KARANLIĞIN ÇOCUKLARI

KARANLIĞIN ÇOCUKLARI

Karanlıkla aydınlığın, imanla küfrün, zulmetle nurun mücadelesi aynı hızla ve artarak devam etmektedir.

Ateşin çocukları gibi karanlığın çocukları da, aydınlığa savaş açmakta ve bunu sürdürmektedir.

Önce ateşin çocukları türedi. Yaktı, yıktı.

Arkasından karanlığın çocukları aydınlığa savaş açtı.

Yarasa misal aydınlıktan rahatsız oldu, düşman oldu.

En önemlisi aydınlığın sahibine açtığı savaşı, O’nun aydınlattığı eserlerine de savaşını sürdürdü.

Bütün problem Nurun Nuru olan Zata, aydınlığından dolayı düşman kesilmesi idi.

Başta şeytan ve avaneleri O Nurdan rahatsız oldu.

Şeytanın kibri onu Rabbisine karşı aciz bıraktırmaya sevk etti ve ortaklarını arttırdı.

Kıyamete kadar o cepheyi arttırmaya ve kuvvetlendirmeye çalıştı.

Nura ve Nur Sahibi gibi, O’nu sahiplenenlere, Rab bilenlere savaş açtı.

İşte bu savaş o zamandan beri durmaksızın devam etmektedir.

Hadiste:” Küfür devam eder, zulüm devam etmez.”

Eşek hoşaftan ne anlar!

Yarasa aydınlıktan ne anlar ve ne alır!

-Rıza Nur Hatıralarında der ki;

“Abdülhamid düşmanlığı gözlerimizi o kadar kör etmişti ki, Mekteb-i Tıbbiye’ye İngiliz bayrağı çekecek kadar alçalmıştık”

Bugün karanlığın çocuklarıyla, karanlıkta kalanlar, aynı karanlıktaki oyunda ve oynaşta ortaktırlar.

Aklın karanlığı, kalbin ve basiretin karanlığı, vicdan ve duyguların karanlığı, her şeyi karanlık kılmakta ve tarih tekerrür etmektedir.

Bugünde tarih tekerrür etmektedir.

Karanlığın çocukları ile karanlıktakiler, aydınlıktakilere savaş açmıştır.

Mücadele devam etmektedir. Ve de edecektir.

Perde kapanana kadar…

MEHMET ÖZÇELİK

29-03-2022

 




KISSA

KISSA

ALLAH Resulü (S.A.S) bir gün camiye giderken yolda ezân ile dalga geçen yahudi çocuklarını duydu. Aralarından birinin sesi çok güzeldi ve o ezânı ağzını eğip bükerek söylüyor diğerleri de ona gülüyordu.

 

Bizler olsak ne yapardık bu durumda ?

 

Şiddet, hakaret…?

 

ALLAH rasulü yolunu değiştirerek çocukların olduğu yöne doğru yavaşça ilerledi.

 

Yanlarına yaklaştı öncelikle elini kaldırarak selam verdi (bu piskolojide benden size zarar gelmez anlamında)

 

Ve ” Az önce çok güzel bir ses duydum, o sizden mi geldi ? ” diye sordu.

 

Şu inceliğe bakar mısınız…

 

Çocuk güzel ses deyince sevindi tabi hemen öne atıldı evet ben söyledim dedi. Efendimiz ona senin sesin ne kadar güzeldir öyle. Seni su mescide götürsem ordaki amcalara da söyler misin dedi. Çocuğun gururu okşanmıştı mutlu oldu söylerim ama ben ezânı bilmiyorum ki dedi.

 

– Olsun ben öğretirim sana dedi ALLAH rasulü.

 

Ve o söyledi çocuk tekrarladı bu şekilde ezberledi. Sonra efendimiz elinden tuttu diğer çocuklar ile birlikte mescide gittiler ve Resul yol boyunca onun saçını okşamıştı.

 

Mescid’te okuyunca oradaki sahabeler de güzel övgülerde bulundu çocuğa. Kendini çok iyi hissetmişti çocuk. Efendimiz çocuğa yaklaşarak senin sesin çok güzel ben seni Mekke’ye göndersem orada Kâbe’ye müezzinlik yapmak ister misin dedi.

 

Şu insan kazanma sanatına bakar mısınız…

 

Çocuk farkında bile olmadan müslüman olacak.

 

Oralarda Kâbe’de müezzinlik herkesin bildiği bir şey, konuşulan bir şey, çocuk da bunu biliyor, büyük bir şey olduğunu biliyor ve çok hoşuna gidiyor bu durum. Kabul ediyor.

 

Ve yıllar sonra..

 

Işte bu çocuk Ebu Mahsure…

 

Sahabeden, Kâbe müezzinlerinden Ebu Mahsure…

 

Fakat onun diğer müezzinlerden bir farkı var, saçları çok uzun hatta o kadar uzun ki saçlarını sarıp bir keseye koyuyor o şekilde geziyor. Onu gören ve bu olayın mahiyetini bilmeyenler

 

-Ya Mahsure bir de müezzinsin neden kesmezsin bu saçlarını bu ne hal diyor.

O böyle diyenlere içleniyor ve diyor ki :

—Nasıl keserim ben bu saçları bu saçlara kim dokundu siz biliyor musunuz benden nasıl kesmemi istersiniz” diyor.

 

Daha ne denir ki…

 

Bu olay size bir çok dersi bir arada vermiyor mu ?

 

Bizler kendi çocuklarımıza bile böyle sabırlı böyle anlayışlı olamıyoruz.

 

******************

Cüneyd-i Bağdadi (K.S.) hz.leri,

Asr sure-i şerifinde geçen;

“Vel Asr İnnel İnsane Lefi Husr.”

“zamana yemin olsun ki insan hüsrandadır”,

 

ayet-i kerimesinin manasını tefekkür ediyordu.

 

Pazar yerinden geçerken, buz satan bir adamın sürekli;

“BUZ ALIN!, BUZ VAR!, BUZ ALSANA!”

diye neredeyse insanların kolundan tutup ısrarla buz satmaya çalıştığını gördü.

Satıcıya;

“Neden bu kadar ısrar ediyorsun ki, zorla satılır mı” deyince satıcı;

“Ee ERiYOR !” cevabını verir.?

 

Bunu duyunca, o anda bayılır.

Ayıldığında yanındakiler ne olduğunu sorunca;

 

-O adamın buzlarında kendi ömrümü gördüm.

Neden zamana yemin edildiğini ve neden insanın zararda olduğunu şimdi daha iyi anladım ,

Sıcak, adamın maddi sermayesi olan buzları eritip tükettiği gibi, zaman da asıl sermayemiz olan ömrümüzü tüketiyor.

Saniye saniye,

dakika dakika

ömür buzumuz eriyor, hissedebiliyor musunuz?   ???             

 

Ömrümüz buz misali eriyip gidiyor.?

Sattık, sattık.

Satamazsak eriyor.

 

“Nefis ve malını Cenâb-ı Hakk’a satmak

ve ona kul olmak ;

ne kadar kârlı bir ticaret,

ne kadar şerefli bir rütbe…”

*************  

  1. MUSA ve ÇAKALLAR

 

Musa Aleyhisselâm, bir gün sürülere zarar veren Çakallar için, ALLAH’ım

bunları ıslah eyle diye dua eder.Sabah kalktığında çakallaların ölmüş olduğunu görür.

YA RABBİ ben bunların ölmesini değil ıslah olmasını istedim deyince CENABI HĀK nida eder:

Çakallarin ıslahı ölümdür Ey Musa buyurur.

Çünkü onların fitratında çakallık var ve masum olanlara zarar verir..

YA RABBI!

Fıtratı çakallaşmış olan hainleri sen usulünce ıslah eyle.

*******************   

Tilkinin kuyruğu kayaya sıkışmış ve kurtulmak için, kuyruğunu kesmek zorunda kalmış.

 

Daha sonra, bir başka tilki onu gördüğünde,

“Kuyruğunu neden kestin” diye sormuş.

 

Kuyruğu kesik olan,

“Böyle kendimi çok mutlu hissediyorum.Şimdi o kadar mutluyum ki; adeta sevincimden havalara uçuyorum” demiş.

 

Bunun üzerine, diğer tilki de kuyruğunu kesmiş.

Fakat mutluluk yerine, şiddetli bir acı çekmiş.

Hemen tilkiye gelip,

“Neden bana yalan söyledin? Çok canım acıdı” demiş.

 

Tilki,

“Eğer acı çektiğini diğer tilkilere söylersen, onlar asla kuyruğunu kesmez ve bizimle dalga geçerler” demiş.

 

Bu iki tilki, diğer tilkilere, yaşadıkları mutluluğu anlatmışlar.

 

Böylece tilkilerin çoğu kuyruklarını kesmişler.

Çoğunluk onlara geçince bu seferde kuyruğu olanlarla dalga geçip onlara eziyet etmeye başlamışlar.

 

İşte böyle; önce toplumu bozup, farklılaştırırız, sonrada toplumu birbirine düşman ederiz.

 

KISSADAN HİSSE;

BİR TOPLUMDA BOZULMALAR ARTINCA,

BOZUK İNSANLAR, İYİ İNSANLARI AYIPLAR VE DALGA GEÇERLER.

****************  

 




HEDEF

HEDEF

Aslında Ukrayna’da geri planda hedef Türkiyedir.

İha’ların motorları Ukrayna’da idi.

Abd öne sürdüğü Ukrayna’nın arkasında durmadı.

Bizi savaşa çekmeye çalışıyor. Gerekirse NATO ile birlikte.

Muhalefeti desteklemekten ekonomik, darbe ve sokak olaylarına kadar tüm denemeleri yapan ABD, başarmak için en sinsi ve hainane uygulamasını devreye koyacaktır.

En çokta içten vurmayı deneyecektir.

Ali kalkancı, Fadime Şahin ve Müslim tipinde uyuyan hücreleri uyandırarak…

Zemin o kadar kaypak hale getirilmiş ki, bir dengesiz, bir iffetsiz ve bir meczup toplumun dengesini sarsabiliyor.

Gerçi arkasındaki gizli komite organizatör olarak durumu idare ve yönetmektedir.

İHA, Siha gibi gelişmelere ve de Çanakkale köprüsüne karşı çıkanlar kesinlikle Türk milletinin kanını taşımamaktadırlar.

Tıpkı Bediüzzaman’ın şu tesbiti gibi,

” Ben bakıyorum; kim bana zulmediyor, dikkat ediyordum, onlar katiyen Türk değillerdir. Çünkü, hakiki Türklerde zulmetmek damarı yoktur. Bana zulmedenler, Türklük perdesi altına girmiş başka millettendir, ‘

-Şerler, musibetler, olumsuzluklar ehl-i iman için bir gübre mesabesindedir.

Teyakkuza ve tedbire sebeptir.

Rabbim yakmasın.

– Her kavmin mutlaka bir firavunu vardır olmuştur ve olmaktadır. Ancak her Fir’avunun bir Musa’sı vardır. Bu kavmin firavunları o kadar çok ki o kadar çok olan o firavunlara karşı Musa’nın olması gerekli değil mi? O sahaların olması lazım. Bir Musa ile değil, birçok Musa’ların olması lazım. Musa gibi hakikatlerin olması lazım ki bu zulmün karşısında durabilsin. Ringe çıkan rakiplerin en azından birbirlerine aynı sıklette olması lazım ki adaleti ilahi tecelli etsin.

-Mumcu suikastinde CIA izleri.
Mısır’daki operasyon merkezi MİT’in dosyasında.

CIA “ekibinin hedefi bölgede istikrarsızlık ve Türkiye-İran kavgası yaratmak.

İki Hizbullah: Biri iran’ın, biri CIA’nın denetiminde. Yollara dökülen yüzbinlerce insan gericiliği, şeriatı ve Kontrgerilla’yı lanetledi…”[1]

-“Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte buluşmak üzere kavminden yetmiş adam seçti. Onları o müthiş deprem yakalayınca Mûsâ dedi ki: “Ey rabbim! Dileseydin onları ve beni daha önce helâk ederdin. İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk edecek misin? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir; onunla dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim velîmizsin. Artık bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin.

Bize bu dünyada da âhirette de iyilik yaz! Şüphesiz biz sana yöneldik.” Allah buyurdu ki: Azabıma dilediğimi uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır; ayrıca rahmetimi Allah korkusu taşıyanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” [2]

MEHMET ÖZÇELİK

23-03-2022

[1] 2000 e doğru dergisi. 31- ocak- 1993.

[2] Araf.155.6.




KIRILAN ZİNCİRLER

KIRILAN ZİNCİRLER

Rahmetli Menderes bu milletin varlığını, var olduğunu gösterdi. Zincirin ilk halkasını kırdı.
Rahmetli Turgut Özal bu milletin inançlı insanlarını ve halkını toplumla buluşturup kaynaştırdı.

Alternatifleri sundu.

Recep Tayyip Erdoğan ise, bu insanları bürokrasiyle, devletle, resmiyetle tanıştırdı, barıştırdı ve buluşturdu.

Kendini ispat etti.

Diklenmeden, dik durmasını öğrendi.

Ancak Türkiye’yi bölmek isteyenler hiç durmadı.[1]

Yunan Türkolog Prof. Dimitri: “2016’da Amerika Erdoğan’ı öldürüp yerine Meral Akşener’i geçirmek istedi.
ABD, Meral Akşener’i destekliyor.”

Meral Akşener 15 Temmuz 2016 öncesi sürekli “Ben Başbakan Olacağım” demişti.[2]

Yüz sene önce dünyayı kontrol edenler, yüz yıl sonra bugün dünyaya hakim olmaya ve kendi garajına çekmeye çalışıyor.

Yüz yıl önce kan emip öldüren sülükler, bugün besleyip sağıyorlar.

Yüz yıl önce devletlere sahip olmaya çalışanlar, şimdi şahıslara ve her ferde sahip olmaya ve onu kontrol edip kendisine bağlamaya çalışıyor.

Yüz yıl önce maddi olarak kontrol etmeye çalışanlar, bunu sanal ortama taşımaktadırlar.

Aynı zamanda bir patates, bir soğan ve bir yağ ile bu milletin ayağı kaydırılmayadır.

Paslanmış kalpler.
Paslanmış zihinler.

Paslanmış ruhlar.

Bu milletin bir kısmının yağa ihtiyacı var. O da çok yağa.

Zira bu kadar pas tutmuş duyguları ancak bu kadar yağ paklar.

Bizim Yûnus şöyle der;

“Bir avuç toprak, biraz da suyum ben,

Neyimle övüneyim, işte buyum ben.”

-Bu millet 1400 senedir hatta insanlık tarihi boyunca ve milletler genelde hep içten yıkılmışlardır.

Baltanın sapı, ağacın içindeki kurt ve özellikle fitne ateşi körüklenmek suretiyle birbirlerine kırdırılmıştır.

Her dönemde uygulanmış ve netice alınmıştır.

Tıpkı Suriye ve islam dünyasının hali gibi…

Tıpkı 15 Temmuzdaki gibi, asıl mesele işgalle beraber sonrası idi.

Dışardan zincirlenmesi zor olan bu milletin, birbirine vurdurulması yani iç savaş hedeflenmişti.

“(Yahudiler) tuzak kurdular, Allah da onların tuzaklarını bozdu. Evet, Allah en iyi tuzak bozucudur.”[3]

*************  

Çanakkale de genç ve yetişmiş bir nesil gitti.

Cumhuriyetin kuruluşunda yeni bir nesil oluşturmak için nice nesiller gitti.

Darbelerle nesiller geriye götürüldü.

68- kuşağı ile sol bir gençlik oluşturulmaya çalışıldı.

70- de beş bin genç teröre kurban verildi.

80- de aç kurt gibi batının sefahet bataklığına gençlik itildi.

90- da ekilen terör tohumları zakkum gibi meyvesini verdi. Toplum zehirlenmeye başlandı.

Avrupa ülkeleri bu terörü ve teröristleri besledi.[4]

97- de yani 28 Şubat’ta yeşerecek fidanların köküne kezzap döküldü. Toplumun Kur’an’ı Kerim ile bağlantısı koparılmaya çalışıldı.

2000 yılında madden ve manen sıfırlanmaya çalışıldı.

2002 yılında ayağa kalkıp, dikine durmaya çalışılan toplumun beline çöküldü, kamburlaştırılmaya çalışıldı.

Darbe teşebbüsleri ile önüne setler çekildi.

15 Temmuz 2016- da işgal, ifsat ve darbe ile yarım asırlık aldatılmış ve kandırılmış bir nesil heder edildi.

Kısır olup genç nesli olmayan batı ve haçlı bu milletin birkaç asırlık genç nesillerini bitirdiler.

Hala oyuna devam etmekteler.

Akrebin kıskacında yetişemeden yok edilen nesiller, birer gelecek idiler.

Geleceğimiz yok edildi.

MEHMET ÖZÇELİK

18-03-2022

 

 

 

[1] https://www.haber7.com/dunya/haber/3201734-ahmedinejad-suudi-arabistani-dorde-turkiyeyi-uce-irani-altiya-bolmek-istiyorlar

[2] https://www.sonhaberler.com/yunan-ordinaryus-kicikis-abd-erdogani-oldurup-akseneri-getirmek-istedi-video-824086

[3] Âl-i İmrân Suresi – 54.

[4] https://www.yenisafak.com/dunya/ukrayna-kaybedecek-diyen-pkk-rusya-icin-savasiyor-3770491




ÇANAKKALE  İMANIN  KÜFRE  HAKİMİYETİ

ÇANAKKALE  İMANIN  KÜFRE  HAKİMİYETİ 

          Evet;Çanakkale imanın ve imanlının küfre ve küfranı dağıtıp savunanlara tarih boyunca hiç unutamıyacakları bir tokat,bir şamardır. Osmanlı şamarı…

            Kur’an-ı Kerim-de cihad,Allah yolunda savaşmak ile ilgili olarak yüzden fazla ayete rastlamaktayız.

            Savaşların diyalog için olduğunu söyleyen Dr. M. Daryal şöyle der:”Müslümanlar Medine’ye hicret ettikten sonra müşriklerle aralarındaki diyalog kesildi. Çünkü gelen vahiy artık Medine’ye geliyor,Mekke vahiyden mahrum kalıyordu. Bu sebeble Mekke’liler bundan sonra nasıl müslüman olacaklardı veya müslümanlarla müşrikler arasındaki diyalog nasıl devam edecekti? Bence müslümanlarla müşrikler arasındaki diyalog ancak Medine’ye hicretten sonra harblerle sağlanmıştır.”

            Sırtlanların Çanakkale’ye saldırısından bir hafta sonra,Başkumandan vekili Enver Paşa’nın daveti üzerine Osmanlı başkentinde bulunan Amerikan büyük elçisi yahudi Morgenthau hatıralarını hayret ve dehşetle anlatarak:”Topların çoğu 1895 modeli Alman ve Fransız silahları idi. Oysa,denizden ve havadan bombar-duman edilmişti bu topraklar. Peki,nasıl olmuştu da,İngiliz ve fransız amiralleri bu istihkamları yok edememişlerdi?

            İngiliz ve fransızların boşa ateş ettiklerini yani Türklerin toprağa soba borularını yerleştirip onları ateşlediklerinden ingiliz ve fransızları yanıltmadan dolayı boşa ateş edildiğini ve dünyanın en güçlü armadasında sulara gömülerek,kaçırtmayı Türk ordusunun kahramanlığını ifade ediyordu…

            -Fahrettin Altay;Çanakkale de Arı burnuna Atatürk’ten önce 2.3 alayın düşmanı durdurmak üzere gidip durdurduğunu,Atatürkün ise ondan sonra gecikmeyle düşmanın Conk bayırında tesadüf edip geri püskürttüğünü,belirtmektedir.

            Ve Altay devamla:”Atatürk’ün kendi komutanı olan 3. kolordu komutanı Esad Paşanın yanına gidiyor. Esad Paşa,Atatürk’e neden geldiğini,neden geri döndüğünü sorunca oda;”Düşmanın büyük kuvvetlerinin Kaba tepe kumsalına çıkmaya başladığını haber aldığını”belirtir. Esad Paşa,bir yanlışlık olduğunu,düşmanın bu bölgeye çıkmadığını belirtir. Gerçek de Esad Paşanın belirttiği gibi olmuştur. Atatürk,yanlış rapora kanıyor. Bir subay merkez tepeyi kumsal tepe zannetmiş. M. Kemal cepheye gidince merkez tepeye düşmanın çıktığını görüyor. Elindeki 72. alayla saldırıya geçiyor. Başarılı olamıyor,geri çekiliyor.

            Mikusch,yazdığı eserinde Atatürk’ün düşmanın çıkacağı yerleri bilmeyip,askeri tatbikata çıkardığında bir askerin,ingilizlerin geldiğini söylemesi üzerine M. Kemal kurmay başkanına;”Savaş cephanesi var mı?”diye sorar oda;”var” demesi üzerine;”Haydi öyleyse”karşılığında bulunur.

            Atatürk’ün Çanakkale’de emir aldığı Esad Paşa uzun boylu hatıralarındaki açıklamalarını özetle şöyle belirtmektedir:”İngilizlerin Arı burnu ve Seddül bahire karşı kat’i surette çıkarma yapmaya karar verdikleri anlaşılmış olduğundan, (Atatürk’ün tümeni olan 19. tümene) 11. tümenden 33. alay ile Anadolu yakasındaki 64. alay,Arı burnuna sevk edilerek 19. tümen kumandanının emrine verilmiştir.” Ve;”19,tümen ise,kendisinden umduğum kahramanlığı bu defa gösteremedi ve bir adım ilerlemedi.”der.

            -F. Altay:” 19 Mayıs başarısızlığından sonra M. Kemal,in emrindeki kuvvetlerin bir kısmı elinden alınıyor.”

            Esad Paşa hatıralarında:”M. Kemalin 29 Haziran günü saat 21.00’de düşmana şiddetli bir gece taarruzu yapmaya teşebbüs etti ise de başarısız”oldu demektedir.

            Aynı hatanın;”Anafartalar savaşı”nda da olduğunu söyleyen Esad Paşanın bu ifadeleriyle beraber askerlerimizin gayretleriyle ve o kadar imkansızlıklar içerisinde azmimiz bizi ayakta durdurmuştur.

            Mehmetçik Çanakkale’nin geçilmezliğini zulümle değil,kahramanlıkla,adaletle göstermiştir.

            Yani Moorehead’ında belirttiği gibi;”Avustralya ve Yeni Zelanda birlikleri,kendilerine dağıtılan gaz ve maskelerini kullanmayı reddediyorlardı. Bunun sebebi sorulduğunda,şöyle cevap veriyorlardı:”Türkler gaz kullanmazlar. Onlar temiz,mert savaşçılardır.”

            Ancak İngiliz,yani Çörçil şöyle düşünmüyor ve zehirli zehirini savurmayı emrediyor. Ancak kader müsaade etmiyordu. Zira rüzgar geçici de olsa karadan denize esiyordu.

            -Çanakkale İngiliz ve tebaaları (Avustralya,yeni Zelanda,Kanada,Yunanistan,Hindistan) toplam dört yüz bin askerle,fransanın 80 bin,toplam 500 bine yakın askerleriyle,denizde yüzdürdükleri batan dağlarına karşı,batmayan kalelerin mücadelesinde;bir defa daha iman küfre meydan okumuştu.

            Nusret gemisinin döşediği mayınların belirlediği sonuç ile,ilâhi nusretin desteği birleşmiş;gerçek nusret ve zafer tecelli etmişti.

            Ve ilahi Nusret Seyyid Çavuş eliyle de tecelli ediyordu. Zira Muhammed oğlu Seyyid 215 okkalık yani 276 kiloluk mermiyi beş basamak sırtında taşıyıp topun ağzına yerleştirerek Allah’ın adı ve izniyle son kurşun,son koz ve imkan idi.Savaşın sonunu belirleyecek son an idi ve öyle oldu. İngiliz zırhlı gemisi Ocean bacasından giren bu mermi ile,zırhlı bir yandan batarken,bir yandan da şaşkına dönen ingiliz ve fransızlar şaşkınlığı kaçmakla teskin ediyorlardı.

            Düşmanı şaşırtan olay ise;Kimle çarpıştıklarının,karşılarındakinin görünenler mi,yoksa görünmeyenler mi? olduğunun bilinememe ve çözülememesinde saklı idi.

            Vehbi Vakkasoğlu bir Çanakkale ilgili hatırada:” Binbaşı Ömer Lütfi Bey’in ‘Yetiş ya Muhammed; kitabın gidiyor!’ feryadı Medine-i Münevvere’ye öyle bir ulaşmış ki Efendimiz’in geldiğini, ilahi yardımların yağmur gibi Mehmetçikler’in üzerine yağdığını idrak edememek mümkün değil. Rivayet o ki; 1915’de Hindistan’dan Peygamber sevgilisi bir zat, bölgedeki savaşa aldırmaz ve doğruca Medine’ye gider. Ama gider görür ki; Peygamber’in ruhaniyeti orada değildir. Ağlayıp sızlanır. Türbedarın kapısında bekleyen yaşlı bir adam, yolcuya üzülür. O gece rüyasında Peygamber’i görür. Ona der ki, “Hindistan’dan gelen ümmetime söyle. Ona görünmemem, adımı taşıyan asker evlatlarım Çanakkale’de zor durumda; onları yardım için orada bulunuyorum.”

            Binlerce yıldır bizi tanıyan düşman,başta ingiliz ve fransız;Çanakkale’de daha iyi tanımış oldu.

            Çanakkale ordumuzun tarihi seyrinde tüm imkansızlıklar ve –bitti- denilen noktada yeniden sünbüllenebildiğimizin ifadesi olarak görünmemizi göstermiştir.

            Ve hırsla dolu olan düşman;ne kadar büyük olursa olsun,manen,ruhen ve içinin boş olmasından dolayı yıkılabileceğini bir defa daha görmüş,görünmüş ve de tüm dünya ve tarih isbatlayarak göstermiştir.

            Bizim için vatanın en küçük bir ferdi,düşmanın en büyük fertlerinden ve komutanlarından daha büyüktür.

            Binaenaleyh;bu savaş bizim için bir “Yedek Subay” savaşı olmuştu.

            Yılların emeği gelecek nesillere müstakbel yemeği hazırlamış,düşmana bu yemeği ve nimetleri zehir etmişti.

            Ve yıllardır,belki de asırlardır o zehirin etkisiyle kıvranmış ve de kıvranacaklardır.

            Güçler,diğer ifadeyle sıkletler eşit olmamasına rağmen bizler 253 bin şehid vermiş,düşman ise;252 bin ölüsünü bırakarak kaçmıştı…

            Çünkü bizimkiler ölüme gülerek,düğüne koşar gibi giderken,düşman ölmemeye ve ölmemek için gidiyordu. Fark gayet net ve açık…

            Çanakkale kilit noktası olduğundan çok önemliydi. Çünkü o şifre çözülürse,her şey çorap söküğü gibi sökülecekti.

            İngiltere başbakanı Çörçil’in dediği gibi;bunun çözülememesi,birinci dünya savaşının iki sene daha uzamasına sebeb olmuştur.

            Bu Müslüman Türklere bu ruh,dinin bağlayıcı,kopma ve dağılmadan koruyucu esasından kaynaklanmaktaydı.

            Yani;1. dünya harbinde tüm Müslümanları bir fetva cihada çağırmaya yetiyordu.

            -Bu arada ingiliz siyaseti ve ingiliz kini de,kinini kusmaktaydı.

            Yani Anzakları da kendi hilelerine alet etmekteydiler. İşte bakınız;bir Anzak asker;”Bir gün çok susamıştım,su içmek için dereye indim. Bir Türk subaya başımda bir anda beliriverdi. Ödüm koptu. Fakat susuzluktan oraya geldiğimi anlayınca;”Haydı iç ve çekil,git buradan”dedi,bana dokunmadı.”

            Bir diğer anzak da:”Biz kaçarken ayaklarımıza çaput bağlıyorduk. Çünkü Türk askerinin ölüsüne (şehitlere) ayakkabımızla basarız da uyanırlar diye korkuyorduk.”

            İki anzak,İngilizlerle  Çanakkale’ye gidecek olan iki tümen anzak askerini,200 kişilik süvari birliğine karşı koyarak geciktirmeyi başardılar.

            Peki neden savaşa gidip,İngilizlere katıldıklarına gelince;bir çok sebeble beraber,-Halifeyi kurtarma- bahanesi onları sevk eden önemli faktörlerden idi.

            Nitekim bunu teyiden Nezih Uzel’in konu ile ilgili yazısında:”Haydar paşa İngiliz mezarlığında,tesbit edilen 31 müteveffayı sıralarken bunların bir kısmı –isimsiz- büyük bir kısmı ise İslami isimlerdir.

            Madalyonun diğer yüzü,işin gerçek mahiyetini ortaya koyuyor olsa gerek…

            -Asıl işin esas ve hakikatı bu hadiseleri yaşayanlardan ve canlı şahitlerinden dinlemektedir. Binlerce canlı şahid,aynı zamanda olmuşken şehid ve de gazileri,bunları konuşturmak,dinlemek ve de tekrar yaşattırmak…

            -Olayın şahidi Alman Mareşal Liman Von Sanders,şahit olduğu olayları şöyle anlatıyor:” Çanakkale’yi bir asker olarak anlatmak imkansızdır. çelikten,manevi kudretten,vatan aşkından bir insan yapısı ne demektir? Bu sualin cevabı,işte bu gösterişsiz,mütevekkil ve sessiz Anadolu çocuğunun kendisiydi.

            Saadet,Türklerle beraber aynı safta dövüşmektir. Bu şerefi ömrümün sonuna kadar taşıyacağım.”diyordu.

            Bedrin arslanları gibi Çanakkale’nin arslanlarına kimler yardıma koşmuyordu ki…

            Askere denilir:”Derler ki muharebede bizim askerlerin gözüne yeşil sarıklı askerler görünürmüş;siz de gördünüz mü onlardan?

            -Hayır Efendim,biz görmedik. Yalnız kuşlar vardı.Yeşil yeşil. Ateşin arasından geçerlerdi. Sonra zeytin ağaçlarına konarlardı. Başka bir şey görmedik. İşte o zeytin ağaçlarını kurşun,gülle kırmış,yıkmış,dalını budağını karıştırmış. O yeşil kuşlar oraya konarlardı. Kurşun murşun,Allah tarafından,onlara dokunmuyordu.”

            Yahya çavuşun 11 arkadaşıyla,3000 düşman askerini yok ettiği siper. Ve düşmanın gemiyle çıkartma yapıp,kan gölüne döndüğü kıyı. Çanakkale zafer abidesi…

            Bir kahraman takım ve Yahya çavuştular

            Tam üç alayla burada gönülden vuruştular

            Düşman tümen tümen sanırdı bu şahane erleri

            Allah’ı arzu ettiler,akşama kavuştular…

            Evet,Çanakkale geçilmez. Doğru,geçilmez. Çünkü karşılarında duran Kim? Bilen kim? Kim biliyor? Melek mi? Cin mi? İns- mi? Dünyalıklar mı? Başka yurtların,ülkelerin mahlukları mı? Düşman;”Meçhul orduyla” savaşıyor. Meçhule kurşun sıkıyor,bombar duman yapıyor. Asker meçhul.. anıt meçhul.. Aman Allahım! Biz asırlarca meçhul askerler tarafından korunmuşuz da haberimiz yokmuş! Demek biz yalnız değilmişiz! Kimmiş bu meçhuller???

            Çanakkale geçilmez. Çünki Stalin’in ilk hedefi Çanakkale boğazını ele geçirmek idi.

            Eğer gayb perdesi açılsaydı,savaşın tüm safhalarının harikalarla dolu olduğu daha zahir ve net görülecekti.

            Nitekim:”Batan düşman gemisinden ayağı yaralı yüzerek sahile çıkmaya çalışan düşman subayı,karşısına çıkan Türk neferinin kendisine yaptığını özetle şöyle anlatıyordu:”Türk askeri yanıma yaklaştı,yere diz çöktü,cebinden çıkardığı sargı bezi ile yaramı sardı,kaputunu çıkardı,titreyen ıslak vücuduma sardı. Mermi yağmuru altında koluma girdi. Yavaş yavaş geriye doğru yürüdük. Türkler siperlerinde bana sıcak çay ikram ettiler. Kendime geldim.”

            Evet,bu ne ilk idi,ne de sondu ve nede son olacaktı. Nitekim bataryayı ateşe tutan ve sonunda tayyarenin düşmesiyle denize atlayan tayyarecileri mıntıka kumandanı süvari kaymakamı Mahmud beyin emriyle kurtaran erimizin bu hareketi,birinin ölüp ancak diğerinin kurtarılmasına karşı ingiliz şunu diyordu:”Türkleri şöyle cesurdurlar,böyle ali cenaptırlar diye kitaplarda okudum. Bu defa da cephede gördüm. Fakat böyle şiddetli bir ateşe karşı bu derece fedakarlıklarını bilemezdim. Bu derecesini bir ingiliz bile yapamaz.”der.

            -22 kişilik Yeni Zelandalılarla üçü adresini ve isimlerini de vererek anlatmaktadırlar ki;267 kişilik ingiliz taburu tırmandıkları tepede bir bulut tarafından yutuluyor.

            Hatta ingilizler yurdumuzu işgal ettiklerinde 267 kişinin iadesini istemişlerdir.

            Osmanlılar ise böyle esir almadıklarını söylemişlerdir.

            -İ. E. Şumnu’nun eniştesi Gazi Zeynel hatırasında,yaralanıp baygın düşüyor,uyandığında tepede yalnız,açlık hissediyor. O anda; beyaz sakallı,nurani biri belirip,heybesinden çıkardığı somunu vererek –iyileşeceksin evlat-diyerek,kayboluyor.”

            -3.Kasım-1710’da istişare amacıyla İstanbula çağrılan Kırım hanı Devlet Giray’ın Rusya’nın sulh istemeyeceğini (gerek onların,gerekse de tüm batı alemi de dahil):”Bu kafirin kasdı İstanbuldur. Bu caniblere yürümesine şek-ü şüpheniz kalmasın.”diyerek,gerçek niyetlerini net[23] olarak ifade etmiştir.

            Çanakkale de bu hainane niyet yatmaktadır.

            Ya Rusya bizim boğazımızı sıkıp,canımıza okuma yoluna gidecek veya başkalarını üzerimize gönderecektir.

            Ya da;bizler sürekli askeri,siyasi ve ekonomik yönden hazır olacağız. Savaş için değil,kendimizi savunma,müdafaa ve caydırmak için…

            Çünkü biz boğazları boğazımızda tutmakla,kendisi için nefes borusu olan gerek Çanakkale,gerekse de İstanbul boğazlarına Rusya sürekli el atma yoluna giderken,İngiliz ve fransız da gözü gibi gördüğü bu yerlerden gözünü esirgememektedir.

            Bedelsiz hiçbir şey olmuyor. İşte bir bedel:

            “Çanakkale alay karargahında bulunan Muzaffer,vazifeli olarak İstanbul’a gönderilir. Malzeme temin edecektir. Gereken para ise,İstanbul’daki erkan-ı harbten istenecektir.

            Muzaffer,malzemeleri ve yedek parçaları bulur. Fakat idarede para yoktur.Çanakkale’ye,yani cepheye bu malzemelerin ne kadar elzem olduğunu bilen Muzaffer,acılar içinde kıvranır. Dolaşır,dolaşır ve aklına gelen bir fikirle tüccara geri dönerek der ki:

            “Resmi muamele akşam üstü bitecek. Vapur yarın öğleden evvel Çanakkale’ye kalkıyor. Onun için sabah ezanında geleceğim. Malları mutlaka hazır ediniz.” Sonra durur ilave eder:”Altın para vermiyorlar. Kağıt para verecekler.”

            Sabah ezan vakti,Muzaffer resmi araç ve eratla gelir. Bir”Yüzlük kaime”verir ve acele Sirkeci İskelesine yetişilir.

            O gün, piyasa açılınca elindeki”Yüzlük kaime”yi Osmanlı bankasına götüren yahudi tüccar,şu cevabı alır: Sahtedir.

            Mesele şudur:Muzaffer,o devir kağıt paralarının kağıdından temin etmiştir. Çini mürekkeb ve boya ile bütün gece uğraşarak ayırt edilmeyecek kadar güzel bir taklid para yapmıştır.

            Muzaffer,sadece şu farkı bilerek meydana getirmiştir: Eskiden paraların üzerinde”Bedeli dersaâdette altun olarak tevsiye olunacaktır.” Yani,”Bedeli İstanbul’da altun olarak vardır.”yazısı bulunur.

            Muzaffer ise,kendi imalatı olan paraya şöyle yazar:”Bedeli Çanakkale’de altun olarak tesviye olunacaktır.”

            Para,daha sonra Şehzade Abdulhalim Efendi tarafından satın alınarak İstanbul Emniyeti’ne teslim edilir. Halen müzededir.

            Mehmed Muzaffer ise,yirmi yaşında iken katıldığı ikinci cephe olan Gazze’de şehid olur. Tarih 07-3-1917’dir.

            Fatihalar onun içindir.”

            -Mehmet Geçcan’ın:”Çanakkale savaşlarından menkıbeler”adlı kitabında da belirttiği üzere:”14-15 yaşlarında,Eceabat köyünden Zeynel isminde bir çocuk,ihtiyar bir ninenin,oğlum Zeynel,Maydos’a git de,biraz aş getir yiyelim.”demesi üzerine Zeynel gider. Bir de ne görsün;mutfakta kazanlar kaynıyor. Ancak aş kazanlarının başında  yaşlıca ihtiyar kişiler oturmuş. Kazanın altına uzattıkları parmak uçlarından alevler fışkırıyor. Kazanlar da fokur fokur kaynıyor. Yemek piştikten sonra aşçı başı kazanların başında:”Bârekallah ve berekâtı kelâmullah”duasının bereketiyle millet doyuyor,kaplarındaki bitiyor. Ancak karavanalar dop dolu.

            Zeynel bu durumun,üzerinde icra ettiği tesirden yanlarında kalmayı istiyor,ancak kabul edilmiyor.

            Bu Zeynel daha sonra çavuş olarak istiklal savaşına katılıyor.

            -18-Mart-1915 günü;her zaman olduğu gibi yine imanın tekniğe,mananın maddeye,hakkın batıla,imanın küfre;düğüne gidercesine ölümün yüzüne gülüp,ölüme gidenlerle,ölümden ve ölmekten kaçanların buluştuğu muhteşem bir gündür.

            Düşman kumandanlarını hayrette bırakan manzaralar. Yer gök ölü püskürdüğü halde gelişmeler sadece santim santim. Çanakkale geçilmemekte. Zira Mehmetçik et ve kemiğinden duvar örmüş,kanını da harç yapmış. İlahi terkibli bir kale…

            -Çanakkale gazilerinden Mülazım Halit Üngör’ün ifadesi üzere:”Siperde iken düşman tarafından bir asker sıçraya sıçraya bize doğru geliyordu. Eratlar ateş ettiği halde vurulmuyordu. Anlaşılan bomba atma mesafesine girince el bombası atacaktı. Nişan aldım ve vurdum. Sürüne sürüne yanına gidip üstünü aradığımda üzerinden bir Kur’an çıktı. Müslüman olduğunu anlamıştım. Ah bu sömürgeci ingilizler,fransızlar… Bu Kur’an Çanakkale abide altı müzesine tarafımdan hediye edilmiştir. Yıl ise 15-Nisan-1915 idi.

            (Devamla);22-Haziran-1915 saat 10’da tel örgüleri önünde yaptığımız bir hücum esnasında yaralandım. Mitralyöz kurşunu ile olduğunu zannederim. Kurşun,omuzumda asılı çantayı delerek geçti. Bu çanta ve kanlı gömleğimi bir hatıra olmak üzere sakladım.”der.

            -Çanakkale askeri bedrin arslanlarını hatırlattığı gibi,bir cihetle Yavuz’un askerlerini de hatırlatmaktadır: İşte bir Çanakkale şehidi olan Hasan Etem’in 17-Nisan-1915’de annesine yazdığı uzun mektubun bir bölümü:

            İşte bu geçen dakikalar anında,hizmet eri!

            -Efendim,çayınız,buyurunuz içiniz,dedi.

            -Pekala,dedim. Aldım baktım,sütlü çay…

            -Mustafa bu sütü nereden aldın?dedim.

            -Efendim,şu derenin kenarında yayıla yayıla giden sürü yok mu?

            -Evet,dedim. Evet ne kadar güzel.

            -İşte onun çobanından 10 paraya aldım. Bağlardan üzüm alıp,asmalarının altına Yavuz’un askerleri de parasını koymuştu. Ruh aynı ruh…

            -Başta ingiliz olmak üzere dünya devletlerinin harb sahasında –her ne kadar imkansızlıklar söz konusu olsa da- bizlerden almaları gereken çok ders ve ibretler vardır.

            İşte hatıralar, Mehmet Niyazi-Çanakkale Mahşeri-kitabından:”Şerifali Arslan-Çan/Mallı Köyü: “Seddülbahir’de Şeytandere’ye geldik. Bulunduğumuz yer açıklık. Gavur bir nefer görse yağdırıyor mermiyi, kavuruyor ortalığı kafir. İkindi sıralarıydı. El Turan Tabyası’ndan yürüdü asker. Biz ateşe davrandık. Ermeni vardı aramızda. O da asker, postalık yapıyordu. Ermeni posta bağırıyor; “Atmayın, bizim askerler” diye. Ateşi kestik. Bir takım asker kalmış koca 26. Alay’dan. 26. Alay’ı karıştırıvermiş daneyle (bomba) kafir. 26. Alay’ın yerini aldık 25. Alay olarak. Bir de Seyyar Jandarma Alayı vardı. Onlar da bizlerle beraber eridiler gittiler. Orada bir burunda kaldık bir akşam üzeri. Üzerimize çeviriverdi makinalı tüfeği düşman. 3 kişi kaldık koca takımdan.”

            – Mehmet Yavaş, Çan-Göle Köyü: “16 yılda geldim köyüme. Balkan’a, Rus’a gittim. Çanakkale’de çarpıştım. Sabaha karşı bir vapur geldi Seddülbahir önüne. Geminin etrafı fırdolayı kayık. Manga kolunda kayıklar siperlere doğru geliyorlar. Tüfeklerin mesafesine girince, ateşe başladık. Öğleye kadar kayık kırdık orada. Ne kayığı bitti, ne askeri bitti kafirin. Denizin üzeri hep gemiydi. Gavurun zırhlısı çoktu. Atılan mermiler üzerimizden geçip gerilerimize düşüyor. Sonra Eşek Adaları tarafından ateş açtılar üzerimize, 26. Alay’ı toprağa gömüverdiler. Biz 25 kişi bir sıçanyolu bulup çıktık. Bir baktık Seddülbahir önlerindeyiz. Gökyüzünde bir mermi patlıyor. Lapır lapır dolu gibi kurşun yağıyor üzerimize. Bir binbaşı bizi orada bir derenin içine götürdü. “Arkadaşlar vatan elden gidiyor, namus gidiyor, ırz gidiyor” diye konuştu. Binbaşıyla 26 kişi olmuştuk. Soğandere’de hücuma kalktık. Denizden gavurun makinalı tüfek ateşi geliyordu. Biz ateş ediyoruz. Gavur da askerini kılıçla döve döve üzerimize yürütüyor. Ama askeri yürümüyor gavurun. Yatsıya kadar ateş yaptık. Soğandere’de belimden ve bacağımdan yaralandım.

“Çanakkale içinde bir dolu sandık 
Alayların içinde dört asker kaldık
Çanakkale içinde bir top kestane
Kalan gazilere çalı dibi hastane.”

Gavur kaçtıktan sonra bir kısmımız Mekke tarafına gitti. Bizim alay Rus’a gitti. Ruslar’la ve Ermeniler’le harp ettik. Cenk için dolaştık dünyayı şöyle bir çevirdik. Hamdolsun.”

            – Mehmet Öztürk, Biga – Gürçeşme Köyü: “10 senede geldim askerden. İlkin Çanakkale’de girdim savaşa. Çanakkale’de topçu ayırdılar beni. 5. Bölük’e düştüm. Üç gün sonra geçirdiler bizi karşı yakaya. Arıburnu tarafına.. Üç ay ateş ettik düşmana. Ne Boğaz’dan geçebildi, ne karadan. Geri gitti. Biz Ali İhsan Paşa cephesindeyiz. Seferberlikte 80 kişi gitti bizim köyden. Ben Arabistan’a gittiğim için geç geldim köye. Çanakkale’de kırıldı bizim bu köyden gidenlerin çoğu, birkaç kişi ancak gelmişler. Onlar da ya kolu yok… Ya bacağı.”

            – Ali Demirel, Biga-Gündoğdu Bucağı: “Köyden bir çıktım 8 senede geldim. Arıburnu Cephesi’nde 27. Alay’daydım. Alayın o meşhur aynalı tüfeklerini ben yapardım. Düşmanın çıktığı sabah, 1 ve 3. Taburlar Maydos (Eceabat)’taydılar. Biz yalnız İkinci Tabur vardık Arıburnu’nda. Arkadan 1. ve 3. Taburlar da yetiştiler. Gavur bizim üzerimize çıktı. Bütün alayca hücum ettik düşmana. Bizim bölükte bütün subaylar vuruldu. Lapsekili Eyüp Sabri kaldı bölüğün başında, başçavuştu.. Düşman mevzileri bize çok yakındılar. Bomba atarlardı bizim mevzilerimize. Düşman kaçarken, tünel kazıp içine dinamit doldurmuş. Patlatınca bizden bir bölük gitti. Kimse kurtulamadı. Toprak minare gibi havaya çıktı. Düşman mevzilerine yaptığımız bir hücumdan, bir aynalı tüfek ele geçirmiştik. Tüfeğe baka baka bizim tüfeklere ayna siper yaptım. Kafanı çıkarmadan aynalara bakıp düşmanı görürdün. Gavur üzerimize çıkınca hücum ettik. O ara ateşe tuttu bizi kafir. Kalçalarımdan yaralandım. Üç ay yattım. Sonra mevzilere döndüm.”

           

BİR  YOLCUYA

 

Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın, Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.

Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın, Bir vatan kalbinin attığı yerdir.

Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda, Gördüğüm bu tümsek, Anadolu’nda,

İstiklal uğrunda, namus yolunda, Can veren Mehmed’in yattığı yerdir.

 

Bu tümsek, koparken büyük zelzele, Son vatan parçası geçerken ele,

Mehmed’in düşmanı boğuldu sele, Mübarek kanını kattığı yerdir.

Düşün ki, hasrolan kan, kemik, etin, Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin,

Bir harbin sonunda, bütün milletin, Hürriyet zevkini tattığı yerdir.( NECMETTİN HALİL ONAN)

 

ŞEHİTLER ABİDESİ İÇİN

Gökkubbenin altında yatar, al kan içinde,

Ey yolcu, şu toprak için can veren erler.

Hakk’ın bu veli kulları taş türbeye girmez,

Gufrana bürünmüş, yalınız Fatiha bekler.

 

            ÇANAKKALE ŞEHİDLERİNE

            Şu boğaz harbi nedir? Var mı dünyada eşi?

            En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,

            Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya

            Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

            Ne hayasızca tahaşşüd ki,ufuklar kapalı!

            Nerde,gösterdiği vahşetle,bu bir Avrupalı

            Dedirir,yırtıcı,his yoksulu,sırtlan kümesi,

            Varsa gelmiş,açılıp mahpesi,yahut kafesi.

            Eski dünya yeni dünya,bütün akvam-ı beşer,

            Kaynıyor kum gibi… Mahşer mi,hakikat mahşer,

            Yedi iklim-i cihanın duruyor karşısında,

            Avustralya’yla beraber bakıyorum Kanada

            Çehreler başka,lisanlar,deriler rengâ renk

            Sade bir hadise var ortada,vahşetler denk.

            Kimi hindu,kimi yamyam,kimi bilmem ne bela,

            Hani,tauna da züldür bu rezil istila.

            Ah o yirminci asır yok mu? O mahluku asil,

            Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkiyle sefil.

            Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına,

            Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına

            Maske yırtılmasa hala bize afetti o yüz,

            Medeniyet denilen kahpe,hakikat yüzsüz.

            Sonra mel’undaki tahribe müekkel esbab,

            Öyle müthiş ki,eder her biri bir mülkü harab…

                                   **********

            Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın

            Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın

            hercü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab

            Seni ancak ebediyetler eder istiâb.

                        ——-

            Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem:

            Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;

            Tüllenen mağribi,akşamları sarsam yarana…

            Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.

                        ——–

            Sen ki,son ehli salibin kırarak savletini,

            Şarkın en sevgili sultanı Salahaddin’i,

            Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…

            Sen ki,İslâmı kuşatmış,boğuyorken husran,

            O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;

            Sen ki,ruhunla beraber gezer ecramı adın;

            Sen ki,a’sara gömülsen taşacaksın… Heyhat,

            Sana gelmez bu ufuklar,seni almaz bu cihat…

            Ey şehid oğlu şehid isteme benden makber

            Sana ağuşunu açmış duruyor peygamber.

                                   *******

            Çanakkale içinde aynalı çarşı

            Anne ben gidiyorum düşmana karşı

            Çanakkale içinde sıra sıra selviler

            Binbaşılar oturmuş,asker öğütler

            Çanakkale içinde bir kırık testi

            Anneler ve babalar ümidi kesti

            Arı Burnu’ndan çıktık,yan basa basa

            Hep düşmanlar kaçıyor kan kusa kusa…

                                   ********

            Gök kubbenin altında yatar,al kan içinde,

            Ey yolcu,şu topraklar için can veren erler.

            Hakkın bu veli kulları taş türbeye girmez

            Gufrana bürünmüş,yalnız Fatiha bekler….

 

                                                                                              MEHMET    ÖZÇELİK

 

 

ÇANAKKALE

İBRET VE HAYRET

CEVAT PAŞA’NIN RÜYÂSI

 

Çanakkale Savaşı’nın bütün şiddetiyle devâm ettiği günlerde Müstahkem Mevkî Komutanı Cevat (Çobanlı) Paşa bir gece çok enteresan bir rüyâ görür. Rüyâsında kulağında yankılanan ses şöyle demektedir:

 

“… Deniz üzerine bak!…” Denize doğru nazar eden Cevat Paşa dalgalar arasında çiçeklerle bezenmiş pırıl pırıl “Kef” (ك) ve “Vav” (و) harflerini görür. Heyecanla uyanan Cevat Paşa, rüyâya bir anlam veremez… Tenger, Soğanlıdere ve Baykuş bataryalarını takviye ettirmek için teftişe çıkan Cevat Paşa, Kilitbahir’den istimbota binerken yedi yıl önce veremden ölen kızı Bedile Hanım’ı hatırlar. Kabri büyük velî Ahmed Cahidî Sultân’ın türbesinin hazîresindedir. Az sonra onun mezârı başına geldiğinde rüyâsındaki sesi burada da duyar; şöyle demektedir lahuti ses:

 

“… Cevat, depolardaki 26 mayını denize döşe!” Cevat Paşa, korku ve şaşkınlık içinde bocalarken karşısında yüzüne bakılmayacak kadar güzel, nûrânî bir silüet belirir. Adam, Cevat Paşa’nın kolundan tutup sorar:

 

-“Bir derdin mi var?” Cevat Paşa, gördüğü rüyâyı ve az önce duyduğu sesi bir solukta anlatır. Bu nur yüzlü adam, 1659 senesinde Kilitbahir’de vefât etmiş olan evliyâdan Ahmed Cahidî Efendi’dir. Mübârek cevap verir:

 

-“Nur, zafer işâretidir. Ebced hesabında “Kef” harfi 20, “Vav” da 6 rakamını bildirir ve 26 yapar…” Bunları söyledikten sonra âniden kaybolur. Cevat Paşa, hemen Mayın Grubu Kumandanı Nazmi Bey’i çağırıp sorar:

-“Depolarımızda kaç mayınımız var?”

 

-“Bir Türk usta tarafından yapılan 26 mayın var.” Cevat Paşa, daha sonra Nusret Mayın Gemisi Komutanı Yüzbaşı Hakkı Bey ile Yüzbaşı Hâfız Nazmi Bey’i makâmına çağırır ve mayınları nereye dökecekleri konusunda plan yaparlar. Ve plan gereği bu sırlı 26 mayın, karanlık liman denilen Kumbağı Burnu ile Soğanlıdere arasına iki sıra halinde Boğaz’a paralel olarak tekbir ve duâlarla dökülür. Fakat Yüzbaşı Hakkı Beyin yüreği bu heyecâna dayanamaz ve bu sırada kalp krizi geçirir, Kelime-i şehâdeti söyleyerek rûhunu teslim eder. Ertesi gün 18 Mart 1915 sabahı İngilizlerin en büyük zırhlılarından Irresistible ve Ocean zırhlıları, Nusret’in sabaha karşı döktükleri mayınlara çarparak herkesin şaşkın bakışları arasında Boğaz’ın dibini boylarlar…Vehbi Tülek

*******************  

Japon Eğitimcilerin, Bizim Eğitimimize Yorumu

Yıl 1984. Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanlık makamında rahmetli Turgut Özal var. Aynı dönemin Milli Eğitim Bakanı ise Sayın Vehbi Dinçerler. Ülkesinin geleceği adına çözüm yolları araştıran Turgut Özal, eğitim konusunda da Japon pedagoglara bir araştırma yaptırmak ister ve ülkemize davet eder. Eğitim konusunda uzman bu heyet, Türk gençleri hakkında araştırma yapmak üzere ülkemize gelirler. Bir süre ülkemizin değişik yerlerinde görüşmelerde ve temaslarda bulunurlar. En nihayetinde araştırmalarının sonuçlarını açıklamak üzere Başbakanımız Sayın Turgut Özal’ın yanına çıkarlar. Milli Eğitim Bakanımız da bu sırada orada bulunmaktadır. Heyetin vardığı netice gayet açık ve kısadır.

-Sizin gençlerinizde milli şuur yok!

Yöneticilerimiz aldıkları bu üzücü cevap karşısında hayretler içerisinde kalır ve hemen sorarlar:

-Peki, siz Japon gençlerine milli şuur verme adına neler yapıyorsunuz?

“Biz” diyor, Japon eğitimci, “Okula başlayacak olan çocuklarımıza bir program uygularız. Önce onları en gelişmiş fabrikalarımıza götürür, robotların yaptığı makineleri gösteririz.

Makine yapan makineler karşısında hayret ve hayranlık içinde kalır masum yürekleri.

Anlayacakları bir dille, orada yapılanları açıklarız. Bu fabrikaların sadece Japonya’da yapılabildiğini, başka milletlerin bunu başaramadıklarını, okul öncesi çocuklarımıza anlatırız.

O küçücük çocuklar, duyduklarına hem şaşırırlar, hem de çok mutlu olurlar.

Bu geziler tamamlanır.

Çocuklar, saatte 250-300 km sürat yapan trenlere bindirilir. Bu araçların da sadece Japonlar tarafından yapılabildiği vurgulanır. Eğer kendileri de iyi ve düzenli çalışırlar ve Japon olduklarını unutmazlarsa, bunların daha lüks ve daha süratli olanlarını yapabileceklerdir.

Bu geziler zinciri, onlara Japon olmanın ne kadar önemli bir şans olduğunu kabul ettirir. Sonunda yolları, Nagazaki ve Hiroşima’ya düşürülür.

Orada, Japonların İkinci Dünya Savaşı sırasında başlarına gelen felaket anlatılır. Bu çalışkan milletin düşmanları da vardır. Eğer daha çok ve daha dikkatli çalışmazlar ve iyi Japon olmazlarsa, kendilerinin de başına, bu bombaların daha beteri atılabilir. Çünkü eski düşmanlıklar, bütünüyle bitmiş değildir.

Çocuklar, atom bombası atılmış şehirlerde yaşanan acı hatıralarla sarsılırlar. Zira atom bombasından geriye, sadece on binlerce ölü, yaralı ve ot bile bitmeyen topraklar kalmıştır. Bu dehşetli gerçek, onları derinden derine etkiler.

Okul hayatında da, bu bilgi ve bilinç çerçevesi etkili bir biçimde genişletilir. Dolayısıyla bu gençlerin Japon olmaktan başka çareleri kalmaz.”

Japon eğitimci, atom bombası şerrinden, başarı sonucu çıkaran uygulamayı anlatırken, bizim etkili ve yetkili bir eğitimcimiz ağzından şu cümleyi kaçırıveriyor:

“-Keşke bizim de bir Hiroşima’mız, bir Nagazaki’miz olsaymış…”

Japon’un verdiği cevap çok ibretlidir ve bizim eğitimsiz eğitimcimizi kızartacak cinstendir:

“-Bildiğim kadarıyla, sizin yüz Hiroşima ve Nagazaki’den çok daha değerli bir yeriniz vardır.”

“-Neresidir Efendim?”

“-Siz oraya Çanakkale dersiniz. Eğer siz, Çanakkale’de dedelerinizin yaşadıklarını, çocuklarınıza tam manasıyla anlatabilseniz, sizin çocuklarınız da, milli ve manevi şuuru içinde yetişmekten başka yol aramazlar.”[1]

 

 

[1] https://www.potansiyelim.com/japon-egitimcilerin-bizim-egitimimize-yorumu/




BERAT KANDİLİ

BERAT KANDİLİ

Âyette:” Ha, Mim. Apaçık Kitab’a andolsun ki, Biz onu mübarek bir gecede indirdik. Çünkü Biz, insanları uyarmaktayız. Her hikmetli iş o mübarek gecede ayırd edilir.”
Âyette geçen ‘Mübarek gece’ ile kasdedilen Berat gecesidir.
Kadir gecesinden sonra ikinci kadir olarak değerlendirilen Berat gecesi önemi itibarıyla;
Kur’an-ı Kerim o gecede toplu olarak dünya semasına inmiş,kadir gecesinden itibaren ise 23 sene de Mekke-Medine de tamamlanmıştır.
“Bu gelen gece olan Leyle-i Berat, bütün senede bir kudsî çekirdek hükmünde ve mukadderat-ı beşeriyenin programı nev’inden olması cihetiyle, Leyle-i Kadrin kudsiyetindedir. Herbir hasenenin Leyle-i Kadirde otuz bin olduğu gibi, bu Leyle-i Beratta herbir amel-i salihin ve herbir harf-i Kur’ân’ın sevabı yirmi bine çıkar. Sair vakitte on ise, şuhûr-u selâsede yüze ve bine çıkar. Ve bu kudsî leyâli-i meşhurede on binler, yirmi bin veya otuz binlere çıkar. Bu geceler elli senelik bir ibadet hükmüne geçebilir. Onun için, elden geldiği kadar Kur’ân’la ve istiğfar ve salâvatla meşgul olmak büyük bir kârdır.”
Bir çekirdek nasılki bir ağacın tümünü içinde barındırıyorsa,bir çekirdek mesabesinde olan Berat gecesi de bir yıllık oluşumu ve gelişimi bir çip gibi içerisinde barındırmaktır.
Berat gecesi varlıkların özellikle insanların yıllık mukadderat proğramıdır.
Yıllık bütçe toplantılarında nasılki bakanlıkların genel giderleri ve onlara ayrılan paylar taksim edilirse,berat gecesi de özellikle insanların o yılda doğum-ölüm,rızık,hastalık,savaş vs gibi olayların yıllık proğramlanarak,onların uygulayıcısı olan dört büyük meleklere tevdi edilir.
Mesela ecel süre ve müddet demektir.O senede süresi belirlenen insanın süresinin dolduğunda ölmesidir.
Mevlananın Mesnevisinde anlatılan bir olayda;Süleyman peygamber zamanında hocanın birisi evden çıkınca Azraili görür.Bakar ki Azrail kendisine bakıp gülmekte.Bu korku ve telaş ile aralarının iyi olup tanıştığı Süleyman peygamberin yanına gider ve kendisini buradan uzaklaştırmasını söyler.Süleyman peygamberin sebebini sorması üzerine verdiği cevapta;
Azrailin kendisine güldüğünü,bununda hayra alamet olmadığını söyler.Süleyman peygamber nereye göndermesini sorduğunda da hoca bizzat kendi isteğinde,Hindistanın,lahor’un,Sinca kasabasına göndermesini ister.
Maddi her güç yani cinler,rüzgar ve hayvanlar emrinde olan Süleyman peygamber üç aylık yola yani Filistinden Hindistanın Lahorun Sinca kasabasına üç saat içerisinde ulaştırır
Aradan geçen bir hafta sonra Azrail bir sebeble Süleyman peygamberin yanına uğradığında geçen haftaki hocaya gülüş sebebini sorar.
Azrail bir daha gülerek meseleyi kendisinin de daha hala çözemediğini söyleyerek şöyle anlatır;
Allah bana geçen hafta ruhunu alacağım insanların listesini vermişti. Listede hocanın da ismi vardı.Ancak Allah bana hocanın ruhunu Hindistanın,Lahor’un,Sinca kasabasında almamı söylemesi üzerine,hocanın bu üç aylık yola üç saatte nasıl ulaşabileceğini düşünerek hayretimden güldüm ve Allahın hikmetinden sorulmaz diye de düşündüm.Ve bana verilen adrese gittiğimde hocanın orada hazır bulunduğunu görünce ruhunu aldım.Ancak oraya nasıl geldiğini hala çözmüş değilim,diyerek ilahi hikmeti dile getirmesi üzerine olayın diğer yönünü Süleyman peygamber özetle;Kendisinin gülmesinden dolayı hocanın telaşa kapıldığını,yanına gelip bizzat kendi isteğiyle oraya ulaştırmamı istemesi üzerine ben de onu oraya gönderdim diyerek kaderi planın eksik bilinen noktasını da tamamlamış oldu.
İnsanlar hayat ve yaşantılarıyla,kaderin hesabını kendi iradeleriyle tamamlamaktadırlar.

Düşündürmesi açısından bir fıkra anlatılır:
Adamın birisine Azrail ruhunu almak üzere gelir.Adam bir süre verilmesini,bazı yapması gereken işlerinin olduğunu söyler.Bu arada süre dolduğunda öyle bir işte bulunmalıdır ki,Azrail ruhunu alamasın.
Karada,denizde bulunan işleri düşünür ve sonunda havada pilot olmaya karar verir.Böylece pilotken Azrailin gelipte arkasında bulunan üç yüz kişinin de ruhunu alamayacağını ve böylece kurtaracağını düşünür.
Nitekim pilotken Azrail gelir ve ruhunu alacağını söyler.Bunun üzerine pilot;
Tamam da,arkamda üç yüz kişi var,onların durumu ne olacak?
Azrail cevaben;
Biliyor musun,ben bu üç yüz kişiyi buraya toplayana kadar,bu zaman süresi içerisinde neler çektim?der.

7 sene önce komşumuzdan biri,diğer sene bir diğeri,diğer sene de benim pederim ölmüştü.Her sene mukadderat gereği birisi gitmekteydi.
Pederim anlatmıştı;
Abdurrahman Efendi inançlı ve ibadetine ihtimam gösteren bir insan idi.
O gece mübarek gecelerden,berâate vesile olacak Beraat gecesi idi. Böylece o geceyi değerlendirecek,cemaatla ibadete iştirak edecekti. Bu amaçla abdestini aldı. Namaza hazırlanmıştı. Yatsı ezanının okunmasını beklemekte idi.
Komşusu Cemal ise kendisinin tam tersine ilgisiz bir insan idi.
Ezanı beklemekte olan Abdurrahman bir anda komşusu Cemalle karşılaşır. Onunla konuşmaya başlayan Cemal,çok da lafazan biridir. Sürekli konuşur. Abdurrahman Bey ise sırf saygısından ve komşuluk hürmetinden dolayı onu dinler. faydalı olabilirim düşüncesiyle sorularını da cevaplayıp,bir şeyler anlatır.
Sohbet o kadar koyulaşmıştır ki;ne kadar bir zamanın geçtiğinden sadece Abdurrahman Bey habersizdir. Cemal ise işi önceden planladığından,o hal çerçevesinde konuşmasını bitirir.
Bu anda Cemal Abdurrahman Beye sorar:
-Abdurrahman,sen hiç şeytan gördün mü?
O da gayet saf ve masum bir şekilde;Allah korusun Cemal! Allah kimseye göstermesin!
Söze devam eden Cemal;işte şeytan benim,görmediysen gör,der. Ve sebebini de açıklamaya başlar:
-Ben bu gecenin Beraat gecesi olduğunu bildiğimden dedim ki;Bu gece beraat ve namaz gecesi,dur ki ben şu Abdurrahmanı namazdan alıkoymak için lafa tutayım,ibadetten alıkoyayım,dedim ve işte yaptım.
Abdurrahman Bey ise gerçekten saatine bakar ki,epeyce de vakit geçmiş. Yine de Cemalden ümidini kesmez ve ona;-Namaza ne zaman başlayacağını,sorar.
Cemal ise daha genç olduğunu,belki ilerde kılabileceğini söyler ve ayrılırlar.
Biri şeytanlığını yapmış onu ibadetten alıkoymuş iken,öbürüde aldanmanın hüznünü yaşamaktadır.
Bir şer bütün hayırların şuursuzca ortaya çıkmasına sebeb olmakta ve bir şer binlercesini kendisiyle meşgul edip uğraştırmaktadır. Mesela bir hırsız için hapishaneler,polisler,kilitler,kasalar ve yalanlar ile güvensizlikler oluşmaktadır.
Bu düşünceyle Abdurrahman Bey eve gelir. Cemalden ayrılalı 15-20 dakika ancak olmuştur. Hanımı kendisine,Cemalin öldüğü haberini verince önce irkilir,sonra da inanmak istemez. Çünkü daha az önce beraberlerdi.
Bu şaşkınlık ile hanımına bir yanlışlığın olabileceğini söylerse de hanımı;gerçekten öldüğünü,evlerinden de hala ağıtların gelmekte olduğunu söyler.
Cemal gerçekten de ölmüştür. Böylece ölüm her şeyden insana daha yakın olduğunu bir daha göstermiş olmaktadır. Hem ölüm ona ulaşmış,hem de yaşı ölüme yanaşmıştır. Diyebiliriz ki;Hala ne diye oyunda oynaştasın.
Sen ki artık ölecek yaştasın.
Kişi kendisinin de ölecekler listesinde olduğunu düşünerek,hiç vakit geçirmeden Allah’ın rızasına uygun yaşamasıdır.

Bu gecede yıllardır dikkatimi çeken bir nokta da;Yağmurun yağması,en azından çiselemesidir.
Bu gecede maddi ve manevi rahmet beraber yağmaktadır.
Bu gecede rahmet kapıları açıktır.

Bu geceyi Kur’an okuyarak,Peygamber Efendimize salavat getirerek ve varsa kaza namazını kılarak değerlendirmek gerektir.
Veya bin ihlas okumalı,Cevşen okumalı,İman Hakikatlarından okuyarak o geceyi ihya etmelidir.

Başka zamanda yapılan iyiliklere bire on sevab verilirken kadir gecesinde bire otuz bin,berat gecesinde ise yirmi bin sevab verilmektedir.

“Kim izzet ve şeref istiyor idiyse, bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır. O’na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah’a amel-i sâlih ulaştırır. Kötülüklerle tuzak kuranlara gelince, onlar için çetin bir azap vardır ve onların tuzağı bozulur.”
Bu gecede ve bu sene süresi içerisinde yapılan manevi atmosferler otomatikman değişimde önemli roller oynayacaktır.Şöyle ki;
Kelime-i Tayyibe denilen güzel sözler,dualar,manevi hizmetler göğe doğru yükselir.Ağırlığıyla beraber kelime-i habise de göğe yükselir.İkisi bir mücadeleye girer.Hangi hangisine galebe ederse,o durum yer yüzüne akseder.yani iyi kelimeler kötü kelimelere galib gelirse,aynı durum yer yüzüne aksedip,yer yüzünde iyiler kötülere hakim pozisyonuna gelir.
Aksi durumda ise,aksi olup,kötüler iyilere üstün gelir.

(Şaban ayının 15. gecesini ibadetle, gündüzünü de oruçla geçirin! O gece Allahü teâlâ buyurur ki: “Af isteyen yok mu, affedeyim. Rızk isteyen yok mu, rızk vereyim. Dertli yok mu, sıhhat, afiyet vereyim. Ne isteyen varsa, istesin vereyim.” Bu hâl, sabaha kadar devam eder.) [İbni Mace]
(Allahü teâlâ, Şabanın yarısının [Berat] gecesinde, dünya semasına tecelli eder. Benikelb kabîlesinin koyunlarının kıllarından daha çok kimsenin günahlarını affeder.) [İbni Mace, Tirmizi]
Recep, Allah’ın ayıdır. Şaban, benim ayımdır. Ramazan, ümmetimin ayıdır.
Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam bu gece Rabbine şöyle dua etmiştir:
“Allahım, azabından affına, gazabından rızana sığınırım, Senden yine Sana iltica ederim. Sana gereği gibi hamd etmekten âcizim. Sen Kendini sena ettiğin gibi yücesin.”
“Şaban ayının on beşinci gecesi kılınacak olan namaz ; yüz rekattır. Bu namazın her rekatında, Fatihadan sonra on kere ihlas süresi okunur. Yüz rekat kılan kişi bin defa ihlas süresini okumuş olur.
Bu namaza hayır namazı da denmiştir. Geçmiş büyükler bu namazı toplu halde cemaatle de kılmışlardır. Bu namazın çok fazileti olduğu gibi, hesaplanama-yacak kadarda çok sevabı vardır.
Hasan-ı Basri Rahmetullahı Aleyh’den gelen rivayete göre:
“Otuz sahabeden dinledim, bu namaz için şöyle dediler: “Her kim bu namazı, berat gecesi kılar ise. Allah-u Teala’nın yetmiş rahmet nazarı ona ulaşır. Her nazarda, kendisinin yetmiş ihtiyacı yerine gelir. Bunların en küçüğü, Allah-u Teala’nın mağfiretidir. “
Mehmet ÖZÇELİK

 




DERS

DERS

İMAN KURTARAN ESER

Prof. Dr Mehmed Coşkuner, arkadaşı prof. Abdülbaki Turan beyden naklen 23.10.1996ta şöyle bir hatıra anlatıyor:

Ünlü alim Sadreddin Yüksel (Cenab-ı Hakk şifalar nasip etsin) hocamıza bir vakit şöyle sordum:

Siz seyda idiniz,hoca idiniz, şarkta söz sahibi bir kimse idiniz,neden Risale-i Nuru gördükten ve bu eserleri okuduktan sonra o tarz-ı hizmeti esas alıp, buna kuvvet verdiniz ve bu hizmete dahil oldunuz?

Cevaben şöyle dediler: ben böyle bir soruya çoktan beri muntazırdım. Bunu anlatmak istiyordum.Siz buna vesile oldunuz. Benim İmanımı kurtaran bir esere hayatımı versem azdır.

Dedim ki: Hocam nasıl olur,sizin imanınızı nasıl kurtarır? Siz o kadar talebe yetiştirmişsiniz. Bu kadar bilginiz var?

Sadreddin Hoca dedi ki: Benim kader mevzuunda tereddütlerim oldu.ya intihar edecektim.Veya cinnet getirecektim.İkisi de ebedi hayatımı mahveden dünyamı karartan musibetler olacaktı. O tereddütlerimi İşarat-ül İcazdaki kader bahsi halletti. Benim imanımı tahkiki hale getirdi. Ben de böyle bir esere canımı versem ucuzdur.

************   

Şapka Kanunu’na muhalefet ettiği gerekçesiyle asılan “KADIN”
YIL 1926. Yer Erzurum. Şehirde gizli bir heyecan var. Bir kadın asılacak. Osmanlılar zamanında kadınlar idam edilmezmiş. Bir meydana bir sehpa kurulmuş. Jandarmalar kadını götürüyorlar. Kadın çarşaflı. O tarihte Anadolu’da bütün Müslüman kadınlar çarşaflıydı. Kadının suçu ne? Yeni çıkartılan Şapka Kanunu’nu tenkit etmiş.
Kadın bohçacılık yapan ve “Şalcı Bacı” adıyla tanınan bir vatandaş. İdam edilmeye götürülürken Erzurum ağzıyla “Kadın şapka giye ki asıla” diye söyleniyor. Kadın söyleniyor, kadın sürükleniyor, kadın asılacak.
Jandarmalar ite kaka kadını sehpanın yanına götürüyor. Kara yüzlü cellat orada. Kadının boynuna yağlı ilmeği geçiriyor, ayaklarının altındaki sandalyayı çekiyor. Kadının vücudu titriyor, sallanıyor. Şalcı Bacının gırtlağından ölüm hırıltıları çıkıyor. Acaba o son dakika ve saniyelerinde Kelime-i Şehadet getirebildi mi? İnşaallah getirmiştir. Cellat kadının bacaklarından hızla çekiyor, boyun kemiğini kırıyor. Kadın ölüyor. Cesedi sehpada sabah rüzgarı ile sallanıyor. Titrek bir ezan sesi duyuluyor.
Bu kadının idam hükmünü Çetin Altan’ın dedesi Tatar Hasan Paşa vermiştir. Altan bu konuda şu satırları yazmıştır:
“Dedem Hasan Paşa çok sert bir askerdi. İsmet Paşa topçu okulunda öğrenci iken, Hasan Paşa okul müdürüydü. Sonrası ünlü komutanlar olan o dönemin öğrencileri, anlatıp dururlar Hasan Paşa’nın sertliğini. Bir şapka isyanını bastırmakla görevlendirildiği bir kentte, hızını alamayıp bir de kadın asmıştı. Sanırsam siyasal suçtan ilk asılan kadın odur tarihimizde. Kadın sehpaya çıkmadan önce “Ben bir hatun kişiyim. Şapka ile ne derdim ola ki” demiş galiba. Ben o tarihte henüz doğmamışım. Çok ama çok sonradan öğrendim bunları. Ve inanın ince sızı gibi tatsız bir burukluk kaldı içimde.”
Gazeteci Nimet Arzık, bu olayı duyduğunda bir hikâye yazmış (gerçek hikâye) ve başlığını “Şalcı Bacı Asılmaya Gidiyordu” koymuştur.
Şalcı Bacı’nın asıldığı gün bütün Erzurum ağlamıştı. O dehşet günlerinde açıktan, herkesin önünde hıçkıra hıçkıra ağlamak suçtu. Rejime ve inkılaplara karşı gelmek demekti. Erzurumlular kıyıya kenara çekilmişler ve sessiz sedasız ağlamışlardı. Şalcı Bacı şehid olmuştu. Şalcı Bacı’yı şehid etmişlerdi.
Şapka yüzünden asılan, şehid edilen Müslüman sadece o mazlum kadın değildi. Ülkenin nice yerinde idamlar sergilenmişti. Ulemâdan İskilipli Âtıf Efendi, Babaeski müftüsü ve daha binlerce kişi.
Şalcı Bacı Şapka Kanunu’na muhalefetten asılmıştı. O zavallı bir bohçacı kadındı. Sırtında bohçası, bohçasının içinde kumaşlar, havlular, başörtüleri; evden eve dolaşır, bir iki parça mal satarak ekmek parası çıkartırdı. Kocası var mıydı, çocukları var mıydı? Bilmiyorum. Mutlaka kendisini sevenler, ona acıyanlar vardı. Çok ağladılar ama gözyaşları ölüleri diriltmiyordu.
Şalcı Bacı’yı astılar, sehpada sallanan cesedini bir iki gün, halkı korkutmak, dehşete düşürmek için teşhir ettiler, sonra kaldırıp bir çukura 
gömdüler.Acaba cenazesi yıkandı, kefenlendi mi, namazı kılındı mı, kendisine rahmet okundu mu?
Şapka Kanunu’na muhalefet eden bir âsiye rahmet dilemek de o devirde büyük suçtu.

*****************   

PIRLANTA

 

Vaktiyle zengin bir kuyumcu, yıllarca yanında yetiştirdiği çalışanını imtihan etmek ister.

Onun eline iri bir pırlanta verip: “Oğlum” der “Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonra da başka bir kuyumcuya göster.

Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.

” Çalışan elinde pırlanta bir bakkal dükkânına girer ve “Şunu alır mısınız?” diye sorar.

Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği mücevheri alır; elinde evirir çevirir; sonra:

“Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın” der. Çalışan, teşekkür edip çıkar. Bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği mücevhere ancak bir beş lira vermeye razı olur.

 

Üçüncü olarak semerciye gider: Buna ne verirsiniz?” diye sorar.

Semerci şöyle bir bakar, “Bu der “benim semerlere iyi süs olur. Bundan “kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm.”

Çalışan en son olarak kuyumcuya gider. Kuyumcu mücevheri görünce yerinden fırlar. “Bu kadar büyük pırlantaya nereden buldun?” diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. “Buna kaç lira istiyorsun?” çalışan sorar: Siz ne veriyorsunuz?” “Ne istiyorsan veririm.”

Çalışan, “Hayır veremem.” diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar:

Ne olur bunu bana sat. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim.”

Çalışan emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.

Patronun yanına dönen Çalışan büyük bir şaşkınlık içinde macerasını anlatır.

Kuyumcu Patron sorar: “Bundan ne anladın?”

Çalışanın verdiği cevap çok doğrudur:

 

“Bir şey ancak değerini bilenin yanında kıymetlidir.”

*********************   

HAPI YUTMAK ÖLÜM DEMEKTİ.

IV.Murat, keyif  veren her şeyi, tütünü ve afyonu yutmayı yasaklamıştı. Bu konuda kimseye müsamaha edilmiyordu. IV.Murat çok sevdiği Hekimbaşı Emir Çelebi’nin afyon taşıdığını ve yuttuğunu saray casuslarından haber alır.

Bu habere inanmaz ama tedbiri de elden bırakmaz. Padişah, Emir Çelebi’yi satranç oynamaya davet eder. Oyunun tam ortasında:

”Çelebi, kuşağı çöz, içinde ne varsa boşalt,” der.
Çelebi başına gelecekleri anlar. Kuşağında ne var ne yok hepsini ortaya döker. Padişah, mercimek büyüklüğündeki afyon haplarını görünce: ”Çelebi bunlar ne?”
”Etkisiz afyon hapları!”
”Bunlarla ne yapıyorsun?”
”Bunları hastalara veriyorum.”
”Peki, hastalara zararı dokunuyor mu?”
”Hayır padişahım.”
”Madem öyle, bunları birer birer yutmaya başla bakalım.”
Çelebi çaresiz, hiçbir şey  söylemeden afyon haplarını birer birer yutmaya başlar. Üzerine de bir bardak şerbet içer, sonra da ruhunu teslim eder.

*****************   

Cerrahın telefonu çalar, arayan hastahane sekreteridir.

Buyurun sizi dinliyorum.

Sayın hekim, ağır hasta var, acele bütün işinizi bırakın gelin.

Geliyorum deyip hekim telaşla yola düştü.

Hekimi hastahanede hastanın babası hışımla karşıladı:

Benim oğlum ölüm döşeğindedir, ne için bu kadar geç kaldınız? Sizin kendi oğlunuz olsaydı yine böyle yapar mıydınız?

Cerrah gülümsedi:

Bana haber verilir verilmez acelece geldim.

Bir de unutmayın ki, hayat ve ölüm Allah’ın elindedir. Cerrah ameliyat odasına dahil oldu.

Ameliyat iki saat sürdü.

Cerrah odadan çıkıp koridordaki babanın yanından sakince geçip gitti.

Ardından yardımcı hekim çıktı.

Babaya oğlunuz yaşayacak dedi.

Baba bir an sevindi, sonra yine hiddetlenip dedi:

Bu cerrah çok kötü ve insafsız bir adam.

Ne vardı yani, çıkarken bana iyi haberi o verseydi.

Yardımcı hekimin gözleri doldu ve adamı hayatı boyunca pişmanlığa sevk edecek olan şu cevabı verdi: Cerrah çok güzel insandır.

Onun oğlu otomobil kazasında bugün vefat etti.

Biz onu defin merasiminden çağırdık.

Oğlunun defin merasimini yapamadan sizin oğlunuun şifasına vesile olmak için hastaneye geldi.

**************  

Nasrettin Hoca’ya sormuşlar:

“Kimsin?”

“Hiç” demiş Hoca, “Hiç kimseyim.”

Dudak büküp önemsemediklerini görünce, sormuş Hoca:

“Sen kimsin?”

“Mutasarrıf” demiş adam kabara kabara.

“Sonra ne olacaksın?” diye sormuş Nasrettin Hoca.

“Herhalde vali olurum” diye cevaplamış adam.

“Daha sonra?” diye üstelemiş Hoca.

“Vezir” demiş adam.

“Daha daha sonra ne olacaksın?”

“Bir ihtimal sadrazam olabilirim.”

“Peki, ondan sonra?”

Artık makam kalmadığı için adam

boynunu büküp son makamını söylemiş:

“Hiç.”

“Daha niye kabarıyorsun be adam.

Ben şimdiden senin yıllar sonra gelebileceğin makamdayım:

“Hiçlik makamında!”

-**************  

YÜREK DEDE.

..Yürek dede namıyla salih bir zat vardı…Bir gün hanımı ayaklarından felç oldu.
Ne kadar doktor doktor dolaştıysa bir çare bulamadılar.
..Bir doktor şöyle dedi: ALLAH’TAN ümit kesilmez. Hanımını bindir bir deveye diyar diyar dolaşın. Bulduğun şifalı otlardan yedir çayını içir İnşaAllah birisi şifa olur. Yürek dede diyar diyar dolaştı.

..Bir gün çadırını bir tepeye kurmuştu…Biraz ilerisinden dönemin hükümdarı yanındakilerle tedbili kıyafet geçiyordu. Birisi şöyle dedi: Efendim şu ilerde Yürek dede diye salih birisi var…Hükümdarda gelin bakalım anlarız şimdi salih mi değil mi? Dedi ve Yürek dedenin çadırına geldiler.

..Selamlaştıktan sonra hükümdar Yürek dedeye –dede biz uzun yoldan geliyoruz bize et pişirde yiyelim” dedi. Misafir et isteyince yürek dede şaşırdı ama misafiri de mahzun etmek olmazdı…

..Çadıra hanımın yanına girdi durumu anlattı. Bir develeri bir de keçiyle oğlakları vardı. oğlağı kessek etinden ne çıkar. keçiyi kessek olmaz oğlak hala annesini emiyor. O zaman deveyi keselim Dediler. İyi de deveyi keserlerse yolculuklarını nasıl yapacaklardı..?

..Hem yürek dede hem hanımı misafiri aç mı bırakacağız ALLAH bir kapıyı kaparsa başka bir kapıyı mutlaka açar, dediler. Yürek dede çadırın arkasına geçti deveyi kesti hemen alabileceği yerden biraz et aldı ve eti pişirdiler.

..Yürek dede misafirlere çadırda hanımım var biraz etten ona alayım dedi ve biraz et alarak hanımına getirdi. Sonra çıkarak misafirlerle ilgilendi akşama doğru misafirleri uğurladı.

..Hükümdar : gerçekten salih adammış elindeki deveyi bizim için kesti dedi ve yanındakilere talimat verdi.. yarın bu adama 10 deve gönderin.

..Bu arada yürek dede onlar gittikten sonra yavaş yavaş çadıra gitmiş…Çadırın kapısını bir açmış ki hanımı karşısında sapasağlam ayakta duruyor. Yürek dedenin fedakarlığından dolayı şifayı ALLAH-U Teala devenin etine koydu.
Acaba bizim şifamız hangi fedakârlığımızda saklı…

DERLEYEN

MEHMET ÖZÇELİK




BİR DELİ YETER

BİR DELİ YETER

Dünyanın yıkımı için bir deli ve bir manyak yeter.

Nitekim koca 1. Dünya savaşı bir Sırp askerinin bir kurşun sıkmasıyla başlamıştı.

 Birileri yaşamasını, birilerinin ölümüne bağlamaktadır.

Tıpkı ilaç sektörünün devam etmesi için, hastalığın sürmesi ve sürdürülmesi gibi, silah sektörü de elindeki silahları eritmek için, devletleri çarpıştırması gerekir.

Düne kadar birbirleriyle sarmaş dolaş olan liderler belli ki dünyayı kendi aralarında taksim etmenin planını yapıyorlardı.

İşte örneği;

************  

Sürekli şüphe ediyordum.
Bu Rus Ukrayna Savaşı’nın arkasında mutlaka bir bit yeniği var diye.
Tıpkı İsrail’in kurulmasında dünyadaki Yahudilerin ya cebren ya da vaatlerle İsrail’e gönderilip, devletin kurdurulması gibi.[1]
Batıda ciddi manada Ukrayna’ya yardım etmedi ve ortada yalnız bıraktı.
Vaatlerini gerçekleştirmedi.
Ukrayna’nın başındaki Başbakanı Zelenski’nin yahudi olması tesadüf değil.
Mesleği de komedyen.
“İşgal politikasıyla savaşı fırsata çevirdi! “10 binlercesini İsrail’e getirmeye hazırız”
İsrail, sözde “Geri Dönüş” yasası uyarınca Yahudilerinin İsrail’e göçünü garanti altına alarak Ukrayna Rusya savaşından kaçanlara vatandaşlık verecek. İsrail işgal politikası gereği gelen Yahudileri Filistin topraklarına yerleştiriyor.
İsrail yönetiminin Ukrayna’da savaştan kaçan Yahudileri İsrail’e getirmek için başlattığı tahliye operasyonu kapsamında 300 kişilik Yahudi kafilesi Tel Aviv’e geldi.[2]
-İsrail, savaştan kaçan 10 binden fazla Ukraynalı yahudiyi daha önce işgal ettiği Filistin topraklarına yerleştirecek, işgal ediliyoruz edebiyatını yapanlar başkalarının topraklarını işgal etmeye gidiyor!!

“Haber7’nin sahadan aldığı bilgiye göre Rus ordusu; eski muhaliflerden ve terör örgütlerinden kaçanlardan oluşturduğu 400-500 kişilik unsuru, Fırat’ın doğusundan alarak Ukrayna’daki işgale götürdü. Rusya halihazırda, kendi askeri hariç, paramiliter güç Wagner ile Çeçen askerleri sahada kullanıyor.”[3]

“İngiliz mandası altındaki Filistin’e 1920-1940 arası dönemde Yahudi göçü hız kazandı. Son olarak Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı sırasında, Yahudilere yönelik Nazilerin gerçekleştirdiği soykırım sebebiyle göç oranı giderek arttı. Filistin işgallerine giden yolda Yahudilerin göçleri, bu şekilde meşrulaştırılmaya çalışıldı.”[4]

 -Batı ve ABD’nin kıblesi İsrail mi?

Her başa gelen veya görevi her bitiren bir kere İsrail’e uğruyor.

Günah çıkarmak için mi, onay almak için mi, bundan sonraki devresinde destek bulmak için, bir çoğu ve hepsi mi?

En son 16 yıllık iktidarı sona eren Almanya Cumhurbaşkanı Merkel oldu.

Birde üstüne üstlük İran’a oradan ültimatom verdi.

Ne garip değil mi?
-Üstte filler savaşır ve oynaşırken, altta çimenler ve masumlar ezilmektedir.

MEHMET ÖZÇELİK

9-3-2022

 

[1] Bak. https://twitter.com/mustafa_guldag/status/1392908449663623168

[2] https://www.haber7.com/dunya/haber/3199983-isgal-politikasiyla-savasi-firsata-cevirdi-10-binlercesini-israile-getirmeye-haziriz

[3] https://m.haber7.com/dunya/haber/3198762-rusyanin-ukrayna-isgali-8-gununde-90-iha-gonderdiler-karadenizin-dibini-boylayacaklar

[4] https://www.fikriyat.com/galeri/tarih/osmanli-belgeleri-isiginda-filistine-yahudi-gocu/5

 




DERSLER

DERSLER

BİR İNSAN VÜCUDUNDA

 

*  *20 Trilyon Hücre*

*  *96.000  km uzunlukta Kan Damarı*

*  Günde 100.000 kere atarak 9000 litre kan pompalayan bir Kalp

*  *5-6 litre Kan*

*  Dakikada 100.000 mesaj alan/gönderen bir Beyin

*  *75 km uzunlukta Sinirler*

*  Her gün 11.000 litre Hava alan Ciğerler

*  Her 5 dakikada bir tüm vücudun kanını temizleyen iki Böbrek

*  *7 mt İnce Bağırsak*

*  *2 mt Kalın Bağırsak*

*  *230 adet Kemik*

*  50.000 farklı Kokuyu tanıyabilen bir Burun

*  *10.000 farklı Lezzeti tadabilen bir Dil*

*  Yüzlerce farklı frekanstaki sesleri duyabilen iki Kulak

*  *576 MegaPixel kalitede görebilen iki Göz*

*  Ve maddi manevi daha pekçok duygular ve nimetler…

 

Bu insan vücudunu Yaratanın varlığına delil mi gerek ???

*Kendini bilen Rabbini bilir…*

[Men arefe nefsehü fekad arefe Rabbehu.]

Sübhanallah, Maşallah, Barekallah…

*************  

Bir sinek züccaciye dükkanını dağıtmak isterse buna gücü yetmez ama bir boğanın kulağına girerse boğa panikle o dükkanı dağıtır. O sinek bir batıl inanç, bir safsata veya önyargıdan başka bir şey değildir. O boğa ise kafası boş cahil insanın ta kendisidir.

**************  

Mehmed Feyzi Efendi (r.h.) Ağabeyimizin Bir Sohbette Miraca dair sorulan Suale Cevabıdır :

Sual: Hz. Aişe validemizin rivayetinde, Peygamberimizin (ASM) Mirac’ta yatağından hiç ayrılmadığını söylemesini mesned kabul ederek miracın sadece ruhla yapıldığını iddia ediyorlar?

Cevab: Mi’rac-ı Ekber, hicretden evvel oldu.  Hicretden sonra izdivaç vaki oldu. O rivayet, müteakib miraclara bakıyor. Rüyada da oldu, rûhen de oldu, cisim ile ruh beraber de oldu. Müteakib mi’raclar var. Hazret-i Aişe (r.anhâ) validemizin “yatağından ayrılmadı” rivayeti rüyada olan mirac’a göredir.

Bu, ruhuyla cismiyle birlikte olan asıl Miraca delil olmaz. Muhaddislerden Hafız Ebû Nuaym hazretleri otuzdört kadar mirac’dan bahsediyor. Bunun bazıları rüyada,  bazıları ruhani, bazıları cisimle ruh beraber oldu.

Efendimiz (ASM), Hz. Aişe validemizle, Medine-i Münevvere’de izdivac ettiler, beraber oldular.  Cisimle ruh birlikte olan Mirac ise, Mekke’de oldu.

Fahr-i Âlem Efendimiz, “Hatim’deydik” diyor. Hatim ise Kâ’be’dedir.

Hz. Aişe validemizin rivayetini sened yapıp da ruhiyle cismiyle olan Mirac’ı nefyedenler, hataya düşerler. Sonra, Siyer de buna müsaid değildir.

 

***********  

 

Dedem Sultan ABDÜLHAMİD hanın Duası

SULTAN VE KERAMETİ…

Mahmud Allahverdi’nin anlattıkları;
Gençlik günlerimde, ben de herkes gibi Sultan Abdülhamid aleyhtarı idim. Okulda anlatılanları gerçek sanıyor, aleyhinde bulunuyordum. Bir gün yine ileri geri konuşurken terzi dükkanımda müşteri yerinde oturan tanıdığım yaşlı bir zat bana çıkıştı :

Oğlum, sen imanlı insansın, sakın Abdülhamid Hanın aleyhinde konuşma. O büyük bir velî idi.

Ben buna kızarak karşılık verdim:

Kim demiş velî diye. Memleketi bu hale getiren O değil mi? Ben öyle iddialara kulak asmam. Herkes bir şey söylüyor, kimi velî diye rivayet ediyor, kimi de hain diye…

Yaşlı zat elindeki bastonuyla beni dürttü, belli ki kızmıştı.
Bana bak, dedi. Şimdi sana öyle bir olay anlatacağım ki, bu ne bir iddia, ne de bir söylenti. Bizzat yaşadığım, şahit olduğum, bir olay bu!

Ben, bu defa dikkat kesilmiştim. Çünkü yaşlı tanıdığım, herhangi bir işitme ve söylenti değil, bizzat yaşadığı olayı anlatacaktı.

Nitekim başladı da anlatmaya:

Ben Osmanlı Devletinin başşehri İstanbulda doğdum. Babam memuriyeti sebebiyle orada görevli bulunuyordu. Ne var ki, geçirdiğim bir hastalık sonucu dilim tutulmuş, konuşma yeteneğimi kaybetmiştim. Sekiz yaşına kadar dilsiz halim devam etti. Hiç konuşamıyor, el-kol işaretiyle maksadımı anlatmaya çalışıyordum. Babam buna çok üzülüyor, ne yapacağını bilemez halde bulunuyordu.

Gitmedik doktor da, hoca da bırakmadı, ama hiç biri de fayda etmedi. Bir gün yaşlı bir komşumuz geldi, dedi ki:
Seni çok üzgün görüyorum, üzülmekte de haklısın. Bir baba için yavrusunun dilsiz olması kadar üzücü bir şey olamaz. Sana bir çare söyleyeceğim, bunu mutlaka yap!

Babam ümitle gözlerini açıp dinlemeye başladı:

Yarın şu yoldan Sultan Abdülhamid geçecek, ne yapıp yap oğlunu mutlaka karşısına çıkar ve Ona duâ ettir.

Osmanlı sultanlarında yedi evliya kuvveti vardır, ola ki şifa bula.

Bu tavsiye babamın aklına iyice yatmış olacak ki söylenen saatte yol üzerine çıktık, ümitle beklemeye başladık. Az sonra yaylı araba göründü, ama bizim Ona yaklaşmamız mümkün değildi. İzdiham çok fazlaydı. Uzakta kalışımıza çok üzüldük.

Fayton hizamıza gelince, beklenmedik bir olay oldu.

Ansızın durdu, içeriden başını uzatan Sultan, bize doğru bakarak seslendi:

Efendi! Çocuğu getir, çocuğu!

Şaşırdık. Babam heyecanla elimden çekerek beni arabanın yanına götürdü, elimden tutup yukarı çıkardılar.

Sultan, yanaklarımı okşadı, bir şeyler okuyor gibiydi. Az sonra bana:

Beni tanıyor musun, ben kimim? diye sordu.
Benim dilim tutuktu, cevap vermem imkânsızdı.

Ama bir şeyler hisseder gibi oldum. Birden dilim çözüldü, cevap verdim:

Sen bizim Padişahımızsın!

Bunun üzerine babam,

Allah Allah diye feryadı bastı.
Beni aşağı indirdiler. Bundan sonra bülbül gibi konuşmaya devam ettim.

İşte evladım, bu olay bir işitme falan değil, bir yaşamadır. Sakın ola ki Osmanlı sultanları aleyhine konuşmayasın. Onlarda gerçekten yedi evliya derecesi vardı. Dilimin açılmasına sebep O nun duâsıdır.
Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu

*************  

MAHMUT ALLAHVERDİ

 

Adıyaman’da doğan Mahmut Allahverdi 1991’de vefat etti.

 

“Risale-i Nur’u nasıl tanıdım?”

 

“Risale-i Nur’u ve Bediüzzaman’ı tanımaklığım bende çok acaip hallerin zuhuruna sebep oldu. Bu sayede çok büyük, tehlikeli vartalardan kurtulmuş oldum.

 

“Risale-i Nur’u tanımama Burdurlu Süleyman Kaya sebep olmuştu.

 

“Sene 1952. Namazlarımı ekseriya Adıyaman Ulu Camiinde edâ ederdim. Bir gün yine Ulu Camiye namaza gittiğimde, ihtiyar, beyaz sakallı, nuranî bir zat, gül yağı sandığı elinde, camiden çıkan Müslümanlara, ‘Isparta gülyağı var’ diye satış yapıyordu. Ben de yanına yaklaştım, selâmlaştım, halini hatırını sordum. ‘Buyurun dükkâna, bir çay içelim’ dedim. Ulu Caminin yan karşısında terzi dükkânım vardı. Oraya kadar teşrif ettiler. Nereli olduğunu sordum. O zat Burdurluyum ve Risale-i Nur talebesiyim’ dedi. ‘Risale-i Nur talebeliği ne demektir?’ dedim Cevaben ‘Isparta’da büyük ve meşhur bir hoca var. İsmi Bediüzzaman Said Nursî’dir. Bu zatın yazdığı çok kitaplar vardır. Kitaplarının ismini de Risale-i Nur Külliyatı denir’ dedi ve devamla, ‘Bunları okuyanlar ve içindekileri ihlas düsturlarına riayet edenlere de Nur Talebesi denir’ dedi. ‘Bu kitaplardan sende var mı?’ dedim. O da ‘Var’ dedi. ‘Peki burada nerede kalıyorsun?’ diye sorduğumda, ‘Falan yerde kalıyorum’ dedi.

 

“Akşam yanına gittim. Bir tek odası ve yanında üç-beş genç vardı. Onlara, bana bahsettiği risalelerden bir bahis okudu. Ben de oturdum, dinledim. O zaman tarikatta idim. İçimden; ‘Bunlar tarikata girseler daha iyi olur ‘ dedim. O gece böyle geçti.

 

“Birgün Süleyman Kaya’yı evime davet ettim. Uzun uzun sohbet ettik. Üstad Hazretlerinin kerametlerinden bahsetti. Üstada karşı olan muhabbetim gittikçe artıyordu. Ara sıra o odaya gider, derslerini dinlerdim. Oradaki gençler Abdülkadir Kayır ve Dursun Kutlu bana eser verdiler, ‘Evde oku’ dediler. Ben okuyordum. O günlerde bir rüya gördüm.

 

“İmanı kurtarmak zamanıdır”

 

“Bir gece rüya âleminde bir şahıs yanıma geldi. ‘Seni bir zat çağırıyor’ dedi. Kalktım, beraberinde gittik. İki katlı bir binanın önüne geldik. Kapıdan içeriye giriş yeri çok tehlikeli, sanki bir uçurum gibi… Oradan korkarak içeriye girdik. Geniş bir oda, tam ortasında haşmetli bir kişinin ayakta durduğunu gördüm. Beni getiren adam, ‘Getirdim efendim’ dedi. O da bana işaret ederek, ‘Gel’ dedi. Tek olarak yanına gittim. Beni tam karşısına aldı. Bana beyaz bir gömlek giydirdi ve , ‘Bu zaman imanı kurtarmak zamanı, vaaz ve nasihat etme zamanıdır’ dedi. Tekrar o adam geldi, beni aldı, bu defa da bir başka kapıdan çıkardı. Kapıdan çıkınca çok geniş, uzun bir vadi içersinde insanlar gördüm. Onlara yanaştım. Tabii bu zaman imanı kurtarmak zamanı diye bildiklerimi konuştum, uyandım ki rüya imiş. Kendimi acaip bir hal içinde gördüm. Tarikata olan muhabbet ve aşkım yok olmuş, bütün muhabbet ve aşkım Üstada ve Risale-i Nur’a inkılâp etmişti. O tarihten itibaren gece gündüz Risale-i Nur’u okumakla meşgul oldum.

 

“Üstadı gidip görmek lâzımdır diye düşündüm. Emirdağ’a gittim. Mehmet Çalışkan Ağabeyin yanına uğradım. Üstadın Isparta’ya gittiğini söylediler. Oradan Isparta’ya hareket ettim. Isparta’da görüşmek nasip oldu. ‘Niye zahmet edip gelmişsiniz, Risale-i Nur’u okuyan benimle görüşmüş gibidir’ diyerek benim derhal dönmemi istedi. Hemen hareket ettim, memleketime döndüm.

 

“İşte rüyada bana gömleği giydiren zatın, Üstad olduğunu o zaman anladım.

 

************* 

Bir Saltanat Ki…

 

Bugün İstanbul’da oturup da bu şehrin Laleli diye bir semti bulunduğunu bilmeyen yoktur Burada yine bu isimle anılan bir de tarihi cami vardır Bu semt ve cami hakkında ilginç bir hikaye anlatılmaktadır:

 

Laleli Camiini Sultan III Mustafa (Padişahlığı 1757-74 yılları arasıdır) yaptırmıştır Sultan Mustafa bu camii yaptırırken çevrede Laleli Baba namında bir din büyüğünün yaşadığını, gerçek bir mürşit olduğunu, hikmetli sözler söylediğini öğrendi İçinde bu zatla görüşmek, söz ve sohbetinden yararlanmak arzusu doğdu Cami inşatını denetlemeye geldiği bir gün Laleli Baba ile görüşmek istediğini bildirdi Laleli Baba’ya hemen padişahın kendisini ziyaret etmek istediği haberi ulaştırıldı, o da buyur etti Padişah Laleli Baba’nın sohbetinden gerçekten memnun kaldı İçinde La leli Baba ile daha sık görüşme arzusu uyandı Ayrılacağı sırada bu din ulusuna bir soru sordu:

 

– Efendi Hazretleri, bu dünyada en güzel şey nedir acaba?

 

Laleli Baba cevap verdi:

 

– Bu dünyada en değerli şey yiyip içtikten sonra sıkıntısız biçimde def-i hacet (büyük abdest)ini yapabilmektir

 

Hükümdar bu cevaptan pek hoşnut olmadı Başından beri büyüleyici konuşmalarıyla herkesi etkileyen bir zata bu cevabı pek yakıştıramadı Hatta bu cevabı biraz kaba bile buldu Bundan sonra birşey konuşulmadı, hükümdar maiyetiyle beraber saraya döndü Fakat bu ziyaretin ertesi günü şiddetli bir kabızlığa yakalandı Bir türlü içini boşaltamıyordu Sarayın bütün ilgilileri ve hekimbaşı seferber oldular, bilinen bütün ilaç ve yöntemleri uyguladılar, fayda etmedi Padişah kıvranıyordu Nihayet birinin aklına geldi Laleli Baba’ya haber verilse, onun himmetiyle hükümdar bu dertten kurtulamaz mıydı? Zaten başka denenmedik yol kalmamıştı Padişaha danışıldı

 

O da “Ne gerekiyorsa yapılsın” dedi Hemen Laleli Baba’ya gidildi Ve saraya getirildi Hükümdar doğum sancısı çekiyor gibi kıvranıyordu Laleli Baba’ya yalvardı: “Aman bana yardım et!” Laleli Baba, “O kadar kolay değil, karşılık olarak ne vereceksiniz?” dedi “Senin bölgende yaptırdığım o camii sana hibe edeceğim” “Yetmez” dedi Laleli

 

Baba Sultan Mustafa daha bir çok şeyler ekledi, Laleli Hazretleri bir türlü tamam, yeter, demiyordu En sounda ağzındaki baklayı çıkardı: “Ben senin için dua ederim, Allah dilerse bu dertten kurtulursun ama, karşılığında saltanatı (padişahlığı-hükümdarlığı) isterim”

 

Padişah kem küm etti ama çaresi yoktu “Tamam” dedi “O da senin olsun” Laleli Baba dua etti, sırtını sıvazladı, “Haydi git Allah’ın izniyle kurtulacaksın” dedi ve gerçekten kurtuldu

 

Kurtuldu ama saltanat da elden gitmişti Şifa bulmanın sevincini, saltanatın elden çıkmış olmasının üzüntüsü gölgeliyordu Laleli Baba sultanın haline baktı baktı da dedi ki: “Bir saltanat ki bir defi hacete değişiliyor, öylesine ucuz bir saltanat bize gerek değil, al yine senin olsun”

**************  

Almanya’da RAMAZANI ŞERİF ayında bir fabrikada çalışan Türk işçilerini papazın birisi evine iftar yemeğine davet eder. Bazıları mazeret belirtip davete

katılmazlar bazıları da papazı kırmamak adına davete icabet ederler ve iftar saatinde

papazın evine misafir olurlar.

 

Papaz Efendi elinde bir KURAN’ı KERİM olduğu halde işçilerin yanına gelir ve onlara “Ben KURAN okunurken dinlemekten büyük zevk alırım biriniz okusa da ben mutfakta uğraşırken bir yandan da KURAN dinlesem der.

 

KURAN’ı KERİM’i masanın üzerine bırakıp mutfağa geçer.

Bu arada odada sanki buz gibi bir hava esmektedir. Herkes bir ümit diğerinin gözünün içine bakar ama nafile. Kimse KURAN okumayı bilmemektedir.

 

İçlerinden birisi “Yahu içinizde FATİHA okumasını bilen yok mu açsın KURAN’ı FATİHA’yı okusun papaz nerden anlayacak ki” der.

 

Bir tanesi “Ver ben biliyorum der ve rastgele bir sahife açıp başlar FATİHA okumaya.

 

Bu esnada papaz odaya gelmiştir. Bakar KURAN okunuyor fakat ortada bir sayfa ve hemen müdahale eder.

“Bir dakika sen KURAN okumuyorsun. Çünkü okumakta olduğun sure FATİHA’dır ve o da KURAN’da baştadır.” Der ve devam eder.

 

Aslında ben sizleri buraya denemek için çağırdım. Nasıl oldu da altı asır adaletle dünyaya hükmeden OSMANLI’nın torunları bu gün bize hizmet eder hale geldiler diyerek merak ediyordum sizler benim sorumun cevabı oldunuz.

Sizin ecdadınız OSMANLI dinine sımsıkı bağlı olduğu için dünyaya hükmetti, sizler ise KURAN’dan uzaklaştınız ve bu gün hizmet eder hale geldiniz der.

 

Bu tespiti yapan Hırıstiyan bir din adamıdır.

**************  

SAHİBİNE ÇEKMİŞ

“ Bir gün Hocanın komşusu yanına gelerek

-ya hocam benim bir çift öküzüm var onlara öyle iyi bakıyorum ki

en güzel samanları onlara veriyorum, arpa veriyorum, yerlerini günde iki defa temizliyorum anlayacağınız gözüm gibi onlara bakıyorum ama Nedense

çift sürme zamanı gelince hoyrat oluyorlar çift sürmüyorlar bunun hikmeti veya izahı ne acaba?

Hoca

-sahibine çekmişler .. deyince

Komşusu öfkeleniyor kızarıyor hiddetli bir şekilde

-sen ne diyorsun Hoca sözlerine dikkat et. Deyince

Hoca

-öfkelenme komşum bak sana Allah c.c el ayak göz burun ağız kulak beyin akıl vermiş ve sana ahcuprsun nasip etmiş. Anlayacağın Allah c.c sana en güzel nimetlerini vermiş. Ama namaz vakti gelince sen

Namaz kılmıyorsun

Ramazan gelince oruç tutmuyorsun.

Kazancının zekatını vermiyorsun

Seni yaradan,

﴾7﴿ Hani rabbiniz, ‘Eğer şükrederseniz size (nimetimi) daha çok vereceğim, nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım pek şiddetlidir!’ diye bildirmişti.”

﴾8﴿ Yine Mûsâ, “Siz ve bütün yeryüzündekiler nankörlük etseniz dahi bilin ki Allah kimseye muhtaç değildir, övgüye lâyıktır” demişti.

Sahibine itaat yok

anlayacağın Allah c.c senden istediği hiç bir şeyi ahcuprsun söyle bakalım öküzler kime çekmiş?

Komşusu bir şey demeden ahcup bir şekilde hocanın yanında ayrılıp gidiyor.

 

 

**************  

 

Bir Ramazan akşamı, Üsküdar eşrafından bir zengin, fakir fukaraya iftar yemeği verir. Yemeği müteakib, sonrada görme olduğu her halinden anlaşılan zengin, başlar servetiyle öğünmeye:

“Efendim, Samandıra’daki 1500 dönümlük çiftliğimde bu yaz bostan yetiştireceğim”

Davetlilerden, derviş kıyafetli meczub biri önüne bakarak:

“Eğer Ahmed seni çağırmazsa” der. Adam bunu duymazlıktan gelir ve anlatmaya devam eder:

“Azizim, Beykoz’daki yalıya bu sene yeni ilaveler yaptıracağım”

Derviş yine:

“Eğer Ahmed seni çağırmazsa” der.

Adam buna da ehemmiyet vermez ve devam eder:

“Önümüzdeki ay Hindistan’a büyük bir ticaret kervanı göndereceğim. Bu ticaretten büyük kazanç bekliyorum”

Derviş yine:

“Eğer Ahmed seni çağırmazsa” der.

Adam artık dayanamaz ve öfkeyle:

“Efendi, eğer Ahmed seni çağırmazsa deyip duruyorsunuz, kimdir bu Ahmed?” der.

Derviş gayet sakin:

“Karaca Ahmed (kabristanı)” cevabını verir.

ÖLÜM VAR ÖLÜM NE YAPARSAK YAPALIM VARACAĞIMIZ YER KARA TOPRAK RABBİM İMAM ÜZERİNE ÖLMEYİ NASİP ETSİN İNŞALLAH AMİN HAYIRLI HUZURLU AKŞAMLAR. Allah a emanet olun saygılar….

 

***********

CUMA NAMAZI – TÜRK BAYRAĞI

Kore’ye işgalci komünistlerle çarpışmaya giden Türk Tugayı Singapur Limani’na uğruyor. Müslüman Singapurlular geminin direğinde Türk bayrağını görünce sevinçten çılgına dönmüş ve müftü efendi o hızla gemiye, askerlerimize ziyarete gelmiştir.

Der ki: “Bizler istiklâlimize sahip değiliz, bu yüzden Cuma Namazı kılamıyoruz. Bugün Cumadır. Bu bayrağın gölgesinde namaz kılmak isteriz.”

İstek karşılık görüyor, binlerce Müslüman limana toplanıyor. Bir mehmetçik gemi direğine tırmanıp ezan okuyor ve askerimiz güvertede, Singapurlular limanda, unutulmaz bir toplu namaz kılıyorlar.

Hikâye bitmedi.

Birliğimizden Yarbay Natık Poyrazoğlu, müftü efendiye iade-i ziyârette bulunuyor.

Sohbet esnasında sigarasını tablada söndürürken şaşırtıcı bir olay daha yaşanıyor. Müftü, hemen o söndürülmüş sigarayı alıp koynuna koyuyor. Çünkü o zamanlar subay sigaralarının dip kısmına

Ay-Yıldız basılıyordu.

Müftü diyor ki:

“Kumandan! Bu bayrak alelâde bir bayrak değildir. Biz bu Ay-Yildız’in ifâde ettiği mânâ ile benliğimizi koruyoruz.”

Bunun üzerine kumandan, hemen bir Türk Bayrağı getirterek müftülüğe armağan ediyor.

Türkiye nere, Singapur nere? Binlerce kilometre uzakta, Ay-Yildız’ın her iki tarafa bağışladığı haysiyete, güvene, özleme bakınız O, sınırlar ötesi bir mıknatıs, saygıdeğer bir sembol; müjdeleyici, toparlayıcı, cesaretlendirici bir rüzgârdır.

Demek, unutulmuş coğrafyalarda hâlà bizleri özleyen, bekleyen birileri var.

Doğrulsak mı ki, hatırlasak mı ki?

“Gürbüz Azak. Bir yazar Bir Ömür kitabından….”

 

 




OYUN İÇİNDE OYUN

OYUN İÇİNDE OYUN

Tarih her zamanki gibi tekrar ediyor, değişen ise oyuncular ve piyonlar.

Çanakkale’de Müslümanları bizle savaştıranlar, bugünde Çeçenleri Rus ve Ukrayna tarafında karşı karşıya getirmektedirler.[1]

Bir oyunla, oldu bitti ile savaşa çekilmek isteniyoruz.
Batı savaş istiyor, bizi de içine çekmek ve yakmak istiyor.

Türkiye üzerine senaryolar hiç durmadı, hep artarak devam etti.[2]

Bu amaçla hep engellendik.[3]

Nitekim 15 Temmuz şahitlerinin de şehadetleriyle,[4] 15 Temmuzun arkasındaki kirli ilişkiler ortaya çıktı ve kimlerin desteklediği inkar edilmez hal aldı.[5]

Oysa eski ve yeni Türkiye arasında onca fark olmasına rağmen,[6] memnuniyetsizlerle toplum karıştırılmaya çalışıldı.

Bu durum hariçte gerçekleştirilmeye çalışıldığı gibi maalesef daha dehşetli bir surette içeride cereyan etmektedir.

Hadiste İstanbulun tekrar fethedileceğinden bahsedilir.[7]

Ancak bu fetih maddi değil, manevi fetihtir.

Demek ki kirli oyun ve entrikalar olacak. Tıpkı yüz sene önce Merhum Abdulhamid hana uygulanan oyunlar, farklı piyonlarla bugün de sürdürülmektedir.

Bunda İstanbul’u biz kaybettirdik,[8] diyen zihniyetin büyük vebali var, tam kına yakma zamanları…

Burada kime kaybettirdiği önemli değil, kimlere kazandırdığı önemlidir.

Hangi zulümlere ortak olduğu önemlidir. Şahıslara değil, dine vurduğu darbe ağır darbedir.

İşte basirette budur.

İktidara kimin geleceğinin öneminden daha öncelikli olan, kimin gelmeyeceği veya gelmemesidir.

Tıpkı Mısır’da İhvanı Müsliminin Kral Faruk’un gitmesi için, sosyalist Abdunnasır’la yaptığı ortaklık sonucu Abdunnasır’ın başa geçmesiyle ilk yaptığı iş, 40 bin İhvanı idam etmesi olmuştur.

Bugünde bir asırdır dine darbe vuranlarla, yarım asırdır Pkk’yı savunanlarla ortaklık yapılmaktadır.

Salahat yetmiyor, maharette olması gerekir.

Tarih hep tekerrür ediyor.

MEHMET ÖZÇELİK

2/3/2022

 

 

[1] https://www.yenisafak.com/dunya/hristiyan-ordularin-musluman-askerleri-3767117

[2] https://www.facebook.com/100030533690882/posts/669966737364443/

[3] https://www.facebook.com/100003042544804/posts/4660587697385936/

[4] https://www.facebook.com/100067955119670/posts/265215042420331/

[5] https://m.facebook.com/story.php?story_fbid=1793439444151536&id=450498895112271

[6] https://www.facebook.com/1004778343/posts/10224592263686441/

https://www.facebook.com/100000685628329/posts/5149269355105868/

https://m.facebook.com/story.php?story_fbid=4757078884339803&id=800525516661846

[7] https://sorularlaislamiyet.com/kiyamet-alemetlerinde-hic-kan-akitmadan-bir-buyuk-sehir-veya-ulke-musluman-olacaktir-diye-bir-alamet

[8] https://www.internethaber.com/saadetten-istanbul-itirafi-ak-partiye-biz-kaybettirdik-2022230h.htm

https://www.takvim.com.tr/guncel/2022/02/16/alti-partinin-katildigi-yuvarlak-masadan-ihanet-cikti-ayasofya-muze-adalar-yunana-sondajlar-bitecek-batiya-ne-soz-verdiler?paging=2

https://www.yenisafak.com/yazarlar/huseyin-likoglu/-temel-bey-sizi-cok-iyi-anliyoruz-ama-gunahlarinizi-baskalarina-yukleyerek-onlardan-kurtulamazsiniz-tovbe-edin-2062125




UYANIŞ

UYANIŞ

SON DURAK ARABIN UYANIŞIDIR

Dahilde alevi ve ermeniler kullanılır, tahrik edilirken, dışarıda da Arablarla aramızın açılmasına ve sürekli açık kalmasına çalışılıyor.

İran üzerinden de bize saldırılarak, İranın saldırılmasına gidiliyor.

“Türkiye-İran savaşını kızıştıran CIA ekibi. ABD’nin Ortadoğu senaryosu doludizgin.
Karargah, Amerikan-Türk Dostluk Konseyi… Ekibin üyeleri…
ABD’nin Güney’i un ufak etme planı. .. ‘Neo Osmanlılar’ın ilham perisi kim. . ? Eşref Bitlis, jandarmanın hazırladığı ‘PKK’ye ABD yardımı raporu’nu nasıl değiştirdi..? ‘Ankara’nın rüyası: Kerkük’e garantörlük.”[1]

Bu zamanda Müslümanların önünde bulunan ve farzı ayın derecesinde en önemli mesele İttihad-ı İslamdır.

Bu da ancak Arabların intibahı yani uyanışıyla tahakkuk edecektir.

Bunu aslında bizden daha iyi bildikleri için buna mani olmak için her türlü entrikaları çevirmektedirler.

Bize saldırtıp, darbe yapmalara kadar. Bae’nin durumu gibi.

Buna Türki Cumhuriyetlerde engel olmak için çıkarılan Rus- Ukrayna savaşı gibi.

Ancak baharın gelmesiyle çiçeklerin açması engellenemez.

Belki bazı soğuk vurması gibi sebeplerle, yanmalar olabilir.

Bu konuda Bediüzzaman tesbitlerinde;

“Evet, ben kendi hesabıma aldığım dersime binaen, ey İslâm cemaati, müjde veriyorum ki: Şimdiki âlem-i İslâmın saadet-i dünyeviyesi, bâhusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâmın terakkisi onların intibahıyla olan Arabın saadetinin fecr-i sadıkının emâreleri inkişafa başlıyor. Ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye’sin burnunun rağmına olarak ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-i kat’iyemle derim: İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak. Öyleyse, şimdiki kader-i İlâhî ve kısmetimize razı olmalıyız ki, bize parlak bir istikbal, ecnebîlere müşevveş bir mâzi düşmüş.”

“Zannetmeyiniz ki, ben bu ders makamına size nasihat etmek için çıktım. Belki buraya çıktım, sizde olan hakkımızı dava ediyorum. Yani küçük taifelerin menfaatı ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük, muazzam taife olan Arab ve Türk gibi hâkim üstadlarla bağlıdır. Sizin tenbelliğiniz ve füturunuzla biz bîçare küçük kardeşleriniz olan İslâm taifeleri zarar görüyor.” 

“Hususan ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Arablar! En evvel bu sözlerle sizinle konuşuyorum. Çünki bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadları, imamları ve İslâmiyet’in mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk Milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler. Onun için tenbellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk-elli sene sonra Arab taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeğe, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserîsinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlahiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşâallah nesl-i âti görecek.”[2]

MEHMET ÖZÇELİK

2-3-2022

[1] Amerikalı gazeteci 2000’e Doğru’ya an latıyor: “ABD, Türkiye i le l ran’ı savaştı rmak
istiyor.” 2000 e doğru dergisi.11-ekim-1992.

[2] bk. Hutbe-i Şâmiye.