UTİYE KİTABEHU Bİ YEMİNİHİ AYETİNCE AMEL DEFTERİ SAĞINDAN VERİLEN KİŞİNİN SEVİNCİ

UTİYE KİTABEHU Bİ YEMİNİHİ AYETİNCE AMEL DEFTERİ SAĞINDAN VERİLEN KİŞİNİN SEVİNCİ


Sağdan Verilen Amel Defteri: Ebedî Sevincin Vesikası

“فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ” (Hâkka, 69/19) ayetinde Allah Teâlâ, kıyamet günü amel defteri sağ eline verilen kişilerin durumunu haber vermektedir. Bu, insanın dünya hayatında sergilediği tutum ve davranışların sonucunda erişeceği büyük bir müjdeyi temsil eder. Sağ eline amel defteri verilen kişi, Rabbi tarafından affedilmiş ve cennete girmeye hak kazanmıştır. Bu durum, ebedî saadetin ve huzurun müjdecisidir.

Amel Defteri ve İnsan Hayatı

Dünya hayatı, insanın amel defterine yazılacak davranışlarla şekillenir. İyilikler, ibadetler, güzel ahlak ve Allah’a teslimiyet bu defteri süsleyen en değerli hazinelerdir. İnsan, her anını bir imtihan bilinciyle yaşamalıdır. Zira yaptığımız her iş, söylediğimiz her söz bu deftere kaydedilmektedir. Yüce Allah, “Ne yaparsanız, onu karşınızda bulursunuz” (Bakara, 2/110) buyurarak insanı sorumluluğunun bilincine davet eder.

Sağ eline defteri verilen kimse, dünya hayatını bu bilinçle yaşamış ve kulluğunu hakkıyla yerine getirmiş kişidir. Bu kişi, amel defterini aldığında duyduğu sevinçle, “Alın! Kitabımı okuyun! Çünkü ben hesabıma kavuşacağımı zaten biliyordum” (Hâkka, 69/19-20) diye haykıracaktır.

Sevincin Kaynağı: İmtihanı Başarıyla Geçmek

Amel defterinin sağdan verilmesi, Allah’ın bir lütfu ve kulun dünya hayatındaki güzel amellerinin neticesidir. Bu sevinç, sadece bir kurtuluşun değil, aynı zamanda Rabbine kavuşmanın, O’nun rızasını kazanmanın sevincidir. Böyle bir müjdeyi hak edebilmek için insan, dünyada ahlak, ibadet ve sosyal ilişkilerinde adaletli, dürüst ve ihlaslı olmalıdır.

Bu kişiler, dünyada Rablerine karşı olan sorumluluklarını unutmamış, sadece kendi iyilikleriyle yetinmeyip başkalarına da iyilik eden, hayırda yarışan kimselerdir. Onların sevinci, aslında dünya hayatında gösterdikleri gayretin, çabanın ve fedakarlığın bir sonucudur.

İbretler ve Mesajlar

Amel defterinin sağdan verilmesi, insanı dünya hayatında sorumluluk bilinciyle yaşamaya teşvik eder. Hayat, sadece maddi başarıların peşinde koşulacak bir yarış değildir. Asıl başarı, Rabbinin huzurunda yüz akıyla durabilmek ve ebedî kurtuluşa erebilmektir.

Bu ayet bize şu ibretleri sunar:

1. Dünya Hayatının Geçiciliği: İnsan, dünyada ne kadar uzun yaşarsa yaşasın, bu hayat bir gün sona erecektir. Önemli olan, sonsuz hayat için ne kadar hazırlandığımızdır.

2. Amellerin Kıymeti: Her bir davranışımız, amel defterimizde yer alacaktır. Bu bilinçle, iyiliklere yönelmeli ve kötülüklerden sakınmalıyız.

3. Allah’ın Adaleti: Allah, kullarının hiçbir emeğini zayi etmez. Küçük bir iyiliği bile kat kat mükafatlandırır.

4. Ebedî Huzurun Değeri: Amel defteri sağdan verilen kişi, ebedî huzurun müjdesine kavuşur. Bu sevinç, dünyadaki hiçbir mutlulukla kıyaslanamaz.

Sonuç

“فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ” ayeti, insana sorumluluklarını ve ebedî hayatın ciddiyetini hatırlatır. İnsan, bu dünyada kendisine verilen fırsatları değerlendirmeli ve amel defterini güzelliklerle doldurmalıdır. Zira sağdan verilen bir defter, kişinin sonsuz saadetinin anahtarıdır. Bu kutlu sevince nail olabilmek için her günümüzü Allah’a yaklaşma gayesiyle yaşamalı ve O’nun rızasını kazanacak amellerle süslemeliyiz.

 

 




İNSAN BİR YOLCUDUR

İNSAN BİR YOLCUDUR

İnsan bir yolcudur. Sabâvetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Her iki hayatın levazımatı, Mâlikü’l-Mülk tarafından verilmiştir.


İnsanın Sonsuz Yolculuğu: Sabâvetten Ebede

Hayat, insana verilen en büyük nimetlerden biridir. Bu nimetin özünde ise insanın bir yolcu olduğu hakikati yatar. İnsan, sabâvet (çocukluk) döneminden başlayarak gençlik, ihtiyarlık, kabir ve nihayet ahiret yolculuğuna doğru sürekli bir hareket halindedir. Bu yolculuk, yalnızca dünya ile sınırlı kalmaz; ebedî bir âlemi kapsar. Bu, insanın anlam arayışı içinde kendini sürekli olarak yenilemesini ve her dönemde yeni sorumluluklar üstlenmesini gerekli kılar.

Hayatın Merhaleleri ve Anlamı

Çocukluk dönemi, insanın öğrenme, keşfetme ve safiyane duygularla donandığı bir devredir. Ancak bu safiyet, bir hazırlık sürecidir. Gençlik dönemi ise enerjinin, idealizmin ve tutkuların zirve yaptığı bir zaman dilimidir. Bu dönemde insan, nefsine aldanabilir; heveslerin ve dünyalık arzuların peşinden koşabilir. Ancak ihtiyarlık, insana gençlikteki ihtirasların ne denli geçici olduğunu hatırlatan bir aynadır.

Bu üç dönem, insana dünyanın fâniliğini ve asıl yolculuğun ahiret âlemine olduğunu gösterir. Zira insan, dünya yolculuğunun sonunda kabre uğrar. Kabir, insana bir son gibi görünse de aslında ebedî hayatın başlangıcıdır. Haşir meydanında yeniden diriltilmek ve hesap vermek, bu yolculuğun kaçınılmaz duraklarıdır.

Levazımatı Veren: Mâlikü’l-Mülk

İnsan, dünya yolculuğunda yalnız değildir. Her iki hayatın ihtiyaç duyduğu levazımat, yani azık, Mâlikü’l-Mülk olan Allah tarafından verilmiştir. O, insanı var ederken sadece bedensel ihtiyaçlarını değil, ruhsal ve ahlaki yönlerini de gözetmiştir. Akıl, kalp, vicdan gibi araçlarla donatılan insan, bu dünyada hem kendini hem de Yaradan’ını tanıma fırsatı bulur.

Bu levazımatı doğru kullanmak, insanın en büyük sorumluluğudur. Zira bu donanımlar, insana bir emanet olarak verilmiştir. Emaneti yerli yerinde kullanmayan insan, yolculuğunun sonunda pişmanlıkla karşılaşabilir. Ancak verilen nimetleri şükür ve bilinçle değerlendirenler, ebedî saadete ulaşır.

İbretli Dersler

Hayat yolculuğu, insana pek çok ders verir. Her bir durak, dünya hayatının geçici olduğunu ve asıl gayenin ahirete hazırlanmak olduğunu hatırlatır. İnsan, bu dünyadaki her anını ebedî hayat için bir yatırım olarak görmelidir. Zira dünya bir tarladır; ahiret ise bu tarlanın ürünlerini toplayacağımız yerdir.

Sonuç olarak, insanın yolculuğu yalnızca bir zaman dilimi ile sınırlı değildir; sabâvetten başlayıp ebediyete uzanan sonsuz bir serüvendir. Bu yolculuğu anlamlı kılmak, insanın Yaradan’ını tanıyıp O’na kul olma bilinciyle mümkündür. Her durakta aldığı dersleri bir hazine gibi biriktiren insan, bu uzun yolculuğun sonunda gerçek huzura kavuşacaktır.




MAKALE VE VİDEOLARIM

MAKALE VE VİDEOLARIM

KURAN DENİZİNDEN DAMLALAR: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWxzl9g1JrFTZbeoYJe_GVr

ARAPÇA CELALEYN TEFSİRİ: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWSE4Wv7SC36FbTsfeJYQLL

TEFEKKÜR DÜNYASI: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVXVX9aw4IdwiusGEaSynljy

TEFSİR-HADİS-FIKIH-KELAM: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVXKQBp39t9ACJR7-_UWrjsB

İSTİDAT VE KABİLİYETLER: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVVjWqvAOLI1Tflw8ODi1gxS

RİSALE-İ NURLAR VE BEDİÜZZAMAN: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWnjRaa3a76Fi2kunP8aG8U

RİYAZUS SALİHİN: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVVgZtW3BTnCfnW5ldqbqTt-

SALAT-I TEFRİCİYE-4444: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWNllvbq7w_UO0fP69lxXkz

SESLİ VE GÖRÜNTÜLÜ RİSALE-İ NURLAR VE BEDİÜZZAMAN: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWB-FqG4gSr3Awr2JOlun_C

HİKAYELERLE 40 HADİS: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVXqbhfmOBQa_hVYFkokoijT

VECİZ SÖZLER: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVX7YiHefQhkh2oF6gWTF7To

SESLİ DEYİMLER VE ANLAMLARI: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWyp7HngEuXbJEDUf3S2wrD

MEHMET ÖZÇELİK-Tüm Eserleri: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVUaKOcG2_ckoYyETBkd6M_P

DERSLER: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVXNtK0q0G5Kzm6Sn6tY9fpE

Osmanlıca Mesnevi-i Nuriye: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVVDlxhSQfc0-H1tS4CUyMQ2

RİSALE-İ NUR DERSLERİ: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWSSHz6-PZJqMcLK6UsSaOF

RİSALE-İ NURLARDA – T -LER: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVXApwbYXvhRMHeztV_hIhhs

CHATGPT SOHBETLERİ: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVVAR4i_Bgqh6NjZL3EKdw4L

RİSALE-İ NURLARDA – İ -LER: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVVFGIk4RODyEAKbQ-wXaHXx

Tesbitler: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWog75qV11a9yEFQDLSGHzE

KURANI BİR BÜTÜN OLARAK DEĞERLENDİRME: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVUc9Uzac0y9APoqymDrByyC

İSLAM BİLGİ ARŞİVİ: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVVa6uDlN6gQV11H6JPFWrsx

SESLİ İBRETLİ- DÜŞÜNDÜREN ESERLER: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVX1WF4TPZhoDEhXYnYJgwiU

RİSALE-İ NURDAN VECİZELER: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVXJfrNBY2pC6uDroqgO3cew

ŞEMÂİL-İ ŞERİF: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVUw-Y3bxE4sarm37ZuFkKHR

FIKIH KÖŞESİ: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWwFOzv9Nz-QqWoPjeutnlP

SESLİ ÇANTAY MEALİ: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVU1guCMJYzeMrZKc2fxpcjj

 

************    

SULTAN ABDÜLHAMİD HAN HAZRETLERİ


https://www.instagram.com/reel/DFITJofsps9/?igsh=cjEyb3k4dGZyc25r
https://www.instagram.com/reel/DFIThtQM12X/?igsh=MWZtd21wNHB6dXp5YQ==
https://www.instagram.com/reel/DFIUdbcspXu/?igsh=djhqdGJ1NjBzcm5t
https://www.instagram.com/reel/DFIU1FPMg7n/?igsh=MTl1b2FzZGwwZ28yeg==
https://www.instagram.com/reel/DFIVJhasbEY/?igsh=MTlwZTEwdGtyZWZ0bA==
https://www.instagram.com/reel/DFIXaCgM8id/?igsh=NGdnYzg3ZDFtNG1p
https://youtu.be/888ImRLkffo
https://tesbitler.com/index.php?s=Abd%C3%BClhamid+
https://youtu.be/f9Pl0cdG_uI  

***************    

YAYINLANAN MAKALELERİM


  1. ADIYAMAN GÜNDEM
    https://adiyamangundem.com/yazar/mozcelik/kose/sinsi-oyun/

    2. GAP OLAY GAZETESİ
    https://adiyamangundem.com/yazar/mozcelik/kose/sinsi-oyun/

    3. RİSALE HABER
    https://www.risalehaber.com/mehmet-ozcelik-704y.htm




PARA VEREREK TOPRAKLARI SATIN ALIP ABD DEVLETİNİ KURAN BAŞKANLAR NEREYİ NE KADAR PARAYLA SATIN ALIP ABD DEVLETİNİ KURMUŞTUR?

PARA VEREREK TOPRAKLARI SATIN ALIP ABD DEVLETİNİ KURAN BAŞKANLAR NEREYİ NE KADAR PARAYLA SATIN ALIP ABD DEVLETİNİ KURMUŞTUR?


ABD’nin topraklarını genişletmek için para ödeyerek yaptığı büyük satın almalar, ülkenin kuruluş ve genişleme sürecinde önemli bir rol oynamıştır. Ancak ABD başkanları doğrudan devleti kurmak için değil, mevcut ülkeyi genişletmek için toprak satın almıştır. İşte en büyük toprak alımları:

1. Louisiana Satın Alımı (1803)

Kimden: Fransa (Napolyon Bonapart)

ABD Başkanı: Thomas Jefferson

Miktar: 828.000 mil kare (~2.1 milyon km²)

Fiyat: 15 milyon dolar (~günümüz değeriyle 300-350 milyar dolar)

Bölge: Günümüz Louisiana, Arkansas, Missouri, Iowa, Minnesota, Kuzey Dakota, Güney Dakota, Nebraska, Kansas, Oklahoma, Montana, Wyoming ve Colorado’nun bir kısmı

2. Florida Satın Alımı (1819 – Adams-Onís Antlaşması)

Kimden: İspanya

ABD Başkanı: James Monroe

Miktar: ~170.000 mil kare (~440.000 km²)

Fiyat: 5 milyon dolar (ancak ödeme doğrudan İspanya’ya değil, ABD’nin İspanya’ya borçlu olduğu Amerikalı alacaklılara yapıldı)

Bölge: Florida ve çevresindeki topraklar

3. Oregon Anlaşması (1846)

Kimden: İngiltere

ABD Başkanı: James K. Polk

Miktar: 286.000 mil kare (~741.000 km²)

Fiyat: Kanadalı İngilizlerle yapılan sınır anlaşması çerçevesinde doğrudan ödeme yapılmadı, toprak paylaşımı yapıldı.

Bölge: Oregon, Washington, Idaho, Wyoming ve Montana’nın bir kısmı

4. Meksika’dan Alınan Topraklar (1848 – Guadalupe Hidalgo Antlaşması)

Kimden: Meksika

ABD Başkanı: James K. Polk

Miktar: 529.000 mil kare (~1.37 milyon km²)

Fiyat: 15 milyon dolar

Bölge: Kaliforniya, Nevada, Utah, Arizona, New Mexico, Colorado ve Wyoming’in bir kısmı

5. Gadsden Satın Alımı (1854)

Kimden: Meksika

ABD Başkanı: Franklin Pierce

Miktar: 29.670 mil kare (~77.000 km²)

Fiyat: 10 milyon dolar

Bölge: Arizona ve New Mexico’nun güney kısmı

6. Alaska Satın Alımı (1867 – “Seward’s Folly”)

Kimden: Rusya

ABD Başkanı: Andrew Johnson (Dışişleri Bakanı William Seward öncülüğünde)

Miktar: 586.000 mil kare (~1.52 milyon km²)

Fiyat: 7.2 milyon dolar (~günümüz değeriyle 150-200 milyon dolar)

Bölge: Alaska

Bu satın almalar, ABD’nin kıta genelinde genişleyerek bugünkü sınırlarına ulaşmasını sağladı.

Bugün Gazze’yi de satın almaya çalışmaları satlık olanlarla karıştırmış kabaligindan ileri gelmektedir.

Kolay satılanlarla, kolay satılmayanlar arasında halt işlenmektedir.

Sultan Abdülhamid’in ‘Bu topraklar kanla alınmıştır, kanla verilir’




TÜRKİYE’DE ISRARLA SÜRDÜRÜLMEYE ÇALIŞILAN FAKİRLİK VE YOKSULLUK EDEBİYATI.

TÜRKİYE’DE ISRARLA SÜRDÜRÜLMEYE ÇALIŞILAN FAKİRLİK VE YOKSULLUK EDEBİYATI.

NEDEN VE NİÇİN? NEMALANMAK İÇİN Mİ? KENDİLERİ ZENGİN OLAN SOLUN YALAMA OLMUŞ SİLAHI MI?

Türkiye’de Israrla Sürdürülen Fakirlik ve Yoksulluk Edebiyatı: Gerçek Mi, Sömürü Mü?

Türkiye’de uzun yıllardır, siyaset ve medya sahnesinde sıkça karşılaşılan bir sebep var: fakirlik ve yoksulluk edebiyatı. Bu, bazen gerçekten ekonomik zorluk çeken insanları gündeme taşıyan bir duyarlılık gibi görünse de çoğu zaman belirli çevreler tarafından istismar edilen bir söyleme dönüşmüş durumda. Peki, bu yoksulluk edebiyatı neden ve nasıl sürekli gündemde tutuluyor? Bunu sürdürenler kimler ve asıl amaçları ne?

1. Fakirlik Edebiyatının Perde Arkasında Ne Var?

Fakirlik, her toplumda olduğu gibi Türkiye’de de gerçek bir problem. Ancak yoksulluğu bir çözüm üretmek için değil de bir propaganda aracı olarak kullanmak, işin rengini değiştiriyor. Özellikle belirli ideolojik çevreler, yoksulluğu ve gelir adaletsizliğini sürekli vurgulayarak toplumu kutuplaştırmaya ve kendi siyasi iddialarını güçlendirmeye çalışıyor.

Sol siyasetin bir kısmı, uzun yıllar boyunca “ezilen halk”, “fakir işçi”, “yoksul köylü” gibi kavramlar etrafında bir iddia inşa etti. Ancak burada ironik bir durum var: Bu söylemi sürdüren birçok kişi ve grup, aslında kendileri lüks içinde yaşıyor. Fakirlik üzerinden nemalanan bu kesimler, halkın ekonomik problemlerini çözmek yerine, onları birer siyasi koz olarak kullanıyor.

2. Yoksulluk istismarı ile Kimler Kazanıyor?

Peki, fakirlik edebiyatı kimlere yarıyor? İşte bazı kesimler:

Siyasetçiler: Yoksulluğu kullanarak kendi politikalarını meşrulaştıran ve halkı mevcut sistemden soğutarak oy devşirmeye çalışanlar.

Medya: Kriz haberleri, dramatik fakirlik hikâyeleri reyting getirir. Gerçek tabloyu değil, sansasyonel olayları göstererek toplumu umutsuzluğa sürüklerler.

STK’lar ve Yardım Kuruluşları: Gerçekten yardım edenler elbette var, ancak bazıları da yoksulluk üzerinden fon ve bağış toplayarak “yardım sektörü” oluşturmuş durumda.

Zengin “sosyalist” elitler: Kendi lüks hayatlarını sürdürürken, halkın yoksulluğunu dillerine dolayarak ahlaki üstünlük kurmaya çalışırlar.

Burada asıl dikkat çekici nokta şu: Bu iddiayı sürdürenlerin önemli bir kısmı, fakirliği gerçekten bitirmek istemiyor. Çünkü eğer yoksulluk sona ererse, onlar da gündemde kalamazlar.

3. Gerçek Çözüm Nedir?

Türkiye’de fakirlik ve yoksulluk, sadece sloganlarla veya edebiyatla değil, somut ekonomik politikalarla çözülebilir. Bunun için gerekenler:

Üretim Ekonomisine Geçiş: Sürekli tüketmeye değil, üretmeye yönelik politikalar geliştirmek.

Eğitim Reformu: İnsanları yoksulluktan kurtaracak en büyük güç eğitimdir. Eleştirmek yerine, eğitimi geliştirmek gerekiyor.
Mesele proje ve alternatifler üretmek.

Gerçek Sosyal Devlet Anlayışı: Devlet yardımları sürdürülebilir olmalı ve insanları sürekli bağımlı hale getirmemeli.

Medyada Pozitif Algı: Sürekli fakirlik propagandası yapmak yerine, başarı hikâyelerini öne çıkarmak toplum psikolojisini iyileştirebilir.

Sonuç: Yoksulluk Çözülmesi Gereken Bir Problem mi, Sömürülecek Bir Araç mı?

Fakirlik ve yoksulluk edebiyatı, Türkiye’de uzun yıllardır sürdürülen bir propaganda mekanizması hâline geldi. Gerçek yoksulluğun giderilmesi için çözüm üretmeyen, ancak onu sürekli gündemde tutarak çıkar sağlayan kesimlerin niyeti sorgulanmalıdır. Yoksulluk üzerinden siyaset yapmanın, insanları sürekli mağdur psikolojisine hapsetmenin, hiçbir topluma faydası olmaz.

Türkiye’nin ihtiyacı olan şey, sürekli “fakirlik var” demek değil, “fakirliği nasıl bitiririz?” sorusuna odaklanmak.

 

 




TÜRKİYE’Yİ BİR ASIRDIR AZINLIKLAR YÖNETİYOR. TIPKI BİR YÖNÜYLE SURİYE BENZERİ GİBİ.

ÜRKİYE’Yİ BİR ASIRDIR AZINLIKLAR YÖNETİYOR. TIPKI BİR YÖNÜYLE SURİYE BENZERİ GİBİ.

Türkiye’yi Bir Asırdır Azınlıklar mı Yönetiyor? Tarihî ve Sosyolojik Bir Bakış

Türkiye, tarihi boyunca farklı etnik, dini ve ideolojik grupların bir arada yaşadığı, çok katmanlı bir toplum olmuştur. Ancak çoğu zaman ülkeyi yöneten kadroların halkın genel iradesinden kopuk olduğu ya da belli bir azınlık grubunun çıkarlarına hizmet ettiği görülmüştür.

Bu tartışmalar, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde yaşanan dönüşümlerle başlamış, çok partili hayata geçiş, darbeler ve siyasi çalkantılarla daha da derinleşmiştir. Peki, gerçekten Türkiye’yi bir asırdır azınlıklar mı yönetiyor?

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e: Kimler Güç Sahibiydi?

Osmanlı İmparatorluğu’nda yönetim, çoğunlukla saray bürokrasisi, askerî elitler (Yeniçeriler, Enderun eğitimi almış paşalar) ve ulema sınıfı tarafından yürütülüyordu. Osmanlı, çok milletli ve çok dinli bir yapıya sahipti ancak yönetim genellikle Türk-Müslüman seçkinlerin elindeydi.

Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte yeni bir yönetici elit ortaya çıktı. Bu elit, Batılı değerleri benimseyen, görünürde modernleşmeyi hedefleyen ancak halkın geleneksel değerlerinden büyük çapta kopuk bir kadrodan oluşuyordu.

Halifeliğin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, Osmanlı mirasının büyük ölçüde reddedilmesi gibi radikal değişiklikler, halk ile yönetici sınıf arasında büyük bir uçuruma ve kopuşa yol açtı.

Çok Partili Hayata Geçiş ve Askerî Müdahaleler

Türkiye, 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle halkın taleplerini daha doğrudan yansıtan bir yönetime kavuştu. Ancak bu süreç uzun sürmedi ve 1960 darbesiyle demokrasi kesintiye uğradı. Bu dönemde askerî ve bürokratik elitler tekrar güç kazandı ve siyaseti belirleyen ana aktörler haline geldi.

Sonraki süreçte 1971 Muhtırası, 1980 Darbesi, 28 Şubat post-modern darbesi gibi müdahalelerle Türkiye’deki yönetim, halkın iradesinden kopuk şekilde belirlenmeye devam etti. Özellikle 28 Şubat sürecinde, dindar ve muhafazakâr kesimlere yönelik baskılar, halkın büyük bir kısmının sistemden dışlandığını hissetmesine neden oldu.

Suriye ile Benzerlik Var mı?

Suriye, uzun yıllar Nusayri azınlığın yönetimde olduğu bir ülke oldu. Nüfusun büyük çoğunluğu Sünni Araplardan oluşmasına rağmen, ülkenin yönetici sınıfı büyük oranda azınlıktan geliyordu.

Türkiye’de ise durum biraz farklı. Türkiye’yi yönetenler etnik veya mezhepsel anlamda mutlak bir azınlık olmaktan ziyade, ideolojik olarak halkın çoğunluğundan kopuk kesimler olmuştur.

Ancak şu benzerlik kurulabilir: Türkiye’de uzun yıllar yönetici elitler, halkın büyük bir kısmının değerleriyle çelişen politikalar izlemiş, halka rağmen yönetme anlayışını benimsemiştir. Bu durum, Suriye’de olduğu gibi, toplumsal kutuplaşmalara neden olmuştur.

Sonuç: Türkiye Kendi Çoğunluğuna Yabancı mı?

Bugün Türkiye, halkın iradesini doğrudan yansıtan bir yönetim modeline doğru evrilmiş gibi görünse de, hâlâ bürokratik, akademik ve medya elitleri içinde halkın değerlerinden kopuk kesimlerin etkili olduğu iddiaları devam etmektedir.

Türkiye’nin geleceği, ancak halkın iradesinin tam anlamıyla yönetime yansımasıyla şekillenecektir. Gerçek yönetim, sadece sandıkla değil, halkın değerlerinin yönetimde karşılık bulmasıyla mümkündür. Aksi takdirde, Türkiye kendi çoğunluğuna yabancı bir ülke olarak kalmaya devam eder.

 

 




FIRTINA SESSİZLİĞİ

FIRTINA SESSİZLİĞİ


FIRTINA SESSİZLİĞİ: BÜYÜK OLAYLAR ÖNCESİNDEKİ TEHLİKELİ DURGUNLUK

Bazı anlar vardır ki her şey fazlasıyla sakin görünür. Hava durgun, rüzgâr hafif eser, deniz çarşaf gibidir. Ama bu sessizlik, yaklaşan fırtınanın habercisidir. Tabiatta meydana gelen olaylarda olduğu gibi, tarihte ve günümüzde de büyük değişimler genellikle bir “fırtına sessizliği” ile başlar.

Bugün dünyaya bakınca da benzer bir sessizlik hâkim. Ekonomik belirsizlikler, jeopolitik gerilimler, sosyal huzursuzluklar derinlerde kaynıyor ama henüz büyük bir patlama yaşanmadı. Peki, bu sessizlik gerçekten huzurun işareti mi, yoksa yaklaşan bir kasırganın habercisi mi?

Tarih Boyunca Fırtına Sessizliği Örnekleri

Tarih, büyük olaylardan önceki sessizliklerle doludur. Görünüşte sakin dönemlerin aslında büyük çalkantıların habercisi olduğunu birçok kez gördük.

Fransız Devrimi Öncesi (1789): Paris sokakları devrimden hemen önce zahiren sakindi. Ancak yoksulluk, adaletsizlik ve hoşnutsuzluk derinden büyüyordu. Bir gün Bastille hapishanesine yapılan baskın, tüm ülkeyi ateşe verdi.

I. Dünya Savaşı Öncesi (1914): Avrupa, savaş başlamadan önce ekonomik olarak büyüyordu ve büyük güçler arasında barış hâkimdi. Ama milliyetçilik, silahlanma yarışı ve diplomatik oyunlar, sessizliğin ardında kaynıyordu. Bir suikast tüm dünyayı savaşa sürükledi.

1929 Büyük Buhranı Öncesi: ABD ekonomisi hızla büyüyor, borsalar rekor seviyelere çıkıyordu. Ancak bu aşırı iyimserlik büyük bir çöküşü getirdi. Wall Street’teki sessiz refah, tarih boyunca görülen en büyük ekonomik krizlerden birinin habercisiydi.

II. Dünya Savaşı Öncesi (1939): Hitler’in Almanya’sı giderek güçlenirken Avrupa liderleri “yatıştırma politikası” ile durumu kontrol altında sandı. Ancak bu sakinlik, tarihin en büyük savaşlarından birine zemin hazırladı.

Günümüzde Fırtına Sessizliği Var mı?

Bugün de dünyada benzer bir sessizlik hissediliyor. Ancak bu sessizlik, gerçekten barış ve huzurun işareti mi, yoksa büyük bir çalkantının habercisi mi?

Küresel Ekonomi: Enflasyon dalgalı, piyasalar istikrarsız, ancak henüz büyük bir çöküş yaşanmadı. 2008 krizinden önce de benzer bir durgunluk vardı.

Jeopolitik Gerilimler: Orta Doğu, Asya ve Avrupa’da büyük güç mücadeleleri devam ediyor. Şu an büyük savaşlar olmasa da, bu sessizliğin sürdürülebilir olup olmadığı belirsiz.

Teknolojik ve Sosyal Değişimler: Yapay zekâ, otomasyon ve dijitalleşme hızla ilerliyor. Şimdilik her şey yolunda gibi görünüyor ama işsizlik, ahlaki problemler ve kontrolsüz gelişim ileride büyük toplumsal değişimler oluşturabilir mi?

Bireysel Hayatımızda Fırtına Sessizliği

Sadece dünya çapında değil, bireysel hayatlarımızda da “fırtına sessizliği” anları yaşarız. Bazen bir ilişkide her şey yolunda gibi görünür ama altı boşalmıştır. Bazen iş yerinde problemler görünmez, ama bir gün aniden patlak verir. Sağlığımızda, finansal durumumuzda veya psikolojimizde de benzer şekilde fırtına öncesi sessizlikler olabilir.

Sonuç: Sessizliği Doğru Okumak

Fırtına öncesi sessizlik her zaman huzurun göstergesi değildir. Bazen bu, yaklaşan büyük değişimlerin ve krizlerin habercisidir. Önemli olan, bu durgunluğun ardında neyin saklı olduğunu görebilmek ve hazırlıklı olmaktır.

Bugün dünya sahnesinde ve hayatımızda bir fırtına sessizliği mi yaşanıyor? Eğer öyleyse, fırtına kopmadan önce ne yapmalıyız?

-“Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir.”

-“Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sârî illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.” Bediüzzaman.

 

 




TURPUN BÜYÜĞÜ HEYBEDE: GÜNDEMLE ALAKALI TARİHİ VE İBRETLİ BİR YAZI

TURPUN BÜYÜĞÜ HEYBEDE: GÜNDEMLE ALAKALI TARİHİ VE İBRETLİ BİR YAZI


Türk atasözleri, asırlardır süzülerek gelen halk hikmetlerinin en güzel örnekleridir. “Turpun büyüğü heybededir” atasözü de bunlardan biridir. Görünen küçük meseleler bile işlerin ne denli büyüyebileceğini gösterir. Peki, bu sözün tarihî, sosyal ve güncel anlamda nasıl büyük bir ders verdiğini düşündünüz mü?

Tarih Boyunca “Turpun Büyüğü Heybede”

Tarih, küçük olayların büyük krizlere dönüşmesine dair ibretlik örneklerle doludur. Örneğin, I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi sadece bir suikastle başlamış gibi görünse de, aslında ardında yıllarca biriken emperyalist çıkar çatışmaları, ekonomik krizler ve milletler arasındaki gerginlikler vardı. Avusturya-Macaristan Veliaht Prensi Ferdinand’ın öldürülmesi sadece kıvılcımı çaktı, ama turpun büyüğü çoktan heybedeydi.

Benzer şekilde, Osmanlı’nın yıkılışı da sadece birkaç yılın meselesi değildi. Tanzimat’tan itibaren biriken ekonomik dengesizlikler, iç karışıklıklar, dış borçlar ve savaşlar, sonunda büyük çöküşü getirdi. Son darbeyi I. Dünya Savaşı vurdu, ama Osmanlı çoktan ağır hastaydı. Görünen ufak çatlakların ardında büyük kırılmalar gizliydi.

Günümüzde Turpun Büyüğü Nerede?

Bugün dünya çapında yaşanan olaylara bakınca da “Turpun büyüğü heybededir” sözü kulağa çalınıyor. Küresel ekonomi, enflasyon, savaşlar, enerji krizleri, iklim değişikliği derken, aslında karşı karşıya olduğumuz asıl büyük tehlikeler daha tam olarak kendini göstermedi.

Ekonomik dalgalanmalar: Bugün bazı ülkelerde enflasyon ve hayat pahalılığı gündemde. Ancak, büyük bir küresel kriz mi yaklaşıyor? 1929’daki Büyük Buhran da önce küçük finansal dalgalanmalarla başlamıştı.

Jeopolitik gerilimler: Bugün dünyada pek çok bölgede çatışmalar yaşanıyor. Ancak tarih, bize şunu gösteriyor: Büyük savaşlar, genellikle küçük gerilimlerin birikmesiyle patlak verir.

Teknoloji ve yapay zekâ devrimi: Bugün teknoloji hayatımızı kolaylaştırıyor ama gelecekte işsizlik, mahremiyet ihlalleri ve ahlaki problemler konusunda büyük krizler yaşanabilir mi?

Bireysel Hayatımızda “Turpun Büyüğü Heybede”

Sadece devletler ve toplumlar için değil, bireysel hayatlarımızda da bu söz büyük dersler verir. Günlük hayatta önemsiz gördüğümüz küçük hatalar, dikkatsizlikler, ihmal ettiğimiz sorumluluklar, ileride büyük sonuçlar doğurabilir. Sağlığımıza dikkat etmezsek yıllar sonra büyük hastalıklarla yüzleşebiliriz, küçük borçlar birikerek büyük mali krizlere dönüşebilir, ilişkilerde önemsiz sandığımız kırgınlıklar büyük kopuşların habercisi olabilir.

Sonuç: Küçük İşaretleri Dikkate Alalım

“Turpun büyüğü heybededir” demek, sadece büyük krizlerin geleceğini kabul etmek değil, aynı zamanda bu krizleri öngörerek önlem almak anlamına gelir. Tarihten ders almazsak, gelecekte aynı hataları tekrarlarız. Küresel, toplumsal ve bireysel düzeyde dikkatli olup küçük işaretleri görmeli, olabilecek büyük problemlere hazırlıklı olmalıyız. Çünkü çoğu zaman gerçek felaketler sessizce yaklaşır ve fark edildiğinde çok geç olabilir.

Sizce, bugünün dünyasında “turpun büyüğü” nerede saklı?

“Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir.”

-“Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sârî illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.” Bediüzzaman.

 

 




KABİRDEKİLERİN HALİNİ KEŞFEDEN BİR DÜNYALI.

KABİRDEKİLERİN HALİNİ KEŞFEDEN BİR DÜNYALI.


Kabirdeki Halin Keşfi: İbret Dolu Bir Yolculuk

Hayatın en büyük sırlarından biri, ölümden sonra ne olacağıdır. İnsan aklı, bu sırrı çözmek için her daim merak içinde olmuştur. Dünyada yaşayan birinin, kabirdeki insanların halini keşfettiğini düşünelim. Bu kişi, ölüm sonrası yaşamın gerçekliğine tanıklık ederek hem kendisi için hem de diğer insanlar için ibret verici bir hikaye bırakır.

Kabir: Ahiretin İlk Durağı

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), kabir hayatını şöyle tarif etmiştir:
“Şüphesiz kabir, ahiret duraklarının ilkidir. Eğer kişi bu duraktan kurtulursa, sonrası daha kolaydır. Eğer kurtulamazsa sonrası daha çetindir.” (Tirmizî, Kıyamet, 26).
Kabir, kişinin dünyada yaptıklarının ilk hesabını verdiği, ahirete geçişin başlangıç noktasıdır. Bu, insanların amellerine göre ya rahmetle dolup huzur buldukları ya da azapla dolup sıkıntı çektikleri bir mekandır.

Kabirdeki Halin Keşfi

Bir gün, merakla dolu bir dünyalı, kabirdeki insanların haline şahitlik etme fırsatı bulur. Bu kişi, kabirlerin sessiz sakin göründüğüne, ancak içeride bambaşka bir âlemin var olduğuna tanık olur. Görülen manzaralar ibret vericidir:

1. Salih Amellerle Dolu Kabirler
Bazı kabirler, nurla dolup taşmaktadır. İçindekiler, huzur ve mutluluk içindedir. Bu kişiler, dünyada iman ve güzel amellerle hayatlarını süslemiş, Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirmiş kimselerdir. Kabirlerinden yükselen sesler, şükür ve mutluluk doludur:
“Rabbimiz, bize vaat ettiğin nimetleri lütfettin. Sana hamd olsun!”
Bu sahne, dünyalıya şu ayeti hatırlatır:
“Şüphesiz, ‘Rabbimiz Allah’tır’ deyip sonra dosdoğru olanlar, onlara melekler iner: ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vaat edilen cennetle sevinin.’” (Fussilet, 30).

2. Azap İçindeki Kabirler
Bazı kabirler ise karanlık ve sıkıntı içindedir. İçindekiler pişmanlık ve korku içinde kıvranmaktadır. Dünyada Allah’ın emirlerini hiçe sayan, insanlara zulmeden ya da gaflet içinde yaşayan kimseler, kabirde azap görmektedir. Onların feryatları yürekleri parçalar:
“Rabbim! Beni geri gönder, salih bir kul olayım!”
Ancak bu feryatlar nafiledir. Dünyalı, şu ayeti hatırlar:
“Onlardan birine ölüm gelip çattığında, ‘Rabbim, beni geri gönder ki terk ettiğim dünyada iyi işler yapayım!’ der. Hayır! Bu, onun söylediği bir sözden ibarettir.” (Müminun, 99-100).

İbret ve Dersler

Bu keşif, dünyalının hem kendi hayatını hem de diğer insanların yaşamlarını sorgulamasına sebep olur. Kabir hayatının gerçekliğini görmek, dünya hayatındaki sorumlulukların önemini daha net bir şekilde ortaya koyar. Şu gerçekler apaçık ortadadır:

1. Dünya Hayatı Bir İmtihandır
Dünyalı, kabirdeki insanların hallerinden, hayatın geçici ve sınav dolu olduğunu öğrenir. Dünya, ahiret için bir hazırlık yeridir ve herkes bu imtihanı başarıyla tamamlamaya çalışmalıdır.

2. Salih Amellerin Önemi
Kabirlerinde huzur içinde olanların durumları, dünyalının dikkatini çeker. Namaz, sadaka, güzel ahlak, yardımlaşma ve Allah’a olan bağlılık, kabirde insanın yanında olan en önemli şeylerdir.

3. Gafletin Pişmanlığı
Azap içindeki kabirler ise dünyalıyı derinden etkiler. Gafletle geçirilen bir ömrün, sadece pişmanlık getirdiğini anlar. Bu durum, şu ayeti hatırlatır:
“O gün kişi, kendi elleriyle yaptığı her şeyin karşılığını görür ve inkâr eden, ‘Keşke toprak olsaydım!’ der.” (Nebe, 40).

Sonuç

Kabirdekilerin halini keşfeden dünyalı, hayatın değerini anlamış ve bu ibret dolu deneyimden derin bir ders almıştır. İnsan, dünya hayatını sadece geçici zevkler için değil, ahiret için bir hazırlık olarak görmelidir. Kabirde huzur bulmak isteyen, dünyada Allah’ın emirlerine uygun yaşamalı ve salih amellerle hayatını süslemelidir.

Rabbim bizleri kabir azabından korusun ve ahiret yurdunda huzur ve mutluluk içinde olanlardan eylesin.

Amin.

 

 




SIRAT KÖPRÜSÜNDEN CEHENNEME GİDECEK OLAN BİR YOL

SIRAT KÖPRÜSÜNDEN CEHENNEME GİDECEK OLAN BİR YOL


Sırat Köprüsünden Cehenneme Düşmek: İbret ve Uyarı

Ahiret, herkesin dünya hayatındaki amellerinin karşılığını göreceği bir hesap günüdür. Bu hesapta sırat köprüsü, insanın cennete ya da cehenneme ulaşmasını belirleyen kritik bir geçittir. Sırat, kıldan ince ve kılıçtan keskin olarak tarif edilen bir yol olup, müminler için kolaylaştırılacağı gibi günahkâr ve inkârcılar için son derece zor bir imtihan olacaktır. Sırattan geçerken cennete varmak yerine cehenneme düşmek ise, insanoğlu için en büyük hüsran ve pişmanlıktır.

Sırat Köprüsü: Son Hesabın Yolu

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), sırat köprüsünü şu şekilde tarif etmiştir:
“Cehennem üzerine sırat köprüsü kurulur. O kıldan ince, kılıçtan keskindir…” (Tirmizi, Kıyamet, 9).
Bu köprü, herkesin dünyada yaptıklarının bir yansımasıdır. Müminler sırattan hızla geçerken, günahkârlar zorluk çekecek ve bazıları cehenneme düşecektir. Cehenneme düşmek, insanın dünyadaki hatalarının ve gafletinin acı bir sonucudur.

Sırattan Cehenneme Düşmek: Günahların Bedeli

Sırattan geçerken cehenneme düşenlerin en büyük pişmanlığı, dünyada kendilerine verilen fırsatları değerlendirememiş olmalarıdır. Kur’an’da bu duruma işaret eden birçok ayet vardır:
“O gün günahkârlar, Rablerinin huzuruna zincirlerle bağlı olarak götürülür.” (İbrahim, 49).
Cehenneme düşenler, dünyadaki hatalarının farkına varır; ancak bu farkındalık artık bir fayda sağlamaz.

Günahların Ağır Yükü

Cehenneme düşmenin en büyük sebebi, dünya hayatında Allah’ın emirlerine karşı gelmek ve günah işlemekten kaçınmamaktır. İnsan, sırattan geçerken dünyadaki amellerinin yükünü taşır. Günahlarla dolu bir hayat, bu köprüyü geçmeyi imkânsız hale getirir:
“Onlar kendi ağırlıklarıyla beraber, saptırdıkları kimselerin ağırlıklarını da taşıyacaklar. Dikkat edin! Ne kötü bir yüktür o!” (Nahl, 25).
Bu ayet, insanın hem kendi günahlarının hem de başkalarını saptırmanın bedelini ödeyeceğini açıkça belirtir.

İman Eksikliği ve Amelsizlik

Sırattan cehenneme düşenlerin bir diğer özelliği, sağlam bir iman ve salih amellerden yoksun olmalarıdır. Peygamberimiz (s.a.v.), iman olmadan sıratı geçmenin mümkün olmadığını bildirmiştir. Ayrıca namaz gibi ibadetlerin ihmali de sıratta zorluk çekeceğimizin bir işareti olabilir:
“İlk sorguya çekileceğiniz şey namazdır. Eğer o düzgün olursa, diğer amelleriniz de düzgün olur.” (Tirmizi, Salat, 188).

Cehenneme Düşenlerin Pişmanlığı

Cehenneme düşenlerin en büyük azabı, hem fiziksel hem de manevi bir pişmanlık yaşamalarıdır. Kur’an’da onların feryatları şöyle dile getirilir:
“‘Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar ki, yaptıklarımızdan başka salih bir amel işleyelim.’ (Onlara denilir ki:) ‘Size düşünüp öğüt alacak kimsenin öğüt alabileceği kadar bir ömür vermedik mi?’” (Fatır, 37).
Bu ayet, cehenneme düşenlerin pişmanlık içinde yalvaracaklarını ancak artık dönüşün mümkün olmadığını vurgular.

Dünyadaki Seçimler ve Ahiret Yolu

Sırattan cehenneme düşmemek için dünya hayatında yapılan seçimlerin önemi büyüktür. İman etmek, Allah’a kulluk etmek, haramlardan sakınmak ve salih ameller işlemek, sırattan geçişi kolaylaştırır. Aksi halde gaflet, dünyevî tutkular ve günahlarla dolu bir hayat, insanı ebedi azaba sürükler. Kur’an bu konuda bizleri şöyle uyarır:
“Kim, Rabbinin huzuruna suçlu olarak gelirse, şüphesiz onun için cehennem vardır.” (Taha, 74).

İbret ve Uyanış

Sırat köprüsü ve cehenneme düşme hakikati, insana hayatını yeniden gözden geçirme fırsatı sunar. Bu dünya, ahiretin tarlasıdır. Her an bir fırsattır ve her fırsat, insanı ya cennete yaklaştırır ya da cehenneme sürükler. Rabbimiz bizleri şu ayetle uyarır:
“Rabbinizden bir mağfirete ve genişliği göklerle yer kadar olan, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için hazırlanmış cennete koşun.” (Al-i İmran, 133).

Sonuç

Sırat köprüsünden cehenneme düşmek, insanoğlu için en büyük kayıptır. Bu kayıp, dünya hayatında Allah’a kulluktan uzaklaşmak ve gaflet içinde yaşamaktan kaynaklanır. Ancak hâlâ vakit varken tevbe etmek, imanımızı güçlendirmek ve salih amellerle hayatımızı süslemek mümkündür. Rabbim bizleri sırat köprüsünden kolayca geçip cennet nimetlerine kavuşanlardan eylesin.

Amin.




KURAN-I KERİM’İ ANLAMADA NASIL BİR YÖNTEM TAKİP EDİLMELİDİR?

KURAN-I KERİM’İ ANLAMADA NASIL BİR YÖNTEM TAKİP EDİLMELİDİR?


Kur’an-ı Kerim’i Anlamada Nasıl Bir Yöntem Takip Edilmelidir?

Kur’an-ı Kerim, İslam’ın temel kaynağı ve insanlığa yol gösterici ilahi bir kitaptır. Onu doğru bir şekilde anlamak, sadece dil bilgisiyle değil, aynı zamanda bütüncül bir yaklaşım ve doğru yöntemlerle mümkündür. Peki, Kur’an’ı anlamada hangi metotlar izlenmelidir?

1. Samimi ve Halis Bir Niyetle Başlamak

Kur’an’ı anlamanın ilk şartı, samimi bir niyetle onu okumaktır. Kur’an, sadece entelektüel bir metin değil, insanın dünya ve ahiret saadeti için rehberlik eden ilahi bir kelamdır. Allah’ın hidayetine ulaşmak isteyen bir kalple ona yönelmek gerekir:
“Şüphesiz bu Kur’an, en doğru yola iletir…” (İsra, 9)

2. Arapça Bilgisi ve Kelimelerin Anlamını Kavramak

Kur’an’ın dili Arapçadır ve bu dili bilmek, anlamaya büyük katkı sağlar. Ancak herkesin Arapça öğrenmesi mümkün olmayabilir. Bu durumda, güvenilir meal ve tefsirlerden faydalanarak Kur’an’ın mesajını doğru anlamaya çalışmak gerekir.

3. Kur’an’ı Bütüncül Olarak Ele Almak

Kur’an’ı anlamak için onu parça parça değil, bir bütün olarak değerlendirmek önemlidir. Bir ayeti yorumlarken, o ayetin bağlamı ve diğer ayetlerle olan ilişkisi dikkate alınmalıdır. Kur’an’da birçok konu farklı surelerde ele alınır ve açıklamalar birbirini tamamlar.

4. Tefsirlerden ve Güvenilir Kaynaklardan Yararlanmak

Kur’an’ın bazı ayetleri açık ve anlaşılırken, bazıları daha derin anlamlar ihtiva eder. Bunları doğru anlamak için sahih tefsirlere başvurmak gerekir. İslam âlimlerinin klasik ve modern tefsirleri, ayetlerin iniş sebepleri, tarihi bağlamları ve yorumları hakkında bilgi sunar.
Bazı önemli tefsirler:

Taberî Tefsiri (Tarihsel bağlamı anlamada önemli)

İbn Kesir Tefsiri (Hadislerle desteklenen yorumlar ihtiva eder)

Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri (Dil ve mana açısından geniş açıklamalar yapar)

Fî Zılâlil Kur’an (Seyyid Kutub) (Sosyolojik ve günümüz meselelerine yönelik analizler içerir)

Risale-i Nur Külliyatı (Bediüzzaman)
Aklı ve nakli deliller muvacehesinde ele alır.

5. Sebeb-i Nüzûl Bilgisi ile Ayetleri Değerlendirmek

Bazı ayetler belli bir olay üzerine inmiştir. Bu olayları bilmeden ayetleri yorumlamak eksik olabilir. Ayetlerin iniş sebeplerini (sebeb-i nüzûl) anlamak, onları doğru yorumlamaya katkı sağlar.

6. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) Sünnetini ve Hadisleri Dikkate Almak

Kur’an’ın en iyi açıklayıcısı Peygamber Efendimiz’dir. Onun sözleri ve uygulamaları, Kur’an’ı nasıl anlayıp yaşadığımızı belirler. Peygamberimizin Kur’an’ı nasıl açıkladığını görmek için hadis kaynaklarına başvurmak önemlidir.

7. Akıl ve Kalp Dengesi ile Okumak

Kur’an’ı anlamak için sadece bilgi değil, aynı zamanda gönül açıklığı ve hikmet gerekir. Kur’an’ın üzerinde düşünmek, hazmetmek ve hayatımıza uygulamak, anlamanın en önemli boyutudur.

8. Günümüz Dünyasıyla Bağlantı Kurarak Anlamak

Kur’an, her çağın insanına hitap eder. Ayetleri bugünün dünyasına nasıl uyarlanabileceğini düşünerek okumak, Kur’an’ın evrensel mesajını daha iyi kavramamızı sağlar. Ancak bu yapılırken ayetlerin bağlamından koparılmaması gerekir.

Sonuç: Kur’an Sadece Okunmak İçin Değil, Yaşanmak İçindir

Kur’an’ı anlamak, sadece ilmi bir çaba değil, aynı zamanda bir hayat rehberi edinme sürecidir. Onu anlamak için samimi bir niyet, doğru kaynaklar ve sürekli bir çaba gerekir. Kur’an bize sadece bilgi sunmaz; aynı zamanda onu hayatımıza nasıl uygulayacağımızı da öğretir.

Kur’an’ın rehberliğiyle aydınlanmış bir hayat dileğiyle…




ÖLÜP KABRİSTANDA YATIP DA İŞİNİ BİTİRMİŞ VAR MIDIR ACABA?

ÖLÜP KABRİSTANDA YATIP DA İŞİNİ BİTİRMİŞ VAR MIDIR ACABA?


Ölüm ve Kabristan: Gerçekten İşimiz Bitiyor mu?

İnsan, dünya hayatında çeşitli meşguliyetler ve hedefler peşinde koşarken, ölümü çoğu zaman unutmaya meyillidir. Oysa ölüm, her nefis için kaçınılmaz bir gerçektir. Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur:

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.” (Ankebut, 57)

Bu ayet, insanın ölümden kaçamayacağını ve asıl dönüşün Allah’a olacağını hatırlatmaktadır. Peki, öldüğümüzde işimiz gerçekten bitmiş olur mu? Yoksa kabristandaki sessizlik, aslında bir başlangıcın işareti midir?

Kabristan: Dünya Hayatının Sonu mu, Ahiretin Başlangıcı mı?

Kabristan, dışarıdan bakıldığında sessiz ve hareketsizdir. Ancak İslam inancına göre orası, ebedi hayatın ilk durağıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v), kabir hayatının önemini şu sözleriyle ifade etmiştir:

“Kabir, ahiret duraklarının ilkidir. Eğer kişi bu duraktan kurtulursa, ondan sonrası daha kolaydır. Eğer kurtulamazsa, ondan sonrası daha çetindir.” (Tirmizî, Zühd, 5)

Bu hadis, kabir hayatının sanıldığı gibi bir son değil, aksine büyük bir imtihanın başlangıcı olduğunu göstermektedir. İnsan, öldüğünde dünyadaki malını, makamını ve yakınlarını geride bırakır. Ancak yanında götürebileceği tek şey, iman ve amelleridir.

İşini Bitirmiş Olanlar Kimlerdir?

Dünya hayatında işini bitirmiş olduğunu zanneden nice insanlar, ölümle birlikte asıl hesabın yeni başladığını fark edeceklerdir. Kabristanda yatanlar için asıl soru şudur: Gerçekten işimizi bitirmiş olarak mı öldük, yoksa asıl sorumluluğumuz yeni mi başlıyor?

İslam’a göre, hayatta yapılan her şeyin bir karşılığı vardır:

Eğer kişi Allah’a iman etmiş ve güzel ameller işlemişse, kabir onun için bir cennet bahçesi olur.

Eğer isyan içinde yaşamış, Allah’ın emirlerine kulak asmamışsa, kabir onun için cehennem çukurlarından bir çukur haline gelir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v), bu gerçeği şu hadis-i şerifle açıklar:

“Kul öldüğünde, amel defteri kapanır. Ancak üç şey onun için sevap kazandırmaya devam eder: Sadaka-i cariye (devam eden hayır), kendisinden faydalanılan ilim ve kendisine dua eden hayırlı bir evlat.” (Müslim, Vasiyyet, 14)

Bu hadisten anlıyoruz ki, bazı insanlar öldükten sonra bile işlerini tamamlamamış olur. Dünyada yaptıkları hayır işleri, yetiştirdikleri nesiller ve geride bıraktıkları faydalı ilimler sayesinde sevap kazanmaya devam ederler.

Kabristanda Yatıp da İşini Gerçekten Bitirmiş Olanlar

Dünya hayatında gaflet içinde olup da ahireti unutanlar, kabirde ilk sorguya çekildiklerinde işlerinin aslında bitmediğini anlayacaklardır. Ancak, dünya hayatında Allah’ın rızasını kazanmış, helal bir ömür sürmüş ve hayırlı işler yapmış kimseler için iş gerçekten tamamlanmış olabilir.

Allah Kur’an’da bu bahtiyar kullardan şöyle bahseder:

“Onlara, ‘Selam olsun size! Yaptıklarınıza karşılık olarak cennete girin’ denilir.” (Nahl, 32)

Gerçek anlamda işini bitirmiş olanlar, dünya hayatında Allah’ın rızasını kazanmış ve ahirette ebedi saadete ulaşanlardır.

Sonuç: Kabristan Bir Son Değil, Yeni Bir Başlangıçtır

Kabristan, dünya hayatının son durağı gibi görünse de, aslında sonsuz ahiret hayatının ilk adımıdır. Orada yatanlar için hesap henüz tamamlanmış değildir. Ya amel defterleri hayırla kapanmış olacak ya da yapılan kötülüklerin pişmanlığı içinde hesap günü beklenecektir.

Bu yüzden her insan, ölüm gelmeden önce kendini hesaba çekmeli ve şu soruyu sormalıdır:

“Öldüğümde gerçekten işimi tamamlamış olacak mıyım, yoksa ahiret hayatında pişmanlık duyacak mıyım?”

Cevabınız, bugünkü hayatınızı nasıl yaşadığınıza bağlıdır.

 

 




DÜNYADA KAYIP ÇOCUKLAR

DÜNYADA KAYIP ÇOCUKLAR

Dünyada kayıp çocuklar, hem insani hem de toplumsal açıdan büyük bir sorundur. Her yıl milyonlarca çocuk çeşitli nedenlerle kayboluyor. Bu kayıpların arkasında insan kaçakçılığı, aile içi anlaşmazlıklar, doğal afetler, savaşlar ve kaçırılma gibi pek çok sebep bulunuyor.

Kayıp Çocuklar ile İlgili Önemli Veriler

Uluslararası Kayıp Çocuklar Günü: Her yıl 25 Mayıs’ta, kayıp çocuklara dikkat çekmek amacıyla anılır.

Her Yıl Kaybolan Çocuk Sayısı:

ABD’de yıllık yaklaşık 460.000 çocuğun kaybolduğu bildiriliyor.

Avrupa’da yılda 250.000 çocuğun kaybolduğu tahmin ediliyor.

Dünya genelinde ise net bir rakam vermek zor, ancak milyonlarca çocuğun kaybolduğu düşünülüyor.

İnsan Kaçakçılığı ve Çocuk Ticareti:

Birleşmiş Milletler (BM) verilerine göre, insan kaçakçılığı mağdurlarının %30’u çocuklardan oluşuyor.

Çocuklar genellikle zorla çalıştırılma, organ mafyası, yasa dışı evlat edinme ve cinsel istismar gibi nedenlerle kaçırılıyor.

Kayıp Çocukların Başlıca Nedenleri

1. Aile İçinde Yaşanan Sorunlar: Boşanma, velayet davaları veya istismar nedeniyle çocuklar evden kaçabiliyor veya bir ebeveyn tarafından kaçırılabiliyor.

2. Kaçırılmalar: İnsan kaçakçılığı çeteleri veya bireysel suçlular tarafından kaçırılma vakaları sık görülüyor.

3. Savaş ve Göç: Savaş bölgelerinde ve mülteci kamplarında kaybolan çocukların bulunması daha da zorlaşıyor.

4. Doğal Afetler: Depremler, seller gibi felaketler sonucu çocuklar ailelerinden ayrı düşebiliyor.

Kayıp Çocukları Bulma Çalışmaları

Interpol’ün Kayıp Çocuk Programı: Uluslararası polis teşkilatı, kayıp çocukları bulmak için çalışıyor.

AMBER Alert Sistemi: ABD ve bazı ülkelerde kayıp çocuklar için anında bildirim yapan sistem.

Europol ve ECPAT Gibi Örgütler: Çocuk kaçakçılığına karşı uluslararası mücadele yürütüyor.

Türkiye’de Durum

Türkiye’de de her yıl binlerce çocuk kayboluyor. Kayıp Çocuklar Platformu ve Emniyet Genel Müdürlüğü, kayıp vakalarını takip ediyor. Aileler, kayıp çocuklarını bulmak için sosyal medyadan ve haberlerden de destek alıyor.

Kayıp çocuklarla ilgili farkındalığı artırmak, yetkililere bildirimde bulunmak ve önleyici tedbirler almak hayati önem taşıyor.

@@@@@@@

**Dünyada Kayıp Çocuklar: Genel Durum, Nedenler ve Çözüm Önerileri**
Dünya genelinde kayıp çocuklar, hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde ciddi bir insani kriz olarak varlığını sürdürüyor. Bu sorun, çocuk hakları ihlalleri, organize suçlar, göç ve doğal afetler gibi faktörlerle daha da derinleşiyor. İşte dünya çapında kayıp çocuklara ilişkin temel veriler, zorluklar ve çözüm önerileri:

### **1. Küresel İstatistikler ve Ülke Bazlı Veriler**
– **Avrupa Birliği**: Her yıl yaklaşık **250.000 çocuk** kayboluyor. Bu vakaların önemli bir kısmı kaçırma, istismar veya insan ticaretiyle bağlantılı .
– **ABD**: Yılda **460.000 çocuk** kayboluyor. Bu sayı, dünya genelinde en yüksek oranlardan biri .
– **Hindistan**: Her **8 dakikada bir çocuk** kayboluyor. Kaybolan çocukların büyük kısmı zorla çalıştırılıyor veya seks ticaretine maruz bırakılıyor .
– **Almanya, Meksika ve Birleşik Krallık**: Sırasıyla yıllık **100.000**, **120.000** ve **112.853** çocuk kayıp vakası kaydediliyor .
– **Mülteci Çocuklar**: 2014-2017 arasında Avrupa’ya gelen **30.000 refakatsiz çocuk** kayboldu. Bu çocuklar genellikle organ mafyası veya fuhuş ağlarının hedefi oluyor .

### **2. Kaybolma Nedenleri**
– **İnsan Ticareti**: Özellikle Asya ve Afrika’da kaybolan çocuklar, zorla çalıştırma, seks köleliği veya organ ticareti için kaçırılıyor .
– **Çatışma ve Göç**: Suriye, Afganistan ve Afrika ülkelerindeki savaşlar, **milyonlarca çocuğu** yetim veya refakatsiz bırakıyor. UNICEF’e göre dünya genelinde **140 milyon** kayıtlı yetim çocuk bulunuyor .
– **Doğal Afetler**: Deprem, sel gibi afetler sonrası çocuklar kaybolabiliyor. Örneğin, 2023 Türkiye depremlerinde **3.270 kişi** kayıp ilan edildi ve çocuklar bu grubun önemli bir kısmını oluşturuyor .

### **3. Veri Toplama ve Politikaların Yetersizliği**
– **Veri Eksikliği**: Birçok ülkede kayıp çocuklara dair kapsamlı veri sistemleri bulunmuyor. Örneğin, Türkiye’de kayıp çocuk istatistikleri TÜİK tarafından yayımlanmakla birlikte, Toplum Çalışmaları Enstitüsü bu verilerin yetersiz olduğunu ve uluslararası ağlara entegrasyon eksikliğini eleştiriyor .
– **AB’deki Sorunlar**: Avrupa’da veri paylaşımı, mahremiyet endişeleri ve merkezi sistem eksikliği nedeniyle engelleniyor .

### **4. Çözüm Önerileri**
– **Ulusal Acil Uyarı Sistemleri**: AMBER Alert gibi sistemlerin yaygınlaştırılması ve teknoloji (yapay zeka, sosyal medya) ile entegrasyon .
– **Veri Analizi**: Kaybolma nedenlerini analiz eden ulusal veri ağları oluşturulması .
– **Uluslararası İş Birliği**: Türkiye gibi ülkelerin Missing Children Europe gibi ağlara katılımı ve sınır ötesi iş birliği .
– **Toplumsal Farkındalık**: Aileleri ve toplumu bilinçlendiren kampanyalar düzenlenmesi .

### **5. Vaka Örnekleri ve Sembolik Adımlar**
– **6 Şubat Deprem Anıtı (Türkiye)**: Depremde kaybolan çocukların anısına yapılan anıt, toplumsal hafızayı canlı tutmayı amaçlıyor .

**Sonuç**: Kayıp çocuklar sorunu, yalnızca yerel değil küresel bir insanlık meselesidir. Veri şeffaflığı, teknolojik altyapı ve uluslararası iş birliğiyle bu krizin boyutları azaltılabilir. UNICEF ve sivil toplum kuruluşları, özellikle mülteci çocukların korunması için acil politikalar üretilmesi çağrısı yapıyor .




MÜSLÜMAN KİMLİKLİ TÜRK ZULMETMEZ -2-

MÜSLÜMAN KİMLİKLİ TÜRK ZULMETMEZ -2-

“Ben bakıyorum; kim bana zulmediyor, dikkat ediyordum, onlar katiyen Türk değillerdir. Çünkü, hakiki Türklerde zulmetmek damarı yoktur…” Bediüzzaman.
O zaman kim? -2-

**”Hakiki Türk Kimdir? Bediüzzaman’ın Zulüm ve Kimlik Eleştirisi Üzerine İbretlik Bir Analiz”**

Bediüzzaman Said Nursî’nin, *”Ben bakıyorum; kim bana zulmediyor, dikkat ediyordum, onlar katiyen Türk değillerdir. Çünkü, hakiki Türklerde zulmetmek damarı yoktur”* sözü, kimlik, aidiyet ve zulüm arasındaki paradoksu sorgulayan derin bir sosyolojik tespittir. Bu ifade, Türk milliyetçiliği söylemi altında faaliyet gösteren ancak köken itibarıyla Türk olmayan kişilerin, Bediüzzaman’a ve davasına yönelik baskılarını eleştirirken, aynı zamanda “Türklük” kavramını da yeniden tanımlama çabasıdır. Peki, bu sözün arka planında hangi tarihî ve sosyal gerçekler yatıyor?

### 1. **Tarihî Bağlam: Türkçülük ve İktidar İlişkileri**
Bediüzzaman’ın bu sözü, 20. yüzyıl başlarında Osmanlı’nın çöküşü ve Cumhuriyet’in kuruluş sürecindeki kimlik politikalarına bir tepkidir. O dönemde, Türk Ocakları ve Türk Tarih Kurumu gibi kurumlar, etnik kökeni Türk olmayan ancak Türkçülük ideolojisini benimseyen kişilerce yönetiliyordu. Örneğin, Türk Ocakları’nın kurucuları arasında Kırım kökenli Yusuf Akçura, Kürt kökenli Ziya Gökalp ve Dönme kökenli Halide Edip gibi isimler vardı . Bediüzzaman, bu kişilerin “Türklük” perdesi altında asimilasyon ve baskı politikaları yürüttüğünü savunuyordu. Ona göre, gerçek Türklerin karakterinde zulme meyil yoktu; bu tavır, ancak kimliğini gizleyenlerin işi olabilirdi.

### 2. **Zulmün Kaynağı: İdeolojik Manipülasyon**
Bediüzzaman’a yönelik baskılar, özellikle Risale-i Nur hareketinin yayılması ve dini eğitimi savunması nedeniyle artmıştı. 1930’larda Kemalist rejim, sekülerleşme politikalarını dayatırken, Bediüzzaman’ın İslami eğitim vurgusu ve Medresetü’z-Zehra projesi (Şark Üniversitesi) bu politikaya ters düşüyordu . Bu çatışma, devlet yetkililerinin onu “Kürtçülük” ve “anarşizm”le suçlamasına yol açtı. Ancak Bediüzzaman, kendisine zulmedenlerin “Türk maskesi takan yabancı kökenli jakobenler” olduğunu vurguladı . Örneğin, 1936’daki Sason Hadisesi’nde devlet, Arap köylerindeki bir çatışmayı “Kürt isyanı” olarak rapor ederek, Bediüzzaman’ın talebelerini hedef gösterdi . Bu tür manipülasyonlar, gerçek Türk kimliğinin değil, ideolojik çıkarların ürünüydü.

### 3. **Hakiki Türk Kimdir?**
Bediüzzaman’ın “hakiki Türk” tanımı, etnik kökenden ziyade ahlaki ve manevi değerlere dayanır. Ona göre Türkler, İslam’ın bayraktarlığını yapan, adaletli ve merhametli bir millettir. Bu bağlamda, zulüm yapanların kökeni ne olursa olsun, Türklükle bağdaşmadığını savunur. Örneğin, Afyon Hapishanesi’nde tutuklu bulunduğu dönemde, kendisiyle görüşen jandarma ve savcıların tavrını “Türk olmayanların despotluğu” olarak yorumlamıştır . Bu durum, Bediüzzaman’ın milliyetçiliği reddetmediğini, ancak onu “manevi bir kimlik” olarak yeniden inşa etmeye çalıştığını gösterir.

### 4. **İbretlik Örnekler: Tarih ve Günümüz**
– **Türk Tarih Kurumu’nun Kurucuları**: Kurumun ilk başkanı Tevfik Bıyıklıoğlu’nun kökeni belirsizdir ve kayıtlarda “Çanakkale doğumlu” dışında detay yoktur . Bu belirsizlik, Bediüzzaman’ın eleştirisini destekler niteliktedir.
– **Said Nursî’ye Yönelik İftiralar**: 1930’larda devlet, onu “anarşist” olarak suçlarken, hiçbir somut delil sunamamıştır. Mahkemelerde beraat etmesine rağmen, bu karalamalar siyasi bir araç olarak kullanılmıştır .
– **Günümüzdeki Yansımalar**: Bediüzzaman’ın sözleri, günümüzde de kimlik siyaseti ve baskı mekanizmaları arasındaki ilişkiyi anlamak için bir rehber niteliğindedir. Örneğin, “ırkçılık” adı altında yapılan ayrımcılıklar, gerçek millî değerlerle örtüşmemektedir.

### 5. **Sonuç: Kimlik, Ahlak ve Hakikat**
Bediüzzaman’ın eleştirisi, kimliğin etnik bir kategori olmaktan çok **ahlaki bir duruş** olduğunu vurgular. Ona göre, zulüm yapanlar “Türklük” iddiasında bulunsa bile, bu iddia ancak gerçek Türklerin erdemleriyle çeliştiği sürece geçersizdir. Bu perspektif, günümüzde de ırkçılık, baskı ve ideolojik manipülasyonlara karşı bir uyarıdır:
> *”Hakikat, ancak adalet ve merhametle taçlandırıldığında bir anlam kazanır. Gerisi, perde arkasındaki karanlık oyunlardır.”* .

Bediüzzaman’ın mirası, kimlikleri **aidiyetle değil, hakikatle** tanımlamamız gerektiğini hatırlatıyor.

 

 




MÜSLÜMAN KİMLİKLİ TÜRK ZULMETMEZ -1-

MÜSLÜMAN KİMLİKLİ TÜRK ZULMETMEZ -1-


“Ben bakıyorum; kim bana zulmediyor, dikkat ediyordum, onlar katiyen Türk değillerdir. Çünkü, hakiki Türklerde zulmetmek damarı yoktur…” Bediüzzaman. -1-

Hakiki Türk ve Zulmetmeyen Ruh

Tarih, milletlerin karakterini sadece zaferleriyle değil, aynı zamanda adalet anlayışlarıyla da şekillendirir. Türk milletinin binlerce yıllık geçmişine bakıldığında, adalet, merhamet ve hoşgörünün en temel değerler arasında olduğu görülür. “Ben bakıyorum; kim bana zulmediyor, dikkat ediyordum, onlar katiyen Türk değillerdir. Çünkü, hakiki Türklerde zulmetmek damarı yoktur…” sözü, bu tarihi karakterin en güzel özetlerinden biridir.

Türk’ün Adalet Anlayışı

Türk tarihinde, yönetim anlayışı her zaman adalet üzerine kurulmuştur. Orhun Yazıtları’ndan Osmanlı’nın hoşgörü politikalarına kadar birçok örnek, Türklerin zulmetmekten kaçındığını, bilakis adalet dağıtan bir millet olarak tanındığını gösterir.

Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın “Bizim devletimizde herkes dininde ve inancında serbesttir” sözü, Türklerin adalet anlayışını yansıtan önemli bir örnektir. Yine Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin vasiyetinde yer alan “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” düsturu, yönetimde adaletin ne denli önemli olduğunu gösterir. Osmanlı’nın fethettiği topraklarda insanların dinlerine, dillerine ve kültürlerine dokunulmaması da bu anlayışın sonucudur.

Zulmeden Kimdir?

Hakiki Türk’ün zulmetmeyeceği fikri, aslında bir milletin öz değerlerini ve ahlaki kodlarını anlatır. Zulmetmek, adaletten sapmaktır. Tarih boyunca zalimlerin ortak özelliği, insani değerlerden uzak, bencil ve menfaatçi bir yaklaşım sergilemeleridir. Gerçek Türk, bu tür bir anlayışa sahip olamaz; çünkü Türklüğün mayasında vicdan, merhamet ve adalet vardır.

Zulmedenler, her zaman bireysel çıkarlarını toplumun huzurunun önüne koyanlardır. Onlar, makam ve servet hırsıyla gözleri kör olmuş, insaniyeti unutmuş olanlardır. Türk tarihine baktığımızda, zulmeden yöneticilerin eninde sonunda halk tarafından reddedildiğini, adaletten sapmanın uzun vadede yok oluşa sebep olduğunu görürüz.

Hakiki Türk Kimdir?

Hakiki Türk, mazluma kalkan olan, adaleti her şeyin üstünde tutan, düşmanına bile insanca davranan kişidir. Bu karakter, sadece devlet yönetiminde değil, gündelik hayatta da kendini gösterir. Bir Türk’ün ahlaki duruşu, onun zulmetmeyeceğini, bilakis haksızlığa karşı duracağını kanıtlar.

Bugün de gerçek bir Türk, hangi coğrafyada olursa olsun, mazlumun yanında durur, haksızlığa sessiz kalmaz ve zulmetmeyi bir insanlık suçu olarak görür. Hakiki Türk ruhu, asırlar boyunca ne Moğol istilalarında ne de modern çağın sömürgeci düzeninde zalimleşmemiştir.

Sonuç: Adaletin Mirası

Bu söz, sadece bir milletin karakterini anlatmakla kalmaz, aynı zamanda insan olmanın erdemini de hatırlatır. Zulmetmek, aslı ne olursa olsun, ahlaki zayıflıktan doğar. Hakiki Türk, zulmetmez; çünkü Türk ruhu, vicdanın, adaletin ve merhametin temsilcisidir.

Bu yüzden, bugün ve her zaman, zulmün kimden geldiğine değil, kimin adaleti savunduğuna bakılmalıdır. Hakiki Türk, her çağda adaletin yanında olan, mazlumu koruyan ve zalime karşı dimdik duran kişidir.

Zira, “Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi).”