ZEHİRLİ ŞIRINGA

ZEHİRLİ ŞIRINGA

Bu millete medeniyet adıyla çok zehirli fikirler şırınga edildi.[1]

Bu şırınganın tesirinde olanlar bugün bu milleti idareye talipler, geçmişte olduğu gibi.

Evet, Ne gariptir ki bu milletin değerlerinden kopuk veya taban tabana zıt olan insanlar bu milleti yönetmeye talip oluyorlar.

Mesela, hutbeleri beğenmediğinden, cuma namazının farzını kılıp çıkıyorum. Hutbeyi dinlemiyorum.

Teravih namazı 40 rekat.

Cuma namazını salı gününden kılıyorum.

Cumayı evde kılıyorum.

Veya Ramazan’da utanmadan, sıkılmadan gündüz vakti milletin gözü önünde veya meclis kürsüsünde hakaret amaçlı su içilmesi gibi.

Türkiye’de ya Şia veya Ermeni yanlısı bir yönetim oluşturulması yönünde çaba gösteriliyor.

PKK bunun silahlı gücü.

Suriye’deki gibi azınlığın çoğunluğa sahip ve hakim olması sağlanmaya çalışılıyor.

Tıpkı yüz yıldır yapmaya çalışılıp, kavgalı bir ortam oluşturma amacıyla darbelerle yönetilmesi gibi.

Zira azınlıkların büyük devletlerce yönetimi kolay olur.

Onun için yüz yıldır uyuyan kripto hücreler uyandırılmış, bulundukları önemli mevkilerin kullanımını kendi lehlerine çevirmeye çalışmaktadırlar.[2]

Dağda olan eşkıya şehre indi hatta devletin içine sızdı.

“İçişleri Bakanlığı: İBB’de işe alımlarda süreç gereği gibi işletilmedi

İçişleri Bakanlığı: İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde ilk defa işe alımlarda güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması sürecinin gereği gibi işletilmediği anlaşılmıştır.”[3]

Türkiye’deki sol PKK’nın ve terörün göbeğinde faaliyet göstermektedir.

-Menderes bu millete devlet olacağını gösterdi.

Özal devletle tanıştırdı.

Erdoğan devletle buluşturdu.

Bu millet kolay bozulmadı. Evvela fikir ve kalbinden vuruldu. İşte 1931 yılında Devlet  tarafından basılan Tarih kitabından zehirli örnekler;

“İnsan, tabiatın mahlukudur. Hayatın büyük kaidesi de tabiata tabi olmaktır.
Tabiatta hiçbir şey yok olmaz ve hiçbir şey yoktan var olmaz. Yalnız tabiatı vücuda getiren varlıklar, tabiatın kanunları icabı olarak· şekillerini değiştirirler. Arzın ve hayatın mütalea ve tetkikinde bu hakikat pek açık görülür.

…insanların bütün bilgileri ve inanışları, insanın zekası eseridir.
Zeka tabii olan dimağdan çıkar. Bun dan, tabiatı anlamakta zekanın, en büyük cevher ve müessir olduğu anlaşıldığı gibi tabiatın fevkinde ve haricindeki bütün mefhumların, insan dimağı için kendi tarafından uydurma şeylerden başka bir şey olmayacağı meydana çıkar.”
1/2.

“Bundan 200 sene evveline kadar, dünyanın 5 – 6 bin sene evvel yaratıldığı ve insanın Basraya iki günlük yolda, Fırat nehri üzerinde bulunan cennette yaratıldığı
zannolunmakta idi.
Bu kanaatler hep din kitaplarındaki hikayelerin olduğu gibi hakikat sanılmasından doğuyordu.
Artık, hayatın 6 bin senelik değil, milyonlarca senelik olduğu anlaşılmıştır.”

Hayatın oluşumu tam bir tesadüfler zinciri neticesinde olduğu işlenmektedir.

“Her halde, hayatın, herhangi bir tabiat harici amilin mü­dahalesi olmaksızın dünya üzerinde tabii, zaruri bir kimya v e fizik seyri neticesi olduğunu kabul etmek lazımdır.

Filhakika umumiyetle iddia olunuyor ki, insanın ve büyük maymunların (Res. 1,2) müşterek bir cetleri vardır. Bu cet dahi, daha basit şekilleri haiz bir nesilden, ilk memeli hayvan cinslerinin birinden ayrılıyor. Bu memeli hayvan da bir nevi yerde sürünen hayvandan ve nihayet bu da balıklardan geliyor. Bunların hepsi de ilk hayat şekli olan iptidai hücreye dayanıyor.
İnsanın bu şeceresi, insanın teşrihile sair kemikli hayvanların teşrihi arasındaki mukayeselere müstenittir.
İnsan, doğmadan evvel, vücudunun geçirdiği pek garip safhalar vardır ki, onlar bilinecek olursa, bu iddianın sıhhatini kabul etmemek mümkün olmaz. Filhakika rüşeymi hayat ile cenin hayatı devirlerinde insan, evvela bir balık olacakmış gibi başlar; yerde sürünen hayvanları hatırlatan birtakım şekillerden geçer; basit memeli hayvanların bünyelerini tekrarlar; hatta bir müddet için kuyruğu da vardır.
İnsan doğduktan sonra dahi, şahsi inkişafında insan olarak başlamaz. İnsanlığa doğru atılmak için, adeta ilk hayvanların yaptıkları gibi, çırpınır durur.
Hülasa insanlar, sularda kaynaşıp çırpınan bir mevcuttan, çok yavaş yürüyen bir tekamülle, bugünkü şekle geldiler.

İnsanın bugünkü yüksek zeka, idrak ve kudreti, milyonlarca nesilden geçerek hazırlandı. Artık o, bugün, tabiatın, nihayetsiz büyüklüğüne ve tabiat içinde, kendi nev’inin, mukadderatına, gittikçe büyüyen bir irade ve şuur ile bakıyor.”1/5.

“İnsanların ceddi olarak tavsif olunan mahluk idi. Bu mahluk kolayca ağaçlara tırmanabiliyor, ayaklarının baş parmakları ile ikinci parmakları arasında bir maddeyi tutabiliyordu.”1/6.

Kitapta o kadar mantık dışı ve zehirli ifadeler var ki, o da ancak kitabın tümünü yazmak gerekir.

Tamamen ilahi iradeyi dışlayan, bir plan ve proje çerçevesinde olmadığını nazara vererek adeta dinin aksine aid ne varsa ele alınmaktadır.

Sanki sırf dine muhalefet olsun diye.

“Çocuğu olmayan Hazreti Davut, Allah’a dua etmiş ve ’Ya Rabbim bana bir kız çocuğu ver, onu sana kurban edeyim’ demiş.

Dua tutmuş; Davut, kızının adını Ayşe koymuş.

Gel zaman git zaman, çocuğun kurban edileceği zaman gelmiş. Hz. Davut kızı yatırmış, tam boğazını kesip kurban edecekken Azrail gökten bir keçiyle çıkagelmiş ve ’Kızı bırak, al bu keçiyi kurban et’ demiş.

Dinleyenlerden biri dayanamamış: “Yahu bunun neresini düzelteyim.”

“Hz. Davut değil Hz. İbrahim, kız değil erkek, Ayşe değil İsmail, Azrail değil Cebrail, kurban edilen de keçi değil koç olacaktı!”

Bu kadar yanlışlığın neresini düzeltelim?”

Toplum yıllarca bu yanlışlarla zehirlendi. Zehirlenmiş nesil türetildi.

“İptidai insanların atadan korktukları anlaşıyor. Çocuklar bu ata korkusu içinde büyüyordu. Öldükten sora bile onu hoşnut etmeğe çalışıyorlardı. Zaten atanın, yani reisin öldüğünden kat’i bir surette emin olunamıyordu.
Ata korkusu yavaş yavaş anlaşılmaz bir surete “kabile allahı,, korkusuna intikal eti. Dimağları bu düşünceyi geçmeyen insanlar, kainatı da aile çerçevesi için de gördü. İnsanlarda ata korkusu tehlikeli hayvanlara karşı olan korku ile karıştı. Bu suretle Allah mefhumunun başlangıç hali olan “ulvileştirilmiş ata,, ya , temsili olarak, muhtelif hayvanlara ait şekiller verildi.”
1/21.

“İnsanların hayatına taalluk eden her şeyde olduğu gibi dini meselelerde de bir tekamül hadisesi görünür. İptidai insanda Allah ve din hakkında hiçbir fikir ve kanaat yoktu. Bu
kadar umumi ve şümullü telakkilere, insanın dimağı ancak yavaş yavaş alıştırıldı. Din fikri, insanlar cemiyet hayatına sarahaten atıldığı nispette genişlemeye başlar, vahdet mefhumuna yaklaşır ve nihayet, tabiatın kudret ve azameti ile daha ziyade
anlaşılması kabil, hakiki bir mahiyet alır. Görülüyor ki insanlar cemaat halinde yaşamaya başladıktan sora, diğer içtimai müesseseler gibi din müessesesini de vücuda getirmişlerdir.
Uluhiyet mefhumunu bulan, bu mefhumun sırlarını keşfeden ve bugün dahi keşfetmeye devam eden, insan zekasıdır.”
1/23.

Belli ki bu tarih ve tarih kitabı bizim tarihimiz değildi.

“Muhammet Mekke’de müşriklik muhitinde ve tesirinde büyümüş olmasına rağmen dini meseleler ve dini düşünceler pek derin bir surette, zihnini işgal ediyordu. Muhammet 40 yaşına geldiği zaman vatandaşlarını, kendinin bulduğu ve doğru olduğuna inandığı yeni bir dine davete başladı. Muhammedin davet ettiği bu dine o zamanın haniflerine imtisalen “İbrahim dini” yahut inkıyat manasını ifade eden “islam” denilmiştir.”2/89.

“Medineliler Muhammedi ve müslümanları himaye edeceklerine söz verdiler. Muhammet te Mekkeden kalkıp Medineye kaçtı (622) ; buna hicret denildi ve bu hicret islam tarihine sonradan başlangıç oldu.

Muhammedin koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kuran denir .

Tarihi nokta-i nazardan da mütalea edildiği zaman gö­rülüyor ki: Muhammet birdenbire Allahın Resulüyüm diyerek ortaya çıkmamıştır. O, Arapların ahlak ve adetlerinin pek fena ve pek iptidai ve ıslaha muhtaç olduğunu anlamış, bunları ıslah için tenha yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sora kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur. Vahiy, ilham fikri Muhammetten evel de
Araplarca meçhul değildi. Bütün iptidai kavimler gibi, Araplar da, şairlerin, akil erdiremedikleri kuvvetlerden ilham aldıklarına inanırlardı. Bu kuvvetler Araplar için cinlerdi.

…Muhammet uzun bir devirdeki tefekkürlerin mahsulü olan ayetleri lüzum ve ihtiyaçlara göre takrir ediyordu.
Bununla beraber kendisini tahrik eden kuvvetin tabiat fevkinde bir m evcudiyet olduğuna samimi surette kani idi.”
2/90-1.

“Muhammet, islam teşkilatına Medine’de başladı, orada islam cemaatinin siyasi ve askeri reisi oldu ; Mekke müşriklerine karşı harp ilan etti.”2/93.

Eserde normal bir şahıstan bahsedilir gibi söz edilirken, bir peygamber sıfatıyla değerlendirilmemektedir.

Normal batılı birinin yazdığı tarih kitabı gibi. Müslümanların kitabı ve Müslümanca yazılmış değildir. İçi ruhsuzdur.

“Kuran ayetlerini bir cilt halinde toplayarak Kuran denilen kitabı ilk vücuda getiren Ebubekirdir. Kullanılan yazının esası Summer Çivi yazısından alınmış hususi bir alfabe idi. Bu alfabe sonraları muhtelif yerlerde yapılan şekillere göre muhtelif isimler almıştır.”2/119.

“Abdülhamit devrinin keyfi, muvaffakıyetsiz, şerefsiz ve sıkıcı idaresi osmanlı müslümanlarının bir kısım genç mü­nevverlerini, muhalefete sevk etmiştir. Bunlar da Yeni Osmanlılar – ikinci bir tabirle Genç Türkler – namını aldılar. Hafiye ve polislerin tecessüs ve takiplerine rağmen dahilde biraz teşkilat yapmağa ve ecnebi memleketlerinde serbest ve tenkitkar gazeteler çıkarmağa muvaffak oldular ; 1897 ye
doğru, bu hareket, hayli ciddiyet kespetti.”
3/140.

  1. Ciltte ise cumhuriyetin kuruluşundan inkılaplara, lozandan dini hayatın kurulacak yeni devletin oluşumunu kolaylaştıracak yaptırımlara, hilafet ve eğitimden askeriyenin düzenlemesine kadar geniş perspektifli yeni oluşumu ele almaktadır.

*Tarihi bir belge:

“25 yıldır saklanan Cumhurbaşkanı merhum Turgut Özal’ın kendisiyle yapılan röportajında Türkiye’deki yüz yıllık ihaneti deşifre etmektedir

Yalçın Özer, “Bunu Hasan Cemal’e sorun” bölümünü açmasını isteyince, Özal şunları anlattı: “Bizim sıkıntılarımızdan birisi de ülkemizin sıcak kuşakta bulunmasıdır. Bu ülkelerde satılık insan bulmak çok kolay. Bir Almanı, İngilizi, Fransızı, Japonu ve bir Rusu satın alamazsınız. Osmanlı’yı yıkmadan önce içerden bazı kimseleri İngilizler satın almışlar.

(…) İngilizlerden maaş alan Osmanlı Güney Cephesi Başkomutanı Cemal Paşa’ya (Hasan Cemal’in dedesi) talimat vererek, Şam’daki İslam alimlerinin (ki Şam o zaman İslami ilim merkeziymiş) genç kızlarını konağına getirmesi, onlara alkollü içki içmeye zorlaması ve tacizde bulunarak geri bırakılmaları istenmiştir. Bu emri alan (Cemal) Paşa, derhal bu işlemi yapmıştır.

ARAP OSMANLI DÜŞMANLIĞINI HASAN CEMAL’E SORUN

Bu yüz kızartıcı olaylar süratle Arap alemine yayılmış ve ‘Osmanlı artık bozulmuş ve İslami yoldan çıkmıştır’ propagandası yapılarak, Araplar Osmanlıya düşman yapılmıştır. Özellikle Hicaz’da hazır bekleyen Şerif Hüseyin de işin esasını bilmeden ve duyduklarına inanarak Arapların Osmanlı aleyhine İngilizler ile birlikte kıyama geçmesine sebep olmuştur. İşte bu nedenle ‘Arap-Osmanlı düşmanlığının kaynağını Hasan Cemal’e sorun’ dedim.”

OSMANLI İÇTEN YIKILDI

Özal, röportajında, Avrupalıların satın aldıkları adamlarla Osmanlıyı içten yıktığına dikkat çekerek, böylece Türkiye’nin hem Arap dünyasından, hem de Hindistan’daki Müslüman aleminden koparıldığını anlattı. Özal, “İngilizler, bu yolla iki şeye kavuştu: Ortadoğu’daki petrol sahasını kontrol altına aldılar ve İslam Halifesi’nin etki alanındaki bir türlü hakim olamadıkları Hindistan’a hilafeti kaldırarak hakim oldular” dedi.

DİN CAHİLİ GAZETECİLER

Merhum Özal, Türk gazetelerindeki şeriatçı devletler tartışması konusunda ise şunları söyledi: “İran Şiidir, bu güne kadar daha gayrimüslim bir devlet ile savaştıkları görülmemiştir. Şiiliği yaymak için sürekli Sünni Müslümanlarla savaşmışlardır. Vahhabiler ise İngilizlerin kurduğu bir cereyandır, bunlar da çok Sünni kanı dökmüştür. Bunların ikisi de mezhep değildir, birbirlerine düşmandır. Şeriat İslam’ı yaşamaktır, bizim gazeteciler din cahili oldukları için bilmiyorlar ve bunlara şeriat devleti diyorlar. Tıpkı Paris’te bir patlamada ölen Hıristiyanlara şehit diye haber yaptıkları gibi.”

İNGİLİZLERE ‘HİLAFETİ KALDIRMA SÖZÜ’ VERİLDİ

Özal, Osmanlı’nın çöküşüne neden olan İttihat ve Terakki ile bugünkü CHP yöneticileri arasındaki paralelliğe de dikkat çekti: “CHP’lilerin büyük dedeleri Mithat Paşa ve ‘Kinim dinimdir’ diyen Ispartalı Hüseyin Avni Paşa ekibidir. Dedeleri ise Jön Türkler ve 600 yıllık Osmanlı devletini 6 yılda yıkmayı becerebilen 3’lü çete: Yüzbaşılıktan paşalığa yükselen Enver, posta memurluğundan paşa olan Talat ve malum Cemal paşalar…”[4]

MEHMET ÖZÇELİK

26-04-2022

[1] http://www.tesbitler.com/2022/04/17/hangi-medeni-bilgiler/

[2] http://www.tesbitler.com/2015/05/01/icteki-ermeniler/

http://www.tesbitler.com/index.php?s=Ermeni

[3] https://www.haber7.com/siyaset/haber/3209849-icisleri-bakanligi-ibbde-ise-alimlarda-surec-geregi-gibi-isletilmedi

[4] https://www.yeniakit.com.tr/haber/turgut-ozalin-kayip-roportaji-ortaya-cikti-iste-gunumuze-ayna-tutan-o-sozler-231515.html

 




HANGİ MEDENİ BİLGİLER ?

HANGİ MEDENİ BİLGİLER ?

Mim-siz medeni bilgiler mi?

Meral Akşener: İktidara geldiğimizde okullarda ‘Medeni Bilgiler’ kitabını dağıtacağız.[1]

Bu ifade bu milletin yüz yıldır çektiği acının az gelmiş gibi yenilenmesinden başka bir şey değildir.

Belli ki hala eski ve eskimiş zihniyet hala değişmemiş.

Yüz yıl önceki kısır zihniyetin günümüzdeki taşıyıcıları ve taşıyıcı kolonları.

Dini değerleri ele almadan, milli değerlerle toplumu bağlamaya çalışan kısır bir bağ oluşturulmaya çalışılmaktadır.

İşte o medeni bilgilerden pasajlar:

“Türkler İslâm dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Bu dini kabul
ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de
sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesir etmedi. Bilâkis, Türk
milletinin millî bağlarını gevşetti; millî hislerini, millî heyecanını uyuşturdu. Bu pek
tabiî idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde,
şamil bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu. Bu Arap fikri, ümmet kelimesi
ile ifade olundu. Hz. Muhammed’in dinini kabul edenler, kendilerini unutmağa,
hayatlarını Allah kelimesinin, her yerde yükseltilmesine hasr etmeğe mecburdular.
Bununla beraber, Allah’a kendi millî lisanında değil, Allah’ın Arap kavmine
gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve münacatta bulunacaktı. Arapça öğrenmedikçe,
Allah’a ne dediğini bilemeyecekti. Bu vaziyet karşısında Türk milleti birçok asırlar,
ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin, adeta bir kelimesinin manasını bilmediği
halde Kuranı ezberlemekten beyni sulanmış, hafızlara döndüler. Başlarına
geçebilmiş olan haris serdarlar, Türk milletince, karışık, cahil Hocalar ağziyle, ateş
ve azap ile müdhiş bir muamma halinde kalan, dini, hırs ve siyasetlerine alet ittihaz
ettiler. Bir taraftan Arapları zorla emirleri altına aldılar, bir taraftan Avrupa’da,
Allah kelimesinin ilası parolası altında, Hıristiyan milletlerini idareleri altına
geçirdiler, fakat onların dinlerine ve milliyetlerine ilişmeyi düşünmediler. Ne onları
ümmet yaptılar ne onlarla birleşerek bir kuvvetli millet yaptılar. Mısır’da, belirsiz
bir adamı halifedir diye yok ettiler, hırkasıdır diye bir palaspareyi, hilâfet alâmeti
ve imtiyazı olarak altın sandıklara koydular; halife oldular. Gâh şarka, cenuba, gâh
garba veya her tarafa birden saldıra saldıra, Türk milletini Allah için, peygamber
için topraklarını, menfaatlerini, benliğini unutturacak, Allah’a mütevekkil kılacak
derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular. Millî duyguyu boğan, fani dünyaya
kıymet verdirmeyen, sefaletler, zaruretler, felâketler his olunmaya başlayınca, asıl
hakiki saadete öldükten sonra ahirette kavuşacağını va’t ve temin eden dinî akîde
ve dinî his, millet uyandığı zaman onun şu acı hakikatı görmesine mani olamadı. Bu
feci manzara karşısında kalanlara, kendilerinden evvel ölenlerin. ahiretteki
saadetlerini düşünerek veya bir an evvel ölüm niyaz ederek ahiret hayatına
kavuşmak telkin eden din hissi, dünyanın, acısı duyulur takatiyle, derhal, Türk
milletinin vicdanındaki çadırını yıktı; davetlileri, Türk düşmanları olan Arap
çöllerine gitti. Türk vicdanı umumîsi derhal, yüzlerce asırlık kudret ve küşayişiyle,
büyük heyecanlarla çarpıyordu.”

Bir yandan bu milletin geçmişi göz ardı edilirken, Selçuklu ve Osmanlının dinden aldığı ilham, maddi ve manevi yükseliş setredilerek istibdatla yönetildiği ve bunun sebebinin ise din olduğu belirtilmektedir.

İçi doldurulmayan demokrasi öne çıkarılmaktadır.

Oysa yüz yıldır idare edilen bu millet güya demokrasi ile yönetilmekteydi.

Hepsinde de darbeyle karşılaştı.

Yüz yıldır üç lider hariç, (Menderes-Özal-Erdoğan) hiçbir yönetici gerçek manada bu milletin iradesi ve çoğunluğun seçimiyle gelmedi.

Yönetmesini istediği liderler asıldı, öldürüldü, öldürmeye teşebbüs edildi ve de 15 Temmuz darbesi ve devamıyla bu durum bitmedi.

İngiltere övülmekte, İslâm’dan önceki Türk tarihi en güzel idare yöntemi olarak öne çıkarılır.

“Bugün, İngiltere, Belçika gibi büyük eski demokrasilerin, daha bariz ve
daha iyi tanzim olunmuş bir demokrasinin tahakkuk ettirilmesi yolunda, çalıştıkları
görülmektedir.
Demokrasi fikri, asri teşkilâtı esasiyenin bir farikası olduğu halde, fikir çok eskidir.
Demokrasi fikrinin muhteviyatı ve mânası hakkında lâyıkıyle tenevvür için onun
kısaca tarihini hatırlatmak faideli olur.
Bundan en aşağı 7000 sene evvel, Mezopotamya’da , ilk beşeriyetin
medeniyetlerinden birini kuran Sumer, Elam ve Akat kavimlerinde demokrasi
prensibi tatbik , olunmuştur. Filhakika, bu Türk kavimler, müttehit bir cumhuriyet
teşkil etmişlerdir. Bundan sonra, Atina ve Isparta gibi Yunan şehirleri, bir nevi
demokrasi ile idare olunurlardı.
Roma dahi demokrasi hayatı yaşamıştır.
Türk milleti en eski tarihlerinde, meşhur kurultaylarıyla, bu kurultaylarda devlet
reislerini intihap etmeleriyle demokrasi fikrine ne kadar merbut olduklarını
göstermişlerdir. Son tarih devirlerinde, Türklerin teşkil ettikleri devletlerde,
başlarına geçen padişahlar, bu usulden ayrılarak müstebit olmuşlardır.

Kralların ve padişahların istibdadına, dinler mesnet olmuştur. Krallar, halifeler,
padişahlar etraflarını alan papazlar, hocalar tarafından yapılmış teşviklerle, ilâhî
hukuka istinat etmişlerdir. Hâkimiyet, bu hükümdarlara Allah tarafından verilmiş
olduğu nazariyesi uydurulmuştur. Buna göre, hükümdar, ancak Allah’a karşı
mes’uldür. Kudret ve hâkimiyetinin hududu yalnız din kitaplarında aranabilir. İlâhi
hukuka müstenit bir mutlakıyet kaidesi önünde, demokrasi prensibinin, ilk aldığı
vaziyet mütevazıdır. O, evvelâ hükümdarı devirmeğe değil, onun yalnız kuvvetlerini
tahdide, mutlakıyeti kaldırmağa çalıştı. Bu çalışma 400 – 500 sene evvelinden
batlar. Evvelâ, kuvvetin milletten geldiği ve kuvvet gayri muktedir bir ele düşerse
onun istirdat edilebileceği, bu kuvvetin milletin vekillerinden mürekkep meclis
tarafından kullanılması lâzım geleceği ifade olundu.
On altıncı asırda demokrasi prensibi, hükümdarların nüfuzunu kırmak için, siyasî
mücadele vasıtası olarak kullanıldı.”

Eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal. Elbette geçmiş geçti ancak bu geçmişi ve geçmiş yönetimi kötülemeyi gerektirmez.

Bu taassuptur ki, geçmişe düşman olup, yeni idareyi yerleştirmek için bir savaş açmayı değil, tashih gereken yerleri düzeltmeyi gerektirir.

Maalesef bu olmadı ve yapılmadı.

“Kendine hususi bir din izafe eden (teokratik) devlet te vardır. Rus Çarlığı ile
Osmanlı Saltanatı böyle idiler. Çar kilisenin reisi, sultanlar da halife unvanını
takınmışlardı. Kezalik dini siyasetten ayırmış lâik hükumetler vardır :Amerika,
Fransa, Türkiye Cumhuriyetleri gibi. Hükümdarlıklarda, devlet riyaseti makamına
veraset tarikiyle gelinir.
Halbuki, Kuvvetinin ve salâhiyetinin Allah’tan geldiğini ve yalnız ona karşı, âhırette,
hesap verebileceğini farz eden ve devleti, memleketi mevrus bir malikâne kabul
eyliyen bir hükümdar, her türlü kayıttan kendini vareste görür. Böyle bir idarede,
milletin benliği hürriyeti mevzuu-bahs dahi olamaz. Binaenaleyh, salâhiyeti mahdut
dahi olsa hükümdarlık tekli demokrasiye, hâkimiyeti milliye prensibine mutabık
değildir. Hükümetin, mahdut insanların, sınıfların, elinde bulunması dahi millet
mevcudiyetinin asla kabul edemeyeceği bir keyfiyettir. Bütün milletin ekseriyetle,
devlet idaresine iştirakine mâni olan bu “oligarşi” usulü de bir zümrenin, kendi
menfaatlerini temin için umum millete ait hâkimiyeti, gaspından başka bir şey
değildir.”

Maalesef İttihat ve Terakkiden beri başa geçmek ve devleti yönetmek için bu milletin köklü olan din ve inancına vurmak hedef alındı.

Hem içte ve hem de dışta. Bilinçli, bilinçsiz ittifaklar oluşturulmaktadır.[2]

MEHMET ÖZÇELİK/17/4/2022

[1] https://www.yenisafak.com/gundem/meral-aksener-iktidara-geldigimizde-okullarda-medeni-bilgiler-kitabini-dagitacagiz-3794968

MURAT BARDAKÇI, AKŞENER’İ YERİN DİBİNE SOKTU : O KİTAPTA YAZANLARI BİLSEYDİN.

https://www.youtube.com/watch?v=XpcKTIig180

[2] https://www.haber7.com/dunya/haber/3209506-fransada-basortu-yasagi-secim-malzemesi-oldu-asiri-sagci-le-penin-islam-dusmanligi

https://www.haber7.com/guncel/haber/3209300-can-dundarin-hain-plani-desifre-oldu-nuri-gokhan-bozkirdan-bakin-ne-istedi

https://www.yenisafak.com/yazarlar/bulent-orakoglu

Partinin temelinde mi problem var yoksa Temelde mi problem?

https://www.yenisafak.com/gundem/6li-masanin-sifreleri-3772697

https://www.haber7.com/dunya/haber/3210372-imran-hana-yonelik-operasyonlarin-arkasindaki-isim-pakistan-fetosu-tahirul-kadri

 




MARİFET VE MUHABBET




HİSSE-13

BEDEVÎNİN DUÂSI

 

Hazret-i Ömer (رضي الله عنه), Resûlullah ( ﷺ )’in kabrini ziyâret eder. Kabri önünde bir bedevînin duâ ettiğini görür ve arkasında durup duâsını dinlemeye başlar. Şöyle duâ etmektedir bedevî:

 

-“Yâ Rabbi! Bu senin Habîbin, ben de kulunum. Şeytan da düşmanın. Eğer beni bağışlarsan habîbin sevinir, kulun kazanır, düşmanın üzülür. Beni bağışlamazsan habîbin üzülür, düşmanın sevinir, kulun helâk olur. Yâ Rabbi! Sen habîbini üzmekten, düşmanını sevindirmekten, kulunu helâk etmekten daha cömertsin. Yâ Rabbi! Araplar arasında asil insanlar vefât ettiklerinde kabri başında kölesini âzâd etme geleneği vardır. İşte Âlemlerin Efendisi vefât etti. Kabri başında beni cehennemden âzâd et…”

 

Bunun üzerine Hazret-i Ömer (رضي الله عنه) avazı çıktığı kadar:

 

-“Yâ Rabbi! Bu Bedevî’nin Sen’den istediğini ben de istiyorum” diye bağırır. Sakalı ıslanıncaya kadar hıçkıra hıçkıra ağlar. Bedevî dayanamaz ve:

 

-“Ey Mü’min’lerin Emîri! Sen de mi ağlıyorsun?” der. Merhametlilerin en merhametlisi olan Allâh’ım! Bizi de, ana-babamızı da, sevdiklerimizi de, üzerimizde hakları olanları da cehennemden âzâd eyle. Yâ Rabbi! Biz de o bedevînin istediğini istiyoruz, kabûl eyle Allâh’ım…! (آمين)

***************  

ZEHİRLEYEN BENDİM

 

1980’li yıllardı. Kütahya’da, bir akşam vaktiydi. Elindeki kitaptan ders yapan zat “Konuşan Yalnız Hakikattir” başlıklı yazıyı okuyordu. Okurken sıra “…bana zulmedenlerin, beni kasaba kasaba dolaştıranların, hakaret edenlerin türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlerin, zindanlarda bana yer hazırlayanların hepsine hakkımı helal ettim.” cümlelerine gelmişti.

 

Koltuğun birisinde yarı dinler, yarı uyur vaziyette duran elli yaşlarında gösteren bir kişi bu cümlelerin okunmasıyla dikkat kesildi. Ders bitince yanındakilere sordu:

 

—Bu zat hapis yatarken zehirlenmiş midir?

 

Evet, dediler.

 

—Afyon Hapishanesi’nde mi yatmıştır?

 

Evet, dediler.

 

Bu cevapları alan kişi, üzgün ve mahcup bir vaziyette der ki: “O zatı zehirleyen sağlık memuru bendim.”

 

Emekli sağlık memuru olan bu kişi, zehirleme olayını bakın nasıl anlattı:

 

1947–1948 yıllarıydı. Afyon Hapishanesi’nde yatmakta olan bu zat için, görevli kişi, hükümet tabibini çağırmış. Elinde tuttuğu zehirli iğneyi göstererek: Bu iğneyi şu kişiye yapacaksın.” demiş. O da ancak yazılı emirle yapabileceğini söylemiş. Görevli kişi: “O zaman bir memurunu gönder.” demiş. Hükümet tabibi de beni gönderdi. Beni hapishanede karşıladılar. Önce: “Bu doğulu hoca, bir Kürt devleti kurmak istiyor. Bu kişi devletimiz için çok tehlikelidir. Gizli gizli kitaplar yazarak halkı zehirliyor. Daha neler yapıyor neler. Sen şu iğneyi bu kişiye zerk edeceksin.” dediler. Gizli güçlerin görevlendirdiği bu kişiler, ayak ayaküstüne atarak kahvelerini içerken ben de oraya çağırılan zatın hazırlanmasını bekliyordum. Kendisine iğne yapılacağını anlayan zat dedi ki:

 

—Ben hasta değilim, benim vücudum iğneyi kaldırmaz, bir haşarat salgını da yoktur. Niçin iğne vurulmak icap ediyor? Yoksa siz iğneyi yapmak mecburiyetinde misiniz?

 

Evet, dedim. “Bu iğneyi yapmak mecburiyetindeyim.”

 

“O zaman yap, dedi.

 

Ağzına kadar zehir dolu olan enjeksiyonun bir miktarı bile insanı öldürmeye yetecekken bana hepsini zerk etmem emredilmişti. Ben iki dizyem yaptım. Bu zat zehirlendiğini çok iyi anlamıştı. Koğuşuna götürüldü. Her an bayılması ve ölmesi bekleniyordu. Bir iki dakika içinde netice alınacaktı.

 

Gizli komitenin görevli kişileri, birkaç dakikada bir kendilerini arayan telefona cevap veriyorlar: “Hepsini zerk ettik, sonucu bekliyoruz.”

 

diyorlardı. Koğuşa gidip gelenler, bu zatın acılar içinde kıvrandığını söylüyorlar, fakat öldüğünü bir türlü söylemiyorlardı.

 

Telefon defalarca çalıyor, görevliler ise hep aynı cevabı tekrarlıyorlardı. Tam bu sırada ezan okunduğunu hatırlıyorum. Dışarı da “Tanrı uludur, Tanrı uludur” sesleri duyulurken içeride “Allahuekber Allahuekber” sedaları yükseliyordu.




HİSSE-12

HİSSE

İSLAMÎ TEBLÎĞ USULÜ

 

Ders ve ibret dolu bir hatıra!:

 

Molla Hamid Ağabey (r.a) anlatıyor (Bediüzzaman Said Nursi’nin talebesi)

 

Van da Nurşin Camii’ndeyken Üstadımız gelen gidenlere vaaz u nasihatlerde bulunurdu. Efendimizin (a.s.m.) ahlakını, sevgi ve şefkatini en çok takip eden oydu. Yanına devamlı gelen âlim, şeyh ve mollalara, millete şefkat ve merhametle muamele etmelerini tavsiye ederdi.

 

*“Vaaz ve nasihat ederken milleti korkutmayın, ümitlendirin”

 derdi.

 

Hatta bir seferinde kalabalık bir âlim cemaati vardı. Bir mesele konuşuluyordu.

 

Bediüzzaman, Molla Resul’e hitap ederek:

 

*“Kardeşim, size günahkâr bir genç teslim edilse, bütün imkân sizin elinizde olsa, ‘Bunu ıslah ve terbiye edin’ denilse, siz ne kadar uğraşsanız genç namaz kılmasa, oruç tutmasa, şer’î kuralları uygulamasa, ne yaparsınız?”*

 dedi.

 

Orada bulunan âlim ve fazıl zatlar:

 

*“Seyda! Vallahi bu feraizi yerine getirmezse biz önce tehdit ederiz, olmazsa döveriz. Daha da olmazsa o genci hapsederiz. Çünkü şeriat buna izin vermiştir”*

dediler.

 

Üstad onlara hitaben:

 

*“Kardeşlerim! İşte burada benim fikirlerimle sizin ki uyuşmuyor”*

dedi.

 

Orada bulunanlar:

 

*“Peki, siz ne yapardınız?”*

diye sordular.

 

Üstad şu cevabı verdi:

 

*“Ben o gence önce iyilikle söylerim. Sonra, ‘Farzları yaparsan seni hediyeyle taltif ederim’ derim. Yine yapmazsa, bir tarafa çekilip ağlayarak,*

 

*‘Ya Rab, bu genci yakma, merhamet et!*

 

*Çünkü ıslah etmek Senin elindedir!’ diye yalvarırım.*

 

*Sizinki neye benziyor biliyor musunuz? Arkadaşınızla harbe gittiniz. Arkadaşınız kaza eseri düşmana esir düştü. Onu kurtarmaya çalışmayıp ‘İyi oldu, yakalanmasaydı’ demeye benzer. Veya gezmeye çıktınız. Arkadaşınız suya veya bataklığa düştü. Elinden tutup çıkartır mısınız, yoksa bir tekme de siz atıp ‘İyi oldu, düşmeseydin’ mi dersiniz?*

 

*İşte, mühim olan onu cehennemden ve bataklıktan kurtarmaktır. Kurtaramazsanız, hem dünyası yıkılacak, hem cehenneme yollanacak. İşte bu noktada benimle sizin fikirlerimiz ayrılıyor.”

************ 

MAYMUN TUZAĞI

 

Asya’da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak vardır.

Bir hindistan cevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanır.

Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konur.Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı kadar büyüklüktedir, yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramaz.

 

Maymun tatlının kokusunu alır ve yiyeceği kavrar, ama yiyecek elindeyken

elini dışarı çıkartması olanaksızdır. Sıkıca yumruk yapılmış el, bu yarıktan dışarı çıkamaz. Avcılar geldiğinde maymun çılgına döner ama kaçamaz. Aslında maymunu tutsak eden bir şey yoktur. Onu sadece kendi bağımlılığının gücü tutsak etmiştir.

Yapması gereken tek şey elini açıp yiyeceği bırakmaktır.Ama zihninde açgözlülüğü o kadar güçlüdür ki bu tuzaktan kurtulan maymun çok nadir görülür.

 

Bizi tuzağa düşüren ve orada kalmamıza neden olan şey, arzularımız ve zihnimizde onlara bağımlı oluşumuzdur. Tüm yapmamız gereken, elimizi açıp benliğimizi ve bağımlı olduğumuz şeyleri serbest bırakmak ve dolayısıyla özgür olmaktır.

Joseph Golstein

**************

Gönül Hûn Oldu Şevkinden

Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Rasûlallah
Nasıl bilmem bu nîrâne dayandım yâ Rasûlallah.
Ezel Bezmi’nde dinmez bir figândım yâ Rasûlallah
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlallâh.

Yanan kalbe devâsın sen, bulunmaz bir şifâsın sen
Muazzam bir sehâsın sen, dilersen rû-nümâsın sen
Habîb-i Kibriyâ’sın sen, Muhammed Mustafâ’sın sen
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlallah.

Gül açmaz, çağlayan akmaz, ilahî nûrun olmazsa
Söner âlem, nefes kalmaz, felek manzûrun olmazsa
Firâk ağlar, visâl ağlar, ezel mesrûrun olmazsa
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlallah.

Erir canlar o gül-bûy-i revân-bahşın nevasından
Güneş titrer, yanar dîdârının bak ihtirasından
Perîşân bir nazâr inler hayâtın müntehasından
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlallah.

Susuz kalsam yanan çöllerde, can versem elem duymam
Yanardağlar yanar bağrımda, ummânlarda nem duymam
Alevler yağsa göklerden ve masseylesem duymam
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlallah.

Ne devlettir yumup aşkınla göz, râhında can vermek
Nasîb olmaz mı Sultânım, haremgâhında can vermek
Sönerken gözlerim âsân olur âhında can vermek
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlallah.

Boyun büktüm perîşânım, bu derdin sende tedbiri
Lebim kavruldu âteşten, döner pâyinde tezkîri
Ne dem gönlün murâd eylerse taltîf eyle Kıtmîri
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlallah.

YAMAN DEDE

 




HİSSE

HİSSE

Mescid-i Nebevi’de Sahabe’den bir halka oluşmuş.

 

Halkanın yanında Sahabe’den bir kişi de mescidin direğine yaslanmış oturuyor.

 

Halkada oturan Sahabiler birbirlerine şöyle bir teklifte bulunuyorlar: “Herkes hasebini ve nesebini, soyunu sopunu bize anlatsın.”

 

Birisi “Tabii” diyor, “Ene min Temîm (Ben Temîm kabilesindeninm); İbn-u Fulan İbn-u Fulan İbn-u Fulan… (Falan Oğlu Falan Oğlu Falan…)”

 

Diğeri diyor ki: “Ene min Evs; İbn-u Fulan İbn-u Fulan İbn-u Fulan…”

 

Bir başkası “Ene min Kureyş, eşref-un nas (İnsanların en şereflisi); İbn-u Fulan İbn-u Fulan İbn-u Fulan…”

 

Direğe yaslanmış olan Sahabi’ye, Selman-ı Farasi’ye dönüyorlar; diyorlar ki: “Yâ Selmân! Ve mâ hasebuke ve mâ nesebuk? (Ey Selman! Senin hasebin ve nesebin nedir?)”

 

O da diyor ki: “Ene Selmân İbn-ul İslam (Ben İslam Oğlu Selman’ım).”

 

Sonra gözü dolarak diyor ki: “Ben dalaletteydim, Allah beni Resul-i Ekrem’le hidayete erdirdi. Ben fakirdim, Allah beni Resul-i Ekrem’le zenginleştirdi. Ben köleydim, Allah beni onunla özgürleştirdi. Benim hasebim nesebim, soyum sopum budur.”

 

Uzaktan Hazret-i Ömer bu sahneye şahit oluyor.

 

O da yaklaşıyor, “Benim de hasebimi nesebimi öğrenmek istiyor musunuz?” diye soruyor.

 

“Evet” diyorlar.

 

“Ben de İslam Oğlu Ömer’im, İslam Oğlu Selman’ın kardeşiyim.”

*************** 

??… Ben Camii İmamıyım.

Ne kadar inanacaksınız bilemedim ama sır kalsın da istemedim.

️… Dün namaz bitti.

İki kişi, iki ayrı köşe de dua ediyor.

Biri ağlıyor, sanki diğeri de gülüyor.

Ama bizim cemaatten değil belli.

?… Dur dedim, bunda bir iş var.

Nasılsa çıkacaklar.

Oturdum bekledim.

Bir şeyler okuyor gibi yapıp onları izledim.

Çok güzel giyimli olan bey sesli ‘’Amin’’ dedi, bütün camii sanki inledi.

Kalkıp yanıma geldi.

“Hocam” dedi. “Bu zarfı al.”

Çocuğum yoğun bakımdaydı, doktorlar birkaç gün ömrü kaldı. Yaşaması zor ama duaya devam edin demişlerdi Şükür ki şimdi evde.

Annesinin dizlerinde.

İki rekat şükür namazı kıldım, adağımı yerine getireyim dedim de. Sen bulursun bir ihtiyaç sahibi, olur değil mi..? diye sordu. “Tamam kardeşim” dedim. Çıktı gitti. Diğer kardeşimiz belli ki sokakları temizleyen birisi. O da kalktı biraz sonra çıkıyor kapıdan ama gözlerinde yaş var. Ben 55 yaşındayım, insanların halini biraz anlarım. Kardeş bak kimse yok gel anlat dedim. Hocam, iki evladım var. Daha dün işe girdim elim biraz dar. Maaşa da çok zaman var. Öğretmen bir şeyler istemiş. Bizim de borç isteyecek kimsemiz yok ki idare edelim maaşa kadar.

İçim daraldı, dua ettim.

Rabbimden bir çıkış kapısı istedim.

Kardeşim bak inanmayacaksın ama az önce çıkan bey bana zarf verdi.

Bunu ihtiyaç sahibi birine iletir misin dedi. Buyur bu senin duanın kabul eseri. Akşama doldur sepeti, sevindir o iki garibi dedim. Zorla kabul ettirdim. Zarfı açmamıştım, kaç para var bakmamıştım. Adamcağız da sevinip çıktı gitti. Sonra oturup şükrettim. Allah’ım dedim. Adak adayanı da, para lâzım olanı da, camiinin hocasını da aynı mekânda buluşturdun Zarfa bile baktırmadın çünkü ben eminim ki sen lazım olacak kadar içine koydurdun. Beni de bu yolda vesile kıldın. Allah’ım sana HAMDOLSUN. (Alıntı)

**************

BEYZA   ELBİSE

 

            “Asla,asla!”diye yırtınırdı bu konu açıldıkça.”Yobaz değil uygarım,çağdışı değil,çağdaşım;örtünmeyeceğim işte!…”Bu devirde bohçaya sarılmış gibi giyinemem ben…Yaşadıkça da hep böyle olacağım!”

            Oldu da…Yerli yabancı nice moda dergisini merak ve özenle takib ederdi.Seçtiği en çarpıcı,en ilginç,en pervasız kıyafetleri cesaretle ilk giyen olmakla tanınırdı çevrede.

            O gün…Evet,o gün aynı konu açıldığı halde ses çıkarmamasına kimse şaşırmıyordu.Asıl hayret”Giymem!”feryadını bekleyen bana düşmeliydi demek.Hiç itiraz etmeden nasıl da örtünmüştü!Hem de hiçbir moda dergisinde rastlıyamıyacağı,hiç de cazib olmayan elini yüzünü açıkta bırakmak şöyle dursun,gözlerini bile kapatan bu yeni elbiseye (kendi tabiriyle-ki,bu defa tam yerindeydi-“bohça”ya) bu beyaz patiskaya sarılmak üzere,yaşlı komşu teyzelere vücudunu ne kadar da uysal teslim edivermişti.

            Bu kıyafet yüzünden meşhur iddiasında direnememenin mahcubiyetini duymasına lüzum yoktu aslında.Nasıl olsa hepimiz;”Sözünde durdu doğrusu!”diye düşünüyorduk hüzünle.Hem şimdi bile iddiasından dönmüş sayılmazdı ki…Çünki o”yaşadıkça”giymiyeceğini söylemiyor muydu?”(S.Himmetoğlu)

**************** 

KUR’ANLA KONUŞAN KADIN


>Abdullah ibni mübarek anlatıyor;
>
>   Bir gün hacca gidiyordum,Irak;Suriye topraklarından geçerken
>yalnız
>bir kadına rastladım.Selam verdim;
>
>Selamımı Söz olarak Rahim bir Rab’den selam sözüdür
>onların duyacağı(Yasin:58) ayetiyle aldı
>
>.Buralarda ne yapıyorsun? diye sordum.
>
>Allah kimi yoldan çıkarmışsa,ona yol bulduracak yoktur”(A’raf
>:186)
>ayetini okudu…
>
>.Anladım ki ,yolunu kaybetmiş.Nereye gittiği soruma ;
>
>Bir gece kulunu Mescid-i Haramdan alıp Mescid-i Aksaya götüren
>Allah’ı
>tesbih ederim(İsra:1) ayetiyle karşılık verdi.
>
>Anladım ki,geçtiğimiz hac mevsiminde haccını
>tamamlamış,kudüse gidiyor.
>
>    Ne zamandan beri böyle yolunu kaybettin? dedim.
>
>Tam üç gece (yani üç gündür)(Meryem:10) dedi.
>
>Yiyecek verme teklifinde bulundum.
>
>Sonra orucunuzu gün batıncaya kadar tamamlayın( Bakara:187)
>ayetini
>okudu.
>
>iyide Ramazan da değiliz dedim.
>
>Kim Allah için nafile bir hayır yaparsa,Allah her hayrın
>karşılığını
>verendir ,her şeyi hakkıyla bilendir(Bakara:158) ayetiyle cevap
>verdi.
>
>Yolculukta oruç açılabilir”dedim.”Ama orucu tutarsanız,bu
>hakkınızda daha
>hayırlıdır(Bakara :184) ayetini okudu.
>
>    Niye benim gibi konuşmadığını sordum.
>
>Ağzından tek bir söz bile çıkmasın ki,yanında onu
>gözleyen ve o sözü
>kaydetmeye hazır bir gözcü bulunmamış olsun”(Kaf:18)dedi.
>
>”kimlerdensin?diye sordum.Bu konuda kesin bilgin yok(ailemi söylesem de
>tanımazsın).Sonra göz de kalp de(görmeden,kesin bilgiye
>dayalı olmadan
>verdiğin her hükümden) sorumludur.”(İsra:36)ayetiyle cevap verdi.
>
>Hata ettim,hakkını helal et dedim
>
>.Bugün size kınama yok.Allah sizi bağışlasın(Yusuf
>:92) dedi.
>
>Deveme bindirip kafilesine ulaştırma teklifinde bulundum.
>
>”Hayır adına ne işlerseniz Allah onu bilir(Bakara:215) ayetiyle
>mukabele
>etti.
>
>Devemi yanına getirdim,binecekken.Mümin erkeklere söyle
>,bakışlarını
>sakınsınlar(Nur:30)ayetini okudu.
>
>Gözlerimi çevirdim;binecekken deve ürküp kaçtı,bu arada elbisesi az
>yırtıldı.
>
>Başınıza musibet olarak ne gelirse,bu bizzat işleyip,onu hak
>etmeniz
>sebebiyledir(şura:30)ayetini mırıldandı.
>
>Sabret,deveyi bağlayayım!dedim.Bu hususta Süleyman’ı
>anlayışlı ve daha
>isabetli davranır kıldık(Enbiya :79)ayetini okuyarak,devemi
>yönlendirme
>konusunda benim daha başarılı olduğumu kasdetti.
>
>Deveye bindi ve Bunu bize baş eğdiren Allah’ı tesbih
>ederim;yoksa bunu biz
>başaramazdık.Ve sonunda şüphesiz Rabbimize
>döneceğiz!”(Zuhruf:13-14)ayetlerini okudu
>
>.”Haydi!” diye deveyi hızlandırdım.
>
>”Yürüyüşünde (ve davranışlarında)vakur ol ve sesini
>yükseltme.seslerin en
>çirkini eşeğin sesidir!”(Lokman :19) mukabelesinde bulundu.
>
>Yürürken şiir okumaya başladım.Kur’an’dan kolayınıza geleni
>okuyun!”(Müzzemmil:20) dedi.
>
>şiir okumak haram değil ki !dedim.
>
>Bu hususu ancak idrak ve basiret sahipleri düşünür anlar! (Bakara :269)
>cevabını verdi.
>
>    Bir süre gittik;sonra evli olup olmadığını sordum.
>
>”Ey iman edenler!Cevabı verildiğinde sizi üzecek meselelerden
>sormayın!”(Maide :101)ayetini okudu.
>
>Derken kafilesine ulaştık ve “kafile içerisinde kimsen var mı?
>dedim
>
>Mal ve evlat dünya hayatının süsüdür!(Kehf:46) dedi.
>
>Anladım ki ,evladı var.İsimlerini sordum.Allah
>İbrahim’i dost edindi;Allah
>Musa ile konuştu;Ey Yahya ,Kitaba kuvvetle tutun!(Nisa
>:125,164;Meryem:12) Ayetlerini okudu.
>
>.Ey İbrahim,ey Musa ,ey İsa! diye kafileye seslendim.Nur yüzlü
>üç
>genç Buyur!” diye çıkageldi.
>
>Onlara para verip,Bununla içinizden birini şehre yollayın!Yemeklerin
>helal
>ve temiz olanına baksın ve size bir yiyecek getirsin.Dikkatli
>davransın!(Kehf:19) dedi.
>
>Yiyecek gelince bana Geçmiş günlerinizde
>yaptıklarınızın karşılığında
>şimdi afiyetle yiyip için!”(Hakka:24)dedi.
>
>   Çocuklara,Annenizin bu durumunu bana söylemezseniz bu yemekten
>yemem!”dedim.Annemiz”dediler.Ağzından Cenab-ı
>Allahın gazabını çekecek
>yanlış bir söz çıkar korkusuyla 40 yıldır böyle sadece
>Kuranla konuşur.
>
>   İbni Mübarek,bu hadiseyi Kuran’da her şeyin bulunduğuna delil
>olarak
>anlatırdı.

 

 




SİLİK PARA

SİLİK PARA

Diğer adıyla geçersiz akçe, silinmiş para geçerli olmazken, hiç silik insan geçerli bir akçe eder mi?

Paranın siliği gibi, insanın siliği de Allah nezdinde geçersizdir.

Ahirette geçmez.

Herkes kendi tinet, karakter, yapı ve mayası doğrultusunda hareket eder.

Abdullah bin Sebe’ler kendisi gibi olanları seçmektedir.

Maddi yapının bozulmasıyla hastalıklar ortaya çıktığı gibi, manevi yapının bozulmasıyla da, manevi dünyada bozulmalar ve hastalıklar baş gösterir.

Bu da dışa yansır. Hayatı kokutur ve bozar.

Bundan da firavun ve nemrutlar çıkar.

Cennet de cehennem de kendi müşterilerini oluşturmaktadır.

Müşterisine göre…

Dünyada gübreye de, demire de, altın ve elmasa da müşteri çıkmaktadır.

Herkes bu dünyada cennet ve cehennem binasını kurmaktadır.

Ahirette herkes talep ettiğini bulacak ve ona kavuşacaktır.

Buğday eken arpa biçmez, diken eken de pamuk biçmez.

Hiçbir asırda firavun ve nemrutlar eksik olmamıştır.

Ancak asrımızda bu her devlet ve belde de firavuncuklar olarak kendisini göstermiştir.

Son ana kadarda olmaya devam edecektir.

Ancak bunlar kader cihetiyle olumlulukların ve olumlu duyguların ortaya çıkması sebebiyle dolaylı olarak şer de olsa, hikmet ve onların varlıklarına müsaade edilmesi sebebiyle hayırları doğurmaktadır.

Ehli iman için bir gübre olmuştur. Şeytan bir gübredir, duyguların gelişmesi veya duygusuzların ortaya çıkması için…

Allah yakmasın… Hızımız kılsın…

Cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değildir.

Kabiliyetler ayrıştırılırken, kaliteler ve kaliteliler de ortaya çıkmaktadır.

Hayatta olan olaylar farklı yapıda olan insanların iç dünyalarını dışarıya çıkarıyor.

Musibetler, savaş, kıtlık gibi durumlar insanların samimiyetini ölçen birer miyar ve değerleri ölçer aletdir.

Şu anda bir kısım esnafın malını stoklayıp ihtikar yapması, toplumdaki boşluktan istifade etmek amacıyla haksız kazanca yönelmesi, aslında kendisine verilen fırsatı lehine değil, aleyhine çevirmekte, gerçek yüzünü ortaya koymaktadır.

Şu an fırsatçılık yapıp da malını stoklayanlar millete pahalı pahalı satmaya çalışanlar, aslında içlerindeki gerçek karakterlerini, hayvaniyet duygularını açığa çıkartmış oluyorlar.

Hadislerde ihtikar yani stokçuluk yasaklanmış ve de lanetlenmiştir.[1]

Aslında kolay da değil, bu memlekette Allah demek yasaktı.[2]

Zira bu milletin maddi ve manevi başına gelen eğer gündüzün başına gelseydi, gündüzü gece olurdu.

Asırların görüp yaşamadığı zulümler yaşandı.

Onun içindir ki; Allah imhal eder ancak ihmal etmez. Yani bir süre fırsat verip dener, göz ardı etmez.

Altın çıkarsa ne ala, kömür çıkarsa tinetini göstermiş olur.

Nitekim dünyadaki kavgalarda, ayı ile domuzun yaptıkları kavgalar çiçekleri vurdu. Çiçekçileri üzdü. Çiçekler soldu.

Ayı ile domuz tinetlerinin gereğini yaparken, ezilen çiçekler yapması gerekeni yapamadı.

Etrafa çiçeklerin güzel kokuları değil, ayı ve domuzun kokularıyla, çıkardıkları toz toprağın kokusu yayıldı, etrafı sardı.

Bu dünya iş yönüyle ekme, duygular yönüyle de ekilme yeridir.

Ya olup gelişecek ya da sönüp gidecektir.

Zorluklar ve zor durumlar bazen kahramanları çıkarırken, bazen de zalimleri…

Allah bir fırsat vermiştir, o da bir ömür…

Kimler geldi kimler geçti bu felekten/ Kalbur ile un elerken deve geçti bu elekten.

İnsanlık tarihi boyunca nice devler ve nice develer gelip geçmiştir.

Karakter meselesi…

Katranı kaynatsan  olur mu şeker, herkes aslına çeker.

İşler aslına döner.

Kurt kurtluğunu, tilki tilkiliğini, ayı ayılığını yapar.

Arı su içer bal akıtır, yılan su içer zehir akıtır.

Anlat anlat anlamaz, kaynat kaynat kaynamaz.

Kimi rahmetlik olurken, kimi de zahmetlik.

Ne kendi etti rahat, ne halka verdi huzur/ çekip gitti dünyadan dayansın ehli kubur.

Gidiş nasıl?

Hayırlı olsun, hayırla olsun, hayırlılarla olsun, hayırla dolsun.

Hamdım. Piştim. Yandım…

Hayat mutfağında ne olmak ne nasıl olmak istersiniz?

Afiyet olsun…

MEHMET ÖZÇELİK

8-4-2022

 

[1] https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/ihtikar

http://www.hadismerkezi.com/h640_stokculuk-haramdir

https://dergi.diyanet.gov.tr/makaledetay.php?ID=22009#:~:text=Di%C4%9Fer%20bir%20had%C3%AEs%2Di%20%C5%9Feriflerinde,olunmaz%C2%BB%20(3)%20buyurmu%C5%9Flard%C4%B1r.

[2] https://www.yenisafak.com/hayat/allah-demek-boyle-yasaklandi-yesilcamin-sansur-tarihi-cikti-3773524

https://www.yenisafak.com/hayat/yesilcamin-sansur-tarihi-filmde-kbeyi-istemediler-3773731

 




DERS GİBİ….

DERS GİBİ….
SAKIN ANLATMA
Velî bir zât devesiyle çölde giderken, yerde susuzluktan kıvranan bir kişiye rast gelir.

Hemen devesinden inerek, susuzluktan ölmek üzere olduğunu söyleyen kişiye, çöl boyunca kendisine yetecek kadar su kırbasını uzatır.

İkram edilen suyu çok yavaş içmesini de “herhalde takatsizlikten yavaş içiyor” veya “birden içerse, rahatsızlık verir” gibi düşüncelerle hayra yorar.

Oysa; suyu içen kişi son yudumundan sonra, sinsice ve çok hızlı bir hareketle velî zâta sert bir omuz atarak, onu yere yuvarlar.

Velî zât neye uğradığını anlayamadan, o kişi deveye binerek oradan uzaklaşmaya başlar.

Devesinin çalındığını, kendisinin de enâyi yerine konulduğunu anlayan velî zât, o hırsızın arkasında şöyle bağırmaya başlar:

-“Heey, bir dakika, beni dinler misin?”

Hırsız durur, geri döner ve gâlip bir eda ile bir kahkaha atar. Veli zât:

-“Evlâdım, tamam, devem ve eşyalarım senin olsun. Fakat senden bir istirhamım var. Ne olur bu olayı, hiç kimseye anlatma!
Tamam mı?…”

Hırsız şaşkınlıkla sorar:
-“Peki, ama niçin?”

“Çünkü, bu olayı duyanlar, çölde susuz ve çaresiz kalmışlara, bir daha hiç yardım etmezler. Neticede de İslâm’ın yardımlaşma düsturu felce uğrar.”
**************
İhtilâlci Savcıya Kefen Göstermek!

Yakın zamanda vefat eden Samsunlu Hamdi Sağlamer, yaşamış olduğu ibret dolu bir hadiseyi şöyle anlatır:

Sene 1964; hadise, Ankara’da Yargıtay’da cereyan etti.
Av. Bekir Berk, ‘Temyiz’de mahkeme var, birlikte gidelim dedi.
Öğretmen kardeşimiz Konya’lı Mustafa Özsoy’la beraberdik. Temyiz’deki duruşmalara avukatlar dışında kimse alınmıyordu. Bekir Ağabey, bana bir çanta verdi, Mustafa’nın eline de bir dosya tutuşturdu. Bizi stajyer ve yardımcı avukat süsüyle mahkeme salonuna aldırttı.
Manzara dehşet vericiydi:
Yuvarlak bir masa etrafında 27 Mayıs Darbesinin karanlık yüzlü adamları çöreklenmişlerdi. O Egesel’ler, Başol’lar hep oradaydı. İhtilalde oynadıkları başarılı(!) rollerine mükâfat olsa gerek, bu makama atanmışlardı.
Bekir Ağabeyi Yassıada’dan tanıyorlardı. Kin ve nefret dolu gözlerle bizi süzüyorlardı, adeta yiyecek gibi bakıyorlardı.
Savcı Egesel, Bekir Ağabeyin moralini bozacak şeyler yapıyordu: Eliyle masaya vuruyor, dinlemez gibi görünüyordu.
Bekir Ağabey, hiç aldırış etmeden 40 dakika savunma yaptı. Elindeki bütün belgeleri sundu ve bunların zapta geçirilmesini istedi. Zapta geçme talebi, Egesel’i iyice kızdırdı. İki eliyle masayı tutup yüksek sesle:

“Kime, neye güveniyorsun Bekir Bey! Neyine güveniyorsun sen!” diye açıkça tehdit etti.

Bekir Ağabey, tehdide pabuç bırakacak adam değildi. Hemen “Ver şunu!” deyip hızla çantayı elimden kaptı. Başka bir evrak çıkarıp gösterecek sandım. Bir de baktım ki, çantasında sürekli taşıdığı kefenini çıkardı. (Adamların gözleri faltaşı gibi açıldı.) Sonra, gür bir sesle:
“Ben Allah’a güveniyorum!” dedi;
Ardından, kefeni fırlattı ve konuşmasına devam etti…

Öyle yüksek sesle konuşuyordu ki, adeta salon çınlıyordu.
Vallahi yeminle söylüyorum, o anda adamların masaya dayalı ellerine baktım, tirtir titriyorlardı.
O zaman, gerçekten Bekir Ağabeyin arkasında bir kuvve-i maneviye olduğunu, müdafaa esnasında başka bir şahsiyete büründüğünü gördüm ve anladım…
*****************
Anadolu’da bir ilçede müftüydüm. Günlerden cumartesi. Kazanın pazarı da o gün kurulur. Daireler kapalı. Evde oturacağıma müftülüğe gideyim dedim. Daireye vardım, bir çay demledim, camdan dışarı bakıyorum. Bahsettiğim pazar, müftülüğün biraz ilerisinde kurulur. Kimi almaya, kimi satmaya, herkes pazara geliyor. Kalabalık. Müftülüğün karşısında bir bakkal var.

Ben camdan ilçenin cumartesi günlerine mahsus bu hareketli vaziyetini seyrederken, lüks bir otomobil gelip, bakkalın önüne park etti. Bakkal bir hışımla çıktı;
«–Yok arkadaş dükkânın önüne park etme!» dedi.

Zaten ‘pazarın kurulduğu gün’ olduğu için, bakkala giden gelen yok. Bir de dükkanın önü kapanacak diye adamcağız iyice asabîleşti. Arabanın sahibi de haklı;
«–Yahu burada park yasağı mı var? Niye park etmiyormuşum?!.» diye çıkıştı. Baktım gereksiz bir münakaşa çıkacak. Hemen indim, arabanın sahibine;

«–Arkadaş, bugün ilçenin pazarı var. Gelen-giden çok. Bakkal; ‘Belki satış yaparım’ diye dükkânın önü kapansın istemiyor. Burada arabana zarar gelmesin. Müftülüğün bahçesinde müsait park edecek yer var. Ben kapısını açayım, oraya koy.» dedim.
«–Olur…» dedi.

Arabayı park ettikten sonra;
«– Yukarıda çay demledim, tek başıma içiyorum, istersen buyur birlikte içelim» dedim.
«–Olur, içelim.» dedi. Teşekkür etti.

Yukarı çıktık. Bir yandan çaylarımızı içiyor, bir yandan tanışıyor, konuşuyorduk.

O sırada müftülüğün kapısı açıldı. İçeriye elleri titreyen yaşlı bir hanım girdi. Elinde tek sıra dizilmiş bir tabak incir.
«–Oğlum, müftülüğün kapısını açık gördüm de içeri girdim. Kusura bakmayın. Ben bu incirleri bizim bahçeden topladım. Pazara satmaya götürüyorum. Parasını da sana getireceğim bir kız Kur’ân kursu yaptırırsınız diye…»

Bir tabak incir… 1 kilo ya gelir, ya gelmez. Kur’ân kursu yaptırmak için onu getirip hayır olarak müftülüğe verecek…
Duygulandırıcı bir samimiyet, niyet ve arzu…

Ben dondum kaldım. Misafirim de duygulandı. Hanıma dedi ki:
«–Kaça satıyorsun?»

Kadıncağız, mütevekkil;
«–Ne verirseniz?» dedi.

Adam da coştu:
«–Peki, bir Kur’ân kursu yaptırmaya verir misiniz?»

Yâ Rabbî!..
Bir tabak incir ile bir Kur’ân kursu…
Adam bu güzel niyeti gerçekleştirmek için harekete geçti. O kadıncağızın arzusu gerçek oldu…”

Siz ne derseniz deyin, bunun adı samimiyetten başka bir şey değil. Samimiyetle, ihlâsla istersen; Mevlâ’m karşılığını hemen, fazlasıyla verir.

O kadıncağız, istemiş, gönülden arzu etmiş. «Benim ne imkânım var ki?» diye düşünmemiş. «Bir tabak incirden ne olur…» dememiş. Onu toplamış. «Bana gülerler…» dememiş, yola koyulmuş. Bunlar hep bereketin sırları…

-Vehbi Akşit (Kuşadası İlçe Müftüsü)
****************
İMAM-I GÂZÂLÎ ve BATINÎ TÜCCAR

Şelemzar’a Medrese yapımıyla görevlendirilen İmam-ı GAZALİ, medrese inşaatına yardım etmek isteyen BATINÎ bir tüccara şu sözleri söyler:

“Bu altınlarla kurulacak medresede yetişecek müderrisler, ola ki bir gün doğru yoldan sapıp, altın uzatan ellerin işaret ettiği tarafa yönelirler.
Temiz olduğundan emin olmadığımız ellerin işaret ettiği tarafa yönelmek, şiarımıza terstir.
Velhasıl tüccar efendi bizim tanımadığımız bir elden, kaynağını bilmediğimiz bir pınardan cansuyu istemişliğimiz vaki değildir.”
*********************
1897 yılında, OSMANLI, yunan harbi zaferle neticelenmişti.

Dedem Sultan II. ABDÜLHAMİD Han büyük sevinç içindeydi. Harpte yaralananların hepsini İstanbul’a getirtmiş. Bu gazileri, Gümüşsuyu Hastanesi ve yeni yaptırdığı Şişli Etfal Hastanesine yerleştirmişti. Padişah, yaralıların durumlarını öğrenmek için her gün hastanelere görevliler gönderiyordu.

dedem Sultan ABDÜLHAMİD Han marangozluğa meraklıydı. Yıldız Sarayı’nda bir marangoz atölyesi vardı. Devlet işlerinden yorulduğu zaman dinlenmek için buraya gelirdi. Her biri sanat şaheseri kabul edilen ahşap eşyalar yapardı.

Bir sabah dinlenmek için atölyeye inmişti. Kendisini yardımcısı Mehmed Usta karşıladı.

-Hadi bakalım Mehmed Usta, 150 tane baston ağacı kes..

Usta şaşkınlıkla sordu:

-Ferman Padişahımızındır. Lakin merakımı mazur görün. Bu kadar baston ağacı ne olacak?

-Askerlerim ayaklarından yaralı..

Dedem ABDÜLHAMİD Han ustanın bu hayretini gideren şu cevabı verdi:

-Mehmed Usta, araştırdım. Gazilerimizden, 150 kadarının ayaklarından yaralandıklarını öğrendim. Bunlar iyi olsalar da yürümek için bir asaya muhtaç kalacaklar. Hepsine birer baston yapacağım ve hastaneden çıkıp memleketlerine gidecekleri zaman kendilerine hediye edeceğim.

Mehmed Usta, Sultanın bu ulvi düşüncesine ve insan sevgisine hayran kalarak, hemen işe koyulur.

Kısa zamanda bitirilen bastonları gazilere ulaştırırlar..
*****************
Avustralya’daki kurbağa
Bir dişi hayvanın yavrularını yuttuğunu duysanız, herhalde onun ne kadar vahşi olduğunu düşünürsünüz.

Halbuki Avustralya’da yasayan bir tur kurbağa, yavrularını vahşiliğinden değil, merhametinden yutmaktadır.

“Rheobatrachus silus” adi verilen kurbağanın yumurtadan çıkmak üzere olan yavrularını yutma sebebi, onların emniyetli bir şekilde gelişmesini sağlamaktadır. Acaba anne kurbağanın midesine inen yavrular, mide tarafından hazmedilmeyecek mi?
Elbette hayır.

Çünkü bütün kainatta görülen İlahi rahmet, bu yavruları da ihmal etmeyecektir. Yeni doğan aciz yavrulara anında sut yetiştirerek merhametini gösteren Zat, mideye inen yavruların hazmedilmemesi için de, kurbağanın midesindeki sindirim faaliyetini durdurur. Dişi kurbağanın daha önce midesine doldurduğu gıda maddeleri bağırsağa iletilir ve midenin şekli ile yapısı tamamen değişerek, yavrular için sıcak ve emniyetli bir beşik suretine girer.

Oburluğu ile tanınan bu kurbağanın iştahı, aynı rahmet sahibi tarafından sonra tamamen kesilecek ve kuluçka devresi tamamlanıncaya kadar hayvan tam 2 ay aç kalacaktır. Kuluçkanın ileri safhasında mide büyüyerek akciğere dayanır. Ve onun faaliyetinin durmasına sebep olur.

Ancak İlahi Rahmet burada da imdada yetişir ve akciğerleri devreden çıkan kurbağa, derisi vasıtasıyla nefes almaya baslar.

Yumurtadan çıkan kurbağalar daha sonra yemek borusundan tırmanır ve anne kurbağanın ağzından aşağı atlayarak, gün ışığına çıkarlar.

Mide yavruların tamamen çıkmasından 8 gün sonra normal haline gelir ve vazifesini yerine getiren kurbağa, yiyip içmeye baslar.

Avustralya’nın Adelade Üniversitesi’nden Zoolog Michael J. Tyler ile yardımcısı David Carter tarafından ortaya çıkarılan bu esrarengiz hadise, fizyoloji olarak bilinen ilim dalını alt-üst etmiştir.

İlim adamları ülserin tedavisinde yeni bir ümit olarak gördükleri bu olağanüstü olayın nasıl gerçekleştiğini ve midedeki faaliyetin nasıl durdurulduğunu aramakla meşguller…

MEHMET ÖZÇELİK