KABİRDEKİLERİN HALİNİ KEŞFEDEN BİR DÜNYALI.

KABİRDEKİLERİN HALİNİ KEŞFEDEN BİR DÜNYALI.


Kabirdeki Halin Keşfi: İbret Dolu Bir Yolculuk

Hayatın en büyük sırlarından biri, ölümden sonra ne olacağıdır. İnsan aklı, bu sırrı çözmek için her daim merak içinde olmuştur. Dünyada yaşayan birinin, kabirdeki insanların halini keşfettiğini düşünelim. Bu kişi, ölüm sonrası yaşamın gerçekliğine tanıklık ederek hem kendisi için hem de diğer insanlar için ibret verici bir hikaye bırakır.

Kabir: Ahiretin İlk Durağı

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), kabir hayatını şöyle tarif etmiştir:
“Şüphesiz kabir, ahiret duraklarının ilkidir. Eğer kişi bu duraktan kurtulursa, sonrası daha kolaydır. Eğer kurtulamazsa sonrası daha çetindir.” (Tirmizî, Kıyamet, 26).
Kabir, kişinin dünyada yaptıklarının ilk hesabını verdiği, ahirete geçişin başlangıç noktasıdır. Bu, insanların amellerine göre ya rahmetle dolup huzur buldukları ya da azapla dolup sıkıntı çektikleri bir mekandır.

Kabirdeki Halin Keşfi

Bir gün, merakla dolu bir dünyalı, kabirdeki insanların haline şahitlik etme fırsatı bulur. Bu kişi, kabirlerin sessiz sakin göründüğüne, ancak içeride bambaşka bir âlemin var olduğuna tanık olur. Görülen manzaralar ibret vericidir:

1. Salih Amellerle Dolu Kabirler
Bazı kabirler, nurla dolup taşmaktadır. İçindekiler, huzur ve mutluluk içindedir. Bu kişiler, dünyada iman ve güzel amellerle hayatlarını süslemiş, Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirmiş kimselerdir. Kabirlerinden yükselen sesler, şükür ve mutluluk doludur:
“Rabbimiz, bize vaat ettiğin nimetleri lütfettin. Sana hamd olsun!”
Bu sahne, dünyalıya şu ayeti hatırlatır:
“Şüphesiz, ‘Rabbimiz Allah’tır’ deyip sonra dosdoğru olanlar, onlara melekler iner: ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vaat edilen cennetle sevinin.’” (Fussilet, 30).

2. Azap İçindeki Kabirler
Bazı kabirler ise karanlık ve sıkıntı içindedir. İçindekiler pişmanlık ve korku içinde kıvranmaktadır. Dünyada Allah’ın emirlerini hiçe sayan, insanlara zulmeden ya da gaflet içinde yaşayan kimseler, kabirde azap görmektedir. Onların feryatları yürekleri parçalar:
“Rabbim! Beni geri gönder, salih bir kul olayım!”
Ancak bu feryatlar nafiledir. Dünyalı, şu ayeti hatırlar:
“Onlardan birine ölüm gelip çattığında, ‘Rabbim, beni geri gönder ki terk ettiğim dünyada iyi işler yapayım!’ der. Hayır! Bu, onun söylediği bir sözden ibarettir.” (Müminun, 99-100).

İbret ve Dersler

Bu keşif, dünyalının hem kendi hayatını hem de diğer insanların yaşamlarını sorgulamasına sebep olur. Kabir hayatının gerçekliğini görmek, dünya hayatındaki sorumlulukların önemini daha net bir şekilde ortaya koyar. Şu gerçekler apaçık ortadadır:

1. Dünya Hayatı Bir İmtihandır
Dünyalı, kabirdeki insanların hallerinden, hayatın geçici ve sınav dolu olduğunu öğrenir. Dünya, ahiret için bir hazırlık yeridir ve herkes bu imtihanı başarıyla tamamlamaya çalışmalıdır.

2. Salih Amellerin Önemi
Kabirlerinde huzur içinde olanların durumları, dünyalının dikkatini çeker. Namaz, sadaka, güzel ahlak, yardımlaşma ve Allah’a olan bağlılık, kabirde insanın yanında olan en önemli şeylerdir.

3. Gafletin Pişmanlığı
Azap içindeki kabirler ise dünyalıyı derinden etkiler. Gafletle geçirilen bir ömrün, sadece pişmanlık getirdiğini anlar. Bu durum, şu ayeti hatırlatır:
“O gün kişi, kendi elleriyle yaptığı her şeyin karşılığını görür ve inkâr eden, ‘Keşke toprak olsaydım!’ der.” (Nebe, 40).

Sonuç

Kabirdekilerin halini keşfeden dünyalı, hayatın değerini anlamış ve bu ibret dolu deneyimden derin bir ders almıştır. İnsan, dünya hayatını sadece geçici zevkler için değil, ahiret için bir hazırlık olarak görmelidir. Kabirde huzur bulmak isteyen, dünyada Allah’ın emirlerine uygun yaşamalı ve salih amellerle hayatını süslemelidir.

Rabbim bizleri kabir azabından korusun ve ahiret yurdunda huzur ve mutluluk içinde olanlardan eylesin.

Amin.

 

 




SIRAT KÖPRÜSÜNDEN CEHENNEME GİDECEK OLAN BİR YOL

SIRAT KÖPRÜSÜNDEN CEHENNEME GİDECEK OLAN BİR YOL


Sırat Köprüsünden Cehenneme Düşmek: İbret ve Uyarı

Ahiret, herkesin dünya hayatındaki amellerinin karşılığını göreceği bir hesap günüdür. Bu hesapta sırat köprüsü, insanın cennete ya da cehenneme ulaşmasını belirleyen kritik bir geçittir. Sırat, kıldan ince ve kılıçtan keskin olarak tarif edilen bir yol olup, müminler için kolaylaştırılacağı gibi günahkâr ve inkârcılar için son derece zor bir imtihan olacaktır. Sırattan geçerken cennete varmak yerine cehenneme düşmek ise, insanoğlu için en büyük hüsran ve pişmanlıktır.

Sırat Köprüsü: Son Hesabın Yolu

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), sırat köprüsünü şu şekilde tarif etmiştir:
“Cehennem üzerine sırat köprüsü kurulur. O kıldan ince, kılıçtan keskindir…” (Tirmizi, Kıyamet, 9).
Bu köprü, herkesin dünyada yaptıklarının bir yansımasıdır. Müminler sırattan hızla geçerken, günahkârlar zorluk çekecek ve bazıları cehenneme düşecektir. Cehenneme düşmek, insanın dünyadaki hatalarının ve gafletinin acı bir sonucudur.

Sırattan Cehenneme Düşmek: Günahların Bedeli

Sırattan geçerken cehenneme düşenlerin en büyük pişmanlığı, dünyada kendilerine verilen fırsatları değerlendirememiş olmalarıdır. Kur’an’da bu duruma işaret eden birçok ayet vardır:
“O gün günahkârlar, Rablerinin huzuruna zincirlerle bağlı olarak götürülür.” (İbrahim, 49).
Cehenneme düşenler, dünyadaki hatalarının farkına varır; ancak bu farkındalık artık bir fayda sağlamaz.

Günahların Ağır Yükü

Cehenneme düşmenin en büyük sebebi, dünya hayatında Allah’ın emirlerine karşı gelmek ve günah işlemekten kaçınmamaktır. İnsan, sırattan geçerken dünyadaki amellerinin yükünü taşır. Günahlarla dolu bir hayat, bu köprüyü geçmeyi imkânsız hale getirir:
“Onlar kendi ağırlıklarıyla beraber, saptırdıkları kimselerin ağırlıklarını da taşıyacaklar. Dikkat edin! Ne kötü bir yüktür o!” (Nahl, 25).
Bu ayet, insanın hem kendi günahlarının hem de başkalarını saptırmanın bedelini ödeyeceğini açıkça belirtir.

İman Eksikliği ve Amelsizlik

Sırattan cehenneme düşenlerin bir diğer özelliği, sağlam bir iman ve salih amellerden yoksun olmalarıdır. Peygamberimiz (s.a.v.), iman olmadan sıratı geçmenin mümkün olmadığını bildirmiştir. Ayrıca namaz gibi ibadetlerin ihmali de sıratta zorluk çekeceğimizin bir işareti olabilir:
“İlk sorguya çekileceğiniz şey namazdır. Eğer o düzgün olursa, diğer amelleriniz de düzgün olur.” (Tirmizi, Salat, 188).

Cehenneme Düşenlerin Pişmanlığı

Cehenneme düşenlerin en büyük azabı, hem fiziksel hem de manevi bir pişmanlık yaşamalarıdır. Kur’an’da onların feryatları şöyle dile getirilir:
“‘Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar ki, yaptıklarımızdan başka salih bir amel işleyelim.’ (Onlara denilir ki:) ‘Size düşünüp öğüt alacak kimsenin öğüt alabileceği kadar bir ömür vermedik mi?’” (Fatır, 37).
Bu ayet, cehenneme düşenlerin pişmanlık içinde yalvaracaklarını ancak artık dönüşün mümkün olmadığını vurgular.

Dünyadaki Seçimler ve Ahiret Yolu

Sırattan cehenneme düşmemek için dünya hayatında yapılan seçimlerin önemi büyüktür. İman etmek, Allah’a kulluk etmek, haramlardan sakınmak ve salih ameller işlemek, sırattan geçişi kolaylaştırır. Aksi halde gaflet, dünyevî tutkular ve günahlarla dolu bir hayat, insanı ebedi azaba sürükler. Kur’an bu konuda bizleri şöyle uyarır:
“Kim, Rabbinin huzuruna suçlu olarak gelirse, şüphesiz onun için cehennem vardır.” (Taha, 74).

İbret ve Uyanış

Sırat köprüsü ve cehenneme düşme hakikati, insana hayatını yeniden gözden geçirme fırsatı sunar. Bu dünya, ahiretin tarlasıdır. Her an bir fırsattır ve her fırsat, insanı ya cennete yaklaştırır ya da cehenneme sürükler. Rabbimiz bizleri şu ayetle uyarır:
“Rabbinizden bir mağfirete ve genişliği göklerle yer kadar olan, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için hazırlanmış cennete koşun.” (Al-i İmran, 133).

Sonuç

Sırat köprüsünden cehenneme düşmek, insanoğlu için en büyük kayıptır. Bu kayıp, dünya hayatında Allah’a kulluktan uzaklaşmak ve gaflet içinde yaşamaktan kaynaklanır. Ancak hâlâ vakit varken tevbe etmek, imanımızı güçlendirmek ve salih amellerle hayatımızı süslemek mümkündür. Rabbim bizleri sırat köprüsünden kolayca geçip cennet nimetlerine kavuşanlardan eylesin.

Amin.




KURAN-I KERİM’İ ANLAMADA NASIL BİR YÖNTEM TAKİP EDİLMELİDİR?

KURAN-I KERİM’İ ANLAMADA NASIL BİR YÖNTEM TAKİP EDİLMELİDİR?


Kur’an-ı Kerim’i Anlamada Nasıl Bir Yöntem Takip Edilmelidir?

Kur’an-ı Kerim, İslam’ın temel kaynağı ve insanlığa yol gösterici ilahi bir kitaptır. Onu doğru bir şekilde anlamak, sadece dil bilgisiyle değil, aynı zamanda bütüncül bir yaklaşım ve doğru yöntemlerle mümkündür. Peki, Kur’an’ı anlamada hangi metotlar izlenmelidir?

1. Samimi ve Halis Bir Niyetle Başlamak

Kur’an’ı anlamanın ilk şartı, samimi bir niyetle onu okumaktır. Kur’an, sadece entelektüel bir metin değil, insanın dünya ve ahiret saadeti için rehberlik eden ilahi bir kelamdır. Allah’ın hidayetine ulaşmak isteyen bir kalple ona yönelmek gerekir:
“Şüphesiz bu Kur’an, en doğru yola iletir…” (İsra, 9)

2. Arapça Bilgisi ve Kelimelerin Anlamını Kavramak

Kur’an’ın dili Arapçadır ve bu dili bilmek, anlamaya büyük katkı sağlar. Ancak herkesin Arapça öğrenmesi mümkün olmayabilir. Bu durumda, güvenilir meal ve tefsirlerden faydalanarak Kur’an’ın mesajını doğru anlamaya çalışmak gerekir.

3. Kur’an’ı Bütüncül Olarak Ele Almak

Kur’an’ı anlamak için onu parça parça değil, bir bütün olarak değerlendirmek önemlidir. Bir ayeti yorumlarken, o ayetin bağlamı ve diğer ayetlerle olan ilişkisi dikkate alınmalıdır. Kur’an’da birçok konu farklı surelerde ele alınır ve açıklamalar birbirini tamamlar.

4. Tefsirlerden ve Güvenilir Kaynaklardan Yararlanmak

Kur’an’ın bazı ayetleri açık ve anlaşılırken, bazıları daha derin anlamlar ihtiva eder. Bunları doğru anlamak için sahih tefsirlere başvurmak gerekir. İslam âlimlerinin klasik ve modern tefsirleri, ayetlerin iniş sebepleri, tarihi bağlamları ve yorumları hakkında bilgi sunar.
Bazı önemli tefsirler:

Taberî Tefsiri (Tarihsel bağlamı anlamada önemli)

İbn Kesir Tefsiri (Hadislerle desteklenen yorumlar ihtiva eder)

Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri (Dil ve mana açısından geniş açıklamalar yapar)

Fî Zılâlil Kur’an (Seyyid Kutub) (Sosyolojik ve günümüz meselelerine yönelik analizler içerir)

Risale-i Nur Külliyatı (Bediüzzaman)
Aklı ve nakli deliller muvacehesinde ele alır.

5. Sebeb-i Nüzûl Bilgisi ile Ayetleri Değerlendirmek

Bazı ayetler belli bir olay üzerine inmiştir. Bu olayları bilmeden ayetleri yorumlamak eksik olabilir. Ayetlerin iniş sebeplerini (sebeb-i nüzûl) anlamak, onları doğru yorumlamaya katkı sağlar.

6. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) Sünnetini ve Hadisleri Dikkate Almak

Kur’an’ın en iyi açıklayıcısı Peygamber Efendimiz’dir. Onun sözleri ve uygulamaları, Kur’an’ı nasıl anlayıp yaşadığımızı belirler. Peygamberimizin Kur’an’ı nasıl açıkladığını görmek için hadis kaynaklarına başvurmak önemlidir.

7. Akıl ve Kalp Dengesi ile Okumak

Kur’an’ı anlamak için sadece bilgi değil, aynı zamanda gönül açıklığı ve hikmet gerekir. Kur’an’ın üzerinde düşünmek, hazmetmek ve hayatımıza uygulamak, anlamanın en önemli boyutudur.

8. Günümüz Dünyasıyla Bağlantı Kurarak Anlamak

Kur’an, her çağın insanına hitap eder. Ayetleri bugünün dünyasına nasıl uyarlanabileceğini düşünerek okumak, Kur’an’ın evrensel mesajını daha iyi kavramamızı sağlar. Ancak bu yapılırken ayetlerin bağlamından koparılmaması gerekir.

Sonuç: Kur’an Sadece Okunmak İçin Değil, Yaşanmak İçindir

Kur’an’ı anlamak, sadece ilmi bir çaba değil, aynı zamanda bir hayat rehberi edinme sürecidir. Onu anlamak için samimi bir niyet, doğru kaynaklar ve sürekli bir çaba gerekir. Kur’an bize sadece bilgi sunmaz; aynı zamanda onu hayatımıza nasıl uygulayacağımızı da öğretir.

Kur’an’ın rehberliğiyle aydınlanmış bir hayat dileğiyle…




ÖLÜP KABRİSTANDA YATIP DA İŞİNİ BİTİRMİŞ VAR MIDIR ACABA?

ÖLÜP KABRİSTANDA YATIP DA İŞİNİ BİTİRMİŞ VAR MIDIR ACABA?


Ölüm ve Kabristan: Gerçekten İşimiz Bitiyor mu?

İnsan, dünya hayatında çeşitli meşguliyetler ve hedefler peşinde koşarken, ölümü çoğu zaman unutmaya meyillidir. Oysa ölüm, her nefis için kaçınılmaz bir gerçektir. Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur:

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.” (Ankebut, 57)

Bu ayet, insanın ölümden kaçamayacağını ve asıl dönüşün Allah’a olacağını hatırlatmaktadır. Peki, öldüğümüzde işimiz gerçekten bitmiş olur mu? Yoksa kabristandaki sessizlik, aslında bir başlangıcın işareti midir?

Kabristan: Dünya Hayatının Sonu mu, Ahiretin Başlangıcı mı?

Kabristan, dışarıdan bakıldığında sessiz ve hareketsizdir. Ancak İslam inancına göre orası, ebedi hayatın ilk durağıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v), kabir hayatının önemini şu sözleriyle ifade etmiştir:

“Kabir, ahiret duraklarının ilkidir. Eğer kişi bu duraktan kurtulursa, ondan sonrası daha kolaydır. Eğer kurtulamazsa, ondan sonrası daha çetindir.” (Tirmizî, Zühd, 5)

Bu hadis, kabir hayatının sanıldığı gibi bir son değil, aksine büyük bir imtihanın başlangıcı olduğunu göstermektedir. İnsan, öldüğünde dünyadaki malını, makamını ve yakınlarını geride bırakır. Ancak yanında götürebileceği tek şey, iman ve amelleridir.

İşini Bitirmiş Olanlar Kimlerdir?

Dünya hayatında işini bitirmiş olduğunu zanneden nice insanlar, ölümle birlikte asıl hesabın yeni başladığını fark edeceklerdir. Kabristanda yatanlar için asıl soru şudur: Gerçekten işimizi bitirmiş olarak mı öldük, yoksa asıl sorumluluğumuz yeni mi başlıyor?

İslam’a göre, hayatta yapılan her şeyin bir karşılığı vardır:

Eğer kişi Allah’a iman etmiş ve güzel ameller işlemişse, kabir onun için bir cennet bahçesi olur.

Eğer isyan içinde yaşamış, Allah’ın emirlerine kulak asmamışsa, kabir onun için cehennem çukurlarından bir çukur haline gelir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v), bu gerçeği şu hadis-i şerifle açıklar:

“Kul öldüğünde, amel defteri kapanır. Ancak üç şey onun için sevap kazandırmaya devam eder: Sadaka-i cariye (devam eden hayır), kendisinden faydalanılan ilim ve kendisine dua eden hayırlı bir evlat.” (Müslim, Vasiyyet, 14)

Bu hadisten anlıyoruz ki, bazı insanlar öldükten sonra bile işlerini tamamlamamış olur. Dünyada yaptıkları hayır işleri, yetiştirdikleri nesiller ve geride bıraktıkları faydalı ilimler sayesinde sevap kazanmaya devam ederler.

Kabristanda Yatıp da İşini Gerçekten Bitirmiş Olanlar

Dünya hayatında gaflet içinde olup da ahireti unutanlar, kabirde ilk sorguya çekildiklerinde işlerinin aslında bitmediğini anlayacaklardır. Ancak, dünya hayatında Allah’ın rızasını kazanmış, helal bir ömür sürmüş ve hayırlı işler yapmış kimseler için iş gerçekten tamamlanmış olabilir.

Allah Kur’an’da bu bahtiyar kullardan şöyle bahseder:

“Onlara, ‘Selam olsun size! Yaptıklarınıza karşılık olarak cennete girin’ denilir.” (Nahl, 32)

Gerçek anlamda işini bitirmiş olanlar, dünya hayatında Allah’ın rızasını kazanmış ve ahirette ebedi saadete ulaşanlardır.

Sonuç: Kabristan Bir Son Değil, Yeni Bir Başlangıçtır

Kabristan, dünya hayatının son durağı gibi görünse de, aslında sonsuz ahiret hayatının ilk adımıdır. Orada yatanlar için hesap henüz tamamlanmış değildir. Ya amel defterleri hayırla kapanmış olacak ya da yapılan kötülüklerin pişmanlığı içinde hesap günü beklenecektir.

Bu yüzden her insan, ölüm gelmeden önce kendini hesaba çekmeli ve şu soruyu sormalıdır:

“Öldüğümde gerçekten işimi tamamlamış olacak mıyım, yoksa ahiret hayatında pişmanlık duyacak mıyım?”

Cevabınız, bugünkü hayatınızı nasıl yaşadığınıza bağlıdır.

 

 




DÜNYADA KAYIP ÇOCUKLAR

DÜNYADA KAYIP ÇOCUKLAR

Dünyada kayıp çocuklar, hem insani hem de toplumsal açıdan büyük bir sorundur. Her yıl milyonlarca çocuk çeşitli nedenlerle kayboluyor. Bu kayıpların arkasında insan kaçakçılığı, aile içi anlaşmazlıklar, doğal afetler, savaşlar ve kaçırılma gibi pek çok sebep bulunuyor.

Kayıp Çocuklar ile İlgili Önemli Veriler

Uluslararası Kayıp Çocuklar Günü: Her yıl 25 Mayıs’ta, kayıp çocuklara dikkat çekmek amacıyla anılır.

Her Yıl Kaybolan Çocuk Sayısı:

ABD’de yıllık yaklaşık 460.000 çocuğun kaybolduğu bildiriliyor.

Avrupa’da yılda 250.000 çocuğun kaybolduğu tahmin ediliyor.

Dünya genelinde ise net bir rakam vermek zor, ancak milyonlarca çocuğun kaybolduğu düşünülüyor.

İnsan Kaçakçılığı ve Çocuk Ticareti:

Birleşmiş Milletler (BM) verilerine göre, insan kaçakçılığı mağdurlarının %30’u çocuklardan oluşuyor.

Çocuklar genellikle zorla çalıştırılma, organ mafyası, yasa dışı evlat edinme ve cinsel istismar gibi nedenlerle kaçırılıyor.

Kayıp Çocukların Başlıca Nedenleri

1. Aile İçinde Yaşanan Sorunlar: Boşanma, velayet davaları veya istismar nedeniyle çocuklar evden kaçabiliyor veya bir ebeveyn tarafından kaçırılabiliyor.

2. Kaçırılmalar: İnsan kaçakçılığı çeteleri veya bireysel suçlular tarafından kaçırılma vakaları sık görülüyor.

3. Savaş ve Göç: Savaş bölgelerinde ve mülteci kamplarında kaybolan çocukların bulunması daha da zorlaşıyor.

4. Doğal Afetler: Depremler, seller gibi felaketler sonucu çocuklar ailelerinden ayrı düşebiliyor.

Kayıp Çocukları Bulma Çalışmaları

Interpol’ün Kayıp Çocuk Programı: Uluslararası polis teşkilatı, kayıp çocukları bulmak için çalışıyor.

AMBER Alert Sistemi: ABD ve bazı ülkelerde kayıp çocuklar için anında bildirim yapan sistem.

Europol ve ECPAT Gibi Örgütler: Çocuk kaçakçılığına karşı uluslararası mücadele yürütüyor.

Türkiye’de Durum

Türkiye’de de her yıl binlerce çocuk kayboluyor. Kayıp Çocuklar Platformu ve Emniyet Genel Müdürlüğü, kayıp vakalarını takip ediyor. Aileler, kayıp çocuklarını bulmak için sosyal medyadan ve haberlerden de destek alıyor.

Kayıp çocuklarla ilgili farkındalığı artırmak, yetkililere bildirimde bulunmak ve önleyici tedbirler almak hayati önem taşıyor.

@@@@@@@

**Dünyada Kayıp Çocuklar: Genel Durum, Nedenler ve Çözüm Önerileri**
Dünya genelinde kayıp çocuklar, hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde ciddi bir insani kriz olarak varlığını sürdürüyor. Bu sorun, çocuk hakları ihlalleri, organize suçlar, göç ve doğal afetler gibi faktörlerle daha da derinleşiyor. İşte dünya çapında kayıp çocuklara ilişkin temel veriler, zorluklar ve çözüm önerileri:

### **1. Küresel İstatistikler ve Ülke Bazlı Veriler**
– **Avrupa Birliği**: Her yıl yaklaşık **250.000 çocuk** kayboluyor. Bu vakaların önemli bir kısmı kaçırma, istismar veya insan ticaretiyle bağlantılı .
– **ABD**: Yılda **460.000 çocuk** kayboluyor. Bu sayı, dünya genelinde en yüksek oranlardan biri .
– **Hindistan**: Her **8 dakikada bir çocuk** kayboluyor. Kaybolan çocukların büyük kısmı zorla çalıştırılıyor veya seks ticaretine maruz bırakılıyor .
– **Almanya, Meksika ve Birleşik Krallık**: Sırasıyla yıllık **100.000**, **120.000** ve **112.853** çocuk kayıp vakası kaydediliyor .
– **Mülteci Çocuklar**: 2014-2017 arasında Avrupa’ya gelen **30.000 refakatsiz çocuk** kayboldu. Bu çocuklar genellikle organ mafyası veya fuhuş ağlarının hedefi oluyor .

### **2. Kaybolma Nedenleri**
– **İnsan Ticareti**: Özellikle Asya ve Afrika’da kaybolan çocuklar, zorla çalıştırma, seks köleliği veya organ ticareti için kaçırılıyor .
– **Çatışma ve Göç**: Suriye, Afganistan ve Afrika ülkelerindeki savaşlar, **milyonlarca çocuğu** yetim veya refakatsiz bırakıyor. UNICEF’e göre dünya genelinde **140 milyon** kayıtlı yetim çocuk bulunuyor .
– **Doğal Afetler**: Deprem, sel gibi afetler sonrası çocuklar kaybolabiliyor. Örneğin, 2023 Türkiye depremlerinde **3.270 kişi** kayıp ilan edildi ve çocuklar bu grubun önemli bir kısmını oluşturuyor .

### **3. Veri Toplama ve Politikaların Yetersizliği**
– **Veri Eksikliği**: Birçok ülkede kayıp çocuklara dair kapsamlı veri sistemleri bulunmuyor. Örneğin, Türkiye’de kayıp çocuk istatistikleri TÜİK tarafından yayımlanmakla birlikte, Toplum Çalışmaları Enstitüsü bu verilerin yetersiz olduğunu ve uluslararası ağlara entegrasyon eksikliğini eleştiriyor .
– **AB’deki Sorunlar**: Avrupa’da veri paylaşımı, mahremiyet endişeleri ve merkezi sistem eksikliği nedeniyle engelleniyor .

### **4. Çözüm Önerileri**
– **Ulusal Acil Uyarı Sistemleri**: AMBER Alert gibi sistemlerin yaygınlaştırılması ve teknoloji (yapay zeka, sosyal medya) ile entegrasyon .
– **Veri Analizi**: Kaybolma nedenlerini analiz eden ulusal veri ağları oluşturulması .
– **Uluslararası İş Birliği**: Türkiye gibi ülkelerin Missing Children Europe gibi ağlara katılımı ve sınır ötesi iş birliği .
– **Toplumsal Farkındalık**: Aileleri ve toplumu bilinçlendiren kampanyalar düzenlenmesi .

### **5. Vaka Örnekleri ve Sembolik Adımlar**
– **6 Şubat Deprem Anıtı (Türkiye)**: Depremde kaybolan çocukların anısına yapılan anıt, toplumsal hafızayı canlı tutmayı amaçlıyor .

**Sonuç**: Kayıp çocuklar sorunu, yalnızca yerel değil küresel bir insanlık meselesidir. Veri şeffaflığı, teknolojik altyapı ve uluslararası iş birliğiyle bu krizin boyutları azaltılabilir. UNICEF ve sivil toplum kuruluşları, özellikle mülteci çocukların korunması için acil politikalar üretilmesi çağrısı yapıyor .




MÜSLÜMAN KİMLİKLİ TÜRK ZULMETMEZ -2-

MÜSLÜMAN KİMLİKLİ TÜRK ZULMETMEZ -2-

“Ben bakıyorum; kim bana zulmediyor, dikkat ediyordum, onlar katiyen Türk değillerdir. Çünkü, hakiki Türklerde zulmetmek damarı yoktur…” Bediüzzaman.
O zaman kim? -2-

**”Hakiki Türk Kimdir? Bediüzzaman’ın Zulüm ve Kimlik Eleştirisi Üzerine İbretlik Bir Analiz”**

Bediüzzaman Said Nursî’nin, *”Ben bakıyorum; kim bana zulmediyor, dikkat ediyordum, onlar katiyen Türk değillerdir. Çünkü, hakiki Türklerde zulmetmek damarı yoktur”* sözü, kimlik, aidiyet ve zulüm arasındaki paradoksu sorgulayan derin bir sosyolojik tespittir. Bu ifade, Türk milliyetçiliği söylemi altında faaliyet gösteren ancak köken itibarıyla Türk olmayan kişilerin, Bediüzzaman’a ve davasına yönelik baskılarını eleştirirken, aynı zamanda “Türklük” kavramını da yeniden tanımlama çabasıdır. Peki, bu sözün arka planında hangi tarihî ve sosyal gerçekler yatıyor?

### 1. **Tarihî Bağlam: Türkçülük ve İktidar İlişkileri**
Bediüzzaman’ın bu sözü, 20. yüzyıl başlarında Osmanlı’nın çöküşü ve Cumhuriyet’in kuruluş sürecindeki kimlik politikalarına bir tepkidir. O dönemde, Türk Ocakları ve Türk Tarih Kurumu gibi kurumlar, etnik kökeni Türk olmayan ancak Türkçülük ideolojisini benimseyen kişilerce yönetiliyordu. Örneğin, Türk Ocakları’nın kurucuları arasında Kırım kökenli Yusuf Akçura, Kürt kökenli Ziya Gökalp ve Dönme kökenli Halide Edip gibi isimler vardı . Bediüzzaman, bu kişilerin “Türklük” perdesi altında asimilasyon ve baskı politikaları yürüttüğünü savunuyordu. Ona göre, gerçek Türklerin karakterinde zulme meyil yoktu; bu tavır, ancak kimliğini gizleyenlerin işi olabilirdi.

### 2. **Zulmün Kaynağı: İdeolojik Manipülasyon**
Bediüzzaman’a yönelik baskılar, özellikle Risale-i Nur hareketinin yayılması ve dini eğitimi savunması nedeniyle artmıştı. 1930’larda Kemalist rejim, sekülerleşme politikalarını dayatırken, Bediüzzaman’ın İslami eğitim vurgusu ve Medresetü’z-Zehra projesi (Şark Üniversitesi) bu politikaya ters düşüyordu . Bu çatışma, devlet yetkililerinin onu “Kürtçülük” ve “anarşizm”le suçlamasına yol açtı. Ancak Bediüzzaman, kendisine zulmedenlerin “Türk maskesi takan yabancı kökenli jakobenler” olduğunu vurguladı . Örneğin, 1936’daki Sason Hadisesi’nde devlet, Arap köylerindeki bir çatışmayı “Kürt isyanı” olarak rapor ederek, Bediüzzaman’ın talebelerini hedef gösterdi . Bu tür manipülasyonlar, gerçek Türk kimliğinin değil, ideolojik çıkarların ürünüydü.

### 3. **Hakiki Türk Kimdir?**
Bediüzzaman’ın “hakiki Türk” tanımı, etnik kökenden ziyade ahlaki ve manevi değerlere dayanır. Ona göre Türkler, İslam’ın bayraktarlığını yapan, adaletli ve merhametli bir millettir. Bu bağlamda, zulüm yapanların kökeni ne olursa olsun, Türklükle bağdaşmadığını savunur. Örneğin, Afyon Hapishanesi’nde tutuklu bulunduğu dönemde, kendisiyle görüşen jandarma ve savcıların tavrını “Türk olmayanların despotluğu” olarak yorumlamıştır . Bu durum, Bediüzzaman’ın milliyetçiliği reddetmediğini, ancak onu “manevi bir kimlik” olarak yeniden inşa etmeye çalıştığını gösterir.

### 4. **İbretlik Örnekler: Tarih ve Günümüz**
– **Türk Tarih Kurumu’nun Kurucuları**: Kurumun ilk başkanı Tevfik Bıyıklıoğlu’nun kökeni belirsizdir ve kayıtlarda “Çanakkale doğumlu” dışında detay yoktur . Bu belirsizlik, Bediüzzaman’ın eleştirisini destekler niteliktedir.
– **Said Nursî’ye Yönelik İftiralar**: 1930’larda devlet, onu “anarşist” olarak suçlarken, hiçbir somut delil sunamamıştır. Mahkemelerde beraat etmesine rağmen, bu karalamalar siyasi bir araç olarak kullanılmıştır .
– **Günümüzdeki Yansımalar**: Bediüzzaman’ın sözleri, günümüzde de kimlik siyaseti ve baskı mekanizmaları arasındaki ilişkiyi anlamak için bir rehber niteliğindedir. Örneğin, “ırkçılık” adı altında yapılan ayrımcılıklar, gerçek millî değerlerle örtüşmemektedir.

### 5. **Sonuç: Kimlik, Ahlak ve Hakikat**
Bediüzzaman’ın eleştirisi, kimliğin etnik bir kategori olmaktan çok **ahlaki bir duruş** olduğunu vurgular. Ona göre, zulüm yapanlar “Türklük” iddiasında bulunsa bile, bu iddia ancak gerçek Türklerin erdemleriyle çeliştiği sürece geçersizdir. Bu perspektif, günümüzde de ırkçılık, baskı ve ideolojik manipülasyonlara karşı bir uyarıdır:
> *”Hakikat, ancak adalet ve merhametle taçlandırıldığında bir anlam kazanır. Gerisi, perde arkasındaki karanlık oyunlardır.”* .

Bediüzzaman’ın mirası, kimlikleri **aidiyetle değil, hakikatle** tanımlamamız gerektiğini hatırlatıyor.

 

 




MÜSLÜMAN KİMLİKLİ TÜRK ZULMETMEZ -1-

MÜSLÜMAN KİMLİKLİ TÜRK ZULMETMEZ -1-


“Ben bakıyorum; kim bana zulmediyor, dikkat ediyordum, onlar katiyen Türk değillerdir. Çünkü, hakiki Türklerde zulmetmek damarı yoktur…” Bediüzzaman. -1-

Hakiki Türk ve Zulmetmeyen Ruh

Tarih, milletlerin karakterini sadece zaferleriyle değil, aynı zamanda adalet anlayışlarıyla da şekillendirir. Türk milletinin binlerce yıllık geçmişine bakıldığında, adalet, merhamet ve hoşgörünün en temel değerler arasında olduğu görülür. “Ben bakıyorum; kim bana zulmediyor, dikkat ediyordum, onlar katiyen Türk değillerdir. Çünkü, hakiki Türklerde zulmetmek damarı yoktur…” sözü, bu tarihi karakterin en güzel özetlerinden biridir.

Türk’ün Adalet Anlayışı

Türk tarihinde, yönetim anlayışı her zaman adalet üzerine kurulmuştur. Orhun Yazıtları’ndan Osmanlı’nın hoşgörü politikalarına kadar birçok örnek, Türklerin zulmetmekten kaçındığını, bilakis adalet dağıtan bir millet olarak tanındığını gösterir.

Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın “Bizim devletimizde herkes dininde ve inancında serbesttir” sözü, Türklerin adalet anlayışını yansıtan önemli bir örnektir. Yine Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin vasiyetinde yer alan “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” düsturu, yönetimde adaletin ne denli önemli olduğunu gösterir. Osmanlı’nın fethettiği topraklarda insanların dinlerine, dillerine ve kültürlerine dokunulmaması da bu anlayışın sonucudur.

Zulmeden Kimdir?

Hakiki Türk’ün zulmetmeyeceği fikri, aslında bir milletin öz değerlerini ve ahlaki kodlarını anlatır. Zulmetmek, adaletten sapmaktır. Tarih boyunca zalimlerin ortak özelliği, insani değerlerden uzak, bencil ve menfaatçi bir yaklaşım sergilemeleridir. Gerçek Türk, bu tür bir anlayışa sahip olamaz; çünkü Türklüğün mayasında vicdan, merhamet ve adalet vardır.

Zulmedenler, her zaman bireysel çıkarlarını toplumun huzurunun önüne koyanlardır. Onlar, makam ve servet hırsıyla gözleri kör olmuş, insaniyeti unutmuş olanlardır. Türk tarihine baktığımızda, zulmeden yöneticilerin eninde sonunda halk tarafından reddedildiğini, adaletten sapmanın uzun vadede yok oluşa sebep olduğunu görürüz.

Hakiki Türk Kimdir?

Hakiki Türk, mazluma kalkan olan, adaleti her şeyin üstünde tutan, düşmanına bile insanca davranan kişidir. Bu karakter, sadece devlet yönetiminde değil, gündelik hayatta da kendini gösterir. Bir Türk’ün ahlaki duruşu, onun zulmetmeyeceğini, bilakis haksızlığa karşı duracağını kanıtlar.

Bugün de gerçek bir Türk, hangi coğrafyada olursa olsun, mazlumun yanında durur, haksızlığa sessiz kalmaz ve zulmetmeyi bir insanlık suçu olarak görür. Hakiki Türk ruhu, asırlar boyunca ne Moğol istilalarında ne de modern çağın sömürgeci düzeninde zalimleşmemiştir.

Sonuç: Adaletin Mirası

Bu söz, sadece bir milletin karakterini anlatmakla kalmaz, aynı zamanda insan olmanın erdemini de hatırlatır. Zulmetmek, aslı ne olursa olsun, ahlaki zayıflıktan doğar. Hakiki Türk, zulmetmez; çünkü Türk ruhu, vicdanın, adaletin ve merhametin temsilcisidir.

Bu yüzden, bugün ve her zaman, zulmün kimden geldiğine değil, kimin adaleti savunduğuna bakılmalıdır. Hakiki Türk, her çağda adaletin yanında olan, mazlumu koruyan ve zalime karşı dimdik duran kişidir.

Zira, “Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi).”




BİLMEK VE BİLİNMEK İSTEYEN BİR RAB

BİLMEK VE BİLİNMEK İSTEYEN BİR RAB[1]

 

Muhyiddin-i Arabî

كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ لِيَعْرِفُونٖى
hadîs-i şerifinin beyanında “Mahlukatı yarattım ki bana bir âyine olsun ve o âyinede cemalimi göreyim.” demiştir.

**Muhyiddin İbn Arabî ve “Âyetü’l-Kübrâ” Perspektifinde Yaratılışın Aynası**
İbn Arabî’nin zikrettiği *”Mahlûkatı yarattım ki bana bir âyine olsun ve o âyinede cemalimi göreyim”* sözü, onun varlık ve yaratılış metafiziğinin özünü yansıtır. Bu ifade, meşhur kudsî hadis olan *”Küntü kenzen mahfiyyen fe ahbebtü en u‘rafe fe halaktü’l-halka”* (Ben gizli bir hazine idim; bilinmeyi istedim, bu yüzden mahlûkatı yarattım) hadisinin tefsiri mahiyetindedir. İbn Arabî’nin bu yaklaşımı, Vahdet-i Vücûd (Varlığın Birliği) doktriniyle derin bir bağlantı içindedir. Aynı tema, Bediüzzaman Said Nursî’nin *İşârâtü’l-İ’câz* eserinde de farklı bir üslupla ele alınır. İşte bu iki büyük düşünürün perspektifinden konunun izahı:

### **1. İbn Arabî’nin Metafizik Aynası: Tecelli ve Vahdet**
– **Ayna Metaforu**: İbn Arabî’ye göre Allah, mutlak güzelliğini (cemâl) ve isimlerinin tecellilerini görmek için âlemi bir ayna olarak yaratmıştır. Her mahlûk, O’nun bir isminin veya sıfatının tezahürüdür. İnsan ise bu aynanın en mükemmel parçasıdır (*aynetü’l-âlem*).
– **Vahdet-i Vücûd**: Yaratılış, Hakikat-i Muhammediye (İlâhî Hakikatin İlk Tecellisi) vasıtasıyla zuhur eder. İbn Arabî, *”Hak, halkın aynasıdır; halk da Hakk’ın aynasıdır”* (Fusûsü’l-Hikem) der. Bu, zâhir ile bâtının birliğini ifade eder.
– **Kendini Bilme Arzusu**: Allah’ın “bilinmeyi sevmesi”, kendi kemâlâtını müşahede etme iradesidir. İnsan, bu müşahedenin en şuurlu aracıdır.

### **2. Bediüzzaman’ın Teleolojik Yaklaşımı: İşârâtü’l-İ’câz’da Âyetler**
– **Kâinat Kitabı**: Nursî, *İşârâtü’l-İ’câz*’da kâinatı bir “âyetler mecmuası” olarak niteler. Her varlık, Allah’ın isimlerine işaret eden birer delildir. Örneğin, güneş *”Hakîm”* ismine, denizler *”Rahmân”* ismine ayna olur.
– **Hikmet ve Gaye**: Yaratılışın temel hikmeti, Allah’ın tanınmasıdır (*marifetullah*). Nursî, bu noktada İbn Arabî ile aynı hedefe işaret eder, ancak üslubu daha çok akıl, mantık ve Kur’ânî perspektifle sınırlıdır.
– **İnsanın Konumu**: İnsan, *şuur sahibi bir âyine* olarak yaratılmıştır. Ona verilen akıl ve kalp, Hakk’ı tanıma ve sevme kabiliyetinin araçlarıdır.

### **3. Benzerlikler ve Farklılıklar**
| **İbn Arabî** | **Bediüzzaman** |
|—————-|——————|
| Ontolojik (Varlığın özüne odaklı) | Teleolojik (Hikmet ve gayeye odaklı) |
| Mistik ve felsefi derinlik | Kur’ân merkezli ve akılcı izahlar |
| Vahdet-i Vücûd vurgusu | Vahdet-i Şuhûd (Görünenlerin birliği) yaklaşımı
| Tecelli ve zuhur temelli | İsbât-ı Sâni (Yaratıcıyı ispat) temelli |

### **4. Teolojik Hassasiyetler ve Sentez**
– **İbn Arabî’ye Yöneltilen Eleştiriler**: Bazı âlimler, Vahdet-i Vücûd’un panteizm ile karıştırılabileceğini söyler. Ancak İbn Arabî, *”Halk, Hakk’ın gölgesidir; Hakk’ın kendisi değil”* diyerek bu riski bertaraf eder.
– **Nursî’nin Denge Arayışı**: Nursî, İbn Arabî’nin derinliklerini “hakikat-ı hal” olarak kabul eder, ancak avamın idraki için daha sade ve Kur’ânî bir dil kullanır. *”Her şey O’nu gösterir, fakat O değildir”* prensibiyle aşırı yorumları önler.
– **Ortak Mesaj**: Her iki düşünür de mahlûkatın Allah’ın isimlerine birer ayna olduğunu vurgular. İnsanın vazifesi, bu aynayı şuurla temizlemek ve Hakk’ı müşahede etmektir.

### **5. Sonuç: Ayna Metaforunun İki Yansıması**
İbn Arabî ve Bediüzzaman, aynı hakikati farklı merceklerle ele alır:
– **İbn Arabî**, varlığın özünde Hakk’ın tecellisini görür ve insanı “kâmil âyine” olarak tanımlar.
– **Bediüzzaman**, bu tecelliyi Kur’ân’ın rehberliğinde akıl ve kalp ile idrake davet eder.

Her iki yaklaşım da, insanı “yaratılışın sırrını çözen şuurlu bir ayna” olarak konumlandırır. Bu, hem metafizik bir hakikat hem de pratik bir ubudiyet çağrısıdır.

[1] https://www.youtube.com/watch?v=X5-tL3-mWBU&t=3s