BURNU SÜRÜNSÜN O ÖĞRENCİNİN Kİ…

BURNU SÜRÜNSÜN O ÖĞRENCİNİN Kİ…

Evet burnu sürünsün o öğrencinin ki, kendisi için çırpınan, dünya ve ahiret hayatını kurtarmak için gayret gösteren hocasından nefret eder.

Bir öğretmen arkadaş (Bu tüm öğrencileri kapsamasa da, mevzii de olsa bir sıkıntının dışa vurmuş halidir.) 11. Sınıf öğrencinin sınıfta ayrım gözetmeksizin tüm öğretmenlerden nefret ettiğini, arkadaşın nedenini sormasına rağmen cevap vermediğini anlatmıştı.

Yani öğrenci sınıfta rahatlıkla tüm öğretmenlerden nefret ediyorum, cesaret ve kararlılığını gösterebiliyor, okulun önlerinde öğretmenlerin geçmelerine aldırmadan sigara içebiliyorsa, büyük şehirlerde uyuşturucu ilkokul seviyesine kadar düşmüşse, öğrenci çalışma diye bir derdi yokken, bütün bu olumsuz ve çürükleri koruma uğruna okula getirme mecburiyeti içerisinde zorla yemeği ağzına sokmaya çalışmak, sağlam ve iyi öğrencileri onlara kurban etmektir…   

Bizde buna yakın durumlarla karşılaşmaktayız.

Her zaman söylüyorum, zorla derse gelen en fazla 3 veya 5 öğrenci sınıfı bitiriyor. sınıf 3-5 kopuğa feda ediliyor.

Elbette öğretmenlerde sorgulanmalı, bunu açıklayarak yaptım. Ancak iyi niyetli ve gayretli öğretmenleri üzenler için burnu sürünsün diyorum.

Nasıl mı?

“Peygamber Efendimiz (a.s.m) bir keresinde minbere çıkarken, her adımda “âmin” dedi: Bir adım çıktı, “âmin…”; bir adım daha çıktı, “âmin…”; bir adım daha çıktı, “âmin…”

Hutbesi bittikten sonra: “Yâ Rasûlallah! Minbere çıktığınız zaman ‘âmin’ dediniz, her adımınızda bunu neden söylediniz?” diyerek sebebini sordular.

Buyurdu ki: “Cebrail (a.s.) üç dua etti, ben de onlara amin dedim.

– Birisi: Cebrail (a.s.): ‘Annesine, babasına veya sadece onlardan birine ulaşmış bir evlat, (onlara güzel hizmet edip, onların hayır duasını alıp) cenneti kazanamadıysa, ona yazıklar olsun/burnu yerde sürtünsün!’ dedi, ben de amin dedim.”

Anne babasını üzen çocuğun, öğretmenini üzen öğrencinin burnu sürünsün…

Hiç bir insan bir başkasının kendisinden üstün olmasını istemez. öz kardeş bile olsa. Ancak iki sınıf insan müstesna; biri anne ve baba, diğeri ise öğretmendir.

Anne baba çocuğunun kendilerinden üstün olmasıyla gurur duyarlar.

Öğretmende öğrencisiyle…

-Eğitim okulun 4 duvarını aşmalı.4 duvara mahkum edilmemeli.

Eğitime bir açılım sağlanmalı, nefes aldırmalı, zorla ve zorlamayla değil, sevdirip, sevenlerle götürmelidir.

Eğitim stresli 40 dakika ile sürdürülmemeli. Öğretmen öğrenciyi değil, öğrenci öğretmeni sorularıyla zorlamalıdır.

-Her insan dünyaya işlenmemiş, yontulmamış ve biçimlememiş olarak gönderilir.

Genel olarak bu eğitimle mümkün olur.

Eğitim gerçek manada eğitici ve öğretici olmalıdır.

En başta insanlara huy ve ahlak kazandırılmalıdır.

Hepinizin bildiği gibi, baba oğluna, oğlum sen adam olmazsın, der.

Çocuk ise bunu ispatlamak üzere çalışı o beldeye yönetici olur. İlk iş olarak da bir görevliye, falan yerde bir adam var, onu al gel der. Babası olduğunu da söylemez.

Görevli adamı apar topar getirip amirinin huzuruna adeta bir suçlu gibi atar.

Köşesine kurulan çocuk babasına, hani adam olamazsın diyordun. Bak ben buranın en büyük yetkilisi oldum der.

Derinden derine oğluna bakan baba cevaben; oğlum ben sana şunu olamazsın, bunu olamazsın demedim ki, ben sana adam olamazsın dedim. Eğer adam olsaydın beni ayağına getirmez, sen benim ayağıma gelirdin, der.

TARTIŞMA
Kurt ile Eşek tartışıyorlarmış.
Kurt: “Çimen yeşildir.”
Eşek: “Çimen sarıdır”diye iddiaya tutuşmuşlar.
Neyse konuyu orman kralı aslana anlatmışlar.
Aslan, Kurt’a bir ay hapis cezası, Eşek’e de özgürlük kararı vermiş.
Kurt şaşkınlıkla aslana yaklaşmış ve sormuş:
Hakikaten sen çimeni sarı mı görüyorsun?
Aslan: Hayır yeşildir çimen.
Kurt: O halde neden bana 1 ay hapis cezası veriyorsun?
Aslan: Eşekle tartıştığın içindir bu ceza…
Eşşeklerle tartışmanın faydası olmaz. Sarıdır deyip geçin. Siz siz olun laftan anlamayanlara laf anlatmayın.

MEHMET ÖZÇELİK

23-11-2017




DERİN DİN

DERİN DİN 

“Allah ve Resûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Resûlüne karşı gelirse, şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır.”[1]

Hak Dinler her zaman için ya ortadan kaldırılmaya, ya yaşanılmama ve sulandırılma tehdidi ile karşı karşıya kalmıştır.

Yani tehdit sadece dış kaynaklı değil belki ondan daha tehlikelisi iç tehditlerle karşı karşıya kalmasıdır.

Ya inanılmış veya inkâr edilmiştir.

Veyahut da ahmakane, hainane, cahilane bir surette yıpratılmış, tahrif edilmiştir.

-İslamoğlu gibilerin tarzı; isbat üzerine değil, inkar ve red üzerine kuruludur.

Ümmetin icmaı değil, ferdi bir çıkıştır.

Konuşulup kabul görmemiş, söyleyenin adı bile zikredilmeden, zayıf görüşü ifade eden Kıle yani denilmiş ifadesiyle gündemden çıkmış görüşlerin, alt yapısı olmayan, cilalanarak  yeni versiyon diye sunulan ve muteber olmayan görüşlerdir.

Üretime yani katkıya yönelik değil, tüketime yöneliktir.

İslama katkısı olmayıp, islamı katletmektedir.

Rahmete değil zahmete yönelik, ittifaka değil ihtilafa yönelik, pek de seviye gerektirmeyen çıkışlardır.

Aslında bu bir projedir.

Ağacın içindeki kurt, baltanın başındaki sap gibidir.

Evveli şaibeli ve sıkıntılı olanların işidir.

Kendisini bile temsil edemeyenlerin, islamı temsile yeltenmeleridir.

1400 senedir süre gelen ehli sünnet çizgisinden sapmış, sapıtmış, sapkın çıkışlardır.

Dün bu sapık iddiada olanlar sessizliğe büründüler. Zillete mahkum oldular.

Tarihte bir leke olarak kaldılar. Hayırla yâdedilmediler.

Hayırsız olarak kaldılar.

Köksüz olan görüşler, hiçbir zaman kök tutamazlar.

-Hazreti Enes’ten rivâyete göre Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Üç kişiye merhamet ediniz, acıyınız: Fakirleşmiş bir kavmin zengini, zelîl olmuş bir kavmin azîzi (büyüğü, reîsi) ve câhillerin oynaştıkları, maskaralığa aldıkları fakîh.” 

-“Eğer Rabb’in dileseydi, bütün insanları tek bir ümmet yapardı. Fakat insanlar  sürekli olarak ihtilafa düşüyorlar. Yalnız Rabbinin rahmet ederek ihtilaftan sakındırdıkları müstesnâ…”[2]

-Şu âyetler de aynı anlamdadır:

-“Çünkü Allah, kitabı gerçekle indirmiştir: Kitab hakkında ihtilâfa düşenler

derin bir anlaşmazlığa saplanmışlardır.”[3]

-“Kendilerine kitab verilenler, onlara ilim geldikten sonra sırf aralarındaki

kıskançlıktan dolayı ihtilâfa düştüler.”[4]

-“Sakın kendilerine açık deliller geldikten sonra ayrılığa saplanıp ihtilafa

düşenler gibi olmayınız.”[5]

-“Dinlerinde ayrılığa düşüp gurup gurup bölünenlere Sen’in yapacağın hiç bir

şey yoktur.”[6]

Öte yandan Allah Teâlâ hristiyanlar arasındaki ihtilafı anlatırken şöyle

buyuruyor:

-“Bu yüzden Kıyamet gününe kadar aralarına kin ve düşmanlık saldık. Allah

ilerde onlara ne yaptıklarını bir bir haber verecektir.”[7]

Yahudiler arasındaki ihtilaf da Kur’an’ın iki yerinde şöyle anlatılıyor:

-“Biz onların arasına Kıyamet gününe kadar sürecek kin ve düşmanlık saldık.

Ne zaman bir savaş ateşi yaksalar Allah onu söndürür.”[8]

-“Fakat onlar dinleri konusunda çeşitli guruplara bölünüp parçalandılar. Her

gurup kendi inancı ile böbürlenir oldu.”[9]

Öte yandan Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-:

“İleride ümmetinin yetmiş üç guruba ayrılacağını, Bu gurup, bu gün Benim ve sahabilerimin yolundan gidenler olduğunu, buyurmuştur.

-Hak geldikten sonra, batıl olanlar ayrıldılar ve ayrıştırıldılar.

“Kendilerine kitap verilenler, ancak kendilerine o apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler.

Hâlbuki onlara, ancak dini Allah’a has kılarak, hakka yönelen kimseler olarak O’na kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte bu dosdoğru dindir.”[10]

Mehmet ÖZÇELİK

19-11-2017

[1] Ahzab 36.

[2] Hud: 118-119.

[3] Bakara: 176.

[4] Âl-i İmran: 19.

[5] Âl-i İmran: 105.

[6] En’am: 159.

[7] Mâide:14.

[8] Mâide: 64.

[9] Mü’minun: 53.

[10] Beyyine.4-5.




HAŞHAŞİ

HAŞHAŞİ

Med cezir, inişli çıkışlı, gel gitli bir hayat

Melekle şeytan, nefisle kalbin, bedenle ruhun, akılla midenin arasındaki gel gitler.

Cennetle cehennem arasında dokunan mekikler.

…şeytan insanı hatta insanları yemeye çalışıyor.

Aç gözlü.. doyumsuz.. hırslı.. aynı zamanda haris yani cehennem bekçisi,

Sonuçta cehennem ona ve o cehenneme muntazır…

-Mısırda İhvanı müslimini temsilen Seyyid Kutup Kral Faruku yıkmak için Cemal Abdunnasır ile ortaklık yaptı.

Yıktı da…

Abdunnasır başa geçer geçmez 40 bin ihvanı müslimini idam etti, hapislere attırdı.

Bu gün Fetö milyonların harcanmasına sebeb olmuştur.

Tarih hep tekerrür ediyor.

Bu ise siyaset cephesinden, devlet iktidarına doğrudan veya dolaylı olarak talip olunmasından kaynaklanmaktadır.

-İzmir’de tutuklu bulunan ve ABD’nin üst düzey ajanlarından olduğu belirtilen Papaz Andrew Brunson’a ait kayıtta, papazın gence ABD’de özel harp asker ve subaylarının kullandığı bir su arıtma cihazı, 5 gün aç kalması halinde bile yüksek kalori alabileceği haplar ile soğuk ve sıcağa dayanıklı özel bir fular verdiği anlaşılıyor. Brunson 6 yıl öncesine ait ses kaydında gence, 15 Temmuz 2016’da yapılacak darbe girişimine atıfta bulunurcasına, “2016 yılında yaz aylarında büyük bir deprem olacak. Bunları önemli ve her an bulabileceğin bir yere sakla. O depremden sonra İstanbul ABD Konsolosluğuna benim yanıma gel” diyor.[1]

-Abd ile oluşan kriz, yüz yıllık bağlarımızı çözmek için bir fırsattır.

FBI Ajanı Paul Wıllıams anlatıyor, yaz bozda; Yıllarca Fetöyü Araştırdığını ve sonucu şöyle değerlendiriyor; Cıa-Fetö-Uyuşturucu üçgeni.

Ajan ifadesinde; Cıa uyuşturucudan elde ettiği paralarla Fetöyü destekliyor ve özellikle orta asyada onun okullarını kullanıyor.

Fetönün okulları Cıanın o ülkeyi işgal kapısıdır.

Aynen bu ajan Deaşı biz kurduk, diyor.

Trumpun Obama kurdu, dediği gibi.

-Gündem kasıtlı olarak atatürkçülükle değiştiriliyor.

Tıpkı ayasofyanın camiye çevrilmesinin gündemde iken, nazarları ve fikirleri bulandırarak gündemin değiştirilmesi gibi….

-Abd.nin 17.25 aralığını yaşanıyor.

Dünyayı değiştirmeye çalışan abd, içten içe oyularak, değiştirilmeye çalışılıyor.

Ettiğini bulacak, çektirdiklerini çekecek.

Bir asırdır gizli ve münafıkane oynanan oyun, bugün yoruma gerek bile görülmeden, ihanet açıkça görünmektedir.

Bunu görmeyip de hala birliğimizi bozacak girişimlerde bulunup muhalefet edenler, sadece kör, sadece sağır, sadece de dilsiz değil, insan ismine bile layık değillerdir.

İçimizdeki bir asırlık kriptolar aktif olarak devrededirler.

Devlet olarak israil ve onun hamisi olan abd, teröre ve teröriste destek olması ve kurmasıyla, terör devleti olduğu belgeleriyle tescil edilmiştir.

Bu amaçla batıyı, almanya gibi devletleri de kullanmaktadır.

 

[1] http://www.aksam.com.tr/guncel/abdli-papazin-sok-ses-kaydi-ortaya-cikti/haber-668613

 




RABBİM BİZİ GERİ GÖNDER

RABBİM BİZİ GERİ GÖNDER

Dünya imtihanına gönderilen insanlar, imtihanları ve vazifeleri bittikten sonra, kendilerini yaratıp gönderen Rabbi Kerimlerine döneceklerdir.

Ya Aziz olarak ya da Zelil olarak…

İman küfür mücadelesi Hz. Âdemden kıyamete kadar devam etmektedir.

Bu gün dünyada hala önemli çapta ateist olan ülkeler bulunmaktadır.

Çin.% 67, Japonya. % 29, Hong Kong. % 30, Türkiye. % 6, İran. % 4..[1]

Bediüzzamanın deyimiyle, kâfirin bu dünyadaki manevi cehennemi, asi bir müminin ahiretteki maddi cehenneminden daha dehşetlidir.

Oysa bu durumda dünya ve ahiretini kaybetmiş olduğunun farkında değil.

-“Günahlar, hayat-ı ebediye de daimî hastalıklardır.”[2]

Bu hastalıklar salgınlaşıp, manevi ve toplumsal hastalıkları da beraberinde getirmektedir.

“Şahs-ı zahirisinin hatasıyla şahs-ı manevisi hasta olduğu…”[3]

-Cehennem suyu şifalı sulardandır ancak imansızlığı tedavi etmeyip, acısını azaltıyor.

-Dünyadaki binlerce batıl inancın devamını sağlayan sebep, atalarını yanlış yolda bulup, körü körüne taklid edip, devam ettirilmeleridir.[4]

-Abdullah ibn-i Amr ibn As (r.anh)’den rivayet edilmiştir: Bir gün Rasulullah (s.a.v.) ‘namaz’dan söz etmiş ve şöyle demiştir:”

“Kim namazına devam ederse bu namaz kıyamet gününde onun için (karanlığa karşı) nur, (doğruluğuna) delil ve (azabtan) kurtuluş olur. Kim namazına devam etmezse onun nuru, delili ve kurtuluşu olmaz. O kimse kıyamet gününde Karun, Firavun, Haman ve Ubey İbn Halef ile beraber olur”[5]

Karunla beraber olması mala düşkün olması, zenginliği Allahtan değil kendisinden bilmesi, Firavunla beraber olması güç sahibi olması, Hamanla beraber olması, yöneticiliğinin namaza engel teşkil etmesi, Übey ibni Halefle olması, tüccar olan Übey gibi ticaretinin ibadetine mani olmasındandır.

-Mümin için afv ve mağfiret söz konusu iken, kâfir için bu durum artık bitmiştir.

Müminlerde üç türlü muamele görürler;

-Ya ayıbı yüzüne vurulup cezalandırılır, af etmeden. Bu ise gerekendir.

Afv, ayıbı yüzüne vurarak, cezalandırmayıp bağışlar.

Mağfiret ise, yüzüne vurmadan bağışlar.

Bakara suresinin sonundaki gibi; Va’fuanna, vağfirlena..

-“ (Ey Muhammed!) İnsanları, kendilerine azabın geleceği gün ile uyar. Zira o gün zalimler, “Ey Rabbimiz! Yakın bir süreye kadar bizi ertele de senin çağrına uyalım ve peygamberlerin izinden gidelim” diyecekler. Onlara şöyle denilecek: “Daha önce siz, sonunuzun gelmeyeceğine yemin etmemiş miydiniz?”[6]

Ahirette iman etmeyenler, hayvanların cesedlerinin toprak olduğunu gördüklerinde şöyle diyeceklerdir;

“Şüphesiz biz sizi, kişinin önceden elleriyle yaptıklarına bakacağı ve inkârcının, “Keşke toprak olaydım!” diyeceği günde gerçekleşecek olan yakın bir azaba karşı uyardık.”[7]

“De ki: “Sizin için görevlendirilen ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.

Suçlular, Rablerinin huzurunda boyunlarını büküp, “Rabbimiz! (Gerçeği) gördük ve işittik. Artık şimdi bizi (dünyaya) döndür ki, salih amel işleyelim. Biz artık kesin olarak inanmaktayız” dedikleri vakit, (onları) bir görsen!

Eğer dileseydik, herkese hidayetini verirdik. Fakat benim, “Andolsun, cehennemi hem cinlerden hem de insanlardan dolduracağım” sözüm gerçekleşecektir.”[8]

“Onlar cehennemde, “Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar ki dünyada iken işlemekte olduğumuzdan başka ameller, salih ameller işleyelim” diye bağrışırlar. (Onlara şöyle denilir:) “Sizi, düşünüp öğüt alacak kimsenin düşünüp öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı? Size uyarıcı da gelmişti. Öyle ise tadın azabı. Çünkü zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.”[9]

Dönüşü olmayan bir hayata gitmekteyiz.

Rabbim! Bizi tekrar geri gönder, bak nasıl iyi amelde bulunacağız, sözünün geçerli olmadığı bir gidişe sevk olunmaktayız.

Dünya sınavının tekrarı yok.

Neyiz? Ne olduk? Ne olmaktayız?

Hangi atmosferdeyiz?

******************   

“YA RESÛLALLAH! HANZALA MÜNAFIK OLDU!”

Hanzala ibni Rebî r.a. anlatıyor:
“Resûl-i Ekrem s.a.v.’in yanındaydık, bize öğüt verdi, cehennemden söz etti. Sonra eve geldim, çocuklarla güldüm eşimle eğlendim.
Daha sonra evden çıktım.

Yolda ağlayarak giderken Ebû Bekir’e rastladım.

“Neyin var, Hanzala?” diye sordu.
“Hanzala münafık oldu!” dedim.
“Fesübhânallah! Sen ne diyorsun?”
“Öyle ya, Resûl-i Ekrem s.a.v.in yanında bulunuyoruz.
Bize cennet ve cehennemden bahsediyor; onları gözümüzle görmüş gibi oluyoruz.
Huzurundan ayrılıp çoluk çocuğumuzun yanına ve işlerimizin başına dönünce, çok şeyi unutuyoruz.” 

Ebû Bekir r.a. :
“Vallahi biz de aynı durumdayız. Yürü Resûl-i Ekrem´e gidelim.” dedi.
Birlikte yola düştük ve Hz. Peygamberin huzuruna girdik.

Ben:

“Ya Resûlallah! Hanzala münafık oldu.” dedim.

“Bu ne demek?” buyurdu.
“Ey Allah’ın Rasulü! Yanında bulunduğumuzda bize cennet ve cehennemden bahsediyorsun; biz de onları gözümüzle görmüş gibi oluyoruz. Senin huzurundan çıkıp çoluk çocuğumuzun yanına ve işimizin başına dönünce, bunların çoğunu unutuyoruz.”
Resûlullah s.a.v. şöyle buyurdu:
“Canımı kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, eğer siz benim yanımda bulunduğunuz hâli devam ettirip hep zikirle meşgul olsaydınız,
melekler, yattığınız yataklarda yürüdüğünüz ­yollarda sizinle tokalaşırdı.
Fakat ey Hanzala, bir saatinizi ibadete, bir saatinizi dünya işlerine ayırınız.”
Resûl-i
Ekrem bu sözü üç defa tekrarladı.”[10]

MEHMET ÖZÇELİK

12-11-2017

 

[1] http://www.ahaber.com.tr/galeri/dunya/hangi-ulke-ne-kadar-dindar

[2] 25.lema.8.deva.

[3] Lemalar.fihrist.8.deva.

[4] Bak.Bakara.170.

[5] Ahmed bin Hanbel, Musned, II, 169; Darimi, 2/301; İbn-i Hibban, 1448

[6] İbrahim.44.

[7] Nebe.40.

[8] Secde.11-13, Müminun.99.100, Enam.27-8, Şuara.102, Mümin.11,45.46, Şura.44, Nisa.18,97, Münafikun.10.11, Mümtahine.13.

[9] Fatır.37.

[10] Müslim.Tevbe 12-13 ,Tirmizî .Kıyâmet 59 ,İbni Mâce. Zühd 28.

 




SİYASET SEYİSLİK Mİ ?

SİYASET SEYİSLİK Mİ ?

Siyaset arapça asıllı olup, at bakıcılığı manasınadır.

Neden at bakıcılığı ile kıyaslanmış ve isimlendirilmiştir?

Çünkü at hassas, hisli ve sadık hayvanlardır.

Onu süvarisinin iyi yönlendirebilmesi için, kızdırmaması, hassasiyetine dikkat etmesi, bakımını ve ilgisini göstermesi, korkutup ürkütmemesi gerekir.

Siyasette insan bakıcılığı ve yöneticiliği olarak sürdürülebilmesi için, o toplumun hassasiyetlerinin göz önünde bulundurulması, korkutulup tehdit edilmemesi ve toplumun değerlerinin göz önünde bulundurulması gerekir.

İşte bir asırdır toplumu despot ve zorba yönetimlerle idare etmeye çalışanlar, gerçek manasından uzak, fıtrata aykırı toplumu yönetmeye çalışmaktadırlar.

Bu millet de iradesiyle onları başa geçirmemektedir ve de geçirmeyecektir de…

– Gerçek kimlik ve kişiliğini sergileyemeyen insanlar, gittikleri yere göre kişiliklerini oluşturmaktadırlar.

En çok da bunu siyasette görmekteyiz.

Yeni kurulan bir parti, daha önceki görev aldığı parti ile bağdaşmamasına rağmen, kendisine yapılan daveti kabul edip, gittiği yere göre de kişilik sergilemektedir.

Siyaset- makam ve para insanın kişiliğini çok da çabuk bozmaktadır.

İnsanlar gömlek değiştirir gibi, yıllarca mücadele ettiği partinin savunuculuğunu yapabilmekte, adeta geçmişini inkar etmektedir.

Acaba bu durumda yanlış olan hangisi idi?

Öncesi mi yoksa şimdiki temsilciliği mi?

Türkiye-nin siyasetteki kaybı, kişilik kaybıdır.

İnsan yanılıp geçmişinin yanlışlarını görerek doğruya yönelebilir.

Ancak hiçbir şey olmamış gibi, her yaptığını, önceki ve sonrakiyle kendisini hep doğru gören bir insan, ne kadar kaliteli ve değerli bir insandır!

Siyaset bir türlü durulmadı, temizlenmedi.

Kirli oyunlarla bir anda birileri götürülüp, hesapta olmayan ancak belli ki belli bir projenin hesabı olan kimseler sahneye sürülmekte, koyun gibi birilerinin bunu onaylaması kabul ettirilmektedir.

Türkiye-yi dizayn etmeye çalışanlar, siyaseti dizayn etmektedirler.

Kim kime değer katmaktadır?

Partiye katılan mı yoksa partiyi kuran mı?

Partiyi kuran oy için her cepheden adama teklif götürmekte ve de vitrinine koymaktadır.

Ancak katılan kişi ne kadar samimidir!

Niçin o partide aday olmuştur?

Kendisini hatırladığı için mi?

Orada bir makam alacağı için mi?

Kendisinin ve memleketinin hangi yönünü temsil edeceğini bildiği ve toplumun nabzını çok iyi tuttuğu için mi?

Yıllar önce bir dostum bir partiden kendisine aday teklifi yapıldığını söylemişti.

Benim de fikrimi sordu.

Kendisine kaçıncı sırada olduğunu sorduğumda üçüncü sırada olduğunu söylemişti.

Ben de kendisine, birinci sıradakinin bile kazanmasının mümkün olmadığı bir yerde, üçüncü sırada girmek harcanmaktır, dedim.

Kendini harcamış olursun, dedim.

Sözümü dinledi ve de aynı durum oldu.

Eğer beni dinlemeseydi, kazanamayacağı gibi, geçmiş tüm birikimlerini de kaybedecekti.

Siyaset kişilik kazanmalı ve de kazandırılmalı.

Yoksa o partiyi temsil edenler o partiye ne kadar bir kişilik kazandırabilmektedirler.

Siyaset zemini kaypak bir zemindir.

Kişilerin kendilerini ve değerlerini koruyabilmeleri zorlaş görülmektedir.

Bu imkansız ve de boş bırakılması gereken bir alan olmadığı da elbette bir gerçektir.

Partiler şaibeli, makam peşinde koşan, millet menfaatından ziyade kendi menfaatını ön plana çıkaranlardan temizlenmelidir.

Görevinde su-i istimalde bulunan memurlar gibi, siyasettekiler de alınabilmelidir.

Toplumun tüm kesimi temsil edilmelidir.

Toplumun inanç ve değerlerini hazmedemeyenler, siyasetten uzaklaştırılmalıdır.

-Yüz yıldır inanıp konuştuğumuz, bildiğimizi düşünüp savunduğumuz düşünceler ya boş ve yalan çıkarsa, tam tersi belgelerle sabit olursa nasıl bir akıl, ruh ve vicdan haline gireriz,

Onunla kalınmayıp yani aldanmamızdan daha büyüğü ya aldattıklarımızın yüzüne nasıl bakarız, günahını nasıl taşıyabiliriz?

Vebalinin ezikliğini dünya ve ahirette nasıl yükleniriz.

-Şimdiye kadar bilinmeyip artık bilinen, açıklanmayıp gizlenen ve gizli yapılan savaşlar; artık bilinir ve açık olarak yapılmaktadır.

MEHMET ÖZÇELİK

29-10-2017




PARA

PARA

Pare pare paralanasıca para.

1917-1989 yılları arasında rusyada kurulan kominizm, yıkılmaz denilirken, yıkılmaya mahkum oldu, varlığını bir asır bile sürdüremedi.

Zulüm devleti olan Rusya sonunda yıkıldı.

Abd mi yıkılmayacak?

O Abd ki, boğazına kadar borçlu iken…

Bu gün yükselen dijital para doların tahtını sallayacak gibi.

Bitcoin.

-Devletler para ile yıkılmakta, para ile borçlandırılarak diz çöktürülmeye çalışılmaktadır.

Dolar üzerindeki keyfi uygulamalar ile çok evler yıkıldı, kullananlar sevinse de…

Dünyadaki kavgalar, para kavgalarıdır.

-Eskiler paraya Dinar derlerdi.

Bu ise; Din ile Narın yani ateşin bir araya gelmesiyle oluşmuştur.

Bir yönüyle yani dünya cihetiyle para nar ve ateştir.

Diğer yönü olan ahiret cihetiyle de hayır ve kazançtır.

Para kimlerin tahtını sallamadı ki!

Kimleri yükseltip baş aşağı atmadı ki!

Eline alanı er veya geç yakmaktadır.

Para ateştir.

Dost ve kardeşleri birbirine düşman yapmaktadır.

Devletleri birbirleriyle savaştırmakta, bu uğurda nice kanlar akmaktadır.

Paranın sicili bozuktur.

Onun eline çok kan bulaşmıştır.

Ancak kimse de bu dünyadan onu kendisiyle götürmemiştir.

O ise çoklarını götürmüştür.

O paralarda çok kimsenin izleri ve lekeleri var.

Kara para.

Aklanmaya çalışılsa da para kara paradır.

Çoklarını ve dünyalarını karartmıştır.

Para çoklarını ve çok şeyleri satın alsa da, değerleri ve değerlileri satın alamamaktadır.

Para değerlere değer katmamakta, değerler ve değerliler parayı değerlendirmektedirler.

Para maddeyi temsil eder, manayı değil…

Para her kapıyı açmaz.

Açamadığı kapılar, açılmayan kapılar da vardır.

Para araçtır, gaye ve hedef değil.

Parayı vasıtadan çıkarıp hedef edinenler, hedefini şaşırmış, paranın kölesi olmuş kimselerdir.

Parayla köleler alınıp özgürlüğüne kavuşturulurken, niceleri o paraların kölesi olur, özgürlüklerini kaybederler.

Para insanla eşya arasındaki bağlantıyı kurar.

Para bağdır, bağımlılık yapar.

MEHMET ÖZÇELİK

08-09-2017

 

 




KURAN VE HADİS ÜZERİNE

KURAN VE HADİS ÜZERİNE

Kur’an-ı Kerim-de her şey var mıdır?

Âyette:” Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dâhilinde, Levh-i Mahfuz’da) olmasın.”[1]

Her şey Allah-ın ilminde ve kâinatın arşivi olan levh-i mahfuzdadır.

Ancak bu durum herkese ve her hal-u kârda açık ve açılmış değildir.

-Kur’an-da her şey yok ki!

Mecelle var mı, yüzlerce islam hukuku eserleri aynen Kur’an-dan mı?

Hadiste; El kâtilu la yerisu. Yani Kâtil öldürdüğü kimsenin mirasına sahip olamaz.

Kur’an-ı Kerim Hadis-i Şeriflerle bir bütündür.

Kuranda olmayan, hadis ve islâm hukukunda olan bir çok hükümler vardır.

-Kur’an-ı Kerim Allahın koruması, hafızların sadırlarında ve satırlarda ve de sağlam ravi ve rivayet yollarıyla bize kadar gelmiştir.

-Mushafların hemen hepsi hicrî I. asrın ikinci yarısından veya II. asrın birinci yarısından bize ulaşmışlardır. İçlerinde I. asrın ilk yarısından bize ulaşanın bulunması da ihtimal dışı değildir.

Bunlardan Taşkent Mushafı Hz. Osman’ın çeşitli merkezlere gönderdiği mushaflardan Kûfe Mushafı ile, Topkapı, San’â ve MEFİ (Kahire Methafü’l-fenni’l-İslâmî) mushafları Medine Mushafı ile, TİEM (İstanbul Türk ve İslâm Eserleri Müzesi) ve St. Petersburg mushafları Basra Mushafı ile, Kahire Mushafı (el-Meşhedü’l-Hüseynî) yine muhtemelen Kûfe Mushafı ile, Londra, Paris ve Tübingen mushafları Şam Mushafı ile irtibatlıdır. Yani o mushaflardan veya onlardan istinsah edilmiş nüshalardan yazılmışlardır. Onlar için böyle bir şecere tesbiti yapabiliyoruz. Özellikle Kahire’deki el-Meşhedü’l-Hüseynî Mushafı dışındakiler için bu değerlendirmeyi kesine yakın bir ifade ile yapmak mümkün görünmektedir.

Bu mushaflar arasında Londra ve Paris mushafları gibi aynı bölgede yazılanlar varsa da genellikle 13 asır önceki şartlarda birbirinden çok uzak coğrafyalarda yazılmış olduklarının göz önünde bulundurulması gerekmektedir.

Hepsi ayrı ayrı kâtipler tarafından kaleme alınmıştır.

Kâtiplerinin birbirlerini tanıma ve dolayısıyla birbirinden kopya edilmiş olma ihtimali yok gibidir. Bir başka ifade ile söylemek gerekirse, ayrı ayrı kâtipler tarafından birbirinden uzak bölgelerde ve birbirlerinden habersiz olarak, ama Hz. Osman’ın bu farklı bölgelere gönderdiği nüshalardan istinsah edilmişlerdir.[2]

*******************     

Mehmet Akif hocaya art niyetlinin bir sorar:

-Hoca şimdi Kur’an’da her şey yazıyor mu ?

  1. Akif: -Evet. Kur’an’da her şey yazıyor.

-Peki ekmeğin nasıl yapılacağı da yazıyor öylemi?

-Evet.

-Öyleyse ayette nasıl geçiyor?

-Bilmiyorsanız bir bilene sorun(nahl,43),cevabını verir…

-İmam-ı Şarani hazretleri buyuruyor ki:

İmam-ı Beyheki Delail kitabında şöyle rivayet eder:

Eshab-ı kiramdan İmran bin Husayn (Radıyallahü anh), şefaatle ilgili bazı hadisler nakleder. Oradakilerden biri der ki:

-Siz hadisler bildiriyorsunuz, fakat biz bunlarla ilgili Kur’an-da bir şey bulamıyoruz.

İmran bin Husayn hazretleri buyurur ki:

Sen Kur’an-ı okudun mu?

-Evet.

-Kur’anda sabah namazının farzının iki, akşamınkinin üç, öğle, ikindi ve yatsının farzının ise dört rekât olduğuna rastladın mı?

-Hayır.

-Peki, bunları kimden öğrendiniz? Bizden [Eshab-ı kiramdan] öğrenmediniz mi? Biz de Rasulullahtan öğrenmedik mi? Peki Kur’anda kırk koyunda bir koyun, şu kadar devede şu kadar, şu kadar paraya şu kadar dirhem zekât düştüğüne rastladın mı?

-Hayır.

-Öyleyse bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrenmediniz mi? Biz de Rasulullahtan öğrenmedik mi? Hac suresinde (Eski evi [Kabe’yi] tavaf etsinler) âyetini okumadınız mı? Peki orada Kabe’yi yedi deva tavaf edin diye bir ifadeye rastladınız mı?

-Hayır.

-Allahü Teâlânın Kur’anda şöyle buyurduğunu duymadınız mı?

(Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa da ondan kaçının.)[3]

Hazret-i İmran daha sonra buyurur ki:

Sizin bilmediğiniz bizim Resulullahtan öğrendiğimiz daha çok şey vardır. (Mizan-ül-kübra)

-“Eğer o (Peygamber) bize atfen, bazı sözler uydursaydı, biz onu kıskıvrak yakalayıp can damarını koparır, helak ederdik, hiçbiriniz de buna engel olamazdınız.”[4]

-“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resûlüne arz edin. Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir.” [5]

-” Onlar, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları Resûle, o ümmî peygambere uyan kimselerdir. O, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten alıkoyar. Onlara iyi ve temiz şeyleri helâl, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağır yükleri ve zincirleri kaldırır. Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” [6]

-“Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak “Bu helâldir, şu da haramdır” demeyin, çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.”[7]

-Rasûlullah (s.a.v.), ashabına; “Şüphesiz Allah (c.c) size haccı farz kıldı, artık hac yapınız“, buyurdu. Sahabeden Birisi; “Her yıl mı?” diye sordu. Hz. Peygamber sustu. Üç defa soru tekrar edilince ise şöyle buyurdu: “Eğer evet deseydim, hac her yıl farz olurdu. Ben sizi kendi halinize bıraktığım sürece, siz de beni kendi halime bırakın. Çünkü sizden öncekiler, peygamberlerine çok soru sormaları ve verilen cevaplara uymamaları yüzünden helâk oldular” [8]

-”Ey insafsız ve dikkatsiz ve imanı zayıf, felsefesi kavî, hodbin, münekkit adam! Şu On Asıl’ı nazara al; sonra sen hilâf-ı hakikat ve kat’î muhalif-i vaki gördüğün bir rivâyeti bahane ederek ehâdis-i şerifeye ve dolayısıyla Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mertebe-i ismetine halel verecek itiraz parmağını uzatma.

…“Hakikî bir kusur varsa bize aittir” derler. “Hadise râci olamaz. Eğer hakikî değilse, senin sû-i fehmine aittir” derler.

…o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. “Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır” de, ilişme.” [9]

**************

Sahabeler, Kur’ân’ın ve âyetlerin hıfzından sonra, en ziyade Resul-i Ekrem aleyhis salâtü vesselâmın ef’al ve akvâlinin muhafazasına, bahusus ahkâma ve mu’cizâta dair ahvâline bütün kuvvetleriyle çalıştıklarını ve sıhhatlerine pek çok dikkat ettiklerini, tarih ve siyer şehadet ediyor. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma ait en küçük bir hareketi, bir sîreti, bir hali ihmal etmemişler. Ve etmediklerini ve kaydettiklerini, kütüb-ü ehâdisiye şehadet ediyor.

Hem Asr-ı Saadette, mu’cizâtı ve medar-ı ahkâm ehâdisi, kitabetle çoklar kaydedip yazdılar. Hususan Abâdile-i Seb’a kitabetle kaydettiler. Hususan, Tercümanü’l-Kur’ân olan Abdullah ibni Abbas ve Abdullah ibni Amr ibni’l-Âs, bahusus otuz kırk sene sonra Tâbiînin binler muhakkikleri, ehâdisi ve mu’cizâtı yazıyla kaydettiler.

Daha ondan sonra, başta dört imam-ı müçtehid ve binler muhakkik muhaddisler naklettiler, yazıyla muhafaza ettiler.

Daha Hicretten iki yüz sene sonra, başta Buharî, Müslim, Kütüb-ü Sitte-i makbulevazife-i hıfzı omuzlarına aldılar. İbni Cevzî gibi şiddetli binler münekkitler çıkıp, bazı mülhidlerin veya fikirsiz veya hıfzsız veya nâdanların karıştırdıkları mevzu ehâdisi tefrik ettiler, gösterdiler.

Sonra, ehl-i keşfin tasdikiyle, yetmiş defa Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm temessül edip yakaza halinde onun sohbetiyle müşerref olan Celâleddin Süyutîgibi allâmeler ve muhakkikler, ehâdis-i sahihanın elmaslarını, sair sözlerden ve mevzuattan tefrik ettiler. İşte, bahsedeceğimiz hâdiseler, mu’cizeler, böyle elden ele—kuvvetli, emin, müteaddit ve çok, belki hadsiz ellerden—sağlam olarak bize gelmiş. “[10]

-“Dünyada ne kadar bid’atçi varsa, mutlaka hadis ehline buğzeder. Çünkü adam bid’at ortaya koydu mu kalbinden hadisin lezzeti sökülüp, alınır.” (Nevevi, et-Tezkire)

-Hadis uydurmanın nasıl ki hüküm olarak cehennemdeki yerini hazırlamakla eş değerde ise, aynı şekilde hadisi tekzib edip yalanlamakta cehennemdeki yerini hazırlama hükmündedir.

Uydurmayı nazara verenler, kendi tekziblerini gizlemektedirler.

Mehmet Özçelik

28-10-2017

 

[1] En’am.59.

[2] http://www.yenisafak.com/hayat/hz-osmanin-emanetine-sahip-cikamadik-2374870

[3] Haşr 7.

[4] Hakka, 44–47.

[5] Nisa, 59.

[6] Araf, 157.

[7] Nahl, 116.

[8] Müslim, Hacc, 412.

[9] Sözler | Yirmi Dördüncü Söz | Üçüncü Dal.sh.468.

[10] On Dokuzuncu Mektup./Yedinci Nükteli İşaret./Berekete Dair Mu’cizât-ı Kat’iyenin Birinci Misali.166.167.

 




DUYGULAR

DUYGULAR

Yaratılışın sonuna gelinmiş, kemal bulmuş, tekamül etmiş değil.

Yaratılış son da bulacak değildir.

Ancak yaratılışın ve o doğrultuda yaşayışın başlangıcına gelinmiş değil.

Yaratılışın başlangıcı cennette başlayıp, devam eden hayattır.

İnsanın mükemmel olup, tekamül etmesiyle ancak cennetin mükemmellikleri ve güzellikleri görülebilir ve anlaşılabilir.

-Taşken taş bile birbirleriyle bir uyum içerisinde, bir araya gelerek dengeyi sağlıyorlar.

Uyumsuz insanlar düşünsün…

Her şey tam bir denge içerisinde yaratılmaktadır.

Görebildiğimiz kadar.

Gördükçe hayretimiz artmaktadır.

Allah hayretimizi arttırsın…

Özellikle zahiri ve batini beş duygular.

Bu beş duyu kâinatı maddi ve manevi teftiş etmektedir.

 

MESMUAT ALEMİ – SESLER DÜNYASI

Kur’an-ı Kerim-de Allahın sıfatlarından önce Semi’ yani işitici olduğu ve sonra da Basir yani görücü olduğundan bahsedilir.

Sesler dünyası sadece bizim bildiğimiz 20 desibeldeki sesler değildir.

Bu desibelin alttakilerini ve üsttekilerini düşündüğümüzde hayretimiz çok daha fazla artmaktadır.

Mesela hayrettir ki; insan sesinin oluşması çok düşündürücüdür.

İnsanın içinden çıkan karbondioksit ile dıştan giren oksijen, boğazda Re denilen noktada oluşan yanma ile kelimeler meydana çıkmaktadır.

Makro alemdeki sesleri düşündüğümüz kadar, mikro alemdeki sesleri düşündüğümüzde bunun boyutları dünyanın şu dar alanları içerisinde aklın havsalası almayacak durumdadır.

Düşünelim o sesleri ki; cansızlardan canlılara, canlılardan hayvan, insan, bitki, melek, cin, ruhani ve atomlara kadar.

Sayısız sesler dünyası.

Tüm varlıklar sahip oldukları kendilerine has ve özel ses sistemleriyle anlaşmaktadırlar.

Seslerin canlılıklarıyla beraber etkisi de söz konusudur.

-Yaratılan ilk şey ses idi dersek yanlış olmaz. Zira her şeyin oluşumu Kün yani ol emridir.

Hadis-i Kudsi de yaratılan ilk şeyin kalem olduğu ve Allahın söz ile kaleme emretmesiyle her şeyin vücuda çıktığı belirtilmektedir.

Emrin hükmü ve ağırlığı varlıkların vücuda çıkmasına sebeb olmuştur.

Sesin büyük bir gücü vardır.

-“İnsanın fıtraten mâlik olduğu câmiiyetin acâibindendir ki: Sâni-i Hakîm şu küçük cisimde gayr-ı mahdut envâ-ı rahmeti tartmak için gayr-ı mâdut mizanlar vaz etmiştir. Ve Esmâ-i Hüsnânın gayr-ı mütenâhi mahfî definelerini fehmetmek için, gayr-ı mahsur cihâzat ve âlât yaratmıştır. Meselâ, mesmûat, mubsırat, me’kûlât âlemlerini ihata eden insandaki duygular, Sâniin sıfât-ı mutlakasını ve geniş şuûnatını fehmetmek içindir.

Ve keza, hardaleden daha küçük kuvve-i hâfızasında öyle bir lâtife-i müdrike bırakılmıştır ki, o hardalenin tazammun ettiği geniş âlemde o lâtife daimî seyir ve cevelân etmekte ise de, sahiline vâsıl olamaz. Maahaza, bazan bu büyük âlem o lâtifeye o kadar darlaşır ki, âlem o lâtifenin karnında bir zerre gibi olur. Ve o lâtifeyi, bütün seyahat meydanlarıyla, mütalâa ettiği kitaplarıyla o hardale dahi yutar, yerinde oturur, karnı da ağrımaz.” [1]

“Elbette, âlem-i mubsarâtın anahtarı hükmünde olan gözünü ve mesmuat âlemindeki âyâtı temâşâ eden kulağını, Arşa kadar beraber alması lâzım geldiği gibi, ruhunun hadsiz vezaife medar olan âlât ve cihâzâtının makinesi hükmünde olan cism-i mübarekini dahi, tâ Arşa kadar beraber alması mukteza-yı akıl ve hikmettir.”[2]

“Kulak, sadâların envâlarını, lâtif nağmelerini ve mesmuat âleminde Cenâb-ı Hakkın letâif-i rahmetini hisseder. Ayrı bir ubûdiyet, ayrı bir lezzet, ayrı da bir mükâfâtı var.”[3]

           

ME’KULAT – YİYECEKLER ALEMİ

“Şu görünen âlem, İlâhî bir dükkân ve bir mahzendir. İçerisinde envâen türlü türlü mensucat kumaşlar, mekûlât yemekler, meşrubat şerbetler vardır. Bir kısmı kesif, bir kısmı lâtif, bir kısmı zâil, bir kısmı dâimî, bir kısmı katı bir lüb, bir kısmı mâyi ve hâkezâ, her çeşit bulunur. Lâkin bir kısmı icadî bir nescdir. Bir kısmı da tecellîyata bir nakıştır. Felâsifenin dalâletince, icad ile nakış birdir. Ve o dükkân sahibi de mûcib-i bizzattır.”[4]

Kâinat adeta büyük bir sofra. Her mahluka münasip bir sofra, her duyguya uygun bir memnuniyet sergilenmiştir.           

İmam-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sâni (r.a.) diyor ki:
“Ben seyr-i sülûk-i ruhanîde görüyordum ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan mervî olan kelimat nurludur, Sünnet-i Seniyye şuâı ile parlıyor. Ondan mervî olmayan parlak ve kuvvetli virdleri ve halleri gördüğüm vakit, üstünde o nur yoktu.

Kur’an ve O’na aid her şey ruh, kalp ve akla açılmış bir sofradır.

Bütün hesaba girmeyen varlıkların maddi ve manevi yiyeceklerini düşündüğümüzde önümüzde ne kadar büyük bir sofranın kurulmuş olduğunu görürüz.

           

MAHSUSAT – HİSLER DÜNYASI

“Mesela, sizden bir adam yalnız bir saat tenezzüh etmek üzere gayet müzeyyen ve müzehher bir bahçeye girse, nekaisten Müberra olmak cinan-ı Cennetin mahsûsatından ve her kemale bir noksanı karıştırmak şu alem-i kevn ü fesadın mukteziyatından olmakla, şu bahçenin müte-ferrik köşelerinde de bazı pis ve murdar şeyler bulunduğu için, inhiraf-ı mizaç sevki ve emriyle yalnız o taaffünatı taharrî ve o murdar şeylere idame-i nazar eder. Güya, onda yalnız o var. Hülyanın hükmüyle fena hayal tevessü ederek o bostanı bir salhane ve mezbele sûretinde gös-terdiğinden, midesi bulanır ve istifra eder, kemal-i nefret ile kaçar. Acaba, beşerin lezzet-i hayatını gussedar eden böyle bir hayale, hikmet ve maslahat rûy-i rıza gösterir mi?
Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rüya görür, güzel rüya gören hayatından lezzet alır.”[5]

“Elâ! Ey mantıksız miskin! Neredesiniz? Bakınız. Mantıkta mukarrerdir, mahsûsattaki vehmiyat bedihiyattandır. Eğer bu bedaheti inkâr ederseniz, size nasihate bedel tâziye edeceğim. Zira ulûm-u âdiye sizce ölmüş ve safsata dahi hayat bulmuş derecesindedir.”[6]

İnsan ve diğer cin, melek, ruhani hatta her canlının dış duygusu kadar hisseden iç duygusu da vardır.

Bunların korkmadan sevmeye, üzülmeden sevilmeye kadar bir çok duyguları vardır.

Sayısız bunca varlıkların his dünyalarını bir düşünün…

 

MEŞHUDAT VE MUBSİRAT

“Evliya (ne için ) usul-i imaniyede ittifak ettikleri halde meşhudatlarında, keşfiyatlarında çok tehalüf ediyorlar. Şuhud derecesinde olan keşifleri bazan hilâf-ı vaki ve muhalif-i hak çıkıyor.” [7]

“Evet, ruh, mâhiyeti itibarıyla bir kanun-u emrîdir. Fakat vücud-u hâricî giydirilmiş bir nâmus-u zîhayattır ve vücud-u hâricî sahibi bir kanundur. Hazret-i Muhyiddin, yalnız mâhiyeti noktasında düşünmüştür. Vahdetü’l-vücud meşrebince, eşyanın vücudunu hayal görüyor. O zât, hârika keşfiyâtıyla ve müşâhedâtıyla ve mühim bir meşreb sahibi ve müstakil bir meslek ihtiyar ettiğinden, bilmecburiye, zayıf te’vilâtla, tekellüflü bir surette, bazı âyâtı meşrebine, meşhûdâtına tatbik ediyor, âyâtın sarâhatini incitiyor. Sâir risalelerde cadde-i müstakîme-i Kur’âniye  ve minhâc-ı kavîm-i Ehl-i Sünnet beyan edilmiştir. O zât-ı kudsînin kendine mahsus bir makamı var; hem makbûlîndendir. Fakat mîzansız keşfiyâtında hudutları çiğnemiş ve cumhûr-u muhakkıkîne çok meselelerde muhâlefet etmiş.”[8]

 “Evet, Sünnet-i Seniye ile muvazene yapılmazdan evvel, hemen meşhudatına itimad eden İşrâkiyun ile mutasavvifenin eserlerini teemmül eden zâtlar, şu söylediğime hak verir, bilâ-tereddüt kabul ederler.”[9]

Meselâ, bir denizde, hesapsız cevherlerin aksâmıyla dolu bir definenin bulunduğunu farz edelim. Gavvas dalgıçlar, o definenin cevahirini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan, el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvas hükmeder ki, bütün hazine, uzun direk gibi bir elmastan ibarettir. Arkadaşlarından, başka cevahiri işittiği vakit hayal eder ki, o cevherler bulduğu elmasın tâbileridir, fusus ve nukuşlarıdır. Bir kısmının da kürevî bir yakut eline geçer. Başkası, murabba bir kehribar bulur, ve hâkezâ, herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu’zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider. Çok hakikatin rengi değişir. Hakikatin hakikî rengini görmek için tevilâta ve tekellüfâta muztar kalır. Hattâ, bazan inkâr ve tâtile kadar giderler. Hükema-yı işrâkıyyunun kitaplarını ve sünnetin mizanıyla tartmayıp keşfiyat ve meşhudâtına itimad eden mutasavvıfînin kitaplarını teemmül eden, bu hükmümüzü bilâşüphe tasdik eder. Demek, hakaik-ı Kur’âniyenin cinsinden ve Kur’ân’ın dersinden aldıkları halde—çünkü Kur’ân değiller—böyle nâkıs geliyor.”[10]

“Bir kısım ehl-i şuhud, seyr-i ruhanîlerinde, arzın tabakalarından bazılarını âlem-i misalde pek çok geniş görüyorlar, binler sene bir mesafe tuttuklarını görüyorlar. Gördükleri doğrudur. Fakat âlem-i misal sureten âlem-i maddîye benzediği için, iki âlemi memzuç görüyorlar, öyle tabir ediyorlar. Âlem-i sahveye döndükleri vakit, mizansız olduğu için, meşhudatlarını aynen yazdıklarından, hilâf-ı hakikat telâkki ediliyor. Nasıl küçük bir âyinede büyük bir saray ile büyük bir bahçenin vücud-u misaliyeleri onda yerleşir. Öyle de, âlem-i maddînin bir senelik mesafesinde, binler sene vüs’atinde vücud-u misalî ve hakaik-i mâneviye yerleşir.” [11]

Kulaktan sonra insanın ve de diğer varlıkların en harika ve hareket alanı geniş olan görme duygusu ve görünen alemlerdir.

Tek tek saymaya ömür yetmeyeceği için, hayalen dahi düşündüğümüzde; gözümüzün önüne serilen ve sergilenen sofralar, midenin önüne serilen sofra ve yiyeceklerden daha çoktur.

Allah bu duygulara sonsuza dek faydalanacakları renga-renk sofraları açacak, o duyguları ebediyyen memnun edecektir.

MEHMET ÖZÇELİK

27-10-2017

 

 

[1] Mesnevi-i Nuriye, Onuncu Risale, 273.

[2] Otuz Birinci Söz.İkinci Esas.775.

[3] Otuz İkinci Söz.Üçüncü Mevkıf.881.

[4] Mesnevi-i Nuriye. Zerre.

[5] Münâzarât, ss. 72-74.

[6] Muhakemat, Sayfa 67.

[7] Yirmi Dördüncü Söz. İkinci Dal.

[8] Dokuzuncu Lem’a.

[9] Mesnevi-i Nuriye. Zeylü’l-Habbe.

[10] Yirmi Beşinci Söz. Üçüncü Şule.

[11] On Sekizinci Mektup.




HÂMUŞ

HÂMUŞ

Hamuş; Suskun, sessiz.

Hamuş ve bişrev.. Sus ve dinle..!

Çok az konuşan, sessiz, sakin olan, sükûti.

Bazen hal, kâl-den daha etkilidir.

Hal dili ile konuşmak.

-Mevlâna, gazellerinin büyük çoğunluğunu Şems olmak üzere az sayıda Selâhaddin-i Zerkûb ve Hüsâmeddin Çelebi için söylemiş ve çoğunlukla “Şems”, bazen de “Selâhaddin”, “Hüsâmeddin” mahlaslarını kullanmıştır. Ayrıca gazellerinin bir bölümünde de “Hâmûş” (suskun) mahlasını kullanmıştır. Şems’le karşılaştıktan sonra şiire daha da ağırlık veren Mevlâna “Hâmûş” mahlaslı şiirlerini muhtemelen Şems’ten önce söylemiştir.

-Özetle; Mevlana gazellerinin sonlarında, kendi adı yerine hep Şems-i Tebrîzî adını kullanmıştır. Nadir olarak bazı gazellerinde, Selahaddîn-i Zerkubî adını anmış bazan da “Hamuş” lakabını kullanmıştır.

-Hallac-ı Mansurun Enel Hakkına karşı Mevlana Hamuşu tercih etmiştir.

Yani hakikatların aslı hususunda susmaya mecbur kalan ruhun dilinden belirtilen hal…

Divanı Kebirindeki şiirlerinin çoğunu Hamuş ve onunla yakın ifadelerle belirtir.

Kethuda rüyasında o kutlu muhtesibi görü. Odanın baş köşesine geçmiş oturuyordu.

Ona dedi ki: ” Ey iyi ve şirin Kethuda, neler söylediysen hepsini bir, bir işittim, duydum. Fakat cevap vermeme izin yoktu. İzinsiz ağız açamam ki. Biz işlerin gidişatını öğrenmiş olduğumuzdan ağızlarımızı mühürlediler.

Gayp sırları faş olmasın. Şu hayat, şu geçim yıkılmasın diye bizi söyletmiyorlar.

Gaflet perdesi tamamıyla yırtılmasın, mihnet tenceresi yarı ham kalmasın diye susturdular bizi. Kulağımız kalmadı ama baştan ayağa kulağız. Ağzımız söylemiyor, dudağımız yok ama baştanbaşa sözüz. Ne verdiysek burada bulduk şimdi. Bu alem perdedir, o alemse asıl hakiki alem.”

-Gayb aleme aid haberler konusunda birtakım sırları bildiğini ancak onları açıklamanın maksada uygun olmadığını belirtir.

Bu manayı ifade için;

Ey deniz arayan hosrov, buyur ki, yağmur yağsın

Sedef gibi ben ağzımı bağladım, ondan dolayı ki, güherim vardır.

-O içinden gelen ilahi sesi duymak için susar.

O hakka ulaştıktan sonra, susmayı tercih etmiştir.

“Gönülden sözsüz,işaretsiz,yazısız yüz binlerce tercüman zuhur eder.”

“Harf kabdır,ondaki mana su gibidir.”

Hamuş onun için bir kod ve anahtardır.

Mevlana için konuşmak gümüş ise, susmak altındır.

O söz insanı değilim, der.

Hamuş, sırları korumak içindir.

-Sus, söylem bu alemdendir, bu görünen alemi terket.

-Ayine gibi susmada beyanların olması daha hoştur.

-Hakikat sırları susanda açılır.

*Hz. Zekeriya (as) ve Hz. Meryem’in susma orucu, gerçekten bir orucu ifade etmez. Bu durum, Hz. Zekeriya’nın harikulade bir şekilde kendine bahş edilen çocuğun varlığının bir alameti olarak verilmiştir. Hz. Meryem’in susması ise, beşikteki bebek olan Hz. İsa (as)’ın konuşmasını sağlamaya yönelik bir ön hazırlıktır. [1]

“Böyle bir durumda o ne söylerse söylesin kimseyi inandıramayacak ve iffetli olduğunu da ispat edemeyecek. Bu yüzden o Allah’ın emriyle susma orucu tuttu. Meryem’in susması Onu Allah’ın müdafaa edeceği anlamına geliyordu. Nitekim Allah onun kucağındaki bebeği konuşturmak suretiyle imtihan sürecini tamamladı ve olayı çözdü.”

Susmak tefekküre de yol açmaktadır.

Nitekim Hz. Meryem’i çocuğu konuşturarak, Hz. Aişe’yi de indirdiği ayetle temize çıkardığı gibi…[2]

-Konuşması gereken konuşurken, susması gerekenin susmasıdır.

Tıpkı Mehmet Âkif-in –Bülbül – adlı şiirinin sonunda;

“Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil matem!”

Şiirin yazılma hikayesi ise;

“8 Temmuz 1920’de Ankara üzerine saldırıya hazırlanan Yunan kuvvetleri, Bursa’ya girmişlerdi. Burada geçen olaylar Türk milli mücadele tarihinin en acı ve en hazin olaylarını teşkil eder. Bursa’ya giren Yunan ordusunda teğmen olan başvekilleri Venizelos’un oğlu Sofokles (ki daha sonraları başbakan olarak ülkemizi ziyaret etmiştir) doğruca Osmanlı devletinin kurucusu olan Osman Gazi’nin türbesine girmiştir. Orada sandukaya ayağını dayayarak çektirdiği fotoğrafı dünya basınında yayınlanmıştır.
– “Kalk koca Türk!.. Senden ırkımın intikamını almaya geldim. Bak kurduğun devlet parça parça oldu. Bursa’yı eski sahibine iade ettik. Zelil neslin şimdi elimizde bir köle durumunda bulunuyor. Kalk!.. Seni bir kere daha öldüreyim de ırkımın intikamını alayım!..”

Bir müddet türbenin içinde kılıcını sallayarak dolaştıktan sonra zafer kazanmış bir kumandan havasına bürünen Venizelos’un oğlu, ayağını sandukanın üzerine koyup kılıcına dayanarak fotoğrafçıya şöyle seslenmişti : “ Çek bakalım bir Bursa hatırası…”[3]

Bazen susması gereken bülbül, bazen de konuşması gerektir. İşte örneği;

Bir mevsim-i bahârına geldik ki âlemin

Bülbül hamûş havz tehî gülistan harâb. İzzet Molla.

Artık dünyanın öyle bir bahar mevsimine vardık ki:

Bülbül susmuş, havuz tenha, gül bahçesi harap olmuş

MEHMET ÖZÇELİK

31-10-2017

[1] Meryem, 19/1-26; Al-i İmran 3/41.

https://sorularlaislamiyet.com/dinimizde-susma-orucu-var-mi-varsa-hukmu-nedir-0

[2] https://hasaneker.wordpress.com/2014/12/12/hz-meryemin-susma-orucu-ve-dersler/

[3] http://www.bursadakultur.org/mehmet_akif.htm




Namazda Salavatın Hükmü

Dört mezhebe göre Tahiyyat duasından sonra okunan salavatlar farklı mıdır?

Nebiye getirilen salavâtın şekillerinden bazıları:

-“Allâhumme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hamîdun mecîd. Allâhumme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ bârakte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hamîdun mecîd.”

“Allahım! İbrahim’e ve âilesine rahmet ve mağfiret eylediğin gibi, Muhammed’e ve âilesine de rahmet ve mağfiret eyle.Doğrusu sen, övgüye en lâyık olansın, yücesin. Allahım! İbrahim’e ve âilesine hayır ve bereketler ihsân ettiğin gibi, Muhammed’e ve âilesine de hayır ve bereketler ihsân eyle.Doğrusu sen, övgüye en lâyık olansın, yücesin.”[1]

-“Allâhumme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hamîdun mecîd. Allâhumme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ bârakte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hamîdun mecîd.”

“Allahım! İbrahim’in âilesine rahmet ve mağfiret eylediğin gibi, Muhammed’e ve âilesine de rahmet ve mağfiret eyle.İbrahim’in âilesine âlemlerde hayır ve bereketler ihsân ettiğin gibi, Muhammed’e ve âilesine de hayır ve bereketler ihsân eyle.Doğrusu sen, övgüye en lâyık olansın, yücesin.”[2]

*Ebu Mes’ud el Bedri- den;

Biz Sa`d İbnu Ubade`nin meclisinde otururken Resulullah (sav) yanımıza geldi. Kendisine, Beşir İbnu Sa`d: “Ey Allah`ın Resulü! Bize Allah Teala Hazretleri, sana salat okumamızı emretti. Sana nasıl salat okuyabiliriz?” diye sordu. Efendimiz şu cevab verdi: “Şöyle söyleyin;

“Allahümme salli ala Muhammedin ve ala al-i Muhammed, kema salleyte ala İbrahime ve barik ala Muhammedin ve ala al-i Muhammedin kema barekte ala al-i İbrahime inneke hamidun mecid.

(Allah`ım! Muhammed`e ve Muhammed`in aline rahmet kıl tıpkı İbrahim`e rahmet kıldığın gibi. Muhammed`i ve Muhammed`in alini mübarek kıl. Tıpkı İbrahim`in alini mübarek kıldığın gibi.”

(Resulullah ilaveten şunu söyledi): “Selam da bildiğiniz gibi olacak” [Tirmizi dışındaki Kütüb-i Sitte kitaplarında, Ebu Humeyd es-Saidi (ra)`den gelen bir rivayet şöyle: “Ashab sordu: “Ey Allah`ın Resulü sana nasıl salat okuyalım?” Resulullah (sav): “Şöyle söyleyin,” dedi:

“Allahümme salli ala Muhammedin ve ala ezvacihi ve zürriyyetihi kema salleyte ala İbrahime ve barik ala Muhammedin ve ala ezvacihi ve zürriyyetihi kema barekte ala İbrahime inneke hamidun mecid.

(Allahım! Muhammed`i zevcelerine ve zürriyetine rahmet kıl, tıpkı İbrahim`e rahmet kıldığın gibi, Muhammed`i zevcelerini ve zürriyetini mübarek kıl, tıpkı İbrahim`i mübarek kıldığın gibi. Sen övülmeye layıksın? şerefi yücesin).”

Ka`b İbnu Ucre`den gelen bir rivayet de şöyle: “Resulullah (sav) yanımıza gelmişti: “Ey Allah`ın Resulü,” dedik, “sana nasıl selam vereceğimizi öğrendik. Ama, sana nasıl salat okuyacağız (bilmiyoruz)?” “Şöyle söyleyin!” dedi:

“Allahümme salli ala Muhammed`in ve ala al-i Muhammedin kema salleyte ala İbrahime inneke hamidun mecid,

Allahümme barik ala Muhammedin ve ala al-i Muhammed, kema barekte ala ali İbrahime inneke hamidun mecid.”][3]

* 2597 ve 2603 – İbnu Mes’ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana, avucum avuçlarının içinde olduğu halde, Kur’ân’dan süre öğretir gibi teşehhüd’ü öğretti.”

“Tahiyyât, tayyibât ve salavat Allah içindir. Ey Nebi, selam, AIlah’ın rahmet ve bereketleri senin üzerine olsun. Selam bizim üzerimize ve Allah’ın sâlih kulları üzerine de olsun. Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur, yine şehadet ederim ki Muhammed AIIah’ın Resüludür.”

-Son ka’denin namazın farzlarından biri olduğu hususunda mezheb imamları görüş birliği etmişlerdir.

-Hanefilere göre son ka’denin farz olan süresi, Sahih olan görüşe göre Teşehhüt okuyacak kadardır. Bunun delili de Abdullah ibn-i Amr ibn-i Âs-ın rivayet etmiş olduğu şu Hadis-i Şeriftir;

“Son secdeden başını kaldırıp da Teşehhüd miktarınca oturdun mu namazın tamamlanmış olur.”[4]

-Malikilere göre ise; Farz olan selamı verecek kadar oturmaktır.

-Şafiilere göre ise; Son ka’de de teşehhüd okuyacak, Peygamber Efendimize salat getirecek ve birinci selamı verecek kadar oturmak farzdır.

-Hanbelilere göre; son kade de tahiyyatı okuyacak ve iki selamı verecek kadar oturmak farzdır.[5]

-Hakim ile Beyhakinin İbni Mesuttan rivayet ettiği hadiste;” Sizden biri namazda teşehhüt okuduğu zaman, Allahümme Salli ala Muhammedin, desin, ilh.” [6]

Bu hadis vücubiyeti ifade ederken, Şafiice sünnet kabul edilmiştir.

Tıpkı Kevser suresindeki – Venhar- Hanefice vücubu ifade ederken, Şafiice sünnet addedilmektedir.

Salavatların aynı kalıpta okunma zorunluğu yoktur.[7]

-Hatta Salli-Barik dualarının okunmaması, namazı bozmaz, namazın iade edilmesini gerektirmez.

*Genel olarak Çıkarılan Hükümler:
1- Namazda birinci oturuştan sonra sadece teşehhüt okunur, ardından salât getirilmez ve duâ yapılmaz. Bu, Hanefîlere göredir.
2- Namazda birinci oturuşta teşehhütten sonra sadece Pey­gambere (a.s.) salât getirmek sünnettir. Bu, Şâfiilere göredir.
3- Namazda ikinci oturuşta teşehhütten sonra Peygambere (a.s.) salât getirmek, sünnet veya vaciptir. Bu, Hanefîlere göredir.
4- Namazda teşehhütten sonra son oturuşta salât getirmek farzdır. Bu, Şâfiilere göredir.
5- Her iki oturuşta da Peygambere salât getirmek sünnettir, ancak ikinci, oturuşta onun âline de salât getirmek sünnettir veya müstehabdır. Bu, İmam Mâlik’e göredir.
6- Birinci ve ikinci oturuşta teşehhütten hemen sonra, ikinci oturuşta yine teşehhütten hemen sonra ve duadan önce salât getir­mek meşrudur.
7- İkinci oturuşta teşehhütten ve salâttan sonra duâ yapmak meşrudur.[8]

-Farklı olmasındaki sebep ise, farklı zamanlarda, farklı sahabelerin sorularına verilen farklı cevap olmasıdır.

Ancak ortak nokta ise hepsinde de, duayı ifade eden salavat sözcüklerinin var olmasıdır.

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Buhârî, hadis no: 3370.

[2] Müslim, hadis no: 405.

[3] Buhari, Da’avat 33, Enbiya 8; Müslim, Salat 65, 66, 69 (406, 407); Muvatta, Kasru’s-Salat 66, 67, (1, 165, 166); Tirmizi, Tefsir, Ahzab, (3218), Vitr, 20, (483); Ebu Davud, Salat 183, (976, 979, 980, 981); Nesai, Sehv 49, 51, 54 (3, 45, 46, 47, 49)

Bak. Namaz içerisinde okunacak dua ve zikirler. Ebu Abdulmümin.46-51.

Bak. Fıkıh Külliyatı. Buhârî, Enbiya (c.6/3370/Fetih). Ebû Dâvûd, Nesâî ve diğerleri.

[4] Buhari. Ezan. Bab: 127-143; Müslim. Salat. Bab. 195-240.

[5] Abdurrahman Ceziri. Dört mezhebe göre islam fıkhı- I, Çağrı yayınları. 7. Baskı. İstanbul. 1993. 317, İslam Fıkhı Ansiklopedisi. Vehbe Zuhayli. 1 / 524-526.

[6] Age.Zuhayli. 1/526.

[7] Age. I/317-319.

[8] http://www.ilimdunyasi.com/ahkam-hadisleri/tesehhuden-sonra-peygambere-salat-getirmek/?imode