KEMALİNİ BULMAYAN  OLAMAZ

KEMALİNİ BULMAYAN  OLAMAZ

Bir üst dereceye varamaz.

Nutfe yani bir sperm halinde iken kemalini bulmayan alaka yani kan pıhtısı, alakada mükemmelleşmeyen mudğa yani et parçası olamaz.

Mudğası yani et ile kemik kemale ermeyince de yeni bir insan vücuda gelemez.

Olmayan ölür.

Hayata gelmekle de her iş bitmiyor.

Hayatta da kemale ermeyen ve ulaşamayan, ahirette ve cennette kemalini bulamaz.

Nerede olur ve nereye varırsa, o oraya aid olur.

Kemal Cemalde ve Cemalde Kemaldedir.

Kemalini bulan insan kul olurken, bulmayan da kül olacaktır.

Kul olmayan ve Kemalini bulmayan Rabbiyle yol alamaz.

Onun verdikleri olmasaydı, benim aldıklarım olmazdı.

Benim aldıklarım ve alabildiklerim, Onun verdikleridir.

**************   

Bir şey ki eğer kendisinde O’na ait ve O’nunla ilgili bir şey varsa, artık o şey ebedidir. Ondan gelmiş, ona gitmektedir. O’nun çizeceği bir nokta, O’nun çizeceği bir çizgi üzerinde varlık ebediyen gider.

Bu da iki şekilde bilinir. Biri ilim ile, biri de teslimiyet…

Böylece insan kendisinde ona ait bir şey barındırmak ve O’nunla beraber isterse, o nokta ve o çizgi üzerinde olsun. Çünkü o kendisi Ezeli ve Ebedi olduğu içindir ki; onun yaptığı şey de evet artık onun için yokluk, bitme, tükenme durumu söz konusu değildir. Artık yokluk, ilim ve de kudretiyle vücut elbisesini giymiştir. Sadece bundan sonra olacak olan elbiseleri değiştirmektir.

Allah’ın varlığının sonu var mı ki, ona giden yolun sonu olsun.

Aslında Allah insanı ebediyen bilinmesi için yaratmıştır.

-Sonsuzda yürümek ve Sonsuz O’lan ile birlikte yürümek…

Sonsuza yürümek ve sonsuzca yürümek.

Sonsuza dek yürümek..

Sonsuz olanla yürümek..

Sonlanmadan yürümek…

**************

İnsaniyet ile hayvaniyet arasında ne kadar fark varsa, öylede belki daha fazla olarak İslamiyet ile şereflenmekle, ondan mahrum olmak arasında öyle fark vardır.

-Dünyadaki olumsuzluklar, insandaki duyguların tezahürüne sebeb oluyor.

Her şey madde ve maddeden ibaret değildir

*************   

İnsanoğlunun dünyaya gönderilmesinin birçok hikmeti vardır.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle; tavziftir. Yani önemli bir vazife ile vazifelendirilmiştir.

Esma-i ilahiyeye olan mazhariyet gibi. Aynı zamanda motoru yakmamaktır ve yine aynı zamanda trafoyu patlatmamaktır. Adeta alıştıra alıştıra, sindire sindire ve bir derece yerleştirme, yerleştirmenin içten dışa doğru bir büyüme içerisinde geliştire geliştire ve sonuçta Ebediyete, Sonsuzluğa insanı alıştırmak ve de onun zeminini oluşturmaktır.

-Allah kendinin insan gibi bir sanatını görmek istemesiyle beraber, sanatı olan insanın sanatını görmeyi de murad etmektedir.

-Halikını tanımak ve bulmak için dünyaya gelen yolcu.

Cennette yokluğu ve zıtların mevcudiyeti mevzubahis değil ki tam bilsin, tanısın ve bulma olsun. Çünkü kaybetmemiş veya kaybını netice verecek bir durum olmadığından marifetine tam vakıf olunamamaktadır.

Dünya zıtlıklar yeri olduğundan marifette derece katedilmiş oluyor.

-Öncesinde bizim olmayan ve sonrasında da bizde kalmayacak olan bir vücut ne kadar ve nereye kadar bizim sayılır?

-Ve insan bu aleme cennette olmayan ve bulunmayan bazı şeylerin onun tezahürü ve neticesi olan tecelliye vesile olan şeyler olmadığından dolayı dünyaya gelmiş. Mesela cennette açlık yoktur. Cennette rahatsızlık yoktur. Cennette rahmeti tezahür ettirip genişletecek zulüm yoktur. Açlığın durumunu anlayıp da tokluğun nimetini, rızık ile de Rahmani yani Rezzak isminin mana ve hakikati ancak  tam manasıyla burada tecelli eder.

Cenab-ı Hakk’ın sağlık ve şifa konusundaki bu dünyada her nevi hastalıkların ortaya çıkmasıyla, sağlığın ehemmiyeti, Şafi isminin tezahürü ve bunun büyük bir nimet oluşu ve anlaşılmasına vesile olmaktadır.

Buna benzer cennette bulunmayan birçok eksi durumundaki olan şeyler, bu dünyada karanlık ve haksızlık gibi olumsuzluğu ifade eden durumlar, cennette olmayan ve burada olduğu için de bunlar zıtları olan hakikat nurunu daha fazla gösterip, tecellinin tezahürüne daha fazla vesile olmaktadırlar.

MEHMET ÖZÇELİK

23/02/2022




BEDİÜZZAMAN…..

BEDİÜZZAMAN…..

ÜSTAD BEDİÜZZAMAN DOĞDUĞUNDA TALEBELERİNE ASRIN VEKİLİ MÜCEDDİDİ GELDİ DİYE MÜJDELEMİŞTİ…

“Bir asır evvelki müjde”

Şanlı Osmanlı döneminin son yılları… Bediüzzaman Said Nursi (r.a.) hazretlerinin dünyaya geldiği seneler. Yani yaklaşık bir asır kadar evvel Denizli’de büyük evliyadan Hacı Hasan Feyzi isminde bir zat, bir gün talebelerine:

“Bugün Kürdistan’da bir büyük evliya dünyaya geldi. Bu zat, zamanımızın sahibi, asrımızın vekilidir” diyerek müjdeler veriyordu.

İşte bu Hacı Hasan Feyzi’den sonra sıra ile yerine iki zat geçiyor. Aradan seneler geçtikten sonra, Bediüzzaman Said Nursî (r.a.) Hazretleri, Deniz’li hapishanesine gelince, aynı ismi taşıyan muallim Hasan Feyzi Efendi, birinci Hacı Hasan Feyzi’ye imtisalen üstadı arıyordu.

Hasan Feyzi ağabey, Üstadı yüz yüze görme muradına hapishaneden tahliyeden sonra vasıl olur. Üstadı otelde ziyaret eder. Haber verilen bütün sıfatları Bediüzzaman hazretlerinde görünce heyecanlanır. Vasiyette tarif edilen Zat’ın kendisi olduğunu, tabi olmak istediğini söyler. Hz. Üstad “Yok kardeşim ben o değilim. Galiba sen yanlış geldin” minvalinde cevap verir. Üstad’dan ayrılırken Üstad’ın eli Hasan Feyzi Ağabeyin başını mesheder ve maşallah diyerek sıvazlar. Ancak Hasan Feyzi Ağabey görüşmenin heyecanıyla başının sıvazlanmasını fark etmez.

Hasan Feyzi Ağabeye şeyhi şöyle demiştir: ”O Zat geldiğinde şu şu vazifeleri yapmak ister. (Mehdinin safha safha hizmeti var olduğunu mübarek şeyhi bildirmiş.) Fakat iman hizmeti her şeyin üstünde olduğundan iman kurtarmak vazifesini esas alır.”

Evet, Risaleler tamamen imani meseleleri ele alıyor. Bu müjde bu eserlerle tam ortaya çıkıyor. Risaleler şimdiye kadar görülmedik ve duyulmadık şekilde İmanın rükünlerini gündüz gibi izah ve ispat ediyor. Fakat müjdenin bakiyesi ve tescili için bizzat bir daha görüşmesi lazımdır.

Hasan Feyzi Ağabey, Üstad’a hitaben yazdığı “Esselamu Aleyküm ya müdriken lizalikez-zaman” başlıklı mektubunu Üstad hazretletine hapishanede gizlice ulaştırır. Şeyhinin İşaretleri Bediüzzaman’ın ahir zamanda beklenen Zat olduğunu göstermektedir. Geriye kalıyor Üstad’ın maşallah diyerek başını sıvazlaması. Hasan Feyzi Ağabey tekbir getirerek ayağa fırlar. Üstadın başını sıvazlamasını ve maşallah deyişini hatırlar. “Şeyhimin dediği gibi ben o değilim diyerek reddetti, o gelince senin başını sıvazlar, dedi öyle oldu, ben otelden ayrılırken Üstadın üç kere “maşallah, maşallah, maşallah“ deyip başını sıvazladığını hatırlar. O işarette tahakkuk etti. Heyecandan kalbi duracak gibidir. Arife bu kadar tarif yetmiştir. Yahu bu Zat kendini bana tarif etmiş. Şeyhimin haberi aynen çıkmış. Muhakkak O Zat; Bediüzzaman hazretleridir. Tekrar hızla Üstad’a gider. Üstad; “geldin mi Hasan, yine mi geldin!” diyerek tebessümle karşılar. O da Üstadın elini öpüp talebesi olur.

Hasan Feyzi Ağabey Şeyhlikten feragat eder. 70-80 kadar müridlerini toplar ve onlara “Bu tarikat meselesi benim için burada bitmiştir. Zamanın müceddidi buraya geldi, şimdi vazife O’nundur. Ben Şeyhimin vasiyetine uyarak O’na tabi oluyorum, O’nun hizmetini hırzı can ediyorum. Tarikatta kalmak isteyen kendisine şeyh bulsun, benim arkamdan gelmek isteyenler gelsin ve Bediüzzaman hazretlerine talebe olsunlar.

Şeyhlerinin şeyhine ve vasiyetine sadakatinden mest olan müridler de aynı sadakatle ve şevkle “peşindeyiz şeyhim” deyip şeyhlerini takip ederler.

Yıllardır tarikat dersini alan müritler, bütün tarikatlerden maksut hakaiki imaniyenin en yüksek mertebelerini kazandıran Risale-i Nurları okuyarak erişirler. Nur’un talebesi ve naşiri olurlar.

*****************  

Kastamonu şahitlerinden Hacı Ahmet Ataklı  Anlatıyor:

( Bu meseleyi Garzan Çayı kenarındaki köyünde, köylüler huzurunda anlatmıştır. )

Kastamonu başkomiserlerinden “Elyakutlu Hafız Nuri” diye bilinen şahıs, Üstad Bediüzzaman’a muarızdı; ona düşmanı gibi bakardı. Çok büyük bir kin ve garaz duyardı. Her fırsatta gelip Üstadı rahatsız eder, onun kıyafetine, hatta Arabî Kurân okumasına dahi ilişirdi. Bu kişi, gûyâ hafızlık okumuş…!

Bir gün Hz. Bediüzzaman’ın kaldığı eve gelip hiddetle bağırmaya başladı. Duyduğum kadarıyla şunları söyledi: “Molla Said! Bakıyorum da, Arapça Kurân’ı hiç elinden düşürmüyorsun. Seni her gördüğümde böylesin. Niye Latincesini okumuyorsun? Niçin sarığı çıkartmıyorsun? Neden şapka takmıyorsun? Demek ki, sen devleti tanımıyor ve takmıyorsun. Biz de böyle davrananlara ne yapacağımızı iyi biliriz, haberin olsun.”

Üstad, ona hiçbir şey demediği halde, o bağırarak tehditli konuşmaya devam etti: “Bak, sana söylüyorum Said-i Kürdî! Böyle kafa tutmaya devam edersen, o başındaki sarığı boynuna takıp seni dışarı çıkarır, çarşıda da seni dolaştıra, dolaştıra rezil ederim!”

Üstad, ona yine cevap vermek istemedi. Komiser, bir anda hiddete geldi ve kendini tutamayıp Üstad’ın üzerine doğru yürüme tavrını takındı. Onun bu mütecaviz tavrı karşısında, elinde Kurân bulunan Hz. Üstad, şunu söyledi: “Bana karışma, benden vazgeç.”

Başkomiser, Üstad’ın oturduğu sedire doğru giderken, ayrıca şunları sıraladı: “Bize, yani devlete ve kànunlara muhalefet ediyorsun. Bütün hocalar şapka giydi, sen hâlâ sarık bağlıyorsun. Onlar Latince Kurân okuyor. Sen yine eskisi gibi. Ben senden vaz geçmem, çekip gitmem, hatta gözüne bile ilişirim.”

Tam Üstad’a yaklaşmış ve başındaki sarığa elini uzatacaktı ki, Hz. Bediüzzaman, benim tarif etmekten âciz kaldığım acip bir tavır takındı ve o mânâlı gözlerle Komisere şöyle bir bakarak âdeta gök gürlemesi gibi şunu haykırdı: “Dur be münafık! Sen, bana ve Kurân’a hiçbir şey yapamazsın!”

Hepimizi ürperten Hz. Üstadın o halinden ve sözlerinden sonra, Komiser Nuri âniden karnını tutarak küt diye yere düştü. Karnı öyle bir sancılandı ki, bağırmasını duyan dışarıdaki polisler de hemen içeri daldılar. Yerden kaldırıp vücudunu kontrol ettiler. Kan akmış mı, yara-bere var mı diye baktılar… Sonra “Ne oldu? Birisi mi vurdu?” diye sordular. Biz de, kimsenin ona dokunmadığını, âniden sancılanıp yere düştüğünü söyledik. Alıp hastahaneye götürdüler. Durumu ağırlaşınca Ankara’ya doğru yola çıktılar.

Yolda iki-üç defa gel-git yaşamışlar. Ankara il sınırında sancısı geçiyor; vazgeçip dönünce Kastamonu il sınırında tekrar sancılanıyor. Refakatçi polislere şunu söylemiş: “Bağırsam da beni evime götürün. Biriniz de Molla Said’e gidip ‘Hocam affedin onu’ deyiversin.” Adamı evine götürürler. Sancısı alabildiğine şiddetlenir ve kısa sürede ölür gider.    Kaynak : Son Şahitler

*************   

 

Ziya Dilek Abi Anlatıyor

İnebolu’dan Üstad hazretleri’ni (Mehdi’nin gelip gelmediğini öğrenmek maksadıyla) ziyarete giden bir grup, Mehdî’ye layık birer asker olabilmek için daha önceden kararlaştırarak dededen kalma kılıçları da bileyleyip hazır hale getirmişler.

Onlar daha birşey demeden Üstad hazretleri şöyle demiş:

-Dededen kalma kılıçları yine yerlerine koyunuz, çünkü Mehdi’nin cihadı manevî olacaktır.

Siz O’nun ordusunda asker olmak istiyor musunuz?

Onlar da:

-Evet efendim, çok istiyoruz

Üstad da bunun üzerine:

-Feyzi! Ayetul Kübra nüshalarını buraya getir.

demiş ve gelen nüshaları ziyaretçilere vererek şöyle demiştir:

-Mehdi’ye asker olabilmek için bunu yazıp teksir etmeniz ve okumanız gerekiyor.

Bunları yaparsanız O’da sizi ordusunda kabul eder inşaallah☺

Daha ne desin?

Neyse, o gruptan birisi ilginç bir hadisden bahseder. şöyle ki:

“Deccal geldiği zaman, onun bineğinin kulakları fil kulağı gibi olacak ve ayakları yere yumuşak basacak (yani, dolu dizgin giden bir atın nalları gibi ses çıkarmayacak)

Ama hareket ederken hem gürültü çıkaracak, hem de kötü bir koku çıkaracak”

Üstad hazretleri tebessüm ederek şöyle tevil etmiştir:

-Kardaşım! Şu binilen otomobillerin kapıları açıldığında filin kulakları gibi olmuyor mu?

Ayakları hükmünde olan 4 tekeri yere yumuşak basmıyor mu?

Ve hareket ederken hem bir gürültü, hem de kötü bir koku (egzoz gazı) çıkarmıyor mu?

 

Bu harika tevili duyan grup, dua ve Ayetul Kübra nüshalarını alarak İnebolu’ya geri dönmüşlerdir.

*************  

Bir Mektup

Bir zamanlar Antakya’daki bir gençten şöyle bir mektup aldım.

 

    “Aziz Hocam,

    “Hocalarımızdan öğrendiğimize göre Allah Teâlâ Hazretleri bütün günahları affeder. Biz gençler de gençliğimizi yaşamak istiyoruz. Ben de bu kavle göre kırk yaşıma kadar ömrümün baharını yaşayacağım, sonra da kat’i bir tövbe edeceğim. Ölünceye kadar da ömrümü ibadet ile geçireceğim.”

    “Acaba böyle yapsam Cenab-ı Hak, benim kırk yaşımdan önceki günahlarımı affeder mi?”

Kendisine şu cevabî mektubu yazdı:

“Aziz kardeşim,

Elbette ki Allah Teâlâ her zaman affı sever, tövbe edenlerin hatalarını bağışlar. Bundan şüphe edilmez. Fakat kırk sene yaşayacağınıza dair elinizde ne gibi bir senet var? Malumdur ki, ölüm insana her zaman, her şeyden daha yakındır. Belki bugün, belki yarın, belki de bir an sonra gelebilir. Bunu benden değil Azrail Aleyhisselamdan sorman lazım.

Şu bir hakikattir ki, gaflet içerisinde nefs-i emmaresine mahkûm olan bir mümin, kırk yaşına gelinceye kadar sefahat içerisinde yaşamış olsa ve sonra herhangi bir vesile ile tövbe etse, elbette Cenab-ı Hak bu adamın tövbesini kabul eder. Fakat aklı başında, Allah’ı bilen bir genç, Cenab-ı Hak ile pazarlık eder bir surette sizin söylediğiniz gibi yaparsa, zannımca buna tövbe çok zor nasip olur.

Diyelim ki, kırk yaşına kadar yaşadınız, Cenab-ı Hak da tövbenizi kabul buyurdu. Hayatınızda yaptığınız fenalıklar Hukukullah’a ait ise Cenab-ı Allah dilerse bunları affedebilir. Şayet kulların hakkını çiğnemiş, namuslarını tahrip etmiş iseniz bunlar Cenab-ı Hakk’ın affına dahil olmuyorlar. Kaldı ki, bunlar ölünceye kadar da sizin vicdanınızı tazib edecektir.

İnsan her gün Cenab-ı Hakk’ın binlerce nimetlerine mazhar olur. Bu nimetlere karşılık şükretmesi gerekirken, nasıl olur da isyan etmeyi düşünebilir? Misal olarak, bir padişahın sarayında zevk ve sefa içerisinde yaşayıp, sayısız nimetlerine mazhar olan bir insan, nasıl olur da o şefkatli padişahına isyan edebilir ve onun gözü önünde saray ehline bir hainlik yapabilir? Dünyada bundan daha büyük bir cinayet olabilir mi? Aklı başında bir genç daima netice-i hayatını düşünmeli, akıbeti için endişelenmelidir.

İnsanın şan ve şerefi, sefahat ile değil edep ve fazilet ile kaimdir. Evet istirahat-i vicdaniye ancak ilim, irfan ve ubudiyet iledir.

Nefsanî arzular helal dahi olsa ânî ve fânîdir. Fakat aklın ve marifetin zevki bakîdir, ebedîdir. Saâdet-i kâmile, sürur-u daime marifetullah, muhabbetullah ve mehafetullahtadır. İnsanı faziletten başka hiçbir şey saâdet sarayına sevk edemez.

Dünyada huzurla yaşamak isterseniz, hayatınızı ubudiyetle, aklınızı marifetle, kalbinizi zevali mümkün olmayan bir zata rapt etmekle nurlandırınız. Tâ ki, kendinizi huzur-u kâmile ve daimenin kucağında bulmuş olasınız. Cenab-ı Hak lütuf ve inayetlerini, şehvetine mağlup olmuş fasıklara değil, faziletli insanlara ihsan eder. Sefahat içinde saâdet arayanların akıbetleri elbette ki felakettir.

Bu alemde herkes kendi cinayetinin cezasını çeker. Adalet-i İlahiye de daima kullarının fiillerine nazırdır; herkese ameline göre muamele eder. Hakikat bu ki, adaletin tecellisi şedittir. Evet suikast ile hile ile atılan bir ok sonunda sahibine rücu eder.

İnsanların önünde pek çok uçurumlar vardır. Bediüzzaman’ın seyrettiği şu manzara insanlar için ibret amiz bir derstir:

    “Gençlik Rehberi’nde izahı bulunan ibretli bir hâdisenin hülâsası şudur:

    “Bir zaman, Eskişehir hapishanesinin penceresinde bir cumhuriyet bayramında oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı. Birden manevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki: O elli-altmış kızlardan ve talebelerden kırk-ellisi kabirde toprak oluyorlar, azab çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş-seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar.. kat’î müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım.”

Şu halde, insanın akibetini düşünüp tedbir ile hareket etmesi aklın icabındandır.

Kardeşim, nasihatimi dinlersen: iffet ve namusunu hayatından daha mukaddes bil. Elinden geldiği kadar onun muhafazasına gayret et. O zaman hem dünyada hem de ahirette bahtiyar kullar arasında yer alırsın. Öyle bir zevke talip ol ki, hiçbir keder ile tahrip olmasın.

Akıl ve vicdan sahibi bir insan kendi şeref ve haysiyetini zir ü zeber eden, kalp aynasını lekelendiren ve karartan hallere girer mi? Şu fânî ve ani zevkleri ebedî azap ve felaketlere dönüştürür mü?

Mektubuma Hazret-i Ali Efendimizin, oğlu Hazret-i Hasan Efendimize yazdığı vasiyetnameden bir bölümle nihayet vermek isterim:

    “Nur-u aynım Hasan’ım! Sen benim hayru’l halefimsin. Şu vasiyetimi can kulağıyla dinle ve ona göre amel eyle ki, bu sana pederinin hayırlı bir nasihatidir.”

    “Oğlum, iyi düşün! Dünya lezzetleri seni aldatmasın. Onun nimetleri fânîdir, vizr ü vebali ise bâkîdir. Gayet ihtiyatlı bulun ki, nefs-i emmare seni aldatmasın. Dünyada her şey emanettir. Emanet olan şey geri alınır. Her şey fânîdir. Biter, tükenir. Âdemoğlunda ise yalnız kazanmış olduğu ibadetler, marifetler, faziletler kalır.”

    “Dünya kâbuslu bir rüya gibidir. Sahibini azap ve meşakkatler ile huzursuz eder. Bal gibi tatlı görünür, fakat içinde zehir vardır. Hasılı dünya, bilahare, nimetleri selb mihnetleri celp eder. Bir gaddardır ki, verir ama verdiğini geri alır. Ziynet-i zahiresine aldanma, haib ve hasir olursun…”

Malumdur ki, alemde her şey geçicidir. Binaenaleyh gençlik de seri’üz-zevaldir; sabah vakti açılan, akşam üstü çabuk solan bir gonca gibidir. Diğer bir ifade ile zaman, süratle cereyan eden bir nehir gibidir. İnsan hissetmeden ahirete doğru süratle gidiyor.

Bu yolda, insana dost görünen fasık insanların tatlı zannedilen sohbetleri ve eğlenceleri zehirli bir bal hükmündedir, yedikçe ruhunda tedavisi mümkün olmayan yaralar açar.

Çünkü iffet ve seciyesini kaybeden bir kimse şahsiyetini de kaybeder felaketten felakete sürüklenir. Nefs-i emmarenin kahrına uğrayan bir insan ilim ve marifet gibi ali maksatlardan mahrum kalır…”

*************  

SUAL:Namaz kılıyoruz ama niçin zevk alamıyoruz.

EL CEVAP:Şeytan,”şimdi huzur bulamadım,huzur bulunca ibadet ederim”diyenlere sevinir.

Daha ilk ibadette huzur elde edilmez.Huzur da,bir idman işidir.onun için huzur buluncaya kadar mücahede etmek lazımdır.

İnsan mucahede ederse iki sevap alır.

1.İbadet ettiği için.

2.Mücahede ettiği için.

Mehmet Feyzi  PAMUKÇU (R.H)

Derleyen

MEHMET ÖZÇELİK

 




HAYATTAN DERSLER…

HAYATTAN DERSLER…

Medine de bir şirkette elektrik teknisyeni olarak çalışan Allah dostu ve peygamber aşığı bir kardeşimiz işinin son günü sabah mesaisinde kendisine verilen teknik görevi tamamlayıp ayrılmak üzere iken Resulullahın SAV Ravzasında elektrik çarpması sonucu vefat etti ve Cennetü’l-Baki’ye defnedildi. Tabii ailesi zorunlu olarak Türkiye’ye döndü. O zaman 7 yaşında olan oğlu bugün ortaokul öğrencisi. Kompozisyon dersi ödevi olarak bir makale yazmış ve birincilik almış. İşte o Peygamber aşkını en derinden yaşayan bir yüreğin yansımaları…

 

BİR SENİ GÜNEŞİM, BİR BABAMI, BİR DE TERLİKLERİMİ BIRAKMIŞTIM GELDİĞİM YERDE. 

 

Bir ilkbahar gününde güller gibi kokan Medine’de dünyaya gözlerimi açmıştım. Doğduğum hastane senin Ravzanın hemen yanı başında olduğu için, duyduğum ilk koku senin bahçenin gül kokuları olmuş.

Babam gelip de daha kulağıma ezan okumadan, kulaklarım senin mescidinin ezan sesleriyle şereflenmiş. 40 günlük olduğumda ilk ziyaretimi de senin Hane-i Saadetine yapmışım. İlk adımlarımı senin Ravzandaki mermerlerinde atmış ve Rabbimle ilk buluşmamı, ilk secdemi senin mescidinde yapmışım. Hemen hemen yaptığım her ilkte sen varsın. Daha konuşmasını öğrenmeden seni sevmeyi öğrendim ben.

Belki seni çok tanımazdım ama, sanki bana çok çok yakınmışsın gibi severdim seni. Senin evini her ziyarete gelişimizde seni görmesek bile senin varlığını hisseder, evinden her ayrılışımızda hüzünlenirdik. Çocuklar evde sıkılınca babaları parka, eğlence yerlerine götürsün isterler. Biz Medine’de yaşadığımız sürece hiç babamızdan parka götürmesini istemedik. Bizim canımız sıkılmaz mıydı acaba hiç? Sanırım Medine’deki hiçbir çocuğun canı sıkılmazdı. Çünkü orada hiçbir yerde olmayan gül bahçesi ve bahçenin biricik Efendisi vardı. Bizim vaktimizin çoğu o bahçede geçerdi. Senin bahçenin mermerlerine ayakkabı

ile basamazdık. Yalınayak dolaşırdık mermerlerin üstünde. Kim bilir, korkardık belki de bahçenin güllerine basıvermekten. Yazın mermerler ayaklarımı yakardı. Olsun bu da bizim hoşumuza giderdi.

Babama sormuştum bir seferinde

-Babacığım neden Medine bu kadar sıcak diye.

Babam da

-Evladım Medine’de iki tane güneş var da ondan, derdi.

– Nasıl olur babacığım, güneş bir tane değil mi? derdim.

Babam gülerek

– Bak yavrum doğru, bütün dünyayı ısıtan bir güneş var ama bir de alemleri ısıtan ve aydınlatan güneş var. O güneş de Medine’de olunca sıcaklık iki kat oluyor.

Babamın bu cevabı hoşuma giderdi ve ısınırdım. Gerçekten de ayaklarımızı mermerler ısıtıyordu ama senin güneşin de, sıcaklığın da içimizi ısıtıyordu. Medine’den ayrıldığımızdan beri belki ayaklarımız ısınıyor ama içimiz bir türlü ısınamıyor. Çünkü güneşimizin en büyüğünü orada bırakmıştık. Ben güneşimi kaybetmiştim. Onun evine, bahçesine gidemiyordum artık. Gerçi ışığı ta buralarda bizi aydınlatıyordu ama içimi ısıtması için onun Ravzasında yalınayak koşmam lazımdı.

Evet, bahçende yürürken ezanlar okunurdu. Öyle güzel okur ki Medine müezzini ezanı, sanki Bilali Habeşi okuyor sanırsınız. Namaz kılmak için Mescide koştururduk, bilir bilmez. Babamın yanında namaz kılardık. Büyük sütunların altından gelen soğuk havadan saçlarımızı savurturduk. Zemzem bardaklarından güller yapardik. Namaz kılarken yanımıza usulca bir kedi sokulurdu. Babam ”incitmeyin sakın, onlar Ebu Hureyrenin kedileri” derdi, biz de inanırdık. Senin Mescidine kediler de girebilirdi. Sen çok iyi bir ev sahibiydin çünkü.

Çarşamba günleri hep Uhud’a giderdik. Senin çok sevdiğin amcanı ziyaret etmeye, o bizim de amcamızdı. Kardeşlerimle Ayneyn tepesine çıkar oradan Uhud’da yatan 70 şehide selam verirdik.

Uhud dağına her baktığımızda sanki orada seni görür gibi olurduk. Uhud’da senin Ravzanın kokusu gibi gül kokardı. Orası da ayrı bir gül bahçesi idi sanki.

İşte benim yedi senem ki en değerli en güzel yıllarım senin köyünde, senin gül bahçende, senin savaştığın yerlerde sanki yanımda sen varmışsın gibi seninle dopdolu geçti. Seni görmesem de seninle yaşamaya o kadar alışmıştım ki senin yanından ayrılırken sanki bir yanım, bir canım, bir parçam orada kalmıştı.

Buraları bana gurbet oluverdi. Elimde olsa hemen yanına koşar gelirim ama hep büyüyünce gidersin diyorlar. Ben sırf senin yanına gelebilmek için büyümek istiyorum. Senin yanına geldiğim zaman büyümüş bile olsam bahçendeki mermerlerde yalınayak dolaşacağım. Ta ki güneşin içimi ısıtana kadar. Senin hasretinden içim üşüyor. Belki hasretin herkesi yakar, beni de ısıtıyor işte. Çünkü benim ruhum doğduğumdan beri senin sevginle ısınmaya alışkın. Senin sıcaklığına o kadar muhtacım ki. Ne olur ben sana gelemesem bile sen beni hiç bırakma. Işığınla gecelerimize nur ol.

Sıcaklığınla bütün zerrelerimizi ısıtıver. Hani sana Medineyken komşuyduk ya, evlerimiz birbirine çok yakındı. Senin varlığın bize güven verirdi hep. Yine öyle ol, ara sıra da olsa evimizi şereflendiriver. Hem benim adım Nebi, aynen seninki gibi. Bu ismi bana seni çok seven bir dostun koymuş. Diğer adım da Muhammed, yine senin gibi. Bu ismi de canım babacığım koymuş. Buraya gelirken senin köyünde bıraktığımız babacığım.

Sana benzeyen bir yanım daha var. Ben de senin gibi babasız büyüyorum. Ben çok şanslıyım, sen bize asla yetimliğimizi hissettirmedin.

Medine’den ayrıldığımızdan beri sanki sen hep yanı başımızdaymışsın gibi hissediyorum.

Geceleri korkmadan güvenle uyuyorum hep. Seni tanıdığım ve seni sevdiğim için Rabbime binlerce kez teşekkür ederim. Babam senin köyünde kalmıştı. Biz babamın cenazesini gömerken ağabeyimin terlikleri babamın kabrine düştü ve orada kaldı. Ben o terlikleri çok kıskandım. Çünkü abimin terlikleri hep babamla kalacaktı. Babamı son ziyaret edişimizde bende kimse görmeden terliğimi babamın kabri üstüne gömüverdim. İşte şimdi benim terliğim de hep babamla kalacaktı.

Evet demiştim ya bir güneşimi, bir babamı, bir de terliklerimi bırakmıştım geride.  Babam ve terliklerim hep oradaydı, gelemezlerdi.  Ama güneşim hep yanımızdaydı. Yetimlerin efendisi, yetimlerini hiç ışıksız bırakır mı? Dünyanın bir ucuna gitmiş olsaydık bizi bırakmayacağını biliyordum.

Gözümüz gönlümüz seninle aydınlanır efendim. Ruhumuz, içimiz sıcaklığınla ısınır.

Bir gün sana gelişim geç bile olsa bana, Gül bahçesinin mermerlerinde yalın ayak koşmak ..

Ta ki aşkınla, sevginle bütün bedenim yanıp kavrulsun. Terliklerimi bıraktığım o güzel mabed son durağım olsun. Muhammed Nebi Doğanay. Esen Özer

*************  

Servetle, biz sanırdık, esbab-ı rahat artar.

Rahatla zannederdik, dilde süknet artar.

Bulduk bir ehl-i tahkik, sorduk hakikatinden,

Dedi; servetle gaflet, rahatla illet artar.   Hekim Ali Paşa

**************  

Sabah markette alışveriş yaparken portakal almaya gittiğimde biri 1.99 TL diğeri 3.99 TL olan iki farklı cins portakal gördüm. Biraz daha kaliteli olduğu için 3.99 olana gittim.  Yanımda benimle birlikte aynı portakaldan alan bir adam daha vardı.

 

Ben bir şey demeden “İçine ettiler memleketin” diye laf attı, cevap vermedim.

“Tarımı bitirdiler, şu fiyatlara bak.” dedi, yine cevap vermedim. “Marketler de şerefsiz, belediye satış yapmaya başlayınca hemen fiyatları düşürdüler” dedi, tebessüm ettim sadece.

 

Sonra birlikte kasaya doğru ilerledik. Kasadaki hanım, portalalı tartarken 1.99’luk olandan mı yoksa 3.99’luk olandan mı aldığını sordu. Adam pahalı olandan almasına rağmen 1.99 olandan aldım dedi.

 

Belki yanlışlıkla söylemiştir diye bekledim ama düzeltmedi. Beyefendi yanlış hatırlıyor herhalde, 3.99 olandan aldı dedim. Kıpkırmızı oldu.

 

Aldığı alacağı 2 kilo portakalda yapacağı sahtekarlıkla edeceği en fazla 4 lirayı kâr saydı zavallı. Belki de ne zorluklarla kazandığı paraya, kim bilir kaç kere böyle ufak ufak haramlar kattı.

 

Daha sonra otobüse bindim, adamın biri akbil bastı, yetersiz bakiye uyarısı verdi. Hiçbir şey demeden cüzdanından 5 lira çıkardı, şöföre verdi. O da hiçbir şey demeden para üstünü verdi. Şöförün kendi akbilini çıkarıp basmasını bekledim, yapmadı.

 

Belki unutmuştur diye 2-3 dakika sonra hatırlatmak için “Akbil basmadınız” dedim. Şaşkın şaşkın yüzüme bakıp “Niye?” dedi. “Otobüs ücreti aldınız az önce” dedim, “Eee?” dedi. “Onun içinde belediyenin alması gereken pay da var” dedim, “Akşama kadar direksiyon sallıyorum ben burda, bir de senle uğraşmayayım. Git işine” dedi.

 

Birkaç kuruşluk paraya, milyonlarca kişinin hakkına girme pahasına tamah etti zavallı. Akşama kadar İstanbul trafiğinde debelenerek kazandığı paraya kim bilir kaç kere böyle ufak ufak haramlar kattı.

 

Hakka girmek illa maddi bir şeyi çalmakla olmuyor. Metrodayım, yanımda ayakta duran hanımın hemen önündeki koltuk boşaldı. Kadın  oturmak için yere koyduğu poşetleri alırken 2-3 metre ötedeki bir adam fırladı ve koltuğa oturdu. Kadıncağız elinde poşetle kalakaldı.

 

Dayanamayıp “Hanımefendi oturacaktı oraya” diye müdahale ettim, “e oturmadı” dedi. “Fırsat vermedinizki” deyince kadın uzatmamak için “Tamam oturmayacağım önemli değil” dedi.

 

Belki de 10 dakika sonra kalkacağı koltuğa, sırf feysbuktaki komik videoları daha rahat seyretmek için tamah etti zavallı.

 

Bu hadiseleri gördükçe sebze meyve fiyatlarını manipüle eden komisyoncuları, stokçuları; 5 katlık ruhsat alıp 8 kat bina yapan müteahhiti; binanın kolonları kesildiği halde avantasını aldığı için göz yuman belediye denetçisini garipsemiyorum. Herkes kendi imkanınca bir şeylere tamah ediyor. Herkes imkanı elverdiğince zavallı…

 

Tepeden tırnağa her kademede, dünyalık şeylere tamah eden bir yozlaşma var. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyevi çıkar odaklı bir anlayış hakim.

 

Halbuki öleceğiz be abi. Belki 1 dakika sonra belki de en fazla 40 sene sonra bu dünyada olmayacağız ve insanı bu dünyada da ahirette de zavallı konumuna düşüren şeylerin hiçbirini yanımızda götüremeyeceğiz.

Bazen herkesin şikayet ettiği sorunlara, büyük büyük çözüm önerileri, acil eylem planları yapıldığını görüyorum. Bazısı çok mantıklı geliyor. Ama ölümü unuttuktan sonra hepsi pansuman nispetinde. Çünkü hiç ölmeyecek gibi dünyalık şeylere tamah eden toplum, en mükemmel yapısal düzenlemeler yapılsa dahi bir açık bulur. Alıntıdır.

*****************   

Çanakkale

Hacı Baba evde tesadüfen bulduğu Osmanlıca yazılmış anı defterini okuyunca göz yaşlarına boğulur. Ev halkını masanın etrafında toplayıp onlara da okur. Hacı Baba okudukça, masanın etrafındakilerin gözyaşları sel olur.

“Benim güzel kızım, evvela gözlerinden öperim. Bugün Temmuz ayının 14’üdür. Ramazan-ı Şerif’in ikinci günü. Şeyhülislam Ürgüplü Mustafa Efendi, fetva yayınlamış derler de, Çanakkale cephesinde harp eden askerin oruç tutmamasına ruhsat vardır. Lakin benim içim rahat etmedi. Gece nöbette, siperin önünde iki kök çiriş buldum. Allah’ın hikmeti, nasıl kalmış ise onca harabatın içinde… Onunla sahurumu yaptım, lakin kimseye söylemedim. Bütün gün yeni siperler kazmakla iştigal ettik. Bir kerecik bile susamadım. İftara doğru düşman, taarruzu arttırdı. İçimden ‘İftar etmeye fırsat kalmayacak’ diye geçti. Sonra komutanın emriyle bütün atışlar birdenbire durdu. Siperlerden birinden bir asker çıktı. Düşman taarruzuna aldırmadan ‘Allah-u ekber’ diye akşam ezanını okumaya başladı. Yanıma döndüm, elden ele dolaşan mataralar vardı. Bir yudum içen, yanındakine veriyor. En son bana geldi. Dudaklarım titredi. Ben de diyordum ki, bir tek baban oruçludur. Lakin bütün bölük oruçluymuş. İçime bir ateş düştü o an. Ben o iki çirişi yedim ya, bunca insan sahursuzken ben onları nasıl yedim? Ben şimdi gardaşlarımın hakkını nasıl öderim? Ezurumlu’nun, Darendeli’nin, iftarını yapmadan şehit düşen Yeniceli’nin hakkını nasıl öderim?” Masadaki herkes gözyaşı dökerken, Hacı Baba konuşmaya devam eder;

“Defteri nereden buldunuz bilmiyorum ama eğer sahibi yoksa, bunu herkesin görmesini isterim. İftarını, sahurunu yaptığımız Ramazan’ların kıymetini bilelim…

*************  

SULTAN 4. MURAD HÂN’IN FERÂSETİ

 

Bir gün Sultan 4. Murad Hân’a gelip subaşılardan birinin halktan rüşvet aldığını bildirdiler. Pâdişah hemen bir müfettiş görevlendirdi ve şikâyeti araştırmasını emretti. Müfettiş tam bir ay adamı tâkip ettiği halde suçüstü yakalayamadı, gelip durumu pâdişâha arz etti;

-“Pâdişâhım!… Zannedersem halk yanılıyor, şikâyet edilen Subaşı’nın rüşvet aldığına dâir bir işârete rastlamadım…” Pâdişah kaşlarını çattı;

-“Benim halkım yanılmaz. Sende ferâset yoktur.” Müfettiş;

–”Ferâset ne ola ki pâdişâhım?” dedi. Sultan Murad Hân şöyle cevap verdi;

–”Peygamber Efendimiz ( ﷺ ) buyuruyor ki; “Mü’min’in ferâsetinden sakının. Çünkü o Allah(ﷻ)’ın nûru ile bakar.” Ferâset üstün zekâ, bütün kabiliyetli bir anlayıştır. Hadi git…” Müfettişi görevlendirdikten sonra rüşvet aldığı iddiâ edilen subaşı’yı huzûruna çağırdı. Ona bir kese altın uzattı;

“Bunu al, sabah namâzında Ayasofya Câmii’ne git. Top kandilinin altında seni bekleyen fakire ver,” dedi.

Adam keseyi aldı, kuşağının arasına koydu ve izin isteyip pâdişâhın huzûrundan ayrıldı. Sabah namâzında Ayasofya Câmii’ne gitti… Pâdişâhın söylediği yerde kendisini bekleyen dilenci kılıklı adama keseyi uzattı. Adam keseyi aldı;

“Allah (ﷻ) pâdişâhımıza ve devletimize zevâl vermesin,” diye duâ ederek koynuna attı. Subaşı gittikten sonra keseyi koynundan çıkarıp saydı. Yalnızca beş altın vardı. Ertesi gün öğle üzeri halk rüşvetçi subaşının pâdişah tarafından yakalanıp cezâlandırıldığı haberini almıştı. Bayram ediyorlardı, bir belâdan kurtulmuşlardı. Müfettiş işi merâk etti. Kendisi bir ay peşinde dolaştığı halde bu adamı yakalayamamıştı da pâdişah bir gün içinde bunu nasıl başarmıştı? Huzûruna çıkıp sorunca pâdişah;

“Ferâset dediğin, işte budur,” dedi. “Adama verdiğim kesede elli altın vardı ama câmide bekleyen fakire sadece beş altın verdi. Demek kırk beş altını kendi cebine attı. Böylece haram yediği anlaşıldı.”

“Pâdişâhım! Kesede beş altın olduğunu nereden bildiniz?” Sultan Murad Hân güldü;

-“Câmideki dilenci bendim. Bir suçluyu yakalamak için yapmayacağım yoktur. Çünkü ben Allah(ﷻ)’tan korkarım…” Müfettiş pâdişâhın ellerini minnet ile öptükten sonra:

“Ferâsetin ne demek olduğunu artık anladım,” diye mırıldandı.

****************  

BİR LATİFE

Yozgat ‘da bir ilçeye kaymakam atanmış. Kaymakam yanına baş çavuşu alıp, köylülerle tanışmak üzere köy köy dolaşmaya başlamış. Köyün birinde, yolda kucağında yeni doğan eşek sıpasıyla giden bir köylüyü görmüş..

Kaymakam baş çavuşa dönerek ‘köylüye biraz sataşayım’ demiş. Baş çavuş kaymakamı uyarmış. ‘Bunlar lafta altta kalmazlar, dikkat edin’ dese de, Kaymakam ‘bir şey olmaz, ben yıllarca mektep okudum. Cahil bir köylü mü beni lafta yenecek’ demiş.

Arabayı durdurup köylüye yanaşmışlar.

– Kaymakam selam verip, ‘hemşerim, kucağına yavrunu da almışsın nereye böyle’ demiş.

  • Köylü, bir kaymakama, bir de baş çavuşa bakmış; “sıpayı mektebe yazdırmaya gidiyorum, efendim, okursa kaymakam, okumazsa baş çavuş olsun” demiş..

Derleyen

MEHMET ÖZÇELİK




ALGI

ALGI

Her şey algılarla başladı ve başlatıldı.

Türkiye hala algılarla yönetilmeye çalışılmaktadır.

Uzun süre şeriat, laiklik, irtica ile korkutuldu ve her türlü su-i istimalin yolları açıldı.

Algılarla yönetildik.

Özellikle Duyusal Algı:

Yani İşitsel algı – Daha yüksek çıkan seslerin diğer sesleri bastırması, işitsel algının en temel özelliklerinden biridir.

Mesela bize aid olmayan sözler ve kelimeler gibi. Mesela;

Rektör yani “Rector” Almanca’dan Türkçe’ye transfer edilmiş ve kilise görevlilerinden birinin rütbesini belirten isimdir. Bu da “Bölge Papazı”na karşılık gelen bir ifadedir. … Özellikle Anglikan ve Katolik kiliselerinin bazılarında rektörler vardır. İngilizcesi `rectorate` olarak geçer.

Ve mahalle Papazı anlamına gelen “dekan” kelimesi Almanca’dan Türkçe’ye “Türkçeleştirme” adı altında sokulmuştu.

-Önce dil bozuldu, sonra tarih.

Din ise bağlandı ve susturuldu.

Kıyamete kadar yazılacak ve anlatılacak bu dehşet ve vahşet bize asırları ve nesilleri kaybettirdi.

Nitekim bu memlekette 50 yıldır fakirlik edebiyatı yapıldı. Yani bazı şeyleri alamama, almama, sıkıntı, ekonomik sıkıntı gösterilerek Rusya’daki komünizm ve sosyalizm ve aynı zihniyette olan insanlar kendileri trilyoner hatta katrilyoner olurken ve çok rahatlıkla 100 milyarları elden çıkartıp, çok rahatlıkla refah içinde yaşar ve her imkana sahip olurken, maalesef başkalarının sırtından yükselmeye çalışmış ve sürekli fakirlik edebiyatı yapmışlardır.

50 yıl önceki  duruma göre bugün onca gelişmelere rağmen, bugünkü yapılan fakirlik edebiyatı da aynıdır.

Çünkü zihniyet değişmedi.

-Yine Ak Parti için, metal yorgunluğu, yorgunluk ifadesi bir aldatmacadır.Muhalefetin masum gibi görünen, sinsi oyunudur.

Sırf Sayın Erdoğan’ı yıkma amaçlı bir oyundur.

-Ve yine Fransa’da Cumhurbaşkanı adayı Melenchon, terör örgütü PKK lideri Abdullah Öcalan için yaptığı paylaşımda, “Öcalan 23 yıldır Türkiye’de tutuklu. Neredeyse Mandela kadar. Bu adil değil. Barış için Öcalan’ı serbest bırakmak gerekir” dedi.[1]

Ve de; Fransa Cumhurbaşkanı adayı Pecresse: Başörtüsü dini bir emir değildir.”[2]

Dinime dahleden bari müsülman olsa…

Hadsizz…

Ve yine; İslami bir şuura sahip olan, toplumun değerlerini ve tarihini bilen bir insan şu sözleri söylemez.“Ayasofya’nın camiye çevrilmesinin Kur’an’a aykırı olduğunu söyleyen İslamoğlu, “Kur’an’ın kabul etmediği bir eylemdir.” dedi.”[3]

Kendisini Kur’anında önüne geçiren bir hezeyandır.

Aslında İslamoğlu kendisiyle çelişen bir kişidir.

İçinin bulanıklığı durulmayan, çelişkili biri olduğunu ifadeleriyle de ortaya koymaktadır.

Tıpkı, daha önceki ifadesinde, “İslamoğlu yıllar önce kendisine Ayasofya sorusu sorulduğunda “Bir şehir kılıçla fetholunursa şehrin en büyük mabedi İslam mabedine çevrilir, bu egemenlik hakkıdır.” ifadelerini kullanmıştı.

Ve yine o günlerde yıllarca İslamcılığı savunmasının yanlış olduğunu ve ondan vaz geçtiğini söylerken, yarında bugünkü iddialarından zikzak çizip pişmanlık duymayacağı ne malum!?

“Oğur’un “En çok pişman olduğunuz ne var?” şeklindeki sorusuna İslamoğlu, “Bir dönemimi İslamcı olarak geçirmek” şeklinde yanıt verdi. 70’li, 80’li ve 90’lı yıllarda ‘İslamcı’ mahallede yer aldığı için pişmanlık duyduğunu ifade eden İslamoğlu, Milli Türk Talebe Birliği ve Akıncılar gruplarında yer aldığını hatırlattı ve ‘İslamcı’ diye nitelediği geçmişini “Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz” şeklinde tanımladı.”[4]

Belli ki aynı çürük hülya artarak devam etmektedir.

Bu zamanda,”Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler.”

“Batıla dalanlarla birlikte biz de dalardık.”[5]

“Âyetlerimiz hakkında dedikoduya dalanları gördüğün vakit başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir, uzaklaş. Şayet şeytan sana unutturursa hatırladıktan sonra (kalk), o zalimler grubu ile beraber oturma.”[6]

“Yine o gün birtakım yüzleri de keder bürümüş, hüzünden kapkara kesilmiştir. İşte bunlar kâfirlerdir, günahkârlardır.”[7]

MEHMET ÖZÇELİK

19-2-2022

 

 

 

[1] https://www.haber7.com/dunya/haber/3193923-fransiz-siyasetci-melenchondan-skandal-sozler-ocalan-serbest-birakilmali   

[2] https://www.trthaber.com/haber/dunya/fransa-cumhurbaskani-adayi-pecresse-basortusu-dini-bir-emir-degildir-656165.html

[3] https://video.haber7.com/video-galeri/204813-ilahiyatci-mustafa-islamoglu-ayasofyanin-camiye-cevrilmesi-kurana-aykiri

[4] https://www.trhaber.com/gundem/cubbeli-ahmet-hoca-dan-islamcilik-gecmisimden-utaniyorum-h32580.html

[5] Müddessir. 45.

[6] Enam. 68.

[7] Abese. 40-42.




DÜŞÜNDÜREN OLAYLAR

DÜŞÜNDÜREN OLAYLAR

 

02-02-2022 *ÇARŞAMBA

*********

Sarhoşun Biri Şarap Şişesiyle Caminin Önünden Geçerken Camiden Çıkan Bir Dervişin Dikkatini Çeker Ve Derviş Sarhoşa Derki:

 

-Birader Şu Şişeni Bana Versene !. Sarhoş Şaşkın Şekilde .

 

– Sen Yeni Camiden Çıktın Şarabı Ne Yapacaksın Be Adam ?

 

Derviş Derki : -Şarabı Caminin İçene Dökeceğim !

 

Sarhoş Hiddetlenir Kızğın Bir Şekilde : -Sen Nasıl Allah’ın Evine Şarap Dökersin Allah’tan Korkmazmısın Ben Kırkyıldır İçki İçerim Ama Böyle birşeyi Asla Yapmam .Şarabıda Sana Bu İş İçin Vermem Haydi Başka Kapıya Git. Beni Bulaştırma Ben Allahtan Korkarım .. Der.. Der Ama Dervişinde Tam İstediği Cevabı Bilmeden Vermiştir.

 

Derviş Taşı Gediğine Ustalıkla Koyar: -Be Adam Sen Şu Kul Yapısı Adına Cami Dedigimiz Taştan Topraktan Yapılmış Binanın İçine Saygından Şarap Döktürmezsin Ama Nasıl Olurda Allah-u Tealanın sana Rahmeti Ve Lutfu İle Emanet Edip Kendisine Kul Olup İbadet Etmeni İstediği Şu Mükemmel Ve Muazzam Beden Sarayının İçine Şarap Dökersin ?

*********** 

İSLAM İDDİA DEĞİL, SAMİMİYETTİR!

Murid:

“Şeyhimiz, ben gıda maddeleri satan bir tüccarım, fiyatların artacağı beklentisiyle satışları durdurdum, depom doldu hamdolsun.

Hırsızlık korkusuyla , depoya bir bekçi köpeği koydum; köpek arasıra bana sürtünüyor, bu necaset sayılır mı? Bundan nasıl temizlenebilirim efendim?”

Şeyh dedi ki:

“Evet, ortada bir kirlenme var, köpeğin senin pisliğinden ötürü gusletmesi gerekir. “Alıntı

***********  

Bir komutan yazmış ???? Siz oğlu şehit olan aileye

acı haberi vermeye gittiniz mi hiç?

Hayır mı? Dinleyin o halde;

Sabah daha mesaiye başlamadan yazılı bi emir düşer önünüze

Yukarı köyden Ahmet oğlu Mehmet şehit düşmüştür

Yarabbim dersin, dağa çıksam üç gün aç susuz kalsam da şu haberi vermesem.. Ama giyersin tören üniformanı,

birkaç Mehmetçikle birlikte, hastaneden gelen ambulansı

alırsın arkaya, düşersin yola.

Vatandaş da öğrenmiştir artık,

önde bir askeri araç,

arkada bir ambulans ile geliyorsa

bir eve ateşin düştüğünü.. Yaklaştığın her kasaba veya köyün buz kesildiğini hissedersin

İçinden geçip gittiğin her yer rahatlar..

Neyse varırsın köye.

Askerde evladı olan her haneden inceden bir sızının yükseldiğini,

“aman bizim eve doğru gelmesin” diye dua edildiğini duyar gibi olursun.. Bütün köy donmuştur adeta..

Herkes büyülenmiş gibi izler seni

Hangi eve gidilecek diye ıstıraplı bir merak sarar ortalığı..

Şehidin evine doğru yaklaşmaya başladığında, bahçedeki ihtiyarın büyülenmiş gibi sana baktığını, bacaklarının titrediğini,

 Elindeki bastondan güç alarak zar zor ayakta durmaya çalıştığını görürsün.

Ayakların geri geri gider.

Pencerelerde bir hareket başlar ve kapının önüne telaşla bir anne çıkar,

bir sana, bir arkanda yere bakan Mehmetçiklere, bir de ambulansa bakar. Sonra atar kendini yere.Oğlu daha toprak altına girmeden

o ana düşer toprağa..

Öyle bir vurur ki yere,

Zelzele oluyor sanırsın..

Konu komşu yığılır,

Bin feryat bin figana karışır,

Dersin ki kıyamet budur…

Kimi ana önce sana doğru koşar, ellerine sarılır,

son bir umutla yüzüne bakar, “Yaralı değil mi komutan?” der;

Başını öne eğer, hiçbir şey diyemezsin.

Dizlerinin bağı çözülür, çökersin anayla birlikte yere, o ağlar sen ağlarsın..

Hemşire elinin titremesinden,

gözünün yaşını silmekten

sakinleştirici iğneyi yapamaz bile..Baba..

Fidan gibi evlatlarını vatana feda eden o babalar..

Sicim gibi gözyaşları dökülürken gözünden, acıya garkolmuş bir gururla, “Vatan sağ olsun, vatan sağ olsun

şehit babasıyım ben” dediğini duyarsın

Kimi içine akıtır gözyaşlarını,

kimi de donar kalır.. Kimi günlerce konuşamaz,

Kimi dua eder, kimi beddua..

Kimi kendi saçlarını,

kimi saçlarımızı yolar,

ne şapka kalır başınızda

ne rütbe omuzlarınızda, söker atar..

Asıl büyük kıyamet bir iki gün sonra kopar. Gerçekle yüzleşme günüdür..

Bu sefer cenazeyle birlikte varırsın köye Tören mören hak getire..

Köylü alır şehidini omuzlarına,

yer yerinden oynar,

ne protokol kalır ne düzen..

Kimi “Evladımı en son haliyle hatırlamak istiyorum” der,

görmek istemez naaşını…

Kimi de illede “Göreceğim” der,

Gösteremezsin ki;

Ya yüzü yoktur ya bacağı.. Yanımızdaki bi üsteğmen yada yüzbaşı

elinde daha önce de okuduğu,

sadece isim hanesi değiştirilmiş standart metni okur,

“Kanı yerde kalmayacak” diyerek,

bitirir konuşmayı..

Tabuta sarılı analar, babalar, bacılar, gardaşlar duymaz bile bunu,

duysa da inanmaz.. Sonuç olarak; Orada bir mezar,

bir bayrak, bir ana, bir de baba kalır..

Her gün daha da duyarsızlaştırılan

toplumumuzda akşam 45 saniyelik haber olarak izlersiniz siz de…

 

*********  

Hz. İsa Mehdi midir?

Yazar: Mehmed Kırkıncı,

Hizmet maksadıyla Ankara’ya gitmiştim, mevsim kıştı. Bayram Ağabey o zamanlar Ankara’da Hacı Bayramda “27 Numara” diye bilinen medresede kalıyordu. Kendisine misafir oldum. Ankara’da birkaç gün kaldıktan sonra Bayram Ağabey bana, buraya gelmişken bir de “Konya’ya gitsek” teklifinde bulundu. Birlikte yola koyulduk. Konya yolculuğumuzda bir ara bana şu soruyu sordu:

 

“Bazı kardeşler Mehdi’nin Hazret-i İsa olduğunu zannediyorlar. Siz buna ne dersiniz?”

 

Ben de böyle bir anlayışın itikadî yönden tehlikeli olduğunu kendisine anlattım.

 

“O halde tehlike büyümeden bir tedbir almamız lazım. Ankara’ya döndüğümüzde ben bu konuyu derslerde açayım. Siz de cemaate izah edin.” dedi.

 

Ankara’ya döndüğümüzde rahmetli Bekir Ağabey de 27 Numaraya gelmişti. Bayram Ağabey, Bekir Ağabeyin yanında bu mevzuu açtı. Bekir Ağabey:

 

“Hocam, dedi, İsa’dan başka Mehdi yoktur.” hadis-i şerifini nasıl anlayacağız? İlk bakışta bu hadisten Hz. İsa ile Mehdi’nin aynı şahıs olduğu zannediliyor. Halbuki Risale-i Nur’dan öğrendiğimize göre, her asırda büyük mehdinin vazifesini görecek mehdi-misal zatlar geldiği gibi ahir zamanda da mehdi-i azam gelecek ve en büyük bir tecdit hareketinde bulunacaktır.”

 

Kendisine şöyle cevap verdim:

 

“Ben bu hadisi Kütüb-ü Sitte’den olan Sünen-i İbn-i Mace’de görmüştüm. Muhaddisler bu hadis-i şerife şöyle mana vermişler:

 

“Buradaki mehdi kelimesi şahıs değil sıfattır. Yani Peygamberimiz’den sonra hidayet sıfatına kemaliyle sahip olan zat Hz. İsa’dır. Çünkü birçok insanın hidayetine o vesile olmuştur. Ahir zamanda gelecek Mehdi-i Azam ise Peygamberimizin evladından bir zattır. Ve ahir zaman fitnesinin en dehşetli olduğu bir zamanda, bu ümmetin imdadına koşacak ve onların hidayetlerine vesile olacaktır. Bu hususta pek çok hadis-i şerif vardır. Ahir zamanda gelecek Hz. Mehdi ile Hz. İsa’yı bir kabul etmek hem büyük bir hata hem de itikadi yönden büyük bir tehlikeder.”

 

Gerçekte Mehdi olmayan bir mürşide Mehdi demenin şer’an bir mahsuru yoktur. Ama, Hz. İsa (as.) meselesi böyle değildir. Peygamber olmayan bir kimseye peygamber demek insanı küfre götürür. Onun için bu konuda çok dikkatli olmak gerekiyor. Böyle hatalara düşenleri ikaz için şu hususları nazara vermekte fayda olur zannederim:

 

Bir defa ahir zamanda gelecek Mehdi, Peygamberimizin (asm.) evladındandır. Peygamberimiz bir hadis-i şerifinde

 

“Mehdi benim neslimdendir. Fatıma’nın evlatlarındandır.”

 

buyuruyor. Şu halde Mehdi’nin anne ve babası bellidir. Yani Mehdi babasız dünyaya gelecek değildir. Annesi de Hz. Meryem değildir.

 

Kanaatimce Hz. İsa (as.), Hristiyanlığın ıstıfasında yani safiyete erişmesinde, teslisten kurtulup tevhide ulaşmasında vazife görecektir. Onun için Hz. İsa’yı İslâm aleminde değil, Hristiyan aleminde aramak gerekir.

 

Yine Üstadımız, onun gelişini herkesin bilemeyeceğini, ancak yakınlarının onu tanıyabileceklerini haber veriyor. Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî Hazretleri, “Hz. İsa’nın Hristiyan ruhanileri arasında bir âlim olarak faaliyet göstereceğini” söylüyor. Mehdi ise irşat faaliyetlerini İslâm aleminde sürdürecektir.

*************  

GÖNENLi MEHMET EFENDİ ANLATIYOR:

 

* ‘Yâ Rabbi! Bu zâtın bende (Bediüzzaman hazretlerinin) hiç kısmeti yok mu? diye düşünürdüm. Evime davet ediyordum, gelmiyordu. Devamlı olarak ‘Söyleyin Hafız Mehmet’e, Sakın sakın yanıma gelmesin’ diye hocalarla haber gönderiyordu.

 

Bir Kurban bayramındaydı. Sabah namazından sonra kapı çalındı. ‘Muhammed kardaşım! Muhammed kardaşım!’ diye bir ses çağırıyordu. Kapıya çıktım.

 

Baktım ki Üstad. Boynuma sarıldı ve ‘Sen Kur’ân’a çok hizmet ediyorsun. Benim yanıma gelenleri çok tâciz ediyorlar. Seni tâciz etmemeleri için, benim yanıma gelmesin, diye haber gönderdim’ dedi.

 

Yanında talebeleri de vardı. ‘İstanbul’da hiçbir kimsenin evine gitmemeye karar vermiştim’ dedi. Yanındaki talebeye işaret etti. ‘Ver kabımı, kısmetimi versin’ dedi. Keramete bakınız. Daha önce ‘Bu zatın kısmeti yok mu?’ demiştim ya. Kısmetini almaya gelmişti. Evde yumurta tatlısı vardı. Ondan verdim. (Not: Arif Pamuk’a göre bu tatlı helva imiş ve o Üstadın en çok sevdiği tatlının helva olduğunu söylüyor.)

 

“Orada dedi ki: ‘Bir Müslüman bir beldede bulunduğu sırada bayram olsa, oranın din büyüğünü ziyaret etmek ona vâcibdir. Madem ki bu kardaşımız Hazret-i Kur’ân’a hizmet için ortaya çıkmış. Ben de onu bu beldenin şeyhülislâmı kabul ederek ziyarete geldim’ dedi.

 

İşte böyle geçti aramızdaki konuşmalar. Elhamdülillâh. Allah şefaatine nail eylesin. Ona çok şey borçluyum. Cesaret ve kuvveti kendisinden aldım.”

—————–  

MEĞER HEPSİ ORUÇLUYMUŞ

 

 105 Sene Evvel Çanakkale Siperlerinde Bir Mektup:

 

“Benim güzel kızım, bugün Temmuz 14, Ramazan’ın ikinci günü.

 Şeyhülislam oruç tutmayabilirsiniz diye fetva yayınladı.

Ama benim içim rahat etmedi. Oruca niyetlendim.

Sahur vakti çalıların arasında iki kök çiriş (pırasadan daha küçük bir ot) buldum.

Onlarla sahur ettim.

Gündüz yeni siperler kazdık. Hiç susamadım.

Taarruz arttı. Kafamızı çıkaramadık.

Akşam olunca bir asker ezan okudu.

Siperin içinde matara elden ele dolaştı.

Herkes orucunu su ile açtı.

Ben zannettim ki sadece ben oruçluyum.

Meğer bölüğün hepsi oruçluymuş.

Matara en son bana geldi.

Geldi ama ben kendimden utandım.

Arkadaşlarım hepsi sahursuz oruç tutmuşlar.

Ben ise iki çirişi yediğim için arkadaşlarıma karşı kendimi mahcup hissettim.

O gün oruçlu şehit olan Erzurumlu, Tokatlı, Sivaslı, Memleketimizin  her yerinden  şehit olan arkadaşlarımın  hakkını nasıl öderim diye gözyaşı döktüm…”

***********   

99 KURALINI HİÇ DUYDUNUZ MU?

Padişah vezirini huzuruna çağırarak sorar:

-“Bana hizmet eden hizmetçimin hayatta benden daha mutlu olduğunu görüyorum, Acaba sebebi ne ola ki? Hâlbuki onun hiçbir şeyi yok. Ben ise padişahım, her şeyin sahibiyim, ama onun kadar huzurum ve keyfim yok…”

Bunu işiten vezir cevap verir: “Ey padişahım, sen ona 99 kuralını uygula!”

Padişah “Bu kural nedir?” dedi.

Vezir “Gece bir torbaya 99 altın koyup kapısına bırakalım ve üzerine de ‘Bu 100 altın sana hediyedir’ yazıp sonra kapısını çalalım ve olanları izleyelim…”dedi.

Padişah vezirin tavsiyesine uyarak o gece “Bu 100 altın sana hediyedir” yazılı altın kesesini evinin önüne bıraktırır…

Hizmetçi kapıyı açar, sağına soluna bakar ve keseyi alır. Heyecanla altınları sayar, lakin bir tane altının eksik,mutlaka bir yere düştü” diyerek çoluk çocuk kayıp altını aramaya koyulur. Gece boyunca kayıp altını ararlar, bakmadıkları sokak yoktur. Hatta boş araziler ve sokaklardaki eşyaların bile altlarına bakarlar. Ama nafile… Eksik altını bulamadıkça baba, çocuklarını azarlar hatta bir ara onlara saldırır hâle gelir…

Ertesi gün olur; sabah, hizmetçi kederli, düşüncelidir.

Çünkü bütün gece uyumamış kayıp altını aramıştır. Suratı asık, keyifsiz, her hâlinden şikâyetçi bir tavırla padişahın huzuruna gider. Böylece Padişah 99 kuralının anlamını öğrenmiş olur…

Aynen hayat da böyledir. Kimi zaman Allah’ın bize ihsan ettiği 99 nimeti unuturuz. Sonra hayatımızı o kayıp bir nimeti aramakla geçiririz.

Gelin biz doksan dokuz nimetin tadını çıkarıp günümüze ve sahip olduklarımıza şükür edelim.

Şükür nimeti ziyadeleştirirmiş…

**************  

Barış Manço, Fransa’da bir televizyon kanalının canlı yayınına konuktur.

Karşısında küstah bir spiker vardır ve Barış Manço’yla dalga geçmektedir.

Sürekli “İşte Türk, yani barbar, vahşi” vs. demektedir. Barış Manço daha fazla dayanamaz ve spikere “Yanınızda kâğıt para var mı?” diye sorar.

 

Bu soru spikeri şaşırtır ve “Evet var ama ne olacak?” der. Barış Manço ısrar edince spiker cebindeki kâğıt paraları çıkarır.

Bu olaydan az önce Barış Manço canlı yayında “Anahtar” adlı şarkısını söylemiştir. Bu şarkının bir bölümü şöyledir: “Beş Akif-bir saat kulesi, iki kule-bir Fatih, beş Fatih-bir Mevlana, iki Mevlana-bir Sinan”…

 

Bu şarkı bir matematik sorusudur ve şarkıda adı geçen kişiler o dönemde Türk paralarının arkasında fotoğrafı olan kişilerdir…

Barış Manço spikere sorar: “Bu paranızda fotoğrafı olan kişi kimdir?” Spiker, “General” der. Barış Manço diğer paralardaki kişileri de sorar.

 

Spikerin verdiği cevaplar hep, “Falanca general, falanca amiral, falanca komutan” şeklindedir…

Bu sefer Barış Manço cebinden Türk paraları çıkarır. Spikere şöyle der:

 

“Bakın bu parada fotoğrafı görülen kişi Mehmet Akif Ersoy’dur, kendisi büyük bir şairdir. Bu fotoğraftaki kişi de Mevlana’dır, bir düşünürdür. Bu paradaki kişi Fatih Sultan Mehmet’tir, adaletin sembolüdür.

 

Bizim paralarımız işte bunlar. Biz Türkler ince ruhlu, kibar, medeni insanlar olduğumuz için paralarımızın arkasına şairlerimizin, düşünürlerimizin, bilim adamlarımızın fotoğraflarını bastık.

 

Siz Fransızlar asıl kendiniz barbar, vahşi olduğunuz için paralarınızın arkasına hep savaş yapan adamlarınızın fotoğraflarını basmışınız!”

 

Barış Manço’nun bu müthiş cevabından sonra televizyon yöneticileri canlı yayını keserler ve spikeri programdan alırlar. Başka bir spiker gelir ve canlı yayın yeniden başlar. Yeni spiker Barış Manço’dan ve Türkler’den özür diler, programa böylece devam edilir…

*************   

DOKTORUN KALBİ Mİ !

İNEĞİN KALBİ Mİ !

 

وَاسْتَع۪ينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلٰوةِۜ وَاِنَّهَا لَكَب۪يرَةٌ اِلَّا عَلَى الْخَاشِع۪ينَۙ

Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin. Şüphesiz bunlar, Allah’a huşû ile boyun eğenlerden başkasına ağır gelir.

Bakara Suresi 45

********

(Mehmet Kırkıncı Hoca İle doktor arasında geçen namaz sohbeti)

 

Doktor:

“Hocam, Cenab-ı Hak bana öyle temiz bir kalp ve öyle güzel bir ahlâk vermiş ki, ben bu halimle namaz kılmayı gerek görmüyorum.”

 

Mehmet Kırkıncı Hoca:

1-

“Sen vaktiyle bana babanın Bursa’da, günde 30 kilo süt veren bir ineğinin olduğunu söylemiştin.

Bence o ineğin kalbi senin kalbinden daha temizdir.

Sen her ne kadar kötü bir şey yapmıyorsan da kötü şeyleri biliyorsun.

FAKAT İNEĞİN KALBİ, KÖTÜLÜK DİYE BİR ŞEYİ DE BİLMİYOR.

Eğer cennete gitmenin yolu kalp temizliği olsaydı cennete evvela inekler giderdi.”

 

2-

Senin kalbin peygamberlerin, evliyaların, asfiyaların kalplerinden daha temiz olamaz.

Eğer namaz senin dediğin gibi, kalbi temiz olanlardan sakıt olsaydı; bu zatların hiçbirinin namaz kılmaması gerekirdi.”

 

3-

“Bu beş vakit namazda, Cenab-ı Hakk’ın kullarına öyle bir lütfu var ki, Cenab-ı Hak bize “Her gün beş defa huzuruma gelin, dertlerinizi bana anlatın, arzularınızı bildirin.

Çünkü ben nihayetsiz nimetlerimin hepsini sizin için hazırlamışım.

Siz isteyin, ben vereyim. Düşmanlarınızın şerrinden, nefsinizin şerrinden sizi ancak ben muhafaza ederim.” diyor.

 

“Bir padişah seni günde on kere çağırsa büyük bir iftiharla, koşa koşa gidersin. Usanmazsın.

Fani bir padişahın yanına bu şekilde seve seve gittiğin halde, “kalbim temiz” gibi bir bahane ile

CENAB-I HAKK’IN HUZURUNA GİTMEMEKTE NASIL DİRENEBİLİRSİN ?!.”

 

Mehmet Kırkıncı Hoca (rh.)




ÜÇ   AYLAR   VE   REĞAİB   GECESİ

 

ÜÇ   AYLAR   VE   REĞAİB   GECESİ

 

Evvela mübarek üç aylarınızı ve Reğaib gecenizi tebrik eder, siz değerli okuyucularımıza ve tüm İslam alemine hayırlar ve bereketler getirmesini dilerim.            

 Mübarek üç aylar ve onların içerisinde barındırdıkları Mübarek Geceler; müslümanların aleminde manevi birer atmosfer oluşturmaktadırlar.

Sıkıcı bir atmosfer içerisine giren insan sıkılır. Bunun gibi de ferahlı ve rahat, Rahmet atmosferi altında bulunan kimse de o nisbette huzur bulur. İşte bu aylar (Receb-Şaban-Ramazan) huzur ayları, bu gecelerde huzur geceleridir.

Nasıl ki Cenâb-ı Hak; hararetle su bekleyen, suya susamış, susuzluktan çatlamış toprağa sünger gibi bulutlardan Rahmetini indirip toprağın imdadına koşturuyorsa, bunun gibi de; maneviyata susamış, bunalmış bir milletin ve milletlerin her düzeydeki ferdine de manevi rahmet feyzini akıtmakta, onları teskin etmektedir. Fasıkı da, kafiri de o rahmetten istifade etmektedir. Her ne kadar sıkılmaya çalışsa ve istemese de… Yağmurdan rahatsız olan ve zarar gören tenbel insanın kendisinden kaynaklanan bir eksikliğinden dolayı her ne kadar zarar görse de, dolaylı olarak o zarardan daha fazla fayda görmekte, bolluğa neden olmaktadır. O yağmur yine rahmettir.. yine rahmettir.. Ramazanda dolaylı her kes için bir rahmettir.

Yağmur rahmeti yanında yer yüzünü de pisliklerden ve çör-çöpten temizler. Bu rahmet ayı ve gecelerde insanları manen günah kirlerinden temizler ve arındırır. Mü’mini cennete ehil olacak hale getirir.

Rahmet ayı ve gecelerin cehennem ve azabından farkı; insanı eziyetsiz, cezasız, temiz ve pak kılmasıdır. neticede her ikisi de temizler.

Nitekim bir mü’mini bozuk yerlerin havası nasıl rahatsız eder,kaçmaya çalışırsa,o bozuk havaya alışmış ve kendini alıştırmış bir insanı da –manevi yönü kapalı olduğundan- rahatsız edici gibi olsa da,yine dolaylı olarak onun Rahmetinden istifade eder.

Yılın belirli zamanlarında fuarlar, haftanın belirli günlerinde pazarlar kurulur. İnsanların umumi istifadesine sunulur. İnsanlar senelik veya haftalık ihtiyaçlarını, bazen de ömürlük kazançlarını buradan temin ederler.

Üç aylar ve gecelerde böyledir. İnsanların ebedi hayatlarına lazım ihtiyaçlarını temin ettikleri bir fuar, bir Pazar ve bir sergidir. Zad-ı ahiret buralarda, bu zamanlarda tedarik edilir.

Kimini hayra teşvik eder, kimini kemâlâta uruç ettirip, çıkarır. Kiminin beraetine vesile olurken, kimine de seksen senelik bir ömür mahsulatı içerisinde kazanılacakları kazandırır.

O halde insan nerede çok kalacaksa yatırımının da çoğunu oraya yapmalıdır. Anne karnında pek uzun müddet kalmayacağımızdan dolayı oraya yatırım yapmadık ve yaptırılmadı. El-ayak-gözler burası için verilmişti. Ora için değildi.

Bize verilen hayat ki; bu kısa dünya hayatı için değildir. İçerimize yerleştirilmiş olan bu manevi duygular ki; bu maddi, kesif ve dar olan alem için değildir. Belki baki ve ebedi bir alem içindir.

Teşbihte hata olmasın; Devlet ve iş damları senenin belirli zamanlarında ve aylarında belli yerlere ve işlere yatırım yapar, işini kurar ve çalıştırır.

Bu mübarek aylar ve gecelerde manevi ticaret ve yatırımların yoğun olduğu aylardır. Geri kalmak hatadır. Böyle bir hataya düşmemek gerek. Yüzümüzü ve nazarlarımızı dünyadan ukbaya,ebedi ahiret hayatını netice verecek hakikatlara çevirmeliyiz.

 

RECEB         AYI

Üç ayların İlk olan Receb ayı, aynı zamanda arabi ayların yedincisidir. Ta’zim ve Tebcil etmek anlamınadır.

Hadiste:”Receb şehrullahdır. Şaban benim ayımdır. Ramazan ise ümmetimin ayıdır.” buyurulmuştur.

İbni Abbas’dan nakledildiği üzere:”Rasulullah (SAM) Receb ayında bazı yıllarda öyle oruç tutardı ki biz,(galiba) hiç yemiyecek (ayın her gününde tutacak) derdik. (Bazı yıllarda da öyle) yerdi ki biz, (galiba) hiç tutmayacak,derdik.”der. Bununla bu ayda tutmanın mendub [1] olduğunu söylemiş, emretmemiştir.[2]

Müşriklerce de haram ay olan Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb ayları kutsal sayılırdı.” Bu dört ayın haram edilmesi, İbrahim ve İsmail Aleyhimus Selam’dan intikal etmiş adeti seniyyedir.

“Ey iman edenler! Bu dört ayda (nefsinize) zulmetmeyiniz. Çünki, bu aylarda işlenecek güzel amellerin sevabı diğer aylardan fazladır. Ve bu aylarda işlenecek kötülüğün cezası da öteki aylardan daha büyüktür.”[3]

Peygamberimiz halası oğlu Abdullah bin Cahşı, Bedir savaşından iki ay önce bir müfrezeyle Kureyş kabilesinin kervanını gözlemek üzere gönderdiğinde, onlar Mekke ile Taif arasında bulunan Batn-ı Nahl denilen yere vardılar.

Üç kişilik bir kervanla karşılaşıp, birini öldürüp, ikisini esir alarak peygamberimize getirdiler. Bunun üzerine müşrikler:”Muhammed haram ayları,içinde korkanların bile emin olduğu kutsal ayları helal sayıyor ve o ayda kan döküyor.”dediler. Peygamberimiz o sahabelere:”ben size haram aylarda savaşmanızı emretmedim.”buyurdu.

Abdullah bin Cahş ise:”Ya Rasulallah,biz İbnül Hadramiyi öldürdük. Sonra akşam olunca Receb ayının içinde mi Cumadel ahire ayı içinde mi öldürdüğümüzü anlayamadık.dedi. Cenâb-ı Hakkın hükmü beklenildi. Bunun üzerine inen ayette:

“Sana haram o ayı,ondaki muharebeyi sorarlar. De ki:”O ayda muharebe etmek büyük günahtır;Allah yolundan men etmek,onu inkar etmek,Mescid-i harama gitmelerine mani olmak,onun halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyüktür. Fitne,katlden de beterdir. Kafirler,güçleri yetse,sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam edeceklerdir. İçinizden kim dinden dönerse,kafir olarak ölürse,o gibilerin yaptığı (iyi) işler dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Onlar cehennem yaranıdırlar. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar.”[4]

Ayeti ile müşriklerin yaptıklarının daha şiddetli olduğu ifade edilmektedir.

Ve bu ayet cumhuru ulemaya göre de:”O müşrikleri,onları nerede bulursanız öldürün.”[5] Ve “Müşrikler sizinle nasıl top yekun harb ederlerse sizde onlarla top yekün harb edin.”[6] ayetleriyle de neshedilmiştir.[7]

Ve”Haram ay,haram aya bedeldir. Hürmetler karşılıklıdır. Onun için kim sizin üzerinize saldırırsa sizde,tıpkı onların size saldırdıkları gibi,onlara saldırın.”[8] âyetiyle de müdafaanın caiz olduğu bildirilmiştir.[9]

Zira onlar ve onların devamı olanlar her an savaş ve fitne üzeredirler. Böylece:”Yahudi ve hristiyanlar,sen onların dinine girmedikçe senden razı olmazlar.”[10]hükmünce de,onların dinine girme söz konusu olmayınca da bu durum kıyamete kadar da geçerlidir,fitne de onlardan eksik olmaz.

                                               

REĞAİB   GECESİ

Reğaib:”çok istenilecek şeyler,hediye,atiyye,çok rağbet olunan şeyler,bol bol ihsan etmek.”[11]anlamlarına gelir.

Bu gecede Allah’ın rahmet,bereket ve ihsanının kullarına bol bol verilip,böyle atiyye ve ihsanlara karşı da insanların bigane kalmayıp rağbet etmeleri gerektiği içindir ki,bu ad verilmiştir.

Yapılması Müstehab olup,Peygamberimizden rivayet edilen bir hadiste:”Kim ki Recebin ilk Perşembe günü oruç tutar sonra akşam ile yatsı veya yatsı ile gecenin üçte biri arasında ve her rekatta bir fatiha,üç Kadr suresini ve on iki İhlas okumak ve iki rekatta bir selam vermek üzere on iki rekat Namaz kılar,selamdan sonra yetmiş kere:”Allahümme Salli ala Muhammedinin Nebiyyil Ümmiyyi ve ala alihi.”der,sonra secdeye kapanır ve secdesinde yetmiş kere:”Subbûhun Kuddûsun Rabbul melâiketi ver ruhi.”der;

Sonra başını kaldırır yetmiş kere:”Rabbiğfir ve erham ve tecâvez ammâ ta’lemu.”der,sonra tekrar secdeye kapanır ve birinci secdede okuduklarını aynı şekilde tekrar eder. Sonra secdede iken dilediğini isterse,bütün istekleri yerine gelir. Zira Peygamber Efendimiz devamla buyuruyor ki:”Bu namazı kılan kimsenin,deniz köpükleri,kumlar sayısı,dağlar ağırlığı kadar,ağaçlar yaprakları sayısınca günahı olsa da Allah-u taala bütün günahlarını mağfiret eder ve akrabasından cehennemi hak etmiş yedi yüz kişiye şefaat eder.”[12]

Büyük müjde…Müjde-i kübrâ… 

                                                                                             

[1] Kütüb-ü Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi.Prof.İ.Canan. 10 / 466.

[2] Zad-ul Mead. İbni Kayyım el-Cevzi. 2 / 83.

[3] Üç aylar ve faziletleri. Abdulkadiri Geylani. Hazr. M. Güner.sh.8.

[4] Bakara.217,Tefsir-i Kebir Tercümesi.(Heyet) 5 / 90, Ahkam Tefsiri.M. Sabuni. Terc. M.T. 1 / 215, (Arapçası) 1 / 190,Muhtasar Tefsir-i İbni Kesir.M. Sabuni.(Arapça) 1 / 260.

[5] Tevbe.5.

[6] Tevbe.36.

[7] Ahkam Tefsir-i Tercümesi.age. 1 / 257.

[8] Bakara.194.

[9] Tefsiri Kebir.age. 5 / 91,93.

[10] Bakara.120.

[11] Yeni lugat.A.Yeğin.579.

[12] İhyau Ulumiddin. İmam Gazali. 1 / 555.

 

REĞAİB GECESİ

Rağbet ve teşvik anlamına gelen bu gece,insanların nazarlarını fâniden bâkiye,cüz’iden külliye çevirme amacıyla yapılan ve verilecek olan teşvikler dile getirilir.

            Normal durumda sevab bire on verilirken (En’am.160),Bu gecede bir yüz,Şabanda üç yüz,Ramazanda bin,Cumalarda binler,Kadirde otuz bin,tıpkı bire yedi yüz veren tohumlar gibi…

            Bu isim melekler tarafından verilmiştir.

            Rahmet ve berekete vesile olan bir gecedir.Bu gecenin alameti,yağmurla geçmesidir.Maddi ve manevi bereketin beraber nüzulüdür.

            “O’na ancak güzel sözler yükselir (Ulaşır).Onları da Allah’a amel-i Salih ulaştırır.”(Fâtır.10)

            Bu gecede tüm amel-i Salihlerin Allah’a arzedilip sunulduğu,Kelime-i Tayyibenin Kelime-i Habiseye galebe ettiği bir gecedir.Bunun da yer yüzüne aksetmesiyle iyilerin ve iyiliklerin,kötülere ve kötülüklere üstün gelmesine sebeb teşkil ettiği bir gecedir.

            İlâhi tecellilere mahzar olan Peygamberimizin ikişer olarak toplam on iki rekat namaz kıldığı rivayet edilir.

            Geceyi Kur’an ve anlamlarıyla,dua ve ibadetlerle geçirmeli,hiç olmazsa gecenin üçte biri değerlendirilmelidir.

            Rasulullah sahabilere;Müflis kimdir?diye sorduklarında sahabiler;Ya Rasulallah!Malını,mülkünü kaybetmiş ola müflistir,iflas etmiştir,buyurunca Efendimiz;-Hayır-der,müflis o kimsedir ki,ahirette Allah’ın huzuruna getirildiğinde,sevabından hiçbir şey olmayan ve bulunmayan kimsedir,buyururlar.

            Ölmüş ve çatlamış olan bir toprak için su ne ise,ölmüş ve çatlak kalbler içinde bu gecenin ehemmiyeti odur.

            Bu gece ve geceler,müminler için bir fuar niteliğindedir.Her türlü sevab pazarlarının sergilendiği gecelerdir.

            Bu ay ve geceler yatırım ayı ve geceleridir.Bu gecelerin yılda birkaç kere geldiği unutulmamalı,bu gecelerde âhiret hayatı için her türlü yatırımın temelleri atılmalıdır.

            Allah bu geceyi tüm alem-i İslâm için hayırlara ve fereclere vesile kılsın.Âmin.

 

                                                                                                   Mehmet   ÖZÇELİK     

 

 




İNGİLİZ OYUNU

İNGİLİZ OYUNU

İngiliz anahtarı da diyebilirsiniz. Meydanda mertçe kazanamadığını, masadaki İngiliz anahtarıyla lehine açmaktadır.

İngiliz in oyunu bitmedikçe, bizim yazmamızda bitmeyecektir.[1]

Yüz yıl önce İngiliz muhibler cemiyeti yani İngilizi sevenler adıyla cemiyet kurulmuş.

Bir Bediüzzaman sesli haykırmış;

“Tükürün zalimlerin o hayasız yüzüne tükürün”, demiş.

1920’ de İstanbul’u işgal etmiş. Hayallerindeki ellerine geçmiş, Çanakkale’ye onun için gelmiş iken, nedense ve ne hikmetse hiçbir mukavemet görmeden, tıpış tıpış bırakıp gitmişler!

Niye?

Daha büyük bir bedel almasa hiç giderler mi?

İstanbul’dan da önde.

Zira şimdiki İsrail yurdu Yahudilerin kendi becerileriyle işgal edilmedi, İngilizlerin hile ve oyunlarıyla kendilerine altın tepside sunuldu.

-“Osmanlı dağılınca tüm topraklarını ele geçiren İngilizler çıkarken 5 şey bıraktı:

-Güdümlü krallar-diktatörler.

-Seküler rejimler.

-Köle edici kanun-yasalar.

-Kültürel yıkım için eğitim sistemi.

-Sahte bağımsızlık senaryoları.

İngilizler bir yere girerken değil, çıkarken korkun.” (Mustafa Güldağı)

Yani 5 kazık.

Hala çıkaramadığımız kazıklar.

Eğer bir nehirde iki balık kavga ediyorsa, bilin ki oradan az önce uzun bacaklı bir İngiliz geçmiştir. (kızıl derili atasözü)

-Gülen ile ilgili olarak bizden bir Binbaşı, bir İngiliz elçinin kendisine şu bilgiyi verdiğini söylemişti,

Aslında Güleni biz tesbit etmiştik, Abd’liler bizden aldılar.

 

 

Muhalefetteki ittifakı temsil edenlerin bir kısmı sırtlarını İngiltere’ye dayamış, onların elçileri ile müzakere ederken, diğer bir kısmı da sırtını Amerika’ya dayamış.

İki devlet kendi menfaatlerin konusunda bu iki kesimi çok iyi kullanmaya çalışmakta ve onlarla diyaloglarını gizlice sürdürmekte, gizli ilişkilerini devam ettirmektedir.

Türkiye’nin eski ve yeni Türkiye farkını görmeyenler,[2] Entrikalar çevirmekte ve ona ortak olmaktadırlar.[3]

 Su- i kastler tertip edip,[4] 15 Temmuzun arkasında durmaktadırlar.[5]

15 temmuzun arkasında kim var ve kimler destekledi?

Her ne kadar Abd ve haçlı orduları varsa da, başlangıcında yine de İngiltere vardı.

-İngiltere’nin tarihinde zulüm vardır. Devletleri köle yapmak vardır. Yüz yıl öncesinde Müstemlekat nazırını yani kölelik bakanını kurmuştur.

İngiltere’de erkeklerin karılarını bile sattıkları gibi.[6]

-Batı reklamla ayakta duruyor. Batı yüzünün boyası ile güzel görünüyor. Yağmur yağdığı zaman boyası gittikçe, silindiği zaman gerçek yüzü ortaya çıkıyor. İşte batının gerçek yüzü boyanın altındaki yüzüdür.

-Meşhur Fransız Le Figaro Gazetesinden Büyük İtiraf.

“PKK TÜRK Ordusunu Süper Güç Yaptı. Türklerin karşısında artık kimse duramaz”

PKK’yı kurarak Türkleri süper güç̧ biz yaptık haberimiz olmadan. Onlar sınırları içinde küçük, geri kalmış̧, fakir bir devletti.

Çomağı biz soktuk. En büyük hatayı burada yaptık. Türkler sürekli savaşarak hazır hale geldi.

Sürekli teknolojilerini geliştirerek dünya silah teknolojilerinin anlayamadığı teknolojilere kavuştular.

PKK’yı içte bitirdiler. Simdi sınırları dışına çıktılar süper güçlere kafa tutarak ilerlediler.

Suriye’de Rusya’yı, Libya’da hem Rusya’yı hem Amerika’yı yendiler. Şimdi her yerde hem savaşıyorlar hem teknolojilerini daha da geliştiriyorlar……

……Aslında uyuyan Devi biz uyandırdık…”[7]

-“ İslâmiyetin hakikatında mevcud maddî-manevî en yüksek terakkî ve medeniyet umdeleri yerine; dinsiz felsefenin bataklığındaki nursuz prensipler, edebsiz edib ve feylesofların fikir ve ideolojileri, gizli komünistler, farmasonlar, dinsizler tarafından telkin ediliyor ve çok geniş bir çapta tedris ve talime çalışılıyordu. Bilhassa İngiliz, Fransız gibi İslâm düşmanlarının İslâm Âlemini maddeten ve mânen yıpratmak, sömürmek emellerinin başında Kahraman Türk Milletinin dinî bağlardan uzaklaştırılması; örf âdet, an’ane ve ahlâk bakımından tamamen İslâmiyete zıt bir duruma getirilmek plânları vardı ve bu plânlar maalesef tatbik sahasına konmuştu!”[8]

MEHMET ÖZÇELİK

1-2-2022

[1] http://www.tesbitler.com/index.php?s=%C4%B0ngiliz

http://www.tesbitler.com/index.php?s=%C4%B0ngiltere

https://www.facebook.com/1004778343/posts/10224600851061120/

[2] https://www.facebook.com/1004778343/posts/10224592263686441/

https://www.facebook.com/100000685628329/posts/5149269355105868/

https://m.facebook.com/story.php?story_fbid=4757078884339803&id=800525516661846

[3] https://www.facebook.com/100003149027970/posts/4728569460591308/

https://m.facebook.com/story.php?story_fbid=2072701152780346&id=100001214452925

https://www.facebook.com/100008346600781/posts/3183786601909529/

https://www.facebook.com/1613444931/posts/10223189620641530/?sfnsn=scwspmo

[4] https://www.facebook.com/100005913671300/posts/1910469345826836/

[5] https://m.facebook.com/story.php?story_fbid=1793439444151536&id=450498895112271

[6] https://m.facebook.com/groups/236955854398584/permalink/645442400216592/

[7] https://hizmetgazetesi.com.tr/?p=51993

[8] Tarihçe-i Hayat.154.