MUSİKA-İ İLAHİ
MUSİKA-İ İLAHİ
İlk
emri Allah “Kün” emriyle yani sesle verdi.
“Allah bir şeyi dilediğinde O’nun
buyruğu, sadece ‘Ol!..’ demektir,
hemen oluverir…”[2]
O
emir hala devam etmektedir.
O
ses hükmünü sonsuza kadar devam ettirmektedir.
Nuh
tufanında;” “Ey arz (yeryüzü), suyunu
yut! Ey sema (suyunu) tut!” denildi. Ve su çekildi ve emir yerine getirildi. Ve
(gemi), Cudi (dağı)nın üzerine yerleşti. Ve zalim kavme: “Uzak olsunlar.”
denildi.”[3]
Yer
ve göğün oluşumunu sesle yaptı.
-“Sonra,
duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: ‘İsteyerek veya
istemeyerek buyruğuma gelin’ dedi. İkisi de: ‘İsteyerek geldik’ dediler.”[4]
“Allah söz konusu emriyle şöyle
demek istemiştir: ‘Ey
gök ve yerküresi! İkiniz de sizin içinizde yarattığım şeyleri açığa çıkarın; ey
gök, sen sende yarattığım güneşi, ayı ve yıldızları ortaya çıkar… Ve ey
yerküresi! Sen de sende yarattığım bitkileri, ağaçları, meyveleri, ırmakları ve
denzileri ortaya çıkar!’ Onlar da bu
emri yerine getireceklerini söylemişler.”(Taberi).
İlk
yarattığı Kaleme, Söz-le “Yaz” Dedi.
Ruhlara
ruhlar aleminde; “ Elestü bi Rabbiküm”, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”
ifadesini sesle verdi.
-Dinin
musikiye bakışı müsbet olup, ölçüsünü de vermiştir.[5]
Kâinat
hep bir ağızdan ilahi musikiyi seslendirmektedir.
Kâinat
sesler dünyasıdır denilse yanlış olmaz.
İletişimler
bir nevi varlıkların kendi lisan, ses ve tarzlarıyla sürdürülmektedir.
-“Git
fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor, “Ne diyorsunuz?”
de; elbette, “Yâ Celîl, yâ Celîl, yâ Azîz, yâ Cebbâr” dediklerini
işiteceksin. Sonra, deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye
edilen küçük hayvanâttan ve yavrulardan sor, “Ne diyorsunuz?” de;
elbette “Yâ Cemîl, yâ Cemîl, yâ Rahîm, yâ Rahîm” diyecekler.
(Hattâ
bir gün kedilere baktım; yalnız yemeklerini yediler, oynadılar yattılar.
Hatırıma geldi, “Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübârek denilir?”
Sonra gece yatmak için uzandım. Baktım, o kedilerden birisi geldi, yastığıma
dayandı, ağzını kulağıma getirdi. Sarîh bir sûrette, “Yâ Rahîm, yâ Rahîm,
yâ Rahîm, yâ Rahîm” diyerek, güyâ hatırıma gelen îtirazı ve tahkiri,
tâifesi nâmına reddedip yüzüme çarptı. Aklıma geldi, “Acaba şu zikir bu
ferde mi mahsustur, yoksa tâifesine mi âmmdır? Ve işitmek yalnız benim gibi
haksız bir mûterize mi münhasırdır, yoksa herkes dikkat etse bir derece
işitebilir mi?” Sonra sabahleyin başka kedileri dinledim. Çendan onun gibi
sarîh değil, fakat mütefâvit derecede aynı zikri tekrar ediyorlar. Bidâyette
hır hırları arkasında “Yâ Rahîm” fark edilir. Git gide hır hırları,
mırmırları aynı “Yâ Rahîm” olur. Mahreçsiz, fasîh bir zikr-i hazin
olur. Ağzını kapar, güzel “Yâ Rahîm” çeker. Yanına gelen ihvanlara
hikâye ettim. Onlar dahi dikkat ettiler, “Bir derece işitiyoruz”
dediler. Sonra kalbime geldi, “Acaba şu ismin vech-i tahsîsi nedir ve ne
için insan şivesiyle zikrederler, hayvan lisâniyle etmiyorlar?” Kalbime
geldi, şu hayvanlar çocuk gibi çok nazdar ve nâzik ve insana karışık bir
arkadaş olduğundan, çok şefkat ve merhamete muhtaçtırlar. Okşandığı vakit
hoşlarına giden taltifleri gördükleri zaman, o nimete bir hamd olarak, kelbin
hilâfına olarak, esbâbı bırakıp yalnız kendi Hàlık-ı Rahîminin rahmetini kendi
âleminde ilân ile, nevm-i gaflette olan insanları ikaz ve “Yâ Rahîm”
nidâsıyla, kimden meded gelir ve kimden rahmet beklenir, esbâbperestlere ihtar
ediyorlar.)
Semâyı
dinle; nasıl “Yâ Celîl-i Zülcemâl” diyor. Ve arza kulak ver; nasıl
“Yâ Cemîl-i Zülcelâl” diyor. Ve hayvanlara dikkat et; nasıl “Yâ
Rahmân, yâ Rezzâk” diyorlar. Bahardan sor; bak nasıl, “Yâ Hannân, yâ
Rahmân, yâ Rahîm, yâ Kerîm, yâ Latîf, yâ Atûf, yâ Musavvir, yâ Münevvir, yâ
Muhsin, yâ Müzeyyin” gibi çok esmâyı işiteceksin. Ve insan olan bir
insandan sor; bak nasıl bütün Esmâ-i Hüsnâyı okuyor ve cephesinde yazılı. Sen
de dikkat etsen, okuyabilirsin. Güyâ, kâinat azîm bir mûsıka-i zikriyedir; en
küçük nağme, en gür nağamâta karışmakla, haşmetli bir letâfet veriyor. Ve
hâkezâ, kıyas et.”[6]
-“Hem
meselâ, mâhir bir san’atperver, maharetini göstermeyi sever bir usta, güzel,
plâksız konuşan fonoğraf gibi bir san’atı icad ettikten sonra, onu kurup
tecrübe ediyor; gösteriyor. O san’atkârın düşündüğü ve istediği neticeleri en
mükemmel bir tarzda gösterse, onun mûcidi ne kadar iftihar eder, ne kadar
memnun olur, ne derece hoşuna gider; kendi kendine “Bârekâllah”
der.
İşte, küçücük bir insan, icadsız, sırf sûrî bir san’atçığı ile, bir fonoğrafın
güzel işlemesiyle böyle memnun olsa; acaba bir Sâni-i Zülcelâl, koca kâinatı
bir mûsıkî, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki
bütün zîhayatı ve bilhassa zîhayat içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı
Rabbânî ve bir mûsıkà-i İlâhî tarzında yapmış ki; hikmet-i beşer, o san’at
karşısında hayretinden parmağını ısırıyor. İşte bütün o masnuât, bütün onlardan
matlûb neticeleri nihayet derecede ve gayet güzel bir sûrette gösterdiklerinden
ve ibâdât-ı mahsusa ve tesbihât-ı hususiye ve tahiyyât-ı muayyene ile tâbir
edilen evâmir-i tekviniyeye karşı onların itaatleri ve onlardan matlûb olan
makàsıd-ı Rabbâniyenin husûlünden hâsıl olan ve iftihar ve memnuniyet ve
ferahla, tâbir edemediğimiz maânî-i mukaddese ve şuûn-u münezzeh, o derece âlî
ve mukaddestir ki; bütün ukùl-ü beşer ittihad edip bir akıl olsa, yine onların
künhüne yetişemez ve ihâta edemez. “[7]
-“Sâni-i
Zülcelâlin âlem-i ekberdeki san’atı o derece mânidardır ki, o san’at bir kitap
suretinde tezahür edip, kâinatı bir kitab-ı kebir hükmüne getirdiğinden, akl-ı
beşer, hakikî fenn-i hikmet kütüphanesini ondan aldı ve ona göre yazdı. Ve o
kitab-ı hikmet, o derece hakikatle bağlı ve hakikatten medet alıyor ki, büyük
Kitab-ı Mübînin bir nüshası olan Kur’ân-ı Hakîm şeklinde ilân edildi. Hem nasıl
ki, kâinattaki san’atı, kemâl-i intizamından kitap şekline girdi. İnsandaki
sıbgatı ve nakş-ı hikmeti dahi hitap çiçeğini açtı. Yani, o san’at, o derece
mânidar ve hassas ve güzeldir ki, o makine-i zîhayattaki cihazatı, fonoğraf
gibi nutka geldi, söylettirdi. Ve öyle bir ahsen-i takvim içinde bir sıbga-i
Rabbâniye vermiş ki, o maddî, cismanî, câmid kafada mânevî, gaybî, hayattar
olan beyan ve hitap çiçeği açıldı. Ve o insan kafasındaki kabiliyet-i nutuk ve
beyana o derece ulvî cihazat ve istidat verdi ki, Sultan-ı Ezelîye muhatap
olacak bir makamda inkişaf ettirdi, terakki verdi. Yani, fıtrat-ı insaniyedeki
sıbga-i Rabbâniye, hitab-ı İlâhî çiçeğini açtı.
Hiç mümkün müdür ki, kitap derecesine gelen bütün mevcudattaki san’ata ve hitap
makamına gelen insandaki o sıbgaya Vâhid-i Ehadden başkası karışabilsin?
Hâşâ!
…bütün
eşyayı büyük bir mikyasta o büyük sarayın levazımatı şekline getirerek şâşaalı
bir surette haşmet-i rububiyetini gösterdiği gibi; cemal noktasında, rahmeti
dahi, en küçük zîhayata kadar her zîruha envâ-ı nimetini verir, onunla tanzim
eder, baştan aşağıya kadar nimetlerle süsleyip lütuf ve keremle tezyin eder ve
o haşmet-i celâliyeye karşı cemâl-i rahmetini o küçücük lisanlarla, o büyük
lisana karşı çıkarır. Yani, güneş ve Arş gibi büyük cirmler haşmet lisanıyla
“Yâ Celîl, yâ Kebîr, yâ Azîm” dedikleri vakit, sinek ve semek gibi o
küçücük zîhayatlar dahi rahmet lisanıyla “Yâ Cemîl, yâ Rahîm, yâ
Kerîm” diyerek, o musika-i kübrâya lâtif nağamatlarını katıyorlar,
tatlılaştırıyorlar. Hiç mümkün müdür ki, o Celîl-i Zülcemalden ve o Cemîl-i
Zülcelâlden başka birşey, kendi başıyla şu âlem-i ekber ve asgara icad
cihetinde müdahâle edebilsin? Hâşâ! “[8]
-“Evet,
evet!.. eğer sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa, sizin
şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zîra, kainatı nağamatıyla raksa
getiren ve hakaikın esrarını ihtizaza veren mûsıka-i İlahiye hiç durmuyor,
mütemadiyen güm güm eder.
Padişahların
padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur’ân denilen musika-i İlâhiyesi ile umum âlemi
doldurarak kubbe-i âsumanda şiddetli ses getirmekle, sadef-i kefh-misâl olan
ulema ve meşâyih ve hutebânın dimağ, kalb ve femlerine vurarak, aks-i sadâsı
onların lisanlarından çıkıp seyir ve seyelân ederek, çeşit çeşit sadâlarla
dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadânın tecessüm ve intibaıyla; umum
kütüb-ü İslâmiyeyi bir tanbur ve kanunun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren
ve herbir tel, bir nev’iyle onu ilân eden o sadâ-yı semavî ve ruhanîyi kalbin
kulağıyla işitmeyen veya dinlemeyen; acaba o sadâya nispeten sivrisinek gibi
bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının
vızvızlarını işitecek midir? “[9]
**************
Müzikle
tedavide;
“Musiki
makamlarının, tedavi ettiği hastalıkların listesi şöyledir:
Rast
makamı: Akıl hastalığından ve felç illetinden kurtulmaya yönelik yardımcı ve
destekleyici bir makamdır.
Irak
makamı: Asabî mizaçlılara ve hafakana iyi gelir.
İsfahan
makamı: Zihni açar, zekâyı keskinleştirir, anıları tazeler.
Buselik
makamı: Kulunç ve bel ağrılarının tedavisinde faydalar sağlar.
Revaî
makamı: Baş ağrısının tedavisinde kullanılan bir makamdır.
Nevaî
makamı: Kadın hastalıklarının tedavisinde ve üzüntüyü gidermede kullanılır.
Egule
makamı: Kalb hastalıklarına olumlu yönde tesirleri olan bir makamdır.
Hicaz
makamı: Bevliye hastalıklarının tedavisinde destekleyici rol oynar.
Uşşak
makamı: Kalb, karaciğer, sıtma ve mide hastalıklarının tedavisinde yardımcı bir
metottur.
Yens
makamı: Sırt, eklem ve kulunç ağrılarının tedavi edilmesinde yardımcıdır.
Hücent
makamı: Ateşli hastalıkları yenmede faydalıdır. Hazmın kolaylaşmasında ve
vesvesenin uzaklaştırılmasında tesirleri vardır.
Nihavend
makamı: Kan dolaşımı, karın bölgesi ve bacaklardaki ağrıların tedavisinde
olumlu tesirleri vardır. Kişiye güven hissi verir.
Hüseyni
makamı: Kişiyi ferahlatır. Kişinin kendine güveninin artmasına ve ferahlamasına
yardımcı olur. Otistik ve spastik hastalara faydalıdır.”
MEHMET ÖZÇELİK
02-08-2019
[1] http://www.tesbitler.com/2018/03/31/ilk-yaratilan-ses-ve-soz-oldu/
[2] Yasin,
36/82.
[3]
Hud.44.
[4]
Fussilet.11.
[5] http://www.tesbitler.com/2015/01/01/islami-acidan-musiki/
[6] Sözler.
Yirmi Dördüncü Söz-301-2.
[7] Sözler Otuz
İkinci Söz.
[8] Mektubat Yirminci
Mektub.228
[9] Tarihçe-i
Hayat Birinci Kısım: İlk Hayatı-71.