KARANLIK GECELER

KARANLIK GECELER

Bin yıllık yanan ışık söndürülmeye çalışıldı.

Karartılan gecelerle, bir asır karanlığa gömüldü gündüzlerimiz.

Dünyanın ömrü kaldıkça daha nice asırların yazıp anlatacağı o devri sabıktan birkaç anekdot…

Cumhuriyet dönemi Dini Hayat üzerine yapılan bir doktora çalışmasında o dönemde yapılanlar kaynaklarıyla şöyle anlatılmaktadır:

“İnönü’nün 13.12.1964’te Parti Meclisinde yaptığı konuşmada “Sizin bildiğiniz
iki darbe girişimi var ancak biz on beş darbe girişimini daha hazırlık aşamasında engelledik
” sözleri dönemin siyasi havasını anlamak için manidardır.”[1]

************ 

Köy enstitüleri kurumun mimarı olan İsmail Hakkı Tonguç, imanın yerine aklı hakim kılmayı hedefleyen politikasını şu sözlerle özetlemiştir:
“Ümid edelim ki, yarının dünyası, imanını göklerden gelecek görünmez kuvvetlerle ve
fizik ötesi fikirlerle beslemesin. Eğer onun kuvvetli ve mesut bir temeli olsun istiyorsak biz insanlar yeni dünyaya şamil, ihtirassız, yalansız, insani, rasyonel ve reel taze bir din vermeliyiz.
Köy Enstitüleri’nde yetiştirilen çocuklar, skolastiğe köle olmaktan kurtarılmaya çalışılmıştır.”[2]

-“1938’den 1945 yılına kadar geçen süre içerisinde uygulanan din politikaları, önceki politikaların devamı niteliğinde olmuş, bu politikalar sonucunda dinî hayat açısından oldukça [3] sıkıntılı bir süreç geçirilmiştir.

Ancak 1945’den sonra yaşanan iç ve dış gelişmelere bağlı olarak din politikalarında da önemli değişiklikler görülmeye başlanmış ve artık dinî konuların da, temel hak ve özgürlükler bağlamında değerlendirilmesiyle birlikte inanan insanlar için rahat nefes alınan bir döneme girilmiştir.”[4]

-“Başgil’e göre darağaçlarına dayalı bir istibdat saltanatının kurulmak istendiğini297
bu dönemde, laiklik adı altında din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, pek çok
durumda, bu ikisinin birbirlerine karşı ilgisiz kalmalarını değil, tersine aralarında
düşmanlık eğilimlerinin ortaya çıkması ve hatta özellikle devletin din karşıtı bir politika
ve ideolojiyi uygulamaya koyması sonucunu doğurmuştur.”[5]

-“Üzerinde durulan dönemde Cumhuriyeti kuran kadronun ve dolayısıyla dönemin
yöneticilerinin Doğu ile köprüleri atıp yüzünü tamamen Batı’ya çevirme kararına kadar
ülkenin, Sovyet Rusya’nın etkisi altında kaldığı söylenebilir. Zira Halk Partisi’nin 1923-
1945 dönemindeki toplumsal örgütlenme anlayışının geniş ölçüde nasyonel sosyalist
ideolojisinin etkisinde olduğu, daha sonraları orta yola doğru kaydığı görülmektedir.

Bu anlayışın şekillenmesinde dış konjoktörün etkisine işaret eden Başgil’e göre “son
otuz beş yıl içerisinde bazı ülkelerin güttüğü din aleyhtarı politika, birtakım küçük
farklar bir tarafa bırakılırsa, Bolşevik Rusya’nınkiyle aynıdır.”301 Atatürk’ün
ölümünden sonra Falih Rıfkı Atay’ın; “Atatürk öldü ise başımızda Stalin ve İnönü
vardır” adlı bir makaleyi kaleme alabilmesi bile, bu Rus hayranlığının izlerini
taşımaktadır.302 Bu hayranlık, özellikle Lozan’dan sonra tüm kurum ve kuruluşlarıyla
“Batılılaşma” kararının alınmasına rağmen, etkisini uzun süre devam ettirmiştir.
Nitekim Amerika’nın gözde vakıflarından birinin gönderdiği gözlemcinin, 1947
Türkiye’sinin izlediği siyasetin tam bir komünist totaliter idare manzarası arz ettiğini
söylemesi, bu durumu teyit eder mahiyette algılanmıştır”[6]

-“Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın söylediği: “Biz diyoruz ki, dinler,
vicdanlarda ve mâbedlerde kalsın, maddi hayat ve dünya işine karışmasın.
Karıştırmıyoruz ve karıştırmayacağız” sözleri de, resmi ideolojinin en saf ve en temiz
Müslümanlığı nasıl algıladığını göstermesi bakımından anlamlı kabul edilebilir.”[7]

-“İnönü döneminde görülen Osmanlı’yı karalama politikalarının, Cumhuriyetin
Meşrutiyet tarihçiliğinden aldığı bir miras olduğu noktasında değerlendirmeler vardır.
Buna göre, bin yıllık İslam tarihi eğitimi, karanlık Ortaçağ’ın bir mirası olarak
reddedilmiş, İslamiyet’ten önceki orta Asya Türk tarihine dönülerek oradan itibaren
yeni bir tarih algısı oluşturulmaya çalışılmıştır. Gökalp’in de benimsediği ve öncülük
ettiği bu algıya göre halk, ataları olarak gördüğü Osmanlıyla gurur duymayı
sürdürdükçe, modern bir Türk ulusu yaratmak mümkün olamayacaktır. Osmanlı’nın
“reddi miras” edilmesiyle sonuçlanan bu anlayış, Atatürk tarafından nutukta şöyle ifade
edilmektedir:
“Osmanoğulları, zorla Türk ulusunun egemenlik ve saltanatına el koymuşlardı. Bu
zorbalıklarını altı yüzyıl sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk ulusu bu saldırganların hadlerini bildirerek, egemenlik ve saltanatını, ayaklanarak kendi eline gerçekten almış bulunuyor.”[8]

-“Lozan dönüşü Karabekir’e :
“Müslüman olduklarından dolayı bugüne kadar istiklâlin kendilerine verilmediğini ve
Müslüman kaldıkları sürece müstemlekeci devletlerin, bilhassa İngilizlerin, daima aleyhlerinde olacaklarını, hatta kazanılan istiklalin de daima tehlikede kalacağını…”
söyleyen İnönü’nün, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası yaşanan gelişmelere bağlı olarak
öncülük ettiği değişime bakılırsa, dış konjonktürden çok da bağımsız politikalar
geliştiremediği söylenebilir.”[9]

-“Devlete bağlı bir kurum olarak devletin her türlü imkânlarından yararlanması
beklenilen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın çalışmamıza konu olan 1938-1950 yılları
arasında kendisi için belirlenen amaçları bile gerçekleştiremeyecek kadar ihmal edilmiş
bir kurum olduğu görülmektedir. Zira mabetlerin bakım ve onarımı, din adamlarının yetiştirilmesi ve geçimlerinin sağlanması, din öğretiminin yürütülmesi gibi maddi
imkânları devletin elinde olan hizmetler, bu dönemde uzun bir süre yerine
getirilmemiştir. Bu dönemdeki din hizmetlerinin nasıl devam ettiğine dair fikri, 1945’te
Rize şehrindeki durumu tasvir eden aşağıdaki ifadelerde bulabiliriz:
“İmamın maaşı cemaat tarafından verilmektedir. Genellikle bir zengin bunu üzerine alır.
Halk, imamın iki öğün yemeğini sırayla gönderir. İmamın ve dinin tesiri büyüktür.

Yine Karadeniz bölgesinden Ali Kemal Saran’ın anlattığına göre hocaların
yemeği köy halkınca nöbetleşe olarak verilir, caminin girişinde fındık fidanlarının
yontularından örülen bir el sepeti olur ve sırası gelen kişi, evine gönderilen bu sepetle
hocaya yemek gönderirdi.”[10]

-“Dönemin İstanbul Müftüsü ile Sulhi Dönmezer arasında geçen şu diyalog oldukça anlamlıdır: 1941 yılında Sulhi Dönmezer, Cumhuriyet döneminin ilk İstanbul Müftüsü olan Mehmed Fehmi Efendi’yi ziyarete gider ve onu sıkıntılı bir halde bulur. Sebebini sorunca Mehmed Fehmi Efendi şunları söyler: “Bugün hayatımın en elemli gününü geçirdim. Bir camiye imam olarak mahalle bekçisini tayin ettim.”[11]

-“Elazığ’da yaşayan yaşlı bir Hoca Efendi, “1942′de Kayseri’de okuyordum. Bizi silah altına alıp Çukur Cami’ye sevk ettiler. O camide tam 7 gece yattık. Oradan İstanbul’a sevk ettiler. İstanbul’da nerede kaldık, biliyor musun? Sultanahmet Camii’nde. Camileri at ahırı, ambar, depo dahi yaptılar. Hepsi askeriyenin işgali altındaydı. Diyarbakır’da bir Ulucami vardır. İnönü devriydi, Ramazan’dan önce içerisine
beş on tane sandık attılar, ambar diye kapattılar. Millet çok müracaat etti, “Nerede namaz kılalım?” dediler. Gelen cevap, “Evlerinde kılsınlar.” oldu.

Camilerle ilgili bu tutumun 1935 yılında çıkan bir kanuna dayandığı söylenebilir.
Zira bu kanunda; camiler tasnif edilerek “tasnif harici kalacak cami ve mescitler, usul ve mevzuata göre kendilerinden başkaca istifade edilmek üzere kapatılır” ifadesi yer
almaktadır”[12]

-“Çıkardığı “Serdengeçti” dergisiyle millî ve manevi değerlere bağlı kalmanın
önemini vurgulayan Osman Yüksel Serdengeçti, bu dönemde kendi gibi düşünen
insanlara yapılan baskı ve işkencelerin kendilerini sindirmek bir yana davalarını yayma
konusunda onları daha da istekli hale getirdiğini göstermektedir. Hasan Ali Yücel’e
hakaret ettiği gerekçesiyle hapse atılan Serdengeçti’nin hapiste yaşadıklarının ruhunda
bıraktığı izler sözlerine yansımaktadır:
“… Ben daha neler gördüm. Bayılıncaya kadar dövülen insanlar, mahzenlerde çürütülen, küf kokan cesetler gördüm!… Şimdi anlıyorsunuz değil mi? Ben neden Serdengeçti oldum.
Onun içindir ki Serdengeçti’deki her ses, her seda; … bir feryattır, bir çığlıktır. Bir milletin ıstırabını haykırıyor…”[13]

**************   

Devri sabık kalıntıları.

Devri sabıktan kalma, sabıkalı döküntü ve kalıntılar hala devri sabıkı aramakta ve milleti devri sabıka götürmeye çalışmaktadırlar.

Devri sabık, sabıkalıdır.

Devri sabıkta bu milletin bin yıllık birikimi, sabıkalı kimseler tarafından bitirildi.

Sabık olarak kalanında sabıkın, sabıkalı döküntüleri silmeye çalışıyor.

Allah fırsat vermesin.

Millete de akıl ve basiret ihsan etsin.

Milletin problemi, köksüz bir fikrin, kütük gibi bir zihniyetin peşinden hala gitmekte olan hırçın kimselerin olmasıdır.

Bu memleketin problemi dışta değil, içtedir.

Kirli eller faaliyettedir.[14]

İslam’ın dışında şahsiyet arayan, şahsiyet bulamaz.

MEHMET ÖZÇELİK

27-01-2022

[1] 12 MART 1971 MUHTIRASI ARAŞTIRMA RAPORU -16. Milliyet, 14.12.1964, s.1.

[2] CUMHURİYET DÖNEMİ DİNÎ HAYAT -(1938-1950) -Zeynep ÖZCAN. Sh.71. Bak. Mehmet Başaran, Köy Enstitüleri, 3. Baskı, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 2003, s. 32.

[3] İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Mesele Olarak İslam, 4. Baskı, İslam Dergah Yayınları, 2010, s. 24, ayrıca bkz: Dücane Cündioğlu, Bir Siyasi Proje Olarak Türkçe İbadet I, 1. Baskı, Kitapevi, İstanbul 1999, s. 306. Koçak, Türkiye’de Millî Şef Dönemi, II, s. 545.

[4] Age.77-78.

[5] Age.79.

[6] Age.80.

[7] Age.81.

[8] Age.95.

[9] Age.101.

[10] Age.103-4.

[11] Age.106.

[12] Age.109-110.

[13] Age.232.

[14] https://www.facebook.com/100001902605648/posts/6963453527061332/

https://www.yenisafak.com/yazarlar/tamer-korkmaz/derin-baronun-vedasi-2060800




KISSALAR

BİR AĞAÇTAN ON DERS

Bir ağacın gölgesinde adam felsefe kitabı okuyordu. Sorular üstüne sorular adamın kafasını karıştırmıştı. Başını kaldırıp ağaca baktı.

—Keşke ağaç olsaydım, hiç düşünmeden yaşasaydım dedi.

Birden ağaç dile geldi:

—Ben düşünmüyorum belki ama düşünen insanlara o kadar çok ders verebilirim ki, dedi.

Adam heyecanla:

—Seni dinlemek isterim, dedi.

Ağaç konuşmaya başladı:

—At o felsefe kitabını elinden, şimdi bana bak ve beni dinle sana on tane hayat dersi vereceğim, dedi.

Adam heyecanlanarak:

—Tamam dedi.

Ağaç:

—Dinle o zaman, dedi ve hayat dersini sıralamaya başladı:

1-Ağaç yaş iken eğilir ya da doğrulur. Her şeyin bir zamanı vardır. Hayat öğrenme sürecidir ama zamanlaması çok önemlidir. Siz de bilirsiniz ki “yaşlı köpeğe yeni oyunlar öğretilmez.” “Yaşlı kurda yol öğretilmez.”

2-Düşen ağaca balta vuran çok olur. Onun için hayatta düşmemeye dikkat etmek gerek; güçlüyken gölgene sığınanlar düşerken baltayı alıp sana koşarlar.

3-Bizi yok etmeye çalışan baltanın sapı bizdendir. Her zaman dış düşmandan korkmayın. İç düşman daha tehlikelidir. Sizin gibi görünüp size hainlik edecek insanlara dikkat edin. Dişi kıran pirince en çok benzeyen beyaz taştır.

4-“Ulu çamlar fırtınalı diyarlarda yetişir” İnsanı

geliştiren mükemmelleştiren zorluklardır. Büyük adamlar büyük engellerle karşılaşıp onu aştıkları için büyük adam olurlar. Büyük devletler büyük badireleri atlatarak büyük devlet olurlar. Uçurtma rüzgâr engelini aşmak için yükseğe çıkar. Engelleri fırsat bilmelisiniz.

5-Bir ağacın kökü ne kadar derinse boyu o kadar yükseğe çıkar. Kökleri zayıf olan büyüklüğü taşıyamaz. Onun için kökünüze sahip çıkmalısınız. Kökünü unutan ya da yok sayan bir ağaç ayakta kalabilir mi? Bir ağaç tüm gücünü kökten alır. Sizin de tarihiniz olmazsa nasıl geleceğiniz olacak? Tarihinizi yok sayar ya da unutursanız nasıl geleceği inşa edebilirsiniz?

6-Ağaç yapraklarıyla gürler. Bir insan da ailesiyle, sosyal çevresiyle güzel olur; onlarla tamamlanır. Onlarla varlığını hissettirir. Onun için sosyal ilişkileriniz önemlidir.

7-Hiçbir ağaç acaba bahar gelecek mi, çiçek açacak mıyım diye düşünmez. Kök, gövde ve dallar görevini sessizce ve sabırlıca yaparlar. Siz de baharın gelmesini bekliyorsanız görevinizi şamata yapmadan sessizce, hakkıyla ve sabırla yapmalısınız.

8-Meyveli ağacı taşlarlar. Bilgili, becerikli, başarılı insanlara haset eden çok olur. Bir işe yaramayan, niteliksiz, silik insanlar kimsenin umurunda olmazlar. Onun için başarılı insanlar atılacak taşlara mukavemet edemezlerse başarılarını sürdüremezler.

9-Her ağaç kendi toprağında büyür. Ağaç ancak uygun toprağı

bulması halinde gelişmesini sürdürür. İnsan yetenekleri de öyledir; ağaç tohumu gibidir. Uygun zemin bulursa gelişir, yoksa çürür gider.

10-Beşikten mezara kadar ağaca muhtaçsınız. Çocukken beşikte, ölünce tabutta bizimle berabersiniz. Bize hep odun gözüyle bakmayın. Biraz da ibret gözüyle bakın. Sözü şöyle bitireyim, insanların kulağına küpe olsun. “Her şey bir ağacı sevmekle başlar.” Bundan sonra bir ağacın yanından geçerken durun ve şarkımızı dinleyin.

Adam ağaca tekrar baktı, “Aslında odun olan bu ağaç değil benmişim meğerse” diye geçirdi içinden.

“Yeryüzünün öğretmeni olmadan, gökyüzünün öğrencisi olmak lazım!”

– Aliya İzzet Begoviç

************** 

İŞTE TARİHİMİZDEN ÖRNEK BİR ESNAF VE EMANET AHLAKI.(NASIL YİTİRDİK BU AHLAKI)

-Geçmişte insanlar hacca araba ile değil daha çok at sırtında giderlermiş. Giderken de üzerlerindeki ağırlıkları, kıymetli ziynet eşyalarını Şam’da bulunan Mithat Paşa caddesine bırakıp dönüşte alırlarmış.

-Bir gün bir hacı adayı caddede bulunan esnafın birine içerisinde 3 bin osmanlı lirası bulunan bir keseyi teslim etmiş ve “ben hacca gidiyorum dönüşte bunu senden alacağım” demiş.

-Aradan 3 ay gibi bir zaman geçmiş ve adam hacdan geri dönüp geldiğinde keseyi bıraktığı kişiye gidip “ben buraya bir kese emanet etmiştim onu almak istiyorum” demiş. Bunun üzerine dükkan sahibi:” biraz müsaade et benim çarşıda işlerim var, bu arada çocuklar sana ikramda bulunsunlar, çok sürmez ben gelirim” demiş. Aradan birkaç saat geçmiş ve dükkan sahibi içerisinde 3 bin lira bulunan kırmızı bir kese ile geri dönmüş ve emaneti sahibine teslim etmiş. Kese sahibi teşekkür edip tam çıktığı esnada keseyi emanet ettiği dükkanın yan tarafta bulunan diğer dükkan olduğunu farketmiş. Kese sahibi hayıflanarak büyük bir üzüntüye kapılıp keseyi bıraktığı asıl dükkana gider ve dükkan sahibi hacıyı görünce tanır :”Allah haccını makbul ve mebrur etsin” demiş ve kesesini kendisine teslim etmiş. Bunun üzerine adam şaşırıp kalmış, “nasıl bir yanlış yaptım” diye düşünmeye başlamış ve “benim olmayan bir keseyi nasıl bana verdiler” demiş.

–Keseyi teslim aldığı ilk dükkana gider ve “sende olmayan bir emaneti bana nasıl verdin” diye sorar.

–Dükkan sahibi:”ben senin samimi olduğunu gördüm, doğru söylediğini anladım ve sana inandım ama tüm bunlara rağmen bahsettiğin keseyi sana verecek imkanım yoktu. Belki sen keseyi bırakmışsındır da ben unutmuşumdur diye kendi kendime hayıflandım, sonrasında gittim elimde bir eşyam vardı bin liraya onu sattım, komşumdan bin beşyüz lira borç aldım, beş yüz lira da cebimde vardı, bir şekilde toparladım ve sana emanetini verdim. Tüm bunları yaparken şundan korktum, Allah korusun sen memlekete döndüğün zaman, ben gittim Mithat Paşa’da bulunan herhangi bir dükkana emanetimi verdim sonrasında dönüp almaya gittiğimde bana emanetin burada yok dediler, inkar ettiler dersin ve memleketimizin, sokağımızın ismi kötü anılır diye çok korktum ve emanetini bir şekilde toparlayıp sana teslim ettim” der….

**************  

EBU DÜCANE/SAHABE VE BİZ

 Ebu Dücane* (ra); sabah namazlarını Rasûlûllah (sav)’ın arkasında kılmayı adet edinmişti.

Ancak namaz n biter-bitmez süratle camiden çıkar giderdi. Bu davranışı Rasûlullah (sav)’ın dikkatini çekmiş olacak ki bir gün Ebu Dücane’yi durdurdu ve

*-Ey Ebu Dücane, Allah’a ihtiyacın yokmudur? (ki dua etmeden çıkıp gidiyorsun)* buyurdu.

Ebu Dücane;

-Allah’a olan ihtiyacım o kadar fazladır ki bir an bile Allah’ı unutmuyorum ya Rasûlallah! dedi.

Rasûlullah (sav):

-O halde niçin namaz bitip Allah’a dua edinceye kadar bizimle kalmadan çekip gidiyorsun?

Ebu Dücane;

*-Ya Rasûlallah, benim Yahudi bir komşum var, bahçesindeki hurma ağacının dalları evimin avlusuna sarkmış. Gece rüzgar esince, hurmaları bahçeme düşmektedir. Küçük çocuklarım aç olarak uyanıp o hurmaları yemeden önce gidip onları topluyor ve sahibi olan Yahudiye veriyorum.

Birgün sabah namazından sonra eve biraz geç gidince, yeni uyanan bir çocuğumun o hurmalardan birini ağzına koyup çiğnediğini gördüm. Parmağımı ağzına sokup dışarı atmasını sağlayınca çocuk ağlamaya başladı. -Ben ona,

*-Allah’ın huzuruna Yahudinin hurmasını çalan bir hırsız olarak çıkmamdan utanmıyor musun ki hurmasını yiyiyorsun? dedim.

Dolayısıyla bu durumun bir daha tekrarlanmaması için namazdan hemen sonra çıkıyorum.

Duruma vakıf olan Hz. Ebu Bekir Yahudiye giderek hurma ağacını satın aldı. Ebu Dücane ve çocuklarına hediye etti.

*Yahudi, Hz. Ebu Bekir’in bu ağacını satın almasının sebebini öğrenince bütün ailesini yanına alarak Rasûlullah (as)’ın huzuruna çıktılar ve ailece müslüman oldular.

Kısa sürede İslam’ın bütün Arap Yarımadası’na ve kıtalara yayılmasının ve ‘bölük-bölük’ insanların İslam’ı girmelerinin sebebi o günkü müslümanların İslam’ı bu şekilde yaşamalarıydı.

**************  

Paris’te 1938’de bir tiyatronun vestiyer görevlisi kadın, temsil bittikten sonra, Amerikalı müşterilerden birine paltosunu giydirir. Müşteri hemen paltoyu  çıkarır:*

-Bu benim değil, der.

Vestiyer görevlisi kadın, Amerikalının paltosunu arar, arar, bulamaz. Yanlışlıkla bunu başka bir müşteriye giydirdiğini anlar. *Paltonun cebinde 150 dolar kadar para ve Amerikan sigaraları vardır.*

Vestiyer görevlisi kadın, bütün bunları ödemekle kalmayacak, tiyatro ile mukavelesi de bozulacaktır. Telâş içindedir. *Amerikalıdan özürler dileyerek ertesi güne kadar mühlet ister.*

O geceyi uykusuz geçirir ve sürekli düşünür:

*”Yanlışlıkla bu paltoyu giyip giden müşteri, Fransızsa geri getireceği şüphelidir. İngilizse geri getireceği muhakkaktır.” vs, vs.* Böylece, zihninde tanıdığı bildiği bütün milletlerin insanlarına göre birer ahlâk notu verir.

Ertesi gün, sabahtan itibaren, gözleri kapıda beklemeye başlar.

*Öğleye doğru, zayıf, gözlüklü, orta yaşlı ve orta boylu bir adam çıka gelir ve paltoyla birlikte ceplerindeki dolarları ve sigaraları kadına teslim eder. Kadın sevinçten deli gibidir. Namuslu müşteriye bir çift bilet hediye etmek ister, kabul ettiremez. Sorar:*

-Fransız mısınız siz?

-Hayır, madam.

-İngiliz?

-Hayır.

-İtalyan?

-Hayır, madam, ben Türk’üm.

O zaman, kadın gece düşündüklerini anlattıktan sonra:

*-Türkler hiç hatırıma gelmemişti, der.*

Ve müşteriye, Türk bayrağının rengini hatırlatan kırmızı ve beyaz güllerden acele yaptırdığı buketi hediye eder.

*Bu hikâye yaşanmış ve doğrudur, çünkü buketi alan Türk, PEYAMİ SAFA’dır.*

******************** 

Şeyh Edebali’den…

Evladım,

İnsan kulağından zehirlenir.

Her duyduğuna inanma!

Aziz Nesin anlatıyor;

“Bir roman yazdım. Üç ay, geceli gündüzlü bu romana çalıştım. Dünyada herkes birbirini kandırır, yazar kısmı da kendi kendini kandırır. Başkalarına söylemeye utansam bile kendi kendime söyleyebilirim. Roman çok güzel oldu. Gazetelerden birine götürdüm.

“Biz telif roman neşretmiyoruz,” dediler.

“Bir kere okuyun!”

“Ne gereği var, halk telif roman sevmiyor.”

Bir kitapçıya götürdüm. Daha “Bir romanım var,” der demez, “Biz yalnız tercüme romanlar basıyoruz,” dedi.

Başka birine götürdüm. O da, “Tercüme varsa getirin, telif roman satılmıyor,” dedi.

Nereye gittimse, hepsi birbirinin ağzına tükürmüş. Üç ay, ha babam ha, çalışıp büyük ümitlerle yazdığım roman, kimse görmeden cami kapısına bırakılacak günah çocuğu gibi elimde kaldı. O zaman aklıma geldi. Bizim arkadaşlar, kimi Fransızcadan, kimi Almancadan, kimi İngilizceden, İtalyancadan hikâyeler aparıp Johnson’u Ahmet, Martha’yı Fatma yapıyorlar; sonra kendileri yazmış gibi hikâyenin altına imzalarını çakıp dergilere veriyorlar. Ben niye sanki tersini yapmayayım?

Oturdum, romanda ne kadar Türk adı varsa değiştirdim. Amerikan ismi koydum. Elime bir yerden de New York’un planını geçirdim. Romandaki yer adları da Amerikan’ca oldu. Şimdi sıra geldi, romanın yazarına…Mark Obrien diye bir de ortaya Amerikan yazarı çıkardım.

“Yalnız çeviri roman yayımlıyoruz,” diye beni tersyüz eden gazeteye romanı götürdüm. “Size Mark Obrien’den çevirdiğim bir roman getirdim,” dedim.

“Çok güzel. Kim bu Mark Obrien?”

“Aaa! Bilmiyor musunuz? Ünlü Mark Obrien yahu! Kitapları bütün dünya dillerine çevrildi.”

Romanı okuma gereği bile görmediler; trink paraları sayıp aldılar. Yalnız bana “Yazar ve eseri hakkında bir şeyler yaz,” dediler.

Sarıldım kaleme:

“Mark Obrien’in son şaheseri: ‘Struggle for Life’

Amerika’yı yerinden oynatan bu eser bir ayda 4 milyon sattı. Bütün dünya dillerine çevrilen bu kıymetli roman, nihayet ‘hayat kavgası’ adıyla dilimize de çevrilmiştir.”

Mark Obrien efendiye bir de hal tercümesi şişirdim, sormayın. 18 çocuklu ailenin en küçük çocuğu. Babası Philadelphia’da bir çiftçi. Oğlunu papaz yapmak istiyor. Küçük Mark, daha 14 yaşında ilahiyat profesörünün kaba etine iğne batırıp mektepten kovulmak zekâsını gösteriyor. Tıpkı birçok ünlü Amerikan yazarının hayatı gibi… Balıkçılık yapıyor. Hep bildiğiniz hikâye. Derken 40 yaşında ilk hikâyesini ‘Let Us Kiss’ dergisine gönderiyor. Dili, üslubu o kadar bozuk, anlamsız, saçma ki!

Anlayacağınız, uzun bir hal tercümesi. Bizim roman bir tutunsun. Kitapçılar, “Aman şu mark Obrien’den bir çeviri de bize yap!” diye peşime düştüler.

Mark Obrien’den tam 18 roman çevirdim. Daha da ömrüm oldukça çevireceğim. İş bununla kalmadı. Hani ünlü polis hafiyesi Jack Lammer var ya. Kitabı herkesin elinde dolaşıyor. Ondan da 6 kitap çevirdim. Son günlerde işi ilerletmiştim. Hintçeden, Çinceden bile çeviriyordum.

Bu gidişle bir zaman gelecek, Amerikan edebiyat tarihini yazacak olanlar, Türkçe romanları okumaya mecbur olacaklar. Benim de artık son umudum, Mark Obrien adıyla, Amerikan edebiyatında yer almak.

Sosyal medyada bu mevzunun roman değil de ağaç versiyonunu denedim. Türkiye olarak son 20 yılda gerek devlet , gerek STK’lar eliyle 4 milyar adet fidan dikmişiz. Dünya rekoru kırmışız. Gittim bir çapulcu sayfaya , bu başarı Türkiye’de  değil de, Finlandiya’da gerçekleşmiş gibi anlattım.  Sonuç muazzamdı. Türkiye deyince ormanı yakıp saray yapacaklar, Avm yapacaklar diyenler, her yer beton oldu diyen tipler Finlandiya yazınca çok fena takdir ettiler.

Bunları niye yazdım: Burada kendi sayfasında kalem oynatan, ilgi duyduğu bir alana, günlük yaşama, siyasete, ekonomiye, insana dair yazılar yazan öyle insanlar tanıdım ki yazdığının altına ünlü bir ekonomist, popüler bir yazar, bilindik bir politikacı, büyük medya kuruluşlarında köşe sahibi insanların adı yazılsa kimse anlamaz, etkileşimleri de 10 kat yüz kat artar. Tamam, eskiden de öyleydi ama, bu zamanda-özellikle bu zamanda- etiket herşey vesselam.  Selam olsun ambalajı değil de, içeriği kaliteli olanlara… ?

(E. Barzonun sayfasından)

****************** 

▪️Göz; 324 Milyon piksel görme kalitesi

▪️Beyin; 2.5 Milyon GB hafıza

▪️Damarlar; Vücutda 40 bin km’lik ağ.

▪️Kalp; Yılda 38 milyon ritim.

▪️Böbrek; 1.2 milyon filtreleme ünitesi

▪️İskelet; 206 kemik üzerinde duran vücut.

▪️Bu organları bir avuç topraktan yaratan Allah’a şükürler olsun

******************* 

Zamanında Sultan Ahmet meydanında Allahın veli bir kulu varmış, gelen gidenin kolundan tutup: “ALLAH VAR, ALLAH VAR!!!” diye insanları silkeliyormuş.

Tabii insanlar buna deli muamelesi yapıyor, pek ciddiye almıyor.

Ben de 10 yıllık imamım, bu zattan haberim yok ve SultanAhmet ziyareti çıkışında baktım benim de kolumdan tutup “ALLAH VAR, ALLAH VAR” diye bedenimi silkeledi…

Ben de, meczuptur deyip elimle adamın sırtını sıvazlayarak: “Elbetteki Allah var kardeşim, hiç olmaz mı” diye tasdik ettim.

Adam tekrar eti: “AMA GERÇEKTEN ALLAH VAR!”

Ben bu sefer daha sıcak bir karşılık ile: “Evet, gerçekten Allah var” dedim. Ama bu mübarek adam, yüzüme bakıp bu sefer bedenimi değil adeta ruhumu silkelercesine: “HAYIR, HAYIR. ÖYLE BÖYLE DEĞİL. SANDIĞINIZ GİBİ HİÇ DEĞİL. GERÇEKTEN DE ALLAH VAR!!!” dedi.

Ben hala meczupluğuna bağlayıp kırmadan cevap vermeye çalışırken birden vicdanım irkiliverdi. Ne demekti: “ÖYLE BÖYLE DEĞİL” ne demekti: “SANDIĞIMIZ GİBİ DEĞİL”

Biz Allahı nasıl biliyorduk ki; bu zat bilmediğimizden bu kadar emin bir şekilde bizi ikaz ediyordu. Ben bir İmamım ben bilmezsen kim bilecekti Allahın var olduğunu.

Ama bir tuhaflık vardı bu uyarıda, bu meczubun bu söylemi yabana atılacak cinsten değildi, bu mübarek zat öyle laf olsun diye değil, yürekten ikaz ediyordu beni.

Yoksa, yoksa gerçekten de Allahın varlığının farkında değilmiydim???

Bu mübarek adam ruhumu öyle bir silkelemişti ki, on yıllık bir imam olduğum halde gerçekten de Allahın varlığını tam idrak edemediğimi fark ettim. Olduğum yere yığıldım, bu zat kolumdan tutup beni bir kenara çekti. Ben ağladım o benimle ağladı, ben sustum o benimle sustu.

İki saat sonra ancak kendime gelebildim ve o zat yüzüme öyle bir sevgi ile baktı ki, gayriihtiyari elini öpmeye giriştim ama o bana sarıldı. Ve “ELHAMDULİLLAH, BİR İNANAN KARDEŞİMİ DAHA BULDUM” dedi. ve ardından “ŞİMDİ VAR GİT, MÜSLÜMANLARA ALLAHIN GERÇEKTEN VAR OLDUĞUNU ANLAT AMA HABERİN OLSUN. ÇOK ZORDUR, MÜSLÜMANLARA ALLAHIN VAR OLDUĞUNU ANLATMAK.       

******************* 

DERLEYEN

MEHMET ÖZÇELİK




SAKIN HAİNLERİN SAVUNUCUSU OLMA

SAKIN HAİNLERİN SAVUNUCUSU OLMA

Evet böyle diyor Kur’an-ı Kerim:” Sakın hainlerin savunucusu olma.”[1]

Aslında biz her şeyi ile, zenginlik giysisi ile, yemek kültürü ile, Anadolu kültürü ile, 72 milletle bir zenginlik, tıpkı halının üzerindeki desenler gibi, renkler gibi idik.

Bugün artık o renkler belli ki içlerindekini kusmaya, etrafı kokutmaya başlıyor.

3 ayda sanatçı olan, üç günde yıkılıyor, bitiyor, tükeniyor ve içindeki pislikleri ve kirlilikleri; bu asırlardır beraber yaşamış olduğu, farklı dinlerin birbirlerine saygı gösterdiği dönemden bugüne hıncını, içinin nefretini, içindeki kokmuş o kokuşmuşluğunu adeta dışarıya, bu millete akıtıyor.

Aslında bu 100 yıllık, 300 yıllık bir hıncın neticesidir.

Artık o eski kültür zenginliği bugün yok, parçalanmıştır.

Ve maalesef batının o gizli oyunları içerisinde, piyonları içerisinde, Merhum Abdülhamid’e yapılanın aynısı bugün yapılmaya, bu millet ayrıştırılmaya çalışılıyor.

Renkler artık belirginleşmiş, birbirinden ayrılmıştır.

Ancak sakın zalime ortak olma. Zira zulme rıza zulümdür, küfre rıza küfürdür.

Bugün sadece menfi olan insanlar ve olumsuzlukları değil, onlara taraftar olanların durumu acı ve yakıyor.

-Siyasetin kirliliğindendir, Herkesin kendi kirliliğini savunması.[2]

-İçimizdeki gizli komite açıkta.[3]

– Doğum sancısı çeken dünya ve İslam dünyası, yaklaşan doğumuyla, gerçek doğumunu yapacak.

Onun sancısını çekiyor.

Kolay değil bir doğum.

-Not: “Siz öyle bir zamandasınız ki, içinizden kim emredildiklerinin onda birini bırakırsa helâk olur, sonra öyle bir zaman gelecek ki, o zamanda yaşayanlardan kim emrolunduğunun onda birini yaparsa kurtulacaktır.”[4]

Ebû Davud Teyalisi ve Tirmizinin Enes b. Malik (RA) ten aldığı şu hadis-i şerifi nakleder:

“Ümmetim, evveli mi sonu mu daha hayırlıdır kesin bilinmeyen yağmur gibidir.”[5]buyrulur.

Matar” adlı yağmurun özelliği, hızlı dökülen bir yağmur olmasıdır.” Matara fiili, yakalamak, birine hayır, menfaat dokunmak, birisinden kendisine yarar gelmek, gitmek, kölenin kaçması, kuşun süratle uçması, atın hızlı koşması, kırbaya su doldurmak gibi manalara gelir.[6]

MEHMET ÖZÇELİK

23-01-2022


[1] Nisa. 105.

[2] https://m.facebook.com/story.php?story_fbid=2346036728866640&id=100003810074934

https://habervitrini.com/iste-sezen-aksunun-adem-aleyhisselama-hakaretinin-nedeni-metin-ozer-yazdi/1059288

[3] https://www.facebook.com/100001314660808/posts/4921562297897544/

https://www.facebook.com/100003947675719/posts/2276140109194223/

[4] Râmûzul-Ehâdîs s. 136, 1753. hadis (Tabarani filkebir, İbn-i Adiy, Ebû Hureyreden).

[5] el-Camili Ahkâmîl-Kurân, IV, 172; Bulutların çeşitleri ve sehab için bk. II, 222 (Burada bir yağmur meseli ile müminle kafirin durumu anlatılmaktadır. bk. Araf Suresi, 57-58); İbnü Mâce, Muhammed b. Yezid, Sunenü İbn-i Mâce I-II, İstanbul, ty. II, 1319, no: 3987; es-Savâikul-Muhrika s. 211, Sübülüs-Selam IV, 127.

[6] el-Müfredât s. 481, el-Kâmûsul-Muhît II, 138; el-Mucemul-Vasît s. 875.




KISSADAN HİSSELER

KISSADAN HİSSELER

Arif Nihat Asya’nın ifadesiyle : “Allah’ım kulun olarak doğmasaydım, gelir, fahri kulun olurdum.” der.

*****  

Konya’ya ilk vali olarak atandığı günlerde henüz kamuoyu tarafından tabii olarak pek tanınmaz.

Bir gün sabah namazına Konya’daki postane civarındaki camilerden birine gider.

Tabi koruma yok, makam şoförü yok, etrafında pervane olan bürokratlar filan yok…

Evi camiye yakın olan cemaatten biri camiyi açıp ezanı okumuştur, sair zamanlarda imam efendi genellikle daha sonra gelip vakit olunca namazı kıldırmaktadır.

Sabah namazına durma vakti gelir fakat o gün ne tevafuk ki hoca efendi namaza gelememiştir.

İçlerinden biri;

“Arkadaşlar hoca efendi bu gün gelemedi. İçinizde hocalığı olan varsa geçsin namazı kıldırsın” der.

Bunun üzerine cemaat birbirine bakışır fakat kalkan olmaz.

Cemaatin hiç tanımadığı Hazım Oktay Başer kalkar sarığı cüppeyi giyer mihraba geçip sabah namazını bir güzel kıldırıverir.

Sabah namazından sonra Anadolu’nun birçok yöresinde olduğu gibi Konya’da da mahalledeki lokantada çorba içilir, esnaf dükkânına, işinin başına geçer.

Hele camide ilk defa gördükleri kılığı kıyafeti düzgün, hali tavırları son derece naif ve nazik üstelik önlerine geçip imamlık yapıp namazlarını güzelce birlikte eda ettikleri beyefendi bir misafirleri de olunca yakasını bırakmazlar.

Cemaatten birisi;

“Efendim sabah kahvaltısını bu gün bizim fakirhanede yapalım buyurmaz mısınız” der. Tabi bu nazik daveti kimse kırmak istemez ve hacı amcanın evine geçilir.

Kahvaltı sofrası kuruluncaya kadar maneviyat dolu harika bir sohbet olur.

Kahvaltı yapılır, artık mesai saati de yaklaşmıştır, ama önemli bir husus unutulmuştur.

Birinin aklına geliverir;

“Yahu arkadaşlar sohbetin güzelliğine daldık tanışmayı unuttuk, şöyle bir tanışsak…” der. Hazım Oktay Bey sağındakine “Buyurun efendim sizden başlayalım der” ve sırasıyla adını-soyadını, ne işle meşgul olduğunu filan söyleyerek herkes kendisini tanıtır.

En sonunda sıra kendisine gelir:

“Efendim bendeniz Hazım Oktay Başer, âcizane Konya valisi” der.

Herkes bir şok olmuştur.

Aman efendimler,

Muhterem valimler filan…

Misafirlerinin vali olduğunu öğrenen cemaat hürmet ve saygının dozunu daha yüksek seviyelere çıkarınca, Hazım Oktay bey,

“Arkadaşlar bu vazife bize emanet, biz burada karşımızda insanları dizip el pençe divan durdurmak için değil sizlere hizmet için bulunuyoruz.

Lütfen bu fakire olan alakanızı deminki halden daha farklı yöne değiştirmeyin, tabii olun, hep öyle kalmaya devam edin” der.

Memlekete hizmet için hangi görev ve makamda bulunursak bulunalım hayırla ve rahmetle yâd edilen bir insan olmak ne kadar büyük bir onur değil mi?

Vatandaşa racon kesen,

Tüm vali ve bürokrata örnek olması temennimizdir elbet…

************ 

Eşeğin Şahitliği

Kütahya’nın Gediz Kazası’nda işlenen bir cinayet çok enteresan bir metodla çözüldü.

Katil olduğundan şüphelenilen, ancak sağlam delillere ulaşılamadığı için hakkında işlem yapılmayan A.D. isimli şahıs, cinayeti soruşturan Jandarma Astsubayı tarafından hadisenin görgü şahidi eşek ile yüzleştirildi.

Öldürülen şahsa ait olan eşek, katil zanlısı olan A.D. yanına getirilince çılgına döndü ve sanığı ısırıp çifte atmaya çalıştı.

Bu denemeden sonra, bu defa katil zanlısının kıyafetlerinin aynısını giyen bir Jandarma eri eşeğin yanına gitti. Ancak eşek Jandarma erine en küçük bir tepki dahi göstermedi.

Aynı deneme birkaç kişi ile defalarca tekrarlandı. Eşek sadece sanığa karşı hırçınlık gösterdi. Eşeğin bu davranışı karşısında zor durumda kalan sanık, sonunda suçunu itiraf etmek zorunda kaldı. Eşeğin davranışları, altı şahidin şahitliğinde tutanakla tespit edildi.

Kütahya Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırılan sanık hakkında karar Yargıtayca da onaylandı.

Bu bana Hz. Musanın Kur’andaki şu kıssasını hatırlattı;

Bakara suresi- sarı inek kıssası

MEAL

67- Hani Musa kavmine: “Allah size bir inek boğazlamanızı emrediyor.” deyin­ce: “Bizi alaya mı alıyorsun?” dediler. O “Cahillerden olmaktan Allah’a sığı­nırım.” dedi.

68- “Bizim için Rabbine dua et de onun mahiyetini bize açıklasın.” dediler. De­di ki: “Muhakkak ki o: ‘O (inek) çok yaşlı da değildir, çok genç de değildir, ikisi arasında dinçtir.” diyor. Artık em-rolunduğunuzu yapın.”

69- “Rabbine bizim için dua et de onun renginin nasıl olduğunu bize iyice açıklasın” dediler. “Buyuruyor ki: “Gerçekten o bakanlara ferahlık vere­cek sapsarı bir inektir demişti.”

70- Dediler ki: “Bizim için Rabbine dua et de nasıl olduğunu bize iyice açıkla­sın. Çünkü bize göre bir çok inekler birbirine benziyor. Allah dilerse ger­çekten biz hidayete ereriz.”

71- Dedi ki: “O şöyle buyuruyor: Mu­hakkak ki o işe koşulmamış, tarla sür­memiş ve ekin sulamamıştır. Salimdir, hiç bir alacası yoktur” Dediler ki: “İşte şimdi hak ile geldin.” Hemen onu bo­ğazladılar; fakat az kalsın yapamaya­caklardı.

72- Hani siz bir canı öldürmüştünüz de hakkında birbirinizle anlaşmazlığa düşmüştünüz. Halbuki Allah sizin giz­lediğiniz şeyi açığa çıkarandır.

73- Biz: “Onun bir parçasıyla ona vu­run.” dedik. İşte Allah ölüleri böyle di­riltir ve size ayetlerini gösterir. Akıl erdiresiniz diye.

Kıssanın Sebebi

İbni Ebî Hatim, Abîde es-Selmânî’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: İsrailoğulları arasında çocuğu olmayan bir adam vardı. Bu adamın çokça malı vardı. Onun mirasçısı ise kardeşinin oğluydu. Bu yeğeni onu öldürdü, sonra da onu geceleyin taşıyıp kendilerinden olan bir başka adamın kapısı önünde bı­raktı. Sabah olunca o kişilerden amcasının kanını talep etmeye koyuldu. Niha­yet taraflar silahlandı ve birbirlerine girdiler.

Aralarında bulunan akıl ve görüş sahibi olan kimseler: “Ne diye birbirinizi öldüreceksiniz, işte aranızda Allah’ın Peygamberi (a.s.) var.” dedi. Bunun üze­rine Hz. Musa’ya gittiler ve bu hususu ona anlattılar. O da kendilerine: “Allah size bir inek boğazlamanızı emrediyor.” dedi. Eğer itiraz etmemiş olsalardı, herhangi bir ineği boğazlamaları onlar için yeterli olurdu. Fakat işi zora koştu­lar, onlar işi sıkı tuttukça işleri zorlaştınldı. Nihayet kesmekle emrolundukları ineğin nitelikleri onlara açıklandı. Bu nitelikteki bir ineği de başka ineği bu­lunmayan bir adamın yanında buldular.

Bu adam da onlara şöyle dedi: Allah’a yemin ederim ben onun derisi kadar altın verilmedikçe vermem. Daha aşağısını kabul etmem. Derisi dolusu altın ile onu aldılar, kestiler. Maktule (ölüye) ineğin bir parçası ile vurdular, ölü aya­ğa kalktı. Seni kim öldürdü? diye sordular. O da kardeşinin oğlunu göstererek, “Bu”, dedi. Sonra da eskisi gibi ölü olarak yere yığıldı. Kardeşinin oğluna ma­lından hiç bir şey verilmedi. O zamandan itibaren, katile miras verilmez” oldu. Bir rivayette de “delikanlıyı alıp öldürdüler.” denilmektedir.

**********

Beyin Fukara olunca dil ukala olurmuş.

*********** 

ACELE KARAR VERMEYİN

Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış… Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara ciddi bir meblağ teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.. “Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı” dermiş hep.

Günün birinde, bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış:

“Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın” demişler…

İhtiyar: “Karar vermek için acele etmeyin” demiş. “Sadece at kayıp” deyin, “Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.”

Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş… Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler.

“Babalık” demişler, “Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var..”

“Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar. “Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?”

Köylüler bu defa açıkca ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden “Bu herif sahiden gerzek” diye geçirmişler… Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara.

“Bir kez daha haklı çıktın” demişler. “Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın” demişler.

İhtiyar “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz” diye cevap vermiş. “O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.”

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler…

“Gene haklı olduğun kanıtlandı” demişler. “Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer…”

“Siz erken karar vermeye devam edin” demiş, ihtiyar. “Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde… Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.”

Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlamış:

“Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz. Karar vermek, bilgelik gerektirir, unutmayın…”

*********  

Olay 1506’da Frankfurt’ta kaydedilmiştir.Bir tüccar 800 lonca kaybeder. Yoldan geçen bir marangoz da tesadüfen bu tüccarın çantasını bulur. Son derece dindar olan   marangoz cüzdanı bulduğunu kimseye söylemez ve bu kadar çok para kaybının farkedilmesinin mümkün olmadığını değerlendirir ve sahibinin bu parayı arayacağını düşünür. 

800 lonca ne kadardır? O zaman, 40 lonca için iyi bir at satın alınabildiğinde yaklaşık 20 at bedeli kadardır.

Bir gün marangoz kiliseye gider. Rahibin, Frankfurt’a giren tüccarın 800 lonca kaybettiğini ve bulanın   100 lonca ile ödüllendirileceğini duyurur.

Bunun üzerine marangoz parayı getirir ve Rahibe teslim eder.

Tüccar gelir ve çantayı alır. Ancak marangoza, vadetmiş olduğu 100 loncayı ödemeyi reddeder. Marangoza 5 lonca uzatır. Marangoz tüccara sözünü tutmasını  söyler. Açgözlü tüccar, vaat edilen 100 loncayı vermemek için cüzdanında 800 değil 900 lonca olduğunu iddia eder. Marangozun çantadan para aldığını iddia eder. Rahip, marangoz için ayağa kalkar. Marangozu tanıdığını ve onun dürüst bir adam olduğunu söyler. Asla böyle bir şey yapmayacağını söyler. Tartışma kızışır. Rahip, tüccarı ve marangozu Frankfurt mahkemesine götürür.

Hakim süreci başlatır. Tüccara, İncil’e elini  koyarak 900 lonca kaybettiğini  yemin etmesini söyler. Tüccar tereddüt etmeden elini İncil’e koyar ve yemin eder. Yargıç, marangoza 800 lonca bulduğuna yemin etmesini söyler. Marangoz da elini İncil’e bastırarak yemin eder.

Herkes merakla hakimin kararını bekllemektedir. Hakim her şeyin gün gibi açık olduğunu belirterek, “Marangoz 800 lonca buldu ve tüccar 900 lonca kaybetti. Yani marangozun bulduğu kese tüccarın değil. Dolayısıyla marangozun bulduğu   para, sahibi çıkmadığına göre Marangozun kendisine aittir. Tüccar ise  kaybettiği  900 loncasını aramaya devam edebilir” ,kararını verir.

Fakir bir marangozun haklarını reddeden cimri bir tüccar adil bir yargıç tarafından cezalandırılmış ve bu olay Frankfurt tarihine geçmiştir.

**********  

GERİCİ(!)

Akşam yemeğinde dâvetlilerden birisi bana döndü ve alay edercesine şöyle dedi:

– Sözlerinden anladığım kadarıyla şeriat hükümlerini tatbik etmek ve bizi geriye götürmek istiyorsun.. Öyle mi?

Ona soruyla cevap verdim:

– “Geriye” deyince ,nasıl yani?.

Yüz yıl önceki hâlimizi mi kastettin?.

Yüz yıl önce Osmanlı Sultânı, Yerküre’nin yarısına hükmediyordu.

Beşyüz seneden beri devam eden bir hüküm..

Avrupa kralları, Sultân’ımızın himâyesi altında idiler..

Onun tayini ve onayı ile tahta geçiyorlardı…

Yoksa daha öncesini mi kastettin?.

O devirde de Mısır Memlüki Sultânları, dünyâyı Moğol işgâlinden kurtarmışlardı.

Daha Öncesini mi Kastettin?.

Hani Abbasî Devleti dünyânın yarısına hükmediyordu, o zamanı mı?.

Kastın daha da öncesi ise, daha evvelinde Emevî Devleti vardı. Dünyânın çoğuna hükümran olmuşlardı.

Ondan önce de Hazreti Ömer( radıyallahu anh), yeryüzünün ekserisine hükmediyordu, onu mu demek istedin?.

Yoksa maksadın Harûn-u Reşid’in Doğu Roma İmparatoru Nekfur’a yazdığı mektup mu?.

“Emîru’l-Mü’minîn Harûn’dan Rûm köpeği Nekfur’a…” diye başlayan?..

Buraya kadar olan kısım, siyasî açıdan cevabım.

Yoksa ilmi açıdan mı sordun?.

Hani, İbn-i Sinâ, Farâbî, İbn-i Cübeyr, Harizmî, İbn-i Rüşd, İbn-i Haldun vb.. müslüman ulemâ, İslâm alemine ve batı dünyâsına tıbbı, eczacılığı, mühendisliği ve tekniği, astronomiyi, kanunu, şiiri, edebiyatı vs.. öğretmişlerdi.. O dönemi mi kastettin efendi?..

Yoksa, izzet ve şeref, prestij mi maksadın?.

Hani bir yahudi, bir Müslüman kadının eteğinin ucuna değmişti de kadın, “Yetiş Yâ Mutasım!.” diye çığlık atmıştı..

Bunun üzerine Hâlîfe Mutasım, derhâl bir ordu sevk etmiş ve devletindeki bütün yahudileri kovmuştu.

O devri mi kastettin?..

Bugün ise her tarafta kadınlara tecavüz ediliyor.

Ama idâreciler sıkılmadan ferâh fahur yaşıyorlar!.

Yoksa Avrupa topraklarının tanıdığı ilk üniversiteyi Müslümanlar İspanya’da inşâ etmişlerdi, o zamanı mı kastettin?

Tâ o zamandan günümüze kadar bütün dünyâ da üniversite mezunlarının mezuniyet töreninde giydikleri cübbe ve [sarık yerine] kep Müslümanlardan kalma bir adettir, onu mu kastettin?

Kep düz olur…

Neden?.

Çünkü o zaman mezuniyet töreninde sarık üzerine Kur’an-ı Kerîm Konurdu.

Yoksa maksadın Kahire şehrinin, dünyânın en güzel kenti seçildiği, 1 Irak Dinarının 482 Dolar olduğu, fakir Avrupa’dan kaçanların İskenderiye şehrine koştukları, ABD’nin Avrupa’yı açlıktan kurtarması İçin Mısır’a ricacı olduğu zaman mıdır?

Maksadını açıkla da bilelim, ne kadar geriye dönmemizi istiyorsun?.

Söyle hele!..

Alıntı…

*************  

Sokaklarda karton topluyordu Murat, kahve içmeye çağırdım. Sıcak kanlıydı hemen oturdu kürsüye. Kahven nasıl olsun dedim, farketmez ağabey dedi. Yaşı 13 olmasına rağmen bilge bir tavrı vardı. Kahveyi yaparken muhabbet ediyorduk. Babası bırakıp gitmiş üç yıl önce.

O gün büyümüş Murat, bırakmış okulu falan çünkü 2 kardeşi ve annesine o bakıyormuş atılmış sokaklara. Yağmurlu havaları hiç sevmiyorum ağabey bide bana acıyarak bakan gözleri diyor. Belli gururlu bir çocuk. İşler nasıl dedim, kazancın yetiyor mu ?

Ağabey marketlerde iş iyi olursa karton çok oluyor, olmazsa olmuyor diyor. Hava yağmurlu olursa peçete satıyormuş. Mücadeleci bir ruhu var besbelli, kaderine teslim olmuş.

Okula gitmek ister miydin diye sordum.

Ağabey sokaklardayım bundan ala okul mu var neler öğrendim neler dedi şaşırdım.

Çok realist bir çocuk. Çok paran olsa ne yapardın dedim. Hiç düşünmeden karton fabrikası dedi, neden dedim.

Hayata kartonla tutunan çocukların umudu solmasın diye, her mahalle aralarına, her çöpün yanına karton bırakırdım.

Çünkü umudun ne olduğunu çok iyi biliyordu.

Ne güzel yüreği vardı, zenginliğini çocukların umuduna tercih edebilecek kadar güzel.

Yemin ediyorum onun o pozitif enerjisi elektrik çarpmışa çevirdi beni.

Keşke aç gözlü, vampir ruhlular yerine böyle güzel yürekliler bir yerlere gelseler.

Fincandan son bir yudum aldı, hızla kalktı harçlık vermek istedim kabul etmedi.

Kartonlar beni bekler,gözleri yolda kalmasın ben gideyim teşekkür ederim deyip gitti.

Köşeyi dönene kadar baktım arkasından, fiziği, kimyası, matematiği yoktu belki ama adamlığı 10 numaraydı.

******

Sultanı, soytarısına sormuş:

– Ben büyük bir adam mıyım?

– Evet, büyük bir adamsınız.

– Mesela kimlerden büyüğüm?

– Mesela Amerika başkanlarından büyüksünüz, çünkü onlar senatolarından çok korkarlar, siz korkmuyorsunuz.

– Başka? demiş, Sultan,

– İngiltere kraliçesinden de büyüksünüz, çünkü o da halkından çok çekinir, siz çekinmiyorsunuz.

Peki ya Peygamberler’den de mi daha büyüğüm?

– Onlardan da büyüksünüz, Sultanım, deyince

– Yok artık, seninki de yalakalık, demiş kızarak.

Soytarı bilgiç bir eda ile;

– Yok ulu Sultanım, Peygamber’ler Allah’tan korkarlardı siz Allah’tan da korkmuyorsunuz.

************  

Bir doktor anlatıyor: Ömrümdeki en garip hadiselerden biri de şuydu.

70 yaşındaki bir amca şeker hastalığı sebebiyle devamlı hastaneye gelirdi ve her geldiğinde yüzünde kocaman bir tebessüm olurdu. “Şeker nimetini (hastalığını) veren Rabbime hamd olsun” diye de duâ ederdi. Bir gün dayanamayıp sordum;

– Ya amca, sen ne garip birisin, şeker hastalığına nimet diyen birini de ilk kez duyuyorum.

– Doktor evladım, şeker hastalığı nimettir.

– Nasıl yani?

– Sebebini söyleyeyim; ALLAHÜ teâlâ bana ağrısız bir hastalık olan şeker hastalığını verdi. Pek çok insan hastalıklarından dolayı acı çekiyor.

ALLAHÜ teâlâ bana tıbbın (en azından dengeleyici) ilacını bulduğu bir hastalık verdi. Pek çok hastalık var ki, henüz hiç bir ilacı ve tedavisi yok.

ALLAHÜ teâlâ bana öyle bir hastalık verdi ki, ismi bile tatlı (şeker hastalığı)

ALLAHÜ teâlâ bana öyle bir hastalık verdi ki, ismi gibi tatlı bir doktorum var, senin gibi…

ALLAHÜ teâlâ bana öyle bir hastalık verdi ki, 4 ayda bir mecburen hastaneye gelip kan tahlili gibi tahliller yaptırarak sağlık kontrolünden geçiyorum.

ALLAHÜ teâlâ bana öyle bir hastalık verdi ki, sabrediyorum, şükrediyorum, hiç yorulmadan günahlarım affediliyor.

ALLAHÜ teâlâ bana öyle bir hastalık verdi ki, gece bir kaç kere idrara sıkışıp kaza-i hâcete kalkmam icab ediyor, böylece teheccüd namazını kaçırmıyorum.

Doktor evladım, şimdi sen söyle, böyle bir hastalığı veren ALLAH’a şükredilmez de ne yapılır?!

– Amca, o kadar kitap okudum, onca tıp hocasından ilim aldım ama senin iki dakikada öğrettiğine hiç denk gelmedim. Ver o mübarek ellerini öpeyim.

Allah işte bana böyle bir hastalık verdi ki ismi bile tatlı ? Elhamdülillah.

************ 

SATILIK ANNE VE BABA

.⚘⚘⚘

Bir gazetede şöyle bir ilan çıktı: “Yaşlı ebeveynlerimi 10.000 Euro’ya satıyorum. Babam 91 yaşında ve bunama hastası. Annem 89 yaşında, yardımla işlerini yapabiliyor.”

⚘⚘⚘.

Bu ilanı gören insanlar günlerce konuyu tartıştılar.

Bazıları, “Nasıl böyle bir rezalet olabilir?” dedi.

– “Hey, neden yetkililer müdahale etmiyor?” diyenler oldu.

diğerleri düşündü.

– “Tanrım, bu bir günah!” – diye düşünenler de vardı.

– “Gereksiz bir şey, satın almak için çok fazla para, bu delilik.” diyenler de hayli fazlaydı.

.⚘⚘⚘

İlan aynı zamanda anne ve babasını uzun zaman önce kaybetmiş bir aile tarafından da okundu.

Bu aile ilandaki satılık yaşlıları alıp onlara bakmaya karar verdiler.

⚘⚘⚘

Tutarı banka havalesiyle hesaba havale ettiler ve satılık yaşlı çifti evlerine götürmek için iletişime geçip,  verilen adrese gittiler.

⚘⚘⚘

Geldikleri adreste büyük bir konak vardı.

İlan için geldikleri yerde kendilerini, iyi görünen yaşlı bir adam karşıladı.

Çift: “Anne ve babanı almaya geldik.” “İstenilen miktarı zaten bankaya yatırdık.” dedi genç adam.

⚘⚘⚘

Genç çifti karşılayan yaşlı adam:

“Hoş geldiniz, bana bu yaşlılara neden bu kadar çok para verdiğinizi açıklayabilir misiniz?”,  “Size sadece iş, der, sorun ve bakım dertleri olacak, bunu bildiğiniz halde neden buradasınız?” diye sordu.

.⚘⚘⚘

Genç çift:

– Çünkü biz her ikimiz de ailemizden erken ayrıldık, genç yaşta onlar olmadan hayata devam ettik ve onları çok özledik. İki küçük çocuğumuz var ve onların büyükanne ve büyükbaba kucağına oturmasını, kucağına oturup hikayeler dinlemesini, onlarla uyumasını ve oynamasını istiyoruz. Onları yetişkinlere saygı duyacak şekilde yetiştirmek istiyoruz…” dediler.

Yaşlı adam evdeki karısına adıyla seslendi, kadının elinde baston vardı ama rahatlıkla hareket ediyor ve iyi niyetli hoş bir  tebessümü belli olacak şekilde gülümsüyordu.

⚘⚘⚘.

Yaşlı adam ve kadın gülümsedi!

– “Tamam, sizinle geleceğiz, bu ilandaki ebeveynler biziz!” dediler.

Genç çift şaşırmış bir şekilde.

– Ama nasıl oluyor da ilanda onları satanların, muhtaç, düşkün durumlarının da  kötü olduğunu söylüyordu? dediler.

⚘⚘⚘.

Yaşlı çift birbirine bakıp gülümsediler. Kadın merakla ve şaşkınlık içindeki çifte şu açıklamayı yaptı.

⚘⚘⚘

– Şimdi söyleyeceğim. “Sevgi ve anlayış içinde yaşadık, çalıştık, para kazandık, bu köşkü yaptık ama kader bize çocuk vermedi. Bütün sahip olduklarımızı, bazı iyi insanlara bağışlamaya karar verdik ama onları nasıl bulacağımızı bilmiyorduk ve bu ilan fikrini bulduk. Şimdi biz ve paramızın gerçekten emin ellerde olacağı için mutluyuz.” dedi gülümsemeye devam ederek.⚘⚘⚘

⚘⚘⚘.

“Sevgi ve nezaket asla boşuna değildir, çünkü onları alan ve veren için de değerini arttırır.”




GÜNLÜK EVRAD

GÜNLÜK EVRAD:
1- 100 Besmele
2- 100 Estağfirullah

  1. 100 Ya Selam
  2. 33 Ya Fettah
  3. 33 Leyse leha min dunillahi kaşifeh.
  4. 33 İdfa’ billeti hiye ahsen.
  5. 33 Ya Cemil, Ya Celil, Ya Latif
  6. 33 Ya Hakim, Ya Rahim, Ya Kerim
  7. 33 Ya Hannan, Ya Mennan, Ya Deyyan
  8. 33 Ya Şafi
  9. 33 Ya muhavvilel Havli vel Ahval Havvil halena ila ahsenil hal
  10. 33 Ya müfettihal ebvab iftah Lena hayral bab
  11. 33 Ya mukallibel kulub sebbit kalbi Ala dinik
  12. 33 La ilahe illa ente sübhaneke innî küntü minez zalimin.
  13. 33 Rabbi innî messeniyed-durru ve ente erhamür-râhimîn.
  14. 33 Hasbunallah ve nimel vekil 17. 33 Hasbiyallahü la ilahe illa hu 18. 33 La havle vela kuvvete illa billah
  15. 33 Ya baki entel baki
  16. Cuma günleri 100 salavat. 7 Fatiha, Kevserden Nas.a kadar 7 kere okuma.
  17. 21 kere “Euzü bi kelimatillahit-tammati min şerri ma haleka ve zerae…” 
  18. Her türlü ağrı için 4 veya 7 kere el ağrıyan yere konularak,
    “Eûzü bi-izzetillahi ve kudretihi min şerri mâ ecidu ve uhâziru min ma zerae”
  19. 500 kere,
    Hasbunallah ve nimel vekil
  20. Korku için Kureyş suresi
  21. Nazar için,
    Ve in yekadullezîne keferû leyuzlikûneke biebsarihim lemmâ semiu’z-zikre ve yekulûne innehu le mecnûnun ve ma huve illâ zikrun lil âlemîn.” 
  22. Büyü gibi kötü etkilere karşı 3 veya 100 kere Felak nas suresi.
    Veya 11 kere Felak ve Nas suresi.
  23. İsteklerin husulü için 41 yasin.
    28.Kur’an’da geçen Hz. İbrahim’in “Rabbic’alni mukimessalati,..” duasını çocuklarımızın ıslahı için her namazdan sonraki duada okuyalım.
    29..بِسْمِ اللَّهِ الَّذِى لاَ يَضُرّ ُ مَعَ اسْمِهِ شَيْءٌ فِي اْلاَرْضِ وَلاَ فِي السَّمَاءِ وَ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمْ

Bismillahillezi Duasının Türkçe Okunuşu
“Bismillâhillezi lâ yedurru ma’asmihi şey’ün fil erdi ve lâ fissemâi ve hüves-semi’ul alim.”
Anlamı
İsmi sayesinde yerde ve gökte hiçbir şeyin zarar veremeyeceği Allah’ın adıyla. … Allah bütün yaratıkların yaratıcısı olandır. O ne isterse o olur.


HASTALIKLARA MADDİ VE MANEVİ ŞİFALAR
• Dışarıdan gelen vesveselere 11 Felak okunmalı, nefisten gelen vesveselere 11 Nas Suresi okunmalı.
• Cimriliğe karşı 11 defa Maun Suresi okunmalı
• Şirke karşı 11 defa Kafirun Suresi okunmalı.
• Migrene karabaş balı kullanılmalı. Karabaş balı, beyin hastalıklarında damar açıcıdır.
• Kuyruk yağı romatizma, bel ve boyun ağrılarına iyi gelir.
• Kemik erimesine karşı kuyruk haşlanıp aç karnına yenmeli, belden alt kısmına tırnaklara kadar sürülmeli.
• Kalp damar tıkanıklıklarına karşı karabaş balı yenmeli.
• Kudret narı yağı, güzelleştirir, yüzde leke koymaz. İçilir ve hastalıklı yere sürülürse sedef hastalığını ve kaşıntıları yok eder.
• Ardıç yağı, antibiyotik yerine geçer. Ardıç yağına demiri koysan eritir, ama vücuda zarar vermez. Vücuttaki cerahati, iltihabı çıkarır, temizler. Vücut dengesini temin eder.
• Saf zeytinyağı ve kantaron, iç ve dış kanamaları önler, hücreleri yeniler, sinir uçlarını tamir eder. Kantaron yağı kanser ağrısını yok eder.
• Ağrı için ardıç yağı ve kantaron karışımı sürülür.
• Elmayı kabuğuyla yemek yüz güzelliği yapar.
• Çayı limonla içmek, çayın kan yapıcı özelliği yok etme keyfiyetini giderir.
• Saç için, kekik suyu ile saçlar yıkanır, dibine lavanta yağı sürülür. Kantaron yağı sürülür, saç diplerindeki cerahat boşalır, dibinden saç çıkar.
• Günlük 21 tane kuru üzüm hafızayı açar. Her birini besmele çekerek yemeli.
• Çörek otu baş ağrısını keser. Kimyevi ilaçların çare olmadığı pek çok hastalığa deva olur.




KİRLİ TABELALAR

KİRLİ TABELALAR

PKK dış tabela ismidir.

Altında en belirgin sosyalizm, komünizm, materyalizm ve her türlü serbestlik içinde anarşi yatmaktadır.

PKK’nın geçim kaynağı terör ve uyuşturucudur.

Dayanağı başta Avrupa ve Amerika’dır.

Fikir babası israildir.

PKK piyondur.

Ancak sayısız denilecek kadar içte ve dışta o kadar kirli ittifaklar oluştu ki, adeta insanlığın son raundunu, dünyanın son kapanış sahnesini oluştururcasına her şey ortaya döküldü.

Ve bunlar gizli değil, aleni olarak yapılmaya ve de adeta hak adına yapıldığı aldatmacasıyla iş görülür oldu.[1]

Bir yazı kaleme almıştım; Meclis mi yoksa millet mi temizlenmeli diye..[2]

Bugün teröristle ve teröre destek olanlarla poz verenleri tenkit etmeyip, onların oylarını düşünüp o hesabı yaparak, ses çıkartmayan hatta taraftar olan kişiler; bu yapmış oldukları yanlışlıklara meşruiyet ve masumiyet kazandırmak amacıyla, sizde daha önce onlarla bir araya geldiniz, terörü bitirmek için onlarla bir araya gelip başaramamalarını veya başaramamaları için içten ve dıştan yapılan tüm girişimleri adeta bahane ederek kendi olumsuzluklarını örtmeye, teröre aynı safta poz vermeye çalışmaktadırlar.

Ancak çuvaldız çuvala sığmamaktadır.

-Kısır ve kısırlaştırılmış bir nesil yetiştirildi.

Kısır insanların peşinden gidenler kısırdırlar. Fikren, yaşantı itibarıyla, faaliyet cihetiyle, dünya yönü ve ahiret yönüyle peşinden gidilen insana bakmak lazımdır.

Zaten onun peşinden gidenin notunu çok rahat da verebilirsin. Bana kılavuzunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim, misali.

Bugün Türkiye’nin ve dünyanın önemli problemi kahrı rical durumunda olanların yönetime soyunmalarıdır.[3]

Asır Zulüm asrı oldu.[4]

Bugün İslama içten ve dıştan beraber ve ortak hücum edilmektedir.

“ABD’de iki yılda İslamofobik gruplara 106 milyon dolara yakın fon sağlandı

Amerikan İslam İlişkileri Konseyince (CAIR) yayımlanan “Ana Akımda İslamofobi” adlı raporda, ülkedeki Müslüman karşıtı gruplara yapılan finansal yardımlar derlendi.”

Raporda, incelenen en büyük İslamofobik 50 hayır kurumu ve vakfı arasından 35’inin 2017-2019 döneminde 26 Müslüman karşıtı gruba 105 milyon 865 bin 763 dolar aktardığının tespit edildiği belirtildi.[5]

İmtihan devam ediyor…

Sınanıyoruz…

MEHMET ÖZÇELİK

15-1-2022


[1] https://www.yenisafak.com/gundem/hdpli-meral-danis-bestas-mecliste-pkknin-kurucularindan-sakine-cansizi-andi-onunde-saygiyla-egiliyorum-3729518

https://www.yenisafak.com/gundem/tbmm-baskani-sentoptan-hdpli-vekil-semra-guzelin-teror-kampindaki-fotografina-iliskin-aciklama-dokunulmazligi-kaldirilmali-3729520

https://www.haber7.com/siyaset/haber/3181225-hdpli-bestastan-tbmm-catisi-altinda-skandal-ifadeler-teroristleri-boyle-andi

https://www.haber7.com/siyaset/haber/3180851-iyi-partiden-tepki-ceken-karar-hdpnin-yolundan-gitti

http://www.tesbitler.com/2022/01/07/beddua-alan-zihniyet-iflah-olmaz/

https://www.haber7.com/guncel/haber/3182992-pkk-elebaslarinin-mektuplari-ortaya-cikti-katil-ocalan-soruyor-bunlari-kandil-mi-secti

https://www.haber7.com/siyaset/haber/3182605-3-ayri-iddia-kilicdaroglu-feto-elebasi-gulen-ile-nerede-ve-nasil-gorustu

[2] http://www.tesbitler.com/2021/12/11/meclis-mi-temizlenmeli-millet-mi/

[3] https://www.haber7.com/siyaset/haber/3181975-cumhurbaskani-erdogan-madem-kilicdaroglunun-hayali-var-katkida-bulunalim

https://video.haber7.com/video-galeri/202392-cumhurbaskani-erdogandan-millet-ittifakina-muthis-benzetme-bekri-mustafanin-imam-olma-hikayesi-gibi

https://www.haber7.com/guncel/haber/3181977-son-dakika-baskan-erdogandan-hdpli-guzel-aciklamasi

[4] https://www.facebook.com/100006742126835/posts/3146220358946004/

[5] https://www.risalehaber.com/abdde-iki-yilda-islamofobik-gruplara-106-milyon-dolara-yakin-fon-saglandi-418125h.htm#:~:text=12%20Ocak%202022-,ABD%27de%20iki%20y%C4%B1lda%20%C4%B0slamofobik%20gruplara%20106%20milyon%20dolara%20yak%C4%B1n%20fon,adl%C4%B1%20raporda%2C%20%C3%BClkedeki%20M%C3%BCsl%C3%BCman%20kar%C5%9F%C4%B1t%C4%B1%20gruplara%20yap%C4%B1lan%20finansal%20yard%C4%B1mlar%20derlendi.,-A%2B




DUA ALAN FELAH BULUR

DUA ALAN FELAH BULUR

Evet tarih boyunca şahit olunmuştur ki; Dua alan felah bulur, felaha erer.

Yıl 1984 yani bundan 38 yıl önce Kayseri’de bir abimiz sekerat halinde bulunan kayın biraderinin başında 41 Yasin okumamız için bizi çağırdı.

Gidip de gördüğüm durum çok dehşet verici idi. Öyle ki, 38 yıldır anlatırım ve hala etkisinden kurtulmuş değilim.

Odanın ortasına yatırmışlar, hali ise; karnı adeta bir metre kalkıp iniyor, ağzından çıkan hırıltı adeta bir arabanın bozuk ekzosu gibi ses çıkartıyor, sıkıntıdan ise yüzü mengenede sıkışmış bir insanın hali ve de yüzü kömür gibi simsiyah idi.

Biz Yasinleri okumaya başlar başlamaz halinde sürekli bir değişim ve rahatlık oldu hatta yirmiye geldiğimizde nabzını yokladılar, otuza geldiğimizde ağzına ayna koyup nefes alıp almadığını kontrol ettiler.

Ve öldü deyince biz Yasini bıraktık ve topladığımızda 38 Yasin okumuştuk.

Birisi 38-in ne olduğunu söyledğinde bilmediğimi söylediğimde Kayseri plakası demişti.

Ben ise ona, o zaman Adıyamanda okununca ikide, Adanada okuyunca birde mi ölmesi gerekir.

Nitekim yıllar sonra babam içinde 41 Yasin okuyup nefes alamaz ve uyuyamazken rahatladığını hem ben hem de hastahanede aynı koğuştaki kişilerle de görmüştük.[1]

Ben ise o yakınına sordum; Bu hiç annesini üzdü mü?

Bilmiyorum cevabını alınca, sormamın sebebini şöyle açıkladım;

– Peygamber Efendimiz zamanında Alkame adında bir genç vardı. Hep taat üzere olup, yaz-kış oruç tutar, geceleri sabaha kadar ibadet ederdi. Bir gün fenalık geçirdi. Dili tutuldu. Rasullah’a haber verdiler. O da Hazreti Ali ve Ammâr bin Yâsir hazretlerini Alkameye gönderdi. Kelime-i şehâdeti söyletmek için çalıştılarsa da dili dönmedi. Hazreti Ali Efendimiz, Hazreti Bilâl-i Habeşiyi Resulullah Efendimize gönderdi, durumu bildirdi. Resulüllah Efendimiz:

— Alkamenin anası, babası var mı? buyurdu.
— Yaşlı bir anası var, dediler.
— Annesini buraya getirin buyurdu. Getirdiler.
— Alkameye ne oldu, anlat! Seninle geçinmesi nasıldır? buyurdu. Annesi şöyle anlattı:
— Yâ Resulallah! Çok iyidir. Zahiddir. Hep ibadet ve taat üzeredir. Ama ben ondan razı değilim…
Resulüllah Efendimiz: “Dilinin tutulması bu yüzdendir. Ona hakkını helâl et de dili açılsın” buyurdu.
— Ey Allah’ın Resulü! O benim hakkıma çok riayetsizlik etti. Hakkımı helâl etmem, dedi.
Resulüllah Efendimiz:
— “Ey Bilâl! Eshâbı topla. Etraftan odun toplasınlar, Alkameyi yakacağız. Çünkü, annesi ondan razı değildir buyurdu.
Annesi:
Yâ Resulallah! Benim oğlumu, benim gözümün önünde mi yakacaksınız? Kalbim buna nasıl dayanabilir? dedi.
Resûlullah Efendimiz:
— Cehennem ateşi, dünya ateşinden çok daha kızgın ve yakıcıdır. Sen ondan razı olmadıkça, onun hiçbir taatı makbul değildir buyurdu.

Kadın feryat etti:
— Yâ Resulallah. Ben ondan razı oldum. Hakkımı ona helâl ettim, dedi ve eve gitti. Eve gidince; Alkamenin sesini duydu. Kelime-i şehadet söylüyordu. Dili açılmıştı. Aynı gün vefat etti. Resulüllah Efendimiz, cenaze namazını kıldırdı. Defnettiler.[2]

******************  

Sayın Cumhurbaşkanını tarih yaptıkları hayırlarıyla, hayırla yad edecektir.

Ancak bunların en başında geleni ise; fakir fukara, garib gureba ve muhtaçların duasını almasıdır.

Dokuz milyona yaklaşan engellilerin hatta yurt dışında fakir ve muhtaç devletlere yapmış olduğu yardımlar O’nu muvaffak kılan en başta gelen sebeplerdendir.

Hatta hayvanların bile mal olaraktan çıkarılıp, can olarak değerlendirilmesiyle bütün bunlardan almış olduğu dua onu ayakta tutmakta, başarılı kılmaktadır.

Bilinmelidir ki, bu millete zulmeden asla ve asla ne dünyada ve ne de ahirette iflah olmaz.[3]

Dua alan felah bulur ve kurtuluşa erer ve de muvaffak olur.

MEHMET ÖZÇELİK

15-1-2022


[1] http://www.tesbitler.com/index.php?s=41+yasin

[2] Zehebi, el-Kebâir. 1,45. Daru’n-Nedvetil-Cedide, Beyrut, ty. https://m.turkiyegazetesi.com.tr/Genel/a379162.aspx

[3] http://www.tesbitler.com/2022/01/07/beddua-alan-zihniyet-iflah-olmaz/




AZRAİL

AZRAİL (a.s) NEDEN ÖLÜM MELEĞİ OLDU

Hepimiz biliyoruz ki, ilk insan olan Adem Aleyhisselam topraktan yaratılmıştır. Adem babamız yaratılmadan önce, Hz. Allah (c.c.) Cebrail Aleyhisselam’ı göndererek dünyadan toprak getirmesini istedi. Hz. Cebrail, Adem Aleyhisselam’ınyaratılacağı toprağı alacağı

zaman toprak ona yalvardı:

– Ne olur benden alma. Çünkü benden yaratılacak olan insandan çoğalacak olanlardan bir kısmı, Allah’a isyan edip cehenneme gidecekler. Bir parçamın cehenneme gitmesini istemem. Ne olur benden bir şey alma.

Bunun üzerine Cebrail Aleyhisselam toprak almadan geri döndü.

Hz. Allah bu sefer Hz. Mikail’i gönderdi. Toprak Mikail Aleyhisselam’a da yalvardı, o da almadan geri döndü. Üçüncü olarak Allah Teala İsrafil Aleyhisselam’ı gönderdi. Toprak ona da yalvardı. O da almadan geri dönmek mecburiyetinde kaldı. Allah Teala Hazretleri son olarak Azrail Aleyhisselam’ı gönderdi. Toprak ona da yalvardıysa da, Azrail Aleyhisselam dinlemedi ve toprağı aldı ve Hazreti Adem o topraktan yaratıldı.

Allah Teala Hazretleri, Azrail Aleyhisselam’a buyurdu ki:

– Ey Azrail! Madem Adem’in yaratılcağı toprağı sen getirdin, Ademoğlunun canını alma vazifesini de sana veriyorum.

Azrail Aleyhisselam bunun üzerine,

– Ya Rabbi! İnsanların hepsi bana düşman olur. Benden nefret ederler, dedi. Hazreti Allah

buyurdu ki:

– Ey Azrail! Merak etme. Ben çeşitli hastalıklar, kazalar yaratacağım. İnsanlar o vesileyle ölecekler. Onların canlarını hep sen aldığın halde, onlar seni hiç düşünmeyecekler. Falan hastalıktan öldü, falan kazada öldü, diye konuşacaklar ve seni kimse suçlamayacak.

KAYNAK: ölüm, kıyamet, ahiret ve ahir zaman alametleri. (İmam Şa’rani

*****************   

Sonradan Müslümân olan, Prof.Dr. John Davenport kendisinin Müslümân oluşunu ve Mekke’nin Fethini ne güzel anlatıyor. : Ben bir tarihçiydim. Her şeyi incelediğim gibi İslâm’ı ve Hz. Muhammed Aleyhisselâmı da inceledim. Bu çalışmamı ‘ilmî olarak yaptım ve çocukluğundan başladım. Gerçekten tertemiz bir çocukluğu var. Gençlik döneminde herkesin örnek gösterdiği ve ‘el-emîn’ dediği güvenilir bir insan. Vahiy dönemine ve diğer olaylara baktım ve bunlar üstün bir insanın özellikleri dedim. Ancak bu son peygamberdir, diyemedim. Ne zamân ki Mekke’nin fethini incelemeye başladım, o zamân işin rengi değişti. Mekke’nin fethi hakkında yazılmış en güzel kitaplardan birinin adı; ‘İzzus Sacide, ya’ni Secdedeki ‘İzzet’tir. Mekke’nin fethiyle Müslümânlar tarafından en büyük zafer kazanılmışken ve kendisine en büyük zulümleri yapan insanların hepsi teslim olmuş tir tir titrerken, Efendimiz intikamla hareket etmedi. Hatta Uhud Savaşı’nda kendi öz amcası Hz. Hamza’nın ciğerini çiğneyen insanı bile affetti. John Davenport diyor ki: İşte böylesi mu’azzam bir olayı gördüğüm zamân titremeye başladım. Peki, ‘Bütün bunlardan sonra ne yapacak?’ diye baktığım zamân bir de gördüm ki; yine Medine’ye döndü ve yine arpa ekmeği yiyerek, hasırın üzerinde yaşamaya başladı. ‘Bunların hepsini normal insanlar yapar ama bu zaferi kazandıktan sonra sade hayâtına tekrar dönmek ancak büyük bir peygamberin ahlâkı olabilir.’ dedim ve koşarak secdeye kapandım. Müslümân oldum.

*****************  

Kur’an öğrettiğim gruba katılmak için küçük bir çocuk geldi.

Dedim ki çocuğa: Kur’andan ezberinde bir şey var mı? Evet dedi.

Dedim ki ona “ Amme cüzünden bir şey okur musun?” Okudu.

Sonra dedim Tebârake suresi ezberinde mi?

Yaşı küçük olmasına rağmen, okuyuşu hoşuma gitti, beğendim.

Ve Nahl suresini sordum. Onu da ezberlemişti, hayranlığım arttı.

Uzun sureleri sordum bu kez: “Bakara suresi ezberinde mi?”

Evet dedi ve hatasız okudu.

Bu kez sordum yavrucuğum sen hafız mısın?

Evet dedi.

SubhanAllah maşaAllah tebarekAllah..

Ertesi gün velisiyle birlikte gelmesini istedim ondan.

Ben hayretlerdeyim.

Bir baba nasıl böyle olabilirdi, nasıl böyle bir çocuk yetiştirmişti?

Ve geldi velisi.

Babanın gelişi benim için büyük sürpriz oldu.

Çünkü babanın görünüşü hiç de sünnete uygun yaşıyormuş izlenimini vermiyordu.

Sözü ilk o aldı ve dedi ki:

Biliyorum sen onun babası olduğuma hayret ettin.

Ben seni merakta bırakmayacak, ve söyleyeceğim, bu gördüğün çocuğun arkasında bin adam değerinde bir kadın var!

Ve müjde vereyim sana evde 3 oğlum var ve hepsi de Kur’an hafızı.

 Bir de 4 yaşında bir kızım var, o da Amme cüzünü ezberliyor şimdi.

Hayret ettim, bu nasıl olur?

Dedi ki bana: Anneleri çocuk konuşmaya başladığı andan itibaren Kur’an ezberletmeye başlatıyor ve çocukları hep bu yönde teşvik ediyor.

Kim önce ezberlerse, o günün akşam yemeğini, o seçiyor.

Kim ezberini önce verirse, hafta sonu tatilinde nereye gidileceğini, o belirliyor.

Kim önce hatim yaparsa, o yıl senelik tatilde nereye gidileceğine, o karar veriyor..

İşte böylece çocuklar arasında Kur’an ezberlemede, hatim yapmada tatlı bir yarış ahlakı oluştu.

Evet işte hayırlı evlat yetiştiren saliha kadının hali bu..

Eğer kadın ıslah olursa, evi, ailesi, yetiştireceği nesiller de ıslah olur.

*****************   

Belh’in meşhur velisi Hatem-i Esam, hacca gidiyordu.

 Hanımına teklifte bulundu:

Hanım,

ne kadar nafaka bırakayım sana ben gelinceye kadar?

 Tevekkül ve teslimiyet timsali hanımın cevabı ibretliydi:

-Ne kadar yaşayacaksam o kadar!

Hanım senin ne kadar yaşayacağını ben nerden bileyim?..

Öyle ise dedi, benim nafakamı ne kadar yaşayacağımı bilene bırak.

 O beni şimdiye kadar hiç nafakasız bırakmadı, şimdiden sonra da bırakmaz.

Sen harçlığını yanında tut, gurbette sana lazım olabilir.

Hatem-i Esam yola çıktıktan sonra mahalle hanımları ziyarete geldiler.

Allah kavuştursun beyiniz hacca gitti, dediler.

 Hemen arkasından da mahalli dille sormadan edemediler:

Beyin sana ne kadar rızık bıraktı gelinceye kadar?..

Benim beyim dedi, rızık veren değil rızık yiyendir.

 Rızık yiyen, rızık veremez.

 Ben rızkımı hep rızık verenden beklemişim şimdiye kadar.

 O beni hiç rızıksız bırakmamış, yine de bırakmayacağına inanıyorum.

Hanımlar bu cevaptan pek memnun olmadılar, dudaklarını büküp aleyhte konuşarak gittiler…

Aradan çok geçmedi Hatem’in evinin kapısında at kişnemeleri duyuldu.

Dışarıya çıkan hanım, bir atlı kafilesiyle karşılaştı.

Hacıları uğurlamaktan dönen

Bağdat halifesi susamış, su içmek için uğramış buraya.

Hanım hemen bir testi su ile bir bardak uzattı.

Soğuk suyu kana kana içen halife yanındaki vezirine emir verdi:

İçtiğimiz suyun bedelini bize yakışan şekilde öde!..

Toprak çanağın içini altınla dolduran vezir, bardağı kapının yanına bırakırken söylendi:

Allah’a emanet olun bacım, soğuk suyunu içtik, hakkını helal et…

Kafile uzaklaşırken Hatim’in hanımı bardağın içinde beyi hacdan dönünceye kadar yetip de artacak miktarda para bırakıldığını gördü.

 Her zaman yaptığı gibi yine seccadesine yönelip şükür secdesine kapandı:

Rabb’im dedi, çocukken anam babamın eliyle gönderiyordun rızkımı.

Evlenince beyim Hatem’le göndermeye başladın rızkımı…

Şimdi ise beyim hacca gitti, bu defa da halifeyle gönderiyorsun rızkımı.

Beni hayatım boyunca hiç rızıksız bırakmadın. Zaten ben de seni hep böyle bildim.

 Bu yüzden tevekkül ve teslimiyetim hiç azalmadı, hep arttı.”

İşte Razzak- ı Alem olan Cenab-ı Hakk’ a teslimiyet.  Allah  (cc) boyle bir teslimiyet nasip etsin.

Amin Ecmain. İnşaAllah..

*********************  

TAHİR

Onu hiçbir sınıf arkadaşı sevmiyordu. Çünkü derslerine asla çalışmayan, tembel ve bön bir çocuktu. Özellikle öğretmeni “beni delirtiyorsun” diye hep kızıyordu Tahir’e. Bir gün Tahir’in annesi okula geldi. Öğretmeni ile görüştü. Öğretmen dürüstçe “çocuğunuz ders çalışmayan aptalca şeyler yapan bir çocuk, notları da düşük, hayatımda bunun kadar tembel bir öğrenci görmedim” dedi. Annesi çok şaşırdı, Tahir’i okuldan aldı ve Kayseri’ye taşındılar. Aradan 25 yıl geçti. Öğretmen de Kayseri’ye tayin olmuştu. Bir gün öğretmen ağır bir kalp krizi geçirdi. Bütün doktorlar ameliyat olması gerektiğini söylediler. Bu zor bir ameliyattı ve Kayseri’de ameliyatı yapabilecek tek bir cerrah vardı. Öğretmen ameliyat oldu. Gözünü açtığında karşısında yakışıklı cerrah ona gülümsüyordu. Öğretmen tam teşekkür edecekti ki suratı morarmaya başladı. Bir şey söylemek için elini kaldırdı ama söyleyemeden küt diye öldü. Cerrahın Tahir çıkacağını sandınız değil mi? Yapmayın, komik olmayın… Doktor şaşırdı. Ne olduğunu anlamaya çalışırken bir baktı ki o da ne? Odaları temizleyen Tahir, solunum cihazının fişini çekip elektrik süpürgesini takmış..

DERLEYEN

MEHMET ÖZÇELİK

*******************  




AAAAA CAMBAZA BAK

AAAAA CAMBAZA BAK

Kadrolaşma iddiasında bulunanlar mutlaka bakın kendileri kadrolaşmada ustadırlar. Karşıdakini yolsuzlukla itham edenler bilin ki kendileri mutlaka ve mutlaka yolsuzluklarını örtbas etmeye çabalamaktadırlar.

Onun telaşesi içerisindedirler.

Milletin analarını ağlatanlar, Çocuklarını da ağlatmaya talipler…

Hırsızlar sirkte oyun oynayan yine kendi arkadaşlarından olan kişiyi göstererek vatandaşların dikkatini o noktaya çeker ve bu arada gafletten istifade ile ceplerini boşaltırlar.

Maalesef bu zamanda da kirli işler bu şekilde yapılmakla kalınmıyor artık açıkça yapılmasından da pek çekinilmemektedir.

Maalesef pek de değişmeyen bir kuraldır ki, hırsıza bak politikası farklı şekillerde sürekli toplumda uygulanır. Hırçınlık yapan bir insan karşıdakini hırsızlıkla suçlayan bir insan, bakıyorum kendisinin de hırsızlık durumu vardır.

Çevresindeki ortaklarının hırsızlıklarını ve kendi hırsızlığını kapatmak isteyen o kişi hırçınca bağırarak, itham ederek nazarları başka tarafa çevirir, gündemi başka şeylerle meşgul etmeye çalışır.

Bu arada yapılan olumsuzluklarla, saman altından suyu götürürler.

Türkiye’de 1. Asırdır bu politika izleniyor. Azınlıkta olan insanlar, çoğunluğu susturmak için; ister mecliste, ister toplumun farklı kesimlerinde hırçınlık yaparak, bağırarak, çağırarak haksız pozisyonda iken, güya kendisini haklı olarak göstermeye çalışır. Mutlaka önemli çapta bir haksızlığının ortaya çıkacağı kesindir. Bunu örtbas etmek ister. Gündemi başka şeylerle meşgul etmek amacıyla gereksiz suni gündemler oluşturmaya başlar.

Bu sosyolojik bir hadisedir. İnsanların psikolojilerini bozarak, sosyolojik davranışlarla kendi sosyal gündemini oluşturmaya çalışır.

Rüzgarsız havada dönen fırıldağın mutlaka bir üfleyeni vardır. (Eskimo atasözü.)

Ancak nereye kadar?

Aslında bu Cenabı Hakk’ın istidrac dediğimiz, karşıdaki insanın Küfürde, inat da, fuhuşta, rüşvet de, sahtekarlık da yapmış olduğu şeye mühlet vermesi ama göz ardı etmemesidir.

Çünkü Allah imhal eder ama ihmal etmez yani mühlet ve süre tanır. Nitekim öyle yapmıştır.

Geçmiş kavimleri helak etmeden evvel artık günah da öyle bir noktaya gelmişlerdir ki; cezayı artık kendilerinin hak ettiğini, kendileri de dile getir hale gelmişlerdir.

Ondan dolayı bu asrımızda bazılarına süre vermektedir. Tamamen yerin dibine batırmak, tamamı pisliğe bulanarak bütün yönleriyle ortaya çıkmak için mühlet vermektedir.

-Makam ve iktidar uğruna her şey yapılıyor, her türlü yalan söyleniyor, kimden olursa olsun her türlü desteğin verileceği hatta ve hatta dağdaki eşkiyaya  bile bakanlık verileceği çok rahatlıkla deklare ediliyor.

Buna karşı Sayın Cumhurbaşkanı daha ne desin… Cinslerine, cibilliyetlerine kadar söylerken…[1]

SOKAK ADAMLARI

Sokağa insanları davet edenler, sokağın çocuklarıdırlar.

Adamda değil.

Sokak kültürüyle yoğrulmuş, sokak terbiyesi kadar terbiyeye sahiptirler.

Kuralın ve hukukun değil, kuralsızlığın ve düzensizliğin çocuklarıdırlar.

Belli ki sokakta yetişmişler.

Ev ve toplum kültüründen uzaklar.

Sokak kültürü melez kültürdür.

Kendini aşamamış, sokağın kalıpları arasında sıkışmış bir kimsedir.

Dikkat ederseniz teröristler hep insanları sokağa dökmektedir.

17-25 Aralık, bugün Kazakistan’da ki terörün kaynağı sokaklardır.

Sokaklar teröristlerin terör yuvaları ve tahrik alanlarıdır.

Yıkma, yakma, dövme, öldürme, talan sokak kültürünün mahsulüdür.

Sokak çocukları İslam ülkelerinde bunu yapmaktadır.

Dürüst ve seviyeli insan, insanları sokağa çağırmaz, insanların yanına gider.

Kabadayı taslakları kavga için insanları sokağa davet eder.

Gel dövüşelim, diye.

Sokaklar barışın yeri değil, kavganın yeridir.

Kabul görmemiş insanların kendisini kabullendirme ezikliğidir.

Darbelerin fitili sokaklarda ateşlenir.

Seviyeli insan sokağa en son çıkan insandır, oda sokaktakileri içeriye çekmek, onları hizaya getirmek içindir. 15 Temmuzda olduğu gibi.

Seref-ul mekan bil Mekin, denilmiş yani bir yerin şerefi, oraya yerleşenlerin kıymeti nisbetindedir.

Genelde sokakta çocuklar, işsiz, güçsüz insanlar olur.

Bazen kedi köpekte bulunur.

İşte size sokak çocukları.. Sokağın çocukları…[2]

Darbenin çocukları… Darbecinin çocukları…

MEHMET ÖZÇELİK

9-1-2022


[1] https://www.ahaber.com.tr/gundem/2022/01/08/baskan-erdogandan-ak-parti-karaman-il-danisma-meclisi-toplantisinda-son-dakika-aciklamalari

[2] http://www.tesbitler.com/2015/01/03/sokak-kulturu/




RIZIK

Bir gün Süleyman Peygamber (a.s) bir karıncaya bir yıllık yiyeceğinin miktarını sorar…

Karınca da,

“Bir buğday tanesi yerim.” diye cevap verir.

Cevabın doğru olup olmadığını kontrol etmek isteyen Süleyman Peygamber (a.s) karıncayı bir şişeye koyar. Yanına da bir buğday tanesi koyarak hava alacak şekilde şişeyi kapatır. Ondan sonra da bir yıl bekler. Müddeti dolunca şişeyi açtığında bir de bakar ki karınca buğday tanesinin yarısını yemiş, yarısını da bırakmıştır. Kendi kendine meraklanır. Acaba neden yemedi?

Bunun üzerine Hz. Süleyman (a.s) karıncaya buğday tanesini tamamen neden yemediğini sorar.

Karınca:

“Daha önce benim yiyeceğimi yüce Allah (c.c) verirdi. Ben de O’na güvenerek bir buğday tanesini tamam olarak yerdim. Çünkü O beni asla unutmaz ve ihmal etmezdi. Fakat bu işi sen üzerine alınca doğrusu nihayet bu aciz bir insandır diye sana pek güvenemedim. Belki beni unutup yiyeceğimi ihmal edebilirsin. O yüzden de bir yıllık yiyeceğimin yarısını yiyerek, diğer yarısını da ertesi yıla bıraktım” diye cevap verdi.

Yüce Allah (C.C) cümlemizi kul kapısına baktırmaktan korusun, amin”…

******************* 

Adamın biri, Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’a (r.anhümâ), Müslümanlar arasındaki Cemel ve Sıffin savaşları sürecinde; ‘Niçin taraf olmadığını’ sorar. Abdullah (r.a) bu soruyu sorana:

-’Allah Müslüman kanı dökmeyi haram kıldı’ cevabını verir. Adam üsteler:

-’Ama Allah “Fitne kalmayıncaya ve Din yalnız Allah’ın oluncaya kadar savaşın”(2/193) buyurdu’ der.

Bunun üzerine Abdullah b. Ömer, ona şu cevabı verir:

-’Evet savaştık; ta ki Din yalnız Allah’ın oldu. Ama siz neredeyse Din Allah’tan başkalarının olsun diye birbirinizle savaşı sürdürüyorsunuz.’ (Abdullah Yıldız, Kur’ân’ı Nasıl Anladılar, Pınar yay., s.44-45)

*************  

Amsterdam ’da bir cami imamı, her Cuma günü 10-11 yaşındaki oğluyla şehrin sokaklarında dolaşır, İslâm’a dair kaleme aldığı küçük dergiyi dağıtır, insanları İslam’a davet edermiş. Yine bir Cuma günü rahatsız olduğundan oğluna;

– ‘Bu hafta tebliğ için çıkmayalım!’ der.

Bir insanın hidâyetine vesile olmanın ne büyük bir devlet olduğunun hazzını defalarca yaşayan çocuk, babasına yalnız çıkma noktasında ısrar eder. Şiddetli yağışın da olduğu soğuk bir kış günü İmam, oğlunun ısrarına dayanamaz ve;

– ‘Peki!’ der, onu gönderir.

Çocuk Amsterdam sokaklarında dolaşır ve her gördüğü kişiye o dergiyi takdim eder ve onlara;

– ‘Allah, seni cennetine davet ediyor!’ der.

Fakat hava soğuk olduğu için sokaklarda pek kimseler yoktur. En son elinde tek bir dergi kalır, verecek birilerini arar, bulamaz. Sonunda bir kapıya gelir ve defalarca zili çalar, lâkin kimse kapıyı açmaz. Tam dönerken yaşlı bir kadın açar kapıyı. Kadın, karşısında bir çocuk görünce ona;

– ‘Niçin geldin!’ diye sorar.

Soğuktan üşümüş çocuk;

– ‘Allah, seni cennetine davet ediyor. Kur’an’a iman etmeye, sonra da ondaki buyrukları yaşamaya davet ediyor, gelir misin?’ der.

Çocuk kitapçığı verir ve geri eve döner. Ertesi cuma, namazdan sonra babası mutad olduğu üzere cemaate vaaz eder. Ardından soru-cevap faslı başlar. Salonun arka taraflarında oturan kadınlardan biri ayağa kalkar ve şunları söyler;

– ‘Ben önceki haftaya kadar Hristiyan’dım, eşimi kaybettim, çocuklarım da yok, hayatta birinci derece tek bir yakınım olmadığından, aylardır kimse kapımı açmadı. Yapayalnızdım. Yalnızlıktan tarifi imkânsız bir krize girmiştim. Herkesin benden nefret ettiğini, topluma yük olduğumu düşünüyordum. Çünkü Batı’da emekli bir vatandaş topluma yük kabul edilir. ‘”Ölse de devletin yükü hafiflese’” diye düşünenler vardır. Lâkin siz müslümanlar, insanlar yaşlanınca onlara hizmet etmeyi ibadet kabul edersiniz!’

Yaşlı kadın gözyaşı içinde geçen hafta; evin yatak odasına çıktığını, tavana ip bağladığını, ipin halkasını boynuna geçirdiğini,tam ayağını sehpaya vurup, intihar edecekken zil çaldığını duygulu bir şekilde anlatır. Kendi kendine;

– ‘Benim kapımı kim çalar ki?’ deyip biraz beklediğini, sonra tekrar intihara teşebbüs etmek istediğini; ama zili ısrarlı bir şekilde çalınınca, ipi boynundan çıkarıp kapıya yöneldiğini, karşısında duran çocuğun ona;

– ‘Ben, Hz. Muhammed’in (sav.) öğrencisiyim, Allah seni Cenneti’ne davet ediyor!’ deyince sarsıldığını, çocuğun kendisine verdiği kitapçığı alıp okuduğunu ve Müslüman olduğunu anlatır. Camideki bütün cemaat ağlaşmaktadır. Kadın sözlerini şu ifadelerle tamamlar!

– ‘Bana şu anda dünyada en mutlu insan kimdir, diye sorsalar tereddüt etmeden, kendimi gösteririm. Bundan sonraki ömrümü benim gibi zavallıların kurtuluşuna adadım. Ben de o çocuk hayatımın geri kalan bölümünde Amsterdam sokaklarında dolaşacak ve insanlara,

– ‘Allah, sizi cennetine davet ediyor, diyeceğim!’

 *Şimdi Can alıcı soruyu kendimize soralım:”*

 *Ya biz ne yapıyoruz?”*

******************* 




BEDDUA ALAN ZİHNİYET İFLAH OLMAZ

BEDDUA ALAN ZİHNİYET İFLAH OLMAZ

Evet, yüz yıldır bu millete zulmeden zihniyet; ne dünyada ve ne de ukbada asla ve asla iflah olmaz ve de olmayacaktır.

Yüz yıldır şeytanı baş köşeye oturtup, avanelerini koltuklara oturtan bu bozuk zihniyet asla iflah olmaz.

İflas etmiş bir zihniyet, kısır bir düşünce topluluğu asla iflah olmaz.

Temiz girenin kirli çıktığı, kirlinin daha da kirlendiği bir zihniyet asla iflah olmaz.

Beddua alan bu zihniyet içimizde varken, düşmana gerek yoktur.

Küfür devam eder, zulüm devam etmez.

Bu zihniyetin zulmü devam etmez.

Bu zulmü destekleyen iflah olmaz.

Bu milletin yüz yıldır mücadelesi hariçteki düşmanla değil, dahildeki iflah olmaz ve beddualı bir zihniyetle olmuştur.

Zihniyet değişmez, tinet değişmedikçe…

Yaşantı değişmez, karakter değişmedikçe…

Herkes kendi tinet ve karakteri doğrultusunda hareket etmektedir.

Zira arı su içer bal akıtır, yılan su içer zehir akıtır.

**************    

İYİ Kİ CEHENNEM VAR!!!

Gerçekten iyi ki ahiret, hesap, sorgu ve cehennem var.

Yoksa bu kadar pislikleri yedi okyanus değil, yer ve göğün tüm suları bile temizleyemez.

İyi ki ahiret ve hesap var. Yoksa bu kadar borçları kısa ömürde insanlık bile ödeyemez.

Asırlardır bizi hep hassas noktalarımızdan vuruyorlar.

Darbenin büyüğünü hep içten yiyoruz.

Düşman ve şeytan hep soldan gelmiyor. Şeytan sağı çok iyi kullanıyor.

İngiliz siyaseti bizi inancımızdan vuruyor.

İmanımızın zafiyetinden istifade ediyor.

Nifak tohumları ekiyor, münafık yapıları koruyor, faaliyete geçiriyor.

O da devlet eliyle, kurumların desteğiyle…[1]

Allah bu milleti zalim eliyle imtihan ediyor.

Belli ki kusurlarımız var.

Bizler nerelerde yanlışlık yaptık?

Veya neleri yapmadık?

Şu asır ayrılma, ayrıştırma, dökülme asrı.

İmtihanımız ağır ve zor.

Finaldeyiz…

Dünya finalde…

Çıkanlar ve inenlerin hızlandığı zamandayız.

Zulmün direkleri çatırdıyor.

Zulmün leşkerleri birer birer gidiyor.

Zulmün temsilcisi Abd büyük bir gümbürtüyle yıkım içinde.

Muhtemelen çöküşü, kokmuş ve kokuşmuş içinin tamamen boşalmasıyla olacaktır.

Zulmedenler şu an toprağın altında, zulümat ve karanlıklar içerisinde, zulümlerinin bedelini ödüyorlar.

Ateşleri bol olsun.

MEHMET ÖZÇELİK

7-1-2022


[1] https://www.yenisafak.com/gundem/pkknin-kodlari-diayderden-cikti-3728496




İFFETSİZİN İFFETLİYE İFTİRASI

İFFETSİZİN İFFETLİYE İFTİRASI

Şeytanı taşlamaktan, Rahmanı tesbihe vakit kalmamaktadır.

Gerçi def’i şer celbi nef’a racihtir.

Yani esas olan şerrin defedilmesidir. Tıpkı takva gibi.

Densiz ve iffetsizin biri, İffetli kadın Hz. Meryem’e saldırmış. Gerçi ilahiyatçı değil ancak İzmir Dekanı tarafından gariptir ki, sahiplenmiş olmasıdır.[1]

Kur’an-ı Kerim-in ifadesi yani Allah’ın tescil ve tesbitiyle Hz. Meryem iffetli bir kadındır.

Bir surenin adı, Meryem suresidir.

Aslında bir insan ne kadar cahil olursa olsun, sadece Rabbimizin Meryem hakkındaki ifadesine bakmakla O’nu çok rahatlıkla anlayabilir, terbiyesizlikte bulunmaktan içtinab eder.[2]

Aslında burada sadece Hz. Meryem’e iftirada bulunulmuş olunmuyor, Hz. İsa’nın zinadan olduğu iftirasında da bulunuluyor.

Gerçi zırva tevil götürmez ancak safi zihinleri bulandırmaktadır.

Hz. Meryem’e iftiraya sebeb gösterilen olay, tahrif edilmiş incil’den bir kıssanın anlatılmasıdır.

Zina yaptığı iddia edilen bir kadını taşlamak için can atan topluluğa Hz. İsa’nın şöyle dediğidir: “İlk taşı, günahsız olan atsın”.

Kimse taş atamaz. Kadın da affedilir.

Kur’an-ı Kerim âyetlerinde Hz. Meryem’in iffeti şöyle anlatılır:

“İffetli ve (haklarında uydurulan kötülüklerden) habersiz mü’min kadınlara zina isnat edenler, gerçekten dünya ve ahirette lanetlenmişlerdir. İşlemiş oldukları günahtan dolayı dillerinin, ellerinin ve ayaklarının kendi aleyhlerine şahitlik edecekleri günde onlara çok büyük bir azap vardır.”Nur.24.

Namuslu kadınlara zina isnat edip sonra da dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun. Artık onların şahitliğini asla kabul etmeyin. İşte bunlar fâsık kimselerdir.”Nur.4.

“Onu doğurunca, “Rabbim!” dedi, “Onu kız doğurdum.” -Oysa Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilir-7 “Erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu kovulmuş şeytandan senin korumana bırakıyorum.” Al.i İmran.36.

“Hani melekler, “Ey Meryem! Allah seni seçti. Seni tertemiz yaptı ve seni dünya kadınlarına üstün kıldı.” Al.i İmran.42.bak.43.44.

“Hani melekler şöyle demişti: “Ey Meryem! Allah seni kendi tarafından bir kelime ile müjdeliyor ki, adı Meryemoğlu İsa Mesih’dir. Dünyada da, ahirette de itibarlı ve Allah’a çok yakın olanlardandır.”Al.i İmran.45.

Bir de inkarlarından ve Meryem’e büyük bir iftira atmalarından ve “Biz Allah’ın peygamberi Meryemoğlu İsa Mesih’i öldürdük” demelerinden dolayı kalplerini mühürledik. Oysa onu öldürmediler ve asmadılar. Fakat onlara öyle gibi gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, bu konuda kesin bir şüphe içindedirler. O hususta hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Onu kesin olarak öldürmediler.” Nisa.157.bak.171.

“Meryem oğlu Mesih sadece bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler geldi geçti. Onun annesi de dosdoğru bir kadındır. (Nasıl ilah olabilirler?) İkisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz. Sonra bak ki, nasıl da (haktan) çevriliyorlar.” Maide.75.

“O gün Allah şöyle diyecek: “Ey Meryem oğlu İsa! Senin üzerindeki ve annen üzerindeki nimetimi düşün…” Maide. 110.

“(Yahudiler) Allah’ı bırakıp, hahamlarını; (hrıstiyanlar ise) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa, bunlar da ancak, bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardır. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. O, onların ortak koştukları her şeyden uzaktır.” Tevbe.31.

Kimi ifrat harekette bulunurken, kimide tefritte bulunmaktadır.

“(Ey Muhammed!) Kitapta (Kur’an’da) Meryem’i de an. Hani ailesinden ayrılarak doğu tarafında bir yere çekilmiş ve (kendini onlardan uzak tutmak için) onlarla arasında bir perde germişti. Biz, ona Cebrail’i göndermiştik de ona tam bir insan şeklinde görünmüştü.” Meryem.17.

“Meryem, “Senden, Rahmân’a sığınırım. Eğer Allah’tan çekinen biri isen (bana kötülük etme)” dedi. Meryem.18.

Meryem, “Bana hiçbir insan dokunmadığı ve iffetsiz bir kadın olmadığım halde, benim nasıl çocuğum olabilir?” dedi.”Meryem.20.

Böylece Meryem çocuğa gebe kaldı ve onunla uzak bir yere çekildi.”Meryem.22.

“Kucağında çocuğu ile halkının yanına geldi. Onlar şöyle dediler: “Ey Meryem! Çok çirkin bir şey yaptın!” Meryem.27.

Meryem oğlu İsa’yı ve annesini büyük bir mucize kıldık ve her ikisini de oturmaya elverişli, akarsulu yüksek bir yere yerleştirdik.” Müminin.50.

Allah, bir de iffetini sapasağlam koruyan ve bizim de kendisine ruhumuzdan üflediğimiz, Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını doğrulayan İmran kızı Meryem’i de (inananlara) örnek gösterdi. O itaat edenlerdendi.” Tahrim.12.

Gerçekten bunda zahir hakikatler var iken, kör olup görmemek, sağır olup duymamak, ahmak olup araştırma zahmetinde bulunmamak hamakatın ötesinde ihanet ve cinayettir.

Birde cehennem konusunda[3] Allah’ın yakması olarak görülmesi ve  gösterilmesine kısaca cevap ise;

Cehennem deyince genellikle insanlar yanılacak yer olarak düşünürler. Oysa cehennemin bir çok görevleri vardır.

En önemlisi ise, temizleyici olmasıdır. Günahları ve günah kirlerini temizler. Eğer temizlenecek durumda ise.

Ancak yakma en köklü temizleme ateşle de olmaktadır.

Hatta yıldızların birer ışık kaynağıdır.

MEHMET ÖZÇELİK

04-01-2022


[1] https://www.yeniakit.com.tr/haber/hz-meryeme-fahiselik-iftirasi-o-ilahiyatciya-tepki-yagiyor-dekanlik-islami-degil-hocasini-koruyor-1613686.

https://www.mihraphaber.com/video/8994885/ilahiyatci-kisadan-hz-meryeme-iftira

[2] http://www.tesbitler.com/index.php?s=Meryem

http://www.tesbitler.com/index.php?s=%C4%B0lahiyat

[3] http://www.tesbitler.com/index.php?s=cehennem




ÇIKARILACAK DERSLER

BİR AĞAÇTAN ON DERS

Bir ağacın gölgesinde adam felsefe kitabı okuyordu. Sorular üstüne sorular adamın kafasını karıştırmıştı. Başını kaldırıp ağaca baktı.

—Keşke ağaç olsaydım, hiç düşünmeden yaşasaydım dedi.

Birden ağaç dile geldi:

—Ben düşünmüyorum belki ama düşünen insanlara o kadar çok ders verebilirim ki, dedi.

Adam heyecanla:

—Seni dinlemek isterim, dedi.

Ağaç konuşmaya başladı:

—At o felsefe kitabını elinden, şimdi bana bak ve beni dinle sana on tane hayat dersi vereceğim, dedi.

Adam heyecanlanarak:

—Tamam dedi.

Ağaç:

—Dinle o zaman, dedi ve hayat dersini sıralamaya başladı:

1-Ağaç yaş iken eğilir ya da doğrulur. Her şeyin bir zamanı vardır. Hayat öğrenme sürecidir ama zamanlaması çok önemlidir. Siz de bilirsiniz ki “yaşlı köpeğe yeni oyunlar öğretilmez.” “Yaşlı kurda yol öğretilmez.”

2-Düşen ağaca balta vuran çok olur. Onun için hayatta düşmemeye dikkat etmek gerek; güçlüyken gölgene sığınanlar düşerken baltayı alıp sana koşarlar.

3-Bizi yok etmeye çalışan baltanın sapı bizdendir. Her zaman dış düşmandan korkmayın. İç düşman daha tehlikelidir. Sizin gibi görünüp size hainlik edecek insanlara dikkat edin. Dişi kıran pirince en çok benzeyen beyaz taştır.

4-“Ulu çamlar fırtınalı diyarlarda yetişir” İnsanı

geliştiren mükemmelleştiren zorluklardır. Büyük adamlar büyük engellerle karşılaşıp onu aştıkları için büyük adam olurlar. Büyük devletler büyük badireleri atlatarak büyük devlet olurlar. Uçurtma rüzgâr engelini aşmak için yükseğe çıkar. Engelleri fırsat bilmelisiniz.

5-Bir ağacın kökü ne kadar derinse boyu o kadar yükseğe çıkar. Kökleri zayıf olan büyüklüğü taşıyamaz. Onun için kökünüze sahip çıkmalısınız. Kökünü unutan ya da yok sayan bir ağaç ayakta kalabilir mi? Bir ağaç tüm gücünü kökten alır. Sizin de tarihiniz olmazsa nasıl geleceğiniz olacak? Tarihinizi yok sayar ya da unutursanız nasıl geleceği inşa edebilirsiniz?

6-Ağaç yapraklarıyla gürler. Bir insan da ailesiyle, sosyal çevresiyle güzel olur; onlarla tamamlanır. Onlarla varlığını hissettirir. Onun için sosyal ilişkileriniz önemlidir.

7-Hiçbir ağaç acaba bahar gelecek mi, çiçek açacak mıyım diye düşünmez. Kök, gövde ve dallar görevini sessizce ve sabırlıca yaparlar. Siz de baharın gelmesini bekliyorsanız görevinizi şamata yapmadan sessizce, hakkıyla ve sabırla yapmalısınız.

8-Meyveli ağacı taşlarlar. Bilgili, becerikli, başarılı insanlara haset eden çok olur. Bir işe yaramayan, niteliksiz, silik insanlar kimsenin umurunda olmazlar. Onun için başarılı insanlar atılacak taşlara mukavemet edemezlerse başarılarını sürdüremezler.

9-Her ağaç kendi toprağında büyür. Ağaç ancak uygun toprağı

bulması halinde gelişmesini sürdürür. İnsan yetenekleri de öyledir; ağaç tohumu gibidir. Uygun zemin bulursa gelişir, yoksa çürür gider.

10-Beşikten mezara kadar ağaca muhtaçsınız. Çocukken beşikte, ölünce tabutta bizimle berabersiniz. Bize hep odun gözüyle bakmayın. Biraz da ibret gözüyle bakın. Sözü şöyle bitireyim, insanların kulağına küpe olsun. “Her şey bir ağacı sevmekle başlar.” Bundan sonra bir ağacın yanından geçerken durun ve şarkımızı dinleyin.

Adam ağaca tekrar baktı, “Aslında odun olan bu ağaç değil benmişim meğerse” diye geçirdi içinden.

“Yeryüzünün öğretmeni olmadan, gökyüzünün öğrencisi olmak lazım!”

– Aliya İzzet Begoviç

************** 

İŞTE TARİHİMİZDEN ÖRNEK BİR ESNAF VE EMANET AHLAKI.(NASIL YİTİRDİK BU AHLAKI)

-Geçmişte insanlar hacca araba ile değil daha çok at sırtında giderlermiş. Giderken de üzerlerindeki ağırlıkları, kıymetli ziynet eşyalarını Şam’da bulunan Mithat Paşa caddesine bırakıp dönüşte alırlarmış.

-Bir gün bir hacı adayı caddede bulunan esnafın birine içerisinde 3 bin osmanlı lirası bulunan bir keseyi teslim etmiş ve “ben hacca gidiyorum dönüşte bunu senden alacağım” demiş.

-Aradan 3 ay gibi bir zaman geçmiş ve adam hacdan geri dönüp geldiğinde keseyi bıraktığı kişiye gidip “ben buraya bir kese emanet etmiştim onu almak istiyorum” demiş. Bunun üzerine dükkan sahibi:” biraz müsaade et benim çarşıda işlerim var, bu arada çocuklar sana ikramda bulunsunlar, çok sürmez ben gelirim” demiş. Aradan birkaç saat geçmiş ve dükkan sahibi içerisinde 3 bin lira bulunan kırmızı bir kese ile geri dönmüş ve emaneti sahibine teslim etmiş. Kese sahibi teşekkür edip tam çıktığı esnada keseyi emanet ettiği dükkanın yan tarafta bulunan diğer dükkan olduğunu farketmiş. Kese sahibi hayıflanarak büyük bir üzüntüye kapılıp keseyi bıraktığı asıl dükkana gider ve dükkan sahibi hacıyı görünce tanır :”Allah haccını makbul ve mebrur etsin” demiş ve kesesini kendisine teslim etmiş. Bunun üzerine adam şaşırıp kalmış, “nasıl bir yanlış yaptım” diye düşünmeye başlamış ve “benim olmayan bir keseyi nasıl bana verdiler” demiş.

–Keseyi teslim aldığı ilk dükkana gider ve “sende olmayan bir emaneti bana nasıl verdin” diye sorar.

–Dükkan sahibi:”ben senin samimi olduğunu gördüm, doğru söylediğini anladım ve sana inandım ama tüm bunlara rağmen bahsettiğin keseyi sana verecek imkanım yoktu. Belki sen keseyi bırakmışsındır da ben unutmuşumdur diye kendi kendime hayıflandım, sonrasında gittim elimde bir eşyam vardı bin liraya onu sattım, komşumdan bin beşyüz lira borç aldım, beş yüz lira da cebimde vardı, bir şekilde toparladım ve sana emanetini verdim. Tüm bunları yaparken şundan korktum, Allah korusun sen memlekete döndüğün zaman, ben gittim Mithat Paşa’da bulunan herhangi bir dükkana emanetimi verdim sonrasında dönüp almaya gittiğimde bana emanetin burada yok dediler, inkar ettiler dersin ve memleketimizin, sokağımızın ismi kötü anılır diye çok korktum ve emanetini bir şekilde toparlayıp sana teslim ettim” der….

**************  

EBU DÜCANE/SAHABE VE BİZ

 Ebu Dücane* (ra); sabah namazlarını Rasûlûllah (sav)’ın arkasında kılmayı adet edinmişti.

Ancak namaz n biter-bitmez süratle camiden çıkar giderdi. Bu davranışı Rasûlullah (sav)’ın dikkatini çekmiş olacak ki bir gün Ebu Dücane’yi durdurdu ve

*-Ey Ebu Dücane, Allah’a ihtiyacın yokmudur? (ki dua etmeden çıkıp gidiyorsun)* buyurdu.

Ebu Dücane;

-Allah’a olan ihtiyacım o kadar fazladır ki bir an bile Allah’ı unutmuyorum ya Rasûlallah! dedi.

Rasûlullah (sav):

-O halde niçin namaz bitip Allah’a dua edinceye kadar bizimle kalmadan çekip gidiyorsun?

Ebu Dücane;

*-Ya Rasûlallah, benim Yahudi bir komşum var, bahçesindeki hurma ağacının dalları evimin avlusuna sarkmış. Gece rüzgar esince, hurmaları bahçeme düşmektedir. Küçük çocuklarım aç olarak uyanıp o hurmaları yemeden önce gidip onları topluyor ve sahibi olan Yahudiye veriyorum.

Birgün sabah namazından sonra eve biraz geç gidince, yeni uyanan bir çocuğumun o hurmalardan birini ağzına koyup çiğnediğini gördüm. Parmağımı ağzına sokup dışarı atmasını sağlayınca çocuk ağlamaya başladı. -Ben ona,

*-Allah’ın huzuruna Yahudinin hurmasını çalan bir hırsız olarak çıkmamdan utanmıyor musun ki hurmasını yiyiyorsun? dedim.

Dolayısıyla bu durumun bir daha tekrarlanmaması için namazdan hemen sonra çıkıyorum.

Duruma vakıf olan Hz. Ebu Bekir Yahudiye giderek hurma ağacını satın aldı. Ebu Dücane ve çocuklarına hediye etti.

*Yahudi, Hz. Ebu Bekir’in bu ağacını satın almasının sebebini öğrenince bütün ailesini yanına alarak Rasûlullah (as)’ın huzuruna çıktılar ve ailece müslüman oldular.

Kısa sürede İslam’ın bütün Arap Yarımadası’na ve kıtalara yayılmasının ve ‘bölük-bölük’ insanların İslam’ı girmelerinin sebebi o günkü müslümanların İslam’ı bu şekilde yaşamalarıydı.

**************  

Paris’te 1938’de bir tiyatronun vestiyer görevlisi kadın, temsil bittikten sonra, Amerikalı müşterilerden birine paltosunu giydirir. Müşteri hemen paltoyu  çıkarır:*

-Bu benim değil, der.

Vestiyer görevlisi kadın, Amerikalının paltosunu arar, arar, bulamaz. Yanlışlıkla bunu başka bir müşteriye giydirdiğini anlar. *Paltonun cebinde 150 dolar kadar para ve Amerikan sigaraları vardır.*

Vestiyer görevlisi kadın, bütün bunları ödemekle kalmayacak, tiyatro ile mukavelesi de bozulacaktır. Telâş içindedir. *Amerikalıdan özürler dileyerek ertesi güne kadar mühlet ister.*

O geceyi uykusuz geçirir ve sürekli düşünür:

*”Yanlışlıkla bu paltoyu giyip giden müşteri, Fransızsa geri getireceği şüphelidir. İngilizse geri getireceği muhakkaktır.” vs, vs.* Böylece, zihninde tanıdığı bildiği bütün milletlerin insanlarına göre birer ahlâk notu verir.

Ertesi gün, sabahtan itibaren, gözleri kapıda beklemeye başlar.

*Öğleye doğru, zayıf, gözlüklü, orta yaşlı ve orta boylu bir adam çıka gelir ve paltoyla birlikte ceplerindeki dolarları ve sigaraları kadına teslim eder. Kadın sevinçten deli gibidir. Namuslu müşteriye bir çift bilet hediye etmek ister, kabul ettiremez. Sorar:*

-Fransız mısınız siz?

-Hayır, madam.

-İngiliz?

-Hayır.

-İtalyan?

-Hayır, madam, ben Türk’üm.

O zaman, kadın gece düşündüklerini anlattıktan sonra:

*-Türkler hiç hatırıma gelmemişti, der.*

Ve müşteriye, Türk bayrağının rengini hatırlatan kırmızı ve beyaz güllerden acele yaptırdığı buketi hediye eder.

*Bu hikâye yaşanmış ve doğrudur, çünkü buketi alan Türk, PEYAMİ SAFA’dır.*

******************** 

Şeyh Edebali’den…

Evladım,

İnsan kulağından zehirlenir.

Her duyduğuna inanma!

Aziz Nesin anlatıyor;

“Bir roman yazdım. Üç ay, geceli gündüzlü bu romana çalıştım. Dünyada herkes birbirini kandırır, yazar kısmı da kendi kendini kandırır. Başkalarına söylemeye utansam bile kendi kendime söyleyebilirim. Roman çok güzel oldu. Gazetelerden birine götürdüm.

“Biz telif roman neşretmiyoruz,” dediler.

“Bir kere okuyun!”

“Ne gereği var, halk telif roman sevmiyor.”

Bir kitapçıya götürdüm. Daha “Bir romanım var,” der demez, “Biz yalnız tercüme romanlar basıyoruz,” dedi.

Başka birine götürdüm. O da, “Tercüme varsa getirin, telif roman satılmıyor,” dedi.

Nereye gittimse, hepsi birbirinin ağzına tükürmüş. Üç ay, ha babam ha, çalışıp büyük ümitlerle yazdığım roman, kimse görmeden cami kapısına bırakılacak günah çocuğu gibi elimde kaldı. O zaman aklıma geldi. Bizim arkadaşlar, kimi Fransızcadan, kimi Almancadan, kimi İngilizceden, İtalyancadan hikâyeler aparıp Johnson’u Ahmet, Martha’yı Fatma yapıyorlar; sonra kendileri yazmış gibi hikâyenin altına imzalarını çakıp dergilere veriyorlar. Ben niye sanki tersini yapmayayım?

Oturdum, romanda ne kadar Türk adı varsa değiştirdim. Amerikan ismi koydum. Elime bir yerden de New York’un planını geçirdim. Romandaki yer adları da Amerikan’ca oldu. Şimdi sıra geldi, romanın yazarına…Mark Obrien diye bir de ortaya Amerikan yazarı çıkardım.

“Yalnız çeviri roman yayımlıyoruz,” diye beni tersyüz eden gazeteye romanı götürdüm. “Size Mark Obrien’den çevirdiğim bir roman getirdim,” dedim.

“Çok güzel. Kim bu Mark Obrien?”

“Aaa! Bilmiyor musunuz? Ünlü Mark Obrien yahu! Kitapları bütün dünya dillerine çevrildi.”

Romanı okuma gereği bile görmediler; trink paraları sayıp aldılar. Yalnız bana “Yazar ve eseri hakkında bir şeyler yaz,” dediler.

Sarıldım kaleme:

“Mark Obrien’in son şaheseri: ‘Struggle for Life’

Amerika’yı yerinden oynatan bu eser bir ayda 4 milyon sattı. Bütün dünya dillerine çevrilen bu kıymetli roman, nihayet ‘hayat kavgası’ adıyla dilimize de çevrilmiştir.”

Mark Obrien efendiye bir de hal tercümesi şişirdim, sormayın. 18 çocuklu ailenin en küçük çocuğu. Babası Philadelphia’da bir çiftçi. Oğlunu papaz yapmak istiyor. Küçük Mark, daha 14 yaşında ilahiyat profesörünün kaba etine iğne batırıp mektepten kovulmak zekâsını gösteriyor. Tıpkı birçok ünlü Amerikan yazarının hayatı gibi… Balıkçılık yapıyor. Hep bildiğiniz hikâye. Derken 40 yaşında ilk hikâyesini ‘Let Us Kiss’ dergisine gönderiyor. Dili, üslubu o kadar bozuk, anlamsız, saçma ki!

Anlayacağınız, uzun bir hal tercümesi. Bizim roman bir tutunsun. Kitapçılar, “Aman şu mark Obrien’den bir çeviri de bize yap!” diye peşime düştüler.

Mark Obrien’den tam 18 roman çevirdim. Daha da ömrüm oldukça çevireceğim. İş bununla kalmadı. Hani ünlü polis hafiyesi Jack Lammer var ya. Kitabı herkesin elinde dolaşıyor. Ondan da 6 kitap çevirdim. Son günlerde işi ilerletmiştim. Hintçeden, Çinceden bile çeviriyordum.

Bu gidişle bir zaman gelecek, Amerikan edebiyat tarihini yazacak olanlar, Türkçe romanları okumaya mecbur olacaklar. Benim de artık son umudum, Mark Obrien adıyla, Amerikan edebiyatında yer almak.

Sosyal medyada bu mevzunun roman değil de ağaç versiyonunu denedim. Türkiye olarak son 20 yılda gerek devlet , gerek STK’lar eliyle 4 milyar adet fidan dikmişiz. Dünya rekoru kırmışız. Gittim bir çapulcu sayfaya , bu başarı Türkiye’de  değil de, Finlandiya’da gerçekleşmiş gibi anlattım.  Sonuç muazzamdı. Türkiye deyince ormanı yakıp saray yapacaklar, Avm yapacaklar diyenler, her yer beton oldu diyen tipler Finlandiya yazınca çok fena takdir ettiler.

Bunları niye yazdım: Burada kendi sayfasında kalem oynatan, ilgi duyduğu bir alana, günlük yaşama, siyasete, ekonomiye, insana dair yazılar yazan öyle insanlar tanıdım ki yazdığının altına ünlü bir ekonomist, popüler bir yazar, bilindik bir politikacı, büyük medya kuruluşlarında köşe sahibi insanların adı yazılsa kimse anlamaz, etkileşimleri de 10 kat yüz kat artar. Tamam, eskiden de öyleydi ama, bu zamanda-özellikle bu zamanda- etiket herşey vesselam.  Selam olsun ambalajı değil de, içeriği kaliteli olanlara… ?

(E. Barzonun sayfasından)

****************** 

▪️Göz; 324 Milyon piksel görme kalitesi

▪️Beyin; 2.5 Milyon GB hafıza

▪️Damarlar; Vücutda 40 bin km’lik ağ.

▪️Kalp; Yılda 38 milyon ritim.

▪️Böbrek; 1.2 milyon filtreleme ünitesi

▪️İskelet; 206 kemik üzerinde duran vücut.

▪️Bu organları bir avuç topraktan yaratan Allah’a şükürler olsun

******************* 

Zamanında Sultan Ahmet meydanında Allahın veli bir kulu varmış, gelen gidenin kolundan tutup: “ALLAH VAR, ALLAH VAR!!!” diye insanları silkeliyormuş.

Tabii insanlar buna deli muamelesi yapıyor, pek ciddiye almıyor.

Ben de 10 yıllık imamım, bu zattan haberim yok ve SultanAhmet ziyareti çıkışında baktım benim de kolumdan tutup “ALLAH VAR, ALLAH VAR” diye bedenimi silkeledi…

Ben de, meczuptur deyip elimle adamın sırtını sıvazlayarak: “Elbetteki Allah var kardeşim, hiç olmaz mı” diye tasdik ettim.

Adam tekrar eti: “AMA GERÇEKTEN ALLAH VAR!”

Ben bu sefer daha sıcak bir karşılık ile: “Evet, gerçekten Allah var” dedim. Ama bu mübarek adam, yüzüme bakıp bu sefer bedenimi değil adeta ruhumu silkelercesine: “HAYIR, HAYIR. ÖYLE BÖYLE DEĞİL. SANDIĞINIZ GİBİ HİÇ DEĞİL. GERÇEKTEN DE ALLAH VAR!!!” dedi.

Ben hala meczupluğuna bağlayıp kırmadan cevap vermeye çalışırken birden vicdanım irkiliverdi. Ne demekti: “ÖYLE BÖYLE DEĞİL” ne demekti: “SANDIĞIMIZ GİBİ DEĞİL”

Biz Allahı nasıl biliyorduk ki; bu zat bilmediğimizden bu kadar emin bir şekilde bizi ikaz ediyordu. Ben bir İmamım ben bilmezsen kim bilecekti Allahın var olduğunu.

Ama bir tuhaflık vardı bu uyarıda, bu meczubun bu söylemi yabana atılacak cinsten değildi, bu mübarek zat öyle laf olsun diye değil, yürekten ikaz ediyordu beni.

Yoksa, yoksa gerçekten de Allahın varlığının farkında değilmiydim???

Bu mübarek adam ruhumu öyle bir silkelemişti ki, on yıllık bir imam olduğum halde gerçekten de Allahın varlığını tam idrak edemediğimi fark ettim. Olduğum yere yığıldım, bu zat kolumdan tutup beni bir kenara çekti. Ben ağladım o benimle ağladı, ben sustum o benimle sustu.

İki saat sonra ancak kendime gelebildim ve o zat yüzüme öyle bir sevgi ile baktı ki, gayriihtiyari elini öpmeye giriştim ama o bana sarıldı. Ve “ELHAMDULİLLAH, BİR İNANAN KARDEŞİMİ DAHA BULDUM” dedi. ve ardından “ŞİMDİ VAR GİT, MÜSLÜMANLARA ALLAHIN GERÇEKTEN VAR OLDUĞUNU ANLAT AMA HABERİN OLSUN. ÇOK ZORDUR, MÜSLÜMANLARA ALLAHIN VAR OLDUĞUNU ANLATMAK.       

*******************