HİSSE-20

HİSSE-20

SEKİZİNCİ DEVA

 

Prof. Dr. Mustafa Nutku

 

İstanbul’da bir hastanede, 9 yaşında bir kız. İsmi: Esra. Hastalığı: Kanser.. Hastalığı vücuduna yayılmış.. O hasta halinde ve ölümün soluğunu her geçen an gittikçe daha da yakınında hissederek hayat yürüyüşünün son durağına yaklaşırken, hasta yatağında uyanık olabildiği zamanlar, devamlı olarak kitap okuyormuş.

 

Bir akşam, okuduğu kitaptan başını kaldırarak, annesine: “Babamı çağırabilir misin, anne?” demiş. Küçük kızının vücuduna yayılmış kanserle günden güne eriyişini görürken, ölüm habercisi bu hastalığın sevgili kızından ayrılık getireceğini bilerek, dünyadan o kesin ayrılığının acısına dayanabilmek bir yana, o ayrılık anının yakında muhakkak gelecek oluşunu düşünmenin büyük acısına dayanabilmenin bile kendisine çok zor geldiği annesi, kızının bu anî arzusu karşısında çekinerek sormuş:

 

“Babanı çağırmamı niçin istiyorsun?” Hasta kız, önce bunu açıklamak istememiş; bir an düşünmüş ve: “Çağırmasan da olur. Hem çağırsan, gelinceye kadar belki geç olur” sözleri üzerine annesinin merakı daha da artmış: “Babanı çağırmamı önce isteyip sonra niye vazgeçtin?” diye sorunca, kızı gayet sakin bir şekilde; “Anne, ben artık âhiret âlemine gidiyorum da, onun için..” cevabını vermiş.

 

Bu sözleri üzerine annesinin gözünden, artık tutamadığı gözyaşları boşanırken, kızı gene o çok sakin haliyle: “Bak! Azrail (as) beni almak için gelmiş; orada bekliyor..” diyerek odanın bir köşesini parmağıyla işaret etmiş.

 

Annesi, kızından ayrılık vaktinin geldiğini anlayıp elleriyle yüzünü kapatarak hüngür-hüngür ağlarken, kızına gayr-i ihtiyarî sormadan da edememiş: “Azrail (as) nasıl? Biraz tarif eder misin?” “Çok güzel…” demiş, küçük kız..

 

Daha sonra da, içinde bulunduğu o maneviyat âleminden dünya haline tekrar avdet etmiş gibi, annesinin o ardı-arkası kesilmeyen yüksek sesle ağlayışından rahatsız olmuş bir tavırla annesini, 9 yaşındaki çocukluğundan beklenemeyecek büyük bir kemal ve vakar haline girerek, tesellîye çalışmış:

 

“Niye bu kadar çok ağlıyorsun ki, anne? İmanı olan ve imanıyla yaşayanlar için ölüm ve âhirete gitmek, korkulacak bir şey mi? Dünyada daha fazla yaşasaydım, dışarıdaki insanların ekseriyeti gibi, dinde lâkayt, ibadette ihmalkâr halde uzun bir dünya hayatım olsaydı, benim için daha iyi mi olacaktı? Öyle olmam seni daha çok mu sevindirecekti?”

 

Kızının, yaşının çok üstünde bir olgunlukla kendisine verdiği bu hakikat dersi karşısında, annesinin sanki birdenbire gözyaşı pınarları kurumuş; yüksek sesle ağlaması aniden durmuş.

 

Kanser hastası, kanser hastalığı vücuduna yayılmış olan 9 yaşındaki kız, annesiyle bu son konuşmasından sonra, yüksek sesle Kelime-i Şehadet getirmiş; daha sonra da, başı yavaşça sol tarafına düşerek ruhunu teslim etmiş.

 

Annesinin biraz evvel pınarları kurumuş gibi durmuş olan gözyaşları yeniden, fakat bu defa sessizce çağlamış. O sırada sevgili kızının artık ruhsuz olan bedeninin yanında, yatağında okuduğu son kitap ile bir kalem, dikkatini çekmiş. 9 yaşındaki kızının dünyadan ahrete giderken, kendisini fevkalâde hayrete sevk eder derecede gösterdiği o çok yüksek ruh halinin sırrı, hasta yatağında son olarak altını da çizerek okuduğu o kitap sayfalarında kendini ilân ediyor gibiymiş.Kitap, “Hastalar

 

Risâlesi” ve altını çizerek okuduğu son bölümü de: “SEKİZİNCİ DEVA” imiş.

 

“SEKİZİNCİ DEVA “Ey âhiretini düşünen hasta! Hastalık, sabun gibi, günahların kirlerini yıkar, temizler. Hastalıklar keffâretü’z-zünûb olduğu hadis-i sahihle sabittir. Hem hadiste vardır ki: ‘Ermiş ağacı silkmekle, nasıl meyveleri düşer; imanlı bir hastanın titremesi de öyle günahları silker.’ “Günahlar, hayat-ı ebediyede daimî hastalıklardır; bu hayat-ı dünyeviyede dahi kalb, vicdan, ruh için manevî hastalıklardır. Sen eğer sabredip şekva etmezsen, şu muvakkat bir hastalık ile daimî pek çok hastalıklardan kurtuluyorsun. “Eğer günahları düşünmüyorsan, yahut âhireti bilmiyorsan veya Allah’ı tanımıyorsan, sende öyle dehşetli bir hastalık var ki, milyon defa sendeki bu küçük hastalıktan daha büyüktür. Ondan feryâd et. “Çünkü, bütün dünyanın mevcûdatıyla kalbin, rûhun ve nefsin alâkadardır. Mütemâdiyen firak ve zevâl ile o alâkalar kesilip, sende hadsiz yaralar açılır. Bâhusus Âhireti bilmediğin için, ölümü idam-ı ebedî tahayyül ettiğinden, âdeta, güya, yara bere içinde, dünya kadar hastalıklı bir vücudun var. “İşte en evvel, hadsiz yaralı ve hastalıklı bu büyük mânevî vücudun hadsiz hastalıklarına kat’î ilâç ve kat’î şifa verici bir tiryak olan îmân ilâcını aramak ve itikadını düzeltmek gerektir ki, o ilâcı bulmakta en kısa yol, bu maddî hastalığın yırttığı gaflet perdesinin altında sana gösterdiği aczin ve za’fın penceresiyle, bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini ve rahmetini tanımaktır.

 

“Evet, Allah’ı tanımayanın, dünya dolusu belâ başında vardır. Allah’ı tanıyanın dünyası nurla ve mânevî sürûrla doludur, derecesine göre, îman kuvvetiyle hisseder. Bu îmândan gelen mânevî sürur ve şifâ ve lezzet altında, cüz’î, maddî hastalıkların elemi erir, ezilir.”

 

Dr. Sadullah Nutku ve Prof. Dr. Ayhan Songar (her ikisine de Allah rahmet eylesin) bir uçak seyahatinde yan yana iki koltukta oturuyorlarmış. O yolculuklarında ilk defa tanışıp görüşmelerinden önce, Dr. Sadullah Nutku, cebinden “Hastalar Risâlesi”ni çıkarıp kendi kendine, sessizce okumaya başlamış. Yanında oturan Prof. Dr. Ayhan Songar göz ucuyla bu kitaba bakmış, çok alâkasını çekmiş; ardından tanışmışlar. Yolculuklarının kalan kısmında Dr. Sadullah Nutku, kitabı yüksek sesle okumuş; Prof. Dr. Ayhan Songar da dikkatle dinlemiş ve o zamana kadar bilmediği Risâle-i Nur Külliyatının, psikiyatri mütehassısı bir profesör olarak da kendisini çok ilgilendiren devalarından bazılarını dinlerken, bir ara kendini tutamayarak: “İnsan bu manevî devaları dinlerken, hasta olmayı temennî edeceği geliyor!” demiş. Prof. Dr. Ayhan Songar, daha sonra ihtisası ile alâkalı olarak, kendisine muayene ve tedavi için gelen hastalarına ekseriya “Hastalar Risâlesi”ni tavsiye etmiş. Ayhan Songar da bir gün, Esra isimli 9 yaşındaki o küçük kız ve daha başka birçokları gibi kanser hastalığına yakalanmış. O da ecelle randevusuna doğru geri sayımının son günlerindeyken ve 9 yaşındaki o küçük kız gibi, vücuduna yayılmış olan kanser hastalığı ile hastahanede yatarken, yanından hiç ayırmadan okuduğu ve vefatında da yatağında yanı başında duran kitap, 9 yaşındaki o küçük kızın ölüm döşeğindeyken okuduğu kitapmış; ilk defa bir uçak yolculuğunda yan yana otururken Dr. Sadullah Nutku’dan dinlediği ve daha sonra da, meşhur bir psikiyatri profesörü olarak o zamana kadar kendisine muayene ve tedavi için müracaat etmiş birçok hastasına tavsiye ettiği, manevî devalar hazinesi: “Hastalar Risâlesi”…

***************  

Kastamonu’da sık sık gittiği yerlerden birisi de Hacı İbrahim Dağı idi.

Gün içinde çalışmalarını ve ibadetini yaptıktan sonra, akşama doğru eve dönmek üzereyken, kuru odun parçalarını toplar, yanında getirirdi.

Bu odunları fırıncıya verir ve karşılığından ekmek alırdı.

Yine bir gün akşamın alaca karanlığında, kucağında odunlarla şehre dönmüştü. Her zaman ekmek aldığı fırına geldi.

– Kardeşim, bu odunları al, bana bir ekmek ver, dedi.

Fırıncı, çok sık tekrarlanan bu durumdan dolayı mahcup oluyordu.

– Hocam, dedi. Neden bu kadar zahmet ediyorsunuz? Biz ve fırınımız sizin emrinizdeyiz. Siz kabul edin, değil odun mukabilinde ekmek, size canımızı veririz.

Bediüzzaman, fırıncıyı eliyle susturdu.

– Hayır kardeşim hayır… Allah sizden razı olsun. Ben ancak bu odunların karşılığında ekmek alırım. Sizin bana hakkınız geçmesin.

Fırıncı:

– Peki Hocam, dedi ve sıcak bir somun ekmeğini bezden dikilmiş çantasına koydu.

Bediüzzaman:

– Allah kazancınızı bereketli etsin kardeşim, dedi ve evinin yolunu tuttu.

*************** 

Eskişehir Hapishanesindeyken bir Cuma günü, Hapishane Müdürüne seslendi:

“Müdür bey, Müdür Bey!”

Hapishane Müdürü, katiple birlikte oturuyordu.

Sesin geldiği yöne baktı. Bu Bediüzzaman’dı.

“Müdür Bey, benim bugün Cuma’da, mutlaka Ak Cami’de bulunmam lazım.”

“Peki Efendi Hazretleri!” dedi Müdür. Kendi kendine de söylendi:

“Herhalde, Hoca Efendi kendisinin hapiste olduğunu ve dışarıya çıkamayacağını bilemiyor.”

Ve odasına çekildi.

Öğle vakti, “Gidip Hoca Efendinin gönlünü alayım, Ak Cami’ye gidemeyeceğini izah edeyim” düşüncesiyle Bediüzzaman’ın kaldığı koğuşa geldi.

Koğuşun penceresinden baktı ki, Bediüzzaman içeride yok! Hemen jandarmayı çağırdı:

“Nerede Hoca Efendi?”

“İçerideydi Müdür Bey, hem kapı kilitli” dedi jandarma…

Müdür derhal camiye koştu.

Bediüzzaman, ileride, en ön safta namaz kılıyordu.

Müdür namazın sonuna kadar bekledi. Çıkışta, onu da alır giderim, diye düşünüyordu.

Namaz bitti, ancak Bediüzzaman çıkmadı. İçeriye baktı, orada da göremedi.

Tekrar hapishaneye koştu. Kaldığı koğuşa geldi. Pencereden baktı. Hayretten donakaldı. Dilini yutacak gibi oldu.

Bediüzzaman, içeride “Allahü Ekber” diyerek secdeye gidiyordu.

******************    

.                 Ali Ulvi Kurucu’dan Bir Hatıra

 

1970 yıllarında Endonezya’nın eski başbakanlarından Muhammed Nasır, Medine-i Münevvere’ye geldi. Ziyaretine gittim. Halimi hatırımı sorduktan sonra ilk sorusu şu olmuştu:

“Bu sene de Türkiye’den hacı var mı?”

“Var Elhamdülillah” dedim. Tekrar sordu:

“Kaç kişiler?”

“Yüz elli bin” dedim.

“Yüz elli bin mi?” diye ağlamaya başladı ve secdeye kapandı. Hayretler içinde kaldım, büyük bir devlet adamı secdede ağlıyordu. Secdeden kalkınca oturdu. Kendisine:

“Verdiğim bu haber zat-ı âlinizi çok duygulandırdı. Acaba hikmeti ne olabilir?” diye sordum. Şu cevabı verdi:

“Aziz dostum, ben Lozan Muahedesini çok iyi bilen bir diplomatım. O muahedenin hedefi, aslında Müslüman Türkiye’nin başını yemekti. İngiliz heyetinin baş murahhası olan Lord Gurzon’un teklifi Türkiye’nin bir Hıristiyan devleti olmasıydı. Türk heyetini bu ağır teklifi kabule zorluyorlardı. Eğer Türk milleti Hıristiyan olma fikrine şiddetle karşı çıksa -ki çıkacaktır- o zaman hiç olmazsa Türkiye’de Avrupa kültürünün tam hâkim olmasını ve sefahate azamî hürriyet tanınmasını sağlayacaklardı. Laiklik, batı dünyasında olduğu gibi din ve vicdan hürriyeti manasına değil, din aleyhtarlığı şeklinde uygulanacaktı. Gelecek nesilleri bu manevi güçten, faziletten, mahrum etmekle menhus gayelerine kavuşacaklardı.” dedi.

 

O sırada Bekir (Berk) Bey dayanamayarak, “Haçlı seferleriyle yapamadıklarını bu muahede ile yaptılar.” dedi.

                         (Mehmed Kırkıncı, Hatıralarım)

*****************     

Veysel Karani Hazretlerine Sorarlar

Nasılsınız?

Cevap Manidardır

-AKŞAMA ÇIKIP ÇIKAMAYACAĞINI BİLEN İNSAN NASIL OLUR.

Sevenleri Israrla Kendisinden bir Nasihat Duymak İsterler.

O Gülümser Ve:  ALLAH’I BİLİR MİSİNİZ.?

Evet Biliriz.

ÖYLEYSE BAŞKA ŞEY BİLMESENİZ DE OLUR.

-Efendim bir nasihat daha.

-ALLAH SİZİ BİLİR Mİ.?

-Elbette Bilir.

-ÖYLEYSE BAŞKALARI BİLMESE DE OLUR.

****************  

Köleler çalışmaya devam etsin diye babanın değil çocuğun elini kesiyorlardı. o bayıldığınız ve her fırsatta Türkiye’ye örnek gösterdiğiniz Avrupa işte böyle bir şey. Diğer Avrupa devletlerinin Belçika’ya hiçbir tepki vermemiş olması da ibretliktir…

Belçikalı çocuklar okulda dedelerinin « yeterince » çalışmayan Kongoluların ellerini kestiklerini öğreniyorlar mı? /DerinDüşünce/

Loading

No ResponsesMayıs 12th, 2022