İSLÂM DÜNYASI MİSYONER KUŞATMASINDA
İSLÂM
DÜNYASI MİSYONER KUŞATMASINDA
Bugün
Ortadoğu’daki yandırılan ateşin malzemeleri yüzlerce yıllar öncesinde
hazırlanmıştı.
Bu
eserden yaptığımız alıntılar bunun izahıdır.
-İSLAM
ÂLEMİ ve İNGİLİZ MİSYONERLER-Bir Misyoner Nasıl Yetiştiriliyor?
Yzb.
Ahmet Hamdi Bey-Adlı eserden;
“Osmanlı
Devleti ile Fransa Krallığı arasında başlayan dostluğun bir sonucu olarak,
bilhassa Galata’da yerleşen, Katolik mezhebine mensup Cizvitler vasıtasıyla
misyonerlik faaliyetleri Osmanlı topraklarında da görülmeye başlamıştır.
Galata’da Saint Benoit Kilisesi’ne yerleşen ve burada Saint Benoit Okulu’nu
kuran Cizvitler, ilk olarak Müslüman halk üzerinde faaliyet göstermeye
çalışmış, ancak, başarılı olamayınca Ermeniler üzerinde faaliyetlerini
sürdürmüşlerdir.
Bu
dönemden itibaren Osmanlı topraklarında yerleşmeye başlayan bu ilk misyonerler
yazdıkları eserlerle daha sonraki dönemlerde aynı yolu takip edecek meslektaşlarına
ön ayak olmuşlardır.”[1]
-Bugün
fetönün pensilvanyada kaldığı karargah, Cizvit papazlarının karargahıdır.
-“İngilizler,
1840’tan itibaren Lübnan ve Suriye bölgelerinde Müslümanlarla Hıristiyanlar
arasında meydana gelen çatışmalardan faydalanarak kendi mezheplerinden olanları
himaye etmek bahanesiyle olaylara müdahale etmişler, bu vesileyle nüfuzlarını
kuvvetlendirmeye çalışmışlardır. İngilizler nüfuzlarını güçlendirmek amacıyla misyonerleri
kullanmışlardır.”[2]
-Bugün
Suriye ve etrafındaki kavgaların gerçek sebebi de anlaşılmış oluyor.
-“Bu
dönemden itibaren Osmanlı ülkesinde yaşayan azınlıkların haklarını koruma
bahanesiyle, dış güçler tarafından sürekli olarak devletin iç işlerine müdahale
edilmiş, misyonerler siyasî propagandanın en önemli elemanları olarak görev
yapmışlardır. İtalya ve Avusturya Katolikleri, İngiltere, Almanya ve Amerika
Birleşik Devletleri Protestanları, Rusya ise Ortodoksları himaye bahanesiyle
Osmanlı Devleti’nin iç işlerine müdahale etmeye çalışmışlar, bu müdahaleyi de
çoğunlukla gönderdikleri misyonerleri vasıtasıyla gerçekleştirmişlerdir.
-Misyonerlik
faaliyetlerinin en etkili unsurlarından birisi azınlık okulları olmuştur.
Batılı büyük devletler, Osmanlı topraklarında himayeleri altına aldıkları
azınlıklar için kurmuş oldukları okullarında, etnik azınlıkları kendi taraflarına
çekmeyi başarmışlardır.(B. Kerimoğlu, s. 41. B. Küçükoğlu’na göre, misyoner
okulları, Batılı devletlerin emellerini gerçekleştirme yolunda kullandıkları en
güçlü silah olmuş ve Osmanlı Devleti’ni yıkma yolunda en verimli şekilde
kullanılmıştır. Bu devletler köylere kadar yayılan okullarıyla bu bölgelerde
nüfuz sahibi olmuşlardı. Bu okullarda gerçekleştirilen Müslüman-Türk düşmanlığı
fikrinin benimsetilmesiyle yıllarca bir arada yaşamış, kültürel yönden bir çok
değer geliştirmiş ve hatta akraba Türk toplulukları bile birbirine düşman
yapılmış, ülke bağımsızlık mücadelelerinin verildiği kamplar diyarına
dönüştürülmüştü (B. Küçükoğlu, s. 87).
-“Osmanlı
Devleti’nin son dönemlerinde bilhassa üç misyoner okulu çok önemli üç misyonu
üstlenmişti. Bunlardan birisi olan Robert Koleji’ne Bulgar ayrılıkçılığının
liderleri yerleştirilmişti. Harput’taki Fırat Koleji, Ermeni ayrılıkçılığının
liderlerinin yerleştirildiği okuldu. Merzifon’da kurulmuş olan Amerikan Koleji
ise daha ziyade Pontus hareketinin merkezi durumundaydı.”[3]
-“Orta
Doğu’da bu misyonu en iyi yerine getiren bir diğer okul ise Beyrut’taki
Amerikan Üniversitesi idi. Bu okul 1866 yılında misyonerler tarafından
kurulmuştu. Suriye’deki ilk Protestan Koleji olarak kurulan bu okulun etkileri
bütün Arap dünyasında kısa süre içerisinde hissedildi. Bu okulda okuyan
Müslüman öğrenciler hileli yollarla kendi dinlerinden uzaklaştırılmış, kendi
dinlerine zıt doktrinlerle eğitilmişlerdi. Bu propaganda neticesinde,
öğrenciler son sınıfa geldiklerinde kendi dinlerine karşı hararetli birer
muhalif haline gelmişlerdi. Bu okuldan mezun olan öğrenciler daha sonraki
dönemde Arap milliyetçiliğinin en ateşli savunucuları ve yeni oluşan Arap devletlerinin
liderleri olmuşlardır.( A. Gürkan, s. 337-339.)
-Bugün
Suriye ve çevresindeki kavgalar, yüz yıllar öncesinden ekilen zehirli
tohumların mahsulleridir.
-“Faaliyet
gösterdikleri bölgelerde yaşayan yerli halkın dillerini, dinlerini, örf ve
adetlerini en ince ayrıntısına kadar öğrenmişler ve bu konular üzerinde
akademik sayılabilecek çalışmalar yapmışlardır.
-Misyonerlerden
birisi bu eserin kahramanlarından Şeyh Abdullah Mansur idi. Abdullah Mansur,
Yemen’de botanik bilimcisi olarak faaliyet gösteren, aynı zamanda da Müslüman
kimliği altında, bölge halkının kendisine çok önem verdiği bir şeyh olarak
güçlü bir nüfuza da sahip olmayı başaran bir misyonerdi. Üstelik o bu bölgede
bulunan tek misyoner de değildi. Elinizdeki kitabın yazarı Osmanlı ordusunda
görev yapan Yüzbaşı Ahmed Hamdi Bey, Yemen’de bulunduğu sıralarda, bölgede
yoğun olarak çalışan misyonerler hakkında yaptığı araştırmada; Şeyh Mansur gibi
misyonerlerin gerçek yüzünü ortaya çıkarmakla birlikte, görüştüğü Misyon
Cemiyeti’nin önde gelen üyeleri, bölgede bilhassa İngiliz desteği ile yetişen
misyonerlerin yetişme şekilleri, faaliyet sahaları, bağlantılı oldukları
kimseler hakkında detaylı bilgi vermekte, misyonerlik teşkilatının işleyişini
de gözler önüne sermektedirler.
-Misyonerler
çocuk yaşta hizmete alınırlar. İleride görevlendirilecekleri işe göre, ilmî,
ahlakî ve fikrî eğitim alırlar. Mesela, İngiliz Misyoner Cemiyeti’nin bu konuda
izlemiş olduğu yol şu şekildedir. Cemiyet, her yıl, ihtiyaca göre, okullarda
eğitim gören çocukların en zekilerinden, babalarının da iznini almak suretiyle,
otuz-kırk tanesini seçer. Seçilen bu öğrenciler devlet güvencesi altına alınır.
Öğrenciler, yeteneklerine göre, üçer-beşer ayrılarak, dünya üzerinde, İngiliz
devleti için önem arz eden bölgelere gönderilirler. Mesela, ikisini Türkiye’ye,
üçünü Nûbî’ye ve Sudan’a, dördünü Hindistan’a, üçünü Tibet’e, beşini Rusya’ya
vs. yerlere yerleştirirler. Bu çocuklar, gittikleri ülkelerdeki İngiliz elçilik
ve konsolosluklarına emanet edilirler.
-İngiliz
misyonerleri bütün Hindistan dillerini bilirler. Zira ahalisinin iki yüz
milyonu putperest, seksen milyonu Müslüman olan koskoca Hindistan’ı sadece üç
milyon Hristiyan ile idare etmenin ne kadar zor bir iş olduğunu takdir
edersiniz.
-Bugün
Hristiyanlık dünyasının şeriata bakışı ile, incildeki bahsedilen ile bir tezad
oluşturmaktadır.
-Matta
İncili’nin beşinci babının on yedinci ayeti şu şekildedir: “Ben şeriatı ve
Peygamberi iptal etmek için geldim zannetmeyiniz. Onları iptal etmek için
değil, bilakis tamamlamak için geldim. Zira, şunu bir gerçek olarak size açıkça
bildiririm ki, yer ve gök yok olmadıkça, şeriatın cümlesi tamamlanıncaya kadar
ondan bir harf ve nokta yok olmayacaktır”.
-Misyonerler,
rütbe, makam, gençlik, yaşlılık, zenginlik, yoksulluk, güzellik ya da çirkinlik
gibi durumları pek önemsemezler. Onlar, bir insanın kişiliğine ve zihnî
yapısına bakarlar.
****************
Sinsi
plan adım adım ilerliyor.
Önce
hocaları itibarsızlaştırmak, itibarsız hocalara itibar vermek, cemaatleri devre
dışı bırakarak toplumun istinad noktalarını yıkma yoluna gidilmektedir.
-Hükümet
cemaatlerle karşı karşıya getirilmeye çalışılıyor.
-Cemaatler
ve tarikatlar hükümetten koparılmaya, güçsüz düşürülmeye çalışılıyor.
-Yüz
yıl önce devlet tarafından devre dışı bırakılan tarikat ve cemaatler, devlet
gücünü kaybedenler tarafından cemaat ve tarikatlar eliyle kullanılmaya ve yıpratılmaya
çalışılıyor.
-Dinime
dahleden bari müsülman olsa.
Bu
günlerde cemaatleri gündeme getirip ve tarikatlara saldıran ve onlar kanalıyla
İslam’a vurmaya çalışanların mazisine baktığınızda gerçek niyet ortaya çıkıyor.
Bunların
mazide islamla ilgileri olmadığı gibi, bugünde yok.
-Üç
yılda 36 bin tweet atan İslamoğlu, 63 yılda Peygamberimizin yaptıkları ve 23
yılda söylediği hadisleri çok görüp, inkâr ediyor.
-Arkasından
Kur’an-ı Kerime şaibe bulaştırıp şüphe uyandırarak, toplumun temelde iki büyük
kaynağı olan Rasulullah ve Kur’an-ı Kerim devre dışı bırakılacak, onu savunan
hocalarda savunmasız bırakılacaktır.
-Mustafa
Öztürk-Kuranın tarihselliği kitabında Peygamberimizin ayetleri
değiştirebileceğini söylüyor.
-“Kur’ân’ın hem lâfız
hem mânâ itibarıyla inzal edildiğini kabul etmek, cihad ve kıtal meselesinde
kullanılan politik dilin bizzat Allah’a ait olduğunu söylemeyi gerektirir.
Vahyin salt mânâ ve mefhum olarak inzal edildiğini kabul etmek ise, söz konusu
dilin Hz. Peygamber tarafından formüle edildiğini, dolayısıyla Allah katından
genel muhteva ve perspektif olarak aldığ vahyin ışığında konjonktürel
gelişmelerle ilgili yol haritasını kendisinin belirlediğini söylemek gerekir,
ki, bu ikinci ihtimal daha makul görünmektedir. Aksi takdirde “Allah’ın
ahlâkîliği” meselesi gündeme gelir.”[4]
-Kanaatimce
vahiy; tevhid, adalet, meâd gibi temel kavramlar olarak nazil olmuş ve bu genel
/ mücmel kavramsal içerik Hz. Peygamber’in zihninde detaylı hale gelmiştir. Hz.
Peygamber temel inanç ve ahlâk ilkeleri uyarınca toplumu dönüştürme hedefini
tutturmak üzere o günkü sosyoloji içerisinde durum bağlamına uygun birtakım
tikel stratejiler ve taktikler belirleyip imkânlar elverdiği ölçüde bunları
tatbik etmiştir.
Bu zaviyeden
baktığınızda, Kur’an’ın ötekilerle ilişkisinde niçin çok esnek, değişken ve
aynı zamanda politik bir dil ve üslûp kullanıldığını anlamak mümkün olabilir.
Daha açıkçası, Kur’ân’ın Mekke döneminde Ehl-i kitap, özellikle de Yahudiler
hakkında olumlu bir dil kullanmasına rağmen, Tevbe sûresi 29. âyette aynı
zümrenin “Allahsızlar” diye nitelendirmesi arasındaki uçurum az çok anlaşılır
hale gelir. Kur’an’daki bu keskin üslûp ve tikel hüküm değişikliklerinin tek
tek ve lâfzen Allah tarafından belirlendiği kanaatinde değilim. Çünkü Allah’ın
bu denli güncel ve politik bir sürecin içinde bizzat müdahil olduğuna kani
değilim. Allah’ın bizzat savaşa katıldığı izlenimi veren âyetlerin Hz.
Peygamber’in zihnindeki genel ve küllî vahiyden istinbat edilmiş tikel
referanslar olduğu kanaatindeyim.”[5]
-“Fakihler
ve müfessirler söz konusu âyetleri tâmimci yaklaşımla yorumladılar ve bu
yorumdan hareketle i’lâ-i kelimetullah diye bilinen bir kutsal savaş doktrini
ortaya koydular. Ben bir Müslüman olarak bu doktrinin meşru olduğunu kabul
etmiyorum. Dolayısıyla Viyana kuşatmasının hiçbir ulvî boyut taşıdığına
inanmıyorum. Şayet i’lâ-i kelimetullah adına savaşmak söz konusuysa,
Hıristiyanlarla empati kurulup “Haçlı seferlerinin de fetih olarak tanımlanması
gerekir” diye düşünüyorum.”[6]
[1] Numan
Malkoç, “Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’deki Protestan Misyonerliği”, Türkiye’de
Misyonerlik Faaliyetleri, İstanbul 2004, s. 164.
[2] M.
Erdem, s. 271-272.
[3] B.
Küçükoğlu, s. 89; Ahmet Gürkan, İslâm Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, Ankara
ts, s. 337-338.
[4] İslâm Kaynaklarında, Geleneğinde ve
Günümüzde Cihad (İstanbul: Kuramer, Ekim 2017), s. 155.
[5] A.g.e.,
s. 201.
[6] A.g.e.,
s. 215.