O SENDEN SEN O’NDAN RAZI OLARAK GİR CENNETE

O SENDEN SEN O’NDAN RAZI OLARAK GİR CENNETE[1]

 

“Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön!” Fecr.28.


Rabbine Râzı Dönmek: İlahi Rızanın Zirvesi

İnsan, yaratılış gayesini idrak ettiğinde en büyük hedeflerinden biri Rabb’inin rızasını kazanmaktır. Allah Teâlâ’nın mümin kullarına hitaben söylediği şu ayet, bu gayenin en güzel ifadesidir:

“Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön!” (Fecr, 28)

Bu ayet, Allah’ın razı olduğu ve kendisinden razı olunan kullara müjde niteliğindedir. Peki, Allah’tan razı olmak ve Allah’ın rızasını kazanmak ne anlama gelir? Bu ilahi rızaya ulaşan kulların vasıfları nelerdir?

Allah’tan Razı Olmak ve Allah’ın Rızasını Kazanmak

Allah’tan razı olmak, kişinin başına gelen her şeyi O’ndan bilmesi, kaderine teslim olması ve O’nun hükümlerine gönülden bağlanmasıdır. Bu, hem bollukta hem de darlıkta O’na güvenmeyi ve sabretmeyi gerektirir. Hadis-i şeriflerde de Allah’ın rızasına ulaşan kulların özellikleri anlatılmıştır:

“Allah kime hayır dilerse, onu musibetle imtihan eder.” (Buhârî, Merdâ, 1)

Bu hadis, kişinin başına gelen sıkıntıları birer imtihan olarak görmesi gerektiğini vurgular. Allah’a tam teslimiyet içinde olan bir kul, başına gelen her durumda O’ndan razı olur ve tevekkülle hareket eder.

İlahi Rızaya Eren Kulların Özellikleri

Kur’an ve hadisler, Allah’ın razı olduğu kulların bazı temel vasıflarını bize bildirir:

1. İhlas ve Samimiyet: Allah’ın rızasını gözeterek ibadet edenler, amellerinde gösterişten uzak dururlar.

2. Sabır ve Şükür: Musibetlere karşı sabreden, nimetlere şükredenler, rıza makamına erişirler.

3. Tevbe ve Bağışlanma Dilemek: Günahlarını kabul edip Allah’tan af dileyenler, O’nun merhametine ulaşırlar.

4. Salih Ameller İşlemek: Namaz, oruç, zekât gibi ibadetleri samimiyetle yerine getirenler, Allah’ın sevgisine yaklaşır.

Bu vasıflara sahip olan kimseler için Kur’an’da şöyle buyurulur:

“Allah, onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte bu, en büyük başarıdır.” (Maide, 119)

Son Anı Güzel Tamamlamak: Hüsn-ü Hâtime

Fecr Suresi’nin 28. ayetinde geçen ilahi hitap, özellikle hayatın son anı için büyük bir müjdedir. Öyle bir an düşünelim ki kişi, Rabbine dönerken O’nun rızasını kazanmış, hayatını kulluk bilinciyle tamamlamıştır. İşte bu, mümin için en büyük kazançtır.

Peygamber Efendimiz (sav), “Bir kul hayatı boyunca nasıl yaşarsa, o şekilde ölür ve nasıl ölürse, o şekilde diriltilir.” (Müslim, Cennet, 83) buyurarak, rıza makamına ulaşan kulların güzel bir sonla ahirete irtihal edeceklerini bildirmiştir.

Sonuç: Rıza Makamına Ulaşmak İçin Çaba Göstermek

Allah’ın rızasını kazanmak, dünyadaki en büyük nimetlerden biridir. Bu yolda samimiyetle yürüyen ve imtihanlara sabreden kullar, sonunda en büyük müjdeye ulaşacaklardır:

“Allah onlardan razıdır, onlar da Allah’tan razıdır.” (Beyyine, 8)

Öyleyse, her anımızı bu ilahi rızaya ulaşmak için değerlendirelim. O’nun sevgisini kazanan kullardan olmak duasıyla…

@@@@@

[1] https://www.youtube.com/watch?v=knBZL9pXpzA




Kuran-ı Kerim’de insan hak ve hukuki ile ilgili düstur ve ölçüler.

Kuran-ı Kerim’de insan hak ve hukuki ile ilgili düstur ve ölçüler.


Kur’an-ı Kerim, insan hak ve hukukunu gözeten bir dizi ilke ve ölçü içermektedir. Bu ilkeler, insanların onuruna, özgürlüğüne ve adaletine büyük önem verir. Aşağıda, insan haklarıyla ilgili bazı temel düsturlar ve ölçülerden bahsedilmektedir:

1. İnsanın Değeri ve Eşitliği

Her insan eşit yaratılmıştır: Kur’an, insanın en değerli varlık olarak yaratıldığını ve üstünlüğün sadece takvada olduğunu vurgular.

“Andolsun, Biz insanı şerefli kıldık.” (İsra, 17/70)

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık… Allah katında en üstün olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.” (Hucurât, 49/13)

2. Adalet ve Hukukun Üstünlüğü

Adaletin temel olduğu: Adaletin herkes için geçerli olduğu, haksızlık ve zulmün yasaklandığı ifade edilir.

“Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.” (Nisa, 4/58)

“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan ve Allah için şahitlik eden kimseler olun.” (Maide, 5/8)

3. Can Güvenliği ve Yaşam Hakkı

Yaşama hakkı kutsaldır: Haksız yere bir cana kıyılması, bütün insanlığı öldürmekle eşdeğer görülür.

“Kim bir canı öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa, sanki bütün insanları kurtarmış gibi olur.” (Maide, 5/32)

4. Özgürlük ve İnanç Hakkı

Dinde zorlama yoktur: İnanç özgürlüğü esastır ve bir kişiye zorla bir din veya görüş benimsetilemez.

“Dinde zorlama yoktur. Artık doğruluk, sapıklıktan ayrılmıştır.” (Bakara, 2/256)

5. Mülkiyet Hakkı

Haksız kazanç yasaklanmıştır: Kur’an, bireylerin mal ve mülk edinme hakkını tanır ancak bu hakların adaletli yollarla elde edilmesini şart koşar.

“Birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin.” (Bakara, 2/188)

6. Kadın ve Erkek Hakları

Kadın ve erkeğin eşitliği: Kadınlar ve erkekler, insanlık onuru bakımından eşittir; ancak biyolojik ve sosyal farklılıklara uygun hak ve sorumluluklar tanınmıştır.

“Erkeklerin kazandıklarından bir payı olduğu gibi, kadınların da kazandıklarından bir pay vardır.” (Nisa, 4/32)

7. Yetim ve Zayıfların Korunması

Yetim haklarına saygı: Yetimlerin haklarının korunması ve zayıf durumdaki insanların gözetilmesi teşvik edilir.

“Yetimin malına, erginlik çağına ulaşıncaya kadar, en güzel bir tarz dışında yaklaşmayın.” (En’am, 6/152)

8. İnsanın Özgür İradesi

İradenin korunması: İnsanlar seçimlerinde özgürdür ve baskı altına alınmaları yasaklanmıştır.

“De ki: Hak Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” (Kehf, 18/29)

9. Zulüm ve Haksızlığın Yasaklanması

Haksızlık ve zulmün her türlüsü yasaktır: İnsanlara karşı adil davranmak bir müminin görevidir.

“Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur.” (Hud, 11/113)

10. Mazlumlara Yardım

Mazlumları savunma görevi: Mazlumların korunması ve zalimlerin zulmüne karşı durulması emredilmiştir.

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve ‘Ey Rabbimiz! Bizi bu zalim halkın içinden çıkar’ diyen zayıf erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” (Nisa, 4/75)

Bu ilkeler, Kur’an-ı Kerim’in insan haklarını koruma ve toplumsal düzeni sağlama konusundaki genel yaklaşımını özetlemektedir. İslam hukukunda bu ilkeler, bireysel ve toplumsal hakların çerçevesini çizer.

 

 




Ana rahminden geldik pazara, bir kefen aldık döndük mezara…

Ana rahminden geldik pazara, bir kefen aldık döndük mezara…

“Ana Rahminden Geldik Pazara, Bir Kefen Aldık Döndük Mezara”

İnsan, dünyaya gözlerini açtığı anda aslında ölüm yolculuğuna başlamıştır. Yunus Emre’nin bu anlamlı sözleri, hayatın geçiciliğini ve insanın ahiret yolculuğunu en güzel şekilde özetler. Dünyanın cazibesine kapılan insan, çoğu zaman gerçek amacını unutur; ancak bu dizeler, bizi tekrar hakikate döndürmek ve hayatın özünü kavramamıza yardımcı olmak için güçlü bir uyarıdır.

1. Dünya: Kısa Bir Pazar

Ana rahminden dünyaya gelen insan, aslında bir pazara gelmiştir. Bu pazar, insanın ahiret sermayesini hazırlayacağı yerdir. Tıpkı bir tüccarın kazanç ve kayıp hesapları yaptığı bir çarşı gibi, dünya da insanın imtihan alanıdır. Kur’an-ı Kerim’de bu durum şöyle ifade edilir:
“Dünya hayatı, aldatıcı bir metadan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 185)

Dünyadaki her şey geçicidir; mal, mülk, makam, hatta gençlik ve sağlık bile. İnsan, bu pazardan kazançlı çıkmak istiyorsa, salih amellerle ahiretini güzelleştirmek için çalışmalıdır.

2. Kefen: Hayatın Son Hediyesi

Yunus Emre’nin “Bir kefen aldık döndük mezara” sözü, hayatın en büyük gerçeğini, yani ölümü hatırlatır. İnsan, bu dünyadan ayrıldığında yanında sadece kefenini götürür. Malını, mülkünü, hatta sevdiklerini geride bırakır. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim’de insan, ahiret için hazırlık yapmaya çağrılır:
“Her bir nefis, yarın için ne hazırladığına baksın.” (Haşr, 18)

Kefen, hayatın dünya tarafındaki son noktasıdır. Bu beyaz bez, herkes için eşittir; zengin-fakir, genç-yaşlı fark etmeksizin herkes bu sade örtüyle toprağa verilir.

3. Ölüm: Bir Son Değil, Başlangıç

Ölüm, aslında yok oluş değil; ebedi hayata açılan bir kapıdır. Yunus Emre, bu dünyayı bir pazar olarak tasvir ederken, asıl kazancın ahiret olduğunu hatırlatır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), dünya hayatını bir yolcunun gölgelik altında dinlenmesi gibi tarif etmiştir. Yani dünya, ahiret yolculuğunda geçici bir duraktır.

Her gün bir adım daha sona yaklaştığımız bu hayat yolculuğunda ölüm, Allah’ın huzuruna çıkacağımız ana geçiştir. Bu nedenle ölümden korkmak yerine, ona hazırlıklı olmak gerekir.

4. İbretlik Dersler

Bu anlamlı sözlerden çıkarılacak pek çok ibret vardır:

Hayatın Geçiciliği: Dünyaya olan bağlılığımızı sorgulamalı ve geçici olan şeylere gereğinden fazla değer vermemeliyiz.

Ahiret Bilinci: Hayatımızı Allah’ın rızasını kazanmak için düzenlemeliyiz. Çünkü asıl yurdumuz ahirettir.

Hesap Günü: Her nefesimiz ve her adımımız, yarınki hesabımız için bir hazırlıktır.

5. Neyi Geride Bırakıyoruz?

İnsan, bu dünyada ne bırakıyorsa ahirette onunla karşılaşacaktır. Sadaka-i cariye, hayırlı bir evlat, güzel bir eser veya insanlara fayda sağlayan bir iyilik, ölümden sonra da amel defterimizi açık tutar. Yunus Emre’nin bu sözleri, bize hem bu dünyada hem de ahirette kazanç sağlayacak adımlar atmamız gerektiğini öğütler.

Sonuç: Hayatı ve Ölümü Anlamlandırmak

Yunus Emre’nin sözleri, hayatın ve ölümün anlamını kavramamız için bir fırsattır. Dünya, sadece ahirete hazırlık yapılan bir pazardır. Bu pazardan ellerimiz dolu çıkmak istiyorsak, iman, ihlas ve salih amel ile yolumuzu aydınlatmalıyız.

Hayatı her an son nefesimizi verecekmiş gibi yaşamalı, ahirette Allah’ın huzuruna yüz akıyla çıkabilmek için gayret etmeliyiz. Çünkü sonunda hepimiz “bir kefen alıp mezara döneceğiz.” Önemli olan, o mezara hangi güzel amellerle gireceğimizdir.

 

 




Mahşer Meydanı: Büyük Hesap Günü

Mahşer Meydanı: Büyük Hesap Günü


Güneş, şimdiye kadar hiç olmadığı kadar yaklaşmıştı. Gökyüzü, o eski renginden eser kalmamış, korkutucu bir kızıllığa bürünmüştü. Yer titriyor, ufukta sonu gelmeyen bir kalabalık görünüyordu. İnsanlar çıplak, mahzun ve perişan halde bekleşiyordu. Bugün ne para ne mal ne de makam vardı. Bugün sadece hesap günüydü…

“O gün insanlar, amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük çıkacaklardır.”
(Zilzâl, 6)

Mahşer Meydanı’na Toplanış

Kimileri secdeye kapanmış, af diliyordu. Kimileri şaşkın, “Bu nasıl bir gündür?” diye feryat ediyordu. Anneler evlatlarını unutmuş, eşler birbirinden kaçıyordu. Çünkü artık herkes sadece kendi hesabının peşindeydi.

“O gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar!”
(Abese, 34-36)

Bir grup vardı ki, yüzleri bembeyaz, alınları ışık gibi parlıyordu. Onlar Rabbinin huzuruna umutla yürüyordu. Dünyadayken iman etmiş, salih ameller işlemiş, mazlumun hakkını korumuş olanlar… Melekler onlara selam veriyordu:

— “Korkmayın, üzülmeyin! Rabbiniz sizi rahmetiyle karşılayacak.”

Ama bir başka grup vardı ki, ayakları geri geri gidiyordu. Yüzleri kapkara, ter içinde kalmışlardı. Yaptıkları günahları düşündükçe dizleri titriyor, korkuyla gözlerini kapatıyorlardı.

“O gün kimi yüzler ağarır, kimi yüzler kararır!”
(Âl-i İmrân, 106)

Amel Defterleri Açılıyor

Sırayla herkes huzura çağrılıyordu. Devasa melekler, ellerinde parlayan defterlerle bir bir isimleri okuyor, insanlar öne çıkıyordu.

— “Filan oğlu filan, huzura gel!”

Kalabalık yarılıyor, adı okunan kişi adım adım ilerliyordu. Dünya hayatında yaptığı her şey, tek tek gözünün önüne seriliyordu. İyi ve kötü ne varsa, her şey kaydedilmişti. Küçücük bir iyilik bile, küçücük bir günah bile unutulmamıştı.

“Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse onu görür.”
(Zilzâl, 7-8)

Bazıları amel defterlerini sağından aldı. Sevinçle, “Alın okuyun! Ben dünyada buna hazırlanmıştım!” diye haykırıyorlardı.

Ama bazıları defterini solundan ya da arkasından aldı. Yüzleri kireç gibi oldu. “Keşke bu günü hiç görmeseydim!” diye bağırıyorlardı.

“Kitabı solundan verilen ise, ‘Ah ne olurdu, bana kitabım verilmeseydi! Hesabımın ne olduğunu bilmeseydim!’ der.”
(Hâkka, 25-26)

Mîzan: Amellerin Tartıldığı Terazi

Sonra dev bir terazi kuruldu. Ameller terazinin bir kefesine konuyor, her şey titizlikle ölçülüyordu.

— Namazın var mıydı?
— Zekât verdin mi?
— Ana babana hürmet ettin mi?
— Mazluma yardım ettin mi?
— Kalbinde kibir, riya var mıydı?

Bazılarının iyi amelleri ağır bastı, onlar sevinçle cennete yürüdü. Ama bazılarının terazisi bomboş kaldı. Hayatlarını boşa geçirmiş, zevkler ve hırslar peşinde koşmuşlardı. Onlar dehşet içinde yere yığıldı.

“Kimin tartıları ağır gelirse, işte o, hoşnut olacağı bir hayat içindedir. Ama kimin tartıları hafif gelirse, onun varacağı yer Haviye’dir.”
(Kâria, 6-9)

Sırat Köprüsü: Kıldan İnce, Kılıçtan Keskin

Son olarak, herkesin üzerinden geçmesi gereken bir köprü belirdi. Altı simsiyah, kızgın ateşlerle doluydu. Bu, Sırat Köprüsü idi.

Kimileri şimşek gibi geçti. Onlar dünyada Allah’a bağlı kalmış, adaletle yaşamıştı. Kimileri sendeledi, dizleri titredi ama sonunda geçti. Ama bazıları… Günahlarının ağırlığı onları aşağı çekti ve alevler içinde kayboldular.

“Cehennemden kurtulup cennete girenler, işte asıl kurtuluşa erenlerdir.”
(Âl-i İmrân, 185)

Sonuç: İş İşten Geçmeden…

Mahşer meydanı, hakikatin en açık şekilde görüldüğü yerdi. Artık yalan, bahane, hile yoktu.

Bugün hala nefes alıyorken, hesabımızı düşünmeli miyiz?

Çünkü o gün geldiğinde, pişmanlık hiçbir şeyi geri getirmeyecek…

 

 




İSLAM MEDENİYETİ FAKİR-FUKARA, GARİP – GUREBA, YETİM VE ÖKSÜZÜ KORUYUP HIMAYE EDEN, VAKIFLARLA BUNU TEMİNAT ALTINA ALAN ŞANLI BİR MEDENİYETTİR.

İSLAM MEDENİYETİ FAKİR-FUKARA, GARİP – GUREBA, YETİM VE ÖKSÜZÜ

KORUYUP HIMAYE EDEN, VAKIFLARLA BUNU TEMİNAT ALTINA ALAN ŞANLI BİR MEDENİYETTİR.

Evet, İslam medeniyeti tarih boyunca fakirleri, yetimleri, garipleri ve ihtiyaç sahiplerini koruma konusunda büyük bir hassasiyet göstermiştir. Bu anlayışın temelinde Kur’an-ı Kerim’in ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) emir ve tavsiyeleri vardır.

İslam Medeniyetinde Fakir ve Kimsesizlere Yardım

1. Kur’an ve Hadislerde Fakir ve Yetimlere Yardım

Kur’an-ı Kerim’de yetimleri korumak ve fakirlere yardım etmek sıkça emredilmiştir:
“Yetimi sakın ezme. El açıp isteyeni azarlama.” (Duha, 9-10)
“Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar.” (Nisa, 10)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de yetimlerin korunmasını teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Ben ve yetime bakan kimse cennette şöyle olacağız.” (İşaret parmağıyla orta parmağını birleştirerek göstermiştir.) (Buhârî, Edeb, 24)

2. Vakıf Medeniyeti

İslam dünyasında fakirlere, yetimlere, yolculara ve ilim talebelerine yardım etmek amacıyla vakıf kültürü gelişmiştir.

Osmanlı, Selçuklu ve diğer İslam devletleri döneminde kurulan vakıflar sayesinde yetimler, fakirler, kimsesizler, hastalar ve yolcular korunmuş, ihtiyaçları karşılanmıştır.

Darülaceze, imarethaneler, aşevleri, medreseler, kervansaraylar bu vakıf anlayışının birer eseridir.

3. Osmanlı’da Vakıfların Önemi

Osmanlı Devleti’nde “Garip, gureba, fakir, fukara” için özel vakıflar kurulmuş, ihtiyaç sahiplerine yiyecek, giyecek ve barınma imkânı sağlanmıştır.

Kimsesiz yaşlılar için Darülaceze, yetimler için Darüşşafaka, hasta ve düşkünler için hastaneler yapılmıştır.

Hatta sokak hayvanları için bile vakıflar kurulmuş, hayvanlara su ve yiyecek sağlanmıştır.

Sonuç

İslam medeniyeti, sadece bireysel yardımlarla değil, toplumsal ve kurumsal bir sistem olan vakıf kültürüyle sosyal adaleti tesis etmiş, kimsesizlerin ve mazlumların yanında olmuştur. Bugün de bu şanlı medeniyetin izinde gitmek, yetimleri korumak ve fakirlere sahip çıkmak Müslümanlar için en büyük görevlerden biridir.

 

 




MAHŞER MEYDANI: İKİ AYRI YÜZ, İKİ AYRI SON

MAHŞER MEYDANI: İKİ AYRI YÜZ, İKİ AYRI SON


O gün… Güneş insanların tepelerine yaklaşmış, yer ateş gibi olmuştu. Milyarlarca insan, mahşer meydanında toplanmıştı. Herkes boynuna asılı amel defterine bakıyor, titreyerek sırasını bekliyordu.

Kimi yüzler parlıyordu, kimi yüzler ise kapkaraydı.

İşte, kalabalığın içinde iki kişi… Biri huzur ve sevinç içindeydi, diğeri korku ve mahcubiyetle yere bakıyordu.

YÜZÜ BEMBEYAZ OLAN: MUTLU KUL

O, dünya hayatında Allah’a inanmış, salih ameller işlemişti. Elinden geldiğince iyilik yapmış, haramdan kaçınmıştı. Bugün artık mutmain bir kalple huzurda bekliyordu.

Gökyüzünden bir ses duyuldu:

— “Ey mutmain olmuş nefis! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak dön Rabbine.”
(Fecr, 27-28)

Tam o anda amel defteri sağından verildi. Yüzü bir anda nur gibi parladı. Sevinçten gözleri doldu, secdeye kapandı. Heyecanla haykırdı:

— “Alın, okuyun! Ben buna hazırlanmıştım!” (Hâkka, 19)

Cennetin kokusu burnuna geldi, ruhu hafifledi. Melekler ona müjde verdi:

— “Korkma, üzülme! Bugün senin için büyük bir kurtuluş günü.”

Ve ona cennet kapıları açıldı…

O artık sonsuz saadete yürüyordu.

YÜZÜ SİMSİYAH OLAN: MAHCUP VE KORKU İÇİNDEKİ KUL

O ise dünya hayatında Allah’ı unutmuş, nefsinin peşinden gitmişti. Kimi zaman hatırlamış ama hep ertelemişti. Hep “Daha yaşlanınca tövbe ederim” demişti. Ama ölüm onu ansızın yakalamıştı.

Bugün burada, korkudan dizleri titriyordu. Sonunda adı okundu, amel defteri solundan verildi.

O anda yüzü kapkara kesildi. Titreyerek defterine baktı ve korkuyla feryat etti:

— “Keşke bana defterim verilmeseydi! Keşke hesabımı hiç bilmeseydim!” (Hâkka, 25-26)

Ama artık her şey apaçık ortadaydı. Günahları bir bir sayılıyor, gözlerinin önünde gösteriliyordu. Küçücük bir iyilik bile unutulmamıştı ama küçücük bir günah da silinmemişti.

Gökyüzünden korkutucu bir ses yükseldi:

— “Onu yakalayıp bağlayın! Sonra alevlerin içine atın!” (Hâkka, 30-31)

Melekler onu sürüklerken çığlıklar atıyordu:

— “Ne olur, beni geri gönderin! Bir daha böyle yaşamayacağım!”

Ama artık dönüş yoktu…

SON SÖZ: BUGÜN HAZIRLANMA ZAMANI

O gün herkes ya mutlu ya da perişan olacak. Kimi yüzler bembeyaz, kimi yüzler kapkara olacak.

Bugün biz hangi yolda yürüyoruz?

Yüzümüz hangi tarafta olacak?

Cevap vermek için hâlâ zamanımız var… Ama sadece bugün var. Çünkü mahşerde kimseye yeni bir fırsat verilmeyecek.

 

 




Cehennemde Bir Gün: Mahşerden Sonra Başlayan Azap

Cehennemde Bir Gün: Mahşerden Sonra Başlayan Azap


Gözleri açtığında, gökyüzü olmadan karanlığa gömülmüş bir boşlukta olduğunu fark etti. Kulaklarında uğultulu çığlıklar yankılanıyordu. Ayaklarının altındaki zemin, kızgın demir kadar sıcaktı; derisine işleyen acı, dünyada tattığı hiçbir ızdıraba benzemiyordu.

Mahşerde amelleri tartıldığında, mizan terazisinde hayırlarından çok günahları ağır basmıştı. Rahmet kapılarının kapandığını gördüğünde, dizleri üzerine çöküp ağlamış, ama artık çok geçti. Ellerine mühürlenmiş kitabına baktığında, inkâr ettiği hesap gününün artık bir gerçek olduğunu anlamıştı. Artık dönüş yoktu. Sonsuz pişmanlık içinde cehenneme sevk edilenler arasındaydı.

Girdiği kapının ardında, dehşet verici alevlerin yükseldiği geniş bir vadi vardı. Cehennem bekçileri, zebaniler, alevlerin içinden yükselip azap görenlerin üzerine eğiliyordu. Her bir çığlık, kemikleri donduracak kadar korkunçtu; fakat buradaki ateş, dondurmak yerine yakıyordu. Alevlerin içine adım attığında, teninin yandığını hissetti ama ölmedi. Bedeninin tekrar tekrar yanıp küle dökülmesi, ama her defasında yeniden yaratılması, zamanın durduğu bu mekânda süregelen bir azaptı.

Susuzluk, en acı veren şeydi. Boğazı kurumuş, dudakları parçalanmıştı. Cehennemin ortasında bir pınar gördü ve ona doğru koştu. Fakat içinden akan şeyin su değil, kaynar bakır olduğunu fark etti. Yanan bedeni bir yana, içindeki pişmanlık, ruhunu bıçak gibi kesiyordu. Dünyadayken yaptığı hataların her biri gözlerinin önünden geçiyor, fakat telafi etme imkânı verilmiyordu.

“Keşke geri dönebilsem… Keşke dünyadayken Rabbime yönelseydim!” diye feryat etti. Ama bu feryadına cevap veren yalnızca yankılanan çığlıklar oldu. Burada zaman kavramı yoktu, sabah yoktu, gece yoktu, umut yoktu. Her an, hiç bitmeyecek bir azabın parçasıydı.

Sonra, zebanilerden biri yaklaştı ve yüzüne baktı. “Sana dünyada verilen uyarılar yetmedi mi?” diye sordu. O ise başını eğdi, cevap veremedi. Çünkü tüm cevaplarını dünyada bırakmış, burada sadece azabın gerçekliğiyle yüzleşmişti.

Bir gün, bir an, bir nefes… Cehennemde her saniye, dünyadaki bir ömür kadar uzundu. Ve o an, anladı: Burası dönüşü olmayan bir yerdi. Burada sadece adalet vardı. Rahmet, kapıların ardında, çok uzaklarda kalmıştı…




KURAN-I KERİM’DE ZEBANİ VE MURADİFİ

KURAN-I KERİM’DE ZEBANİ VE MURADİFİ


Alak Suresi 18. Ayette geçen Zebani kelimesinin kelime anlamı, kök manası ve müfessirlerin görüşleri nedir?

Zebânî kelimesi Arapça kökenli olup, “şiddetle yakalayan, çeken, sürükleyen” anlamına gelir. Kelimenin kökü “z-b-n” (ز ب ن) olup, bu kök “kovmak, itmek, sertçe yakalamak” gibi anlamlar taşır.

Alak Suresi 18. Ayet ve Zebânî Kelimesi

Alak Suresi’nin 18. ayetinde şöyle buyrulmaktadır:
“سَنَدْعُ ٱلزَّبَانِيَةَ”
“Biz zebânîleri çağıracağız!”

Bu ayette, azgınlık eden insanları cezalandırmakla görevli melekler kastedilmektedir.

Müfessirlerin Görüşleri

1. İbn Abbas: Zebânî kelimesiyle cehennem görevlisi olan şiddetli ve güçlü meleklerin kastedildiğini belirtmiştir.

2. Mücahid ve Katâde: Zebânîleri, cehennemin muhafızları ve kâfirlere azap eden melekler olarak tanımlamışlardır.

3. Taberî: Ayetteki bağlama dikkat çekerek, burada Ebu Cehil’in tehdidine karşılık olarak Allah’ın çok daha güçlü zebânîleri devreye sokacağını vurgulamıştır.

4. Râzî: Zebânî kelimesinin türevlerini analiz ederek, bunun bir tür sertlik, yakalama ve ceza ile ilişkilendirildiğini söylemiştir.

5. Beydâvî: Zebânîlerin cehennem bekçileri olduğuna ve Allah’ın azabını uygulayan melekler olduğuna işaret etmiştir.

Sonuç

Zebânî kelimesi, genel olarak cehennemde azap etmekle görevli şiddetli ve güçlü melekler anlamında kullanılmıştır. Ayet, özellikle Ebu Cehil’in tehdidine karşı bir meydan okuma içermekte ve Allah’ın cezalandırma gücünü vurgulamaktadır.

@@@@@

**Zebani Kelimesinin Analizi:**

**1. Kelime Anlamı ve Kök Manası:**
– **Kök:** ز ب ن (Z-B-N)
– **Anlam:** Kök anlamı “itmek, zorlamak, şiddetle sevk etmek”tir.
– **Zebaniye (الزبانية):** Çoğul bir isim olup, tekil formu “Zebânî”dir. Kelime, “cehennem bekçileri” veya “cezayı uygulayan melekler” anlamında kullanılır. İsim, kök anlamından hareketle “sert bir şekilde iten, zorlayan” manasına gelir.

**2. Ayetin Bağlamı:**
Alak Suresi 18. ayet (**سَنَدْعُ الزَّبَانِيَةَ**), inkarcıların cehennem azabıyla karşılaşacaklarını bildirir. Zebânîler, bu bağlamda inkarcıları cezalandırmakla görevli varlıkları ifade eder.

**3. Müfessirlerin Görüşleri:**
– **İbn Kesir:** Zebânîleri, “cehennemin sert ve acımasız bekçi melekleri” olarak açıklar. Onların görevinin Allah’ın emriyle azabı uygulamak olduğunu belirtir.
– **Taberî:** Kelimenin “şiddetle itmek” kökünden türediğini vurgular ve Zebânîlerin, inkarcıları cehenneme sürükleyen melekler olduğunu aktarır.
– **Kurtubî:** Zebânîlerin sayısının 19 olduğunu (Müddessir 74:30) ve her birinin özel bir görevle donatıldığını ifade eder. Ayrıca bu meleklerin fiziksel güç ve heybetlerinin insan idrakinin ötesinde olduğunu ekler.
– **Modern Yorumlar:** Bazı çağdaş müfessirler, Zebânîleri “ilahi adaletin somutlaşmış temsilcileri” olarak metaforik bir dille yorumlar, ancak geleneksel anlayışa bağlı kalınır.

**4. Farklı Yaklaşımlar:**
– **Dilbilimsel Yorum:** “Zebânî” kelimesinin İbranice veya Süryanice kökenli olabileceği tartışmaları mevcuttur, ancak Arap dilindeki kök anlamı genel kabul görür.
– **Tasavvufî Yorum:** Bazı mutasavvıflar, Zebânîleri “nefsin kötülüğünü temsil eden içsel güçler” şeklinde sembolize eder, ancak bu görüş klasik tefsirlerde yer almaz.

**Sonuç:**
Zebânî, cehennem azabını uygulayan melekleri tanımlayan bir terimdir. Kök anlamından hareketle “şiddetle iten, zorlayan” anlamına gelir. Müfessirlerin çoğu, bu meleklerin somut varlıklar olduğu ve ilahi adaletin tecellisinde rol aldığı konusunda hemfikirdir.

@@@@@@

KURAN-I KERİM’DE ZEBANI VE MURADİFİ KELİMELER

Kur’an-ı Kerim’de “zebânî” kelimesi yalnızca Alak Suresi 18. ayette geçmektedir. Ancak zebânî kelimesiyle benzer anlam taşıyan ve cehennem meleklerini ifade eden başka kelimeler de bulunmaktadır. Bu kelimeleri ve ayetlerdeki kullanımlarını inceleyelim:

1. Zebânî (ٱلزَّبَانِيَةَ)

Geçtiği yer: Alak Suresi, 18. ayet

Anlamı: Cehennemin bekçileri olan sert ve güçlü melekler.

Ayet: “Biz zebânîleri çağıracağız!”
(سَنَدْعُ ٱلزَّبَانِيَةَ)

2. Hazaene (خَزَنَةُ) – Cehennem Bekçileri

Geçtiği yerler: Zümer 71, Mümin 49

Anlamı: Cehennemi yöneten, ona bekçilik eden melekler.

Ayet:

“Kâfirler bölük bölük cehenneme sevk edilirler. Nihayet oraya vardıklarında onun kapıları açılır ve bekçileri (hazaenetuhâ) onlara der ki: ‘Size içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi mi?’” (Zümer 71)

3. Melâiketün Ghilazun Şidadun (مَلَٰٓئِكَةٌ غِلَاظٌ شِدَادٌ) – Sert ve Şiddetli Melekler

Geçtiği yer: Tahrim 6

Anlamı: Merhametsiz, güçlü ve sert tabiatlı cehennem melekleri.

Ayet:

“Onun üzerinde sert ve şiddetli melekler vardır.” (Tahrim 6)

4. Malik (مَٰلِكُ) – Cehennem Meleklerinin Başında Olan Melek

Geçtiği yer: Zuhruf 77

Anlamı: Cehennemin baş meleklerinden biri.

Ayet:

“(Cehennemlikler) Ey Malik! Rabbin bizim işimizi bitirsin, dediler. O da dedi ki: Siz burada kalacaksınız.” (Zuhruf 77)

5. Saqar’ın Bekçileri (عَلَيْهَا تِسْعَةَ عَشَرَ) – 19 Melek

Geçtiği yer: Müddessir 30-31

Anlamı: Cehennemi bekleyen 19 melek.

Ayet:

“Onun üzerinde on dokuz (melek) vardır.” (Müddessir 30)

Sonuç

Kur’an’da zebânî kelimesi tek başına Alak Suresi’nde geçse de, cehennemin bekçileri ve azap melekleriyle ilgili “hazaene”, “melâiketun ghilazun şidadun”, “Malik” gibi başka kelimeler de kullanılmıştır. Özellikle hazaene kelimesi zebânîye en yakın anlamı taşımaktadır.

@@@@@




Cennette Bir Gün: Mahşerden Sonra Başlayan Rahmet

Cennette Bir Gün: Mahşerden Sonra Başlayan Rahmet


Gözlerini açtığında, etrafını aydınlatan nurun her zerresinin kalbine huzur verdiğini hissetti. Kulaklarında, dünyanın hiçbir yerinde işitmediği kadar güzel ezgiler yankılanıyordu. Ayaklarının altındaki zemin, yumuşacık ve serin, sanki cennetten bir bahçeydi. Daha önce hiç tatmadığı bir mutluluk ve huzur, ruhunu sarıp sarmalamıştı.

Mahşerde amelleri tartıldığında, mizan terazisinde hayırları günahlarından ağır basmıştı. Rahmet kapılarının açıldığını gördüğünde, gözleri yaşlarla dolmuş, secdeye kapanmıştı. Rabbinden af dilemiş, ve sonunda beratını alarak sıratı kolayca geçmişti. Şimdi, cennetin ebedi saadeti içinde, gerçek yurduna ulaşmıştı.

Girdiği kapının ardında, gökten süzülen ışıklarla bezeli geniş bir bahçe vardı. Berrak ırmaklar şırıl şırıl akıyor, meyve ağaçları dallarından adeta ikramda bulunuyordu. Cennetin gençleri ve huriler, misafirlerini karşılamak için bekliyordu. Gözlerinin önünde, güzellikte tarif edilemeyecek kadar ihtişamlı köşkler yükseliyordu. Kalbinde ne bir hüzün ne de bir endişe vardı; yalnızca sonsuz huzurun tatlı serinliği.

Bir pınarın kenarına vardı ve içindeki suyu avuçlayarak içti. Dünyadaki hiçbir içeceğe benzemeyen bu sudan bir yudum aldığında, tüm yorgunluğu silinip gitti. Hiç bitmeyen bir gençlik, hiç solmayan bir mutluluk içinde olduğunu hissetti. Dünya hayatında çektiği sıkıntılar artık çok uzaklarda kalmış, yerini ebedi nimetlerin verdiği doyumsuz lezzetlere bırakmıştı.

“Keşke dünya hayatında daha fazla iyilik yapsaydım…” diye mırıldandı. Ama bu pişmanlık, üzüntü veren bir pişmanlık değildi. Çünkü artık önünde sonsuzluk vardı ve Rabbinden razı olarak, O’nun rızasını kazanmış bir kul olarak burada bulunuyordu.

Yanına bir melek yaklaştı ve gülümseyerek, “Burada sana vaat edilen her şey ve daha fazlası seni bekliyor,” dedi. Gözlerini gökyüzüne kaldırdı, artık geri dönüş yoktu; cennet onun sonsuz yurdu olmuştu. Zamanın anlamını yitirdiği bu yerde, her an bir başka güzelliğin keşfiyle geçecekti. Ve o an anladı: Burası yalnızca adaletin değil, aynı zamanda sonsuz rahmetin ve mutluluğun yurduydu…