İLAHİ MEMNUNİYET

İLAHİ
MEMNUNİYET

Memnuniyet-
i Mukaddese- Lezzet-i Mukaddes- Sürur-u Mukaddes…

İlahi
Lezzet. Şanına yakışan sevinç.

Mahlukat
elbette Halıka, Halık da elbette mahlukata kıyas edilemez.

Ancak
bizlerdeki ene gibi, irade gibi sübuti olan sınırlı sıfatlar, Yüce Allahı
anlamak için verilmiş duygulardır.

Vahid-i
kıyasi… Ölçü birimi…

Enenin
yani insandaki ben-liğin Allaha bakan yönüyle; Allahın rububiyetini ve
uluhiyetini anlama cihetiyle beraber, bir hat çizerek sınırlarını tayin etmesi
ve haddini bilmesidir.

Kenzi
mahfi denilen ilahi gizli hazineleri açan bir anahtar mesabesinde…

Diğer
ciheti ise firavun gibi, -Ben sizin en büyük rabbinizim- diyerek uluhiyet dava
etmesidir.

Sınırlı
hakimiyeti ile sınırsız hakimiyete rakip olmasıdır.

Daha
da ileri giderek yaratıcıya karşı meydan okuyup;- Sen sensen, bende benim,
diyecek kadar haddini aşabilecek, önü açık, ebede namzet bir varlıktır.

-Biz
yedirmekten, iyilik yapmaktan, her türlü doğrudan veya dolaylı ve de sınırlı olarak
lezzet alırken, kim bilir Rabbimiz nasıl mukaddes bir lezzet almaktadır?

Allah
mahlukatına muhtaç değil, mahlukat O’na muhtaçtır.

Ancak
bütün kainatın sofra olduğu, o sofrada sayısız nimetler ve sayısız misafirlere
–tabiri caizse- ev sahipliği yapan yaratıcının, o varlıkların o sofradan aldığı
lezzetten manevi olarak ve yine Zatına, Şanına, Mukaddesatına yakışır, her şeyden
münezzeh bir memnuniyet, lezzet ve sürur aldığı bir hakikattır.

Küçük
bir örnekle ifade edecek olursak; Hiç bir şeye ihtiyacı olmayan ve tüm
imkanları olan zengin birinin, muhtaç olanları yedirip giydirmesi, barındırıp
sevindirmesi elbette o zatı kim bilir ne kadar sevindirir?

Kâinatın
yaratılışında muhabbet vardır. Yani Allah sevdi ve de yarattı.

Peygamber
Efendimize Habibullah dedi.

Allah
O’nu özel sevdi, o sevgi üzerine diğer varlıkları da sevdi ve halketti.

Elbette
buradaki sevme, kendimizdeki cüz-i sevmeden hareketle ezelden gelip ebede giden
sonsuz bir sevginin bir ucunu ve başlangıcını oluşturdu.

Rahmetim
her şeyi kuşattı, Rahmetim gazabımı geçti dedi.

Rahmet
ve Gazab, iki zıt hakikat.

Aslında
Allah insana Ene denilen benlik duygusunu vermekle iki şeyi hedefledi;
Kendisini bilmek ve de bildirmek.

Bizim
sahip olduğumuz sınırlı sıfatlar mikyasıyla, kendisinin  sonsuz sıfatlarına pencereler açmış oldu.

Hayat-İlim-Semi’-Basar
–Kudret-İrade-Kelam- Tekvin.

Bizde
sınırlı da olsa var olan bu sıfatlar, yaratıcıda da sınırsız olarak da olsa vardır.

Ortak
sıfatlar.

Görme
ile, bizim göremediğimiz mikro ve makro alemleri ve her şeyi görüyor.

Herşey
bir anda nazarında hazırdır.

Hiçbir
şey nazarından ve görmesinden hariç değil ve de dışında değil.

Zira
O’nun zatının ve sıfatlarının harici yoktur ki, göremediği varlıklar olmuş
olsun…

İşitme
ile, bir anda bizim sınırlı desibellerimizin ötesinde sesler dünyası O’nun
kontrolündedir.

Onları
yaratan elbette O’dur.

Kendisinin
ki Zati, bizlerindeki O Zatın yarattığı sınırlı ve kendi kapsamı alanındaki
sesleri ihtiva etmektedir.

İnsan
sadece kendi benliğine sarılıp varlıklara sahip olmaya kalkarsa zelil bir
varlık olmuş olur.

Eğer
insan sonsuz yaratıcıya bağlanır ve de O’na dayanırsa bütün mahlukatta onun
olur.

Ve
aziz bir misafir olmuş olur.

**********************   

http://www.risaleinurenstitusu.org/kulliyat/images/books/mekt/b248.gif

”Sual: Kâinattaki mütemadiyen şu hayret-engiz faaliyetin
sırrı ve hikmeti nedir? Neden şu durmayanlar durmuyor, daima dönüp
tazeleniyorlar?
Elcevap: Şu hikmetin izahı bin sayfa ister. Öyleyse, izahını bırakıp, gayet
muhtasar bir icmâlini iki sayfaya sığıştıracağız.
İşte, nasıl ki bir şahıs, bir vazife-i fıtriyeyi veyahut bir vazife-i
içtimaiyeyi yapsa ve o vazife için hararetli bir surette çalışsa, elbette ona
dikkat eden anlar ki, o vazifeyi ona gördüren iki şeydir:
Birisi: Vazifeye terettüp eden maslahatlar, semereler, faydalardır ki, ona
“ille-i gaiye” denilir.
İkincisi: Bir muhabbet, bir iştiyak, bir lezzet vardır ki, hararetle o vazifeyi
yaptırıyor ki, ona “dâi ve muktazî” tabir edilir.
Meselâ, yemek yemek, iştahtan gelen bir lezzet, bir iştiyaktır ki, onu yemeğe
sevk eder. Sonra da, yemeğin neticesi, vücudu beslemektir, hayatı idame
etmektir.
Öyle de,
, şu kâinattaki dehşet-engiz ve hayretnümâ hadsiz faaliyet, iki
kısım esmâ-i İlâhiyeye istinad ederek iki hikmet-i vâsia içindir ki, herbir
hikmeti de nihayetsizdir:
Birincisi: Cenâb-ı Hakkın Esmâ-i Hüsnâsının had ve hesaba gelmez envâ-ı
tecelliyâtı var. Mahlûkatın tenevvüleri, o tecelliyâtın tenevvüünden geliyor. O
esmâ ise, daimî bir surette tezahür isterler. Yani nakışlarını göstermek
isterler. Yani, nakışlarının aynalarında cilve-i cemallerini görmek ve
göstermek isterler. Yani, kâinat kitabını ve mevcudat mektubatını ânen feânen
tazelendirmek isterler. Yani, yeniden yeniye mânidar yazmak ve herbir mektubu,
Zât-ı Mukaddes ve Müsemmâ-yı Akdes ile beraber bütün zîşuurların nazar-ı
mütalâasına göstermek ve okutturmak iktiza ederler.
İkinci sebep ve hikmet: Nasıl ki mahlûkattaki faaliyet bir iştah, bir iştiyak,
bir lezzetten geliyor. Ve hattâ herbir faaliyette katiyen lezzet vardır. Belki
herbir faaliyet bir nevi lezzettir.
Öyle de, Vâcibü’l-Vücuda lâyık bir tarzda ve istiğnâ-yı zâtîsine ve gınâ-yı
mutlakına muvafık bir surette ve kemâl-i mutlakına münasip bir şekilde, hadsiz
bir şefkat-i mukaddese ve hadsiz bir muhabbet-i mukaddese var.
Ve o şefkat-i mukaddese ve o muhabbet-i mukaddeseden gelen hadsiz bir şevk-i
mukaddes var.
Ve o şevk-i mukaddesten gelen hadsiz bir sürur-u mukaddes var.
Ve o sürur-u mukaddesten gelen, tabir caizse, hadsiz bir lezzet-i mukaddese
var.
Hem o lezzet-i mukaddeseden gelen hadsiz terahhumdan, mahlûkatın, faaliyet-i
kudret içinde ve istidatları kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül etmesinden
neş’et eden memnuniyetlerinden ve kemallerinden gelen ve Zât-ı Rahmân-ı Rahîme
ait, tabir caizse, hadsiz memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-ı mukaddes
vardır ki, hadsiz bir surette hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor.

İşte, şu hikmet-i dakikayı felsefe ve fen ve hikmet bilmediği
içindir ki, şuursuz tabiatı ve kör tesadüfü ve câmid esbabı, şu gayet derecede
alîmâne, hakîmâne, basîrâne faaliyete karıştırmışlar, dalâlet zulümatına düşüp
nur-u hakikati bulamamışlar.”
[1]

-”Kâinattaki hayretnümâ faaliyet-i daimenin hikmetinin üçüncü
şubesi şudur ki: Herbir merhamet sahibi, başkasını memnun etmekten mesrur olur.
Herbir şefkat sahibi, başkasını mesrur etmekten memnun olur. Herbir muhabbet
sahibi, sevindirmeye lâyık mahlûkları sevindirmekle sevinir. Herbir âlicenap
zat, başkasını mes’ut etmekle lezzet alır. Herbir âdil zat, ihkak-ı hak etmek
ve müstehaklara ceza vermekte hukuk sahiplerini minnettar etmekle keyiflenir.
Hüner sahibi herbir san’atkâr, san’atını teşhir etmekle ve san’atının tasavvur
ettiği tarzda işlemesiyle ve istediği neticeleri vermesiyle iftihar eder.
İşte bu mezkûr düsturların herbiri birer kaide-i esasiyedir ki, kâinatta ve
âlem-i insaniyette cereyan ediyorlar. Bu kaidelerin esmâ-i İlâhiyede cereyan
ettiklerini gösteren üç misal, Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfında izah
edilmiştir. Bir hülâsası bu makamda yazılması münasip olduğundan, deriz:
Nasıl ki, mesela gayet merhametli, sehâvetli, gayet kerîm, âlicenap bir zat,
fıtratındaki âli seciyelerin muktezasıyla, büyük bir seyahat gemisine, çok
muhtaç ve fakir insanları bindirip, gayet mükemmel ziyafetlerle, ikramlarla o
muhtaç fakirleri memnun ederek, denizlerde, arzın etrafında gezdirir. Ve
kendisi de, onların üstünde, onları mesrurâne temâşâ ederek, o muhtaçların
minnettarlıklarından lezzet alır ve onların telezzüzlerinden mesrur olur ve
onların keyiflerinden sevinir, iftihar eder.

http://www.risaleinurenstitusu.org/kulliyat/images/books/lema/b1013.gif

Madem böyle bir tevziat memuru hükmünde olan bir insan, böyle
cüz’î bir ziyafet vermekten bu derece memnun ve mesrur olursa, elbette bütün
hayvanları ve insanları ve hadsiz melekleri ve cinleri ve ruhları, bir sefine-i
Rahmânî olan küre-i arz gemisine bindirerek, rû-yi zemini, envâ-ı mat’umatla ve
bütün duyguların ezvak ve erzâkıyla doldurulmuş bir sofra-i Rabbâniye şeklinde
onlara açmak ve o muhtaç ve müteşekkir ve minnettar ve mesrur mahlûkatını
aktâr-ı kâinatta seyahat ettirmekle ve bu dünyada bu kadar ikramlarla onları
mesrur etmekle beraber, dâr-ı bekada, Cennetlerinden herbirini ziyafet-i daime
için birer sofra yapan Zât-ı Hayy-ı Kayyûma ait olarak, o mahlûkatın
teşekkürlerinden ve minnettarlıklarından ve mesruriyetlerinden ve
sevinçlerinden gelen ve tabirinde âciz olduğumuz ve mezun olmadığımız şuûnât-ı
İlâhiyeyi “memnuniyet-i mukaddese,” “iftihar-ı kudsî” ve
“lezzet-i mukaddese” gibi isimlerle işaret edilen maânî-i
rububiyettir ki, bu daimî faaliyeti ve mütemâdi hallâkıyeti iktiza eder.
Hem meselâ bir mahir san’atkâr, plâksız bir fonoğraf yapsa, o fonoğraf istediği
gibi konuşsa, işlese, san’atkârı ne kadar müftehir olur, mütelezziz olur, kendi
kendine
der.
Madem icadsız ve sûrî bir küçük san’at, san’atkârının ruhunda bu derece bir
iftihar, bir memnuniyet hissi uyandırırsa, elbette bu mevcudatın Sâni-i Hakîmi,
kâinatın mecmuunu, hadsiz nağmelerin envâıyla sadâ veren ve ses verip tesbih
eden ve zikredip konuşan bir musiki-i İlâhiye ve bir fabrika-i acibe yapmakla
beraber; kâinatın herbir nevini, herbir âlemini ayrı bir san’atla ve ayrı
san’at mucizeleriyle göstererek zîhayatların kafalarında bir fonoğraf, bir
fotoğraf, birer telgraf gibi çok makineleri, hattâ en küçük bir kafada dahi,
yapmakla beraber; herbir insan kafasına, değil yalnız plâksız fonoğraf, birer
aynasız fotoğraf, bir telsiz telgraf, belki bunlardan yirmi defa daha harika,
her insanın kafasında öyle bir makineyi yapmaktan ve istediği tarzda işleyip
neticeleri vermekten gelen iftihar-ı kudsî ve memnuniyet-i mukaddese gibi
mânâları ve rububiyetin bu nevinden olan ulvî şuûnâtı, elbette ve herhalde bu
faaliyet-i daimeyi istilzam eder.
Hem meselâ, bir hükümdar-ı âdil, ihkak-ı hak için mazlumların hakkını
zalimlerden almakla ve fakirleri kavîlerin şerrinden muhafaza etmekle ve
herkese müstehak olduğu hakkı vermekle lezzet alması, iftihar etmesi, memnun
olması, hükümdarlığın ve adaletin bir kaide-i esasiyesi olduğundan, elbette
Hâkim-i Hakîm, Adl-i Âdil olan Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun bütün mahlûkatına, hususan
zîhayatlara “hukuk-u hayat” tabir edilen şerâit-i hayatiyeyi
vermekle; ve hayatlarını muhafaza için onlara cihazat ihsan etmekle; ve
zayıfları kavîlerin şerrinden rahîmâne himaye etmekle; ve umum zîhayatlarda, bu
dünyada ihkak-ı hak etmek nevi tamamen ve haksızlara ceza vermek nevi ise
kısmen sırr-ı adaletin icrasından olmakla; ve bilhassa Mahkeme-i Kübrâ-yı
Haşirde adalet-i ekberin tecellîsinden hâsıl olan ve tabirinde âciz olduğumuz
şuûnât-ı Rabbâniye ve maânî-i kudsiyedir ki, kâinatta bu faaliyet-i daimeyi
iktiza ediyor.
İşte bu üç misal gibi, Esmâ-i Hüsnânın umumunda, herbirisi bu faaliyet-i
daimede böyle kudsî bazı şuûnât-ı İlâhiyeye medar olduklarından, hallâkıyet-i
daimeyi iktiza ederler.
Hem madem her kabiliyet, herbir istidat, inbisat ve inkişaf edip semere
vermekle bir ferahlık, bir genişlik, bir lezzet verir. Hem madem her vazifedar,
vazifesini yapmak ve bitirmekle, vazifesinden terhisinde büyük bir rahatlık,
bir memnuniyet hisseder. Ve madem birtek tohumdan birçok meyveleri almak ve bir
dirhemden yüz dirhem kâr kazanmak, sahiplerine çok sevinçli bir hâlettir, bir
ticarettir. Elbette, bütün mahlûkattaki hadsiz istidatları inkişaf ettiren ve
bütün mahlûkatını kıymettar vazifelerde istihdam ettikten sonra terakkivâri
terhis ettiren, yani, unsurları madenler mertebesine, madenleri nebatlar hayatına,
nebatları rızık vasıtasıyla hayvanların derece-i hayatına ve hayvanları,
insanların şuurkârâne olan yüksek hayatına çıkarıyor.
İşte, herbir zîhayatın zâhirî bir vücudunun zevâliyle (Yirmi Dördüncü Mektupta
izah edildiği gibi) ruhu, mahiyeti, hüviyeti, sureti ve misalî vücutları ve
ilmî ve gaybî mevcudiyetleri ve cesed-i necmîsi ve gılaf-ı ruhu gibi kendinden
alınmış pek çok vücutlarını arkasında bırakıp ve yerinde vazife başına geçiren
faaliyet-i daime ve hallâkıyet-i Rabbâniyeden neş’et eden maânî-i kudsiyenin ve
rububiyet-i İlâhiyenin ne kadar ehemmiyetli oldukları anlaşılır.”
[2]

MEHMET ÖZÇELİK

06-01-2019


[1]
Bediüzzaman.Mektubat On Sekizinci
Mektub.87.Age.277.24.Mektub.

[2] Bediüzzaman.Lem’alar
Otuzuncu Lem’a.341.-343.




29 12 2018 Tefekkür Dünyası- 4- KAYSERİ TV




34-MÜDDESSİR SURESİ-MEHMET ÖZÇELİK




DİNİ KEMİREN KURTÇUKLAR

DİNİ
KEMİREN KURTÇUKLAR

“Şu
dinlerini parça parça edenler ve kendileri de grup grup ayrılmış olanlar var
ya, (senin) onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi ancak Allah’a
kalmıştır. Sonra (O), yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir.”[1]

“Allah’a
yönelmiş kimseler olarak yüzünüzü hak dine çevirin, O’na karşı gelmekten
sakının, namazı dosdoğru kılın ve müşriklerden; dinlerini darmadağınık edip
grup grup olan kimselerden olmayın. (Ki onlardan) her bir grup kendi katındaki
(dinî anlayış) ile sevinip böbürlenmektedir.”[2]

-Şia
merkezli İran Kur’an’ı Kerim hakkında şaibe oluşturup, ayetlerin 17 bin ayet
olduğunu söylerken, Mustafa Öztürk’ün Kur’an-ı Kerim-i tartışmaya açması, aynı
zihniyetin ürünüdür.

– Allahın kendisini anlatamama ve de anlattığını koruyup
muhafaza edememe gibi bir problemi yoktur.

Ancak problem O’nu anlamamakta, anlıyamamakta veya anlama kıtlığı
yaşamaktadır.

-Bülbülün ötüşünden anlamazsın ama ne kadar da güzel öttü
denilir.

Hakikatlarda öyledir.

Mesele ve seviye Süleyman olup onu anlamaktadır.

-Önce
hadisle başlayan inkar, Kur’an-ı Kerim-le sürdürülmeye çalışılmaktadır.

-”Peygamberin emanet ettiği akla sahip çıkmayanlar, kılına
sahip çıkıyor.

Peygamber kıl değil, akıl bırakmıştır.” Mustafa İslamoğlu.

Ulan dangalak! Bu sözünle peygamberi yereceğine, aklı övsene, bire
akılsız!!!

Güya hak olan sözü, batıl sözle ve batıla hizmetle söylemektedir.

Elinin gavurunun söyleyemediğini, Müslüman kılığı ve kılıfıyla
söylemektedir.

-14 asırdır Efendimize aşırı muhabbetten dolayı sapıtan olmamıştır.
Ancak az sevmeden veya sevmemeden dolayı dengesiz ve sapıtmışlar ise gayet
çoktur.

-Almanyada bir türk işçisi ters yola girmiş. Alman polisi anons
yapmış. Dikkat edin, ters yola giren bir araba var, diye. Bizim Türk hemen; ne
bir arabası, hepsi ters yola girmiş.

Meğer ters yoldaki kendisiymiş.

-“S-
Biri dese: “Bu hadîsi kabul etmem.” Nasıldır?

   C- Bazan, adem-i kabul kabul-ü ademle
iltibas olunur. Çok hatiata müncer olur. Halbuki adem-i kabul, adem-i delil-i
sübut, onun delilidir. Kabul-ü adem, delil-i adem ister. Biri şekk, biri
inkârdır. Meselâ, bir hadîsin kabulü, adem-i kabulü, kabul-ü ademi vardır.

   Birincisi: Bürhanî bir cazibe ister.

   İkincisi: Kaziye-i tasdikî değil, belki
cehildir.

   Üçüncüsü: Red ve inkâr olduğundan, bürhan ve
isbat ister. O nefiydir. Nefiy kolayca isbat edilmez. Belki butlan-ı mana ile
binefsihi müntefî olur.”[3]

Türkiye
her koldan saldırı altındadır.

Kurt
gövdenin içine girmiştir.

-“
İstanbul seyahatinden muztarip olup olmadığını sordum.
“Bana ıztırap veren,” dedi, “yalnız Islâmın mâruz kaldığı
tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet
kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet
güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü, düşmanı sezmez.
Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin
basîret gözü böyle körleşirse, îman kalesi tehlikededir. Işte benim ıztırâbım,
yegâne ıztırâbım budur. Yoksa, şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri
düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da,
îman kalesinin istikbâli selâmette olsa!”
[4]

*********************    

-Türkiyedeki pkk ile Hizbullah bir vücudun iki kolu idi.

Hizbullahı eğiten bizzat jandarma idi. hizbullahla yanyana tel
örgüyle araları ayrılmakta idi. Meclis araştırmasında da bu tesbit edilmişti.
Jitem bunu yapmaktaydı.

Hüseyin Velioğlu şöyle diyecekti: “Allah PKK’yı sayımız hızla
artmaz ve silahlı tecrübe sahibi olamazdık.”bizim için gönderdi, PKK olmasaydı sayımız
hızla artmaz ve silahlı tecrübe sahibi olamazdık.”…
[5]

-Hizbullah eskinin bu zamanımızdaki haricilerindendir.

Türkiye şekillendirilmeye çalışmadan önce ve onunla eş zamanlı
olarak, onunla ilgili veya o ülkede bulunan kişilerin eserleri tercüme edilerek
önce fikir bazında bir zemin oluşturulmaya başlıyor.

Seyyid Kutup, Ali Şeriati, Cemaleddin-i Efgani, vs. bunlar sürekli
öne çıkarılıyor ve onlardan mesajlar yayınlanıyor.

Şimdilerde Ali Şeriatinin öne çıkarılan sözleri gibi.

İslamın ve Müslümanın siyasi yönde şekillendirilmesinde İran ve
Mısır etkili olmuştur.

14 asır önce haricileri çöl arapları temsil ettiği gibi, bugün pkk
ve hizbullahı da aynı çöl arabı veya şehirleşmenin dışında bulunan veya dağ
yaşantısına alışmış kesimle gerçekleşmektedir.

Bu gibi aykırı gruplar, devletin zayıflamasında ortaya çıkar. Onun
içindir ki devleti zayıflatmak için içte ve dışta her türlü entrikalar
çevrilmektedir.

Hizbullah
ismi ilk kez; 1973 yılında Kum kentinde kurulan ve sonradan İran

İslam
Devrimine öncülük edecek kökten dinci hareketin, aynı yıl içinde tutuklu

bulunduğu
Tahran cezaevinde ölen lideri Ayetullah Mahmut Gaffari’nin; “bir tek

parti
vardır o da hizbullahtır. O bir ruh gibidir. Her yerdedir veya hiçbir yerde

değildir”
sloganıyla telaffuz edilmiştir.

1979’da
Humeyni’nin önderliğinde İran İslam Devriminin gerçekleşmesi, İslam’ın
siyasallaşmasındaki en önemli kilometre taşını teşkil etmiştir. Özellikle İran ve
Mısır gibi ülkelerde yetişen İslam âlimlerinin meydana getirdikleri ve İslamı radikal
anlayış içerisinde yorumlayan eserlerin Türkçeye tercüme faaliyetleriyle birlikte,
bu fikirlerden etkilenerek çeşitli kültürel etkinliklerde bulunan küçük gruplar
oluşmaya başladı. İran tarafından 1980 sonrası devrimi ihraç gayesiyle kurulan teşkilatların
yapmış oldukları kültürel çalışmaların da etkisiyle daha da artan bu etkileşim,
özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin muhafazakâr yapısından da istifade
etmek suretiyle bu bölgede kendisini daha fazla hissettirdi.

Hizbullah
Terör örgütünün ülkemizde Devlet tarafından ilk kez şu olayla fark edilmiştir:
1 Kasım 1984 günü İstanbul’da bir kuyumcu soygunu meydana geldi. Bu

soyguna
müdahale eden görevlilerle sanıklar arsında çıkan çatışmada faillerden biri

olay
mahallinde yakalanır. Yapılan sorgulamada şahsın yasadışı bir örgüt mensubu

olduğu,
bu örgütün adının Hizbullah olduğu, şahsın soygunu bu örgüt adına yaptığı

öğrenilir.
Tahkikat sonucu olay ile bağlantılı toplan 13 kişiye daha ulaşılır. Ayrıca bu

şahıslarla
birlikte 1 adet sten marka makineli tüfek, 4 adet tabanca, bine yakın mermi

ve
çok sayıda şarjör ele geçirilir.187 Sanıkların yapılan sorgulamalarının
ardından;

mevcut
anayasal düzeni yıkarak yerine İslami esaslara ve Kürt milliyetçiliğine

dayanan
şeriat devleti kurmak amacıyla silahlı mücadele veren yasadışı bir örgüt

mensubu
oldukları anlaşılır. Soruşturma sonucu 1983–1984 yılları arasında örgüt

militanlarınca
İstanbul’da bakkal, market gibi işyerlerinin gasp edilmesi ile oto

hırsızlığı
gibi yaklaşık 19 adet mala yönelik suç işlendiği tespit edilmiştir. Militanlar

bu
suçları örgüte maddi imkân temini için yaptıklarını anlatmışlardır.

.. Hizbullahi faaliyetler, ortaya çıkış
itibariyle İran İslam devriminden ve Şiilik

düşüncesinden
oldukça etkilenmişlerdir.”
[6]

-Bu
günkü Mustafa İslamoğlunun ve fikirdaşlarının kaynağıda şia ve iran
kaynaklıdır.

-“Hizbullah
Güneydoğu’da Batman, Diyarbakır ve Mardin üçgenine sıkıştırdığı

yapılanmayı,
Doğu ve Güney Doğunun tamamına yaymak için 1995 yılından itibaren

yoğun
bir çalışma başlattı. PKK terör örgütü 1980’li yılların sonundan itibaren,

Marksist-Leninist
ideolojinin muhafazakâr Güneydoğu’da benimsenmemesi

sebebiyle
yeni bir açılıma giderek, Kürdistan İmamlar Birliği-Kürdistan Dindarlar

Birliği
gibi oluşumlarla, bölge halkını kendi tabanına çekme gayretlerine girişmiş,

dini
ve dini düşünceyi kendi amaçları doğrultusunda kullanmak istemiştir.”
[7]

-“Hizbullahçılar,
imamları devlet tarafından atanmış camileri, “darülharp”

(“savaş
yeri”) olarak niteleyerek, buralarda cuma namazına katılmıyorlar, imam

ataması
yapılmamış camilerde gönüllü imam olarak kendilerini görevlendiriyorlar,

bu
camiler, saklanma yeri, toplanma yeri, silah saklama yeri, sorgu odaları ve

“tutuklu”
hücreleri olarak da kullanılıyordu.”
[8]

-Cemaatların
kurulmasında veya cemaatların içerisine sızılmasında istihbarat teşkilatlarının
büyük oyunu ve kullanımı ve karıştırılması kaçınılmazdır.

Cemaatlar
teyakkuzda olmalı, devlet cemaatlarla değil, bu gibi aykırı kişi ve görüşlerle
mücadele etmelidir.

Diyaneti
de bu konuda aktif hale getirmelidir.

-“ADIYAMAN:
Tarikatçı taban nedeni ile örgütün sempatizan ve militan

bulmada zorlanmadığı illerden
biridir Adıyaman.”[9]

Adıyaman
ve Adıyaman halkı teyakkuzda olmalıdır.

Türkiye-nin
en güvenli yeri olan Adıyaman bir kaç kere karıştırılmaya çalışıldı.

Ve
karıştırılmaya da devam edilecektir.

-“Hizbullah’ın
öldürdüğü kişilerin sayısını, bugün için saptamak olanaklı değildi.
Özgür
Gelecek
,
Hizbullah’ın resmi rakamlara göre 200’ün üstünde kaçırma ve 2500’ün üzerinde
öldürme olayını gerçekleştirdiğini yazıyor, yerel ve PKK orijinli kaynaklara
göre ise, bu sayının 5.000 civarında olduğunun ileri sürüldüğünü ekliyordu. (
Özgür
Gelecek
,
4–17 Şubat 2000.) Refahyol döneminde Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire
Başkanvekili olan Bülent Orakoğlu da, bir televizyon görüşmesinde, Hizbullah’ın
1.500 insanı faili meçhul cinayetlerde öldürdüğünü, bu sayının 2.000 de
olabileceğini söylüyor.
Radikal muhabiri
Neşe Düzel’in sorularını yanıtlarken de, “Rakamın büyük olduğunu
biliyordum, ama bu kadar büyük olduğunu bilmiyordum. Bu sayı artabilir.”
diyordu.”
[10]

Bumudur
insanlık, adalet ve müslümanlık?!…

-“Genellikle
Hizbullah örgütün eğitim faaliyetlerinde kullandığı yazarlar ve kitaplardan
özellikle:

1-
İranlı
Yazar Ali ŞERİATİ’nin
; Muhammed’i Tanıyalım, Dine Karşı
Din, Ebuzer Giffari, Dinler Tarihi, Ne Yapmalı, Kendini Bilmek, Kendini
Yetiştirmek, Anne Baba Biz Suçluyuz, Öze Dönüş, Hac, Şahadet, Dua, İnsan,
İslam’ın Tarih Felsefesi, Medeniyet Ve Modernize, Aydınlara Umut Çağrısı, İslam
Nedir, Âdemin Varisi Hüseyin, Aşk Ve Tevhit, İki Sure İki Yorum, Hür Düşünce
Mektebi (Toplatma Kararı Var)”
[11]

Kimleri
beslediği düşündürmesi gerek…

-“Lübnan’daki
adaşı gibi Türk Hizbullah örgütünün de İran ile bağlantılı olduğu biliniyor.
Mart 2000’de Hürriyet gazetesi, Velioğlu’nu, Tahran’da hükümet yetkilileriyle
toplantı halinde gösteren bazı fotoğrafları yayımladı. Gazete ayrıca, Velioğlu’na
ait İran tarafından verilmiş bir görevli kimlik kartının fotokopisini ve 1992-1998
yıllarına ait Türk Hizbullah örgütü elemanlarının İran’da eğitim aldığını gösteren
belgeler yayımladı. Mayıs 2000’de Türk medyası gözaltına alınana Hizbullah
üyelerinin merkezi İran’da bulunan ve ABD’nin terör örgütleri listesinde yer
alan Türk Sünni teröristlerden kurulu “Kudüs Savaşçıları” adlı bir
örgütten destek ve eğitim aldıklarını itiraf ettiklerini aktardı.”
[12]

-“Adrew
Mango
“Türkiye’nin
Terörle Savaşı”
isimli
eserinde konu ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “
İran’da
eğitilen Türk teröristler, Türkiye’de Tahran rejimine karşı olanları nötralize
etmek için para alıyordu. İran’daki rejimin en tanınmış karşıtlarından biri
olan Ali Ekber Kurbani’nin 4 Haziran 1992’de öldürülmesi, sipariş cinayetlerin
önemlilerinden birisidir. İran rejiminin karşıtlarından olan bir diğer isim
Abbas Kulizade’de kaçırılarak para karşılığında İranlı ajanlara teslim
edilmiştir. Kurbani’yi öldüren çetenin mensuplarından biri tanınmış Musevi Türk
işadamlarından Jak Kamhi’ye yapılan başarısız suikaste de karışmıştı.”
[13]

-“Bir
dönem örgüt liderinin şoförlüğünü de yapan Abdülaziz Tunç isimli bir örgüt
militanı polise şu ifadeleri veriyordu:

Tahran’da
Türk Büyükelçiliğinin yakınındaki bir binaya yerleştirildiklerini belirten Tunç
burası ile ilgili şu bilgileri veriyordu; “
Bu
villada kısa bir süre kaldıktan sonra Hüseyin Velioğlu’nun yanımıza gelmesi ile
birlikte İranlı yetkililer tarafından bize askeri ve siyasi eğitim verilmeye
başlandı. Derslerde; cemaat, cemaatleşmede dikkat edilecek hususlar, cemaat
içinde sır gizleme, itaat, düşman tarafından takip ve anti takip gibi konuları
ihtiva eden eğitimler aldık. Yine bulunduğumuz yerde bize İranlılar tarafından
getirilen silahların sökülüp takılması ve kullanılması, el bombası ve patlayıcı
maddelerin yapımı ve kullanılması konularda teknik ve askeri bilgi verildi. Buradaki
teorik eğitimin ardından Tahran yakınlarındaki yasak bölge ilan edilen dağlık
alanda pratik eğitim gördük. Bir ay süren bu eğitimlerden sonra Türkiye’ye
döndük.”
[14]

-“Emniyet
birimleri, bölücü ve aşırı sol gruplarla Hizbullah’ın radikal kanadı arasındaki
yakınlaşmayı şöyle yorumluyor: “
Yeraltına inen örgütün insan
öldürmeye

alışmış eğitimli militan
kadrolarının yanı sıra intihar saldırılarına uygun tipte mensuplarının da
olması diğer örgütler için bir cazibe noktası oluşturuyor. Dini
ideolojiyi kullanan örgüt bu
anlamda sol ve bölücü örgütlere göre mensuplarını daha yüksek oranda
güdüleyebilmektedir.”
Hizbullah’ın hâlihazırda canlı bomba
ve uzaktan kumanda ile eylem yeteneği konusunda uzman 70 kişilik bir militan
kadrosu bulunuyor. Örgüt ayrıca PKK ile Avrupa’da işbirliğine giderek Kürt
kökenli vatandaşlarımızı etki altına almak istiyor.”
[15]

***************   

ABD’deki yönetime hakim Evanjelistler ile İsrail lobisi,
Suriye’den çekilme kararı alan Trump’ı kuşatmaya aldı. Evanjelik lider William
Franklin Graham, PKK’nın bir mektubunu yayınlayarak çekilmenin Hristiyanların
hayatını tehlikeye atacağını iddia etti.

Amerikan dış politikasına yön veren Evanjelikler, Suriye’den
çekilme kararı alan ABD Başkanı Donald Trump üzerinde baskı kurmaya başladı.
Beyaz Saray üzerinde büyük etkisi bulunan ve ABD’nin İsrail Büyükelçiliğini
Kudüs’e taşıma kararının da mimarı olan Evanjelik liderlerin terör örgütü
PKK’nın hamiliğine de soyundukları ortaya çıtı.

Amerika’nın İsrail’deki büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma töreninde
açılış duasını yapan isim olarak bilinen Hagee, PKK/PYD’yi müttefik ilan etti.
Hagee, “Bölgede gerçek müttefiklerimiz var. Sadece çıkarlarımızı paylaşan
müttefiklerimiz değil, daha da önemlisi değerlerimizi. Ortadoğu Hristiyanlarını
ancak bölgedeki gerçek müttefiklerimiz olan İsrailliler ve Kürtlere yardım
ederek destekleyebiliriz” sözleriyle bir skandala imza attı.[16]

********************   

Türkiye
her koldan kuşatılmaya çalışılıyordu.

Bir
yandan sağdan hizbullah gibi örgütlerde, diğer yandan Abd- nin kontrolünde, bir
yandan İran ve bir yandan rusyanın toprağını sürmeye çalıştığı işgal toprakları
olarak görülüyordu.

-“Türkiye
4 Nisan 1952″de NATO”ya katıldığında, Alb. Türkeş”in de
katkılarıyla ülkede çoktan bir gizli ordu kurulmuştu. Karargâhın adı Seferberlik
Tetkik Kurulu”ydu (STK” ve Amerikan Askeri Yardım Heyeti”nin
(JUSMATT) Ankara Bahçelievler”deki binasında faaliyet gösteriyordu.
Seferberlik Tetkik Kurulu 1965″te yeniden yapılandırıldı ve adı Özel
Harekat Dairesi (ÖHD) olarak değiştirildi.
1990 Gladyo açıklamaları sırasında Türk gizli askerlerin komuta merkezi bu adla
anılıyordu. Özel Harp Dairesi, teşhir edilen bu ismi bir kez daha değiştirmek
zorunda kaldı ve Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK) adıyla faaliyet yürütmeye
başladı.”[17]

-“Gizli
savaş uzmanı Selahattin Çelik, Türk ordusunun Özel Harp Dairesi”
“gizli duvarları arkasından seçilmiş hükümetlere defalarca müdahale
ettiğini belirterek, ÖHD”nin Türk demokrasisini korumak için oluşturulmuş
bir birim olmaktan çok, Türk demokrasisinin karşı karşıya bulunduğu en büyük
tehdit olduğunu söylemektedir.
Türk ordusu generalleri, çok gizli Özel Harp Dairesi komutanlığına getirilmeden
önce, kural olarak resmen “emekli” ilan ediliyordu; böylelikle gizli
komutanlık görevini görünmezlik zırhı altında sürdürebiliyorlardı.

Çelik,
“Özel Harp Dairesi”nin en önemli faaliyetleri, üç askeri
darbeydi” yorumunda bulunuyor.”[18]

-“MİT
Müsteşar Yardımcısı Sabahattin Savaşman, 1977″de CIA hesabına casusluk
yaptığı gerekçesiyle tutuklandıktan sonra yaptiğı açıklamada, böyle bir
suçlamanın gülünç ve Türk güvenlik sisteminin en temel gerçeklerinden bihaber
kimseler tarafından yapılabileceğini söylüyordu.

Savaşman,
“CIA”dan MİT”le birlikte çalışan en az 20 kişilik bir grup vardı
ve bunlar MİT içindeki en yüksek organı oluşturuyorlardı” diye
açıklıyordu. “Hem istihbarat alış verişini, hem de Türkiye içi ve dışındaki
ortak harekâtlara dönük işbirliğini sürdürmekle görevliydiler.” Savaşman
işbirliğinin kendi görev süresi esnasında başlamadığını ısrarla vurguluyordu:
“Bizim istihbarat servisimizle CIA”nın işbirliğinin geçmişi
1950″lere dayanıyor… Teşkilatın kullandığı bütün mekanik malzemeler CIA

tarafından
temin edilmiştir. Birçok personel Amerikalılar tarafından yurtdışındaki
kurslarda eğitilmiştir. Teşkilat binası CIA tarafından kurulmuştur.”
Savaşmanın ifadelerinden CIA”nın Türkler”e işkence aletleri de
verdiği ortaya çıkıyordu: “Sorgu odalarındaki tüm aletler, en basitinden
en kompleks yapıdakilere kadar CIA” dan temin edilmişti. Bu çalışma içinde
ben de vardım, oradan biliyorum.” MİT personelinin “yıllardan beri
CIA gibi çalışmakta ve “Amerikan Servisi hesabına görev almakta”
olduğunu belirten Savaşman, özellikle vurguluyordu: “[Personel] yurt içi
ve yurtdışındaki operasyonlarda ücret kabul etmektedir.”
[19]

-Bir
asırdır bu memleketin tarlaları hep başkaları tarafından sürülmeye açıldı.

-“Dönemin
Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil (1965- 1971 ve 1975-1978 yılları arası
bu görevde bulundu), daha sonraları darbeyi şöyle tanımlayacaktı:
“12 Mart”ta CIA vardır. Büyük ölçüde vardır… 12 Mart, haşhaş
vardır.
CIA, Papadopulos”da vardır. CIA, Gizikis”de vardır. CIA”nın
nasıl hareket edeceği tahmin edilemez.”
[20]

 -“Emekli Albay Talat Turhan, Özel Harp Dairesi
kontrgerilla ve MİT”in Birleşik Devletler katkısıyla kurulmasına dikkat
çekiyor; bu yapıların üyelerinin FM 30-31 doğrultusunda eğitimden geçirildiğini
de vurgulayarak, ABD”yi 1970″lerde Türkiye”yi kıskacına alan
zorbalığı körüklemekle suçluyordu. Turhan, “Kanımca çoğunluğu anayasa ve
yasalarla bağdaşmayan bu yönergede işaret edilen öneriler 12 Mart 1971 ve 12
Eylül 1980 darbelerinin ardından neredeyse tamamen yürürlüğe konmuştur” eleştirisini
getiriyor ve devam ediyordu: “
Yönergeler anayasamızla
çelişmektedir ve Amerikan gizli servisinin ülke iç işlerine müdahale ettiği
açıkça kanıtlamaktadır
.”[21]

-“Evren
anılarını topladığı kitapta daha sonraları, darbe öncesi başbakanlık koltuğunu
bir kez daha Ecevit”ten devralmış olan Süleyman Demirel”le
5 Mayıs 1980 günü yaptığı görüşmeyi şöyle aktarıyordu:
“(Demirel)
Özel Harp Dairesi “ndeki personeli teröristlerle mücadelede kullanmamızı
ve onlarla çete savaşı yapmak suretiyle öldürülmelerini, vaktiyle de bu
teşkilatın böyle kullanıldığını söyledi.

(1971
Sıkıyönetim dönemindeki Kızıldere olaylarında kullanılan personeli kastediyor
u). Bu hal tarzına şiddetle karşı çıktım. Büyük emeklerle kurulan bu teşkilatın
görevinin bu olmadığını, vaktiyle yanlış kullanıldığını, ben Genelkurmay
Başkanı olduktan sonra Özel Harp Teşkilatını esas görevine yönelttiğimi, tekrar
kontrgerilla söylentilerinin ortaya atılmasına müsaade edemeyeceğimi söyledim
..”
[22]

MEHMET
ÖZÇELİK

03-01-2019


[1]
En’am.159.

[2]
Rum.31-32.

[3]
Sünuhat – 98,Bak.asari bediiyye. 578, Mektubat. 351, Sözler. 349, Muhakemat.12.

[4]
Tarihçe-i Hayat Sekizinci Kısım: Isparta Hayatı. Bediüzzaman.Sh.542.

[5] http://www.haber7.com/guncel/haber/396907-hizbullahin-dunu-bugunu-ve-derin-plani

[6] TÜRKİYEDE
FAALİYET GÖSTEREN DİNİ BİR TERÖR ÖRGÜTÜ OLARAK HİZBULLAH.
Ömer
Alper YURTSEVEN-YÜKSEK LİSANS TEZİ. Sh.64.

[7] Age.74.

[8] Age.89.

[9] Age.94.

[10] Age.131.

[11] Age.134.

[12] Age.157.

[13] Age.158.

[14] Age.162.

[15] Age.170.

[16] http://www.haber7.com/dunya/haber/2796313-evanjelistler-ile-israil-lobisi-isbasinda/?detay=2

[17] NATO’nun
Gizli Orduları, Daniele Ganser. Sh.2.

[18] Age.4.

[19]
Age.8.

[20] Age.12.

[21] Age.12-13.

[22] (Kenan
evren, Anılar sf 431.Çevirmen tarafından yazarın bilgisi dâhilinde
eklenmiştir.)”Age.17.