AKİBET ENDİŞESİ

AKİBET ENDİŞESİ

Akibet kelimesi kök olarak; akabe- akabe biatı – akibet- ta’kib [1]– ukubet- topuk manası- arkadan gelen çocuk. Ayın sonu- Geri döndü.- Ökçesi üzerine/ilk haline döndü gibi anlamlara gelmektedir.

“İbrahim bunu, belki dönerler diye, ardından gelecekler arasında kalıcı bir söz yaptı.”[2]

Hadiste:” Ökçelerin ateşte vay haline”

“Allah bizi doğru yola kavuşturduktan sonra ardımıza mı dönelim?”[3]

“Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisingeriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim gerisingeriye dönerse, Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.”[4]

-“ Hani şeytan onlara yaptıklarını süslemiş ve, “Bu gün artık insanlardan size galip gelecek (kimse) yok, mutlaka ben de size yardımcıyım.” demişti. Fakat iki taraf (savaş alanında) yüz yüze gelince (şeytan), gerisingeriye dönüp, “Ben sizden uzağım. Çünkü ben sizin görmediğiniz şeyler (melekler) görüyorum. Ben Allah’tan korkarım. Allah, cezası çetin olandır” demişti.”[5]

“Çünkü âyetlerim size okunurdu da, siz, buna karşı kibirlenerek arkanızı döner, geceleyin (Kâbe’nin etrafında toplanarak) hezeyanlar savururdunuz.”[6]

İşte burada yardım ve dostluk, Hak olan Allah’a mahsustur. Mükâfatı en iyi olan O, en güzel âkıbeti veren yine O’dur.”[7]

Yine onlar, Rablerinin rızasını isteyerek sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık olarak (Allah yolunda) harcayan ve kötülüğü iyilikle savan kimselerdir. İşte onlar var ya, dünya yurdunun (güzel) sonu sadece onlarındır.”[8]

İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) âkıbet, takvâ sahiplerinindir.”[9]

-Akibet kelimesi muzaf geldiğinde, kimi Zaman ceza vermek ile ilgili olur:

Sonunda, Allah’ın âyetlerini yalan sayarak ve onları alaya alarak kötülük yapanların âkıbetleri pek fena oldu.”[10]

Nihayet ikisinin de (azdıranın da azanın da) akıbeti, ebediyen ateşte kalmaları olmuştur. İşte zalimlerin cezası budur.”[11]

-Ukubet ve ikab kelimeleri azap/ceza anlamındadır:

Onların her biri gönderilen peygamberleri yalanladılar da bu yüzden (kendilerine) azabım hak oldu.”[12]

“Bu, onların Allah’a ve Peygamberine karşı gelmelerinden dolayıdır. Kim Allah’a karşı gelirse bilsin ki Allah’ın cezalandırması çetindir.”[13]

Eğer ceza verecekseniz, size yapılan işkencenin misliyle ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.  “[14]

(Resûlullah (s.a.), Uhud savaşında amcası Hz. Hamza’yı kâfirler tarafından burnu ve kulakları kesilmiş, ciğeri çıkarılmış bir şekilde görünce: «Allah’a andolsun ki, eğer Allah bana zafer verirse senin yerine yetmiş kişiyi böyle yapacağım!» diye yemin etti. Bunun üzerine 126. âyet indi. Resûlullah (s.a.) yeminine keffâret verdi ve onu uygulamadı.)

İşte böyle. Her kim, kendisine verilen eziyetin dengi ile karşılık verir de, bundan sonra kendisine yine bir tecavüz ve zulüm vaki olursa, emin olmalıdır ki, Allah ona mutlaka yardım edecektir. Hakikaten Allah çok bağışlayıcı ve mağfiret edicidir.  “[15]

(Kur’an-ı Kerim, muhtelif vesilelerle bağışlamanın üstünlüğünü ifade buyurmuş, Âl-i İmrân sûresinin 134. âyetinde de görüldüğü gibi affetmeyi, iman ve ahlâk timsâli olan takvâ sahiplerinin belli başlı sıfatlarından biri olarak kabul etmiştir. Ancak, bu âyet gösteriyor ki, affetmek, uyulması zorunlu bir emir değildir. Böylece Kur’an, zulme uğrayan bir kimsenin, buna karşılık verme hakkını mahfuz tutmuş; bununla beraber, kötülük edene, ettiği kadarıyla karşılık vermek, yani suç ve ceza dengesini muhafaza etmek gerektiğine de özellikle işaret buyurmuştur.)

-”Dalâlette ve küfürde hem adem ve terk var ki, pek kolaydır, hareket istemez. Hem tahrip var ki, çok sehîldir ve âsândır, az bir hareket yeter. Hem tecavüz var ki, az bir amel ile çoklarına zarar verip, ihâfe noktasında ve firavuniyet cihetinden onlara bir makam kazandırır. Hem âkıbeti görmeyen ve hazır zevke müptelâ olan insandaki nebâtî ve hayvânî kuvvelerin tatmini, telezzüzü için hürriyeti vardır ki, akıl ve kalb gibi letâif-i insaniyeyi insaniyetkârâne ve âkıbet-endişâne olan vazifelerinden vazgeçiriyorlar.
Ehl-i hidayet ve başta ehl-i nübüvvet ve başta Habib-i Rabbü’l-Âlemîn olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın meslek-i kudsîsi, hem vücudî, hem sübutî, hem tamir, hem hareket, hem hududda istikamet, hem âkıbeti düşünmek, hem ubudiyet, hem nefs-i emmârenin firavuniyetini, serbestliğini kırmak gibi esasat-ı mühimme bulunduğundandır ki, Medine-i Münevverede bulunan o zamanın münafıkları, o parlak güneşe karşı yarasa kuşu gibi gözlerini yumup, o cazibe-i azîmeye karşı şeytanî bir kuvve-i dâfiaya kapılıp dalâlette kalmışlar.”[16]

-“Ehl-i hidayetin rekabetkârâne ihtilâfı, âkıbeti düşünmemekten ve kasr-ı nazardan olmadığı gibi; ehl-i dalâletin samimâne ittifakları, âkıbet-endişlikten ve yüksek nazardan değildir. Belki ehl-i hidayet, hak ve hakikatin tesiriyle, nefsin kör hissiyatına kapılmayarak, kalbin ve aklın dûr-endişâne temayülâtına tâbi olmakla beraber, istikameti ve ihlâsı muhafaza edemediklerinden, o yüksek makamı muhafaza edemeyip ihtilâfa düşüyorlar.

Ehl-i dalâlet ise, nefsin ve hevânın tesiriyle, kör ve âkıbeti görmeyen ve bir dirhem hazır lezzeti bir batman ilerideki lezzete tercih eden hissiyatın mukteziyatıyla, birbirine samimî olarak, muaccel bir menfaat ve hazır bir lezzet için şiddetli ittifak ediyorlar.

Evet, dünyevî ve hazır lezzet ve menfaat etrafında aşağı, kalbsiz nefisperestler samimî ittifak ve ittihad ediyorlar. Ehl-i hidayet, âhirete ait ve ileriye müteallik semerât-ı uhreviyeye ve kemâlâta, kalb ve aklın yüksek düsturlarıyla müteveccih oldukları için, esaslı bir istikamet ve tam bir ihlâs ve gayet fedakârâne bir ittihad ve ittifak olabilirken, enâniyetten tecerrüd edemedikleri için, ifrat ve tefrit yüzünden, ulvî bir menba-ı kuvvet olan ittifakı kaybedip, ihlâs da kırılır. Ve vazife-i uhreviye de zedelenir. Kolayca rıza-yı İlâhî de elde edilmez. Bu mühim marazın merhemi ve ilâcı, “El-hubbu fillâh” sırrıyla, tarik-i hakta gidenlere refakatle iftihar etmek; ve arkalarından gitmek; ve imamlık şerefini onlara bırakmak; ve o hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi olduğunun ihtimaliyle enâniyetinden vazgeçip ihlâsı kazanmak; ve ihlâsla bir dirhem amel, ihlâssız batmanlarla amellere râcih olduğunu bilmekle ve tâbiiyeti dahi, sebeb-i mes’uliyet ve hatarlı olan metbûiyete tercih etmekle o marazdan kurtulur ve ihlâsı kazanır, vazife-i uhreviyesini hakkıyla yapabilir.”[17]

MEHMET ÖZÇELİK

20-09-2022

[1] Takib manasına, 13/Ra’d 11,41, 27/Neml. 1O,

[2] Zuhruf 28.

[3] 6/En’am-71.

[4] Âl-i İmrân Suresi 144. Ayet.

[5] Enfal.48.Bakınız: Enfâl sûresi, âyet, 8-9.

[6] Mü’minûn Suresi 66-67.

[7] Kehf Suresi 44. Ayet.

[8] Ra’d Suresi 22. Ayet.

[9] Kasas Suresi 83. Ayet.

[10] Rûm Suresi 10. Ayet.

[11] Haşr Suresi 17. Ayet.

[12] Sâd Suresi 14. Ayet.

[13] Haşr Suresi 4. Ayet..

[14] Nahl Suresi 126. Ayet.

[15] Hac Suresi 60. Ayet.

[16] Bediüzzaman. Lemalar.84.

[17] Age. 156-157.




KÖRELMİŞ BASİRET

KÖRELMİŞ BASİRET

Kör ve körelmiş basiret, dost ve düşmanını görmemek, perdelenen basiretle hak ve hakikati bilmemektir.

Aynı zamanda önünü ve de geleceğini görmemektir.

Basiretlerin bağlandığı kirli ittifaklar maalesef bugün gibi yüz yıl önce de gerçekleşmiştir.

Bir yandan din cephesinde, diğer yönden siyaset arenasında…

-”27 Nisan 1909 tarihinde Şeyhülislam Mehmed Ziyaeddin Efendi’nin fetvasıyla
II. Abdülhamid Han tahttan indirilmiştir. Diğer üyelerle birlikte Mustafa Sabri
Efendi de kararı desteklemiştir. Duygularını, Beyanü’l-Hakk’ın Mesleği adlı makalesinde dile getirmiştir. Bu makalesinde II. Abdülhamid’in istibdat yönetimine son
verdikleri için İttihat ve Terakki Cemiyeti ile orduya teşekkür etmiştir. Ancak zamanla Cemiyet-i İlmiye, İttihatçıların uygulamalarından rahatsız olur. Kuruluşundan üç ay sonra İttihatçılardan ayrılır (22 Kanun-ı evvel 1908). Ümit havası yerini ümitsizliğe bırakır. Beklentiler boşa çıkar. Tenkitler artar. İttihat ve Terakki’nin karşısında güçlü bir parti bulunmamaktadır. Bu yüzden Cemiyet adeta bir muhalefet
gibi çalışır. Bunun üzerine Cemiyet-i İlmiye ulemasının, camilerde vaaz ve nasihat
etmeleri Şeyhülislam tarafından yasaklanır. Bu süreçte zaman zaman dergileri de
kapatılır. II. Abdülhamid’in istibdadını eleştirerek iktidara gelenler, bu defa parti istibdadı uygulamaya başlamıştır.
Ancak Mustafa Sabri Efendi altı ay sonra, İttihat-Terakki’ye ve II. Abdülhamid’in
indirilmesine verdiği destekten pişmanlık duyar. Meclis içinde ve dışında partiye
muhalefet etmeye ve eleştirmeye başlar. Beyanü’l-Hak’ta İttihatçıların idare sistemini tenkit eden sert yazılar yazar. İslami şuranın kaynağına dönmek gerektiğini bildirir. Milliyetçilik ve Turancılık siyasetini eleştirir. Kanun-i Esasi’nin tekrar uygulanmasını ister. 35. maddenin düzenlenmesiyle ilgili, Mecliste yedi saat süren uzun bir konuşma yapar. İttihatçıların meşruiyetini sorgular. Şer’i mahkemelerin1 Meşihat-ı İslamiye’den alınarak, Adliye Nezareti’ne bağlanmak istenmesine karşı çıkar.
İttihatçıların orduyu siyasete sokmalarını eleştirir. Bu arada İttihat ve Terakki’den de hızla kopmalar başlamıştır. Kendisiyle birlikte Elmalılı Hamdi Efendi’nin de dahil olduğu bir grup ulema, İttihat ve Terakki’den istifa eder. Bunlar Ahali Fırkasını
kurarlar (21 Şubat 1910). Bu fırka önemli bir muhalefet partisi olmuştur. Ancak
kısa bir süre sonra Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na katılarak siyasi hayattan çekilmiştir..

….Uzak görüşlülüğü sayesinde Mustafa Sabri Efendi, başlarında M. Kemal’in olduğu grubun faaliyetlerinin ümmete büyük yaralar açacağını anlar. Konuya dair kanaatlerini Sultan Vahdeddin)’e de hissettirmiştir. Onun, Sultan üzerinde etkili olduğu
belirtilmektedir. Sultanın huzuruna çıkarak M. Kemal hareketine karşı görüşlerini
arz etmiştir. Bu görüşmede harekete karşı müsamahakar davranılmaması yolundaki
taleplerini iletmiştir. Bundan dolayı Damat Ferid Paşa’yı da eleştirmektedir. Hatta
hareketin silah yoluyla bastırılmasını da savunmuştur. Bu çerçevede 18 Nisan 1920’de Hilafet Ordusu adı altında bir ordu kurulmuştur. Bu ordunun görevi, ayaklanmalara destek olmak ve Ankara Meclisi’ni doğmadan boğmaktır. Ancak Mustafa Sabri Efendi’nin, sert tedbirler alınması yönündeki istekleri kabul edilmemiştir. Bunun üzerine kendisiyle birlikte Ticaret Nazın Cemal Bey istifa etmişlerdir (1920).
Bu olay üzerine meşihatta görevli olan Mustafa Sabri’nin damadı Pehlevan Kadri
Bey de önce Evkaf Müzesi Müdürlüğüne atanmış, oradan da Sinop’a sürgün edilmiştir.
Kemalistlerin iktidarı alması üzerine Mustafa Sabri, ailesi (oğlu, iki kızı ve damatları) ile birlikte bir daha geriye dönmemek üzere İstanbul’dan ayrılır (Şubat 1922). Yine Mısır’a gider.

Mustafa Sabri Efendi’nin Türkiye’deki hayatıyla birlikte aktif siyasi hayatı da artık sona ermiştir. Artık mücadelesine yurtdışında devam edecektir. Böylece bu safhadan sonra sözlü siyasetten yazılı siyasete geçmiştir. Bunu da “Artık kılıçla mücadele edemiyorum. Onun yerine bugün kalemi kılıç olarak kullanıyorum:’ sözleriyle
dile getirmiştir. Bütün dolaştığı yerlerde kitap ve basın yoluyla mücadelesine devam
eder. Özellikle Yunanistan’ın Batı Trakya bölgesinde kaldığı esnada Yarın gazetesini
çıkartır. Burada yazdığı yazılarda Ankara hükümetini çok sert şekilde eleştirir. Mısır’da da gazete köşelerinde tartışmalara katılır. Ayrıca yazdığı kitaplarla da bu mücadelesini sürdürür. Yurt dışında bulunduğu bu süreçte o, Türkiye Büyük Millet
Meclisi tarafından, Lozan Antlaşması gereğince alman bir kararla vatandaşlıktan çıkarılmıştır. 1S0’likler diye bilinen bu listede Mustafa Sabri dokuzuncu sırada, oğlu
İbrahim Sabri ise yüz on üçüncü sırada yer alır. 1 1 Ocak 1924 tarihinden itibaren
Mustafa Sabri Efendi’nin aldığı müderrislik maaşı da kesilmiştir.

….Şerif Hüseyin Vahdeddin’i sürekli ziyaret eder. Ancak bir yatsı namazı sonrası, Vahdeddin’den hilafeti kendisine bırakmasını ister. Bu istek karşısında şaşkına
dönen Vahdeddin düşünmek için mühlet ister. Ertesi gün olanları Mustafa Sabri
Efendi’yle paylaşır. Sonunda sessizce Hicaz’ı terk etme kararı alırlar. Vahdeddin ailesiyle birlikte tekrar İtalya’ya döner.”[1]

Acaba bu yanlışa ve yanlış safta yer almaya bu insanları iten sebep yoksa; “Yoksa hilmleri mi bunu onlara emrediyor:’[2]

Yoksa da akletmemiş olmaları mı?:” “Bizler işiten veya akleden olsaydık (şimdi) ateş ehlinden olmazdık:’[3]

Yoksa;” “Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın”[4] kibri mi?

Yüz yıl önceki hal ve entrikalar çözülmeden, bugünü anlamak mümkün olmaz.

************  

”Bazı arkadaşlar bana Irak’tan gönderilmiş Arapça bir kitap getirdiler. Bu kitaptan yeni bir şeyler öğrendim. Cemaleddin-i Efgani, Efganlı değil, İranlı imiş. Ehl-i Sünnetten değil, Şiilerden ve Şiilerin Caferi kolundan imiş.”[5]

-“CEMALEDDİN’İN MASONLUĞU.
Cemaleddin-i Efgani’nin en büyük hatalarından biri masonluğudur. Hatta yalnız kendisi mason olmakla kalmamış, Mısır’da birçok ulemanın da bu mesleğe girmesine
sebep olmuştur. Masonluğa kabulü için masonluk locasına yazdığı Arapça mektubunu, Afşar İrec ve Usgar Mehdevi Beylerin Farsça cemi ve telif ettikleri “Mecmua-i İsnad ve
Medarik” adlı eserden alarak aşağıya tercüme ettik:
“Mahruse-i Mısır’da felsefi bilgiler müderrisi, ömrünün 37’nci yılına ermiş bulunan Cemaleddin-i Kabili der ki: Ben ihvan-ı Safa’dan reca eder: Hıllan-ı vefadan, yani ayıp ve kusurlardan masun olan mukaddes mason cemiyeti erbabından bu nezih topluluğa kabulüm ve bu şayan-ı iftihar meclisinin sırasına dizilenlerin arasına katılmam suretiyle
bana minnet ve ihsan buyurmalarını istida eylerim.”
Hürmetlerimle, Cemaleddin.
Bu istidaya verilen cevap da şudur:
Şarkın Yıldızı Locası. No: 1355. Kahire, Mısır: 7 1878/5878
Muhterem Cemaleddin Kardeşe,
Zat-ı alinizce malum olsun ki, geçen ayın 38’inci celsesinde , bu yıl bu locaya ihtiram reisi seçilmeniz, oy çokluğu ile vaki olmuştur. Bundan dolayı sizi ve bu büyük bahttan dolayı kendimizi tebrik ederiz. Şimdiki muhterem reisin emri ile siz kardeşimizi bu ayın gelecek cuma günü güneş kavuştuktan sonra Arabi saatle 2’de icap eden mutad tekriz
tamamlandıktan sonra kadumu teslim almanız için bu loca yerinde bulunmağa davet eylerim.
Sonra bu ayın 10’uncu Perşembe günü akşamı alafranga saat 6’da muhterem loca konkordiye reisinin tekrizi olacaktır.
Yapılacak işlere iştirak etmeniz için mezkur günde teşrifiniz rica olunur.
Her iki halde de elbiseniz siyah, boyun bağı ve eldivenleriniz beyaz olacaktır.”[6]

-“ŞEYH MUHAMMED REŞID RIZA-1836-1935.

O da üstadı Şeyh Abduh gibi mucizeleri tevil ve inkar eder.”[7]

-“ŞEYH MUHAMMED MUSTAFA B. ABDILMÜ’MIN EL-MERAĞI-1881-1945.

(Ezher rektörü olan) İmam Meraği ikide birde şu cümleyi tekrarlar dururdu: “Ben Ezher’de öyle alimler görüyorum ki, kendilerine başkasını taklit haramdır…” Bu sözün manası, Ezher’de öyle alimler var ki, her biri müçtehittir; müçtehidin başkasını taklit etmesi, yani başka müçtehidin sözü ile amel etmesi haramdır demektir. Bittabi Ezher hocaları müçtehit olunca, kendisi de haliyle müçtehitler müçtehidi sayılırdı.
Çünkü onların müdürü, üstadı mevkiindeydi. Zaten aradığı da buydu. Kendisine imam, müçtehit denilsin!..

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhum gibi hakiki İslam uleması, Şeyh Muhammed
Abduh’u tenkit ettikleri gibi bunu ve emsalini de haklı olarak tenkit eder; makaleler yazarak hatalarını yüzlerine vururlardı. Lakin Meraği onlara cevap verebilecek kıratta
olmadığı için hiç ses çıkarmaz makamına sığınarak meseleyi zamana hallettirir; güya bu zevatı küçük görürmüş de onlarla münazaraya tenezzül etmezmiş gibi bir tavır takınırdı.

.. Şeyh Meraği üstadı Muhammed Abduh ve üstadının üstadı Cemaleddin Efgani gibi birçok tashihi güç hatalar işlemiştir.
Bunlarda da birkaç misal verelim:
1- Şeyh Meraği dahi üstadı Abduh ve arkadaşı Reşid Rıza gibi maddi mucizelere inanmayanlardandır.

2- Şeyh Meraği’ye göre fıkıh, yani İslam hukuku dinden değildir. Fukahanın delillerden çıkarıp tefri’ ve ihtilaf ettikleri, bazen amel edip bazen etmedikleri şeylere dinin ahkamı demek ve bunları inkar etmeyi dinden bir şeyin inkarı saymak ona göre tabirde israf sayılır.

3(4)- Şeyh Meraği’ye göre Arap olmayan kimseye Kur’an tercümesi ile namaz kılmak caiz, hatta evladır. Velev ki aslını okumağa kudreti olsun![8]

-“Şeyh Mahmud Seltüt de mucizeleri inkar edenlerdendir.

Şeyh Seltüt İngilizlerin orta şark ordusundaki Kadiyanilerden Abdülkerim Han’ın “Hazret-i İsa gökyüzüne kaldırılmış mıdır?” sualine: “Hazret-i İsa yeryüzünde ölmüş; gökyüzüne ruhu kaldırılmıştır” cevabını vermiştir. Ona göre gökyüzüne kaldırıldığına Kur’an-ı Kerim’de delil yoktur. Bittabi kaldırıldığı sabit olmayınca Kıyamete yakın yeryüzüne indirilmesi de bahis mevzuu olamaz. Halbuki İsa -aleyhiselam-‘nın gökyüzüne kaldırılması da indirilmesi de ikişer ayetle sabittir. “Bilakis Allah onu kendi nezdine kaldırdı”(39), “Seni kendi nezdime kaldıracağım” (40) ayetleri Hazret-i İsa -aleyhisselam-‘nın hususi bir şekilde semaya kaldırıldığını bildirir. Çünkü sadece ruhun semaya kaldırılması İsa -aleyhisselam-‘ya mahsus olmayıp, bütün peygamberlere ve bahtiyar mü’minlere am ve şamildir.”[9]

-”Reformcuların bu çılgın cereyanına maalesef en büyük şairimiz Mehmed Akif Bey merhumun da adı karışmıştır.

Şeyh Muhammed Abduh’a olan bağlılığını da mısralarıyla dile getirdi.[10]

-Ahmet Davutoğlu 1977 yıllarında Hayrettin Karamana da bazı yanlış fetvalarına cevap vermektedir. [11]

-Mustafa Sabri Efendi bir ifade ve tesbitinde:“Allah Şeyh Muhammed Abduh’u affetsin. Ezher’i kalkındırmak isterken eski alimlerine savaş açtı ve Müslümanları, özellikle de eğitimli gençleri onların etrafından dağıttı. Öldürünceye kadar yahut ölü gibi unutulmuş hale getirinceye kadar da peşlerini bırakmadı. Şeyh Muhammed Abduh’un bayraktarlığını yaptığı kalkınma sayesinde Dr. Zeki Mübarek gibileri er-Risale’de (sayı: 572) şunu demeye başladı­lar: 1Jslam’ı cahillerin elinden çekip kurtardık. Dinin esaslarını izah, artık bizim kalemlerimize kaldı.”
Muhammed Abduh’un projesi -anlattığımız üzere- yıkım merhalesiyle son bulmadı. Bilakis Üstad Ferid Vecdi Bey çıktı ve ayağa kalkmış el-Ezher’in minberinden Şeyh Abduh’un savaştığı alimlerle savaşıp yok etti. Üstad Ferid öldürülen bu alimlerin -başta “Usuluddin” (akaid, Kelam ilmi) olmak üzere- ilimlerini de öldürdü. Hatta editörlüğünü ve idareciliğini yaptığı el-Ezher Dergisi’nin 12. cildinin 9. Cüzünde şöyle dedi: Şayet yeryüzünde tabiatı1 karakteristik özelliği içinde Kelam ilminin yeşermesine müsait olmayan bir din varsa o din İslam’dır.”[12]

MEHMET ÖZÇELİK

20-09-2022

[1] Mevkıfu’l Akl. CİLT: 01– ŞEYHU’L İSLAM MUSTAFA SABRİ EFENDİ -Sh.16,19-20,54,64,92.

[2] Tur. 32.

[3] Mülk,1O.

[4] A’raf. 12.

[5] DİNİ TAMİR DAVASINDA DİN TAHRİPÇİLERİ. Ahmed Davudoğlu.Sh.14,41,53.

[6] Age.49.

[7] Age.88.

[8] Age.91-93.

[9] Age.95.

[10] Age.111.

[11] Bak. Age.151-157.

[12] Mevkıfu’l Akl. CİLT: 01– ŞEYHU’L İSLAM MUSTAFA SABRİ EFENDİ -Sh.79.