VARLIKLARA MÜDAHALE YETKİSİ
VARLIKLARA
MÜDAHALE YETKİSİ
Allah
insane Varlıklara müdahale yetkisini vermiştir.
Sınırsız
yetki sahibi olan Allah, meşru dairede insana sınırlı bir yetki vermiştir.
Mesela
bütün varlıklar Allahı tesbih etmektedirler.
İnsan
ise onların tesbihine son verme yetkisine sahiptir.
Mesela
bir çiçeği koparma veya kurban olarak bir hayvanın hayatına son vererek, onu
kurban etmek veya onlarla hayatını idame ettirmek.
-Müfettişlik
görevi de bulunan insan, bütün diğer varlıklara bu müdahale yetkisiyle teftiş
etme yetkisine sahiptir.
Kontrol
etme, inceleme, hayatına son verme, onlarla hayatını sürdürme ve her türlü
hizmetini görme ve gördürme…
Onlara
hayatımıza hayat olma özelliğinin verilmesiyle beraber, insan hayatı seviyesine
de çıkmaktadırlar.
Varlıkların
varlığı, insanın varlığıyla devam etmekte ve var olmaktadır.
Allah
da varlığını ve yaratıcılığını insanla sürdürmekte ve tecelli ettirmektedir.
Allah
eşyanın yaratılmasında başkasının müdahalesini reddetmiş, şeriklere ve
ortaklara yer bırakmamıştır.[1]
-Allah
insanı aleme müfettiş kılmıştır.
-“
Sâni-i Hakîm, âlem-i ekberi öyle bedî bir surette hâlk edip âyât-ı kibriyasını
üstünde nakşetmiş ki, kâinatı bir mescid-i kebir şekline döndürmüş. Ve insanı
dahi öyle bir tarzda icad edip, ona akıl vererek, onunla o mu’cizât-ı san’atına
ve o bedî kudretine karşı secde-i hayret ettirerek, ona âyât-ı kibriyayı
okutturup, kemerbeste-i ubudiyet ettirerek, o mescid-i kebirde bir abd-i sâcid
fıtratında yaratmıştır. Hiç mümkün müdür ki, şu mescid-i kebirin içindeki
sâcidlerin, âbidlerin mâbud-u hakikîleri, o Sâni-i Vâhid-i Ehadden başkası
olabilsin?
O
Mâlikü’l-Mülki Zülcelâl, âlem-i ekberi, bahusus küre-i arz yüzünü öyle bir
surette inşa ederek yapmıştır ki, birbiri içinde hadsiz daireler olup, herbir
daire bir tarla hükmünde olup, vakit be vakit, mevsim be mevsim, asır be asır
eker, biçer, mahsulât alır. Mütemadiyen mülkünü çalıştırır, tasarruf eder. En
büyük daire olan zerrat âlemini bir tarla yapıp, her zaman kâinat kadar
mahsulâtı, kudretiyle, hikmetiyle onda eker, biçer, kaldırır. Âlem-i şehadetten
âlem-i gayba, daire-i kudretten daire-i ilme gönderir. Sonra, mutavassıt bir
daire olan zemin yüzünü, aynen öyle bir mezraa yapmış ki, mevsim be mevsim
âlemleri, envâları içinde eker, biçer, kaldırır. Mânevî mahsulâtını dahi gaybî,
uhrevî, misalî ve mânevî âlemlerine gönderir. Daha küçük bir daire olan bir
bahçeyi, yine, yüz defa, bin defa kudretle doldurup hikmetle boşalttırıyor.
Daha küçük bir daire olan bir zîhayatı, meselâ bir ağacı, bir insanı, yüz defa
onun kadar ondan mahsulât alır. Demek, o Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâl, küçük-büyük,
cüz’î-küllî herşeyi birer model hükmünde inşa ederek, yüzler tarzda taze taze
nakışlarla münakkaş mensucat-ı san’atını onlara giydirir, cilve-i esmâsını,
mu’cizât-ı kudretini izhar eder. Kendi mülkünde herbir şeyi birer sayfa
hükmünde inşa etmiş. Her sayfada, yüzer tarzda mânidar mektubatını yazar;
hikmetini, âyâtını izhar eder, zîşuurlara okutturur. Şu âlem-i ekberi mülk
şeklinde inşa etmekle beraber, şu insanı dahi öyle bir surette hâlk etmiştir ve
ona öyle cihazat ve âletler ve havas ve hissiyatlar ve bilhassa nefis, hevâ ve
ihtiyaç ve iştah ve hırs ve dâvâ vermiştir ki, o geniş mülkünde, bütün mülke
muhtaç bir memlûk hükmüne getirmiştir.
İşte, hiç mümkün müdür ki, pek büyük olan âlem-i zerrattan, tâ bir sineğe kadar
bütününü mülk ve tarla yapan ve küçük insanı o büyük mülke nâzır ve müfettiş ve
çiftçi ve tüccar ve dellâl ve âbid ve memlûk yaptıran ve kendine muhterem bir
misafir ve sevgili bir muhatap ittihaz eden o Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâlden
başka, o mülke tasarruf edip o memlûke seyyid olabilsin?” [2]
-“
Sonra görüyoruz ki, âlem-i insaniyet de, belki hayvan âlemi de bir daire
hükmünde teşkil olunuyor ve nokta-i merkeziyede rızık vazedilmiş. Bütün nev-i
insanı ve hattâ hayvânâtı rızka adeta taaşşuk ettirip, onları umumen rızka
hâdim ve musahhar etmiş. Onlara hükmeden rızıktır. Rızkı da o kadar geniş ve
zengin bir hazine yapmış ki, hadsiz nimetleri câmidir. Hattâ rızkın çok
envâından yalnız bir nevinin tatlarını tanımak için, lisanda kuvve-i zâika
namında bir cihazla mat’ûmat adedince mânevî, ince ince mizancıklar
konulmuştur. Demek, kâinat içinde en acip, en zengin, en garip, en şirin, en
câmi, en bedî hakikat rızıktadır.
Şimdi, görüyoruz ki, herşey nasıl ki rızkın etrafında toplanmış, ona bakıyor.
Öyle de, rızık dahi, bütün envâıyla, mânen ve maddeten, hâlen ve kalen şükürle
kaimdir, şükürle oluyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor. Çünkü, rızka
iştah ve iştiyak, bir nevi şükr-ü fıtrîdir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayr-ı
şuurî bir şükürdür ki, bütün hayvânatta bu şükür vardır. Yalnız insan, dalâlet
ve küfürle o fıtrî şükrün mahiyetini değiştiriyor, şükürden şirke giriyor.
Hem rızık olan nimetlerde gayet güzel, süslü suretler, gayet güzel kokular,
gayet güzel tatmaklar şükrün davetçileridir; zîhayatı şevke davet eder ve
şevkle bir nevi istihsan ve ihtirama sevk eder, bir şükr-ü mânevî ettirir. Ve
zîşuurun nazarını dikkate celb eder, istihsana tergib eder. Nimetleri ihtirama
onu teşvik eder; onunla kalen ve fiilen şükre irşad eder ve şükrettirir. Ve
şükür içinde en âli ve tatlı lezzeti ve zevki ona tattırır. Yani, gösterir ki,
şu lezzetli rızık ve nimet, kısa ve muvakkat bir lezzet-i zâhiriyesiyle
beraber, daimî, hakikî, hadsiz bir lezzeti ve zevki taşıyan iltifat-ı Rahmânîyi
şükürle kazandırır. Yani, rahmet hazinelerinin Mâlik-i Kerîminin hadsiz
lezzetli olan iltifatını düşündürüp, şu dünyada dahi Cennetin bâki bir zevkini
mânen tattırır. İşte rızık, şükür vasıtasıyla o kadar kıymettar ve zengin bir
hazine-i câmia olduğu hâlde, şükürsüzlükle nihayet derecede sukut eder.
Altıncı Sözde beyan edildiği gibi, lisandaki kuvve-i zâika, Cenâb-ı Hak
hesabına, yani mânevî vazife-i şükraniye ile rızka müteveccih olduğu vakit, o
dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i bînihaye-i İlâhiyenin hadsiz matbahlarına şâkir
bir müfettiş, hâmid bir nâzır-ı âlikadr hükmündedir. Eğer nefis hesabına olsa,
yani rızkı in’âm edenin şükrünü düşünmeyerek müteveccih olsa, o dildeki kuvve-i
zâika, bir nâzır-ı âlikadr makamından, batn fabrikasının yasakçısı ve mide
tavlasının bir kapıcısı derecesine sukut eder.” [3]
-Bediüzzaman
insanı 20 maddede harika bir surette tanımlarken özellikle;” Ve o saraydaki
sair sekenelerde tasarrufa mezun en faal memuru,
Ve
kâinat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasında, varidat ve
sarfiyatına ve zer’ ve ekilmesine nezarete memur,
Ve
yüzer fenler ve binler san’atlarla teçhiz edilmiş en gürültülü ve mes’uliyetli
nâzırı, Ve kâinat ülkesinin arz memleketinde, Padişah-ı Ezel ve Ebedin gayet
dikkat altında bir müfettişi, bir nevi halife-i arzı,
Ve cüz’î ve küllî harekâtı kaydedilen bir mutasarrıfı, -“[4]
-“
Meselâ, dildeki kuvve-i zâikayı Fâtır-ı Hakîmine satmazsan, belki nefis
hesâbına, mide nâmına çalıştırsan, o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir
kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzâk-ı Kerîme satsan, o zaman
dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i İlâhiye hazînelerinin bir nâzır-ı mâhiri ve
kudret-i Samedâniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.” [5]
-Takdir
ile Hikmet arasında büyük bir uyum vardır.
Hiçbir
takdir, hikmete aykırı değildir.
-Hayret
ki ne hayret…
Allah’ın
bu kadar varlıklar içerisinde beni unutmaması ezeli ve ebedi bir hakikattır.
Allah
unutmaz , [6]
Unutmadıkları
bunun delilidir.
Allah’ın
unuttuğunu düşünen kimseye, Allah’ın neyi unuttuğunu sormak lazım.
Unutmaması,
unutmayacağının da göstergesidir.
-Huzur
huzurda vardır.
Huzurda
da huzur vardır.
Huzura
huzursuz girilmez.
Huzursuz
huzurda, Huzur aranmaz.
Huzura
huzursuz çıkanlar,
Huzuru
huzursuz ederler.
Huzur
bulmak ve huzur vermek,
Huzura
huzurla varmaktadır.
MEHMET
ÖZÇELİK
06-01-2019
[1] Bak.
Bediüzzaman.23. Lem’a. 191,240.
[2] Mektubat.20. Mektub.Sh.227.
[3] 28.
Mektub.349-350, Bak. Lem’alar On Dokuzuncu Lem’a.144.
[4] Asa-yı Musa — Yedinci Mesele.Sayfa 34.
[5] Sözler Altıncı Söz.Sh.32..
[6] Meryem.64.