SEÇKİN HAYATLAR

SEÇKİN
HAYATLAR

Ölüm
öncesi ve sonrası bir hayatı hiç mukayese ederekten düşündünüz mü?

Düşününüz
ki; ortalama 70 yıl bir hayat yaşıyorsunuz ve ondan sonra ne olacağını bilmeden
yaşadığınız bir hayatın sizin için ne kadar bir elem verici, sıkıntılı ve en
büyük bir kayıp olduğunu düşününüz.

Her
şey ve bu dünyada iken elde edeceğiniz her şey bir an içerisinde yok olup
gidiyor ve geri hiçbir şey kalmıyor.

Ama
öyle bir hayat düşününüz ki, bu hayat öbür hayata bir basamak oluyor ve bu
hayat bitse de, işte asıl ondan sonra bu hayatta belki de çok arzu ettiğiniz,
elde etmeye çalıştığınız, düşüncenizin hatta hayalinizin de ötesindeki bir
hayat ile karşı karşıya kalıyorsunuz.

Adeta
önceki bir hayatın daha kapsamlı bir şekilde devam eden bir hayat olaraktan
sürdürülebilirliğini düşününüz…

Ebedi
bir hayat içerisinde sürdürebileceğinizi, tek başımıza da değil, birçok
hayatlarla beraber sürdürülebilir bir hayatın sizin için olduğunu düşününüz.

Ve
böyle sınırı olmayan, sınırlanmayan, sınırlandırılmayan sonsuz bir hayat
içerisinde sürdürülebileceğini ve sürekli gelişen, geliştirilebilen böyle bir
sonsuz hayatın, sonsuz bir yaratıcının garantisi altında olan bir hayatın var
olduğunu düşününüz…

Hem
hayatınız tam bir garanti içerisinde..

Çünkü
sonsuz hayat sahibinin kendi hayatı tamamıyla zati, subuti olduğu içindir ki
bizzat var olduğundan, zıddı olan yokluğu düşünülemediği için böyle bir hayat
sahibine dayanan bir hayatın ebediyen devam ettirileceğini bir düşününüz.

Aslında
dünya hayatındaki tüm sıkıntıların böyle bir mukayese yapmamadan kaynaklandığını
düşündüğünüzde çok rahat anlayacaksınız.

Nitekim
bunun şifrelerini veren Peygamber Efendimiz; -İnsanlar uykudadırlar, ölünce
uyanırlar.- buyururlar ve hatta -Ölmeden evvel ölünüz.- buyururlar.

Aslında
bu mânâ bir derece ebediyen sonsuz, gerçek, ikinci bir hayatın şifreleri
içerisinde mevcut olduğunu ancak onunla sürdürülebilir, bağlantılı olduğunu da
ifade etmektedir.

Yani
ikinci bir hayatın, sonsuz bir hayatın hayat olarak devam edebilmesi için,
tamamı ile bir hayatın O’na endeksli olarak, O’nunla bağlantılı olarak, O’na
bir mukaddime ve hazırlık olarak onu açacak bir anahtar olup onu netice verecektir.

Derdi Allah olanın dermanı Allahtır ve Allahdadır.

Dermanı Allahtan olduğunu bilmenin derdi, derdi Allah
olanın derdi değildir.

-Dünya
ahiretin mezraasıdır- yani burada ekmek ve ekmeye bağlı olduğunu bilmesi ile
olmaktadır.

Nasıl,
böyle bir hayata hazır mıyız? Ve böyle bir hayata hazırlık yapmakta mıyız veya
bu hayat ile O Hayat arasında bir köprü oluşturabilmekte miyiz?

Yoksa
oluşturulmuş olan o köprüleri -Allah korusun- yıkmakta mıyız, tahrip mi etmekte
veya zayıflatmakta mıyız?

Veya
tersi yönü ile sürekli güçlendirmekte ve güncellemektemiyiz? Tüm mesele burada
bulunmaktadır.

Aslında
bütün dava hep bu noktada odaklanmaktadır. Allah’ın -tabiri caizse- ısrar ile
insanlara yapmış olduğu ikazlar, kitapların ve peygamberlerin gönderilmesindeki
tüm uyarılar, hep bu noktada toplanmaktadır. Yani dünya ile ahiret köprüsü’nü
kurmak, ahiret vuslatını, kavuşmasını, oluşmasını, geçişini sağlamak amaçlıdır.

Ya
geçilecek ya da köprüler yıkılarak ölünecek, ebedi bir bitişin startı verilmiş
olacaktır.

-Düşünebiliyor
musunuz; Bir köyde, dar bir yerde değilsiniz ve hatta 81 milyonun olduğu bir
devlette de değilsiniz veya 7 buçuk milyar insanın bulunduğu bir dünyada
değilsiniz veya Hz Adem’den bu yana sayısız insanların, milyarlarca insanın
olduğu bir yerdesiniz.

Biraz
daha büyütecek olursak; aynı zamanda sayısını ancak Allah’ın bildiği bir
melekler ve bizden belki de daha çok olmakta olan cinlerin ve hatta karada,
denizde, havada bulunan tüm hayvanların oluşmuş olduğu sayısız imkanların,
imkansız denilebilecek, imkansız imkanların insanın önüne serildiği, bütün
kainatın, sonsuz bir alemin insanın önüne sofra olarak serildiği bir alemi
düşünün, bir hayatı düşününüz.

Bu
dünyanın dar alanından, dar hayat bağlantılarından çıkarak adeta zincirleri
kırarak sonsuz bir hayatı düşündüğümüz zaman her şeye, hayata bakış açımız da
değişecektir. Dünya neymiş, biz neymişiz, varlık neymiş, önce biz ve sonramız
neymiş.. Elbette daha iyi bilecek ve daha iyi anlaşılacaktır.

Dünya
hayatı ahiret hayatından daha önemli olmasa da ancak ebedi ve sonsuz hayatın startı
buradan verildiği ve buraya göre orası şekillendiği için elbette dünya hayatı
bu ciheti ile gayet önemlidir. İnsanların dünyanın lafzından ziyade, dünyanın
bu manasını ve hikmetini yani anlamını bilmiş olması aslında ebedi ahiret
hayatını daha iyi bilmesine sebep olacaktır.

Dünyaya
gelen insanlar ahirette sümbül verebilmeleri için İslamiyet suyu ile, Kur’an’ın
hakikatları ile bir derece o duygularını, yaratılıştan getirmiş oldukları o
kabiliyetlerini neşv-ü nemâ etmeleri gerekir. İnsanlar bir yandan ekmek ve
ekilmek için geldikleri için; amelleri ile ekecekler ta ki ahirette, Cennet
suresinde ortaya çıksın veyahut da kendileri duyguları cihetiyle ekilecekler,
İslamiyet, iman, ibadet, Hidayet gibi hakikatlarla kendileri sümbül verecekler.
Ahirette daha istidatlı ve kabiliyetli adeta android sistemi gibi sürekli
gelişen bir kabiliyete, sonsuzluğa kulaç atacak bir özelliğe sahip
olabilsinler.

-Bir
diğer önemli nokta ise; insan hayatı ile diğer varlıkların hayatını kıyas
edelim ve bir hayvan hayatına bakalım.

Bu
canlılar bir yandan belki insanları düşündürmek, ibret almak, hayatını devam
ettirmek, belki bir yandan eğlendirmek gibi kabiliyet ile donatılmış olarak
adeta başka bir alemde eğitim görmüş olaraktan, tekamül etmiş bir vaziyette bu
dünyaya gelirler. Bütün bunların böyle bir şekilde bu dünyaya gelişleri, hep
hazır olarak gelmeyen ama kabiliyet ve duygular cihetiyle hazır bir durumda
olan insanın hayatının geliştirilmesi içindir. Ona bir derece adım ve basamak,
terakkisine vesile olması ve duygularının vüs’atine ve inkişafına vesile olması
içindir.

Tüm
varlıklar hep insan kabiliyetlerinin gelişmesi için yaratılmış, var edilmiş
varlıklardır. Adeta tüm kainat bir toprak, insan ise o toprak içerisinde ekilen
bir kabiliyet ve bir kapasite içerisinde gelişen varlıktır. Ya duygularını öldürecek,
söndürecek ya da var edecektir.

İki
şıktan birisi; ya olacak ya ölecek, ya sönecek ya yakacak bununla karşı
karşıyadır. —Diğer hayatları kendi hayatımızda mukayese ettiğimiz zaman,
insan hayatı hayatların en üstü durumdadır. Diğer hayatlar insan hayatına
hizmet etmekte, insan hayatının altında bulunmaktadırlar.

-Kainat
adeta bir hayat ordusu,

Bir
de bu hayatların senin hayatına inzimam ettiğini yani eklendiğini ve külli bir
hayat olduğunu düşününüz. Çünkü insanın sonsuz hayattaki hayatının istifadesi
sadece şahsi hayatının istifadesi ile bir lezzet, bir tekâmül almamaktadır. Diğer
hayatlarda onun yani  senin hayatına
inzimam edip eklenince, tam bir hayat külliyesi içerisinde, külli bir hayat
oluşacaktır.

-İnsan
bu dünya hayatı içerisinde adeta kabuk ve yumurta ve çekirdek gibi hayatın
oluşumu içerisine girmektedir. Nasıl ki 21 günlük devresini yumurta içerisinde
tamamlayan bir kuş ve herhangi bir canlı gibi.

O
devresini tamamlamayan veya hariçten ve dahilden müdahalelerle tekamülünü
tamamlamayan insanlar, cehennem çöplüğünde yok olmaya, çöplükte hayatını
sürdürmeye mecbur kalacaklardır.

Tamamlayanlar
ise gökyüzünde bazen bir kuş, bazen denizlerde yüzen bir balık, bazen karalarda
gezen bir canlı vesaire gibi adeta iradeli bir insan olaraktan hayatını
sürdürecektir.

Tüm
faaliyetler seçkin hayatların seçimi üzerinedir. Bizler seçilmiş olarak dünyaya
geliyoruz.

Hayatımızdaki
bu hayatlar içerisinde de Seçkin Hayatlar cennet için seçiliyor. Bütün varlıklar
içerisinde farklı bir hayat olan seçkin, seçilmiş olup bu dünyaya gönderilen ruhlar,
hayatlar bu dünyada ayrı bir elekten elenerek şiddetli bir imtihana tabi
tutulmaktadırlar.

Çünkü
insanlar madenler gibidirler. Kömür, Bakır, gümüş, altın ve elmas gibi…

Tüm
alemler insanı netice vermekte, insanda Seçkin Hayatları netice vermektedir.

HAYAT
YOLCULUĞU

Hayat
yolculuğu..Hayat serüvenimiz. geçmişten geleceğe giden bir hayat yolu ve
yolculuğudur.

Bizler
önemli bir yolculuğu aşmış isek de, önümüzde sonsuzluğa uzanan bir yol ve
yolculuk bizi beklemektedir.

Her
şeyi ve neticeyi belirleyecek bir yoldayız.

Önemli
bir yolcuyuz.

Müsabaka
meydanında bütün alemler kendi pencerelerinden bize bakıp, heyecanla bizi takip
etmektedirler.

“İnsan
bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre,
kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Her iki hayatın
levâzımatı, Malikü’l-Mülk tarafından verilmiştir. Fakat o levazımatı, cehlinden
dolayı tamamen bu hayat-ı faniyeye sarf ediyor. Halbuki, o levâzımattan lâakal
onda biri dünyevî hayata, dokuzu hayat-ı bakiyeye sarf etmek gerektir. Acaba
birkaç memleketi gezmek için hükümetten yirmi dört lira harcırah alan bir
memur, ilk dahil olduğu memlekette yirmi üç lirayı sarf ederse, öteki yerlerde
ne yapacaktır? Hükümete ne cevap verecektir? Böyle yapan kendisine akıllı
diyebilir mi? Binaenaleyh, Cenab-ı Hak her iki hayat levazımatını elde etmek
için yirmi dört saatlik bir vakit vermiştir. Çoğunu aza, azını çoğa vermek
suretiyle, yirmi üç saat kısa ve fani olan dünya hayatına, hiç olmazsa bir
saati de beş namaza ve baki ve sonsuz uhrevi hayata sarf etmek lazımdır ki,
dünyada paşa, ahirette geda olmasın!”[1]

HİÇ
DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ?

            Bu dünyada ne arıyorsunuz?

Buraya
niçin Geldiniz?

Sizi
kim gönderdi ve niçin gönderdi?

Bu
gidiş nereye?

Bu
gidiş nasıl gitmektedir?

Nerede
son bulacaktır?

Kiminle
ve kimlerle sonuçlanacaktır?

En
önemlisi de nasıl sonuçlanacaktır?

Bu
bir üniversite veya göreve atanma sonucunu bekleme gibi olmayacaktır.

Ebedi
hayatı ve onun nasıl olacağını belirleyecek bir sonuç olacaktır.

Yola
çıkanlar, yolda gidenler ve yolu sonlayanlar kimler olacak, kimler
dökülecektir?

Kaç
kişiyle çıkıldı ve kaç kişi kalındı ve hedefe varanlar içerisinde miyiz?

Bitmiyor…

Sorgu
sualler…

Neden
devam ettiremeden, varamadan döküldün, en geride kaldın?

Zira
verilenler bir hesaba tabidirler.

Müflislerden
miyiz?

Müflis
miyiz?

Ne
kazandık ve ne kaybettik?

Yıllar
süren bir hesap ve hesaplaşma süresi.

Mahcup
ve perişanlık dönemi mi başlayacak?

Yoksa
sürur ve sevinç dönemi mi?

Amel
defteri sağından verilen Ashab-ı Yemin mi, yoksa solundan ve gerisinden verilen
Ashab-ı Şimal mi?

MEHMET ÖZÇELİK

09-01-2019


[1] Bediüzzaman
Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye, s.189.




VARLIKLARA MÜDAHALE YETKİSİ

VARLIKLARA
MÜDAHALE YETKİSİ

Allah
insane Varlıklara müdahale yetkisini vermiştir.

Sınırsız
yetki sahibi olan Allah, meşru dairede insana sınırlı bir yetki vermiştir.

Mesela
bütün varlıklar Allahı tesbih etmektedirler.

İnsan
ise onların tesbihine son verme yetkisine sahiptir.

Mesela
bir çiçeği koparma veya kurban olarak bir hayvanın hayatına son vererek, onu
kurban etmek veya onlarla hayatını idame ettirmek.

-Müfettişlik
görevi de bulunan insan, bütün diğer varlıklara bu müdahale yetkisiyle teftiş
etme yetkisine sahiptir.

Kontrol
etme, inceleme, hayatına son verme, onlarla hayatını sürdürme ve her türlü
hizmetini görme ve gördürme…

Onlara
hayatımıza hayat olma özelliğinin verilmesiyle beraber, insan hayatı seviyesine
de çıkmaktadırlar.

Varlıkların
varlığı, insanın varlığıyla devam etmekte ve var olmaktadır.

Allah
da varlığını ve yaratıcılığını insanla sürdürmekte ve tecelli ettirmektedir.

Allah
eşyanın yaratılmasında başkasının müdahalesini reddetmiş, şeriklere ve
ortaklara yer bırakmamıştır.[1]

-Allah
insanı aleme müfettiş kılmıştır.

-“
Sâni-i Hakîm, âlem-i ekberi öyle bedî bir surette hâlk edip âyât-ı kibriyasını
üstünde nakşetmiş ki, kâinatı bir mescid-i kebir şekline döndürmüş. Ve insanı
dahi öyle bir tarzda icad edip, ona akıl vererek, onunla o mu’cizât-ı san’atına
ve o bedî kudretine karşı secde-i hayret ettirerek, ona âyât-ı kibriyayı
okutturup, kemerbeste-i ubudiyet ettirerek, o mescid-i kebirde bir abd-i sâcid
fıtratında yaratmıştır. Hiç mümkün müdür ki, şu mescid-i kebirin içindeki
sâcidlerin, âbidlerin mâbud-u hakikîleri, o Sâni-i Vâhid-i Ehadden başkası
olabilsin?

O
Mâlikü’l-Mülki Zülcelâl, âlem-i ekberi, bahusus küre-i arz yüzünü öyle bir
surette inşa ederek yapmıştır ki, birbiri içinde hadsiz daireler olup, herbir
daire bir tarla hükmünde olup, vakit be vakit, mevsim be mevsim, asır be asır
eker, biçer, mahsulât alır. Mütemadiyen mülkünü çalıştırır, tasarruf eder. En
büyük daire olan zerrat âlemini bir tarla yapıp, her zaman kâinat kadar
mahsulâtı, kudretiyle, hikmetiyle onda eker, biçer, kaldırır. Âlem-i şehadetten
âlem-i gayba, daire-i kudretten daire-i ilme gönderir. Sonra, mutavassıt bir
daire olan zemin yüzünü, aynen öyle bir mezraa yapmış ki, mevsim be mevsim
âlemleri, envâları içinde eker, biçer, kaldırır. Mânevî mahsulâtını dahi gaybî,
uhrevî, misalî ve mânevî âlemlerine gönderir. Daha küçük bir daire olan bir
bahçeyi, yine, yüz defa, bin defa kudretle doldurup hikmetle boşalttırıyor.
Daha küçük bir daire olan bir zîhayatı, meselâ bir ağacı, bir insanı, yüz defa
onun kadar ondan mahsulât alır. Demek, o Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâl, küçük-büyük,
cüz’î-küllî herşeyi birer model hükmünde inşa ederek, yüzler tarzda taze taze
nakışlarla münakkaş mensucat-ı san’atını onlara giydirir, cilve-i esmâsını,
mu’cizât-ı kudretini izhar eder. Kendi mülkünde herbir şeyi birer sayfa
hükmünde inşa etmiş. Her sayfada, yüzer tarzda mânidar mektubatını yazar;
hikmetini, âyâtını izhar eder, zîşuurlara okutturur. Şu âlem-i ekberi mülk
şeklinde inşa etmekle beraber, şu insanı dahi öyle bir surette hâlk etmiştir ve
ona öyle cihazat ve âletler ve havas ve hissiyatlar ve bilhassa nefis, hevâ ve
ihtiyaç ve iştah ve hırs ve dâvâ vermiştir ki, o geniş mülkünde, bütün mülke
muhtaç bir memlûk hükmüne getirmiştir.
İşte, hiç mümkün müdür ki, pek büyük olan âlem-i zerrattan, tâ bir sineğe kadar
bütününü mülk ve tarla yapan ve küçük insanı o büyük mülke nâzır ve müfettiş ve
çiftçi ve tüccar ve dellâl ve âbid ve memlûk yaptıran ve kendine muhterem bir
misafir ve sevgili bir muhatap ittihaz eden o Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâlden
başka, o mülke tasarruf edip o memlûke seyyid olabilsin?”
[2]

-“
Sonra görüyoruz ki, âlem-i insaniyet de, belki hayvan âlemi de bir daire
hükmünde teşkil olunuyor ve nokta-i merkeziyede rızık vazedilmiş. Bütün nev-i
insanı ve hattâ hayvânâtı rızka adeta taaşşuk ettirip, onları umumen rızka
hâdim ve musahhar etmiş. Onlara hükmeden rızıktır. Rızkı da o kadar geniş ve
zengin bir hazine yapmış ki, hadsiz nimetleri câmidir. Hattâ rızkın çok
envâından yalnız bir nevinin tatlarını tanımak için, lisanda kuvve-i zâika
namında bir cihazla mat’ûmat adedince mânevî, ince ince mizancıklar
konulmuştur. Demek, kâinat içinde en acip, en zengin, en garip, en şirin, en
câmi, en bedî hakikat rızıktadır.
Şimdi, görüyoruz ki, herşey nasıl ki rızkın etrafında toplanmış, ona bakıyor.
Öyle de, rızık dahi, bütün envâıyla, mânen ve maddeten, hâlen ve kalen şükürle
kaimdir, şükürle oluyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor. Çünkü, rızka
iştah ve iştiyak, bir nevi şükr-ü fıtrîdir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayr-ı
şuurî bir şükürdür ki, bütün hayvânatta bu şükür vardır. Yalnız insan, dalâlet
ve küfürle o fıtrî şükrün mahiyetini değiştiriyor, şükürden şirke giriyor.
Hem rızık olan nimetlerde gayet güzel, süslü suretler, gayet güzel kokular,
gayet güzel tatmaklar şükrün davetçileridir; zîhayatı şevke davet eder ve
şevkle bir nevi istihsan ve ihtirama sevk eder, bir şükr-ü mânevî ettirir. Ve
zîşuurun nazarını dikkate celb eder, istihsana tergib eder. Nimetleri ihtirama
onu teşvik eder; onunla kalen ve fiilen şükre irşad eder ve şükrettirir. Ve
şükür içinde en âli ve tatlı lezzeti ve zevki ona tattırır. Yani, gösterir ki,
şu lezzetli rızık ve nimet, kısa ve muvakkat bir lezzet-i zâhiriyesiyle
beraber, daimî, hakikî, hadsiz bir lezzeti ve zevki taşıyan iltifat-ı Rahmânîyi
şükürle kazandırır. Yani, rahmet hazinelerinin Mâlik-i Kerîminin hadsiz
lezzetli olan iltifatını düşündürüp, şu dünyada dahi Cennetin bâki bir zevkini
mânen tattırır. İşte rızık, şükür vasıtasıyla o kadar kıymettar ve zengin bir
hazine-i câmia olduğu hâlde, şükürsüzlükle nihayet derecede sukut eder.
Altıncı Sözde beyan edildiği gibi, lisandaki kuvve-i zâika, Cenâb-ı Hak
hesabına, yani mânevî vazife-i şükraniye ile rızka müteveccih olduğu vakit, o
dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i bînihaye-i İlâhiyenin hadsiz matbahlarına şâkir
bir müfettiş, hâmid bir nâzır-ı âlikadr hükmündedir. Eğer nefis hesabına olsa,
yani rızkı in’âm edenin şükrünü düşünmeyerek müteveccih olsa, o dildeki kuvve-i
zâika, bir nâzır-ı âlikadr makamından, batn fabrikasının yasakçısı ve mide
tavlasının bir kapıcısı derecesine sukut eder.”
[3]

-Bediüzzaman
insanı 20 maddede harika bir surette tanımlarken özellikle;” Ve o saraydaki
sair sekenelerde tasarrufa mezun en faal memuru,

Ve
kâinat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasında, varidat ve
sarfiyatına ve zer’ ve ekilmesine nezarete memur,

Ve
yüzer fenler ve binler san’atlarla teçhiz edilmiş en gürültülü ve mes’uliyetli
nâzırı, Ve kâinat ülkesinin arz memleketinde, Padişah-ı Ezel ve Ebedin gayet
dikkat altında bir müfettişi, bir nevi halife-i arzı,
Ve cüz’î ve küllî harekâtı kaydedilen bir mutasarrıfı, -“
[4]

-“
Meselâ, dildeki kuvve-i zâikayı Fâtır-ı Hakîmine satmazsan, belki nefis
hesâbına, mide nâmına çalıştırsan, o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir
kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzâk-ı Kerîme satsan, o zaman
dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i İlâhiye hazînelerinin bir nâzır-ı mâhiri ve
kudret-i Samedâniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.”
[5]

-Takdir
ile Hikmet arasında büyük bir uyum vardır.

Hiçbir
takdir, hikmete aykırı değildir.

-Hayret
ki ne hayret…

Allah’ın
bu kadar varlıklar içerisinde beni unutmaması ezeli ve ebedi bir hakikattır.

Allah
unutmaz ,
[6]

Unutmadıkları
bunun delilidir.

Allah’ın
unuttuğunu düşünen kimseye, Allah’ın neyi unuttuğunu sormak lazım.

Unutmaması,
unutmayacağının da göstergesidir.

-Huzur
huzurda vardır.

Huzurda
da huzur vardır.

Huzura
huzursuz girilmez.

Huzursuz
huzurda, Huzur aranmaz.

Huzura
huzursuz çıkanlar,

Huzuru
huzursuz ederler.

Huzur
bulmak ve huzur vermek,

Huzura
huzurla varmaktadır.

MEHMET
ÖZÇELİK

06-01-2019


[1] Bak.
Bediüzzaman.23. Lem’a. 191,240.

[2] Mektubat.20. Mektub.Sh.227.

[3] 28.
Mektub.349-350, Bak. Lem’alar On Dokuzuncu Lem’a.144.

[4] Asa-yı Musa — Yedinci Mesele.Sayfa 34.

[5] Sözler Altıncı Söz.Sh.32..

[6] Meryem.64.