İNSAN SURETİNDE…

İNSAN SURETİNDE…

“İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesetli ervâh-ı habise bilmüşahede bulunduğu gibi, cinnîden cesetsiz ervâh-ı habise dahi bulunduğu, o katiyettedir. Eğer onlar maddî ceset giyseydiler, bu şerîr insanların aynı olacaktılar. Hem eğer bu insan suretindeki insî şeytanlar cesetlerini çıkarabilseydiler, o cinnî iblisler olacaktılar. Hattâ bu şiddetli münasebete binaendir ki, bir mezheb-i bâtıl hükmetmiş ki, “İnsan suretindeki gayet şerîr ervâh-ı habise, öldükten sonra şeytan olur.” Bediüzzaman bu ve diğer ifadelerinde insan suretindeki farklı insanları nasıl tanımlar?

Bediüzzaman Said Nursî, insan suretindeki farklı karakterleri ve tipleri tanımlarken, onların ruhî ve ahlâkî özelliklerine dikkat çeker ve bu açıdan onları insî (insanlardan olan) şeytanlar ve ervâh-ı habise (kötü ruhlar) olarak nitelendirir.

İnsî Şeytanlar ve Cinnî Şeytanlar Arasındaki Münasebet

Bediüzzaman’a göre:

İnsanlar arasında şeytan vazifesi gören, kötülüğü teşvik eden ve yayan bireyler vardır. Bunlar, fizikî olarak insan olsalar da karakter ve ruh itibarıyla şeytanî özellikler taşırlar.

Cinnî ve cesetsiz şeytanlar da aynı şekilde kötülüğü yaymaya çalışırlar. Eğer bu ruhlar bir beden giymiş olsaydı, bugünkü insî şeytanların aynısı olacaklardı.

İnsî şeytanlar da eğer bedenlerini çıkarabilseydi, cinnî şeytanlar gibi olacaklardı.

Buradan hareketle, bazı bâtıl mezheplerin, “İnsan suretindeki kötü ruhlar öldükten sonra şeytana dönüşür” görüşünü savunduğunu, ancak bunun İslâmî bir anlayış olmadığını ifade eder. Bununla birlikte, insan ve şeytan arasındaki derin ruhî benzerliği vurgular.

İnsan Suretindeki Farklı İnsan Tipleri

Bediüzzaman, eserlerinde insanları genel olarak üç gruba ayırır:

1. Nurânî İnsanlar (Salihler, Evliyalar, Hakikat Ehli)

Bunlar iman, ahlâk ve fazilet sahibi insanlardır.

Topluma hayır kazandıran, iyiliği teşvik eden ve insanlığı yükselten şahsiyetlerdir.

Peygamberler, sahabeler, âlimler ve veliler bu gruba girer.

2. Beşerî İnsanlar (Nefsini Dizginleyen veya Dizginleyemeyen Genel İnsanlar)

Bunlar sıradan insanlardır; hem iyiliğe hem de kötülüğe meyilli olabilirler.

İç dünyalarında bir mücadele vardır; nefis ve vicdan arasında gidip gelirler.

3. Şeytanî İnsanlar (İnsî Şeytanlar, Ervâh-ı Habise, Zındıklar, Münafıklar, Zalimler)

Bunlar kötülüğü bilinçli şekilde savunan, zulmeden ve insanları hakikatten uzaklaştıran kimselerdir.

Toplumda fitne ve fesat çıkaran, ahlâksızlığı ve sapkınlığı teşvik eden kişiler bu gruba girer.

Bunlar, cinnî şeytanlar gibi çalışırlar ve hatta bazen onlardan daha tehlikelidirler.

Sonuç: Ruhî Benzerlik ve Sorumluluk

Bediüzzaman, bu tespitleriyle insanın kendi iradesiyle ya melekî bir hâle ulaşabileceğini ya da şeytanî bir yapıya bürünebileceğini vurgular. İnsanlar arasında insî şeytanlar bulunduğu gibi, nurânî melek gibi insanlar da vardır. Buradaki en önemli nokta, insanın iradesi ve tercihidir: İyilik yolunu mu seçecek, yoksa şeytanî yola mı sapacak?

Bu bakış açısıyla, Bediüzzaman insanı sadece biyolojik bir varlık olarak değil, ruhî, ahlâkî ve manevi bir varlık olarak ele alır ve hakikate yönelenler ile hakikati saptıranlar arasındaki büyük farkı gözler önüne serer.




BİR MÜMİN BİR DELİKTEN İKİ KERE ISIRILMAZ- DENENMİŞ DENENMEZ.

BİR MÜMİN BİR DELİKTEN İKİ KERE ISIRILMAZ- DENENMİŞ DENENMEZ.


Denemek ve Denenmek: Akıllı Müminin Ders Alması

İnsanoğlu hayatı boyunca birçok sınavla karşılaşır. Bu sınavların bir kısmı kaderin ona sunduğu imtihanlar olurken, bir kısmı ise kişinin kendi hatalarından kaynaklanır. İşte bu noktada, Peygamber Efendimiz’in (sav) şu uyarısı bizlere önemli bir hayat dersini hatırlatır:

“Mümin bir delikten iki defa ısırılmaz.” (Buhârî, Edeb 83; Müslim, Zühd 63)

Bu hadis, müminin aynı hataya tekrar düşmemesi gerektiğini öğütler. Yani bir insan hata yapabilir, aldatılabilir veya yanılabilir. Ancak akıllı bir mümin, yaşadığı tecrübelerden ders almalı ve aynı hatayı tekrarlamamalıdır. Bu düşünceyi destekleyen bir başka veciz söz ise “Denenmiş, denenmez” ifadesidir.

Hata Yapmak Değil, Aynı Hatayı Tekrar Etmek Tehlikelidir

Hata yapmak insan olmanın bir gereğidir. Ancak önemli olan, hatalarımızı fark edip onlardan ders çıkarabilmektir. Eğer aynı yanlışta ısrar edersek, bu artık hata olmaktan çıkıp bilinçli bir tercih hâline gelir. Kur’an-ı Kerim’de de insanların hatalarından dönmeleri ve geçmişlerinden ders çıkarmaları gerektiğine işaret eden birçok ayet vardır:

“Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve herkes yarın için ne hazırladığına baksın…” (Haşr, 18)

Bu ayet, insanın hayatını sorgulaması ve gelecek adına tedbir alması gerektiğini açıkça vurgular. Aynı hataları tekrar etmek, kişinin kendi kendini aldatması anlamına gelir.

Güven ve İkinci Şans Meselesi

Hayatta bazı insanlar vardır ki, onların niyetleri kötü olabilir. Bir insan sizi bir defa kandırdıysa, bunun bir hata veya yanılgı olduğunu düşünebiliriz. Ancak aynı kişi tekrar sizi aldatırsa, burada hata yapan artık siz olursunuz. Bu yüzden güven konusunda ölçülü olmak gerekir.

İslam ahlakında affetmek esastır, ancak bu affetmek tekrar tekrar aynı yanlışı kabul etmek anlamına gelmez. Bir kişi hatasından dönmüyorsa ve sizi sürekli zarara uğratıyorsa, o kişiye tekrar güvenmek akıllıca olmayacaktır.

Hayatta Ders Almasını Bilen Kazanır

Tecrübe, insana yol gösteren en büyük öğretmendir. Gerçek bir mümin, hem kendi hayatından hem de başkalarının yaşadıklarından ibret alır. Çünkü akıllı insan başkalarının hatalarından öğrenir, sıradan insan kendi hatalarından ders çıkarır, cahil insan ise aynı hataları tekrar edip durur.

Bu yüzden hayatın her alanında, ister dostluklarda ister ticarette, isterse de kişisel kararlarımızda bilinçli davranmalı ve geçmişte yaşadığımız tecrübeleri unutmamalıyız. Eğer ders almazsak, aynı hataları tekrar yaparız ve bu da bizim için sadece zaman ve enerji kaybı olur.

Sonuç olarak, “Mümin bir delikten iki kere ısırılmaz” hadisi ve “Denenmiş, denenmez” sözü, müminin hayatta dikkatli, bilinçli ve tecrübelerinden ders çıkaran biri olması gerektiğini anlatır. Akıllı mümin, yaşadıklarını unutmaz, geçmişiyle yüzleşir ve geleceğini sağlam temeller üzerine inşa eder.




DARBE VE DARBECİLERİN ENKAZINDAN KALINTILAR

DARBE VE DARBECİLERİN ENKAZINDAN KALINTILAR


Darbe ve Darbecilerin Enkazından Kalan Kalıntılar

Tarih boyunca birçok millet, halk iradesine karşı yapılan darbelerle sarsılmıştır. Darbeler, yalnızca yöneticileri değiştiren olaylar değil; toplumların vicdanında derin yaralar açan, ekonomiyi çökerten, insan haklarını ayaklar altına alan ve halkın iradesini hiçe sayan büyük felaketlerdir. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Darbeler geçici olabilir ama bıraktıkları enkaz nesiller boyu sürebilir.

Bu yazıda, tarihte yaşanmış darbelerin ibretlik yönlerini ele alarak, darbecilerin enkazından geriye kalan toplumsal ve siyasal yıkımları değerlendireceğiz.

1. Darbeler Sadece Bir Gece Yaşanmaz, Sonuçları Onlarca Yıl Sürer

Bir darbe, genellikle aniden gerçekleşir. Bir gece yarısı tanklar sokaklara iner, radyolardan veya televizyonlardan “ordu yönetime el koymuştur” şeklinde anonslar yapılır. Ancak bu sahnelerin gölgesinde çok daha büyük acılar, kayıplar ve yıkımlar yaşanır.

Örneğin:

Türkiye 1960 Darbesi: Çoğunluk tarafından seçilmiş Başbakan Adnan Menderes ve arkadaşları idam edilerek, halka “Sizin iradeniz bizim için bir şey ifade etmez” mesajı verildi.

Şili 1973 Darbesi: General Pinochet’nin darbesiyle ülkenin ilk sosyalist başkanı Salvador Allende devrildi, binlerce insan işkence gördü ve öldürüldü.

Mısır 2013 Darbesi: Seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, askeri darbe ile devrildi, binlerce insan meydanlarda katledildi ve ülke yıllarca süren kaosa sürüklendi.

Bu olaylar gösteriyor ki, bir darbenin etkisi sadece yöneticilerin değişmesiyle sınırlı kalmaz. Halkın güveni sarsılır, adalet duygusu yok olur ve ülkeler on yıllarca toparlanamaz.

2. Darbecilerin Enkazı: Halk iradesine Vurulan Darbe

Darbelerden geriye kalan en büyük kalıntı, toplumun devlete olan inancının zedelenmesidir.

Bir ülkede bir kez darbe gerçekleştiğinde, şu sonuçlar kaçınılmaz hale gelir:

Halkın Seçme Hakkı Zayıflar: İnsanlar “Bizim seçtiklerimiz nasıl olsa devrilecek” diyerek sandığa olan güvenlerini kaybeder.

Özgürlükler Kısıtlanır: Darbeler sonrası genellikle sıkıyönetim ilan edilir, basın susturulur, fikir özgürlüğü yok edilir.

İnsan Hakları İhlalleri Artar: Darbe dönemlerinde binlerce insan haksız yere tutuklanır, işkencelere maruz kalır ve yok edilir.

Örneğin, 1980 Türkiye Darbesi’nde on binlerce insan gözaltına alındı, birçok genç idam edildi ve işkencehanelerde insanlık dışı muamelelere maruz kaldı. O dönemde kaybedilenler, “Bir sağdan bir soldan astık” diyen darbecilerin soğuk vicdanlarında birer rakamdan ibaretti.

Darbeciler gider, ancak onların bıraktığı korku iklimi, yıllarca ülkede varlığını sürdürür. Bir nesil korku ile büyür, diğer nesil de sessizlikle yaşar.

3. Darbelerin Ekonomik Enkazı: Bir Ülkeyi Fakirleştiren Felaket

Darbeler yalnızca özgürlükleri değil, ekonomiyi de yıkar. Çünkü:

Yabancı yatırımcılar güven kaybeder, ekonomi duraklar.

Darbe dönemlerinde devlet bütçesi askeri harcamalara yönlendirilir.

Ülkede istikrarsızlık arttıkça, halkın alım gücü düşer ve yoksulluk artar.

Örneğin, Mısır 2013 darbesinden sonra ekonomik kriz derinleşmiş, enflasyon fırlamış ve halkın büyük bir kesimi fakirleşmiştir. Benzer şekilde, 1980 ve 1997 darbeleri sonrası Türkiye büyük ekonomik buhranlar yaşamış, işsizlik oranları tavan yapmıştır.

Darbelerin en büyük zararı da budur: Halk fakirleşirken, darbeciler ve onların destekçileri zenginleşir.

4. Darbelerin Sosyal Enkazı: Toplumsal Bölünme ve Kutuplaşma

Darbeler, bir milletin birliğini bozan en büyük felaketlerden biridir. Çünkü:

Kardeşler birbirine düşman edilir.

İnsanlar farklı görüşleri nedeniyle yaftalanır, dışlanır, hatta öldürülür.

Toplum içindeki güven duygusu yok olur.

Örneğin, Mısır darbesinden sonra toplum dini ve ideolojik olarak ikiye bölündü. Bir taraf darbeyi desteklerken, diğer taraf darbenin mağduru oldu. Benzer şekilde, 1980 Türkiye Darbesi’nde sağcı-solcu çatışmaları körüklendi ve gençler birbirine düşman hale getirildi.

Bu yüzden darbecilerin en büyük mirası, toplumu yıllarca sürecek bir nefret ve güvensizlik duygusuna mahkûm etmeleridir.

5. Sonuç: Darbeler Gelir Geçer, Ama Utançları Kalır

Darbelerin kazananı olmaz. Darbeciler, belki bir süre iktidarda kalabilir; ancak tarih, onları hep lanetle anmıştır. Çünkü hakla, halkla ve adaletle savaşanlar, er ya da geç kaybetmeye mahkûmdur.

Bugün birçok ülkede, geçmişte darbeler yapan generaller ya mahkemelerde yargılanmış ya da tarihin kara sayfalarına gömülmüştür. Ancak onların bıraktığı toplumsal ve ekonomik tahribat, hâlâ milyonlarca insanın hayatını etkilemektedir.

Darbeler unutulmaz, affedilmez ve normalleştirilmemelidir. Çünkü darbecilerin enkazı temizlenmezse, yeni darbeciler ortaya çıkmaya devam eder.

Öyleyse:

Halk, iradesine sahip çıkmalı.

Genç nesiller, darbenin getirdiği acıları unutmamalı.

Halk ve halkın iradesi ve meşru özgürlükler, askeri vesayete karşı korunmalı.

Çünkü unutmamak gerekir ki, darbeler silahlarla yapılır ama en büyük yarayı vicdanlar alır.

 

 




NUR SURESİ 45. AYET

NUR SURESİ 45. AYET

Nur.45 bu ayet tefsirlerde nasıl yorumlanmış ve buradaki Allah’ın dilediği gibi yaratmasindan kasıt nedir?


Nur Suresi’nin 45. ayeti, Allah’ın tüm canlıları sudan yarattığını ve onların farklı şekillerde hareket ettiklerini belirtir:

“Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayağı üzerinde yürür, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürür. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah her şeye gücü yetendir.”

Bu ayet, İslam tefsirlerinde genellikle Allah’ın yaratma kudretinin ve canlıların çeşitliliğinin bir ifadesi olarak yorumlanmıştır. “Allah, dilediğini yaratır” ifadesi, Allah’ın iradesine bağlı olarak çeşitli ve farklı şekillerde yaratma gücüne sahip olduğunu vurgular.

Ayetin “her canlıyı sudan yarattı” kısmı, canlıların sudan yaratıldığı gerçeğine işaret eder. Bu, modern bilimsel bulgularla da uyumlu olup, yaşamın sudan başladığı ve suyun canlılık için temel bir unsur olduğu bilgisini destekler.

Sonuç olarak, bu ayet, Allah’ın sınırsız yaratma gücünü, canlıların çeşitliliğini ve suyun hayatın kaynağı olduğunu vurgular.

@@@@@@

Nur Suresi 45. ayet, Allah’ın tüm canlıları sudan yaratması ve onların farklı şekillerde hareket etmesiyle ilgilidir:

“Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayağı üzerinde yürür, kimi de dört ayak üzerinde yürür. Allah, dilediğini yaratır. Şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Nur 45)

Bu ayetin açıklanmasına yardımcı olan bazı benzer ayetler şunlardır:

1. Enbiya Suresi 30
“İnkâr edenler, gökler ve yer bitişik iken bizim onları ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı bilmediler mi? Yine de inanmazlar mı?”

Burada da canlıların sudan yaratıldığı vurgulanmaktadır.

2. Furkan Suresi 54
“O, sudan bir insan yaratıp onu soy ve hısımlık sahibi kılan Allah’tır. Rabbin her şeye kadirdir.”

İnsanların da sudan yaratıldığı belirtilerek Nur 45 ile paralellik gösterir.

3. Nahl Suresi 49
“Göklerde ve yerde bulunan canlılar ve melekler, büyüklük taslamadan Allah’a secde ederler.”

Canlıların farklı türlerde olduğu ve Allah’ın yaratışındaki çeşitlilik vurgulanıyor.

4. Hac Suresi 18
“Görmez misin ki, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların çoğu Allah’a secde eder?”

Farklı varlık türlerinin varlığı ve onların Allah’a bağlılığı anlatılıyor.

5. Yasin Suresi 36
“Yerin bitirdiklerinden, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah, yücedir.”

Allah’ın yaratma gücüne dikkat çekiliyor.

Bu ayetlerin tamamı, Nur 45’te bahsedilen canlıların sudan yaratılması ve onların farklı şekillerde hareket etmeleri konusuna açıklık getiren ayetlerdir.

 

 




RUH EBED YOLCULUĞUNDA GEÇİCİ OLARAK EMANETEN BURADAN ALDIĞI BEDENİ, GİDERKEN YİNE BURADA BIRAKIYOR.

RUH EBED YOLCULUĞUNDA GEÇİCİ OLARAK EMANETEN BURADAN ALDIĞI BEDENİ, GİDERKEN YİNE BURADA BIRAKIYOR.


RUHUN EBEDİ YOLCULUĞU VE BEDENİN EMANETLİĞİ

İnsan, dünya hayatında bir yolcudur. Bu yolculuk, ruhun ebedi âleme uzanan serüveninin kısa bir durağıdır. Kur’an-ı Kerim’de, insanın yaratılışı, yaşamı, ölümü ve ahiret hayatı üzerine pek çok ayet vardır. Bu ayetler, bizlere dünya hayatının geçiciliğini ve asıl varlığımızın ruhumuz olduğunu hatırlatır.

BEDEN: RUHA EMANET

İnsanın bedeni, tıpkı bir yolcunun konakladığı han gibi, geçici bir misafirhanedir. Allah, ruhu bir bedene emanet ederek dünyaya göndermiştir. Ancak bu emanet, sonsuza kadar bizim değildir. Bir gün geldiğinde, ruh bedenini burada bırakacak ve asıl yurduna, ebedi hayata doğru yol alacaktır.

Kur’an’da bu gerçeği anlatan birçok ayet vardır:

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz.” (Ankebût, 57)

Bu ayet, bedenin fani olduğunu, fakat ruhun yolculuğunun ölümle bitmediğini vurgular. İnsan, ölümle birlikte dünyadaki varlığını sonlandırsa da ruhu, Allah’ın huzuruna çıkarak ebedi hayata adım atar.

TASAVVUFTA BEDEN VE RUH

Tasavvufta beden, ruhun geçici bir elbisesi olarak görülür. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, insanın hakikatini anlatırken şöyle der:

“Sen beden değilsin, ruhtan ibaretsin. Beden bir su ve toprak zindanıdır. Asıl varlığın sudan ve topraktan ibaret değildir. Bedenin fanidir, ruhunsa ebedîdir.”

Bu sözler, insanın asıl kimliğinin ruh olduğu ve bedenin yalnızca bir araç olduğunu anlatır. Dünya hayatı, ruhun olgunlaşması ve kemale ermesi için bir fırsattır. İnsanın asıl gayesi, bu emaneti temiz tutarak Rabbine dönmektir.

ÖLÜM: RUHUN ASIL YURDA DÖNÜŞÜ

Ölüm, bir yok oluş değil, asıl hayata geçiştir. Kur’an’da şöyle buyrulur:

“Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyenin de uykusunda canını alır. Sonra hakkında ölüm hükmü verilmiş olanı tutar, diğerini belirlenmiş bir vakte kadar salıverir. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (Zümer, 42)

Bu ayet, ölümün bir son değil, bir dönüş olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Beden toprak olurken, ruh Allah’a yükselir ve hesap gününü bekler.

İBRET VE DÜŞÜNDÜRÜCÜ BİR GERÇEK

İnsan, dünyada kazandığı malların, bedeninin güzelliğinin, sahip olduğu şöhretin ve gücün kendisine ait olduğunu sanır. Oysa hepsi emanettir. Doğduğunda çıplak gelen insan, öldüğünde de hiçbir şey götüremez. Bu yüzden, insanın asıl kazancı, yaptığı hayırlı ameller, iyilikler ve Allah’a olan yakınlığıdır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:

“Ölüp de pişmanlık duymayacak kimse yoktur. İyilik yapan iyiliğini artırmadığına, kötülük yapan ise kötülükten vazgeçmediğine pişman olur.”

Bu hadis, insanın hayattayken neyin değerli olduğunu bilmesi gerektiğini vurgular. Dünya hayatı geçici bir imtihan sahnesidir. Asıl varlık, ruhun temizliği, Allah’a yönelişi ve ahiret için yaptığı hazırlıklardır.

SONUÇ: EMANETE SAHİP ÇIKMAK

İnsan, kendisine emanet edilen bedeni, aklı ve ruhu en güzel şekilde kullanarak, Allah’a döndüğünde yüz akıyla hesap vermelidir. Ruh, emaneti aldığı yere yani Rabbine dönerken, beden burada kalır ve toprağa karışır. Önemli olan, emaneti kirletmeden, hakkını vererek, Allah’ın rızasını kazanmış olarak geri teslim edebilmektir.

Dünya yolculuğunda asıl yolcu ruhumuzdur; beden ise yalnızca geçici bir binektir. Bu gerçeği idrak edenler, dünya nimetlerine aldanmaz, ahireti unutmaz ve emaneti sahibine layıkıyla teslim etmeye gayret eder.

 

 




HAK İLE HÜKMETMEK VE HAKSIZLIĞA TARAF OLMAMAK. HAKTAN TARAF OLMAK.

HAK İLE HÜKMETMEK VE HAKSIZLIĞA TARAF OLMAMAK. HAKTAN TARAF OLMAK.


“Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitab’ı hak ile indirdik; hainlerden taraf olma!” Nisa.105.

HAK İLE HÜKMETMEK VE HAKSIZLIĞA TARAF OLMAMAK

(Nisâ Suresi 105. Ayet ve Benzer Ayetler Üzerine İbretli Bir İnceleme)

İnsanlık tarihi boyunca adalet, toplumların ayakta kalmasını sağlayan en önemli değerlerden biri olmuştur. Adaletin olmadığı yerde zulüm, kargaşa ve yıkım kaçınılmazdır. İşte bu yüzden Kur’ân-ı Kerîm, adaleti temel bir ilke olarak belirlemiş ve insanların haksızlığa taraf olmamalarını emretmiştir. Nisâ Suresi 105. ayet de bu evrensel hakikati hatırlatır:

> “Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitab’ı hak ile indirdik; hainlerden taraf olma!” (Nisâ, 4:105)

Bu ayet, sadece Hz. Peygamber (s.a.v.)’e hitap etmekle kalmaz, tüm müminlere bir ilke sunar: Hüküm verirken, karar alırken, olayları değerlendirirken ve insanlar arasında hakemlik yaparken mutlak surette adalet gözetilmeli, hainlerden ve zalimlerden yana olunmamalıdır.

Peki, bu ilkenin derin manası nedir? Diğer ayetlerle bağlantısı nasıl kurulabilir? Günümüz dünyasında bu emir nasıl bir ibret vesikası olarak okunmalıdır?

1. Hak ile Hükmetmek: İlahi Bir Sorumluluk

İslam’da adalet, sadece hukuki bir mesele değil, aynı zamanda imani bir vecibedir. Allah Teâlâ, birçok ayette adaletle hükmetmenin farz olduğunu vurgular:

“Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisâ, 4:58)

“Ey iman edenler! Kendinizin, ana-babanızın ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şahitlik ederek adaleti ayakta tutan kimseler olun…” (Nisâ, 4:135)

“Ey Davud! Biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O hâlde insanlar arasında hak ile hükmet, hevâya uyma!” (Sâd, 38:26)

Bu ayetler, hüküm verme sorumluluğunun ne kadar büyük olduğunu gösteriyor. Bir mümin, ister aile içinde, ister toplum içinde, isterse bir yönetici olarak insanlara adaletle hükmetmek zorundadır. Eğer kişi haksızlığa göz yumarsa, zalimlerin tarafını tutarsa, Allah’ın bu emrini çiğnemiş olur.

Nisâ 105. ayet, özellikle şu mesajı veriyor: Adalet, Allah’ın bir emridir ve hiçbir dünyevi çıkar, hiçbir tarafgirlik, hiçbir akrabalık bağı veya dostluk, adaletin önüne geçmemelidir.

2. Hainlerden Taraf Olmamak: Günümüz İçin Bir İbret

Ayette geçen “hainlerden taraf olma” emri, aslında insanoğlunun en büyük zaaflarından birine işaret ediyor. Çoğu zaman insanlar, çıkarları, korkuları veya bağlılıkları nedeniyle açıkça yanlış olan bir tarafı destekleyebilirler. Ancak Allah Teâlâ, müminlerin bu tuzağa düşmemesi gerektiğini bildiriyor.

Günümüzde:

Bir kişi güçlü olduğu için,
Maddi menfaat sağladığı için,
Popüler olduğu için,
Yakın çevreden biri olduğu için,
Haklı olmasa bile onu savunmak, Allah’ın emrine aykırı bir davranıştır.

Müslüman, hakkın yanında durmalı, zalimin değil mazlumun tarafında olmalıdır. Hainler, zalimler ve haksızlık edenler kim olursa olsun, onlardan yana tavır almak Kur’an’a ve Peygamber’in sünnetine aykırıdır.

3. Peygamberimizin Adalet Üzerine Örneklikleri

Hz. Peygamber (s.a.v.), adalet konusunda eşsiz bir örnektir. O, sadece dostları ve müminler için değil, düşmanlarına karşı bile adaletle hükmetmiştir.

Bir gün, zengin ve soylu bir kadının hırsızlık yaptığı ortaya çıkınca, bazı sahabeler onun cezalandırılmaması için aracı olmak istedi. Ancak Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:

> “Ey insanlar! Sizden önceki toplumlar şu yüzden helâk oldu: Aralarından güçlü ve soylu biri hırsızlık yaparsa onu affederler, zayıf biri yaparsa onu cezalandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fatıma bile hırsızlık yapsaydı, onun da elini keserdim!” (Buhârî, Hudûd, 11; Müslim, Hudûd, 8)

Bu olay, adaletin kişilere göre değişmemesi gerektiğinin en güzel örneklerinden biridir.

4. Günümüz Dünyasında Adaletin Yitirilişi

Bugün dünyada adaletin nasıl kaybolduğunu görmek zor değil:

Güçlü devletler kendi çıkarları için haksız savaşlar açıyor, masumları öldürüyor.

Adaletsiz ekonomik sistemler zenginleri daha da zengin, fakirleri daha da fakir yapıyor.

Mahkemelerde güçlünün lehine kararlar alınıyor, mazlumlar ise haksız yere cezalandırılıyor.

Bütün bunlar, Nisâ 105. ayetin neden bu kadar önemli olduğunu gösteriyor. Çünkü Allah’ın hükmüne göre hareket edilmediğinde, adaletin yerini zulüm alır ve toplumlar çöküşe sürüklenir.

Sonuç: Adaleti Ayakta Tutalım

Kur’an, müminlere çok açık bir mesaj veriyor: Adaleti her zaman savunun, haksızlığa asla ortak olmayın!

Eğer güçlü olan bir zalimi savunuyorsak,
Eğer menfaatimiz için yanlışın tarafında duruyorsak,
Eğer sessiz kalarak zulmü onaylıyorsak,

Bu ayet bizi uyarıyor: Allah, zalimlerden yana olanları sevmez.

Bugün kendimize şu soruyu sormalıyız:

Hak ile mi hükmediyoruz, yoksa çıkarlarımız doğrultusunda mı?

Adaletli miyiz, yoksa güçlüden yana mı?

Doğruyu mu savunuyoruz, yoksa yanlışın peşinden mi gidiyoruz?

Eğer bu sorulara samimi bir şekilde cevap verirsek, belki de gerçek adaleti inşa etmek için bir adım atabiliriz. Çünkü Allah bizden sadece adalet istemiyor, aynı zamanda onun yaşatılmasını da emrediyor.

> “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan ve yalnızca Allah için şahitlik eden kimseler olun.” (Mâide, 5:8)

İşte hak ile hükmetmek budur!

 

 




Dünya Hayatından Kabir Alemine: İbretlik Bir Yolculuk

Dünya Hayatından Kabir Alemine: İbretlik Bir Yolculuk


Güneşin doğuşu, kuş cıvıltıları ve neşeyle dolu bir sabah… Hasan, genç, hayat dolu ve hayattan keyif almayı seven biriydi. Sabah kahvesini içerken telefonuna gelen mesajları okuyor, sosyal medyada gülerek dolaşıyordu. Günlük telaşlar içinde, dünyanın ona sunduğu nimetlerin tadını çıkarıyordu. Para, eğlence, arkadaşlar ve güzel anılar… Hayat sanki hiç bitmeyecek gibiydi.

Ancak her şey bir anda değişti. Trafik ışıklarında yeşilin yanmasını beklerken, göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir an… Bir fren sesi, bir çarpışma ve ardından gelen derin bir sessizlik… Hasan, artık farklı bir yolculuğa çıkmıştı.

Kabir Kapısı Aralanıyor

Gözlerini açtığında kendini tanıyamadığı bir yerde buldu. Ne hastane ne de tanıdık yüzler… “Neredeyim?” diye sordu ama sesi yankılandı, cevap gelmedi. Bir süre sonra bir gölge belirdi, yüzü görünmeyen biri ona yaklaştı:

— “Dünya hayatın bitti, Hasan. Artık hakikat âlemindesin.”

İnanamıyordu. Daha dün arkadaşlarıyla şakalaşıyor, yarın için planlar yapıyordu. “Nasıl yani? Daha çok gencim! Annem babam, işlerim, yapacaklarım vardı!” diye haykırdı.

Ama artık ne geri dönüş vardı ne de zamanın anlamı…

Hesap Başlıyor

Bir melek, elinde parlayan bir defterle yanına geldi. Sayfalar birer birer açıldıkça, Hasan’ın hayatı gözlerinin önüne seriliyordu. Lüks içinde yaşadığı, ama hiç şükretmediği günler… Eğlenceye daldığı, ama ibadeti unuttuğu geceler… Fakire sırt çevirdiği, ama kendine servet biriktirdiği anlar…

Her şey tek tek gösteriliyordu. Ama Hasan’ın en çok içini burkan, yapmadıklarıydı. Annesinin dualarını göz ardı etmesi, bir dostuna sırt çevirmesi, küçük bir iyiliği bile ertelemesi…

Melek şöyle dedi:

— “Hasan, dünya hayatı bir imtihandı. Sana verilen zamanı nasıl kullandın?”

Hasan’ın dili tutuldu. Geriye dönüp hatalarını düzeltmek istiyordu ama artık çok geçti.

İbretlik Son

Birden yer sarsıldı, karanlık bir çukur açıldı ve soğuk bir rüzgâr esti. Hasan oraya doğru sürüklenirken, pişmanlık içinde haykırıyordu:

— “Bana bir fırsat daha verin! Sadece bir gün, sadece bir secde için bile olsa geri dönmek istiyorum!”

Ama ona verilen cevap belliydi:

— “Hayır, artık dönüş yok.”

Ve bir kapı daha açıldı. Sonsuz bir âlem onu bekliyordu…

Ders Çıkarmak İçin Zaman Varken

Hasan’ın yaşadıkları hepimiz için bir ibret değil mi? Dünya hayatının geçici olduğunu bile bile, gaflete düşmek ne büyük bir kayıp! Oysa ki küçük bir iyilik, samimi bir dua, Allah’a yönelen bir kalp her şeyi değiştirebilirdi.

Şimdi düşünelim: Eğer bugün son günümüz olsaydı, gerçekten hazırlıklı olur muyduk? Eğer cevabımız “hayır” ise, hâlâ fırsatımız var.

Zira dünya, bizi kandıran bir hayal… Asıl gerçek, iş işten geçmeden uyanabilenlerin kazandığı bir yolculuk.