSTEMLERİN ÇÖKÜŞÜ

Kendi menfaatleri uğruna adaleti rafa kaldıranlar, güçlerini sürdürebilmek için ahlaksız yöntemlere başvuranlar, çürük temeller üzerine kurdukları sistemlerin ebediyen devam edeceğini sanırlar. Ancak adaletin bir doğası vardır:

Gerçek er ya da geç ortaya çıkar.

Baskıyla bastırılan haksızlıklar bir gün infilak eder.

Halkın gözünden kaçırılan yanlışlıklar, sonunda apaçık görülür.

Zulümle abat olanın akıbeti berbat olur. Tarih boyunca, halkına zulmeden, servetini haksız yollarla büyüten, insanları aldatan nice yönetici ve lider, yükseltilmiş gibi görünürken aslında bir felakete doğru ilerliyordu.

KARUN: SERVETİNİN KÜLFETİYLE GÖMÜLEN ADAM

Karun, Hz. Musa zamanında yaşamış, büyük bir servete sahipti. Öyle ki hazinelerinin anahtarlarını taşımak için birçok kişi gerekiyordu. Ancak o, servetini Allah yolunda harcamak yerine kibirlenerek, böbürlenerek halkı ezmek için kullandı. İnsanlar onu uyardığında şöyle diyordu:

“Bu serveti ben kendi bilgim ve zekâm sayesinde kazandım!” (Kasas, 78)

Ama ne oldu? Bir gün servetiyle, saraylarıyla, hazineleriyle birlikte yerin dibine gömüldü. İşte istidraç budur: Zirveye çıktığını sanarken, en derin çukura yuvarlanmak.

İYİ Kİ AHİRET VE HESAP VAR!

Dünya bir imtihan yeridir. Burada herkes yaptığının karşılığını hemen görmeyebilir. Zalimler bir süre daha hüküm sürebilir, ahlaksızlar bir müddet daha refah içinde yaşayabilir. Ancak her şeyin bir sonu vardır. Ve en büyük hesap, ahirette görülecektir.

Kur’an’da şöyle buyurulur:
“O gün Allah, onların yaptıklarını bir bir önlerine koyacak, onlar da her şeyin yazılmış olduğunu göreceklerdir.” (Kehf, 49)

Bu dünya bir mahkeme-i kübraya hazırlık yeridir. Eğer burada adalet tam tecelli etmiyor gibi görünüyorsa, bu sadece imtihanın bir parçasıdır. Çünkü ahirette en küçük bir iyilik de, en küçük bir kötülük de karşılıksız kalmayacaktır.

SONUÇ

Hakikat gizlenemez, adalet ertelenemez, zulüm sürdürülemez. Kanalizasyon patladığında, içindekiler nasıl dışarı saçılıyorsa, toplumları ve insanları kandıranlar da eninde sonunda gerçek yüzlerini ortaya koyar.

Ve Allah, onların yükselttiği gökdelenleri, bir anda yerle bir eder. Çünkü adalet, bazen geç tecelli etse de, mutlaka tecelli eder. İyi ki ahiret var, iyi ki hesap günü var!