İHLAS

İHLAS
*İslamın esası tevhid,tevhidin esası ve ruhu ise ihlastır.
İhlas ise,yapılan işin sadece ve sadece Alla rızası için yapılmasıdır.
İhlasta kemiyet değil,keyfiyet esastır.
Sahabelerde farklı olan amel değil,ihlastır.
İhlasta Allah-ın rızası ve Allah-ın kabulü esastır.
Tüm iş O’nun rızasını kazanmak ve rızası yolunda hareket etmektir.

Ayetlerde İhlas:
Dolaylı olarak ihlas 32 kere geçmekte,doğrudan ise 9 kere geçmektedir.

“Kitabda Musâyı da an, çünkü o bir muhlis idi ve bir Resul bir Peygamber idi.”
Kur’an-da kıssası en çok zikredilen peygamber Hz.Musadır.Bu da onun Muhlas yani doğrudan doğruya bir ihsanı ilahi tarafından bir nimete ve ihlasa mazhar olmasından kaynaklanmaktadır.
“Şüphesiz biz onları, ahiret yurdunu düşünme özelliği ile (temizleyip) ihlâslı kimseler kıldık.”
“Siz ancak işlediklerinizin karşılığı ile cezalandırılırsınız.
Ancak Allah’ın halis kulları başka.”
“De ki: “Rabbim adaleti emretti. Her secde yerinde yüzlerinizi (O’na) doğrultun. Dini Allah’a has kılarak O’na ibadet edin. Sizi başlangıçta yarattığı gibi (yine O’na) döneceksiniz.”
“Şüphe yok ki, Biz sana kitabı hak olarak indirdik. O halde Allah’a, dini onun için halisane tahsis ederek ibadet eyle.”
“De ki: ben Allaha, dini onun için halîs kılarak, ıbadet edeyim diye emrolundum.”
“De ki: «Ancak Allah’a dinimi onun için halis kılarak ibadet ederim.»
“O hâlde, kâfirlerin hoşuna gitmese de, siz dini Allah’a has kılarak O’na ibadet edin.”
“Hayy ancak o, ondan başka tapılacak yok, onun için dîni halîs kılarak ona, hep ona yalvarın, hamd, Allâhın, o rabbül’âlemînin.”

*-İhlas suresinin özelliği-Taberaniden bir rivayette,her kim günde 50 kere ihlası okursa,kıyamet gününde kabrinden çağrılır.Kalk,ey Allahı öven kişi,cennet gir.

*Hadislerde İhlas:
1. Hz. Ömer (r.a)’dan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v)’in şöyle buyurduğunu işittim:
“Ameller, niyetlere (Bir rivayette: niyete)göre değerlendirilir. Her¬kese ancak niyet ettiği şey vardır. Öyleyse kimin hicreti, Allah’a ve Resulüne ise, onun hicreti Allah ve Resulünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir kadına ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir.”
Hadisde:”Ameller ancak niyetlere göredir.”
Bundan kasıt;İmam-ı Azam :”A’malin kemâli niyetledir.”
İmam-ı Şafii:”A’malin sıhhati niyetledir.”

*Bir hadisi kutside “İhlas benim sırlarımdan bir sırdır” buyrulmaktadır.Hak Teala onu dilediğine verir.
*- İbnu Abbâs radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resülullah Aleyhissalâtu Vesselâm buyurdular ki:
“Kim kırk sabah Allah’a ihlâslı olursa, kalbinden lisanına hikmet çeşmeleri akmaya başlar.”
*İhlas ve riya mukayesesi:
-İHLAS:” Velayet yollarının ve tarîkat şubelerinin en mühim esası, ihlastır. Çünki ihlas ile hafî şirklerden halas olur. İhlası kazanmayan, o yollarda gezemez.”
“Medar-ı necat ve halas, yalnız ihlastır. İhlası kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır. İhlası kazandıran harekâtındaki sebebi, sırf bir emr-i İlahî ve neticesi rıza-yı İlahî olduğunu düşünmeli ve vazife-i İlahiyeye karışmamalı. Herşeyde bir ihlas var. Hattâ muhabbetin de ihlas ile bir zerresi, batmanlarla resmî ve ücretli muhabbete tereccuh eder.”
“Evet ihlas ile kim ne isterse Allah verir.”
“Hizmet-i diniyenin mukabilinde dünyada bir şey istenilmemeli ki, ihlas kaçmasın.”
“Cenab-ı Hakk’ın rızası ihlas ile kazanılır.”
“Eğer ihlas ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ruhanîlerin kulaklarına girer. Eğer rıza-yı İlahî ve ihlas o havadaki kelimelere hayat vermezse, dinlenilmez; sevab da yalnız ağızdaki kelimeye münhasır kalır. Seslerinin ziyade güzel olmadığından, dinleyenlerin azlığından sıkılan hâfızların kulakları çınlasın!..”
“İhlas ve rıza-yı İlahî yolunda zerre, yıldız gibi olur.”
“Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçı, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir dua-yı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet: İhlastır.”
“Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır manileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu manilere ve bu şeytanlara karşı, ihlas kuvvetine dayanmak gerektir. İhlası kıracak esbabdan; yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz.”
“Bütün kuvvetinizi ihlasta ve hakta bilmelisiniz. Evet kuvvet haktadır ve ihlastadır. Haksızlar dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlas ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar.”
“İhlası kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. Evet ihlası zedeleyen ve riyaya ve dünyaya sevkeden, tul-i emel olduğu gibi; riyadan nefret veren ve ihlası kazandıran, rabıta-i mevttir.”
“Menfaat-ı maddiye cihetinden gelen rekabet, yavaş yavaş ihlası kırar. Hem netice-i hizmeti de zedeler. Hem o maddî menfaati de kaçırır.”
“Şimdi terbiye-i İslâmiyeden ve a’mal-i uhreviyeden en kıymetli ve en lüzumlu esas, ihlastır.”
“Her amelde bir ihlas ciheti olduğundan, insan hareketinde rıza-yı İlahîyi düşünüp, vazife-i İlahiyeye karışmamasıyla a’lâ-yı illiyyîne çıkacağını yol gösteren mühim bir mes’eledir.”
“İnsanlar helak oldu alimler müstesna(İnsanlar helak olsa da alimler helak olmazlar),alimlerde helak oldu ilmi ile amel edenler müstesna,onlarda helak olsa ihlaslı olanlar müstesna,onlar ise helak olmayıp azim bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.”hadîs-i şerifi mucibince, İslâmiyette ihlas en mühim bir esas olduğu…”
*Muhlis ve Muhlas farkına gelince;
İhlas zaten en üstün mertebedir.Yani kişinin kendi gayret,irade ve isteğiyle Allah-ın rızasını kazanmak amacıyla gösterdiği gayret ve istektir.
Muhlas ise;direkmen Allah-ın bir ihsanı ve lutfu olarak,doğrudan doğruya O’nun tarafından,her hangi bir çaba göstermeden,kabiliyetinde mevcud olan bir sırdan dolayı kazanılmış daha doğrusu kazandırılmış bir vasıftır.
Kendilerinin Allah-dan razı olanlardan değil de,Allah-ın kendilerinden razı olduğu kimselerdir bu kişiler.

“Demek şimdi bir ihtiyaç var ki, kader-i İlahî onları bize musallat ediyor. Onlar mevhum bir cem’iyet isnadıyla zulmederler. Kader ise, “neden tam ihlasla, tam bir tesanüdle, tam bir hizbullah olmadınız?” diye bizi onların elleriyle tokatladı, adalet etti.”
“İbadetin ruhu, ihlastır. İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır.”
“Necat, halas ancak ihlas iledir.”
“En az onbeş günde bir defa okunması emir buyurulan Yirmibirinci Lem’a, evrad edinilecek kadar ehemmiyetlidir. Malûmdur ki, kale içinden feth olunur. Bugünkü muvaffakıyete sebeb olan ihlas kalkarsa, maazallah o zaman çok vahim neticeler tevellüd eder.”
“Madem mesleğimiz a’zamî ihlastır; değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse, bâki bir mes’ele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek a’zamî ihlasın iktizasıdır.”
Bediüzzaman gözümde ne cennet sevdası ne de cehennem korkusu-derken,tıpkı Hz.Ebubekir gibi;-Ya Rabbi,vücudumu cennette öyle büyüt ki,ehli imana yer kalmasın.-
Birisinin imanının kurtulması için rıza-i ilahi yolunda cehenneme bile girse gam yemeyeceğini ifade etmektedir.
Yani taabbudi denilen sırf Allah emrettiği için bir şeyi yapmanın esas olması demektir.Cenneti kazanmanın veya cehennemden kurtulmanın da ötesinde bir samimiyet ve ihlas sırrı.
-Din ihlası emrederken,ona mani olan faktörleri de yasaklar.Şirk, riya, nifak,hıyanet,yalan gibi.
Öyle ki;bir karıncaya ağzına almış olduğu su damlası ile nereye gittiğini soranlara karınca;Hz.İbrahimin ateşini söndürmeye,der.
Bu bir damla su ile mi?dediklerinde,
-En azından ona taraf olduğumu,o yolda olduğumu gösteririm ya!
Ahmak dost ise;o karınca gibi görünürken Nemrudun ateşine odun taşıdığının farkında değildir.
İhlasta samimiyet,saflık,Bir-e yöneliş,Bir ile olma,Bir-e varma,sadece Bir-i düşünme duygusudur.

MEHMET ÖZÇELİK
25-04-2010




HÜR ADAM

HÜR ADAM
1978 yılında İmam-lığı kazanmış,bir pürüzden dolayı Anakara’ya Diyanet İşleri Başkanlığına gitmem gerekti.
Oraya vardığımızda bir akşam pastanede bulunduğumuzda ilk defa televizyonda bir reklamla karşılaşmıştım.Reklamı heyecan ve sevinç içerisinde seyretmiştim.
Reklamda Cemal Kutay’ın;”Asrımızda Bir Asrı Saadet Müslümanı Bediüzzaman Said Nursi’adlı kitap tanıtılıyordu.
Zihnimde hala unutamadığım,gözümün önünden gitmeyen bir tesir bırakmıştı.
Aradan geçen 32 yıl sonra’Hür Adam’adıyla bir Bediüzzaman belgeseliyle karşı karşıyaydım.
İlk olarak 20 yıl önce ailece sinemaya gitmiş,bazen hüzünlenmiş,bazen düşünmüş,bazen de kriterler yapmıştık.
Kendi kendime N.Fazıl’ın şu şiirini mırıldandım;
Mehmedim başlar yüksekte
Ölsek de sevinin eve dönsek de
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte
Yarın elbet bizim elbet bizimdir
Gün doğmuş gün batmış,ebed bizimdir.
Film Türkiyede bir kıpırdanma oluşturmuş,derinden dalgalanmalar yaşatmıştı.
Bir kısım ve kesim özellikle galasında şamata yapmış.Aklı olan mücevher yüklü kervana haykırmaktansa,istifade cihetine gitmelidir.Ziya Paşa’nın;
‘Erbabı kemali çekemez nâkıs olanlar, Rencide olur dîde-i huffaş ziyadan”
*Başrolde Mürşit Ağa Bağ Beyin baş rolde oynayacağını duyunca çok sevinmiştim.Çünkü onun çevirmiş olduğu 37 dizilik,’Hakkını Helal Et’dizisini çok sevmiş,hüzünlenmiş,hayran kalmıştım.
Filmin yönetmeni Mehmet Tanrısever ;zoru başardı.Çoktan beri yapılması gerekeni ilk o yaptı.İlki başardı.Binler tebrik ve teşekkürler.
“Hür adam’filminde kendimi buldum.Onda medeniyetin aklını gördüm. Bediüzzamanın ruhuma ruh olduğunun farkına vardım.
Said Nursi bu milletin namusudur.
Değil sadece İslâm dünyası,insanlık O’nun müsbet hareketine,imani hizmetine,gönül davasına muhtaçtır.
Sayın Mehmet Tanrısever yorulmuşluktan ve beklediğini beklide tam şimdilik görememeden dolayı sitemkâr bir tavır sergiliyordu.
Elbette haklıydı.Ancak bu film üç güne 239 bin seyirciyle sınırlanacak, sığdırılacak, hasılat alınacak,neticesi görülecek bir film değildir.Uzun zamana yayılarak değerlendirilmelidir.Zira denizler derin akar,Sessiz çağlar,gür gelir.
Zaman gazetesi genel müdürü Ekrem Dumanlı Beye bir teklifimdir;Şu anki 800 bin abone ve de abone olacaklara ‘Hür Adam’ ve ‘Hakkını Helal Et’ dizisinin Dvd’lerini vermelidir.Bu durum gazetenin hizmetinden geri bir hizmet değildir.
Fethullah Gülen Hoca Efendiye de bir teklifimdir;Referandum için haklı ve yerinde olarak;Gerekirse mezardakileri de kaldırarak oy kullanmalarını sağlamaktan bahsediyordu.
Hür Adam içinde atağa geçmeli,gerekirse mezardakilerine de seyrettirmelidir.
Gerek Mehmet Tanrısever ve gerekse film yapımcılarına şöyle bir teklifim var;
Bediüzzaman Dizi filmi yapılalı.Şöyle ki;
Çocukluk dönemi,Gençlik dönemi,İstanbul Hayatı,Rusyadaki esareti ve savaş dönemi,İsparta Hayatı,Barla hayatı,Eskişehir hayatı,Emirdağ hayatı,Kastamonu hayatı, Külliyatın yazımı ve Tahlili,bütün bunlar ayrı ayrı ele alınıp belgesel ve diziler yapılabilir.
Bazılarınca filmin kasıtlı olarak Atatürkle olan konuşmalarının ön plana çıkarılmaya çalışılması,filmi kısırlaştırma çabalarıdır.Ancak bu da tutmamıştır.
Bugün Bediüzzamanın Atatürkle yaptığı teklifin lüzumu ve önemi geçte olsa anlaşılmış,ihtiyacı görülmüştür.Teşhisin yanlışlığı ve tedavisinin uygun olmadığı daha net görülmektedir.Bir asırlık kavga hep bunların sonucu olup,bahçeyi sulayan suyun mecrasının değiştirilerek kurumasına sebep olunmuştur.
Hür adam,hür toplumdur.
MEHMET ÖZÇELİK
16-01-2011




İÇ DÜŞMAN

İÇ DÜŞMAN

Ordu ve bir kısım savcı ve hakimler kendisine hedef aldığı iç düşman yerine,dış düşmana karşı hedef belirleseydi,bu gün Türkiye de pkk ve de anarşi bu dereceye varmayacaktı.
25 yıldır pkk illetini sahib olduğu tüm donanımlar ve de dünya devletleri içerisinde en çok askere sahib olan tsk-nın –iç düşman-alanından çıkarak,gerçek düşmanının kim olduğunu daha net olarak belirlemesi,onu bunca sürçmelerden ve hazin hale düşen durumlardan kurtaracak,gerçek kimliğine bürünecektir.
Sadece içindeki cuntacılarla mücadele etse yeter…
Erzincan-daki 3.ordu komutanı Ergenekon Terör Örgütü üyesi zannıyla çağrılan Saldıray Berk-in ve diğerlerinin yani camiye,gemiye bomba koyacak olanlar,gayrı Müslimleri hedef alan saldırıların,kafes eylem planlarının hedefindeki kimdir?
İç düşman mı?
Kim o iç-deki düşman?
Cemaatler ve tarikatlar mı?
-Daha net ifadeyle;Said Nursi ve talebeleri mi?Süleyman Efendi ve Talebeleri mi? Fethullah Gülen Hoca ve talebeleri mi?Mahmut Efendi ve müridleri mi,Menzil şeyhi ve müridleri mi?Daha ismini sayamadığım,genellikle siyasete bulaşmamış bu temiz insanlar bu milletin hem asil ve hem de asli üyeleridirler.
Asil olmayıp asıl bu vatanın sahibleri gibi görünenler mi bunları kovacak?
Bağdakini kovma misali!!!
Eğer bahane siyaset ise,çekin kirli ellerini bu ve bu gibi cemaatlardan.
Ve de siyasetle uğraşanlar da şiddete girmiyor ise,varın siyasi rekabetinizi bu milletin üzerinde tepinerek sürdürmeyin…
Bunlar bin küsur yıldır bu vatana hizmet edip,bu vatanın mayası ve de bir gerçeği değil midir?
-Başsavcı etö üyesi adıyla İlhan Cihaner-in de hedefinde kim var?
Terör örgütü diye nitelediği cemaatlar mı?
Ya bugün kendisi ne ile itham edilmektedir?
O halde kimdir terör örgütüne üye olan?
Eğer devlet kurumları özellikle Tsk,Hukuk camiası,Üniversiteler kaybolan itibarlarını kazanmak istiyorlarsa,bir asırdır irtica ile ittiham edip rencide ettikleri,eziyet edip sıkıntı verdikleri yukarıda saydığım değerli cemaat ve mensublarıyla hulus birliği,dost birliği,kardeş birliği yapsınlar..
Geçmişten günümüze yapılan ve kalan lekeler silinmese de hiç olmazsa üstü örtülmüş, mide bulandırmamış olur.
-Halkla didişme,kavga etme,onu düşman addetme,onun inançlarıyla uğraşıp, başörtüsünü engelleme,arasına mesafe koyma gibi davranışlarını terk etmesi gerekir, kurumların ve milleti idare etmeye namzet kişilerin….İsimlerine layık birer kurum olmaları gerekir.
Devlet ve kurumları insanların değerlerinden ellerini çekmeli,uğraşma mecburiyeti hissediyorlarsa değersizlerle ve değersizliklerle uğraşsınlar.

*Acaba çarşaf giyenler,başını örtenler mi din istismarcısı yoksa çarşaflı üyeye ve başörtüsüne karşı çıkanlar mı din dışı ateist istismarcısı ?

*Dini cemaatlerin birbirleriyle hiçbir sıkıntısı yoktur.Olsa bile bu bir iç meseledir kendi aralarında halledebilirler.Cemaatların arasında olan bazı kırıcı durumlar olsa da buda tamamen askeriyenin içindeki cuntanın,hukuktaki köstebeklerin,derin devletin kışkırtmasının bir neticesidir.
Bu cemaatlerin üzerinden harici pis ve kirli eller çekilmiş olsa,birbirlerine daha çok kenetlenecekleri açıktır.Fakat bu güzel hal istenilmemekte,kardeş kardeşe kırdırılmakta ve kırılmaktadır.
Her bir cemaat İslâmın önemli bir boşluğunu doldurmaktadır.Allah hepsinden de razı olsun.
Nitekim; Arif beyin nakline göre Süleyman efendi şöyle buyurmuş: ‘Said Nursi’ye makamını bizzat Resulullah vermiştir.En yüksek dereceye çıkmıştır.Hz.Allah’ın ilham ettiği şekilde yazacak,onun hizmeti de öyle…’
Ve de direk Kur’an-ı Kerim-e hücum edildiği bir dönemde Süleyman Efendi gibi bir zat fedakârane insanlara Kur’anı Kerim-i öğretme çabasına girmiş,sırf Kur’an-ı Kerim-i öğretme amacıyla Ankara-İstanbul arası seyahatlar yapılarak yolda Kur’an öğretme yoluna gidilmiştir.
Ehli tarik bin yıldır İslâmın yayılmasında rolü olan tekkelerin ve toplumun manevi mimarını ve harcını oluşturan erenlerdir.

-Bu feryad tarihin tükürüğünden,gelen neslin tel’ininden ve âhiretteki düşülecek zilletten bir kısım insanı kurtarma düşünce ve gayretidir.
Dünya oyuncaklarıyla heveslerini gidermeye çalışanlar,âhiret yolcularının önünde durmasınlar.Yaşamıyorlarsa da yaşayanlara gölge etmesinler.

*Dindar kesimi siyasetten uzaklaştırmak için yapılan kuruntulu baskılar,maalesef menfi insanların doğmasına,dinin toplumda yanlış anlama ve anlatılmasına sebeb olmaktadır. Mesela;
-Dikkat ediyorum da,dinle pek ilgisi olmayan,yanaşmayan,barışık olmayan,mesafeli duran insanlar;hanımını sekreteriyle aldatan Yaşar Nuri Öztürk-ün yazdığı-Allahla Aldatmak-kitabını istekle ve isteyerek okuyorlar.
Bu bir gelişmemi?
İnşaalah öyledir.Keşke öyle olsa.
Yoksa verdiği ihtilaflardan veya yapıcı değil de yıkıcı ifadelerinden mi?
Zaten onun bahsettiği bazı ihtilaflı konular konuşulmuş,itibar edilmemiş ve de çözüme kavuşturulmuştur.
Neden tekrar?
Bu bir iyi gelişme örneği değil,içten vurma yöntemidir.
Yoksa yeni bir dönem mi başladı?
Nasıl mı?
1970 yıllarında sağ kesimden bir kısım iyi niyetli kimse,kominizmi,sosyalizmi, materyalizmi çürütmek için onların eserlerini okurlardı.
Temennimiz Y.Nuri Öztürk gibilerin eserlerini okumaya çalışan dine küsmüş,dinden uzak kalmış kimseler tenkid amaçlı değil de,öğrenme amaçlı okumuş olurlar.

*Şu hinliğe bakın ki,Fener rum ve azınlık okullarının açılmamasındaki derin devletin hesabı,ona izin verilince din ve ilâhiyat alanında özel okulların açılması,medreselerinde açılmasına izin verme korkusudur.
Cem ibadet yerlerini de açmamadaki gizli düşünce ise,tekke ve zaviyelere izin verme korkusudur.
Yani rum okullarını severek açmayı düşünen ancak açılmaması için çaba gösteren bu insanlar,gizli,derin,çukur devletin hesabı din ve ilâhiyat okullarının ve medreselerin açılmasının da önünü kapatma düşüncesidir.
*Bu insanlar nasıl ölecek?Arkasından,ilâhi mahkemede nasıl sorgulanacaklar? Gerçekten çok düşündürücü ve çok düşünüyorum?
Dün Menderesi katleden cübbeliler,bu günde hukukun içerisinde varlığını sürdürerek hukuku katletmeye çalışmaktadırlar…
Türkiyenin tuzu bozulmaya çalışılmakta!!!
Deri bozulmasın diye tuz dökülür,ya tuz bozulursa???
Südü bozuk olanlar,tuzu da bozdu…

*Kendimle hasbihal ediyorum da..kime güveneceğiz?Bir kaç asırdır hep entrikalarla yaşıyoruz..
Şimdiye kadar böyle olduğunu bilmiyor muydun?Bu yeni bir şey değil ki?
Gizli komite bir asırdır çalışıyor hatta İttihat ve terakkiden beri…
MEHMET ÖZÇELİK
16-06-2010




SABIR KAHRAMANI HZ.EYYÜB

SABIR KAHRAMANI HZ.EYYÜB
“ (Ey Muhammed!) Kulumuz Eyyûb’u da an. Hani o, Rabbine, “Şeytan bana bir yorgunluk ve azap dokundurdu” diye seslenmişti.
Biz de ona, “Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içecek soğuk bir su” dedik.”
Eyyüb peygamber Kur’an-da dört yerde geçer.
Hadiste:” Eşeddül belâ âlel enbiya sümmel evliya fel emsel fel emsel”,-Belânın en şiddetlisi başta peygamberlere,sonra evliyalara ve sonra sırasına göre diğerlerin başına gelir..”
Her peygamber diğer insanlardan farklı olarak ağır bir imtihandan geçirilmişlerdir.
Müminlere ibret olmak üzere özetle;
1-Hz.Eyyüb peygamberin sürülerine gelen bulaşıcı bir hastalıkla çoğunu kaybeder.Ancak O sabreder.
2-Evde oynamakta olan çocukları,yıkım sonucu eşi hariç hepsi hayatını kaybeder.
Aziz Mahmut Huda’i-nin dediği gibi O’da;Veren sensin,alan sen,dahi nemiz var-diyerek Allah’a teslim olur.Çünkü hayatı veren Allah olduğu gibi,alan da O’dur.
*Behlül Dâna-ya sorarlar;Azrail sevilir mi?
Evet,deyince sebebini soranlara, Melek olduğu için demiştir.
Anlatıldığı üzere;
-Eski zamanların birinde çivi imal eden bir usta ile zavallı ustanın karısına göz koyan bir zalim vali varmış. Kadını elde etmek için ustayı ortadan kaldırmayı planlamış zalim vali ve olmayacak bir iş istemiş ondan. Demiş ki:
-Yarına kadar 300 askerim için kebkeb (yani eskimemesi için ayakkabı altına çakılan çivi) imâl edemezsen yarın kelleni uçururum.
Hâlbuki bir günde en fazla 15 – 20 kebkeb yapılabilirmiş. Zavallı usta çaresiz, valinin kendisini öldürmek için bu emri verdiğini de anladığından, sabaha kadar ağlayıp dua etmiş.
Sabah olunca evinin kapısında valinin adamlarını görünce hepten ümidi kesilmiş vaziyette hanımı ile helalleşip kapıyı açmış.
Valinin adamları demişler ki:
-Bu gece valimiz öldü; mismâr (çivi) almaya geldik.
Ve bir şair bu hadisedeki hikmeti şöyle şiirleştirmiş:
Kebkebi mismâra tebdîl eyleyen Perverdigâr
Lâne-i mürg-i garîbi kul yıkar Allah yapar
Tercümesi:
Kebkebi mismara dönüştüren Allah,
Garip kuşun yuvasını kul yıkar, Allah yapar.
*Hz. Süleyman’a ölümsüzlük suyu âb-ı hayat verilir. Cebrail’in buyurduğuna göre Süleyman Peygamber bu sudan içerse kıyamet gününe kadar yaşayacaktır. Ancak Süleyman Peygamber içip içmemekte kararsız kalır. İstişare ettiği dostları söz birliği etmişçesine bu sudan içmesi için O’nu teşvik ederler. Ölümsüzlük suyundan içip içmemek arasında gidip geldiği bir günde bir adam gelir saraya. Ambarına dadanan karıncalardan şikayetçidir.
Süleyman Peygamberin emri ile karıncaların kraliçesi getirilir saraya.
Karıncaların başı adamın çok cimri biri olduğunu, malının sadakasını vermediğini, bu sebeple ilâhi bir işaretle buğdayları fakirlerin bulup alabilecekleri yerlere taşıdıklarını söyler. Dava sonucunda karıncalar beraat ederler.
Karıncaların başı müsaade alıp gitmek istediğinde Süleyman Peygamber bir sorum var, der. Bana ölümsüzlük suyu verildi. Sence bu suyu içeyim mi? diye sorar. Hayır der, karıncaların kraliçesi. “İçme. İçersen kıyamete kadar ölümsüzlüğü değil, sevdiklerini kaybetmenin acısını kazanırsın. Sen yaşarsın ama sevdiklerin ölecek.” Bu cevap üzerine ölümsüzlük suyunu toprağa döker Süleyman Peygamber.
3-Bu sefer tüm vücudunu kurtlar kaplar.Hastalık kendilerine bulaşmasın diye,akrabaları da onu terk eder.
İbadetini terk etmez,devam eder.Ancak kurtlar diline kadar ilişmiş,ibadetine engel olmaktadır.
Sırf ibadetini yapmak için Allah’a dua eder,ibadetini yapması için şifa taleb eder.
Rabbisine:” Ve Eyyub da hani Rabbine nidâ etmişti de gerçekten demişti, bana zarar dokundu ve sen, merhametlilerin en merhametlisisin.”
Bir insanın en ağır imtihanı önce malını,sonra çocuklarını ve sonra da sağlığını kaybetmesidir.O hepsini de kaybeder.Ancak sabır ve metanetini hiç mi hiç kaybetmez.
Ve sabır kahramanı olmasının mükâfatını,tekrar sürülerine kavuşmak,çocuk sahibi olmak ve de sağlığına kavuşmakla elde etmiş oldu.
İmtihanı kazanarak,kıyamete kadar tüm insanlığa sabır da kahramanlığı göstermiş oldu.
Bediüzzamanın 1.Lem’a da dediği gibi,O’nun zahiri hastalıklarının mukabili bizim manevi hastalıklarımızdır.İşlediğimiz günahlar kalbimizde lekeler oluşturur ve ebedi hayatımızın mahvına sebep olur.
Zira işlediğimiz günahlar gdo-lu ürünler gibi,genetiğimizi değiştirmektedir. Hayvani bir derekeye düşürmektedir.
Çünkü Cenâb-ı Hak insanı bir model yapmış,başa gelen musibetler hayatın tasaffi ve arınmasına sebeb olmakta ve başa gelen her şey bir imtihan içindir.
Hadiste;”Muhakkak ki cesette bir et parçası vardır,o iyi olduğu zaman bütün vücut iyi olur ve o kötü olduğu zaman bütün vücut kötü olur.Dikkat edin ki o kalbtir.”
Önemli olan hastalığın dini olmaması,ebedi hayatı tehdit etmemesidir.
MEHMET ÖZÇELİK
04-02-2011




RİSALE-İ NURLARDA HZ.ALİ

RİSALE-İ NURLARDA HZ.ALİ
“Cenâb-ı Hakka, ilmelyakîn ve hattâ aynelyakîn derecesinde iktisâb-ı mârifet ederek ubûdiyetin (kemâhiye hakkıhâ) iktizâ ettiği acz ve fakr-i tâınını izhar ederek dergâh-ı İlâhiyeye ilticâ ve huzur-u Rahmâna takarrüb gibi mezâyâ-yı insâniyeyi bihakkın tâlim; ve dünya ve mâfihâya mâlik ve kenz-i mahfîye mutasarrıf olan Ekrem-i Enbiya (aleyhi ekmelittahiyyat) efendimizin münâcatından ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyânın tesbih ve tahmid ve sena ve duaya münhasır yedi yüz adet âyâtından me’huz nazirsiz şu münâcâtın menba-ı mânevîsi, evvelâ, başta hilkat-i âlem hakkında âyât-ı adîdeden ve âyet-i celileden; saniyen, Cevşenü’l-Kebir’in bin bir esmasından hilkat-i mevcudatla münasebettar birkaç ukdelerinden; salisen, “ilim şehrinin kapısı” tabir-i senaiye-i Nebeviyesine bihakkın mazhar İmam-ı Ali Kerremallahu Vechehu Radıyallahu Anh’ın ecram-ı semaviye ve mevcudat-ı arziye ile vücub-u vücud, Vahid-i Ehadi ispat ettiği muhteşem bir hitabeyi muktedâ-bih ittihaz ederek mevzu ve gâye-i maksadı o kadar ta’mik ve tevzi eder ki, bu hakaika ait takdirat ancak müellifinin lisan ve kalemine menut ve mütevakkıf olup yalnız mükerreren sadır olan emre mutavaat niyet ve kasdıyla şuru’ edilen şu fihristte deriz.”
“Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahu Anh ve Kerremallahu Vechehu, Kaside-i Celcelûtiyesinde kerametkârâne Risale-i Nur’dan haber verdiği yerde, Risale-i Nur’u “Siracü’n-Nur” ve “Siracüssürc” namlarıyla tesmiye ederek, Risale-i Nur’un üç ismine iki isim ilâve etmesi cihetiyle ve bu risalede “Siracü’n-Nur” namı tekrarı münasebetiyle, bu risalenin âhirinde İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın en mühim bir münâcâtını iki derece tevsî ederek onun ulvî lisanıyla ve dilimizi onun bir dili hesabıyla istimal edip, bu gelen münâcâtı dergâh-ı Vâhid-i Ehade takdim ederiz. “
“Beşincisi: Otuz üç âyât-ı Kur’âniyenin tahsinkârâne işaretine mazhariyeti; ve İmam-ı Ali (kerremallahu vechehu) ve Gavs-ı âzam (kuddise sırruhu) gibi evliyanın takdirlerine ve yüz bin ehl-i imanın tasdiklerini ve yirmi senede millete, vatana zararsız pek çok menfaatli bir mertebeyi kazandıran Risale-i Nur’u, sinek kanadı gibi bahanelerle, bazı riselelerinin müsaderesine, hattâ dört yüz sayfa ve yüz bin adamın imanlarını kurtaran ve kuvvetlendiren Zülfikar: Mucizât-ı Ahmediye mecmuasını, eskiden yazılmış ve mürûr-u zaman ve af kanunları görmüş iki âyetin tam haklı tefsirine dair iki sayfayı bahane ederek, o pek çok menfaatli ve kıymettar mecmuanın müsaderesine sebep oldukları gibi, şimdi de Nurun kıymettar risalelerini, herbirisinde bin kelime içinde bir iki kelimeye yanlış mânâ vermekle, o bin menfaatli risalenin müsaderesine çalışıldığını, bu üçüncü iddianameyi işiten ve neşrettiğimiz kararnameyi gören tasdik eder. Biz dahi, deriz.”
“Temsilde hatâ olmasın, Hazret-i Mevlânâ’nın üfürdüğü neyden tuğyan ve feyezan eden, Hazret-i Ali’nin (kerremallahu veche) kuyuya söylediği esrar-ı hakikatten başka nedir? Farkı nerededir ki, o ney, o kuyuda hâsıl olan kamıştandır.
Karîham dar, kalemim âciz kalbime tercüman olamıyor. Şu kadar diyebilirim ki, benim gibi fakir ve müptedilere büyük ve pek büyük bir ders, bir mürşid ve mutmainneye erişmiş ve daha yukarı çıkmış sâfilere bir düstur ve ders-i ibrettir. Kıymet takdir edilmez bir şâheser-i tarikattır, bir nur-u hakikat-feşân, bir gülistandır. Daha doğrusu, sırf bir ilham-ı Rabbânîdir. Cenab-ı Lemyezel Hazretleri siz Üstadımı, bu ve bunun emsâli âsâr-ı bergüzîde telifinde, envâr ve hakikatler neşir ve dellâllığında çok zamanlar daim ve kaim buyursun. Ve siz Üstadımı, sizi sevenlerin ve dellâllığında bulunduğunuz nidalarınızı işitmek ve dinlemek, okuyup yazmak, mucibince hareket ve amel etmek heves ve iştiyakında bulunan kardeşlerimin başından eksik buyurmasın. Âmin, bihürmeti seyyidi’l-Murselîn. Âsım (r.h.) “
“Madem Ehl-i Beyte zulmedenler şimdi ahirette cezasını öyle bir tarzda görüyorlar ki, bizim onlara hücumla yardımımıza bir ihtiyaç kalmıyor. Ve mazlum Ehl-i Beyt, muvakkat bir azap ve zahmet mukabilinde o derece yüksek bir mükafat görmüşler ki, aklımız ihata etmiyor. Değil şimdi onlara acımak, belki onları o hadsiz rahmete mazhariyetleri noktasında binler tebrik etmek gerektir ki, birkaç sene zahmetle, milyonlar mertebeler ve baki saadetler ahirette kazandıkları gibi, dünyada da kaldıkları zamanda, ehemmiyetsiz, dünyanın fani saltanatı ve muvakkat hakimiyeti ve karışık siyasetine bedel manevi birer sultan ve hakikat aleminde birer şah, birer manevi padişah makamını kazandılar. Valiler yerine, evliyalar, aktablara kumandan oldular. Kazançları bire bin değil, milyonlardır.
İşte bu sır içindir ki, Yeni Said in hususi üstadı olan İmam-ı Rabbani, Gavs-ı Azam ve İmam-ı Gazali, Zeynelabidin (r.a.) hususan Cevşenü l-Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali Kerremallahü Veche den aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü l-Kebir le daima onlara manevi irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risale-i Nur dan bize gelen meşrebi almışım. Zalimlerin gaddarlıklarını değil deşmek, bakmak, belki düşünmek de meşrebimize gelmiyor. Çünkü onlar mücazatını ve mazlumlar mükafatını, aklımızın fevkinde görmüşler. O meselelerle meşgul olmak, şimdiki bu hazır musibet-i diniyeye karşı mükellef olduğumuz vazife-i Kur’âniyeye zarar verir.”
“İmam-ı Ali Kerremallahü Veche nin şahsına ve hayatına ve adalet-i hakiki üzerine giden siyasetine ilişmek, darbe vurmak başkadır. Şahsiyet-i zahirisinden ve hayat-ı dünyeviyesinden ve siyaset-i içtimaiyesinden binler derece daha yüksek olan şahsiyet-i manevisine ve kemalat-ı ilmiyesine ve makamat-ı velayetine ve varisliğine darbe gelmez ve gelmemiş ve gelemiyor. Kimin haddi var? Onun için, iki ciheti birleştirmek tevehhümüyle karşısında muarazaya çalışanların taarruzu pek dehşetli görünüyor. Ehl-i İmân ortasında nasıl böyle vukuat olabilir diye hayret veriyor. Halbuki Yezid ve Velid gibi habis herifler müstesna, ötekilerin kısm-ı azamı, İmam-ı Ali nin (r.a.) harika kemalatına ve kerametlerine ve verasetine ilişmek değil, belki yalnız hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye ait idaresine darbe vurmaya çalışmışlar, hata etmişler.”
Hâfız Mustafa’nın bir fıkrasıdır. Aziz Üstadım,
O cereyanın hücumu ânında köyümüzde nahiye müdürü ve daha zahiren mühim memurlar bulunduğu halde, şifahen isimlerimizle ihbar edip taharri ettirmek istedikler ihalde, Hazret-i Esadullah Ali Kerremallahu Vechehu ve Gavs-ı Âzam gibi çok mânevi üstadlarımızın mânevi yardımlarıyla akim kalıp, hattâ o memurları aleyhimize değil, lehimize mânevî darbeleriyle çevirdiler. Elfü elfi elhamdülillâhi hâzâ min fadli Rabbî.
Mektubu mütalâa ettik. Aciptir ki, bizim kusurumuzdan ve ufacık ihtiyatsızlığımızdan gelen o tesirsiz cereyanı haber veriyor gördük. Çünkü, “Bir kısım avâm-ı nâs ve bid’alara tâbi bir kısım ulemâ-i zâhir, hakikaten kendilerinin pis ve dalâlet bataklığından giden yollarında arkadaşlık etmeyen ve bir cadde-i kübrâyı bulan Risaletü’n-Nur şakirtlerini zemmediyor” diye sizden gelen o mektup haber veriyordu. Hakikaten öyle oldu. Mektuptan birgün sonra, merakı mucip üzerimizde hiçbir tesir kalmadı. Talebeniz Hâfız Mustafa”
Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz’ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahzâ kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.
İşte, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, adalet-i mahzâyı Şeyheyn zamanındaki gibi kabil-i tatbiktir deyip, hilâfet-i İslâmiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri ve muarızları ise, “Kabil-i tatbik değil; çok müşkülâtı var’ diye, adalet-i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab ise, hakikî sebep değiller, bahanelerdir.
Eğer desen: “Hilâfet-i İslâmiye noktasında İmam-ı Ali’nin fevkalâde iktidarı, harikulâde zekâsı ve yüksek liyakatiyle beraber, seleflerine nisbeten muvaffakiyetsizliği nedendir?”
Elcevap: O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere lâyıktı. Eğer tam muvaffakiyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı, Şâh-ı Velâyet ünvan-ı mânidârını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki, zâhirî ve siyasî hilâfetin pek çok fevkinde mânevî bir saltanat kazandı ve üstad-ı küll hükmüne geçti, hattâ kıyamete kadar saltanat-ı mânevîsi bâki kaldı.
Amma Hazret-i İmam-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffin’de Hazret-i Muaviye’nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilâfet ve saltanatın muharebesidir. Yani, Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.”
“Hem, nakl-i sahih-i kati ile, İmam-ı Ali’ye (r.a.) demiş: “Sende, Hazret-i İsâ (a.s.) gibi, iki kısım insan helâkete gider: Birisi ifrat-ı muhabbet, diğeri ifrat-ı adâvetle. Hazret-i İsâ’ya, Nasrânî, muhabbetinden, hadd-i meşrudan tecavüzle (hâşâ) ‘ibnullah’ dediler. Yahudi, adâvetinden çok tecavüz ettiler, nübüvvetini ve kemâlini inkâr ettiler. Senin hakkında da, bir kısım, hadd-i meşrudan tecavüz edecek, muhabbetinden helâkete gidecektir.” demiş. “Bir kısmı, senin adâvetinden çok ileri gidecekler. Onlar da Havâriçtir ve Emevîlerin müfrit bir kısım taraftarlarıdır ki, onlara ‘Nâsibe’ denilir.”
“Onuncu Misal: Nakl-i sahih-i kati ile, Hazret-i İmam-ı Ali der:
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Benî Abdülmuttalib’i cem etti. Onlar kırk adam idiler. Onlardan bazıları bir deve yavrusunu yerdi ve dört kıyye süt içerdi. Halbuki, umum onlara bir avuç kadar bir yemek yaptı; umum yiyip tok oldular, yemek eskisi gibi kaldı. Sonra, üç dört adama ancak kâfi gelir ağaçtan bir kap içinde süt getirdi. Umumen içtiler, doydular; içilmemiş gibi bâki kaldı. -4- İşte, Hazret-i Ali’nin şecaati ve sadakati katiyetinde bir mucize-i bereket!”
“Hem, nakl-i sahihle, İmam-ı Ali için dua etmiş:
Yani, “Yâ Rab, soğuk ve sıcağın zahmetini ona gösterme.” İşte şu dua bereketiyle, İmam-ı Ali kışta yaz libasını giyerdi, yazda kış libasını giyerdi. Derdi ki: “O duanın bereketiyle hiçbir soğuk ve sıcağın zahmetini çekmiyorum.”
“Eğer perde-i gayb açılsa yakinim ziyadeleşmeyecek” diyen İmam-ı Ali (r.a.) ve yerde iken Arş-ı Azamı ve İsrafilin azamet-i heykelini temaşa eden Gavs-ı Azam (k.s.) gibi keskin nazar ve gaybbin gözleri bulunan binler aktab ve evliya-i azimeyi cami ve Al-i Muhammed (Aleyhissalatü Vesselam) namıyla şöhretşiar-ı alem olan cemaat-i nuraniyenin icma ile tasdikleridir.”
“Cây-ı ibret bir hadise: Bir vakit, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh bir kâfiri yere atmış. Kılıcını çekip keseceği zaman o kâfir ona tükürmüş. O, kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir ona demiş ki: “Neden beni kesmedin?”
Dedi: “Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni kesmedim.”
“İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın, Risale-i Nur hakkında ihbar-ı gaybîsinden bir parça olan bu kısım; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî Mecmuasında dercedilen İşârât-ı Kur’âniye ve üç Kerâmet-i Aleviye ve Kerâmet-i Gavsiye risaleleriyle birlikte, ehl-i vukufların takdirkâr raporlarına müsteniden, mahkemelerce sahiplerine iade edilmiştir.
İmam-ı Ali’nin (r.a.) Celcelûtiyede, Risale-i Nur hakkındaki üç kerâmetinden bir kerâmetinin sekiz remzinden Yedinci ve Sekizinci Remz’in bir parçasıdır. Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî Mecmuasının yüz yirmi beşinci sayfasından, yüz otuzuncu sayfasına kadar olan kısımda münderiçtir.
YEDİNCİ REMİZ: Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anh, nasıl ki,

diye birinci fıkrasıyla Yedinci Şuaya işaret etmiş; öyle de, aynı fıkra ile, Âlî Bir Tefekkürnâme ve Tevhîde Dâir Yüksek Bir Mârifetnâme nâmında olan Yirmi Dokuzuncu Arabî Lem’aya dahi işaret eder. İkinci fıkrasıyla İsm-i Âzam ve Sekîne denilen esmâ-i sitte-i meşhûrenin hakîkatlerini gâyet Âlî bir tarzda beyân ve ispat eden ve Yirmi Dokuzuncu Lem’ayı takip eyleyen Otuzuncu Lem’a nâmında Altı Nükte-i Esmâ risâlesine cümlesiyle işaret ettiğinden; sonra akabinde, risâle-i esmâyı tâkip eden Otuz Birinci Lem’anın Birinci Şuayı olarak, otuz üç âyet-i Kur’âniyenin Risâle-i Nur’a işârâtını kaydedip, hesâb-ı cifrî münâsebetiyle, baştan başa ilm-i huruf risâlesi gibi görünen ve bir mu’cize-i Kur’âniye hükmünde bulunan risâleye
kelimesiyle işaret edip, derâkab kelâmıyla dahi, risâle-i hurûfiyeyi takip eden ve el-Âyetü’l-Kübrâ’dan ve başka Resâil-i Nuriyeden terekküb eden ve Asâ-yı Mûsâ nâmını alan ve asâ-yı Mûsâ gibi dalâletin ve şirkin sihirlerini ibtâl eden Risâle-i Nur’un şimdilik en son ve âhir risâlesine “Asâ-yı Mûsâ” nâmını vererek işaretle beraber, mânevî karanlıkları dağıtacağını müjde ediyor.
Evet, kelimesiyle Yedinci Şua işareti, kuvvetli karîneler ile ispat edildiği gibi; aynı kelime, diğer bir mânâ ile, elhak Risâle-i Nur’un Âyet-i Kübrâsı hükmünde ve ekser risâlelerin ruhlarını cem’ eden ve Arabî bulunan Yirmi Dokuzuncu Lem’aya, bu kelâm, “müstetbeâtü’t-terâkib” kâidesiyle ona bakıyor, efrâdına dahil ediyor. Öyle ise, Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anh dahi bu fıkradan ona bakıp işaret eder diyebiliriz. Hem sâir işârâtın karînesiyle, hem Mektubat’tan sonra Lem’alar’a başka bir tarz-ı ibâre ile îma ederek; Lem’alar’ın en parlağının telifi, dehşetli bir zamanda ve hapis ve îdamdan kurtulmak ve emniyet ve selâmet bulmak için, mânâ-i mecâzî ve mefhum-u işârî ile, Hazret-i Ali Radıyallâhü Anh, kendi lisânını büyük tehlikelerde bulunan müellifin hesâbına istimâl ederek, yani, “Yâ Rab! Beni kurtar, emân ve emniyet ver” diye duâ etmesiyle, tam tamına Eskişehir Hapishânesinde îdam ve uzun hapis tehlikesi içinde telif edilen Yirmi Dokuzuncu Lem’anın ve sahibinin vaziyetine tevâfuk karînesiyle, kelâm-ı zımnî ve işârî delâlet ettiğinden, diyebiliriz ki, Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anh dahi, bundan ona işâret eder.
Hem Otuzuncu Lem’ a nâmında ve Altı Nükte olan Risâle-i Esmâya bakarak, deyip, sâir işârâtın karînesiyle, hem Yirmi Dokuzuncu Lem’aya tâkip karînesiyle, hem ikisinin isimde ve “esmâ” lâfzına tevâfuk karînesiyle, hem teşettüt-ü hâle ve sıkıntılı bir gurbete ve perişâniyete düşen müellifi onun telifi bereketiyle tesellî ve tahammül bulmasına ve manâ-i mecâzî cihetinde Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anh lisânıyla kendine duâ olan yani, İsm-i Âzam olan o Esmâ Risâlesinin bereketiyle, beni teşettütten, perişâniyetten hıfzeyle yâ Rabbi!” meâli tam tamına o risâle ve sahibinin vaziyetine tevâfuk karînesiyle, “Kelâm-ı mecâzî, delâlet; ve İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anh ise, gaybî işaret eder” diyebiliriz.
Hem mâdem Celcelûtiye’nin aslı vahiydir ve esrarlıdır ve gelecek zamana bakıyor; ve gaybî umûr-u istikbâliyeden haber veriyor; ve mâdem, Kur’ân îtibârıyla, bu asır dehşetlidir ve Kur’ân hesâbıyla, Risâle-i Nur, bu karanlık asırda ehemmiyetli bir hâdisedir; ve mâdem sarâhat derecesinde çok karine ve emârelerle, Risâle-i Nur, Celcelûtiyenin içine girmiş, en mühim yerinde yerleşmiş; ve mâdem Risâle-i Nur ve eczâları, bu mevkie lâyıktır ve Hazret-i İmâm-ı Ali Radiyallâhü Anhın nazar-ı takdirine ve tahsinine ve onlardan haber vermesine liyâkatleri ve kıymetleri var; ve mâdem Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallahü Anh, Sirâcünnûr’dan zâhir bir sûrette haber verdiğinden, sonra ikinci derecede perdeli bir tarzda Sözler’den, sonra Mektublar’dan, sonra Lem’alar’dan risâlelerdeki aynı tertip aynı makam, aynı numara tahtında, kuvvetli karînelerin sevkiyle kelâm delâlet ve Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallahü Anhın işaret ettiğini ispat eylemiş. Ve mâdem, başta

risâlelerin başı ve Birinci Söz olan “Bismillâh” risâlesine baktığı gibi; kasem-i câmi-i muazzamanın âhirinde, risâlelerin kısm-ı âhirleri olan son Lem’alara ve Şuâlara, husûsan bir âyet-i kübrâ-i Tevhid olan Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i hârika-i Arabiye ve Risâle-i Esmâ-i Sitte ve Risâle-i İşârât-ı Huruf u Kur’âniye ve bilhassa şimdilik en âhir Şuâ ve asâ-yı Mûsâ gibi, dalâletlerin bütün mânevî sihirlerini ibtâl edebilen bir mâhiyette bulunan ve bir mânâda Âyetü’l-Kübrâ nâmını alan risâle-i hârikaya bakıyor gibi bir tarz-ı ifâde görünüyor; ve mâdem birtek meselede bulunan emâreler ve karîneler, meselenin vahdeti haysiyetiyle birbirine kuvvet verir, zaif bir münâsebetle bir tereşşuh dahi membaına ilhak edilir; elbette bu yedi adet esaslara istinâden deriz: “Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallahü Anh, nasıl ki meşhur Sözlere tertipleri üzerine işaret etmiş ve Mektubâttan bir kısmına ve Lem’alardan en mühimlerine tertiple bakmış; öyle de, cümlesiyle, Otuzuncu Lem’aya, yani müstakil Lem’alar’ın en son olan Esmâ-i Sitte Risâlesine, tahsin ederek bakıyor. Ve
kelâmıyla dahi Otuzuncu Lem’ayı takip eden işârât-ı huruf-u Kur’âniye risâlesini takdir edip, işaretle tasdik ediyor.
kelimesiyle dahi şimdilik en âhir risâle ve Tevhid ve îmânın elinde asâ-yı Mûsâ gibi hârikalı, en kuvvetli bürhan olan mecmua risâlesini senâkârâne remzen gösteriyor gibi bir tarz-ı ifâdeden bilâperve hükmediyoruz ki: Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anh, hem Risâle-i Nur’dan, hem çok ehemmiyetli risâlelerinden mânâ-i hakîki ve mecâzî ile, işârî ve remzî ve îmâî ve telvihî bir sûrette haber veriyor. Kimin şüphesi varsa, işaret olunan risâlelere bir kere dikkatle baksın. İnsafı varsa, şüphesi kalmaz zannediyorum.
Buradaki mâna-i işârî ve medlûl-ü mecâzîlere, karînelerin en güzeli ve latîfi; aynı tertibi muhâfaza ile verilen isimlerin münâsebetidir. Meselâ, Yirmi Dokuz ve Otuz ve Otuz Bir ve Otuz İki mertebe-i tâdâdda, Yirmi Dokuz ve Otuz ve Otuz Bir ve Otuz İkinci Sözlere gâyet münâsip isimler ile; başta, Sözler’in başı olan Birinci Söze, aynı Besmele sırrıyla ve âhirde, şimdilik risâlelerin âhirine mâhiyetini gösterir lâyık birer isim vererek işaret etmesi gerçi gizli ise de, fakat çok güzeldir ve letâfetlidir. Ben îtiraf ediyorum ki; böyle makbul bir eserin mazhân olmak, hiçbir vecihle o makâma liyâkatim yoktur. Fakat, küçük ehemmiyetsiz bir çekirdekten, koca dağ gibi bir ağacı halk etmek, kudret-i İlâhiyenin şe’nindendir ve âdetidir ve azametine delildir. Ben kasemle temin ederim ki, Risâle-i Nur’u senâdan maksadım, Kur’ân’ın hakîkatlerini ve îmânın rükünlerini teyid ve ispat ve neşirdir. Hâlık-ı Rahîmime yüz binler şükrolsun ki, kendimi, kendime beğendirmemiş, nefsimin ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş ve o nefs-i emmâreyi, başkalara beğendirmek arzusu kalmamış. Kabir kapısında bekleyen bir adam arkasındaki fânî dünyaya riyâkârâne bakması, acınacak bir hamakattır ve dehşetli bir hasârettir. İşte bu hÂlet-i rûhiye ile, yalnız hakâik-ı îmâniyenin tercümânı olan Risâle-i Nur’un doğru ve hak olduğuna latîf bir münâsebet söyleyeceğim. Şöyle ki:
Celcelûtiye, Süryânice bedî’ demektir ve bedî’ mânâsındadır. İbâreleri bedî’ olan Risâle-i Nur, Celcelûtiye’de mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhâtı göründüğünden, kasîdenin ismi ona bakıyor gibi verilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki, eskiden beri benim liyâkatim olmadığı halde bana verilen “Bediüzzaman” lâkâbı, benim değildi, belki Risâle-i Nur’un mânevî bir ismi idi. Zâhir bir tercümânına âriyeten ve emâneten takılmış. Şimdi o emânet isim, hakîki sahibine iâde edilmiş. Demek, Süryânice bedî’ mânâsında ve kasîdede tekerrürüne binâen, kasîdeye verilen Celcelûtiye ismi işâr”ı bir tarzda, bid’at zamanında çıkan Bediü’l-Beyân ve Bediü’z-Zaman olan Risâle-i Nur’un hem ibâre, hem mânâ, hem isim noktalarıyla bedîliğine münâsebettarlığı ihsâs etmesine ve bu isim bir parça ona da bakmasına ve bu ismin müsemmâsında, Risâle-i Nur çok yer işgal ettiği için, hak kazanmış olmasına tahmin ediyorum.
SEKİZİNCİ REMİZ
Suâl: Bütün kıymettar kitaplar içinde Risâle-i Nur, Kur’ân’ın işaretine ve iltifâtına ve Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anhın takdir ve tahsînine ve Gavs-ı Âzamın (k.s.) teveccüh ve tebşîrine vech-i ihtisâsı nedir? O iki zâtın kerâmetle Risâle-i Nur’a bu kadar kıymet ve ehemmiyet vermesinin hikmeti nedir?
Elcevap: Mâlûmdur ki, bâzı vakit olur bir dakika, bir saat ve belki bir gün, belki seneler kadar; ve bir saat, bir sene, belki bir ömür kadar netice verir ve ehemmiyetli olur. Meselâ, bir dakikada şehit olan bir adam, bir velâyet kazanır; ve soğuğun şiddetinden incimâd etmek zamanında ve düşmanın dehşet-i hücumunda bir saat nöbet, bir sene ibâdet hükmüne geçebilir. İşte aynen öyle de, Risâle-i Nur’a verilen ehemmiyet dahi, zamanın ehemmiyetinden, hem bu asrın Şeriat-ı Muhammediyeye (a.s.m.) ve şeâir-i Ahmediyeye (a.s.m.) ettiği tahribâtın dehşetinden, hem bu âhirzamanın fitnesinden eski zamandan beri bütün ümmet istiâze etmesi cihetinden, hem o fitnelerin savletinden mü’minlerin îmanlarını kurtarması noktasından Risâle-i Nur öyle bir ehemmiyet kesb etmiş ki; Kur’ân, ona kuvvetli işaretle iltifat etmiş ve Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anh üç kerâmetle ona beşâret vermiş ve Gavs-ı Âzam (k.s.) kerâmetkârâne ondan haber verip, tercümanını teşcî etmiş. Evet, bu asrın dehşetine karşı taklidî olan îtikâdın istinad kal’aları sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan, her mü’min, tek başıyla dalâletin cemaatle hücumuna mukâvemet ettirecek gâyet kuvvetli bir îmân-ı tahkîki lâzımdır ki dayanabilsin. Risâle-i Nur bu vazifeyi en dehşetli bir zamanda ve en lüzûmlu nâzik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, hakâik-ı Kur’âniye ve îmâniyenin en derin ve en gizlilerini, gâyet kuvvetli bürhanlar ile ispat ederek; o îmân-ı tahkîkiyi taşıyan hâlis ve sâdık şâkirtleri dahi, bulundukları kasaba ve karye ve şehirlerde, hizmet-i îmâniye îtibariyle âdetâ birer gizli kutub gibi, mü’minlerin mânevî birer nokta-i istinâdı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i mâneviye-i îtikadlan cesur birer zâbit gibi, kuvvet-i mâneviyeyi ehl-i îmânın kalblerine verip, mü’minlere mânen mukâvemet ve cesâret veriyorlar.
Eğer bir muannid tarafından denilse: “Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anh, bu umum mecâzî mânâları irâde etmemiş.”
Biz de deriz ki: Farazâ Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anh irâde etmezse, fakat kelâmı delâlet eder ve karînelerin kuvvetiyle, işârî ve zımnî delâletle mânâları içine dahil eder. Hem mâdem o mecâzî mânâ ve işârî mefhumlar haktır, doğrudur ve vâkıa mutâbıktır ve bu iltifâta lâyıktır ve karîneleri kuvvetlidir; elbette Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anhın böyle bütün işârî mânâları irâde edecek küllî bir teveccühü farazâ bulunmazsa, Celcelûtiye vahiy olmak cihetiyle hakîki sahibi Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anhın üstâdı olan Peygamber-i Zîşan Aleyhissalâtü Vesselâmın küllî teveccühü ve Üstâdının Üstâd-ı Zülcelâlinin ihâtalı ilmi onlara bakar, irâde dairesine alır.
Bu hususta katî ve yakîn derecesindeki kanaatimin bir sebebi şudur ki: Müşkülât-ı azîme içinde, El-Âyetü’l-Kübrâ’nın tefsir-i ekberi olan Yedinci Şuâı yazmakta çok zahmet çektiğimden, bir kudsî tesellî ve teşvike cidden çok muhtaç idim. Şimdiye kadar mükerrer tecrübelerle bu gibi hÂletlerimde inâyet-i İlâhiye imdâdıma yetişiyordu. RisÂleyi bitirdiğim aynı vakitte, hiç hâtırıma gelmediği halde, birden bu kerâmet-i Aleviyenin zuhuru, bende hiçbir şüphe bırakmadı ki; bu dahi, benim imdâdıma gelen sâir inâyet-i İlâhiye gibi, Rabb-i Rahîmin bir inâyetidir. İnâyet ise aldatmaz, hakîkatsiz olmaz. Saîd Nursî”
“Bu Lem’anın başında İmam-ı Ali (r.a.) Risale-i Nur’a işaret ettiğinden, bir kardeşimiz heyecanlı bir iştiyakla Risale-i Nur’a “Elmas, Cevher, Nur” ismini takıp tekrar ederek yazmıştı. Bu Lem’anın âhirinde derci münasip görüldü.”
“İsm-i Âzam herkes için bir olmaz; belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ, İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın hakkında Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs, altı isimdir. Ve İmam-ı Âzamın İsm-i Âzamı Hakem, Adl, iki isimdir. Ve Gavs-ı Âzamın İsm-i Âzamı yâ Hayydır. Ve İmam-ı Rabbânînin İsm-i Âzamı Kayyûm, ve hâkezâ, pek çok zatlar daha başka isimleri İsm-i Âzam görmüşlerdir. “
“ gibi, kayyûmiyet-i İlâhiyeye işaret eden âyetlerin bir nüktesi ve İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın iki ziyasından ikinci ziyası veyahut İsm-i Âzamın altı nurundan altıncı nuru olan Kayyûm isminin bir cilve-i âzamı, Zilkade ayında aklıma göründü. Eskişehir Hapishanesindeki müsaadesizliğim cihetiyle, o nur-u âzamı elbette tamamıyla beyan edemeyeceğim. Fakat Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) Kaside-i Ercûzesinde “Sekîne” nam-ı âlîsiyle beyan ettiği İsm-i Âzam ve Celcelûtiyesinde yine pek muhteşem isimlerle İsm-i Âzam içinde bulunan o altı ismi en âzam, en ehemmiyetli tuttuğu için ve onların bahsi içinde kerametkârâne bize teselli verdiği için, bu ism-i Kayyûma dahi, evvelki beş esmâ gibi, hiç olmazsa muhtasar bir surette, Beş Şua ile o nûr-u âzama işaret edeceğiz.”
“ÜÇÜNCÜ DÜSTUR : Hem birkaç misâl ile ihlâsın bir sırr-ı mühimmini izah eder; hem İmâm-ı Ali (r.a.) ve Şâh-ı Geylânî (r.a.) gibi kudsî, hârika kahramanların, Nur Talebelerinin başlarında üstad ve arkalarında yardımcı olarak, her vakit hazır olduklarının vechini beyân eder.”
“BİRİNCİ NÜKTE : Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallahu Anhu, Kaside-i Ercûzesinde, -1- deyip, bu zamanda tâmim edilen ecnebî harflerine bakıp, bu cümledeki harflerin cifrî ve ebcedî rakamlarının bu zamana parmak basmalarıyla, vâki cereyan-ı küfriyâneye işaret ettiği gibi; hem Ercûzesinde, hem Ercûzeyi te’yid ve takviye eden Kaside-i Celcelûtiyesinde, sarâhate yakın, fıkrasıyla, o cereyanın karşısında, vücudu ziyâsıyla anlaşılan ve zulmetin pek şiddetli ve sisli, yakıcı dehşetine karşı sönmeyen ve gittikçe zulmeti yararak dünyayı ziyâlandırmaya çalışan Risâle-i Nur’a ve müellifine hususî iltifâtını deyip, âhir zamana kadar Risâle-i Nur’un bedi’ bir sûrette ışık vermesini ve yanmasını duâ ve niyâz eden ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın en mühim bir şâkirdi ve ulûmunun birinci nâşiri olan Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallahu Anhu, bidâyet-i İslâmda, Kur’ân’ın aleyhine açılan çok kapılara karşı mübârek İsm-i Âzamı şefi tutup, kâhramânâne ve merdâne hakâik-ı şeriatı ve esas-ı İslâmiyeti muhâfazaya çalıştığı gibi; âhir zamanda bütün bütün Kur’an’a muhâlefet eden zındıka cereyanına karşı, aynı İsm-i Âzamı şefî ve melce ve tahassüngâh ittihâz edip, cerh edilmez, Kur’ân’ın i’câzından gelen ve hâtem-i mu’cizeyi gösteren Risâle-i Nur’un sönmez nûruyla ve susmaz lisânıyla şecaatkârâne mukâbele ve mukavemet edip, yerin yüzünü yakıp çok çiçekleri kurutan zındıka nârını, İsm-i Âzamın kibriyâlı, azametli nûruyla ve ism-i Rahmân ve Rahîmin şefkatli ve re’fetli tecellîsinden nebeân eden âb-ı hayat ile söndüren; ve yanar yerlerde kuruyan nehir ve bağ çiçeklerine mukâbil, dağlarda ve kırlarda semâ yağmuru ve rahmetiyle hararete mütehammil ve şiddet-i bürûdete dayanıklı çiçekleri yetiştiren Risâle-i Nur’u görmesi ve şefkatkârâne ve tesellîdarâne ve kerâmetkârâne bakması, Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallahu Anhın makâm-ı velâyetinin iktizâ ettiğini hakkalyakîn gösterir.
1 Satır satır yazılan yabancı (Arapça olmayan) birtakım harflerdir.
2 Nur’un kandili gizli olarak yakılıp, aydınlatılır. Kandiller kandili gizli olarak tutuşturulur. O da tenevvür eder.
3 Ey Celcelet’in Nur’u! İsm-i Âzamın hürmetine benim yıldızımı çağlar ve devirler boyu parlat. “
Vahdette vücub derecesinde bir suhulet, bir kolaylık ve şirkte imtinâ derecesinde bir suubet ve müşkülât bulunmasıdır. Bu hakikat ise, İmam-ı Ali Radiyallahu Anhın tâbirince, Siracü’n-Nurun çok risalelerinde ve bilhassa Yirminci Mektupta tafsilen ve Otuzuncu Lem’anın Dördüncü Nüktesinde icmalen, gayet katî ve parlak bir sûrette ispat ve izah edilmiş ve gayet kuvvetli bürhanlarla gösterilmiştir ki:
Bütün eşya bir tek Zâta verilse, bu kâinatın icadı ve tedbiri, bir ağaç kadar kolay; ve bir ağacın halkı ve inşası, bir meyve kadar suhuletli; ve bir baharın ibdâı ve idaresi, bir çiçek kadar âsân; ve hadsiz efradı bulunan bir nevin terbiyesi ve tedbiri, bir fert kadar müşkülâtsız olur. “
“Medar-ı kusur ve işkâl olan bu beş sebeple beraber, bu risalenin öyle bir ehemmiyeti var ki, İmam-ı Ali (r.a.) kerâmât-ı gaybiyesinde bu risaleye, “Ayet-i Kübrâ” ve “Asâ-yı Mûsâ” namlarını vermiş Risale-i Nur’un risaleleri içinde buna hususî bakıp, nazar-ı dikkati celbetmiş. Haşiye
El-Ayetü’l-Kübrâ’nın bir hakikî tefsiri olan bu Ayetü’l-Kübrâ Risalesi, Hazret-i İmam’ın (r.a.) tâbirince, “Asâ-yı Mûsâ” nâmında Yedinci Şuâ kitabıdır.
Haşiye: Evet, İmam-ı Ali’nin (r.a.) Ayetü’l-Kübrâ hakkında verdiği haberi, tam tamına Denizli hâdisesi tasdik etti. Çünkü, bu risalenin gizli tab’ı, hapsimize bir vesile oldu. Ve onun kudsî ve çok kuvvetli hakikatının galebesi, beraat ve necatımıza ehemmiyetli bir sebep oldu. Ve İmam-ı Ali (r.a.) keramet-i gaybiyesini gözlere gösterdi ve hakkımızdaki duasının kabulünü ispat etti. “
“Demek bu kâinatın mânevî güneşi ve Hâlıkımızın en parlak bir bürhanı, bu Habibullah denilen zattır ki, onun şehadetini teyid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icmâ var.
Birincisi: “Eğer perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek” diyen İmam-ı Ali (radıyallahu anh) ve yerde iken Arş-ı âzamı ve İsrafil’in azamet-i heykelini temâşâ eden Gavs-ı âzam (k.s.) gibi keskin nazar ve gayb-bîn gözleri bulunan binler aktâb ve evliya-yı azîmeyi câmi ve âl-i Muhammed nâmıyla şöhretşiâr-ı âlem olan cemaat-i nuraniyenin icmâ ile tasdikleridir.”
“Bu risalenin mahall-i zuhuru olan şu memleket muhitinde Risaletü’n-Nur’un sair risaleleri bulunmadığından ve ihtiyarsız olarak burada telif edildiğinden, âyetü’l-Kübrâ gibi risalelerde, zâhirî bir tekrar suretinde başka Sözlerin ve Lem’aların bir kısım mühim meseleleri zikredilmiş ve buralardaki şâkirtlere nisbeten herbiri birer küçük Risaletü’n-Nur hükmüne geçmek hikmetiyle böyle yazdırılmış.
Bu müsveddenin birinci tebyizi bir mübarek zat tarafından oldu. O zâtın tevafuktan haberi yokken yazdığı nüshada, kayda lâyık şöyle lâtif ve mânidar bir tevâfuk gördük ki: O nüshanın satırları başında elif’ler 666 olarak yazılmıştır. Bu hâl ise, Hazret-i İmam-ı Ali (radıyallahu anh) tarafından bu hususî risaleye verilen âyetü’l-Kübrâ namının cifrî ve ebcedî makamı olan 666 adedine tam tamına muvafakatı ve mutabakatı ile, bu risalenin bu nâma liyakatını gösterir. Hem âyât-ı Kur’âniyenin adedi olan 6666’nın dört mertebesinden üç mertebesine tevafuku dahi, bu risalenin, âyâtın bir lem’ası olduğuna bir işarettir diye telâkki ettik. Said Nursî “
“Nasıl bu sûre, beş cümlesinden dört cümlesiyle bu asrımızın dört büyük şerli inkılâplarına ve fırtınalarına mânâ-yı işârî ile bakar. Aynen öyle de, dört defa tekraren (şedde sayılmaz) kelimesiyle, âlem-i İslâmca en dehşetli olan Cengiz ve Hülâgu fitnesinin ve Abbâsî Devletinin inkıraz zamanının asrına dört defa mânâ-yı işârî ile ve makam-ı cifrî ile bakar ve parmak basar.
Evet, şeddesiz beş yüz (500) eder; doksandır (90). İstikbale bakan çok âyetler, hem bu asrımıza, hem o asırlara işaret etmeleri cihetinde istikbalden haber veren İmam-ı Ali (r.a.) ve Gavs-ı âzam (k.s.) dahi, aynen hem bu asrımıza, hem o asra bakıp haber vermişler. Kelimeleri bu zamana değil, belki bin yüz altmış bir (1161) ve sekiz yüz on (810) ederek, o zamanlarda ehemmiyetli maddî mânevî şerlere işaret eder. Eğer beraber olsa, Milâdi bin dokuz yüz yetmiş bir (1971) olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak. “
“Hey bedbaht! Otuz üç âyât-ı Kur’âniye işârâtının takdirine mazhar ve İmam-ı Ali’nin (r.a.) üç kerametinin ihbar-ı gaybîsiyle ve Gavs-ı âzamın (k.s.) kuvvetli bir tarzda ihbarıyla kıymet-i diniyesi tahakkuk eden ve bu yirmi sene zarfında idareye hiçbir zararı dokunmayan ve hiç kimseye hiçbir zarar vermemesiyle beraber binler vatan evlâdını tenvir ve irşad eden ve imanlarını kuvvetlendiren ve ahlâklarını düzelten Risale-i Nur’un irşadlarına ‘ifsad’ diyorsun. Allah’tan korkmuyorsun, dilin kurusun!” demiş.
Şimdi, bu şakirdin haklı olarak bu sözünü makam-ı iddia gördüğü halde, “Said, etrafına fesat saçmış” tabirini insafınıza ve vicdanınıza havale ediyorum.”
“Bu hâdise tesiriyle ben kendimi mâsum kardeşlerime rıza-yı kalb ile feda etmeye katî azm ü cezmettiğim ve çaresini fikren aradığım vakitte, Celcelûtiyeyi okudum. Birden hatıra geldi ki, İmam-ı Ali Radıyallahu Anh “Yâ Rab aman ver!” diye dua etmiş. İnşaallah, o duanın sırrıyla selâmete çıkarsınız.
Evet, Hazret-i Ali Radıyallahu Anh, Kaside-i Celcelûtiyede iki suretle Risale-i Nur’dan haber verdiği gibi, âyetü’l-Kübrâ risalesine işareten: der. Bu işarette îma eder ki, âyetü’l-Kübrâ yüzünden ehemmiyetli bir musibet Risale-i Nur talebelerine gelecek ve “âyetü’l-Kübrâ hakkı için o ve ‘musibetten şakirtlerine aman ver” diye niyaz eder, o risaleyi ve menbaını şefaatçi yapar. Evet, âyetü’l-Kübrâ risalesinin tab’ı bahanesiyle gelen musibet, aynen o remz-i gaybîyi tasdik etti.
Hem o kasidede, Risale-i Nur’un mühim eczalarına tertibiyle işaretlerin hâtimesinde, mukabil sayfada der: Yani, “İşte, Risale-i Nur’un sözleri, hurufları ki, onlara işaretler eyledik. Sen onların hassalarını topla ve mânâlarını tahkik eyle. Bütün hayır ve saadet onlarla tamam olur” der. “Hurufların mânâlarını tahkik et” karinesiyle mânâyı ifade etmeyen hecaî harfler murad olmayıp, belki kelimeler mânâsındaki “Sözler” namıyla risaleler muraddır.

“Altıncı esas: Bu meselede benim şahsımın veya bazı kardeşlerimin kusuruyla Risale-i Nur’a hücum edilmez. O doğrudan doğruya Kur’ân’a bağlanmış ve Kur’ân dahi Arş-ı âzamla bağlıdır. Kimin haddi var, elini oraya uzatsın ve o kuvvetli ipleri çözsün? Hem bu memlekete maddî ve mânevî bereketi ve fevkalâde hizmeti, otuz üç âyât-ı Kur’âniyenin işârâtıyla ve İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın üç keramet-i gaybiyesiyle ve Gavs-ı âzamın (k.s.) kat’î ihbarıyla tahakkuk etmiş olan Risale-i Nur; bizim âdi ve şahsî kusurlarımızla mes’ul olmaz ve olamaz ve olmamalı. Yoksa bu memlekete hem maddî, hem mânevî, telâfi edilmeyecek derecede zarar olacak.
Risale-i Nur’a karşı gizli düşmanlarımızdan bazı zındıkların şeytanetiyle çevrilen plânlar ve hücumlar inşaallah bozulacaklar. Onun şakirtleri başkalara kıyas edilmez, dağıttırılmaz, vazgeçirilmez, Cenâb-ı Hakkın inayetiyle mağlûp edilmezler. Eğer maddî müdafaadan Kur’ân men etmeseydi, bu milletin can damarı hükmünde umumun teveccühünü kazanan ve her tarafta bulunan o şakirtler Şeyh Said ve Menemen hâdiseleri gibi, cüz’î ve neticesiz hâdiselerle buluşmazlar. Allah etmesin, eğer mecburiyet-i kat’iye derecesinde onlara zulmedilse ve Risale-i Nur’a hücum edilse, elbette hükûmeti iğfal eden zındıklar ve münafıklar bin derece pişman olacaklar.”
“Onuncusu: Adliyede, adalet hakikati ve müracaat eden herkesin hukukunu bilâ-tefrik muhafazaya, sırf hak namına çalışmak vazifesi hükmettiğine binaendir ki, İmam-ı Ali (r.a.) hilâfeti zamanında bir Yahudi ile beraber mahkemede oturup muhakeme olmuşlar. Hem bir adliye reisi, bir memuru kanunca bir hırsızın elini kestiği vakit, o memurun o zâlim hırsıza hiddet ettiğini gördü, o dakikada o memuru azleyledi. Hem çok teessüf ederek dedi: “Şimdiye kadar adalet namına böyle hissiyatını karıştıranlar pek çok zulmetmişler.”
Evet, “Hükm-ü kanunu icra etmekte o mahkûma acımasa da hiddet edemez; etse zâlim olur. Hattâ, kısas cezası da olsa, hiddetle katletse, bir nevi katil olur” diye, o hâkim-i âdil demiş.”
“Hattâ İmam-ı Ali (r.a.) ve Gavs-ı âzam (k.s.) gibi bazı evliyanın ilham-ı İlâhî ile bu zamanımızda Kur’ân-ı Hakîmin mucize-i mâneviyesinin bir aynası olan Risale-i Nur’un hakikatine ve hâlis talebelerinin şahs-ı mânevîsine işaret-i gaybiye ile haber verdikleri içinde benim ehemmiyetsiz şahsımı o hakikate hizmetim cihetiyle nazara almışlar. Ben hata etmişim ki, onların şahsıma ait bir parçacık iltifatlarını bazı yerde tevil edip Risale-i Nur’a çevirmemişim. Bu hatamın sebebi de, zaafiyetim ve yardımcılarımı ürkütecek esbabın çoğaltılmaması ve sözlerime itimadı kazanmak için zâhiren şahsıma bir kısmını kabul etmiştim.”
“Risale-i Nur’un telifi yirmi üç senede tamamlandığı bildirilen İmam-ı Ali’nin (r.a.) ve Gavs-ı âzam’ın (k.s.) işârât-ı gaybiyeleriyle ve mânâ-yı işarîsiyle, bir vakit yirmi dört senede Risale-i Nur tamam olacak denilmesi, o yanlışı tashih eder.”
“Hazret-i Ali’nin (r.a.) ilm-i hakikat itibariyle şakirdi olduğumdan, mânevî evlâdı olabilirim” demesiyle kendine atfedilen makamlara liyakatini kabul etmiş görülmektedir.
Bedî’ mânâsında olan Celcelûtiye kasidesinde İmam-ı Ali’nin (r.a.) çok cihetlerle Risale-i Nur’a sarahat derecesine yakın işarâtı içinde, Bediüzzaman ismini Risale-i Nur’a vermesinden, bana emaneten verilen o ismi Risale-i Nur’a iade ettiğimi yazmışım. Bununla beraber, “Ben de mânevî âl-i Beytten sayılabilirim” demekten maksadım, bir kısım müçtehidlerin, -2- duasında, “Seyyid olmayan, fakat ehl-i takvâ bulunanlar o duada dahildirler” dediklerinden, o umumî duada benim de bir hissem bulunması için ricakârâne bir tevildir. Yoksa, o hatâkârane mânâ hiç hatırıma gelmemiş.”
“İlm-i gayb Allah’a mahsustur. Hiçbir velî tasarrufat yapamaz ve gaybı bilemez. Hattâ Peygamber de bilmez. Halbuki, bir risalede işârât-ı hadîsiye ile hilâfetin mebde ve müntehâsını göstermiş.
Evet, herkes bizzat gaybı bilmez. Fakat i’lâm ve ilham-ı İlâhî ile bilinebilir ki, bütün mu’cizât ve keramat ona dayanır. Hazret-i İmam-ı Ali’nin işârât-ı gaybiyesinin Risale-i Nur’a işârâtına dair bir risalenin âhirinde hadîs-i şerifinin işârâtında birkaç lem’a-yı i’câziyeyi tam vâkıa mutabık güzel bir tarzda ve görenlerin takdirine mazhar olmuş bir beyanı çürük görmek ve itiraz etmek bir cehalet, bir hatâ eseridir.”
“Nurun mahrem parçalarında tesadüf ihtimali, kanaatimizce bulunmayan bazı tevafukat-ı gaybiye ve tetabukat-ı riyaziye ve ebcediye ve çok işârât-ı Kur’âniye bil’ittifak hem mânâ, hem riyazî ve cifrî hesabıyla Risale-i Nur’un makbuliyetine imza basmaları ve İmam-ı Ali (r.a.) Celcelûtiye’sinde sarahate yakın Risale-i Nur’dan haber vermesini ve Gavs-ı âzam’ın (k.s.) yine imza basmasını bizler kat’î bir kanaatle hakkımızda bir inayet-i Rabbâniye ve bir ikram-ı Sübhânî ve Nurların makbuliyetine bir işaret-i gaybiye ve Kur’ân’ın bir mucize-i mâneviyesi olan Risale-i Nur’daki hakaik-ı imaniyenin bir nevi kerâmâtı biliyoruz. Biz, hususan ben, gayet derece kuvve-i mâneviyeye ve kudsî tesellîye çok muhtaç olduğumuz bir zamanda, ihtiyarımızın haricinde bu işârât-ı gaybiyeyi gördük ve tasdik ettik.”
“Ey Risale-i Nurun bir hâdimi ve tercümanı olan Üstadım! Allah’ın abdi ve İmam-ı Ali’nin (r.a.) mânevî veledi ve Gavs-ı âzamın (k.s.) müridi olan üstadım! Beni huzur-u âlî-yi irfanına çıkar. İşte ancak bir kilo kadar olan bir aylık erzakı ve zahîresi paket halinde kâğıtta sarılı ve çivide asılı duruyor. O yokluk içinde tükenmez bir varlığa kavuşuyor. Hediye ve behiyeleri almaktan çekiniyor. Zekât ve sadakaları, teberrük ve teberruları alsaydı, bugün bir milyon servet sahibi olurdu.”
¨ ¨ ¨
[Risale-i Nur tesmiyesinin dokuz sebepleri içinde yalnız birisine ilişmişler. “Nur isimli, has şakirtlerinden göremiyoruz” demişler. Haşiyede cevap verildiği gibi, şimdi de Nuri Benli ve Küreli Saatçi Nuri, Nur hizmetinde mümtazdırlar. Demek tenkit edemiyorlar, cüz’î bahanelere mecbur oluyorlar.]”
“İmam-ı Ali (kerremallahu vechehu) ve Gavs-ı âzam (kuddise sırruhu) gibi evliyanın takdirlerine ve yüz bin ehl-i imanın tasdiklerini ve yirmi senede millete, vatana zararsız pek çok menfaatli bir mertebeyi kazandıran Risale-i Nur’u, sinek kanadı gibi bahanelerle, bazı riselelerinin müsaderesine, hattâ dört yüz sayfa ve yüz bin adamın imanlarını kurtaran ve kuvvetlendiren Zülfikar: Mucizât-ı Ahmediye mecmuasını, eskiden yazılmış ve mürûr-u zaman ve af kanunları görmüş iki âyetin tam haklı tefsirine dair iki sayfayı bahane ederek, o pek çok menfaatli ve kıymettar mecmuanın müsaderesine sebep oldukları gibi, şimdi de Nurun kıymettar risalelerini, herbirisinde bin kelime içinde bir iki kelimeye yanlış mânâ vermekle, o bin menfaatli risalenin müsaderesine çalışıldığını, bu üçüncü iddianameyi işiten ve neşrettiğimiz kararnameyi gören tasdik eder. Biz dahi, deriz.”
“Ehl-i vukufun insafsızca ve hatâlı ve haksız tenkitleri, Vehhâbîlik damarıyla İmam-ı Ali’nin (radiyallahu anh) Nurlara ciddî alâkasını ve takdirini çekemeyerek ve geçen sene zemzem suyunu döktüren ve bu sene haccı men eden evhamın tesiri altında o yanlış ve hasûdâne itirazları Beşinci Şuaya etmişler. Bu sırada, böyle evhamlı ve telâşlı bir zamanda, bizim için en selâmetli yer hapistir. İnşaallah Nurlar hem kendimizin, hem kendilerinin serbestiyetini kazandıracaklar.”
“Otuz üç âyât-ı kerîmenin işârâtı ve İmam-ı Ali (r.a.) ve Gavs-ı âzamın (r.a.) ve yüzlerce ehl-i tahkikin takdirkârâne beyanatıyla bir nur-u Kur’ân olduğu ve ona yapışanların inşaallah imanlarını kurtaracakları kat’î tahakkuk eden Risale-i Nur kat’iyen söndürülemez, kaybedilemez. Buna misâl: Yirmi beş seneden beri onu imha etmek gayesiyle yapılan hücumlar, bilâkis onun fevkalâde yayılmasına ve parlamasına vesile oldu. Çünkü onun sahibi, ezelden ebede kadar herşey kudret-i ezelîsinde ve emrinde olan bir Sultan-ı Zülcelâldir. Çünkü onun hakaikleri Kur’ân’ın hakikatleridir ve Cenâb-ı Hakkın hıfz ve inâyetiyle daima parlayacaktır inşaallah…”
“Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın i’câz-ı mânevîsinden fışkıran ve bir nur-u İlâhî olan Risale-i Nur önünüzdedir. Madem imanı kazanmak ve İmân ile bu dünyadan dâr-ı saadet-i bâkiye gidebilmek insanların her meselesinden üstün en büyük dâvâsıdır. Ve madem Risale-i Nur Kur’ân’ın feyziyle hakaik-i imaniyeyi ders verip, yüz binlerle onu okuyup yazanların kat’î şehadetiyle ve bir çok âyât-ı Kur’âniye ve ehâdîs-i Muhammediye (a.s.m.) kudsî beyanatı ve İmam-ı Ali (r.a.) ve Gavs-ı Geylâni (r.a.) misilli birçok ehl-i velâyetin takdirkârâne tavsiyeleriyle Risale-i Nur o dâvâyı kat’î kazandırıyor. Elbette ve elbette sizler yüksek adalet ve hakikatperverliğinizle, her türlü fâni endişelerin fevkinde yüksek hakperestliğinizle Risale-i Nur’un o hakkanî ve Kur’ânî çehresini ve hakikî kıymetini takdirle görüp anlayacaksınız. Ve Risale-i Nur’un talebelerinin de Cenâb-ı Hakkın rızasından başka bir maksat peşinden koşmadıklarını göreceksiniz.”
“Hem iki deccalın sıfatları ve halleri ayrı ayrı olduğu halde, mutlak gelen rivayetlerde iltibas oluyor; biri, öteki zannedilir. Hem Büyük Mehdînin halleri sâbık mehdîlere işaret eden rivayetlere mutabık çıkmıyor, hadîs-i müteşabih hükmüne geçer. İmam-ı Ali (r.a.) yalnız İslâm Deccalından bahseder.”
“Rivayetler, Deccalın dehşetli fitnesi İslâmlarda olacağını gösterir ki, bütün ümmet istiâze etmiş.
Bunun bir tevili şudur ki: İslâmların Deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı Ali’nin (r.a.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccalı Süfyandır, İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük Deccalı ayrıdır. Yoksa Büyük Deccalın cebir ve ceberut-u mutlakına karşı itaat etmeyen şehid olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz.”
“ ‘tır. Bundaki hüccet ise, matbu Âyetü’l-Kübra risalesidir. O emsalsiz hüccetin harikalığı içindir ki; İmam-ı Ali (R.A.), Nurun eczalarından haber verdiği sırada, -3- deyip, o Âyetü’l-Kübrayı şefaatçi yaparak, Nur Şakirtlerinin Denizli hapsinde, o risalenin hem Ankara, hem Denizli Mahkemelerinde galebesiyle ve perde altında tesirli intişarıyla, talebelerine beraat kazandırmaya sebep olduğu gibi, onun gizli tabı da, şakirtlerinin dokuz ay mevkufiyetlerine vesile olmasıyla, İmam-ı Ali’nin (r.a.), hem keramet-i gaybiyesini, hem Nur Şakirtlerinin bedeline duasını pek zahir bir surette tasdik etti. “
“İkinci cümlesi: ‘dur. Yirmi Sekizinci Lem’a’da tafsilen beyan edildiği gibi, İmam-ı Ali (r.a.) Kaside-i Celcelûtiye’sinde sarahat derecesinde Risalei’n-Nur’a bakarak ve ona işaret ederek demiş: Ben tahmin ediyorum ki, İmam-ı Ali’nin (r.a.) bu işareti, bu cümle-i nuriyenin remzinden mülhemdir. Bu cümle-i âyetin makamı, 546 edip, Risale-i Nur’un adedi olan 548’e gayet cüz’î ve sırlı iki farkla tevafuk noktasından işaret ettiği gibi, remzî bir mânâsıyla tam bakıyor.”
“Hem Risale-i Nur zâhiren benim eserim olmak haysiyetiyle senâ etmiyorum. Belki yalnız Kur’ân’ın bir tefsiri ve Kur’ân’dan mülhem bir tercüman-ı hakikîsi ve imanın hüccetleri ve dellâlı olmak haysiyetiyle meziyetlerini beyan ediyorum. Hattâ, bir kısım risaleleri ihtiyarım haricinde yazdığım gibi Risale-i Nur’un ehemmiyetini zikretmekte ihtiyarsız hükmündeyim. İmam-ı Ali’nin (radıyallahu anh) Ayetü’l-Kübrâ namını verdiği Yedinci Şuâ risalesini yazmakta çok zahmet çektiğime bir mükâfat-ı âcile ve bir alâmet-i makbuliyet ve bir medâr-ı teşvik olarak bu keramet-i Celcelûtiye, inayet-i İlâhiye tarafından verildiğine şüphem kalmamış. Tahdis-i nimet kabilinden bunu Sekizinci Şuâ olarak yazdım. Yoksa haşre dair mühim bir âyetin mucizeli olan bürhanlarını yazacaktım.”
“İmam-ı Ali’nin (radıyallahu anh) Risale-i Nur’a dair üçüncü bir kerametidir.
Evet, On Sekizinci ve Yirmi Sekizinci Lem’alarda izah ve ispat edilen iki zâhir kerametini teyid ve takviye ederek Kaside-i Celcelûtiyesinde, Sirâcü’n-Nur’dan sarahat derecesinde haber verdiği gibi, yine o kasidede Sirâcü’n-Nur’un en namdar risalelerine parmak basıyor, âdetâ alkışlıyor; ve sekiz adet remizle meşhur bir kısım risalelerini gösteriyor.
Birincisi Risale-i Nur’a tasrih eden fıkrasından sonra Süryanî lisanıyla Esmâ-i Hüsnâdan istimdat ve suver-i Kur’âniye ile bir münâcât yapıyor. Tam otuz üç sûrelerle öyle garip ve mânidar bir tarzda zikrediyor ki, bir kısım sırları ve gaybî haberleri dahi bildirmek istediği anlaşılıyor. Ben sıkıntılı bir zamanda İmam-ı Ali’nin (radıyallahu anh) Ayetü’l-Kübrâ namını verdiği Yedinci Şuâyı bitirdiğim aynı vakitte, itikadımca bana acele bir mükâfat ve bir ücret olarak, geceleyin Celcelûtiye’yi okudum. Birden bir ihtar-ı gaybî gibi kalbime denildi:
İmam-ı Ali (radıyallahu anh), Risale-i Nur ile çok meşguldür. Mecmuundan haber verdiği gibi, kıymettar risalelerine de işaret derecesinde remzedip îma ediyor. Eğer sarîh bir surette gaybdan haber vermek (çok zararları bulunduğundan hikmete münâfi olduğu cihetle) hikmet-i İlâhiye tarafından yasak olmasaydı tasrih edecekti.
Meselâ, sûreleri tâdâd ederken, yirmi beşinciye geldiği vakit diyor ki:

İşte bu fıkralarda Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesini hayrette bırakan ve üstünde gözle görünen bir kerametiyle ve kıyamet ve haşri ispat eden harika hüccetleriyle iştihar eden Yirmi Dokuzuncu Söze Hazret-i İmam-ı Ali (radıyallahu anh), zikir ve tâdâd ettiği sûrelerin yirmi dokuzuncu mertebesinde ile ona işaret eder. Çünkü, kıyamet kopmasından gayet dehşetli haber veren sûresine tam mutabık bir surette, o Yirmi Dokuzuncu Söz, kıyametin ve harab-ı âlemin ve mevt-i dünyanın ve hayat-ı âhiretin ve ihyâ-yı emvâtın kat’î hüccetlerini beyan ederken, bu sûrenin dehşetli tasvirini zikretmesi, hem mânâda, hem yirmi dokuzuncu mertebede tetabukları o işareti ispat eder.
Hem, tahavvülât-ı zerratta boğulan maddiyyunları susturan ve zerrâtın tahavvülâtı ve harekâtını, vazife ve intizamlarını emsalsiz bir tarzda ispat eden “Otuzuncu Söz” nâmındaki Zerrat Risalesine Hazret-i İmam-ı Ali (radıyallahu anh), otuzuncu mertebede kasemiyle ona işaret eder. Evet, bu işarette lâfzan ve sureten sûre-i ve Risale-i Zerrat, birbirine müşabehetle beraber, mânâ cihetiyle dahi münasebet var. Çünkü, sûre-i ‘ın başında, tesadüfî ve intizamsız zannedilen temevvücat-ı havâiye, gayet hikmetli ve vazifedar olarak rububiyetin tekvînî emirlerini etrafa yetiştirir diye ifade ettiği gibi, Risale-i Zerrat dahi, maddiyyunlar tarafından tesadüfî ve intizamsız telâkki edilen harekât-ı zerrat dahi, gayet hikmetli ve o zerreler muntazam vazifelerle vazifedar olduklarını gayet kuvvetli ve kat’î bürhanlarla ispat ediyor.
Hem Mirac-ı Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâmı delâil-i akliye ile gayet mâkul ve kat’î bir surette ispat eden ve “Otuz Birinci Söz” nâmında ve mertebesinde bulunan Risale-i Miraca, Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) otuz birinci mertebede Mirac-ı Ahmedî (a.s.m.) ve Kab-ı Kavseyndeki müşahede ve mükâlemeyi sarîh bir surette başlayan sûre-i ‘nın başında bulunan cümlesi ile sarahate yakın bir tarzda o risaleye işaret eder ve sûre-i ‘yi bırakarak ‘den sonra sûresini zikretmesi bu işareti kuvvetlendirir.
Hem Şakk-ı Kamer Mu’cizesini münkirlere karşı kuvvetli delillerle ispat eden Mirac Risalesinin zeyli bulunan “Şakk-ı Kamer Risalesi” nâmında, otuz birinci mertebenin âhirinde olan o risaleye, Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) şakk-ı kameri nass-ı sarîhle zikreden sûre-i ‘den iktibas ederek otuz birinci mertebenin akabinde zikredilen fıkrasıyla sarahate yakın işaret eder.
Malûmdur ki, Risale-i Nur, başta otuz üç adet Sözlerdir ve “Sözler” nâmıyla yâd edilir. Fakat, Otuz Üçüncü Söz müstakil değil, belki otuz üç adet Mektubattan ibarettir. Ve “Mektubat” namıyla zikredilir. Sonra Otuz Birinci Mektup dahi müstakil değil, belki otuz bir adet Lem’alardan mürekkeptir ve “Lem’alar” adıyla müştehirdir. Sonra Otuz Birinci Lem’a dahi müstakil olmamış; o da inşaallah otuz bir adet Şuâlardan mürekkep olacak. El-Ayetü’l-Kübrâ Yedinci ve bu risale Sekizinci Şuâlardır. Demek Sözlerin hâtimesi Otuz İkinci Sözdür.
Hem Risale-i Nur’un yıldızları içinde bir güneş hükmünde şakirtlerince telâkki edilen Otuz İkinci Söz nâmındaki üç mevkıflı risale-i harika ve câmia ve Sözler’in bir cihette hâtimesi ve cemiyetli neticesi olan o risaleye Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) onun fevkalâde ehemmiyetini ve câmiiyetini göstermek için Kur’ân’ın çok sûreleriyle birden otuz ikinci mertebede kasemiyle otuz ikinci mertebede bulunan o câmi risaleye işaret eder.
Risale-i Nur’un Otuz Üçüncü Sözü ise, bundan evvel beyan ettiğimiz gibi otuz üç adet mektuplardan ibaret ve “Mektubat” namında otuz üç kitap ve yüzden ziyade risalelerdir.
İşte Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) otuz üçüncü mertebede ve kaseminde Otuz Üçüncü Sözün eczaları olan o yüz on kitap ve Mektubat’a birden işaret etmek için yüz on semâvî suhuf nâmında yüz on muhtasar kitaplar ve o büyük mukaddes kitaplardan istimdat mânâsında olan şu r0485 kelâmıyla işaret eder. Malûmdur ki, ilm-i belâgatte ve fenn-i beyanda uzak ve gizli mânâlara delâlet etmek için “karine” tabir ettikleri emarelerden ve münasebetlerden birisi bulunsa, uzak bir mânâ ve gizli ve işârî olan bir mefhum, karinenin kuvvetine göre sarîh ve zâhir mânâsı gibi kabul edilir. İşte bu kaideye binaen, bu işârî mânâların herbirisine müteaddit karineler, emareler bulunduğu gibi, sair arkadaşları da ona karineler olur. Risale-i Nur’un mecmuundan haber veren sarîh fıkralar dahi herbirisine kuvvetli bir karinedir.
İkinci Remiz:Kur’ân’ın el-Ayetü’l-kübrası olan * ‘nin hakikat-ı kübrâsını ve tefsir-i ekberini gösteren ve Ramazan-ı Şerifin ilhâmî bir hediyesi bulunan Yedinci Şuâ risalesine Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) Mektubat’a işaretten sonra Lem’alar’a işaret içinde Şuâlar’a bakarak Haşiye deyip ilm-i belâgatçe “müstetbeatü’t-terakîb” ve “maarîzü’l-kelâm” denilen mânâ-yı zâhirinin tebaiyetiyle ve perdesinin arkasıyla müteaddit karinelerin kuvvetine göre işaret eder. Ve o acip ve yüksek ve tevhidin hüccetü’l-kübrâsı ve el-Ayetü’l-kübrânın bir alâmet-i kübrâsı ve bir tefsir-i âzamı olan risaleye “Ayetü’l-Kübrâ” namı veriyor. Ve o namla, hem menbaı olan Ayetü’l-Kübrânın azametini, hem bu Yedinci Şuâ olan vahdâniyetin ve tevhidin bürhan-ı âzamının fevkalâde kuvvetini ilân eder, haber verir. Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) bu büyük iltifatına, bu risalenin liyakatine her kimin bir şüphesi varsa, gelsin, bir defa o risaleyi okusun. Eğer “Evet, lâyıktır” demezse, bana tuh desin!
Evet Kur’ân’ın aleyhinde bin seneden beri müntakimâne hazırlanan dinsizlerin itirazlarını ve kâfir filozofların terâküm edip şimdi yol bularak intişar eden şüphelerini ve Kur’ân’ın dehşetli darbelerinden intikam besleyen muannid Yahudilerin ve mağrur bir kısım Hıristiyanların hücumlarını def edip mukabele eden ve her asırda Kur’ân’ın pek çok kahramanları ve mânevî kaleleri vardı. Şimdi ihtiyaç bir-ikiden, yüze çıkmış. Ve müdafîler yüzden, iki-üçe inmiş.
Hem, hakaik-i imaniyeyi, ilm-i kelâmdan ve medreseden öğrenmek çok zamana muhtaç bulunduğundan, bu zamanda o kapı dahi kapandı. Hem çabuk, hem herkes anlayacak bir tarzda en derin hakikatleri talim eden Risale-i Nur, elbette İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın bu iltifatına lâyıktır.
Hem İmam-ı Ali (r.a.) onuncu mertebe-i tâdâdında onuncu sûre olarak ve kıyamet ve Leyle-i Berâta bakan deyip mânâ-yı işârîsiyle “Onuncu Söz” namında ve mertebesinde olan Haşir Risalesine işaretle beraber, o risalenin fevkalâde ehemmiyetini ve gayet muhkem olduğunu ve o zamanın dumanlı karanlıklarını izale eden bir Leyle-i Berâtın bir kandili
Haşiye :
İmam-ı Ali bu fıkra ile işaret eder ki, Âyetü’l-Kübrâ risalesi yüzünden şakirtleri bir musibete düşecekler ve onun kerameti ve bereketiyle emniyete ve selâmete çıkacaklar. Evet, bu keramet-i Aleviye tam tamına çıktı ki, o risale için hapse düşüp ve onun kuvvetli hakikatleriyle kurtuldular.
hükmünde bulunmasına ve haşir ve kıyametin bir alâmeti olan duhan, hem Leyle-i Berâtın senevî olarak hikmetli tefrik ve taksim-i umûr noktalarıyla ve başka karineler ile îmaen ve remzen haber veriyor.
Evet, Onuncu Söz, çok ehemmiyetli bir belâyı def etti. Hürriyet-i efkâr serbestiyeti ve harb-i umumî sarsıntısı vaktinde haşri inkâr eden münafıklar, fırsat bulup çok yerlerde zehirli fikirlerini izhara başladıkları bir zamanda Onuncu Söz çıktı ve tab edildi. Bin nüshası etrafa yayıldı, onu gören herkes kemâl-i iştiyak ve merakla okudu. Zındıkların kâfirâne fikirlerini tam kırdı ve onları susturdu. İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın bu takdirine liyakatini ispat etti. Kimin şüphesi varsa, gelsin, onu dikkatle okusun, haşrin ne kadar kuvvetli bir bürhanı olduğunu görsün.
Hem Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) on dokuzuncu sûre olarak Sûretü’n-Nur’u fıkrasıyla zikrederek pek muhtasar olan On Dokuzuncu Söze ve pek mükemmel bulunan On Dokuzuncu Mektuba işaret için nur lâfzını tekrar etmekle mektupların mertebesi, yani On Dördüncü Mektup noksan kalmasına îmaen Sûre-i Nur’u on beşincide yine zikretmesiyle gayet lâtif ve müdakkikane haber veriyor. Ve o iki risaleleri, Risale-i Nur’un büyük nurları olduklarını bildiriyor.
Evet, risalet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâma dair olan On Dokuzuncu Söz, hem üç cihetle kerametli ve harika olan On Dokuzuncu Mektup, elhak, Risale-i Nur’un en parlak birer nurudurlar. Ve Aişe-i Sıddîka Radıyallahu Anhânın beraati münasebetiyle, âyet-i Nur’un kelimesindeki zamir, üç vecihten birisiyle Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma râci olmak haysiyetiyle, Sûre-i Nur, zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm ile ziyade alâkadar bulunduğundan, o sûre ile risalet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâmı ispat eden o iki risaleye iki nur lâfzıyla, belki üç nur kelimeleriyle yine aynen risalet-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmı ispat eden Mirac Risalesine dahi işaret etmiş.
Ben itiraf ediyorum ki, On Dördüncü Mektup noksan kaldığını unutmuştum. Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) aynı sûreyi iki defa tekrar etmesiyle tahattur ettim ve işârâtındaki dikkatine hayran oldum. Fakat o tekrar, yalnız On Dokuzuncu Söz ve Mektup için sayılır; ondan sonrakilere nisbeten sayılmaz.

Üçüncü Remiz Yirmi Sekizinci Lem’ada izah ve ispat edilen
fıkralarıyla Risale-i Nur’un üç ehemmiyetli vaziyetini haber veriyor. Bu fıkraların sarahate yakın bir surette hem cifir, hem mânâ cihetiyle Risale-i Nur’a işaretini On Sekizinci Lem’ada izahına binaen, burada ise orada zikredilmeyen ve İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın nazar-ı dikkatini celb eden yalnız üç sırra beyan edilecek.
Birincisi: İslâmlar içinde, dellâllar elinde teşhir suretinde gezdirmeye lâyık olan Risale-i Nur, maatteessüf, gayet gizli perde altında intişar ve istitara mecbur olmasına işareten, İmam-ı Ali Radıyallahu Anh, iki defa ve kelimeleriyle yani “Gizli intişar edebilir” müteaccibâne haber veriyor.
İkincisi: Risale-i Nur, İsm-i âzam cilvesiyle ve ism-i Rahîm ve Hakîmin tecellisiyle zuhur ettiğinden, imtiyazlı hassası ‘den iktibasen celâl ve kibriya, ‘den istifâzaten merhamet ve şefkat, ‘den istifadeten hikmet ve intizamın esasları üzerine gidiyor. Onun ruhu ve hayatı onlardır. Sair meşreplerdeki aşk yerinde, Risale-i Nur’un meşrebinde müştakane şefkattir. Ve refetkârane muhabbettir. Nasıl ki Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) sarîh bir surette Siracü’n-Nur’un tarih-i telifini ve tekemmül zamanını ve meşhur ismini fıkrasıyla haber vermiş. Öyle de, (ilâ âhir) fıkrasıyla da Siracü’n-Nur’un esaslarından haber veriyor. Çünkü r0497 izzet, azamet ve celâl ve kibriyadır. Süryanice Rauf ve Rahîmdir. Demek Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahu Anh Siracü’n-Nur’u tarif ediyor “Hayatını ve nurunu, kibriya ve azamet ve refet ve rahîmiyetten alıyor” diye mümtaz hasiyetini beyan eder.”
“Üçüncüsü: Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahu Anh, bu fıkrada cümlesiyle diyor ki: 1354’te Siracü’n-Nur (yani, Risale-i Nur’un nuru) ile dalâletin tecavüz eden nârı inşaallah sönecek. Yani, fitne-i diniye ateşini ya tahribattan vazgeçirecek veya ileri tecavüzatını kıracak.
Eğer hicrî tarihi olsa, bundan iki sene evvel, dini dünyadan tefrik fırsatından istifade ile, dinin ve Kur’ân’ın zararına olarak ilerleyen dehşetli tasavvuratın tecavüzatı tevakkuf etmesi, elbette karşılarında kuvvetli bir seddin bulunmasındandır. O sed ise, bu zamanda çok intişar eden Risale-i Nur’un keskin hüccetleri ve kuvvetli bürhanları olduğu çok emarelerle hissediliyor. Ve bu ikinci ihtimaldeki işaret-i Aleviye dahi onu teyid ediyor. Haşiye
Evet, cifirce : 600, 400, 200, şeddeli 100, 40, ve üç 7, ‘deki iki beş, yekûnu 1354 eder. Lillâhilhamd, Siracü’n-Nur’un el-Ayetü’l-Kübrâsı gibi çok risaleleri var. Herbiri kuvvetli birer lâmba hükmünde sırat-ı müstakimi gösterip İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın haberini tasdik ediyorlar.
Bu üçüncü sırrın münasebetiyle aynen gibi 1354 tarihine makam-ı cifrîsiyle bakan ve Said’in (r.a.) iki mâruf lâkabına remzen ve ismen îma eden ve “Kendini muhafaza et” emrini veren ve o tarihte herkesten ziyade müteaddit tehlikelere mâruz bulunacağını telvih eden Ercûze’nin âhirlerindeki fıkrasıyla diyor: “Yâ Said el-Kürdî! 1354 tarihine yetişirsen, Mevlâ-yı Azîminden, o zamanın ve o asrın fitne ve şerlerinden muhafazanı iste ve yalvar.”
Evet, On Sekizinci Lem’ada birinci keramet-i Aleviyenin izahında, Kaside-i Ercûziyenin Risale-i Nur ve müellifine dair işârât-ı gaybiyesi beyan edilmiş. İsm-i âzam ve “sekîne” tabir ettiği esmâ-i sitte-i meşhuruyla daima meşgul olan bir şakirdiyle konuştuğu ve teselli verdiği ve çok emareler ve karinelerle o şakirt, Said olduğu ispat edilmiş. Ve orada o şakirdine demiş:
Haşiye :
Hem de İnna a’teyna’nın sırrı kısmen tahakkuk etmiş. Çünkü, süfyaniyetin dört rüknünden en kuvvetlisi ve dehşetlisi bütün bütün çekildi. Kabir altında azap çekiyor. Ve en büyüğü dahi alâkası bilfiil çekilmiş, Mason komitesinin mahkûmu ve âleti olup azabıyla meşguldür. Yalnız onun gölgesi hükmediyor. İleri tecavüz etmemekle beraber kısmen geriliyor. Bâki kalan iki şahıs ise ellerinden gelse tamire çalışacaklar.
Yani, ecnebi hurufları 1348’de tâmim edilecek, çoluk-çocuk emirler ve fakirler icbar suretinde, gece dersleriyle öğrenmeye çalışacaklar.
Evet, cümlesi tam tamına iki 800, iki 120, iki 400, iki 18, bir 10, mecmuu 1348’dir. Aynı tarihte Lâtinî huruflarına gece dersleriyle cebren çalıştırıldı.
Sonra İmam-ı Ali (r.a.) Sekîne ile meşgul olan Said’e (r.a.) bakar, konuşur. Akabinde der. İki-üç yerde kuvvetli işaretle Said (r.a.) ismini verdiği şakirdine hitaben, “Kendini Sekîne ile dua edip muhafazaya çalış” Yâ-i nidâî’den sonra müteaddit karineler ve emarelerle Said var. Demek ya Said olur. Bu fıkra nasıl ki kelimesiyle “el-Kürdî” lâkabına hem lâfzan, hem cifren bakar. Çünkü ‘siz “Kürd” kalbidir. ise, ve ‘ye tam muvafıktır. Öyle de, diğer bir ismi olan “Bediüzzaman” lâkabına dahi “ez-zaman” kelimesiyle îma etmekle beraber, 1354 veya 1355 makam-ı cifrîsiyle Said’in (r.a.) hakikat-i halini ve hilâf-ı âdet vaziyetini ve hıfz ve vikaye için kesretli duasını ve halvet ve inzivasını tamamiyle tabir ve ifade ettiğinden, sarahate yakın bir surette parmağını onun başına o kasidede teselli için basıyor. Burada da sırrına mazhar olan Risale-i Nur’u alkışlıyor.
Malûm olsun ki, Celcelûtiye’nin esası ve ruhu olan İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın en mühim ve en müdakkik üveysî bir şakirdi ve İslâmiyetin en meşhur ve parlak bir hücceti olan Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî (r.a.) diyor ki: “Onlar vahiyle Peygambere (a.s.m.) nazil olduğu vakit, İmam-ı Ali’ye (r.a.) emretti, ‘Yaz’; o da yazdı, sonra nazmetti.”
Yani tersinden okunuşudur.
Dördüncü Remiz
İmam-ı Ali (r.a.) Siracü’n-Nur’dan haber verdikten sonra, yine otuz üç ve bir cihetle otuz iki adet Süryanîce esmâyı tâdâd ederken, Risale-i Nur’un en kuvvetli, en kıymettar olan Mucizat-ı Kur’âniye Risalesine ve Otuz İkinci Söze kuvvetli işaret ettiği gibi, sair risalelere de remzen veya imâen veya telvihen bakar.
Evet, Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) Risale-i Nur’a bakarak, Süryanî isimleri derc ederek diyor:

diye dua ile hatmeder. Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) başta sarahatle haber verdiği mânâsında olan kelimesini tekrarla sabıkan beyan ettiğimiz harikalı Yirmi Dokuzuncu Söze kuvvetli bir karine ile işaret eder.
Sonra otuz ikinci mertebede, sûrelerin tâdâdında ehemmiyetle işaret ettiği risale-i câmia olan Otuz İkinci Söze yine nazar-ı dikkati kuvvetli celb etmek için ve bir nüshada yani “ism-i Adl ve ism-i Hakemin tecellîsiyle ve adalet ve mizanıyla ve intizam ve hikmetiyle dünya tamir edilir, tahripten kurtulur.” İkinci nüsha ile, “O iki ismin râyiha-i tayyibesiyle ve çok hoş kokularıyla, dünya güzel kokular alır, attar dükkânı gibi râyiha-i tayyibe verir.”
İşte, ism-i Adl ve ism-i Hakemin parlak bir aynaları ve bir tefsirleri hükmünde olan Otuz İkinci Söze parmak basıyor ve mânâ-yı mecazî suretinde ifade eder. kelimesinin tekrarıyla, Sözler otuz üç iken bir mertebesi mektuplardan ibaret olduğuna ve Otuz İkinci Söz, son mertebesi bulunduğuna îma eder. Ben Süryanî kelimelerinin mânâlarını tamamıyla bilemediğimden ve İmam-ı Gazâlî (r.a.) dahi tamamıyla izah etmediğinden, Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) o kelimelerle sair risalelere işârâtını şimdilik bırakıyorum.
Elbette diyebiliriz ki, Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) nasıl ki başta yani, “Hazine-i esrar olan ile başladım. Ruhum, onunla o hazineyi keşfetti” diyerek sâir işarâtın karinesiyle bir mânâ-yı işârî ve bir medlûl-ü mecazî suretinde Risale-i Nur’un Bismillâh’ı hükmünde ve fâtihası ve besmelesi ve Bismillâh’daki büyük sırrın hakikatini beyan eden ve kısa ve gayet kuvvetli Birinci Söz namında olan Bismillâh Risalesine îma, belki remiz, belki işaret ediyor. Aynen öyle de, sair işârâtın karine ve münasebetiyle ve huruf-u Kur’âniyenin esrarından bahseden ve Rumuzât-ı Semaniye namında bulunan sekiz küçük risalelerin mahiyetlerini andırır bir tarzda, ibareyi değiştirerek hurufların esrarıyla istimdat etmeye başlaması, karine-i lâtifesiyle muazzam dua ve münâcât ve câmi kasem-i istimdadînin âhirlerinde ve Sözlere ve Mektuplara işaretten sonra fıkrasıyla Yirmi Dokuzuncu Mektubun bir kısım esrar-ı huruf-u Kur’âniyeyi beyan eden Rumuzât-ı Semaniye namında sekiz küçük risalelerin en mühimleri ve feth-i Mekke ve feth-i Şam ve feth-i Kudüs ve feth-i İstanbul gibi çok fütuhat-ı İslâmiyeden gaybî haber veren sûre-i ‘nun esrarını beyan ile, fütuhat-ı İslâmiyenin pehlivanı olan Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) nazar-ı dikkatini celb eden Feth ve Nasr risalesine, hem sûre-i Feth’in en mühim ve en âhir âyetin beş vecihle i’câzını beyan ve ispat ile, kahraman-ı İslâm Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) nazar-ı dikkatini celb eden gayet kıymetli olan âyet-i Feth risalesi namındaki küçük bir risaleye îma, belki işaret eder itikadındayım. Böyle itikada iştirak edilmezse de itiraz edilmemeli.

Altıncı Remiz:Madem Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.), üstad-ı kudsîsinden aldığı derse binaen, Kur’ân’a taallûk eden gelecek hâdisattan haber veriyor. Ve “Benden sorunuz” diye müteaddit ve doğru haberleri verip bir şah-ı velâyet olduğunu öyle kerametlerle ispat etmiş. Ve madem bu asırda Avrupa dinsizleri ve ehl-i dalâlet münâfıkları, dehşetli bir surette Kur’ân’a hücumu hengâmında Risale-i Nur o seyl-i dalâlete karşı mukavemet edip, Kur’ân’ın tılsımlarını keşfederek hakikatini muhafaza ediyor.
Ve madem fıkrasıyla, Yirmi Sekizinci Lem’ada ispat edildiği gibi sarahata yakın bir surette Risale-i Nur’a işaret etmekle beraber, Sûre-i Nur’daki âyetü’n-Nur’un Risale-i Nur’a işaretine işaret eder.
Ve madem mânâ ve cifirce tam tamına Risale-i Nur’a tevafuk ediyor.
Elbette diyebiliriz ki, bu fıkranın akabinde fıkrasıyla Risale-i Nur’un bidayette On İki Söz namında iştihar ve intişar eden on iki küçük risalelerine karinesiyle, bu fıkradaki on iki Süryanî kelimeler onlara birer işarettir. Gerçi elimde bulunan Celcelûtiye nüshası en sahih ve en mutemeddir. İmam-ı Gazâli (r.a.) gibi çok imamlar Celcelûtiye’yi şerh etmişler. Fakat bu Süryanî kelimelerinin mânâsını tam bilmediğimden ve nüshalarda ihtilâf bulunduğundan, herbirisinin vech-i işaretini ve münasebetini şimdilik bilmediğimden bırakıyorum.
Elhasıl: Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) bir defa fıkrasıyla âhirzamanda Risale-i Nur’u dua ile Allah’tan niyaz eder, ister ve bidayette on iki risaleden ibaret bulunduğundan, yalnız on iki risalesine işaret ediyor. İkinci defada fıkrasıyla daha sarîh bir surette Risale-i Nur’u medh ü senâ ile göstererek, tekemmülüne işareten, umum Sözleri ve Mektupları ve Lem’aları remzen haber verir.
Hem On İki Söz namıyla çok intişar eden o küçücük risaleler bu fıkradaki kelimeler gibi birbirine ismen ve sureten benzedikleri gibi, “bedi” mânâsında olan Celcelûtiye kelimesine mutabık olarak, herbiri gayet bedi’ bir tarzda, güzel bir temsille, büyük ve derin bir hakikat-i Kur’âniyeyi tefsir ve ispat eder.
Eğer bir muannid tarafından denilse, “Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) bu umum mecazî mânâları irade etmemiş.”
Biz de deriz ki:
Faraza Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) irade etmezse, fakat kelâm delâlet eder. Ve karinelerin kuvvetiyle işârî ve zımnî delâletle mânâları içine dahil eder.
Hem madem o mecazî mânâlar ve işârî mefhumlar haktır, doğrudur ve vâkıa mutabıktır; ve bu iltifata lâyıktırlar ve karineleri kuvvetlidir. Elbette Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) böyle bütün işârî mânâları irade edecek küllî bir teveccühü faraza bulunmazsa -Celcelûtiye vahiy olmak cihetiyle- hakikî sahibi, Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) üstadı olan Peygamber-i Zîşanın (a.s.m.) küllî teveccühü ve üstadının Üstad-ı Zülcelâlinin ihâtalı ilmi onlara bakar, irade dairesine alır. Bu hususta benim hususi ve kat’î ve yakîn derecesindeki kanaatimin bir sebebi şudur ki:
Müşkülât-ı azîme içinde el-Ayetü’l-Kübrânın tefsir-i ekberi olan Yedinci Şuâyı yazmakta çok zahmet çektiğimden, bir kudsî teselli ve teşvike cidden çok muhtaçtım. Şimdiye kadar mükerrer tecrübelerle bu gibi haletlerimde inâyet-i İlâhiye imdadıma yetişiyordu. Risaleyi bitirdiğim aynı vakitte, hiç hatırıma gelmediği halde, birden bu keramet-i Aleviyenin zuhuru bende hiçbir şüphe bırakmadı ki, bu
dahi benim imdadıma gelen sair inâyet-i İlâhiye gibi Rabb-i Rahîmin bir inâyetidir. İnâyet ise aldatmaz, hakikatsiz olmaz.

Yedinci Remiz :
Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) nasıl ki, diye birinci fıkrasıyla Yedinci Şuâya işaret etmiş. Öyle de, aynı fıkra ile “âlî bir tefekkürnâme ve tevhide dair yüksek bir mârifetname” namında olan Yirmi Dokuzuncu Arabî Lem’aya dahi işaret eder. İkinci fıkrasıyla İsm-i âzam ve Sekîne denilen esmâ-i sitte-i meşhurenin hakikatlerini gayet âlî bir tarzda beyan ve ispat eden ve Yirmi Dokuzuncu Lem’ayı takip eyleyen Otuzuncu Lem’a namında altı nükte-i esmâ risalesine cümlesiyle işaret ettiğinden, sonra akabinde risale-i esmâyı tâkip eden Otuz Birinci Lem’anın Birinci Şuâsı olarak otuz üç âyet-i Kur’âniyenin Risale-i Nur’a işârâtını kaydedip hesab-ı cifrî münasebetiyle baştan başa ilm-i huruf risalesi gibi görünen ve bir
mucize-i Kur’âniye hükmünde bulunan risaleye kelimesiyle işaret edip, der’akap kelâmıyla dahi risale-i hurufiyeyi takip eden ve el-Ayetü’l-Kübrâ’dan ve başka Resâil-i Nuriyeden terekküp eden ve Asâ-yı Mûsâ namını alan ve Asâ-yı Mûsâ gibi, dalâletin ve şirkin sihirlerini iptal eden Risale-i Nur’un şimdilik en son ve âhir risalesine Asâ-yı Mûsâ nâmını vererek işaretle beraber mânevî karanlıkları dağıtacağını müjde ediyor.
Evet, kelimesiyle Yedinci Şuâya işareti kuvvetli karinelerle ispat edildiği gibi, aynı kelime, diğer bir mânâ ile elhak Risale-i Nur’un Ayetü’l-Kübrâsı hükmünde ve ekser risalelerin ruhlarını cem eden ve Arabî bulunan Yirmi Dokuzuncu Lem’aya bu kelâm “müstetbeâtü’t-terâkib” kaidesiyle ona bakıyor, efradına dahil ediyor. Öyleyse; Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) dahi bu fıkradan ona bakıp işaret eder diyebiliriz.
Hem sair işârâtın karinesiyle, hem Mektubat’tan sonra Lem’alara, başka bir tarz-ı ibare ile îma ederek Lem’aların en parlağının telifi dehşetli bir zamanda ve hapis ve idamdan kurtulmak ve emniyet ve selâmet bulmak için mânâyı mecazî ve mefhum-u işârî ile Hazret-i Ali (r.a.) kendi lisanını büyük tehlikelerde bulunan müellifin hesabına istimal ederek yani, “Yâ Rab, beni kurtar, emân ve emniyet ver” diye dua etmesiyle, tam tamına Eskişehir Hapishanesinde idam ve uzun hapis tehlikesi içinde telif edilen Yirmi Dokuzuncu Lem’anın ve sahibinin vaziyetine tevafuk karinesiyle kelâm-ı zimnî ve işârî delâlet ettiğinden diyebiliriz ki, Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) dahi bundan, ona işaret eder.
Hem Otuzuncu Lem’a namında ve altı nükte olan risale-i esmâya bakarak deyip sair işârâtın karinesiyle, hem Yirmi Dokuzuncu Lem’aya takip karinesiyle, hem ikisinin isimde ve esmâ lâfzında tevafuk karinesiyle, hem teşettüt-ü hale ve sıkıntılı bir gurbete ve perişaniyete düşen müellifi onun telifi bereketiyle teselli ve tahammül bulmasına ve mânâ-yı mecazî cihetinde Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) lisanıyla kendine dua olan yani “İsm-i âzam olan o esmâ risalesinin bereketiyle beni teşettütten, perişaniyetten hıfz eyle yâ Rabbi” meâli, tam tamına o risale ve sahibinin vaziyetine tevafuk karinesiyle kelâm-ı mecazî delâlet ve İmam-ı Ali’nin (r.a.) ise gaybî işaret eder diyebiliriz.
Hem madem Celcelûtiye’nin aslı vahiydir ve esrarlıdır ve gelecek zamana bakıyor ve gaybî umûr-u istikbaliyeden haber veriyor.
Ve madem Kur’ân itibarıyla bu asır dehşetlidir ve Kur’ân hesabıyla Risale-i Nur bu karanlık asırda ehemmiyetli bir hadisedir.
Ve madem sarahat derecesinde çok karine ve emarelerle Risale-i Nur Celcelûtiye’nin içine girmiş, en mühim yerinde yerleşmiş.
Ve madem Risale-i Nur ve eczaları bu mevkie lâyıktırlar ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) nazar-ı takdirine ve tahsinine ve onlardan haber vermesine liyakatleri ve kıymetleri var.
Ve madem Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) Siracü’n-Nur’dan, zâhir bir surette haber verdikten sonra, ikinci derecede perdeli bir tarzda Sözlerden sonra Mektuplardan, sonra Lem’alardan, risalelerdeki gibi aynı tertip, aynı makam, aynı numara tahtında, kuvvetli karinelerin sevkiyle kelâm delâlet ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) işaret ettiğini ispat eylemiş.
Ve madem başta, risalelerin başı ve Birinci Söz olan Bismillâh Risalesine baktığı gibi, kasem-i câmi-i muazzamın âhirinde, risalelerin kısm-ı âhirleri olan son Lem’alara ve Şuâlara, hususan bir Ayetü’l-kübra-yı tevhid olan Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i harika-i Arabiye ve risale-i esmâ-i sitte ve risale-i işarât-ı huruf-u Kur’âniye ve bilhassa şimdilik en âhir Şuâ ve Asâ-yı Mûsâ gibi, dalâletlerin bütün mânevî sihirlerini iptal edebilen bir mahiyette bulunan ve bir mânâda Ayetü’l-Kübrâ namını alan risale-i harikaya bakıyor gibi bir tarz-ı ifade görünüyor.
Ve madem, birtek meselede bulunan emâreler ve karineler, meselenin vahdeti haysiyetiyle, emareler birbirine kuvvet verir, zayıf bir münasebetle bir tereşşuh dahi menbaına ilhak edilir.
Elbette, bu yedi adet esaslara istinaden deriz: Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) nasıl ki meşhur Sözlere tertipleri üzerine işaret etmiş ve Mektubat’tan bir kısmına ve Lem’alardan en mühimlerine tertiple bakmış. Öyle de, cümlesiyle Otuzuncu Lem’aya, yani müstakil Lem’alardan en son olan Esmâ-i Sitte Risalesine tahsin ederek bakıyor ve kelâmıyla dahi Otuzuncu Lem’ayı takip eden İşarât-ı Huruf-u Kur’âniye Risalesine takdir edip işaretle tasdik ediyor.
kelimesiyle dahi şimdilik en âhir risale ve tevhid ve imanın elinde Asâ-yı Mûsâ gibi harikalı en kuvvetli bürhan olan mecmua risalesini senâkârâne remzen gösteriyor gibi bir tarz-ı ifadeden bilâperva hükmediyoruz ki, Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) hem Risale-i Nur’dan, hem çok ehemmiyetli risalelerinden mânâ-yı hakikî ve mecazî ile işârî ve remzî ve îmâî ve telvihî bir surette haber veriyor. Kimin şüphesi varsa, işaret olunan risalelere bir kere dikkatle baksın. İnsafı varsa şüphesi kalmaz zannediyorum. Buradaki mânâ-yı işârî ve medlûl-u mecazîlere karinelerin en güzeli ve lâtifi, aynı tertibi muhafaza ile verilen isimlerin münasebetidir. Meselâ, yirmi dokuz, otuz ve otuz bir ve otuz iki mertebe-i tâdâdda Yirmi Dokuz ve Otuz ve Otuz Bir ve Otuz İkinci Sözlere gayet münasip isimlerle ve başta Sözlerin başı olan Birinci Söze, aynı besmele sırrıyla ve âhirde şimdilik risalelerin âhirine, mâhiyetini gösterir lâyık birer isim vererek işaret etmesi gerçi gizli ise de, fakat çok güzeldir ve letafetlidir.
Sekizinci Remiz:Bu remzin beyanından evvel en mühim, iki suale cevap yazılacak.
Birinci sual: Bütün kıymettar kitaplar içinde Risale-i Nur, Kur’ân’ın işaretine ve iltifatına ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) takdir ve tahsinine ve Gavs-ı Azamın teveccüh ve tebşirine veçh-i ihtisası nedir? O iki zâtın kerametle Risale-i Nur’a bu kadar kıymet ve ehemmiyet vermenin hikmeti nedir?
Elcevap: Malûmdur ki, bazı vakit olur, bir dakika, bir saat; ve belki bir gün, belki seneler kadar; ve bir saat, bir sene, belki bir ömür kadar netice verir ve ehemmiyetli olur. Meselâ, bir dakikada şehid olan bir adam, bir velâyet kazanır. Ve soğuğun şiddetinden incimad etmek zamanında ve düşmanın dehşet-i hücumunda bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir.
İşte, aynen öyle de, Risale-i Nur’a verilen ehemmiyet dahi, zamanın ehemmiyetinden, hem bu asrın şeriat-ı Muhammediyeye (a.s.m.) ve şeâir-i Ahmediyeye (a.s.m.) ettiği tahribatın dehşetinden, hem bu âhirzamanın fitnesinden eski zamandan beri bütün ümmet istiâze etmesi cihetinden, hem o fitnelerin savletinden mü’minlerin imanlarını kurtarması noktasından, Risale-i Nur öyle bir ehemmiyet kesb etmiş ki; Kur’ân ona kuvvetli işaretle iltifat etmiş. Ve Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) üç kerametle ona beşaret vermiş. Ve Gavs-ı Azam (r.a.) kerametkârâne ondan haber verip tercümanını teşci etmiş.
İkincisi: Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) başta ve ortalarında ve âhirde bir hazine-i ulûm olarak gösteriyor. Halbuki, zâhirinde yalnız bir münâcâttır. Hattâ İmam-ı Ali’nin (r.a.) hakikat-feşan sair kasideleri ve ilmî başka münâcâtları gibi, esrar-ı ilmiye ile tam münasebeti görünmüyor. Benim hususî kanaatım şudur ki: Celcelûtiye, madem Risale-i Nur’u içine almış ve sinesine basıp mânevî veled gibi kabul etmiş, elbette fıkrası ile kendi hazinesinin bir kısım pırlantalarını âhirzamanda neşreden Risale-i Nur’u şahit gösterip Celcelûtiye’yi bir hazine-i ulûm ve bir define-i ilmiyedir diye bihakkın medh ü senâ edebilir.
Üçüncüsü: Malûmdur ki, bazan gayet küçük bir emare, bazı şerait dahilinde gayet kuvvetli bir delil hükmüne geçer, yakîn derecesinde kanaat verir. Bana böyle kanaat veren çok misallerinden yalnız sabık beyan ettiğim birtek misal bana kâfi geliyor. Şöyle ki:
Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) fıkrasıyla Risale-i Nur’u tarihiyle ve ismiyle ve mahiyetiyle ve esaslarıyla ve hizmetiyle ve vazifesiyle gösterdikten sonra, Süryanîce isimleri tâdâd ederek münâcât eder. Otuz iki veya otuz üç adet isimlerde iki defa kelimesini tekrar eder. Biri, yirmi yedincide ; diğeri, otuz birde der.
İşte Risale-i Nur’un Sözleri otuz üç ve bir cihette otuz iki ve Mektubat namındaki risalelerin dahi bir cihette otuz iki ve bir cihette otuz üç olup bu münâcâtla mutabık olması ve yalnız risale şeklinde iki adet zeyilleri bulunması ve o zeyillerin birisi Yirmi Yedinci Sözün ehemmiyetli zeyli ve diğeri Otuz Birinci Sözün kıymettar zeyli olması ve o iki zeyl risalesinin müstakil mertebe ve numaraları bulunmaması ve kelimesi dahi aynı yerde, aynı mânâda tevafuk etmesi bana iki kere iki dört eder derecesinde kanaat veriyor ki, Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) tebeî bir mânâ ile ve işârî bir mefhumla Risale-i Nur’a, hattâ zeyillerine bakmak için öyle yapmış. Daha çok karineler ve birer Söze işaret eden münasebetler var. Fakat gizli ve ince olduklarından zikredilmedi. Haşiye

Haşiye
Meselâ, yirmi sekizinci mertebede kelimesiyle Yirmi Sekizinci Sözün âhiri olan Cehennem meselesinin çok kuvvetli bir burhanına işaret edip baştaki Cennet meselesinin yalnız iki üç sual ve cevaba dair bahsi ise, başka yerde işaret ettiğinden münasebet gizlenmiş.
Hem meselâ, ikinci mertebede kelimesiyle, hem İkinci Söze, hem İkinci Mektuba, hem İkinci Lem’aya, hem İkinci Şuâya baktığından münasebet genişlendiğinden gizlenmiş.
Hem meselâ ve ve ve ve yani, beşinci mertebede bulunması, hem Beşinci Söze, hem Beşinci Mektuba, hem Beşinci Lem’aya ve Dördüncü Şuâ olan Ayet-i Hasbiye Risalesine, hem Üçüncü Şuâ olan Münâcâta baktığı cihetle münasebet genişlenmiş, gizlenmiş. Buna başkaları kıyas edilsin. “
“Altıncı nokta: İmam-ı Ali’nin
-1- emrettiği gibi, insan küçük bir cisim ise de, büyük âlemi içine alacak kadar büyüktür. Öyle ise cüz’î istifadesi küllî olur, öyle ise abesiyet yoktur.”
“Evet, şeddesiz beş yüz (500) eder; doksandır (90). İstikbale bakan çok âyetler, hem bu asrımıza, hem o asırlara işaret etmeleri cihetinde istikbalden haber veren İmam-ı Ali (r.a.) ve Gavs-ı âzam (k.s.) dahi, aynen hem bu asrımıza, hem o asra bakıp haber vermişler.”
“Birincisi: “Eğer perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek” diyen İmam-ı Ali (radıyallahu anh) ve yerde iken Arş-ı âzamı ve İsrafil’in azamet-i heykelini temâşâ eden Gavs-ı âzam (k.s.) gibi keskin nazar ve gayb-bîn gözleri bulunan binler aktâb ve evliya-yı azîmeyi câmi ve âl-i Muhammed nâmıyla şöhretşiâr-ı âlem olan cemaat-i nuraniyenin icmâ ile tasdikleridir.”
“Rabian: Risaletü’n-Nur, kendi kendine Kur’an’ın himayeti ve hıfz-ı Rabbânî altında intişar ediyor. İmam-ı Ali (r.a.) iki defa “sırren, sırren” demesi işaret eder ki, perde altında daha ziyade feyiz ve nur verir. Sizin gibi kardeşlerim, zamanın sarsıntılı hadisatına karşı-şimdiye kadar gibi-yine tam mukavemet eder ümidindeyim. . düsturumuz olmalı.”
“Risale-i Nur, kendi sadık ve sebatkar şakirtlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şakirtlerden tam ve halis bir sadakat ve daimi ve sarsılmaz bir sebat ister. Evet, Risale-i Nur on beş senede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikiyi on beş haftada ve bazılara on beş günde kazandırdığını, yirmi senede, yirmi bin zat tecrübeleriyle şehadet ederler.
Hem, iştirak-i âmâl-i uhreviye düsturuyla, herbir şakirdine, herbir günde binler halis lisanlarla edilen makbul duaları ve binler ehl-i salâhatin işledikleri âmâl-i salihanın misil sevaplarını kazandırıp, herbir hakikî sadık ve sebatkar şakirdini amelce binler adam hükmüne getirdiğine delil, kerametkârâne ve takdirkârâne İmam-ı Ali Radıyallahü Anhın üç ihbarı ve keramet-i gaybiye ve Gavs-ı Âzamdaki (k.s.) tahsinkârâne ve teşvikkârâne beşareti ve Kur’an-ı Mucizü’l-Beyânın kuvvetli işaretiyle o halis şakirtler, ehl-i saadet ve ashab-ı Cennet olacaklarına müjdesi pek kat’î ispat ederler. Elbette böyle bir kazanç, öyle bir fiyat ister.”
“Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh iki defa demesi, Risale-i Nur perde altında tenevvür ve tenvir eder diye işaret ediyor. Mümkün olduğu kadar geçici rüzgârlara ehemmiyet vermeyiniz, bakmayınız. Zaten mabeyninizde samimi tesanüt ve meşveret-i şer’iye, sizi öyle şeylerden muhafaza eder. İçinizdeki şahs-ı manevinin fikrini, o meşveretle bildirir.Kardeşiniz ve sizinle dünyada, berzahta, ahirette müteşekkirâne iftihar eden ve edecek hizmet-i Kur’aniyede arkadaşınız. Said Nursî”
“İmam-ı Ali Radıyallahü Anhın emrine inkıyad etmek icap ettiğinden, Risale-i Nur’u gizli okumak, gizli yazmak, gizli neşretmek lazımdı. O kardeşlerimizin bu emre riayet etmemesinden ileri geldiğinden, hafif şefkat tokatı yediklerinden, tekrar geçmiş olsun.
Hiç merak etmesinler, hiçbir şey yapılmaz ve yapamaz ve göremezler. Bu hadiseden müteessir olup çekinmeyiniz; bilâkis çalışmanızı ziyadeleştirin ki, tecrübe-i meydan-ı imtihanda muvaffak olasınız. Risale-i Nur’a sık sık ilişirler, fakat bir halt edemezler. Çünkü, Gavs-ı Âzam (k.s.) ve İmam-ı Ali (r.a.) gibi zatların himayeleri ve duaları berekâtına, Hafîz-ı Hakikî hıfz eder. Elhamdü lillâh, hâzâ min fadli Rabbî. Ruhânî inkıbaz inşaallah geçecektir.
Risale-i Nur *. sırrına mazhardır. Ondan istimdat et. Risale-i Nur talebeleri birbirinin ibadetinden hissedar olduklarından, daimi virdleri olan bu ayet-i azime size de şifa verir. Risale-i Nur’u yazınız, ihtiyata riayet ediniz.
Bütün kardeşlerime selam ve hürmetler. Risale-i Nur’a çalışmanızı tekrar tavsiye ederim, kardeşlerim. Kardeşiniz Selâhaddin”
“Her vakit ihtiyat iyidir. Zaten Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh de kerametkârane bize ihtiyatı tavsiye ediyor. Şimdi, Şark tarafında yeni bir hâdise: Bir şeyh tarafından, kendi müridleri ve halifeleri vasıtasıyla din lehinde, eskiden beri meşhur olmuş Şeyh Ahmed namında türbedâr-ı Nebevî tarafından vasiyetname-i Peygamberî (a.s.m.) namında bir eser, o havalide gezmiş, intişar etmiş. Oralarda çalışan kahraman Selâhaddin’i bir derece ihtiyata sevk edip, bütün siyasetlerin fevkinde ve siyasetlere tenezzül etmeyen Risale-i Nur cereyanı, öyle siyasete temas edebilen cereyanlarla iştiraki görünmemek için, daha ziyade ihtiyat ve tevakkufa mecbur olmuş. Bugün, beş ay, Ankara’ya bir vazifeyle gitmek için buraya geldi. Bir hafiye onu takip edip o da arkasından girdi. Ben o casusa, Selâhaddin kalktıktan sonra, dedim ki:
Risale-i Nur ve ondan tam ders alan biz şakirtleri, değil dünya siyasetlerine, belki bütün dünyaya karşı da Risale-i Nur’u âlet edemeyiz ve şimdiye kadar da etmemişiz. Biz ehl-i dünyanın dünyalarına karışmıyoruz. Bizden zarar tevehhüm etmek divaneliktir.”
“Risale-i Nur’un makbuliyetine imza basan ve gaybi işaretlerle ondan haber veren sekiz parçadan birinci parçadır. Aynı meseleye, aynı davaya ittifakları sarahat derecesindedir. Vahdet-i mesele cihetiyle o emareler birbirine kuvvet verir, teyid eder. O sekizden üç tanesi İmam-ı Ali nin üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nur dan haber vermesine dairdir. “
“Şimdi eğer mecbur olsam ve size ve Risale-i Nur a zarar gelmemek için kabul etsem, yine ileride millete iade etmek üzere saklayacağım. Zaruret-i kat iye derecesinde, kendime yalnız az bir parça sarf edeceğim. İşittim ki, eğer reddetsem, onlar, hususan lehimde iaşem için çalışanlar gücenecekler. Ve aleyhimde olanlar diyecekler: “Bu adam başka yerden iaşe ediliyor.” O bedbahtlar, iktisadın harikulade bereketini bilmiyorlar ve iki günde beş kuruşluk ekmek bana kafi geldiğini görmemişler ki, bütün bütün asılsız bir evhama kapılıyorlar.
Eğer kabul etsem, yetmiş senelik hayatım gücenecek; ve bu zamandan haber verip tama ve maaş yüzünden bid alara giren ve ihlası kaybeden alimleri tokatlayan İmam-ı Ali Radıyallahu Anh dahi benden küsecek ihtimali var; ve Risale-i Nur’un hakiki ve safi olan ihlası beni de ihlassızlıkla itham etmek ciheti var. Ben, hakikaten tahayyürde kaldım.”
“Hazret-i Ali (r.a.) fıkrasında Ayetü’l-Kübrâ yüzünden şakirtleri bir musibete düşüp ve onun berekatıyla emniyet ve selamete çıkacaklarını kerametkarane haber verdiği gibi, Ayetü’l-Kübrâ risalesi Nurlar içinde yüzer matbu nüshasıyla serbestiyet noktasında daha ziyade mevki alması cihetiyle bu memlekete üç büyük yağmur rahmetine birinci vesile olduğu gibi; ben, dünya halini bilmiyorum, fakat eskiden beri boğazımızı sıkan ve daima bizi istila etmeye fırsat bekleyen ve dehşetli kuvvet alan ve taraftarlar bulan ve bizi istinadsız zannıyla fırsat bekleyenin istilasından ve esaretinden Ayetü’l-Kübrâ ve arkadaşlarının serbestiyeti çok hadise ve emarelerle, şimdiye kadar Risale-i Nur, sadaka gibi, belaların def’ine bir vesile olduğundan, bu da bu belaya karşı vesiledir denilebilir. Ve İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın fıkrasında bir vecihte Ayetü’l-Kübrâ risalesi maksut olduğu gibi, Denizli Meyvesinin on bir meselesi “Hüccetü l-Baliğa,” on bir hüccetiyle, aynen Asa-yı Musa nın on bir mucizesine tevafuk edip, bu fıkrada aynen Ayetü’l-Kübrâ risalesi gibi İmam-ı Ali nin (r.a.) medar-ı nazarı olduğu kalbime ihtar edildi.
Demek Meyve Risalesi, Asa-yı Musa gibi, çok firavunları susturur, mağlup eder. Ayetü’l-Kübrâ yı tab eden kahraman ve mübarek kardeşlerimiz, pek büyük bir hizmet-i Nuriye yapmışlar. Merhum Hafız Ali nin (r.a.) hizmet-i Nuriyesi bununla da devam ediyor.
…. Evet, İmam-ı Ali nin (r.a.) Ayetü’l-Kübrâ hakkında verdiği haberi tam tamına Denizli hadisesi tasdik etti. Çünkü bu risalenin gizli tab ı hapsimize bir vesile oldu; ve onun kudsi ve çok kuvvetli hakikati galebesiyle beraat ve necatımıza ehemmiyetli bir sebep oldu. İmam-ı Ali nin (r.a.) keramet-i gaybiyesini körlere de gösterdi. [Ya Rab! Ayetül-Kübra hürmetine beni musibetten kurtar, eman ve emniyet ver.] hakkımızdaki duasının kabulünü ispat etti.”
“Şimdi bir ihtar ile kat i kanaatim geldi: O talebe arkadaşlarım, o üstadlar hükmünde hocalarım, o mürşidlerim, evliya ve şeyhlerim, bir hiss-i kablelvuku ile ruhu hissedip akıl bilmeyerek-ki en lüzumlu bir zamanda-o talebeler içinde ve o hocaların şakirtleri içinde ve o mürşidlerin müridleri içinde parlak bir nur çıkacak, ehl-i imanın imdadına gelecek diye, o istikbaldeki nimet-i İlahiyeye gayet ağır ve acip şerait içinde ve hadsiz muarızların karşısında ve bin seneden beri kuvvet bulan dalaletin mukabilinde ve gayet vehham ve garazkar düşmanlarımızın desiselerinin ihatasında ve iki dehşetli mahkemenin uzun tetkikatında Risale-i Nur’un bu fevkalade galebesi ve harikulade perde altında tenviratı ve düşmanlarını mecbur edip serbestiyetini kazanması gösteriyor ki, o mevkiine layıktır ki, kablelvuku İmam-ı Ali Radıyallahu Anh ve Gavs-ı Azam (kuddise sırruhu) ondan haber verdikleri gibi, bunlar, köy ve nahiye ve vilayetim, benimle beraber şuursuz olarak geleceğini hissedip mesrur olmuşlar.”
“Risale-i Nur’un makbuliyetine imza basan ve gaybi işaretlerle ondan haber veren sekiz parçadan birinci parçadır.
Aynı meseleye bu risalede yirmi dokuz işaret var. Sair parçalarla beraber bine yakın işaretler, rumuzlar, imalar, emareler aynı meseleye, aynı davaya bakmaları sarahat derecesindedir. Vahdet-i mesele cihetiyle, o emareler birbirine kuvvet verir, teyid eder. O sekizden üç tanesi, İmam-ı Ali Radiyallahu Anh, üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nur dan haber vermiş.”
“Kardeşlerim, çoktan size söylemek lazım gelirken unutmuştum. Kerametli Yirmi Dokuzuncu Söz, o Sözün yalnız birinci makamıdır. O Sözün ikinci makamı ise, ehemmiyetine binaen-ki, bir vecihte ona da “Ayetü’l-Kübrâ” namını İmam-ı Ali Radiyallahu Anhu vermiş olan-Yirmi Dokuzuncu Lem a-i Arabiyedir ki, “Allahu Ekber” gibi sair tesbihatın mertebelerindeki Nur ları beyan ediyor ve Hizb-i Nuriyenin de bir me hazıdır.”
“Hem, “Risale-i Nur mesleği, tarikat değil, hakikattir, Sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır.” Risale-i Nur, bu hizmeti lillahilhamd en müşkül ve ağır zamanlarda yapmış ve yapıyor. Risale-i Nur dairesi, Hazret-i Ali ve Hasan ve Hüseyin in (r.a.) ve Gavs-ı Azamın (k.s.) ihbarat-ı gaybiyeleriyle, şakirtlerinin bu zamanda bir dairesidir. Çünkü Hazret-i Ali, üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nur dan haber verdiği gibi, Gavs-ı Azam (k.s.) da kuvvetli bir surette Risale-i Nur dan haber verip tercümanını teşci etmiş. Bu mahrem dört Risale-i Keramet-i Aleviye ve Gavsiyeye ait dört risale inşaallah bir vakit size gönderilebilir. Mahkeme ehl-i vukufu, onlara itiraz edememiş. Yalnız “Bu yazılmamalıydı” diye küçük bir tenkit etmişler. Ben de cevap verdim, onlar sustular. Zaten Üveysi bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Azamdan (k.s.) ve Zeynelabidin (r.a.) ve Hasan, Hüseyin (r.a.) vasıtasıyla İmam-ı Ali den (r.a.) almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir.”
“Size yazmıştım ki: Nasıl Hizb-i Nuriye Risale-i Nur’un ve Ayetü’l-Kübrâ nın bir hülasasıdır; öyle de, on dakika zarfında Hizb-i Nuriyenin bir hülasası, bu Ramazan-ı Şerifin feyzinden ve Ramazan da telif edilen ve yeni intişar eden Ramazaniye Risalesi olan Ayetü’l-Kübrâ nın otuz üç mertebe-i vücub ve vücud ve tevhid otuz üç elsine-i külliye ile tezahür ettiği gibi, ruh ve hayal ve kalb o noktadan öyle bir inbisat ve inkişaf etti ki, herbir mertebenin söylediği şehadetini dediğim vakit, o külli lisan benim oluyor gibi azametli bir tevhid hissettiğimden, Ayetü’l-Kübrâ, güneş gibi İmân nurlarını ruhlara telkin edebilir. Şeksiz şüphesiz kanaat ettim ve gördüm ve İmam-ı Ali nin (r.a.) ona verdiği ehemmiyetin sırrını bildim.”
“Hem, madem Risale-i Nur şakirtlerinin en büyük üstadı, Peygamberden (a.s.m.) sonra Celcelutiye nin şehadetiyle İmam-ı Ali Radıyallahu Anhtır; onun muhabbetini dava eden Şiiler, Aleviler, Risale-i Nur’un derslerini Sünnilerden ziyade dinlemeseler, Al-i Beyte muhabbet davaları yanlış olur. Zaten kaç sene evvel, o Alevi köyünde üç Ali nin himmetiyle masumlar Risale-i Nur u şevkle yazmalarını işittim. Hatta o zamanda, o köyü de duama dahil etmiştim. İnşaallah, yine orada imam olmak istenilen kardeşimiz Ali nin himmetiyle ve Hafız Ali nin (r.h.) varisi Küçük Ali gibi kardeşlerimizin gayretiyle, onların hakkındaki dualarım boş gitmeyecek; o köydeki iki kısım Sünni, Alevi ittifak edecek.”
“Birinci sebep: İmam-ı Ali nin (r.a.) işaret ettiği gibi, perde altında her müştak, kendi kalemiyle veyahut başka kalemi çalıştırmasıyla büyük bir ibadet ve ahirette şehidlerin kanıyla racihane muvazene edilen mürekkep ile mücahede hükmündeki kitabetle envar-ı imanı neşretmektir. Eğer tab’ edilse, herkes kolayca elde ettiği için, kemal-i merakla ona çalışamaz, bilfiil neşrine hizmet vazifesini kaybeder. “
“Halbuki, bu memlekete maddi ve manevi bereketi ve fevkalade hizmeti ve umum alem-i İslama taalluk edecek hakaiki cami olduğu, otuz üç ayat-ı Kur’âniyenin işaretiyle ve İmam-ı Ali nin (r.a.) üç keramet-i gaybiyesiyle ve Gavs-ı Azamın kat i ihbarıyla tahakkuk etmiş olan Risale-i Nur’un siyasetle alakası yoktur. Fakat, küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşilik ve üstü olan istibdad-ı mutlakı, esasıyla bozar, reddeder. Emniyeti ve asayişi ve hürriyeti ve adaleti temin eder.
Risale-i Nur a, daha vatana, idareye zararı dokunmak bahanesiyle tecavüz edilmez. Daha kimseyi o bahaneyle inandıramazlar. Fakat cepheyi değiştirip, din perdesi altında bazı safdil hocaları veya bid a taraftarları veya enaniyetli sofi meşreplileri, bazı kurnazlıklarla Risale-i Nur a karşı iki sene evvel İstanbul da ve Denizli civarında olduğu gibi istimal etmeye münafıklar belki çabalayacaklar. İnşaallah muvaffak olamazlar.”
“Ona “Kürdi” denilmesi ve kaside-i Hazret-i İmam-ı Ali de (r.a.) görülen kelimesinin hazf ve kalbiyle “Kürt” ima ve işaretinin bulunması, gerçekten Kürtlüğüne delalet etmez ve onun manevi silsile-i şerafet ve siyadetten tenzil ve teb idini icap ettirmez. Bu isnad ve izafe, Kürdistan da doğup büyüyen ve bu lakapla maruf ve meşhur olan bu zatın Risaletin-Nur’un tercümanı olduğunu sırf aleme ilan etmek içindir; yoksa Kürtlüğünü ispat etmek için değildir.
Kürtçe bilmesi, o kıyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr ve ihfa için olup, hakiki hüviyet ve milliyetini ihlal ve inkar mana ve maksadıyla değildir diye düşünüyorum.”
“Saniyen: Mümkün olduğu kadar Asa-yı Musa mecmuasını yazmakta fütur ve tevakkuf verilmesin. O kudsi birinci vazifenin pek çok ehemmiyeti var; Onun hakkında İmam-ı Ali (r.a.) demiş.
Size iki Ali nin on dört parça mübarek risalelerini tashih edip posta ile gönderdim. Burada hem beni, hem talebeleri şevkle tam çalıştırdılar. Kastamonu da imdadıma geldikleri gibi, burada dahi o iki kahraman yine imdadıma yetiştiler.”
“Hem onların nüshaları, pek çokların imanlarını kurtaracaklar veya imana gelecekler. Bir hadiste vardır ki, “Bir tek adam seninle imana gelse, sahra dolusu kırmızı koyundan daha hayırlıdır.” Hem onlar, bu mübarek kalemleriyle, eski zamanda İslamiyetin büyük mücahid kahramanlarının kılıçlarının kudsi hizmetlerini görüyorlar. Elbette istikbal, onları ve Nurcuları çok alkışlayacak.
Saniyen: Asa-yı Musa mecmuasının başında bu gelen ve çizgiyle işaret edilen fıkra yazılsa münasiptir. İsteyen, bu mektubun başındaki kısmını da beraber yazabilir.
İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, Celcelutiye sinde pek kuvvetli ve sarahate yakın bir tarzda Risale-i Nur dan ve ehemmiyetli risalelerinden aynı numara ile haber verdiğini, Yirmi sekizinci Lem a ile Sekizinci Şua tam ispat etmişler. İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, Risale-i Nur’un en son risalesini Celcelutiye de fıkrasıyla haber veriyor. Biz bir iki sene evvel Ayetü’l-Kübrâ yı en son zannetmiştik. Halbuki şimdi altmış dörtte telifçe Risale-i Nur’un tamam olması ve bu cümle-i Aleviyenin mealini, yani, karanlığı dağıtacak, asa-yı Musa (Aleyhisselam) gibi ışık verecek, sihirleri ibtal edecek” bir risaleden haber vermesi; ve bu mecmuanın “Meyve” kısmı bir müdafaa hükmüne geçip başımıza çöken dehşetli, zulümlü zulmetleri dağıttığı gibi, “Hüccetler” kısmı da, Nurlara karşı cephe alan felsefe karanlıklarını izale edip Ankara ehl-i vukufunu teslime ve tahsine mecbur etmesi; ve istikbalde zulmetleri dağıtacak çok emareler bulunması; ve asa-yı Musa (Aleyhisselamın) bir taşta on iki çeşme akıtmasına ve on bir mucizeye medar olmasına mukabil ve müşabih bu son mecmua dahi, “Meyve”, on bir mesele-i nuraniyesi ve “Hüccetullahi l-Baliğa” kısmı on bir hüccet-i katıası bulunması cihetinde bize kanaat verdi ki, İmam-ı Ali Radıyallahu Anh, o fıkra ile doğrudan doğruya bu Asa-yı Musa ismindeki mecmuaya bakar ve ondan tahsinkarane haber verir.”
“Risale-i Nur dan İşarat-ı Sebanın bidacılara şiddetli tokadı ve Sekizinci ve On sekizinci Lemada İmam-ı Ali’nin (r.a.) Ercüze de, ulemaü’s-su hakkında dehşetli tokadı; ve bidalara bir derece ve bir cihette müsait olan Vehhabilik mezhebini perde altında kabul edenler, Yirmi Sekizinci Mektubun, Vehhabiler hakkındaki meselenin tokadı; ve Kur’ân tercümesini yapan ve Kur’ân yerinde tercümesinin okunmasına cevaz gösterenlere Risale-i Nur’un şiddetli tokatları, ve derd-i maişet zarureti ve mevki-i içtimaide haysiyetini düşünmeleri sebebiyle hocalar, hatta İstanbul un eskide dost hocaları, kaçmaya ve az bir kısmı, tenkide çalışmaya, hatta, Al-i Beyt ve İmam-ı Ali’ye adavetleri bulunan müfrit Vehhabilik hesabına Risale-i Nur’un Al-i Beyt ve İmam-ı Ali’nin bir manevi hediyesi ve eseri olmasından, itiraz etmeye başlamışlar. Fakat biz, İstanbul alimlerinden kızmıyoruz, belki bir cihette memnunuz. Çünkü başkalara nisbeten ilişmiyorlar. “
“Evvela zatınızın bir risale kadar cami ve uzun ve müdakkikane hararetli mektubunuzu kemal-i merakla okudum. Peşin olarak size bunu beyan ediyorum ki, Risale-i Nur’un üstadı ve Risale-i Nur a Celcelutiye Kasidesinde rumuzlu işaretiyle pek çok alakadarlık gösteren ve benim hakaik-i imaniyede hususi üstadım, İmam-ı Ali dir (r.a.). Ve ayetinin nassıyla, Al-i Beytin muhabbeti, Risale-i Nur da ve mesleğimizde bir esastır ve Vehhabilik damarı, hiçbir cihette Nur’un hakiki şakirtlerinde olmamak lazım geliyor. Fakat, madem bu zamanda zındıka ve ehl-i dalalet ihtilafdan istifade edip, ehl-i imanı şaşırtıp ve şeairi bozarak Kur’ân ve İmân aleyhinde kuvvetli cereyanları var; elbette bu müthiş düşmana karşı cüz i teferruata dair medar-ı ihtilaf münakaşaların kapısını açmamak gerektir.”
“Sahabelerin bir kısmı, o harplerde, adalet-i izafiye ve nisbiye ve ruhsat-ı şer iyeyi düşünüp tabi olarak, Hazret-i Ali nin (r.a.) takip ettiği adalet-i hakikiye ve azimet-i şer iye ile beraber zahidane, müstağniyane, muktesidane mesleğini terk edip, muhalif tarafa bu içtihad neticesinde girdiklerini, hatta İmam-ı Ali nin (r.a.) kardeşi Ukayl ve “Habrü l-Ümme” ünvanını alan Abdullah ibni Abbas dahi bir vakit muhalif tarafında bulunduklarından, hakiki Ehl-i Sünnet ve l-Cemaat, bir düstur-u esasiye-i şer iyeye binaen diyerek o fitnelerin kapısını açmak, bahsetmek caiz görmüyorlar. Çünkü, itiraza müstehak birkaç tane varsa, tarafgirlik damarıyla büyük Sahabelere, hatta muhalif tarafında bulunan Al-i Beytin bir kısmına ve Talha ve Zübeyir (r.a.) gibi Aşere-i Mübeşşereden büyük zatlara itiraza başlar, zem ve adavet meyli uyanır diye, Ehl-i Sünnet o kapıyı kapamak taraftarıdır.”
“Valiler yerine, evliyalar, aktablara kumandan oldular. Kazançları bire bin değil, milyonlardır.
İşte bu sır içindir ki, Yeni Said in hususi üstadı olan İmam-ı Rabbani, Gavs-ı Azam ve İmam-ı Gazali, Zeynelabidin (r.a.) hususan Cevşenü l-Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali Kerremallahü Veche den aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü l-Kebir le daima onlara manevi irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risale-i Nur dan bize gelen meşrebi almışım. Zalimlerin gaddarlıklarını değil deşmek, bakmak, belki düşünmek de meşrebimize gelmiyor. Çünkü onlar mücazatını ve mazlumlar mükafatını, aklımızın fevkinde görmüşler. O meselelerle meşgul olmak, şimdiki bu hazır musibet-i diniyeye karşı mükellef olduğumuz vazife-i Kur’âniyeye zarar verir.”
“Demek İmam-ı Ali nin (r.a.) otuz kırk işaretiyle sarahat derecesinde haber verdiği Risale-i Nur, bu zamanın müthiş yaralarına tam bir ilaçtır. Onun için, o daire bize kafi gelmiş, harice çıkmıyoruz.
İmam-ı Ali Kerremallahü Veche nin şahsına ve hayatına ve adalet-i hakiki üzerine giden siyasetine ilişmek, darbe vurmak başkadır. Şahsiyet-i zahirisinden ve hayat-ı dünyeviyesinden ve siyaset-i içtimaiyesinden binler derece daha yüksek olan şahsiyet-i manevisine ve kemalat-ı ilmiyesine ve makamat-ı velayetine ve varisliğine darbe gelmez ve gelmemiş ve gelemiyor. Kimin haddi var? Onun için, iki ciheti birleştirmek tevehhümüyle karşısında muarazaya çalışanların taarruzu pek dehşetli görünüyor. Ehl-i İmân ortasında nasıl böyle vukuat olabilir diye hayret veriyor. Halbuki Yezid ve Velid gibi habis herifler müstesna, ötekilerin kısm-ı azamı, İmam-ı Ali nin (r.a.) harika kemalatına ve kerametlerine ve verasetine ilişmek değil, belki yalnız hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye ait idaresine darbe vurmaya çalışmışlar, hata etmişler.
Harici ve büyük bir düşmanın hücumu zamanında, dahili küçük düşmanlıkları bırakmak elzemdir. Yoksa, hücum eden büyük düşmana yardım hükmüne geçer. Bunun için, daire-i İslamiyede eskiden beri tarafgirane birbirine mukabil, muarız vaziyetini alan ehl-i İslam o dahili düşmanlıkları muvakkaten unutmak maslahat-ı İslamiye muktezasıdır.”
“Risale-i Nur dairesinde bulunan ve bilfiil çalışan hocalardan ve Konya hocalarından başka, sair hocalara, bugünlerde, tashihat yaparken şiddetli bir hiddet bana geldi. Çünkü, Arabi okumayan Nur şakirtlerinin fedakarları, Arabi bilmemesinden sehivler, hatalar oluyor. Ben de zahmet çektiğimden, hem eski talebelerimden olan hocalara ve kardeşime, hem şimdiki Ankara da ve İstanbul daki resmi hocalara bağırarak dedim:
“Ey insafsızlar! Neden hem vazifeniz, hem medresenin mahsulü, hem size farz-ı ayn gibi lüzumu bulunan bu hizmet-i imaniyede bana yardım etmiyorsunuz? Belki de sizin lakaytlığınızdan çokların çekilmesine sebebiyet veriyorsunuz. İmam-ı Ali nin (r.a.) ahir zamanın bir kısım hocalarına vurduğu tokattan hissedar oluyorsunuz” diye dehşetli bir itiraz kalbe gelirken, birden, kalbini bozmayan hocaları müdafaa etmek için üç mana ihtar edildi.”
“Hem bu zamanda, ehl-i imanın vahdetine çok zarar veren bazı siyasi cereyanlar Alevilerin fıtri fedakarlıklarından istifade edip kendilerine alet etmemek için Nur dairesine çekmek büyük bir maslahattır. Madem Nur şakirtlerinin üstadı İmam-ı Ali Radıyallahu Anh tır ve Nur’un mesleğinde hubb-u Al-i Beyt esastır; elbette hakiki Aleviler kemal-i iştiyakla o daireye girmeleri gerektir.
“İkincisi: Kahraman-ı İslâm İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, Celcelûtiyenin çok yerlerinde ve âhirinde bir himayetçi istemiş ki, namaz içinde huzuruna gaflet gelmesin. Düşmanları tarafından ona bir hücum mânâsı hâtırına gelmemek, sırf namazdaki huzuruna pek çok olan düşmanları tarafından bir hücum tasavvuru ile namazdaki huzuruna mâni olunmamak için, bir muhafız ifriti dergâh-ı İlâhîden niyaz etmiş.”
“Ümmetin beklediği, âhirzamanda gelecek zâtın üç vazifesinden en mühimi ve en büyüğü ve en kıymettarı olan iman-ı tahkikîyi neşir ve ehl-i imanı dalâletten kurtarmak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmihâ Risale-i Nur’da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı âzam ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı mânevîyi bir hâdimine vermişler, o hâdime mültefitane bakmışlar. Bu hakikatten anlaşılıyor ki, sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nur’u bir programı olarak neşir ve tatbik edecek.”
“Aynı meseleye bu birinci risalede yirmi dokuz işaret var. Sair parçalarla beraber bine yakın işaretler, remizler, imalar, emareler; aynı meseleye, aynı davaya ittifakla bakmaları, sarahat derecesindedir. Vahdet-i mesele cihetiyle, o emareler birbirine kuvvet verir, teyid eder. O sekizden üç tanesi, İmam-ı Alinin (r.a.) üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nurdan haber vermiş. “
“Hem, iştirak-i âmâl-i uhreviye düsturuyla, herbir şakirdine, herbir günde binler halis lisanlarla edilen makbul duaları ve binler ehl-i salâhatin işledikleri âmâl-i salihanın misil sevaplarını kazandırıp, herbir hakikî sadık ve sebatkar şakirdini amelce binler adam hükmüne getirdiğine delil, kerametkârâne ve takdirkârâne İmam-ı Ali Radıyallahü Anhın üç ihbarı ve keramet-i gaybiye ve Gavs-ı Âzamdaki (k.s.) tahsinkârâne ve teşvikkârâne beşareti ve Kur’an-ı Mucizü’l-Beyânın kuvvetli işaretiyle o halis şakirtler, ehl-i saadet ve ashab-ı Cennet olacaklarına müjdesi pek kat’î ispat ederler. Elbette böyle bir kazanç, öyle bir fiyat ister.”
“Otuz altı yapraktan ibaret ve İmam-ı Ali’nin fevkalâde takdirine mazhar olan Otuz İkinci Sözün kendi kendine gelen beş bin yedi yüz on beş tevafuku, Risaletü’n-Nur’un bu havalideki gayet mühim bir talebesi olan Ahmed Nazif’in nüshasında çıkmıştır. Demek o risalenin hatt-ı hakîkisine rastgelmiş ki, bu harika kerameti göstermişler.”
“Üçüncüsü: Aziz kardeşlerim, çok defa kalbime geliyordu: “Neden İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, Risaletü’n-Nur’a ve bihassa Ayetü’l-Kübra risalesine ehemmiyet vermiş?” diye sırrını beklerdim. Lillahilhamd, o sır ihtar edildi. İnkişaf eden o sırra yalnız kısa bir işaret ediyorum. Şöyle ki:
Risaletü’n-Nur’un mümtaz bir hasiyeti, imanın en son ve en külli istinad noktası kavi ve kati beyan edildiğinden, bu hasiyet, Ayetü’l-Kübra risalesinde fevkalade parlak görünüyor. Bu acib asırda mübareze-i küfür ve iman, en son nokta-i istinada dayandığı için, en son istinad noktasını kuvvetli ve kati beyan olduğundan, bu hasiyet, Ayetü’l-Kübra risalesinde fevkalade parlak görünüyor. Bu acib asırda, mübareze-i küfür ve iman, en son nokta-i istinada sirayet ederek, ona dayandırıyor.”
“Herbir Müslüman tek başıyla bu dehşetli yangından kurtulmaya meyusane çabalarken, Risalei’n-Nur (Risaletü’n-Nur) Hızır gibi imdada yetişti. Kainatı ihata eden son ordusunun Haşiye gösterip ve ondan mukavemetsuz maddi ve manevi imdat getirmek hizmetinde harika bir emirber neferi olarak Ayetü’l-Kübra risalesini İmam-ı Ali Radıyallahü Anh keşfen görmüş, ehemmiyetle göstermiş. Temsildeki sair noktaları tatbik ediniz, ta o sırrın bir hülâsası görünsün.”
“İkinci cümlesi: ‘dur. Yirmi Sekizinci Lem’a’da tafsilen beyan edildiği gibi, İmam-ı Ali (r.a.) Kaside-i Celcelûtiye’sinde sarahat derecesinde Risalei’n-Nur’a bakarak ve ona işaret ederek demiş: Ben tahmin ediyorum ki, İmam-ı Ali’nin (r.a.) bu işareti, bu cümle-i nuriyenin remzinden mülhemdir. Bu cümle-i âyetin makamı, 546 edip, Risale-i Nur’un adedi olan 548’e gayet cüz’î ve sırlı iki farkla tevafuk noktasından işaret ettiği gibi, remzî bir mânâsıyla tam bakıyor.”
“Hem Risale-i Nur zâhiren benim eserim olmak haysiyetiyle senâ etmiyorum. Belki yalnız Kur’ân’ın bir tefsiri ve Kur’ân’dan mülhem bir tercüman-ı hakikîsi ve imanın hüccetleri ve dellâlı olmak haysiyetiyle meziyetlerini beyan ediyorum. Hattâ, bir kısım risaleleri ihtiyarım haricinde yazdığım gibi Risale-i Nur’un ehemmiyetini zikretmekte ihtiyarsız hükmündeyim. İmam-ı Ali’nin (radıyallahu anh) âyetü’l-Kübrâ namını verdiği Yedinci Şuâ risalesini yazmakta çok zahmet çektiğime bir mükâfat-ı âcile ve bir alâmet-i makbuliyet ve bir medâr-ı teşvik olarak bu keramet-i Celcelûtiye, inayet-i İlâhiye tarafından verildiğine şüphem kalmamış. Tahdis-i nimet kabilinden bunu Sekizinci Şuâ olarak yazdım. Yoksa haşre dair mühim bir âyetin mucizeli olan bürhanlarını yazacaktım.”
“İmam-ı Ali’nin (radıyallahu anh) Risale-i Nur’a dair üçüncü bir kerametidir.
Evet, On Sekizinci ve Yirmi Sekizinci Lem’alarda izah ve ispat edilen iki zâhir kerametini teyid ve takviye ederek Kaside-i Celcelûtiyesinde, Sirâcü’n-Nur’dan sarahat derecesinde haber verdiği gibi, yine o kasidede Sirâcü’n-Nur’un en namdar risalelerine parmak basıyor, âdetâ alkışlıyor; ve sekiz adet remizle meşhur bir kısım risalelerini gösteriyor.
Birincisi :
Risale-i Nur’a tasrih eden fıkrasından sonra Süryanî lisanıyla Esmâ-i Hüsnâdan istimdat ve suver-i Kur’âniye ile bir münâcât yapıyor. Tam otuz üç sûrelerle öyle garip ve mânidar bir tarzda zikrediyor ki, bir kısım sırları ve gaybî haberleri dahi bildirmek istediği anlaşılıyor. Ben sıkıntılı bir zamanda İmam-ı Ali’nin (radıyallahu anh) Ayetü’l-Kübrâ namını verdiği Yedinci Şuâyı bitirdiğim aynı vakitte, itikadımca bana acele bir mükâfat ve bir ücret olarak, geceleyin Celcelûtiye’yi okudum. Birden bir ihtar-ı gaybî gibi kalbime denildi:
İmam-ı Ali (radıyallahu anh), Risale-i Nur ile çok meşguldür. Mecmuundan haber verdiği gibi, kıymettar risalelerine de işaret derecesinde remzedip îma ediyor. Eğer sarîh bir surette gaybdan haber vermek (çok zararları bulunduğundan hikmete münâfi olduğu cihetle) hikmet-i İlâhiye tarafından yasak olmasaydı tasrih edecekti.
Meselâ, sûreleri tâdâd ederken, yirmi beşinciye geldiği vakit diyor ki:

İşte bu fıkralarda Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesini hayrette bırakan ve üstünde gözle görünen bir kerametiyle ve kıyamet ve haşri ispat eden harika hüccetleriyle iştihar eden Yirmi Dokuzuncu Söze Hazret-i İmam-ı Ali (radıyallahu anh), zikir ve tâdâd ettiği sûrelerin yirmi dokuzuncu mertebesinde ile ona işaret eder. Çünkü, kıyamet kopmasından gayet dehşetli haber veren -1- sûresine tam mutabık bir surette, o Yirmi Dokuzuncu Söz, kıyametin ve harab-ı âlemin ve mevt-i dünyanın ve hayat-ı âhiretin ve ihyâ-yı emvâtın kat’î hüccetlerini beyan ederken, bu sûrenin dehşetli tasvirini zikretmesi, hem mânâda, hem yirmi dokuzuncu mertebede tetabukları o işareti ispat eder.
Hem, tahavvülât-ı zerratta boğulan maddiyyunları susturan ve zerrâtın tahavvülâtı ve harekâtını, vazife ve intizamlarını emsalsiz bir tarzda ispat eden “Otuzuncu Söz” nâmındaki Zerrat Risalesine Hazret-i İmam-ı Ali (radıyallahu anh), otuzuncu mertebede kasemiyle ona işaret eder. Evet, bu işarette lâfzan ve sureten sûre-i -2- ve Risale-i Zerrat, birbirine müşabehetle beraber, mânâ cihetiyle dahi münasebet var. Çünkü, sûre-i ‘ ın başında, tesadüfî ve intizamsız zannedilen temevvücat-ı havâiye, gayet hikmetli ve vazifedar olarak rububiyetin tekvînî emirlerini etrafa yetiştirir diye ifade ettiği gibi, Risale-i Zerrat dahi, maddiyyunlar tarafından tesadüfî ve intizamsız telâkki edilen harekât-ı zerrat dahi, gayet hikmetli ve o zerreler muntazam vazifelerle vazifedar olduklarını gayet kuvvetli ve kat’î bürhanlarla ispat ediyor.
Hem Mirac-ı Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâmı delâil-i akliye ile gayet mâkul ve kat’î bir surette ispat eden ve “Otuz Birinci Söz” nâmında ve mertebesinde bulunan Risale-i Miraca, Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) otuz birinci mertebede Mirac-ı Ahmedî (a.s.m.) ve Kab-ı Kavseyndeki müşahede ve mükâlemeyi sarîh bir surette başlayan sûre-i ‘ nın başında bulunan cümlesi ile sarahate yakın bir tarzda o risaleye işaret eder ve sûre-i ‘ yi bırakarak ‘ den sonra sûresini zikretmesi bu işareti kuvvetlendirir.”
“Hem Risale-i Nur’un yıldızları içinde bir güneş hükmünde şakirtlerince telâkki edilen Otuz İkinci Söz nâmındaki üç mevkıflı risale-i harika ve câmia ve Sözler’in bir cihette hâtimesi ve cemiyetli neticesi olan o risaleye Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) onun fevkalâde ehemmiyetini ve câmiiyetini göstermek için Kur’ân’ın çok sûreleriyle birden otuz ikinci mertebede kasemiyle otuz ikinci mertebede bulunan o câmi risaleye işaret eder.
Risale-i Nur’un Otuz Üçüncü Sözü ise, bundan evvel beyan ettiğimiz gibi otuz üç adet mektuplardan ibaret ve “Mektubat” namında otuz üç kitap ve yüzden ziyade risalelerdir.
İşte Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) otuz üçüncü mertebede ve kaseminde Otuz Üçüncü Sözün eczaları olan o yüz on kitap ve Mektubat’a birden işaret etmek için yüz on semâvî suhuf nâmında yüz on muhtasar kitaplar ve o büyük mukaddes kitaplardan istimdat mânâsında olan şu kelâmıyla işaret eder. Malûmdur ki, ilm-i belâgatte ve fenn-i beyanda uzak ve gizli mânâlara delâlet etmek için “karine” tabir ettikleri emarelerden ve münasebetlerden birisi bulunsa, uzak bir mânâ ve gizli ve işârî olan bir mefhum, karinenin kuvvetine göre sarîh ve zâhir mânâsı gibi kabul edilir. İşte bu kaideye binaen, bu işârî mânâların herbirisine müteaddit karineler, emareler bulunduğu gibi, sair arkadaşları da ona karineler olur. Risale-i Nur’un mecmuundan haber veren sarîh fıkralar dahi herbirisine kuvvetli bir karinedir.”
“Kur’ân’ın el-Ayetü’l-kübrası olan : * ‘nin hakikat-ı kübrâsını ve tefsir-i ekberini gösteren ve Ramazan-ı Şerifin ilhâmî bir hediyesi bulunan Yedinci Şuâ risalesine Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) Mektubat’a işaretten sonra Lem’alar’a işaret içinde Şuâlar’a bakarak Haşiye deyip ilm-i belâgatçe “müstetbeatü’t-terakîb” ve “maarîzü’l-kelâm” denilen mânâ-yı zâhirinin tebaiyetiyle ve perdesinin arkasıyla müteaddit karinelerin kuvvetine göre işaret eder. Ve o acip ve yüksek ve tevhidin hüccetü’l-kübrâsı ve el-Ayetü’l-kübrânın bir alâmet-i kübrâsı ve bir tefsir-i âzamı olan risaleye “Ayetü’l-Kübrâ” namı veriyor. Ve o namla, hem menbaı olan Ayetü’l-Kübrânın azametini, hem bu Yedinci Şuâ olan vahdâniyetin ve tevhidin bürhan-ı âzamının fevkalâde kuvvetini ilân eder, haber verir. Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) bu büyük iltifatına, bu risalenin liyakatine her kimin bir şüphesi varsa, gelsin, bir defa o risaleyi okusun. Eğer “Evet, lâyıktır” demezse, bana tuh desin!
Evet Kur’ân’ın aleyhinde bin seneden beri müntakimâne hazırlanan dinsizlerin itirazlarını ve kâfir filozofların terâküm edip şimdi yol bularak intişar eden şüphelerini ve Kur’ân’ın dehşetli darbelerinden intikam besleyen muannid Yahudilerin ve mağrur bir kısım Hıristiyanların hücumlarını def edip mukabele eden ve her asırda Kur’ân’ın pek çok kahramanları ve mânevî kaleleri vardı. Şimdi ihtiyaç bir-ikiden, yüze çıkmış. Ve müdafîler yüzden, iki-üçe inmiş.
Hem, hakaik-i imaniyeyi, ilm-i kelâmdan ve medreseden öğrenmek çok zamana muhtaç bulunduğundan, bu zamanda o kapı dahi kapandı. Hem çabuk, hem herkes anlayacak bir tarzda en derin hakikatleri talim eden Risale-i Nur, elbette İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın bu iltifatına lâyıktır.
Hem İmam-ı Ali (r.a.) onuncu mertebe-i tâdâdında onuncu sûre olarak ve kıyamet ve Leyle-i Berâta bakan deyip mânâ-yı işârîsiyle “Onuncu Söz” namında ve mertebesinde olan Haşir Risalesine işaretle beraber, o risalenin fevkalâde ehemmiyetini ve gayet muhkem olduğunu ve o zamanın dumanlı karanlıklarını izale eden bir Leyle-i Berâtın bir kandili
Haşiye İmam-ı Ali bu fıkra ile işaret eder ki, âyetü’l-Kübrâ risalesi yüzünden şakirtleri bir musibete düşecekler ve onun kerameti ve bereketiyle emniyete ve selâmete çıkacaklar. Evet, bu keramet-i Aleviye tam tamına çıktı ki, o risale için hapse düşüp ve onun kuvvetli hakikatleriyle kurtuldular.”
“Evet, Onuncu Söz, çok ehemmiyetli bir belâyı def etti. Hürriyet-i efkâr serbestiyeti ve harb-i umumî sarsıntısı vaktinde haşri inkâr eden münafıklar, fırsat bulup çok yerlerde zehirli fikirlerini izhara başladıkları bir zamanda Onuncu Söz çıktı ve tab edildi. Bin nüshası etrafa yayıldı, onu gören herkes kemâl-i iştiyak ve merakla okudu. Zındıkların kâfirâne fikirlerini tam kırdı ve onları susturdu. İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın bu takdirine liyakatini ispat etti. Kimin şüphesi varsa, gelsin, onu dikkatle okusun, haşrin ne kadar kuvvetli bir bürhanı olduğunu görsün.
Hem Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) on dokuzuncu sûre olarak Sûretü’n-Nur’u fıkrasıyla zikrederek pek muhtasar olan On Dokuzuncu Söze ve pek mükemmel bulunan On Dokuzuncu Mektuba işaret için nur lâfzını tekrar etmekle mektupların mertebesi, yani On Dördüncü Mektup noksan kalmasına îmaen Sûre-i Nur’u on beşincide yine zikretmesiyle gayet lâtif ve müdakkikane haber veriyor. Ve o iki risaleleri, Risale-i Nur’un büyük nurları olduklarını bildiriyor.
… Ben itiraf ediyorum ki, On Dördüncü Mektup noksan kaldığını unutmuştum. Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) aynı sûreyi iki defa tekrar etmesiyle tahattur ettim ve işârâtındaki dikkatine hayran oldum. Fakat o tekrar, yalnız On Dokuzuncu Söz ve Mektup için sayılır; ondan sonrakilere nisbeten sayılmaz.”
“Bu fıkraların sarahate yakın bir surette hem cifir, hem mânâ cihetiyle Risale-i Nur’a işaretini On Sekizinci Lem’ada izahına binaen, burada ise orada zikredilmeyen ve İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın nazar-ı dikkatini celb eden yalnız üç sırra beyan edilecek.
Birincisi: İslâmlar içinde, dellâllar elinde teşhir suretinde gezdirmeye lâyık olan Risale-i Nur, maatteessüf, gayet gizli perde altında intişar ve istitara mecbur olmasına işareten, İmam-ı Ali Radıyallahu Anh, iki defa ve kelimeleriyle yani “Gizli intişar edebilir” müteaccibâne haber veriyor.
……… Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) sarîh bir surette Siracü’n-Nur’un tarih-i telifini ve tekemmül zamanını ve meşhur ismini fıkrasıyla haber vermiş. Öyle de, (ilâ âhir) fıkrasıyla da Siracü’n-Nur’un esaslarından haber veriyor. Çünkü izzet, azamet ve celâl ve kibriyadır. Süryanice Rauf ve Rahîmdir. Demek Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahu Anh Siracü’n-Nur’u tarif ediyor “Hayatını ve nurunu, kibriya ve azamet ve refet ve rahîmiyetten alıyor” diye mümtaz hasiyetini beyan eder.”
“Üçüncüsü: Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahu Anh, bu fıkrada cümlesiyle diyor ki: 1354’te Siracü’n-Nur (yani, Risale-i Nur’un nuru) ile dalâletin tecavüz eden nârı inşaallah sönecek. Yani, fitne-i diniye ateşini ya tahribattan vazgeçirecek veya ileri tecavüzatını kıracak.
…. Lillâhilhamd, Siracü’n-Nur’un el-Ayetü’l-Kübrâsı gibi çok risaleleri var. Herbiri kuvvetli birer lâmba hükmünde sırat-ı müstakimi gösterip İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın haberini tasdik ediyorlar.”
“İkincisi: Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) başta ve ortalarında ve âhirde bir hazine-i ulûm olarak gösteriyor. Halbuki, zâhirinde yalnız bir münâcâttır. Hattâ İmam-ı Ali’nin (r.a.) hakikat-feşan sair kasideleri ve ilmî başka münâcâtları gibi, esrar-ı ilmiye ile tam münasebeti görünmüyor.”
“Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) fıkrasıyla Risale-i Nur’u tarihiyle ve ismiyle ve mahiyetiyle ve esaslarıyla ve hizmetiyle ve vazifesiyle gösterdikten sonra, Süryanîce isimleri tâdâd ederek münâcât eder. Otuz iki veya otuz üç adet isimlerde iki defa kelimesini tekrar eder. Biri, yirmi yedincide ; diğeri, otuz birde der.
İşte Risale-i Nur’un Sözleri otuz üç ve bir cihette otuz iki ve Mektubat namındaki risalelerin dahi bir cihette otuz iki ve bir cihette otuz üç olup bu münâcâtla mutabık olması ve yalnız risale şeklinde iki adet zeyilleri bulunması ve o zeyillerin birisi Yirmi Yedinci Sözün ehemmiyetli zeyli ve diğeri Otuz Birinci Sözün kıymettar zeyli olması ve o iki zeyl risalesinin müstakil mertebe ve numaraları bulunmaması ve kelimesi dahi aynı yerde, aynı mânâda tevafuk etmesi bana iki kere iki dört eder derecesinde kanaat veriyor ki, Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) tebeî bir mânâ ile ve işârî bir mefhumla Risale-i Nur’a, hattâ zeyillerine bakmak için öyle yapmış. Daha çok karineler ve birer Söze işaret eden münasebetler var. Fakat gizli ve ince olduklarından zikredilmedi. Haşiye
Haşiye Meselâ, yirmi sekizinci mertebede kelimesiyle Yirmi Sekizinci Sözün âhiri olan Cehennem meselesinin çok kuvvetli bir burhanına işaret edip baştaki Cennet meselesinin yalnız iki üç sual ve cevaba dair bahsi ise, başka yerde işaret ettiğinden münasebet gizlenmiş.”
“Evet, İmam-ı Ali’nin (r.a.) adi bir Yahudî ile muhakemesi ve medar-ı fahriniz olan Salahaddin-i Eyyûbî’nin miskin bir Hıristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim.”
“Muhafaza-i İlahiyeye ve İmam-ı Ali (r.a.) ve Gavs-ı Azam (k.s.), Risale-i Nur’a ait keramet-i gaybiyelerini cidden teyid eden bir inayet-i Rahmaniyedir.”
“İmam-ı Ali (r.a.) gaybaşina nazarıyla bu risaleyi görmüş, “Kasîde-i Celcelutiye”sinde bu risalenin ehemmiyetine ve makbuliyetine işaret edip, fıkrasıyla onu şefaatçi yaparak dua etmiştir.
Bu “Ayetü’l-Kübra”nın tetkîki neticesinde Üstad ve talebelerinin beraetle hapisten kumılmaları, İmam-ı Ali’nin (r.a.) bu duasının kabulünü ispat etmiştir.
Bu asırdaki dalalet cereyanları, Müslümanların îmanlarında şiddetli bir tahribat yapmak teşebbüsüne karşı, bu hakîkat-i Kur’aniyenin, bir sedd-i azam olarak makam münasebetiyle buraya derc edilmesi muvafık görüldü.
Ayetü’l-Kübra hürmetine bizi musibetten koru. “
“Birincisi: “Eğer perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek” diyen İmam-ı Ali (radıyallahu anh) ve yerde iken Arş-ı âzamı ve İsrafil’in azamet-i heykelini temâşâ eden Gavs-ı âzam (k.s.) gibi keskin nazar ve gayb-bîn gözleri bulunan binler aktâb ve evliya-yı azîmeyi câmi ve âl-i Muhammed nâmıyla şöhretşiâr-ı âlem olan cemaat-i nuraniyenin icmâ ile tasdikleridir.”
“Hem, bu memlekete maddî ve manevî bereketi ve fevkalade hizmeti, otuz üç ayat-ı Kur’aniyenin işaratı ile ve İmam-ı Ali Radiyallahü Anhın üç keramat-ı gaybiyesiyle ve Gavs-ı Azamın katî ihbarıyla tahakkuk etmiş olan Risale-i Nur, bizim adi ve şahsî kusurumuzla mes’ul olmaz ve olamaz ve olmamalı! Yoksa bu memlekete hem maddî, hem manevî telafi edilmeyecek derecede zarar olacak.”
“Risale-i Nur şakirtlerinden Abdürrezzak namında bir zat mahkemeden bir sene sonra demiş:
“Hey bedbaht! Otuz üç ayat-ı Kur’aniye işaratının takdirine mazhar ve İmam-ı Ali’nin (r.a.) üç kerametinin ihbar-ı gaybîsiyle ve Gavs-ı Azamın (k.s.) kuvvetli bir tarzda ihbarıyla kıymet-i dîniyesi tahakkuk eden ve bu yirmi sene zarfında idareye hiçbir zararı dokunmayan ve hiç kimseye hiçbir zarar vermemesi ile beraber binler vatan evladını tenvir ve irşad eden ve îmanlarını kuvvetlendiren ve ahlaklarını düzelten Risale-i Nur’un irşadlarına ‘ifsad’ diyorsun. Allah’tan korkmuyorsun; dilin kurusun” demiş.”
“Birden hatıra geldi ki: İmam-ı Ali (r.a.), “Ya Rab! Eman ver” diye dua etmiş. İnşaallah o duanın sırrıyla selamete çıkarsınız.
Evet, Hazret-i Ali Radiyallahü Anh, Kasîde-i Celcelûtiye’de iki sûretle, Risale-i Nur’dan haber verdiği gibi, Ayetü’l-Kübra risalesine işareten, der. Ve bu işarette îma eder ki: “Ayetü’lKübra yüzünden ehemmiyetli bir musîbet, Risale-i Nur talebelerine gelecek ve Ayetü’l-Kübra hakkı için o ” fecet” ve musîbetten şakirtlerine eman ver” diye niyaz eder; o risaleyi ve menbaını şefaatçi yapar.”
“Evvelâ zâtınızın bir risâle kadar câmi’ ve uzun ve müdekkikane hararetli mektubunuzu kemâl-i merakla okudum. Peşin olarak size bunu beyan ediyorum ki: Risâle-i Nur’un üstadı ve Risâle-i Nur’a Celcelûtiye Kasîdesi’nde rumuzlu işârâtıyla pekçok alâkadarlık gösteren ve benim hakaik-ı îmâniyede hususî üstadım, İmâm-ı Ali’dir (r.a.). Ve -3- âyetinin nassıyla, Âl-i Beytin muhabbeti, Risâle-i Nur’da ve mesleğimizde bir esastır. Ve Vehhâbîlik damarı, hiçbir cihette Nurun hakîki şâkirtlerinde olmamak lâzım geliyor. Fakat, mâdem bu zamanda zındıka ve ehl-i dalâlet ihtilâftan istifade edip, ehl-i îmânı şaşırtıp ve şeâiri bozarak Kur’ân ve îman aleyhinde kuvvetli cereyanları var; elbette bu müthiş düşmana karşı cüz’î teferruâta dâir medâr-ı ihtilâf münâkaşaların kapısını açmamak gerektir.”
“Hattâ İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anh ve Gavs-ı Âzam (k.s.) gibi bâzı evliyânın ilhâm-ı İlâhî ile bu zamanımızda Kur’ân-ı Hakîmin mu’cize-i mâneviyesinin bir âyinesi olan Risâle-i Nur’un hakîkatine ve hâlis talebelerini şahs-ı mânevîsine işaret-i gaybiye ile haber verdikleri için de, benim ehemmiyetsiz şahsımı o hakîkate hizmetim cihetiyle nazara almışlar. Ben hatâ etmişim ki, onların şahsıma âit bir parçacık iltifatlarını, bâzı yerde tevil edip, Risâle-i Nur’a çevirmemişim. Bu hatâmın sebebi de, zaafiyetim ve yardımcılarımı ürkütecek esbâbın çoğaltılması ve sözlerime îtimadı kazanmak için, zâhiren, şahsıma bir kısmını kabul etmiştim.”
“ “İnsan, kendi hakikatini dahi idrak etmekten âciz iken, herşeyden önce var olan ve herşeyi ceberutiyet-i mutlaka ile hükmü altında tutan Zâtı nasıl idrak edebilir? O Cebbâr-ı Zîkıdem ki, herşeyi ilk olarak yoktan yaratmış ve inşa etmiştir; sonradan var olup can bulanlar Onu nasıl idrak etsin?” İmam-ı Ali’ye (r.a.) ait olduğu rivayet edilmektedir.”
“Asr-ı Saadet olan sadr-ı evvelin hürriyet ve adalet ve müsavatı, bahusus o zamanda delil-i kat’îdir ki, şeriat-ı garrâ müsavatı ve adaleti ve hakikî hürriyeti cemî revabıt ve levazımatıyla câmidir. İmam-ı Ömer (r.a.), İmam-ı Ali (r.a.) ve Salâhaddin-i Eyyubî â’sârı bu müddeâya delil-i alenîdir.”
MEHMET ÖZÇELİK
10-10-2010




HÜRRİYYET VE CUMHURİYYET

HÜRRİYYET VE CUMHURİYYET

Hürriyet kelime anlamı itibarıyla serbestlik anlamına da olsa,buradaki serbestlik mutlak manadaki bir serbestlik değildir.
İnsanlar yaratılışlarından itibaren hür olarak dünyaya gelirler.
Analarının hür olarak doğurduklarını,başkalarının ne haddine ki o hürriyeti ondan gasb etsin!
Hürriyet Allah-ın doğuştan insana vermiş olduğu bir ihsan ve hediyedir.
Dinin sorumluluğu,Allah-a karşı yükümlülüğün ana şartı hür olmakla başlar.
Hürriyeti elinden alınmış bir insanın dini bazı yükümlülükleri ortadan kalkmaktadır.Mesela;
Hapiste olan bir insana Cuma namazı farz değildir.
Zekat ve hac ibadetlerini başkaları tarafından vekaletle yapsa da bil-fiil tahakkuk ettirememektedir.
İradesi elinden alınarak,zorla inkâra zorlanan insanın inkâr sözü bir hüküm ifade etmemektedir.
Zira Allah insanın iradesine büyük ehemmiyet vermektedir.
Adeta kâinattaki tüm oluşumları,bir düğme mesabesinde olan insanın iradesine bağlamış,onunla bire bir alakalandırmıştır.
Allah iradeyi esas almış,iradeyi ölçü kabul etmiş,iradenin hükmüne göre hükmetmiştir.

*Asrı saadette hürriyet bunun en parlak dönemini oluşturur.
Efendimizin karşısına çıkan bir elçi titremeye başlayınca Efendimiz ona;telaş etmemesini,Ben Mekke-de kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum,diyerek tevazuunu gösterir.
Bir gün sahabelerin bulunduğu bir ortama bir elçi gelir.Efendimiz de o sırada su dağıtmaktadır.
Gelen kişi;Bu kavmin efendisi kimdir?diye sorunca Efendimiz;
-Seyyidül kavmi hâdimuhum.-sözüyle hem bu kavmin seyyidinin kendisi olduğunu bir yandan bildirirken,diğer yandan da bir kavmin efendisinin o kavme hizmet etmesi gerektiğini bildirmiştir.

*Dört halife dönemi cumhurun seçerek,hürriyet ve cumhuriyet dönemidir.
Nitekim Hz.Ömer yaralanınca hemen başına üşüşen sahabeler,şehid olacağını anlayınca oğlu Abdullahı yerine nasbetmesini söylerler.
Bunun üzerine Hz.Ömer bir evden bir şehid yeter,derken,hem oğlunun kendisine halef seçilmesini sahabenin iradesine aykırı görür ve hem de bu seçimi cumhurun,tüm insanların yapmasını tavsiye eder.

*Hürriyet odur ki;Kişinin ne kendisine ve nede başkasına zarar vermemesidir.
Her insanın hürriyeti,başkasının hürriyetinin bittiği noktadan itibaren başlar.
Veya her insanın hürriyetinin bittiği yerde,başkasının hürriyeti başlamış olur.
Allah-ın sarih olarak affetmediği suç,kendisine ortak koşmaktır.Diğeri ise insanın kendisine emanet olarak verilen hayatını ve canını intihar gibi sebeblerle ortadan kaldırmasıdır.

En büyük hak Allah-ın hakkıdır.İnsanlar üzerine hak olan Hakkın hakkının gözetilmesidir.
Hürriyet de Allah-ın insanlara vermiş olduğu bir hakdır.

*Kur’an-ı Kerim-de on beş yerde insan hürriyeti zikredilmektedir.Meâlen:
“Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır.”
“Ve eğer müşriklerden biri senden aman dilerse, Allah’ın kelâmını işitip dinleyinceye kadar ona aman ver, sonra (müslüman olmazsa) onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. İşte bu (müsamaha), onların, bilmeyen bir kavim olmalarından dolayıdır.”
Müslüman olmadığı takdirde bir tehdid ve öldürme konusu söz konusu olmamakta,onun inancına saygı gösterilmektedir.
“(Resûlüm!) onlar seni yalanlarlarsa de ki: Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım.”
“Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.”
Peygambere düşen ancak ve ancak tebliğ,duyurmak ve hatırlatmaktan ibarettir.Bir zorbalık,bir musallat olma değildir.
“Ortak koşanlar dediler ki: «Allah dileseydi ne biz ne de babalarımız ondan başkasına tapardık. Onun emri olmadan hiçbir şeyi de haram kılmazdık.» Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı. Peygamberlerin üzerine açık seçik tebliğden başka bir şey düşer mi!”
“Rabbiniz, sizi en iyi bilendir. Dilerse size merhamet eder; dilerse sizi cezalandırır. Biz, seni onların üstüne bir vekil olarak göndermedik.”
“Ve de ki: Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.”
“Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur’an’la öğüt ver.”
“Artık sen hatırlat. Şüphe yok ki, sen ancak bir hatırlatıcısın. Onların üzerlerinde bir musallat (cebbâr) değilsin.”
“Sen, namaz kılan kulu bundan menedeni gördün mü?”

*Bediüzzaman Hazretleri Hürriyet konusunda şu tesbitlerde bulunur:
” Hürriyet, tenkid vermiş, gururundan dalalet çıkmış.”
“Evet o ecnebilerin, canavarlar gibi yaptıkları muamele ve zulümler, İslâm dünyasında, hürriyet ve istiklal ve ittihad-ı İslâm cereyanını da hızlandırmıştır. Nihayet, müstakil İslâm devletlerinin teşkilini intac etmiştir.”
“Evet şu hürriyet perdesi altında müdhiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve halbuki o tokada müstehak olmayan gayet mühim bir zâtın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilane şu sözün:
Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile, imha-yı hürriyet;
Çalış idraki kaldır, muktedirsen âdemiyetten.”
“Madem hükûmet-i cumhuriye, cumhuriyetteki hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmiyor. Elbette dindarlara ve takvacılara da ilişmemek gerektir.”
“Din ve vicdan hürriyetinin hükümran olduğu bir memlekette vicdanî kanaatlerimizden mes’ul olamayız.”
“Evet, ihtilâl-i Fransavîde hürriyetperverlik tohumuyla ve aşılamasıyla sosyalistlik türedi, tevellüd etti. Ve sosyalistlik ise bir kısım mukaddesatı tahrib ettiğinden, aşıladığı fikir bilâhere bolşevikliğe inkılab etti. Ve bolşeviklik dahi çok mukaddesat-ı ahlâkiye ve kalbiye ve insaniyeyi bozduğundan, elbette ektikleri tohumlar hiç bir kayıd ve hürmet tanımayan anarşistlik mahsulünü verecek.”
“Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.”
“Ey ebnâ-yı vatan! Hürriyeti sû-i tefsir etmeyiniz, tâ elimizden kaçmasın. Ve müteaffin olan eski esareti başka kabda bize içirmekle bizi boğmasın. Zira hürriyet, mürâat-ı ahkâm ve âdâb-ı şeriat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk eder ve neşvünema bulur.”
“Hürriyeti, âdâb-ı şeriatle takyid ediniz; zira cahil efrat ve avam-ı nâs, kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur.”
“Hürriyeti, sefahete şumulünü men ve âdâb-ı şeriatla tahdit ve avâmın siyaset-i şer’î bildikleri yalnız kısas ve kat-ı yed haddini icra idi.”
“S- Hürriyeti bize çok fena tefsir etmişler. Hattâ, âdeta; hürriyette, insan her ne sefahet ve rezalet işlerse, başkasına zarar etmemek şartiyle birşey denilmez, diye bize anlatmışlar. Acaba böyle midir?
C- Öyleler, hürriyeti değil, belki sefahet ve rezaletlerini ilân ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zira; nâzenin hürriyet, âdab-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa, sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir; belki hayvanlıkdır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emmareye esir olmakdır Hürriyet-i umumî efradın zerrat-ı hürriyatının muhassalıdır. Hürriyetin şe’ni odur ki; ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın.”
“Hürriyet-i şer’iyye ile meşveret-i meşrua, hakiki milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi.”
“Amma hürriyet-i mutlak ise, vahşet-i mutlakadır, belki hayvanlıktır. Tahdid-i hürriyet dahi insaniyet nokta-i nazarından zarurîdir.”

*Cumhuriyet ile ilgili tesbitlerinde ise:
”Dini dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükûmetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükûmet lâik cumhuriyete döner.”
“Zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka “cumhuriyet” namı vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla sefahet-i mutlaka “medeniyet” ismini vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye “kanun” ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükûmeti işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar.”
“Madem cumhuriyet prensipleri hürriyet-i vicdan kanunu ile dinsizlere ilişmiyor, elbette mümkün olduğu kadar dünyaya karışmayan ve ehl-i dünya ile mübareze etmeyen ve âhiretine ve imanına ve vatanına dahi nâfi’ bir tarzda çalışan dindarlara da ilişmemek gerektir ve elzemdir.”
“Benden sordular ki: Cumhuriyet hakkında fikrin nedir? Ben de dedim: Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden, ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım isbat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâlî bir türbe kubbesinde inzivada idim, bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum, ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten taneleri karıncalara veriyorum. Sonra dediler: Sen selef-i sâlihîne muhalefet ediyorsun? Cevaben diyordum: Hulefa-i Raşidîn hem halife hem reis-i cumhur idiler. Sıddık-ı Ekber (R.A.) Aşere-i Mübeşşere’ye ve Sahabe-i Kiram’a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”
“Kur’an, beşeriyete İlahî bir lütuftur. Kur’an, muzaffer cumhuriyetler meydana getirmiştir.”
“İşte ben de yüzer âyât-ı Kur’aniyeye istinaden Kur’anın kudsî kanunlarının yerine, medeniyetin bozuk kısmından anarşilik hesabına ve bir nevi bolşeviklik namına istibdad-ı mutlak manasında, Cumhuriyetteki hürriyet perdesi altında dindarlar hakkında eşedd-i zulme âlet olabilen muvakkat bir rejime, değil yalnız ben, belki bütün ehl-i vicdan muhaliftir. Hem muhalefet, hiçbir hükûmette bir suç sayılmıyor.”

*Hürriyetin olmadığı yerde,kölelik hüküm sürmektedir.
Yani benim istediğim kadar düşünecek,konuşacak,yaşayacak,ibadet edip inanacaksın,zorbalığı uygulanmaktadır.
Köle yarım insandır.
Ahmet Cevdet-in ifadesiyle;-Köle almak,köle olmaktır.”
İslâmiyet bunu kaldırmak amacıyla kefaretlerin bazısında köle azad etmeyi emreder.Cezaları yarı yarıya düşmektedir.
Onların her yönüyle haklarının gözetilmesini ağır bir müeyyide olarak emreder.

*Ferdin hakkı esastır.
Âyette:” Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez.”
İnsanlar hukukta eşittirler.
Bir kişinin hakkı hak olduğundan,umuma dahi feda edilemez.
Hak ve Hürriyetin olmadı yerde,Bolşevizm,sosyalizm,kominizm gibi insan dışı yönetimler türeyecektir.
Tam adalet ise,bir ferdin dahi olsa hakkının gözetilmesidir.
Zira hürriyet ile maddi-manevi terakki ve yükseliş,müsabaka gerçekleşmiş olur.

*Batı mutlak hürriyeti uygulayıp hayvani bir hayata girerek,namusları pay- mâl ederken,Rusya gibi ülkelerde hürriyetleri kısıtlayarak insanların duygularına kadar her şeylerini tek elde toplamışlardır.

*Türkiye-deki cumhuriyet ve hürriyet,yeni bir proje getirmemiştir.Tüm hedefi geçmişe aid olan uygulamaların devre dışı bırakılmasına yöneliktir.
Üretime yönelik değil tüketime yöneliktir.
Farklı bir proje ortaya koyup onu geliştirmek değil,geçmişe aid olan uygulamaların kaldırılmasına her şey bina edilmiştir.
Şapka kanunu,harf inkilabı,hilafetin kaldırılması gibi uygulamalar kime danışılarak uygulanmıştır.Halka danışılmadığı gibi,fikir beyan edip karşı çıkanlar imha edilmiştir.
Birinci meclisde bulunan Osmanlı ulema ve temsilcilerinden ikinci devrede kimse görülmemektedir.
Türkiye-deki bir asırlık;-Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir-sözü bir aldatmacadan ibaret kalmıştır.
Ne vakit söz milletin olsa,millet temsilcilerini seçse,bir müdahale ve ihtilalle devre dışı bırakılmıştır.
Türkiye-de gizli bir despot idare hüküm sürmektedir.İnsanların iradelerine pranga vurulmaktadır.
Hürriyet bir kişinin dahi hakkının gözetilmesini gerektirirken,yüzde doksan dokuzu Müslüman denilen Türkiye-de üniversiteye gelmiş bir öğrencinin baş örtüsüne saygısızca ve seviyesizce müdahale edilmektedir.
Bu mudur hürriyet?
MEHMET ÖZÇELİK
19-04-2010




HAYAT FAALİYETTİR

HAYAT FAALİYETTİR

-Hayat;kâinattan süzülmüş bir hülasadır.
-Kâinatın özü ve özeti hayatta saklıdır.
-Hayat ile her şey bilinir ve anlaşılır.
-Hayat kâinatın ruhudur ve nurudur.
-Hayat,bir faaliyet ve harekettir.
-Hayatın olmaması,varlığın hakiki varlık seviyesine çıkamamasıdır.
-Hayatın en önemli yüzü,Allah-ın isimlerine bakması cihetidir.
-Hayat;Esma-i ilahiyeyi gösteren bir nur ve bir aynadır.
-Hayatı sevmek,hayatı veren Allah adına sevilir.
-Gerçek hayat,ahiret hayatıdır.
-Hayat,bedenden ziyade,ruhun hayatıdır.
-Hayat büyük bir nimettir.
-Hayat,ezeli değil ancak Allah-ın ebedi kılmasıyla ebede namzettir.
-Allah-ın hayatı,ezeli-ebedi ve vacib bir hayattır.
-Hayatın üç derecesi vardır:Adem-imkan-vücub.
-Adem;yok olup,varlığı söz konusu olmayan.
İmkan;Varlığı da yokluğu da mümkün ve imkan dairesinde iken,Allah-ın iradesiyle varlık ciheti ağır basmasıyla,vücuda çıkmasıdır.İnsan ve diğer varlıklar gibi…
Vücub;Yokluğu imkansız,varlığı kesin olan Vacib-ul Vücud yani varlığı kesin olan Allah.
-Hayatın hayatı ise imandır.İçinde iman olmayan hayat mezarı müteharriktir.. uyur gezerdir.ölü hayatlılardır..
-Fani olan hayat,iman ve amel-i salihle ebedileştirilir.
-Hayat kadar önemli olan,hayatın korunması ve korunması için alınacak tedbirlerdir.Kısasta hayat vardır,hakikatı,hayata hizmet içindir.
-“Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa, sanki bütün insanları yaşatmıştır.”
-Bazen hayatların varlığı ve devamı,hayatın yokluğuna ve ölümüne bağlıdır.Tıpkı tohumun çürümesiyle bir çok hayatlara hayat kaynaklığı yapması ve insanın ölümüyle yeni bir hayata geçişi gibi…
-Hayatta terakki vardır.Hayat sürekli yükseliştedir.
-En büyük hayat,peygamber hayatıdır.
-Hayat faaliyetiyle aşamaları aşmaktadır.Anne karnındaki hayattan,dünya hayatı,kabir hayatı,ahiret hayatı gibi…
-Dünya hayatı ise Kur’an-ın ifadesiyle,bir oyun ve eğlenceden ibaretdir.
-İnsanlık yükseldikçe,hayatta yükselir.
-Bitkisel hayat-hayvani hayat-insani hayat..birbirini tamamlayan hayat mertebeleridir.
-Sözde hayattır.”Ve nefahtü fihi min ruhi”’O na ruhumdan üfledim.’
-Peygamber Efendimizin 14 asır önce söylemiş olduğu bir söz,bir çok ölmüş kalblere hala hayat olmaktadır.Hala canlılığını ve dirilticiliğini sürdürmektedir.
-“Sana hayatı veren hayy-ı kayyuma göre hayata bak.”
“Hayatı veren de ölümü veren de odur. geceyle gündüzü değiştirmekte ona mahsustur. Hayatı veren de odur ölümüde. “
“İnsan, yaşayış vaziyetince, bir dağdan kopup sel içine düşen veya yüksek bir apartmandan düşüp yuvarlanan bir şahıs gibidir.
Evet, hayat apartmanı yıkılıyor. Ömür tayyaresi şimşek gibi geçiyor. Zaman da sel dolaplarını sür’atle çalıştırıyor. Arz sefinesi de, sür’atle giderken ‘Temurru meres sahab’- “Bulutların geçişi gibi geçip gider.” -âyetini okuyor. Sefine-i arz sür’atle yürürken, dünyanın gayr-ı meşru lezzetlerine uzatılan ellere zehirli dikenlerin batacağı düşünülsün. Binaenaleyh, o zehirli dünya oklarına bakıp el uzatma. Firâkın elemi, telâki lezzetinden ağırdır.”
“Mülk Allah’ındır; sende emaneten duruyor. O emaneti ibka edip senin için muhafaza edecek. Sende kalırsa, meccânen zâil olur, gider.”

*Hayatımızı yaşayalım?
Ancak hayat yaşanmak içindir,harcanmak için değildir.Hayatı yaşarken,harcamayalım.
-Bütün alemi bir şahsiyette toplamak,Allah’ın kudretine zor değildir.
-Hayat bir fabrikadır.Bir çok hayatları içerisinde üretmektedir.
-“ hayatın bir kelime-i mektubedir, kalem-i kudretle yazılmış hikmet-nüma bir sözdür; görünüp ve işitilip, esma-i hüsnaya delalet eder.”
Hayatın bir kalemdir,sürekli yazıyor.
-İnsan bir gemiye benzerse,hayat onun hareketidir.Ruh onun kaptanıdır.Nefis onun kazan dairesidir.Akıl onun dümenidir,pusulasıdır.Beden onun iskeletidir. Deniz onun hayatıdır.
-“Hayat, kesrete bir vahdet verir, ibka eder; hayat gitse dağılır, fenaya gider.”
Hayat,hayattaki dağınıklıklara bir birlik verir,onlara maya olur,bir araya getirir.Tıpkı farklı özelliklerden oluşan insan vücuduna hayat girince,hepsi birbirini tamamlayıcı mahiyette bir birlik oluşturur ve bir-e hizmet eder, dağılmaktan kendini korur.
-Hayat kâinatın neticesi ve mahsulüdür.
MEHMET ÖZÇELİK
17-03-2010




HAYIR BARIŞTADIR

HAYIR BARIŞTADIR
11-Eylül-de ikiz kuleler vurulunca Abd ve batı ülkelerinin ilk tepkisi;Bin Ladin olmuştu.
Benim ilk tepkim ise;bu bir senaryoydu.Öyle de oldu.Pek duyulmayan Ladin bu olayla reklam edilmiş oldu.Sanal düşman hazır,haçlı seferleri başlamıştı.Bütün göstergeler ve şüpheler buna işaret ediyordu.
Zira Mossad-ın uyarısıyla o gün ikiz kulelerde iş yerleri bulunan üç bin Yahudi işe gitmemişti.Senaryoya rağmen Abd hala net bir inandırıcı belge ve suçlu öne sürmemektedir.Sarhoş bir suçlu Ladin-e yamanmıştır.
Hemen ardından bu bahane ile islâm ülkelerine saldırıldı ve saldırı hala da devam etmektedir.O bir starttı.
Batı ve Abd doğrudan veya dolaylı olarak kucağında büyüttüğü firavunları teker teker indirmekte,suyu sıkılan limon gibi artık sağılması pek umulmayan bu kişiler devre dışı bırakılmaktadır.Böylece yeni firavunlar ve firavuncuklar aranmaktadır,olacak yeni değişimlere karşı.İslam dünyası uyanıp şekillenmeye dahil olmazsa tarih bir daha tekerrür etmiş olacaktır.
Üsame bin ladin-in yaptıkları tasvib edilemez.Fayda değil zarar vermiştir.Bilinçli veya bilinçsiz olarak alet olmuştur.
Apo-yu uzun süre yakalamayıp teslim etmeyen Abd,Ladini de ciddi manada engellememiştir.
Cıa başkanının ifadesine göre;Ladin taraftarları 60-100 kişi arasında derken, afganistana 100 bin asker yığıldı,yüz milyar dolarlar harcandı!
Şimdiki ladinin vurulduğu yer bir mağara değil,büyük bir villa,askeri okula 900 metre yakın ve emekli askerlerin bulunduğu yer.
Ladin bir savaş sembolü yapıldı ve figüran olarak seçildi.
İslam ülkelerine vurmak için biçilmiş bir kaftan.
Bugün dünyanın ekonomiden de,teknolojiden de,bir çok şeyden daha önemli üzerinde durması gereken barışın sağlanmasıdır.Müsbet hareket edilmesidir.
Dünyada terörün bitip sulhun,barış ortamının sağlanmasıyla nazarlar İslâmiyete dönecektir.
Barış demek olan İslâm,Ladin bahanesiyle İslami terör,Müslüman terörist muamelesine tabi tutuldu.
Batıda esas olan menfaattır.Ladin-in öldürülmesi Obama-nın elini güçlendirmiştir.Liderliğini pekiştirerek devamını garanti altına almıştır.Tıpkı bizde Apo-nun yakalanmasıyla Ecevit-in oyunun yükselmesi gibi.
Medenilere üstün gelmek ikna iledir.Kavga ve mücadele ile değildir.Dünyada dönen entrikaları boşa çıkarmak,basiretli hareketler ile mümkündür.
*Irak-ta Saddamın bitirilmesiyle her şey düzelecek deniliyordu.Oysa her gün onlarca insan saldırı ve bombalamalarla ölmektedir.
Ladin-in öldürülmesiyle de bu iş bitmiş değildir.Belki yıllarca büyütülen nefret ve Ladinin öldürülmesinin doğuracağı hınç,avrupanın bir çok yerinde ölümcül nefretlere dönüşerek devam ettirilmeye çalışılacaktır.
Ladinin öldürülmesiyle terör bitecek mi?
Dünyada bir sektör haline gelen terör ortadan kaldırılacak mı?
Bataklık mı kurutulacak yoksa sineklerle uğraşmaya ve sinek üretilmeye devam mı edilecek?
Dünya topyekun bu meseleye el atmalı,barışı sağlamalıdır.
Barış,özgürlük ve fakirliğin çözülmesinde,çözüme yönelik kararlar alınarak uygulanmalıdır.
Mesele ladinin öldürülmesi değil,Ladinlerin doğuşuna meydan verilmemesidir.
Dışta kendi ekseni etrafında dönen dünya,içte de kendi eksenini bulana kadar dönmeye devam edecektir.
Nice zalimler eylemiş pâ-mal
Etmez ihmal ederse de ihmal..
MEHMET ÖZÇELİK
02-05-2011




HAYIRLISINI İSTEMELİ

HAYIRLISINI İSTEMELİ
Epey sıkıntılıydı.Sıkıntısı kendisinden değil,başkasının kendisine verdiği sıkıntıdandı.
Kefil olanların düştükleri sıkıntıları duymuştu,fakat gene de kıramayacakları insanların kendisine teklif etmesini geri çevirememişti.
Nitekim babası bile muhtar bürosunun yanına açılan büyük halıcı dükkanının sahibini önceden tenbihlemiş,sana gelen müşteriler beni kefil gösterirlerse,o elli kişiye kefil oldu,de kabul etme.Öyle de olmuştu.
İyi de olmuştu fakat buna rağmen gene de kefilliğin sıkıntısından bir türlü kurtulamamıştı.
Kefil olduğu kişi ödemesini yapmamış,orayı bitirmeden bir başka bankadan daha para çekmiş,uyarısı üzerine haberi olmadan tüm resmi işleri ondan habersiz yaparak bir üçüncü bankadan ikisinin toplamı kadar daha para çekerek onu da kefil yapmıştı.
Bankanın imza atmak üzere kendisini çağırması üzerine bir yol denemişti.
Bankaya telefon ederek kendisini müstear bir isimle milli eğitimden üst bir yönetici olarak tanıtmış,bazı öğretmenlerin birkaç bankadan para çekerek ödeme yapmadıklarını ve bankaları da zor duruma düşürdüklerini hatırlattıktan sonra,size bu anlamda müracaatta bulunanların adlarını bize söyler misiniz,dediğinde adları teker teker sayan memure hanıma kendi ismi gelince,o kişiye vermemelerini,ödeyemeyip kendilerini zor durumda bırakacak kişi olduğunu söyleyerek,birde onlar tarafından teşekkürlerle kurtuluşunu sağlamıştı.
Ama yakası bir türlü kurtulamamıştı.Bu sefer son sefer olarak kefil olması istendiğinde,eğer ben kefil olursam,hanımım beni kesin boşar.İstersen olayım,dediğinde insaflı olan muhatabı onu bırakmıştı.
Belli ki çok dertliydi.Hep hala devam etmekte olan bu borçların hayaliyle yatıyor,ayları iple değil,adeta zincirle çekiyordu.
Uzunca anlattığı bu dertler bitmeden dedesinin babasına kadar uzandı.
Dedemin babası ağa ve gayet zengin biriydi.Tek eksiği çocuğu olmamasıydı.Pek hayırlı bir kimse de değil,içer,namazını kılmaz ancak orucunu tutan birisi idi.
Bir gün kız kardeşi kendisine gelerek;abi sen ölünce senin tüm malların benim oğullarıma kalacak,sözü yarasına sürülen biber olmuştu.
İyice dolmuştu.O beldenin en yüksek dağına çıkıp,elini Allah’a açarak şöyle yalvarmaya başlamıştı;
Allahım bana bir erkek evlat ver,ne olursa olsun,isterse hayırsız olsun.
İçten bir dua etmişti.Hayatında hiç bu kadar içten dua etiğini hatırlamamıştı.
Gerçekten de bir erkek evladı oldu ancak hayırsız biri oldu.Babasının malını kız kardeşinin çocukları değil,o yedi.
Dedesinin de bir müddet çocuğu olmadı,uzun zaman sonra kendi babası olacak kişi dünyaya geldi.
Dedesinin babası nasıl bir dua etmişti ki,babası da samimi bir insan olmasına rağmen o da genel havaya uydu,uzun bir süre kafası bir türlü uyanmadı.
Bazen sıkıntıya düşünce eskiye dönme genleri depreşiyor,kendisini zor tutuyordu.
Bu gidiş bizlerde son bulur mu diye düşünürken,bir gün kardeşinin hanımı arar.Abilerini dert küpü olarak bildiklerinden,her halde karnı da geniş olup her şeyi içerisine aldığından olsa gerek,o da derdini buna açar.
Abi,kardeşin iki haftadır namaz kılmıyor,namazı bıraktı.
Kardeşiyle görüşür ve sebebini sorar.
Kardeşi kendisine borçlarının olduğunu,bundan dolayı loto oynamak için namazını kıldığını,birinde üçü yakalayıp,altıyı bulacağını söyleyerek,namazla lotoyu bir arada yürütmenin doğru olmayacağını düşünmüş olsa gerek ki,ondan dolayı bıraktığı bahanesini öne sürer.
Canı sıkılan abi,o zaman bir de içki içmeye başla,belki zengin olursun,lotodan altıyı kazanırsın.
Birde olay anlatır;Agop tüm dindaşları zengin ve refah içerisinde yaşarken kendisi gayet fakir bir hayat yaşamaktadır.
Bunun sebebi kendisine sorulduğunda şu cevabı verir;
Benim arkadaşlarım Müslüman olduğundan dolayı der.
Hızını alamayan abi bu sefer,madem öyle kiliseye git,papaz hristiyan olanlara dört yüz dolar veriyormuş,onu alırsın.
Abinin bu sert çıkışları netice verir ve kardeş namaza yeniden başlar.
Hayatın içinden,ibretlik hayatlar…
MEHMET ÖZÇELİK
11-12-2010




HİKMET VE FELSEFE

HİKMET VE FELSEFE

Hikmet;her şeydeki ince,hassas noktayı araştırmak..hakikata ulaşmak..eşyanın üzerindeki perdeyi aralamaktır.Her şeyin bir değil belki binlerce maslahat için yaratılmış olduğunu akıl ve kalb ortaklığıyla ortaya koymaktır.
Kur’an-ı Kerim-de:” Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.”
Hikmet ilmin özü ve hakikatır.
Hikmetin hakikatı ise;Takvadır.
Hadisde:”Re’sul hikmeti mehafetullah”-Hikmetin başı Allah korkusudur.
Takva ise birinci derecede günahlardan kaçınmaktır.İkinci derecede Salih amel işlemektir.Burada nazara verilen sevab işlemekten ziyade,günah işlememektir.Zira günahtan kaçınan ve uzaklaşan bir kimse Allaha ve Allahın razı olduğu şeylere yaklaşır.
“Elbette nefsini temizleyip parlatan kurtulmuştur.”

Felsefe ise;Hikmetin aksine eşyanın zahirine dalar,hakikatı bulamaz hatta bulmaz.Zira hakikatı bulduğu an felsefe yapamayacağını düşünür.
Felsefe karanlıkta bir şeyleri arayıp bulmaya çalışır.
Felsefe marifet düğmesinin ışığına basmadan karanlık odada bir şeyler aramaya çalışır.
Veya körlerin fili tarif edişi gibi,gözünü kapatarak bir tanımlama içerisine girer.
Hikmet kalbi esas alırken,felsefe aklı esas alır hatta kalble barışık değildir.
Felsefeci Konçarov-un deyimiyle:“Felsefe Dinin huzursuz kardeşidir. Din kendi gerçeğini bulur ve huzura kavuşur. Felsefe hiçbir zaman huzura kavuşmaz. Çünkü bulduğu her gerçekten sonra bir soru daha sorar.”
“Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır.”
Felsefe tanımında ilmi araştırmak ve sevmekle kalıp,ilmi hakikata basamak yapmaz. Belki eşyaya mana-yı ismiyle bakmayı hedefler.Yani eşyaya sırf eşya olduğu için bakar. Eşyanın yaratılışındaki hikmet,fayda ve maslahatı görmez.
Mesela bir zencinin siyahlığını irdeler,belki bir dane bulacağım diye tavuk gibi toprağı deşeler fakat ondaki ilâhi fırçayı görmez.
Hikmet ise,her şeye mana-yı harfiyle bakar yani yaratıcısını gösteren bir âyet ve alamet olarak değerlendirir.
Felsefe bu özelliğindendir ki;kör ve topal olarak hareket eder.
Önemli olan akıl ve kalbin birleştirilmesidir..barıştırılmasıdır.
Bediüzzamanın ifadesiyle:” Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”
Felsefe şüphecidir.Önce yara açar sonra tedavi etmeye çalışır.
Nefsi fir’avunlaştırarak,ilâhla eş değerde değerlendirir ve nefse bunu verir.
Fir’avun gibi:” Ben, sizin en yüce Rabbinizim! dedi.”
Bediüzzaman felsefenin dilini şöyle tanımlar:” “Serseri felsefe lisanı ile…
“Şeytanlaşmış felsefe lisanıyla…..
“Firavunlaşmış felsefe lisanıyla….
“Tuğyan etmiş felsefe lisanıyla…
Felsefenin tanımı kısa ve kısırdır.Mesela insanı tanımlarken;”El İnsanu hayvanun nâtikun”-İnsan konuşan bir hayvandır..yani bir canlıdır.
İlâhiyatta felsefe hocamız içeriye girer girmez tahtaya dönüp bunu yazmıştı.Oradan bir öğrencide kendisine;-Hocam siz hayvan mısınız?dediğinde hocanın yüzü kıpkırmızı olmuş,hiç ses çıkarmamışdı.
Burada o arkadaşın söylediği söz ne kadar sakat ise,felsefenin ve felsefecinin insan tanımı da en az o kadar sakattır.
Böyle külli,okyanus mesabesindeki bir varlık olan insanı bir bardağa sıkıştırmaya çalışmak gibidir.
Büyük zatlar felsefedeki bu zevkten dolayı hayatlarının ilk dönemlerinde felsefeyle iştiğal etmişlerdir.Bediüzzaman ve İmam-ı Gazali bunlardandır.
İslâmın hüccet ve delili olan İmam-ı Gazali hayatının ilk dönemlerinde felsefeyle uğraşmış iken,daha sonra bunu bırakmış ve de –Tehafutu Felasife- yani Felsefenin Tutarsızlığı adlı bir eser yazmıştır.
İbnü Rüşd-de onun bu eserine;-Tehafutu tehafutu felasife-yani Felsefenin tutarsızlığının tutarsızlığı adıyla bir tenkidde bulunmuştur.
Bu gün bir çocuğa bile âhiret konusunda sorsanız,tatmin edici olmasa da,tenkid edici olmayan bir cevabı alırsınız.
Oysa koca İbni Sina gibi bir dahi,âhiret konusunda; –
Yani –Haşir akli mikyas ve ölçülerle ölçülmez.”deyip pes etmiştir.
Koca Eflatun âhiret ifadesinin yerine geçecek,kendisince ürettiği bir İdeler Alemi ile âhireti tanımlamaya gitmiştir.Yani tam bilemediği âhiret alemini hissettiği şekilde ifade etmeye çalışmıştır.

-Bir önemli anekdotu anlatmakta yarar vardır:
1982-83 Eğitim ve Öğretim yılında Türkiye-deki tüm İslâm Enstitüleri ve Erzurum-daki İslâmi İlimler Ankara-daki İlâhiyata tabi olarak hepsi İlâhiyat oldu.İsmi yükseldi ancak kalitesi düştü.Felsefe ağırlıklı oldu.
Öğretim görevlilerinin rütbeleri yükseldi, şimdi hepsi profesör oldu.Fakat seviyede önemli çapta düşüş oluştu.
Bu arada İslâmın kabul ettiği hikmet ise verilmedi..felsefenin yerine ikame edilmedi.Böylece tefekkür edip takvada bulunan bir kişi olarak değil,adeta dinler tarihi öğrenmiş ve de öğretmeye çalışan bir eleman olarak yetiştirildi.
Bir de Liselerde okutulan dersler öğrencilerde şüpheden başka vereceği ruha ruh olacak,hayata hayat katacak bir ders değildir.
Nitekim Kenan Evren bile Lise 1.sınıf kitabını tenkid etmiş,İslâmiyetle ilgisinin olmadığını belirtmişti.
Girdiğim felsefe derslerinde kelâmı işliyor,Allahın marifeti açısından dersi anlatıyordum.
Eğer liselerdeki felsefe öğretmenleri manevi yeterliliği yoksa,derin bir bilgiye ve sorumluluğa sahip değilse,vereceği bir şey olmadığı gibi,alacağı çok şeyler vardır.

Bediüzzaman felsefeyi şöyle özetliyor:
”Felsefe şakirdleri ve millet-i küfriye ve nefs-i emmarenin en müdhiş dalaleti, Cenab-ı Hakk’ı tanımamaktadır.”
“Ehl-i felsefe istib’ad ile inkâra gider.”
“ Sual: Eğer dense: Neden en çok misalleri çiçekten ve çekirdekten ve meyveden getiriyorsun?
Elcevab: Çünki onlar hem mu’cizat-ı kudretin en antikaları, en hârikaları, en nazeninleridirler. Hem ehl-i tabiat ve ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, onlardaki kalem-i kader ve kudretin yazdığı ince hattı okuyamadıkları için onlarda boğulmuşlar, tabiat bataklığına düşmüşler.”
“Amma ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise; huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatın yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına “mana-yı harfî” ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken; öyle etmeyip “mana-yı ismî” ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış”a bedel, “Ne güzeldir” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip, kendisine müştekî eder. Evet dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir…”
“Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine “Rab” tanır. Hem o dinsiz şakird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-ı hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem o dinsiz şakird, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için zâtında gayet acz ile âciz bir cebbar-ı hodfüruştur. Hem o şakird, menfaatperest hodendiştir ki; gaye-i himmeti, nefs ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaat-ı şahsiyesini, bazı menfaat-ı kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır.”
“Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’aniyenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler:Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, “kuvvet” kabul eder. Hedefi, “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı, “cidal” tanır. Cemaatlerin rabıtasını, “unsuriyet, menfî milliyeti” tutar. Semeratı ise”hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hacat-ı beşeriyeyi tezyid”dir. Halbuki kuvvetin şe’ni, tecavüzdür. Menfaatın şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidalin şe’ni, çarpışmaktır. Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür… İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur.”(Sözler 132)
“Kur’andadır hak hikmet, isbat ederim, muhalif felsefeyi beş paraya saymam.”(Sözler 206)
“Eğer desen: “Acaba neden Kur’an-ı Hakîm felsefenin mevcudattan bahsettiği gibi etmiyor? Bazı mesaili mücmel bırakır, bazısını nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avamı taciz edip yormayacak bir suret-i basitane-i zahiranede söylüyor?
Cevaben deriz ki: Felsefe, hakikatın yolunu şaşırmış onun için….
Kur’an-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor, tâ zât ve sıfât ve esma-i İlahiyeyi bildirsin. Yani bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın.” (Sözler 243),Mektubat.205,Mesnevi-i Nuriye.232.
İşte diyanet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum suretini alıp, şirk ve dalalet zulümatını etrafına dağıtır. Hattâ kuvve-i akliye dalında; Dehriyyun, Maddiyyun, Tabiiyyun meyvelerini, beşer aklının eline vermiş. Ve kuvve-i gazabiye dalında; Nemrudları, Firavunları, Şeddadları beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behimiye dalında; âliheleri, sanemleri ve uluhiyet dava edenleri semere vermiş, yetiştirmiş. O şecere-i zakkumun menşei ile silsile-i nübüvvetin ki bir şecere-i tûbâ-i ubudiyet hükmünde bulunan o silsilenin, küre-i zeminin bağında mübarek dalları: Kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn ve evliya ve sıddıkîn meyvelerini yetiştirdiği gibi.. kuvve-i dafia dalında âdil hâkimleri, melek gibi melikler meyvesini veren ve kuvve-i cazibe dalında hüsn-ü sîret ve ismetli cemal-i suret ve sehavet ve keremnamdarlar meyvesini yetiştiren ve beşer nasıl şu kâinatın en mükemmel bir meyvesi olduğunu gösteren o şecerenin menşei ile beraber ene’nin iki cihetindedir. O iki şecereye menşe’ ve medar, esaslı bir çekirdek olarak ene’nin iki vechini beyan edeceğiz. Şöyle ki:
Ene’nin bir vechini nübüvvet tutmuş gidiyor; diğer vechini felsefe tutmuş geliyor.
Evet Nemrudları, Firavunları yetiştiren ve dayelik edip emziren, eski Mısır ve Babil’in ya sihir derecesine çıkmış veyahut hususî olduğu için etrafında sihir telakki edilen eski felsefeleri olduğu gibi; âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve esnamı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır. Evet tabiatın perdesi ile Allah’ın nurunu görmeyen insan, herşeye bir uluhiyet verip kendi başına musallat eder.”
“İşte felsefenin şu esasat-ı fasidesinden ve netaic-i vahîmesindendir ki: İslâm hükemasından İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhîler, şaşaa-i suriyesine meftun olup, o mesleğe aldanıp, o mesleğe girdiklerinden; âdi bir mü’min derecesini ancak kazanabilmişler. Hattâ İmam-ı Gazalî gibi bir Hüccet-ül İslâm, onlara o dereceyi de vermemiş.”
“Said Nursî, Eski Said tabir ettiği gençliğinde felsefede çok ileri gitmiştir. Garbın Sokrat’ı, Eflatun’u, Aristo’su gibi hakikatlı feylesofları ve şarkın İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Farabî gibi dâhî hükemalarından felsefe ve hikmette Kur’an-ı Hakîm’in feyziyle çok ileri geçmiş ve Kur’andan başka halâskâr ve hakikî rehber olmadığını dava etmiş ve Risale-i Nur eserlerinde isbat etmiştir. Bu hakikatlarda şübhesi olan olursa, Üstad âhirete teşrif etmeden bizzât şübhesini izale edebilir.”
“Ta’likat namındaki te’lifatı, Mantık’ta bir şaheserdir. Hem mümtaz ve hakperest ve hakikatbîn bir dâhîdir, hem Kur’anla barışık müstakim felsefenin hakikatperver bir feylesofudur, hem nazirsiz bir sosyolog içtimaiyatçı) ve bir psikolog (ruhiyatçı) ve bir pedagog (terbiyeci)dur, hem daima hakikat terennüm etmiş ve eden, yüksek ve emsalsiz ve dâhî bir müellif ve edibdir.”
MEHMET ÖZÇELİK
25-06-2010




EY KAVMİM ( YÂ KAVMî)

EY KAVMİM ( YÂ KAVMî)
Kur’an-ı Kerim-de peygamberler kendi kavimlerini peygamberliğin vazifelerinden olan Tebliğ vazifesiyle sürekli uyarmış ve onları doğru yola irşad etmişlerdir.
Yapılan her türlü tehdit,zorluk ve ölüme karşı göğüs germişler,netice olarak sürekli hakkı hakim kılmışlardır.
İşte Kur’an-ı Kerim-de peygamberlerin kavimlerine olan hitapları 52 yerde şöyle geçmektedir:
-“Musa kavmine demişti ki: Ey kavmim! Şüphesiz siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize kötülük ettiniz. Onun için Yaradanınıza tevbe edin de nefislerinizi (kötü duygularınızı) öldürün. Öyle yapmanız Yaratıcınızın katında sizin için daha iyidir. Böylece Allah tevbenizi kabul etmiş olur. Çünkü acıyıp tevbeleri kabul eden ancak O’dur.”
-“Bir zamanlar Musa, kavmine şöyle demişti: Ey kavmim! Allah’ın size (lütfettiği) nimetini hatırlayın; zira O, içinizden peygamberler çıkardı ve sizi hükümdarlar kıldı. Alemlerde hiçbir kimseye vermediğini size verdi.
Ey kavmim ! Allah’ın size (vatan olarak) yazdığı mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa kaybederek dönmüş olursunuz.”
-“Güneşi doğarken görünce de, Rabbim budur, zira bu daha büyük, dedi. O da batınca, dedi ki: Ey kavmim! Ben sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.”
-“De ki: Ey kavmim! Elinizden geleni yapın! Ben de yapacağım! Yurdun (dünyanın) sonunun kimin lehine olduğunu yakında bileceksiniz. Gerçek şu ki, zalimler iflah olmazlar.”
-“Andolsun ki Nuh’u elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka tanrınız yoktur. Doğrusu ben, üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum.”
-“Dedi ki: “Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yoktur; fakat ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim.”
-“Ad kavmine de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). O dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Hâla sakınmayacak mısınız?”
-“”Ey kavmim! dedi, ben beyinsiz değilim; fakat ben âlemlerin Rabbinin gönderdiği bir elçiyim.”
-“Semûd kavmine de kardeşleri Salih’i (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir. O da, size bir mucize olarak Allah’ın şu devesidir. Onu bırakın, Allah’ın arzında yesin, (içsin); ona kötülük etmeyin; sonra sizi elem verici bir azap yakalar.”
-“Salih o zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: Ey kavmim! Andolsun ki ben size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim; fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz.”
-“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir; artık ölçüyü, tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin. Düzeltilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Eğer inananlar iseniz bunlar sizin için daha hayırlıdır.”
-“(Şuayb), onlardan yüz çevirdi ve (içinden) dedi ki: “Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!”
-“Onlara Nuh’un haberini oku: Hani o kavmine demişti ki: “Ey kavmim! Eğer benim (aranızda) durmam ve Allah’ın âyetlerini hatırlatmam size ağır geldi ise, ben yalnız Allah’a dayanıp güvenirim. Siz de ortaklarınızla beraber toplanıp yapacağınızı kararlaştırın. Sonra işiniz başınıza dert olmasın. Bundan sonra (vereceğiniz) hükmü, bana uygulayın ve bana mühlet de vermeyin.”
-“Musa dedi ki: Ey kavmim! Eğer Allah’a inandıysanız ve O’na teslim olduysanız sadece O’na güvenip dayanın.”
-“(Nuh) dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben Rabbim tarafından (bildirilen) açık bir delil üzerinde isem ve O bana kendi katından bir rahmet vermiş de bu size gizli tutulmuşsa, buna ne dersiniz? Siz onu istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak mıyız?
Ey kavmim! Allah’ın emirlerini bildirmeye karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim mükâfatım ancak Allah’a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim; çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi, bilgisizce davranan bir topluluk olarak görüyorum.
Ey kavmim! Ben onları kovarsam, beni Allah’tan (onun azabından) kim korur? Düşünmüyor musunuz?”
-“Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Siz yalan uyduranlardan başkası değilsiniz.
Ey kavmim! Ben, ona (peygamberliğe) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir. Hâla aklınızı kullanmıyor musunuz?
Ey kavmim! Rabbinizden bağış dileyin; sonra da O’na tevbe edin ki, üzerinize göğü (yağmuru) bol bol göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın. Günah işleyerek (Allah’tan) yüz çevirmeyin.”
-“Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. O sizi yerden (topraktan) yarattı. Ve sizi orada yaşattı. O halde O’ndan mağfiret isteyin; sonra da O’na tevbe edin. Çünkü Rabbim (kullarına) çok yakındır, (dualarını) kabul edendir.”
-“(Sâlih) dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben Rabbimden (verilen) apaçık bir delil üzerinde isem ve O bana kendinden bir rahmet (peygamberlik) vermişse, buna ne dersiniz? Bu durum karşısında O’na âsi olursam beni Allah’tan (O’nun azabından) kim korur? O zaman siz de bana ziyan vermekten fazla bir şey yapamazsınız.
Ey kavmim! İşte size mucize olarak Allah’ın devesi. Onu bırakın, Allah’ın arzında yesin (içsin). Ona kötülük dokundurmayın; sonra sizi yakın bir azap yakalar.”
-“Lût’un kavmi, koşarak onun yanına geldiler. Daha önce de o kötü işleri yapmaktaydılar. (Lût): “Ey kavmim! İşte şunlar kızlarımdır (onlarla evlenin); sizin için onlar daha temizdir. Allah’tan korkun ve misafirlerimin önünde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu!” dedi.”
-“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin! Sizin için ondan başka tanrı yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Zira ben sizi hayır (ve bolluk) içinde görüyorum. Ve ben, gerçekten sizin için kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum.
Ve ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın; insanlara eşyalarını eksik vermeyin; yeryüzünde bozguncular olarak dolaşmayın.”
-“Dedi ki: Ey kavmim! Eğer benim, Rabbim tarafından (verilmiş) apaçık bir delilim varsa ve O bana tarafından güzel bir rızık vermişse buna ne dersiniz? Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah’ın yardımı iledir. Yalnız O’na dayandım ve yalnız O’na döneceğim.
Ey kavmim! Sakın bana karşı düşmanlığınız, Nuh kavminin veya Hûd kavminin, yahut Sâlih kavminin başlarına gelenler gibi size de bir musibet getirmesin! Lût kavmi de sizden uzak değildir.”
-“(Şuayb:) “Ey kavmim dedi, size göre benim kabilem Allah’tan daha mı güçlü ve değerli ki, onu (Allah’ın emirlerini) arkanıza atıp unuttunuz. Şüphesiz ki Rabbim yapmakta olduklarınızı çepeçevre kuşatıcıdır.
Ey kavmim! Elinizden geleni yapın! Ben de yapacağım! Kendisini rezil edecek azabın geleceği şahsın ve yalancının kim olduğunu yakında öğreneceksiniz! Bekleyin! Ben de sizinle beraber beklemekteyim.”
-“Bunun üzerine Musa, öfkeli ve üzüntülü olarak kavmine döndü. Ey kavmim! dedi, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmamış mıydı? Şu halde size zaman mı çok uzun geldi, yoksa üstünüze Rabbinizin gazabının inmesini mi istediniz ki, bana olan vâdinizden döndünüz?”
-“Hakikaten Harun, onlara daha önce: Ey kavmim! demişti, siz bunun yüzünden sadece fitneye uğradınız. Sizin Rabbiniz şüphesiz çok merhametli olan Allah’tır. Şu halde bana uyunuz ve emrime itaat ediniz.”
-“ Andolsun ki, Nuh’u kavmine gönderdik ve o: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka bir tanrı yoktur. Hâla sakınmaz mısınız? dedi.”
-“ Sâlih dedi ki: Ey kavmim! İyilik dururken niçin kötülüğe koşuyorsunuz? Allah’tan mağfiret dileseniz olmaz mı? Belki size merhamet edilir.”
-“ Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik ve Şuayb: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, ahiret gününe umut bağlayın, yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın! dedi.”
-“ Derken şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi. “Ey kavmim! dedi, bu elçilere uyunuz!”
-“ De ki: “Ey kavmim! Elinizden geleni yapın; doğrusu ben de yapacağım! Artık yakında bileceksiniz!”
-“ Ey kavmim! Bugün, yeryüzüne hakim kimseler olarak hükümranlık sizindir. Ama Allah’ın azabı bize gelip çatarsa, kim bize yardım eder? Firavun: Ben size kendi görüşümü söylüyorum ve yine size ancak doğru yolu gösteriyorum dedi.
İman etmiş olan dedi ki : “Ey kavmim! Doğrusu ben ben üzerinize önceki toplulukların günü gibi, bir günün gelmesinden korkuyorum.”
-“ “Ey kavmim! Gerçekten sizin için o bağrışıp çağrışma gününden, korkuyorum.”
-“ O iman eden kimse: Ey kavmim! dedi, siz bana uyun, sizi doğru yola götüreceğim.
Ey kavmim! Şüphesiz bu dünya hayatı, geçici bir eğlencedir. Ama ahiret, gerçekten kalınacak yurttur.”
-“ Ey kavmim! Nedir bu hal? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz.”
-“ Firavun kavmine seslendi ve şöyle dedi: “Ey kavmim! Mısır mülkü ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâla görmüyor musunuz?”
-“ Bir zaman Musa kavmine: Ey kavmim! Benim, Allah’ın size gönderdiği elçisi olduğumu bildiğiniz halde niçin beni incitiyorsunuz? demişti. Onlar yoldan sapınca, Allah da kalplerini saptırmıştı. Allah, fâsıklar topluluğunu doğru yola iletmez.”
-“ “Ey kavmim dedi,ben sizin için açık bir uyarıcıyım”
-“ (Bana ibadet etmesi için) Musa’ya otuz gece vade verdik ve ona on gece daha ilâve ettik; böylece Rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceyi buldu. Musa, kardeşi Harun’a dedi ki: Kavmimin içinde benim yerime geç, onları ıslah et, bozguncuların yoluna uyma.”
-“ Peygamber der ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’an’ı büsbütün terkettiler.”
-“ Nuh: Rabbim! dedi, kavmim beni yalancılıkla suçladı.”
-“ Ona: Cennete gir” denilince. “Keşke, dedi, kavmim bilseydi!”
-“ (Sonra Nuh:) Rabbim! dedi, doğrusu ben kavmimi gece gündüz (imana) davet ettim.”




DİNİNİ DÜNYAYA SATAN SİHİRBAZ VE SİHİRİ

DİNİNİ DÜNYAYA SATAN SİHİRBAZ VE SİHİRİ
Bazı görünmez güçlerin yardım ve aracılığıyla yapılan gizli işlerdir.
Kökü tarihin ilk dönemlerine kadar gider.
İlk başlangıcı iki Melek olup insanlara yararlı olmak amacıyla yapan Harut ve Marut tarafından yapılmıştır.
Hz.Musa döneminde revaçta olup,Hz.Musa-dan öncede Mısırda uygulanmaktaydı.
Cinlerden yardım almak ve tabiat güçlerini kendi yararlarına kullanmak amacıyla gelişmiştir.
Gücü elinde bulundurmayı amaçlar.
Uzak şarkta yani Çinde,Yunan ve Roma’da,Yahudilikte bunların çokça uygulandığı görülür.
Zamanla onların etkisinde kalan İslam toplumlarında da uygulanır olmuştur.
Batı da sihre yabancı değildir.
En çokta karı koca arasını açmada kullanılmış ve bu olumsuzluk ön plana çıkmış ve nazara verilmiştir.
-Kur’an-ı Kerim-de sihir yapmanın kötülüğü,Harut ile Marut adlı iki meleğin sihir konusundaki yetkileri,Yahudilerin sihirle ilgileri anlatılmakta ,sihir ve büyücülerin kötülüklerinden Allah’a sığınmak gerektiği belirtilmektedir.
*Etkilerinin belirtisi hususunda;

* Uzun zaman sağa sola dönme, uyuyama. Ancak iyice dinlendikten sonra uyuyabilme
* Sebepsiz yere üzüntü, gece boyunca devamlı sıkıntı
* Bazı insanları görünce onlardan sıkılma, korkma, bir yerde bekleme ve yardım görememe
* Çok korkunç rüyalar görme
* Dişlerini sıkma
* Uykuda çok ağlama, gülme veya çığlık atma
* Yüksek bir yerden düşüyor gibi olma
* Garip insanlar görme

– Uyanık Halde Görülen Rahatsızlıklar
* Sebepsiz yere baş ağrısı
* İbadet etmede zorlanma
* Beyin yorgunluğu
* Kasılma ve sinirlenme
* Tembellik
* Doktorların sebep bulamadığı ağrı ve sancı
* Ancak, bunlara bakıp da herkes kendisini büyülenmiş sanmasın.
Sihir yapmanın sekiz çeşitli yolu odup ve bu konuda çokça eserler verilmiştir.”
-Sihrin insan üzerinde olumsuz görülen etkisi vardır.En başta Peygamber Efendimize yapılmış ve olumsuz etkisi görülmüştür.Muavvizeteyn suresi inmiş, Efendimiz onu okumuş,Hz. Aliye yapılan sihrin yerini söylemiş,onu susuz kuyudan getirerek,hem okumuş ve hem açmıştır.Her açışında da rahatlama görülmüştür.
Nitekim yaşanmış ve akrabalarımızdan birisinin başından da şöyle bir olay geçmiştir.
Hamamcı Hayriye-yi eskilerden herkes tanır.Oğlu Cengiz şehre motoru ilk getiren ve en güzel kullanan bir kimsedir.Öyle ki GaziAntepten aldığı lahmacunu soğutmadan Adıyaman-a ulaşır.
Hanımı ile geçimleri iyi iken birden bozulur ve Cengiz bir kamyona arkadan vurarak ölür.
Yıllar sonra birisi bu işlerle uğraşan kör Sıddık-ın yanına gider.Konu açılır ve Cengizin durumu konuşulur.
Sıddık-ın yanına giden bayan onun eşinin kendi akrabası olduğunu söyleyince Sıddık şu itirafta bulunur;
-Öyle mi yav.Onun sizin akrabanız olduğunu bileseydim yapmazdım,der ve açıklar.
Hamamcı Hayriye bana geldi (1970 yıllarında),beş yüz lira verdi ve bunların aralarını açmamı söyledi.Bende yaptım.
Zaten arası çok sürmez ve oğlu adeta intihar eder.
Annesinin de akibeti kötü bir sonuçla sonuçlanır.
-Sihir dinin saydığı yedi büyük helak edici günahlardandır.İnsanları Rabbinden uzaklaştırır,başkalarına karşı içinde düşmanlık beslettirir.
Vehmi bir durumla başlayıp,sihirle inançlarını bozarlar.
Müslümanları dinlerine zarar verecek bu durumdan sakındırmak gerektir.
-Sihir;sebebi gizli ve ince olan şeylere ıtlak olunur.
Bir çok çeşitleri ve yolları vardır.
Sihir bazı terkiplerden,düğümlerden ve işlerden ibarettir.
Kişi sihirle Allah-ı inkâr ve şeytana yaklaşmış olur.Allah’ın izni olmadıkça sihir yapılmış kimsede tesiri olmaz.Ancak Allah bu dünyayı sebebler dünyası olarak yarattığı için,sebepler neticesinde oluşan şeyler gerçekleşir.
“Hiçbir ümmet yoktur ki, aralarında bir uyarıcı gelip geçmiş olmasın.”
Ancak hiçbir peygamber de yoktur ki,sihir yapmakla iftiraya maruz kalmamış olsun.
“İşte böyle! Onlardan öncekilere hiçbir peygamber gelmemişti ki, “O bir büyücüdür” yahut “bir delidir” demiş olmasınlar.”
İbni Hacer;sihir Nuh Peygamber zamanında mevcuttu,onlar onun sihirbaz olduğunu zannediyorlardı,der.
İbni İshak’ın bahsettiği üzere,Harut ve Marut kıssası Nuh-dan önce idi.
Sihir bazı kavimlerin nezdinde yaygınlaşırken,bazılarında da az olur.
Musa peygamber zamanında sihir yaygındı.Hz.Musa onların sihirlerine karşı aynı yöntemle mücadele etti.
Musa peygamberin gönderiliş zamanında Babil ve Mısırda çokça sihir var idi.
SİHİR HAKİKAT MIDIR YOKSA HAYAL MİDİR?
Sihir hakikattır ve vaki olmuş olaylardandır.Eşleri birbirinden ayırır.
“”Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytanların (ve şeytan tıynetli insanların) uydurdukları yalanların ardına düştüler. Oysa Süleyman (büyü yaparak) küfre girmedi. Fakat şeytanlar, insanlara sihri ve (özellikle de) Babil’deki Hârût ve Mârût adlı iki meleğe ilham edilen (sihr)i öğretmek suretiyle küfre girdiler. Hâlbuki o iki melek, “Biz ancak imtihan için gönderilmiş birer meleğiz. (Sihri caiz görüp de) sakın küfre girme” demedikçe, kimseye (sihir) öğretmiyorlardı. Böylece (insanlar) onlardan kişi ile karısını birbirinden ayıracakları sihri öğreniyorlardı. Hâlbuki onlar, Allah’ın izni olmadıkça o sihirle hiç kimseye zarar veremezlerdi. (Onlar böyle yaparak) kendilerine zarar veren, fayda getirmeyen şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun, onu satın alanın ahirette bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bilselerdi!”
Vücudun acı çekmesinde,hastalanarak telef olmasında veya ölmesinde tesiri vardır.
Kişinin tabiatını ve adetini değiştirir.
SİHRİN ZARARLARI:
Bu durum kişinin akidesine zarar verir.Tehlikeli işlerdendir.Bunu sihir yapandan istemek kişinin din ve inancının noksanlığındandır.
Küfre kadar götürür,şeytani bir yoldur.
“Fakat şeytanlar insanlara, sihri ve Babil şehri’ndeki iki meleğe, Harut ve Marut’a indirilen şeyleri öğretmekle kâfir oldular. Ve oysa onlar, “Biz sadece bir fitneyiz (sizin için bir imtihanız).”
-Sihir yapanla sihir yapana giden hükümde aynıdır.
Hadiste:”Kim sihir yaparsa Allah’a şirk koşmuş olur.”(Nesa-i)
Buda onun müşrik olduğunun bir hükmüdür.
Bu bütün dinlerde haram kılınmıştır.
“Sihirbaz ise nereye varsa kurtuluşa eremez.”
Hadiste:”Helak edici yedi şeyden sakının;
1-Allah’a şirk (ortak) koşmak;
2- Sihir (ve büyücülük gibi göz boyayan, aldatıp oyalayan şeyler)le meşgul olmak;
3- Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymak;
4- Yetim malı yemek;
5- Savaş alanından kaçmak;
6- Faiz yemek;
7- İffetli, namuslu, suçtan beri, mü’mine kadınlara zina isnâd etmek”
Sihirde Cin ve şeytanlardan yardım alarak Allahtan başkasıyla korkutmaya yönelik bir davranıştır.Allaha olan tevekkülü kaldırır.Yer yüzünde fesat çıkarmayı amaçlar.
“Düzene sokulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah’a (azabından) korkarak ve (rahmetini) umarak dua edin. Şüphesiz, Allah’ın rahmeti iyilik edenlere çok yakındır.”
DİNİNİ SATAN SİHİRBAZ
Sihirbaz dinini satmış ve nefsini şeytanın emrine vermiştir.Şeytan ise kendisi için yapılacak az şeye razı olmaz.
“Andolsun, onu satın alanın ahirette bir nasibi olmadığını biliyorlardı.”
Bunlar Allahın kelâmını necasetle yazarlar.Allahın kelâmını tersine çevirirler.Ya Fatiha-nın,ya İhlas suresinin veya başka surelerde değişiklik yaparlar.
Veya kanla yazarlar veya şeytanlarının kendilerine söyledikleri şekilde bunu gerçekleştirirler.
Nefsini şeytana satan kimse güzel ahlak ve amellerden soyunmuştur.Basireti bağlanmış,kötülükte koşturmakta,hayırdan yüz çevirmekte,dine düşman olup onunla alay etmektedir.Din sahiplerini kızdırmakta,onlara eziyet vermektedir.O bununla habis nefsini memnun etmiş ve ahmakça hevesini tatmin etmiş olur.
Bunda Rahmandan şek durumu vardır.Şeytana kulluk,yer yüzünde fesat çıkarma,Allahtan uzaklaşma,kaostan fayda sağlamaya çalışanlar gibi,fısk ve isyandan faydalanmaya çalışma vardır.
-Allah Ademi topraktan,cini ateşten yarattı.
“Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş bir balçıktan yarattık. Cinleri de daha önce dumansız ateşten yaratmıştık.”
Allah Ademi cinlere üstün kılmıştır.
“Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.”
Böylece kişi bunu yapmakla nefsini kendisinden daha aşağı bir seviyeye indirmiş,zillete düçar olmuş olur.
Cinlerde insanların kendilerinden faziletli ve yüksek seviyede olduklarını bilirler.
ŞEYTANLAR NİÇİN SİHİRBAZI KULLANIRLAR?
Şeytan insanın düşmanıdır.Doğru yol üzerinde oturup bekleyerek,onu doğru yoldan saptırır.Ona her cihetten yol bulup gelir.En önemlisi de insanları Allahtan başkasına ibadet ettirmektir.
“İblis, “Senin şerefine andolsun ki, içlerinden ihlâslı kulların hariç, elbette onların hepsini azdıracağım” dedi.”
Böylece kişiyi dininden çıkarmakla onu cehenneme atmış olur.Zaten Adem oğlunu aldatmasından maksatta budur.Oysa şeytanın ifsadı ıslahından daha büyük,günahı menfaatından daha fazladır.
Şeytan sihirbazı Allahın kullarına eziyet etmesi,eşleri ve mallarını ayırmak,geçimlerini bozmak,aralarında ayrılık oluşturmak amacıyla kullanır.
-İbni Kayyım:”Sihrin gücü ve tesirinin büyüklüğü gündüz değil gece yapılmasıdır.Onlar yanında bunun tesiri daha kuvvetlidir.”der.
Bunu gece yapmasa da lambaları söndürüp,karanlık bir ortamda yapar.
SİHİR NE İLE OLUR?
1-Yemekle olur.Yemeğine konulan kişi,bilmeden yediği yemekten sonra etkisini gösterir.
2-İçmekten dolayı olur.Herhangi içecek bir şeyin içerisine konulmakla yapılır.Bu midenin duvarına yapışarak,karında etkisini sürdürür.
Her ikisinde de yapılacak olan istifrağ etmektir.
Aksi takdirde midede kokuşma olur ve yengeç kendisini yakalamış gibi olur.
3-Yere atıp serperek,gömerek ta ki kişi ona basarak tesiri görülsün.
4-Bağlayarak.Saç veya elbiseden bir parçayı bağlayıp ona üfleyerek.
Peygamberimize sihir böyle yapılmıştı.
“Hem, nakl-i sahih-i kati ile, muzır bir sâhir olan Lebid-i Yahudi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı rencide etmek için acip ve müessir bir sihir yapmış. Bir tarağa saçları sarmış, üstünde sihir yapmış, bir kuyuya atmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali’ye ve Sahabelere ferman etmiş: “Gidiniz, filân kuyuda bu çeşit sihir âletlerini bulup getiriniz.” Gitmişler, aynen öyle bulup getirmişler. Herbir ipi açıldıkça, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dahi rahatsızlığından hiffet buluyordu.”
5-İşi şeytana havale ederek.Sihirbaz şeytana bir çok alçaklıklarla yaklaşarak, yardımını almaya çalışır.Allah ise o kişiyi bu durumdan korur.
6-Yazmak suretiyle.Tılsım ve cedvellere yazarak yapılır.Bunun tesiri ise zayıftır.
-Maalesef bir çok insan da bundan umut beklemektedir.
Sihirbazda bununla bir çoklarının haram yolla,ilaç yapacağım,gaybı biliyorum iddiasıyla mallarını ve paralarını alır ve yer.
Sihirbazın zararı umumadır,ferdi değildir.Onda hiçbir cihetle bir hayır yoktur.Eğer bir hayrı olsaydı,kendisine olurdu.Kendisi zengin,mal,mülk ve makam sahibi olurdu!
Sihirbazlar insanların en rezilleridirler.Tabiatı bozuk,ameli rezil,kalbi karanlık kimselerdir.
Karanlık kalbler,şeytanların yerleri,evleri ve sığınaklarıdır.
Sihir yapanlar insanların en ahmaklarıdır.Akılca en azı,fikirce en bozuğudurlar.
Sihirbaz,insanlara zarar vermede şeytana en çok benzeyenlerdendir.
Alusi der:”Şeytanlar,söz,amel ve inanç hususunda,kötülük yapmada ancak kendilerine benzeyenlere yardım ederler.
Sihirbaz,insanların sahip olduğu en aşağı sıfat olan yalancılıkla vasıflanmıştır. Hadiste denildiği gibi;”Yalan söyler,onunla beraber yüz yalan daha söyler.”(Müttefekun aleyh)
Sihirbazlar şeytani bir sıfat olan kibirle insanlara karşı kibir gösterirler.
“Yalnız İblis secde etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.”
Sihirbazlar en aşağı derecede cinlere sığınır,yardım dilerler.
“Doğrusu insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazılarına sığınırlardı da, cinler onların taşkınlıklarını artırırlardı.”
Şeytana zillet gösteren kimse ise,en aşağı ve hakir kimsedir.
SİHİRBAZ SİHİRDEN NE FAYDA GÖRÜR?
Sihirbaz bununla tüm aşağılıklara rağmen yükseklik taleb eder.
Bununla mal ve reislik umar.
Nitekim Fir’avun sihirbazların Musa-ya karşı koymalarını istediğinde,onlar firavundan mal taleb ettiler.
“Sihirbazlar Firavun’a geldiler. “Galip gelenler biz olursak mutlaka bize bir mükâfat vardır, değil mi?” dediler.
Firavun, “Evet. Üstelik siz (ücretle de kalmayacaksınız) mutlaka benim en yakınlarımdan olacaksınız” dedi.”
Fir’avun onlara mal ve aynı şekilde kendisine yakınlık vaadinde bulundu.Zira sihirbazlar malı ve öne çıkmayı severler.
Sihirbaz tamıyla şeytana hizmet ve başkalarına zarar vermek üzere koşturur.
Şeytan tamamen habistir.Elbette ona yaklaşanda onun gibidir.
Böylece şeytan maksadını gerçekleştirmek için sihirbaza bir rüşvet vermiş olur.Tıpkı parayla adam öldürmek veya fuhuş yaptırmak gibi…
SİHİRBAZ MUTLU YAŞAR MI?
Sihirbaz hayatında sürekli olarak şakice yaşar.Dinin tadını kaybeder, alamaz. Kur’an-ı dinlemekten hoşlanmaz.Ezandan korkar.
“Her kim de benim zikrimden (Kur’an’dan) yüz çevirirse, mutlaka ona dar bir geçim vardır. Bir de onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz.”
Sihirbaz insanlardan uzak bir hayat geçirir.Ancak kendisinden sihir taleb ettiklerinde onlarla bir bağlantı kurar.
Pisliğe bulaşmış,yaltaklanarak hayatını geçirir,kabir ve mezbeleliklere gider.Abdest ve gusülden uzak,pis koku içerisindedir.
Sihirbaz hayattan ümitsiz olup,rahat bir uyku uyumaz.Gündüzde huzurlu olmaz.Gecelerini sihrin karanlıklarıyla geçirir,gündüzlerini de sıkıntı içerisinde uyuyarak sürdürür.
“Rabbin, kullara (zerre kadar) zulmedici değildir.”
“İnkâr edenlere gelince, onlara dünyada da, ahirette de şiddetli bir şekilde azab edeceğim. Onların hiç yardımcıları da olmayacaktır.”
Sihirbazın yaptığı tüm amelin vebali kendisine ve kendisinden bunu isteyenedir.
“Oysa kötü tuzak, ancak sahibini kuşatır.”
O nerede olursa olsun kurtuluşa ve rahata eremez.
O kendi bütün iyi amelini yakıp bitirmektedir.
“Andolsun, sana ve senden önceki peygamberlere şöyle vahyedildi: “Eğer Allah’a ortak koşarsan elbette amelin boşa çıkar ve elbette ziyana uğrayanlardan olursun.”
Cehennemlikle müjdelenen bir kimseden kim ne umar?
SİHİRBAZIN CEZASI NEDİR?
İnsanların sihrinden emin olmalarını sağlamak için öldürülmesi yönünde hüküm verilmiştir.
“Cündeb (r.a.) den yapılan rivayette Resûlüllak (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Sihirbazın (ve büyücünün) had cezası kılıçla vurulup (Öldürülmesidir),”
Bücale b. Abade’den yapılan rivayete göre, adı geçen diyor ki: Ahnef b. Kays’ın amcası Ceze’ b. Muaviye’ye kâtiplik yapıyordum. Bu sırada ikinci halîfe Ömer’den (r.a.) bir yazı gel¬di ki, bu onun vefatından iki ay önceye rastlamaktaydı. Yazıda şu emir yer alıyordu: “Bundan böyle sihirbaz olan bütün erkek ve kadınları öldürünüz. Mecûsîlerden kendi mahremleriyle (dinen nikâhı haram olan yakınlarıyla) evli olanları birbirinden ayırınız. Ayrıca mecûsîleri birbirine acaip sesler çıkararak ses¬lenmekten men’ediniz.”(Buhari)

Bunun üzerine üç tane sihirbazı öldürdük ve kendi mahremiyle evlenenleri birbirinden ayırarak evliliklerine son verdik ve bunu ALLAH’ın kitabındaki açık hükümlere göre yerine getirdik.
Hafsa-da doğrulayarak,Sihir yapan bir cariyenin öldürülmesi emredildi ve öldürüldü.
Bu ise dünyevi cezasıdır.âhiretteki cezası ise;
“Andolsun, onu satın alanın ahirette bir nasibi olmadığını biliyorlardı.”
KENDİSİNE SİHİR YAPILANLAR:
Kim Allah’a yakınsa,o afet ve şerlerden uzaktır.
Zikri çok yaparak,Rabbisini çokça anarak yaklaşan kimse,insi ve cini şeytanların şerlerinden de korunmuş olur.
“Şüphesiz, (gerçek) kullarım üzerinde senin hiçbir hâkimiyetin olmayacaktır. Vekil olarak Rabbin yeter!”
Her ne vakit ki kişi Allah’ı anmaktan uzaklaşır ve ibadetini az yaparsa,şeytanın onu kullanması ve onunla oynaması kolaylaşır.
Sihir ise,Allah’ı zikir ve taattan boş olan kalplere tesiri daha kolay gerçekleşir.
İbni Kayyım;Sihir kadınlara,çocuklara,cahillere,çölde yaşayanlara,dinden, tevekkülden, tevhidden,evradı ilahiyyeden,dualardan,istiazelerden nasibi az olanlara daha çok tesir eder,der.
Kadınlar zikir ve ibadeti az yaptıklarından onlara daha çok tesir eder.
Çocuklarda ailelerinin ve eğiticilerin onlar üzerinde okumaları gerekenleri yapmamalarından dolayı daha fazla tesir eder.
Fısk,isyan ve kötülüklere düşen insanların durumu da böyledir.
Evlerinde saz ve çalgı aletleri oluşturup,topluluk halinde sürdürenlere de sihir ve nazar isabet eder.Çünkü bunlar nefsin hoşuna giden şeylerdendir.Onlar bunlar vesilesiyle günah işleyip,ibadetten uzaklaşmaları sebebiyle Rahmandan uzaklaşmış, isyana yaklaşmışlardır.
Bu durumda sihrin tesiri daha kolay olur.Elbette Allah için toplanıp,O’nu hatırlamak gibi olmaz.
-Özellikle kadınlar istek ve nefislerinin hoşuna gitmeyen bir durumla karşılaştıklarında,Allah’ın rızasına aykırı da olsa, hemen sihir yapan kimseye giderler.Onlara gidip gelmelerini söyleyerek,çok şeylerini kaybettirirler.
Acizliklerinden sıkıntıya gelemedikleri için bu yola baş vururlar.
Bundan dolayıdır ki hadiste;”Cehennem bana gösterildi,ehlinin çoğunun kadınlar olduğunu gördüm.”
Bundan dolayıdır ki hasetten kadınlar Takvaya sarılmalı,günahlardan ve günaha itici şeylerden kaçınmaları gerekir.
“Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu açar. Onu beklemediği yerden rızıklandırır.”
Dua ile bol bol Allah’a iltica etmeli,ısrarla Allah-dan zararların def’ini istemelidir.
“Eğer Allah sana herhangi bir zarar verecek olursa, bil ki onu, O’ndan başka giderebilecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun lütfunu engelleyebilecek de yoktur. O, bunu kullarından dilediğine eriştirir. O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”
SİHİRDEN ÖNCE KORUNMA YOLLARI:
1-Allah’a tevekkül etmek.
Mü’min kalbini Allah’a bağlar ve bütün işlerini O’na havale eder.Bilir ki zarar ona ancak Allah’ın izniyle olur.
Hadiste buyurulur: Eğer bütün ümmet sana fayda vermek için toplansa,Allah’ın senin için yazdığı ve ezelde takdir ettiği menfaatten başkasını sana ulaştıramaz.
Eğer bütün ümmet sana zarar vermek için bir araya gelse ,Allah’ın senin için yazdığı ve sana takdir ettiği şeyden başka sana hiçbir zarar veremez.”(Tirmizi)
Nice sihir yapanlar vardır ki,sihirleri tesir etmemiştir.
“Hâlbuki onlar, Allah’ın izni olmadıkça o sihirle hiç kimseye zarar veremezlerdi.”
2-Allahı çok çok hatırlamalı.
Kur’an okumayı,istiğfar,tesbih ve diğer evradları arttırmalı.
Bu durum tüm kötülüklere karşı sağlam bir sığınak ve kaledir.
İnsan ne zaman Allah’dan,O’na sığınmaktan ve O’na yönelmekten uzaklaşırsa, sıkıntıları büyür,belaları çoğalır,şeytan ona bir giriş yolu bulmuş olur.
İbni Kayyım:”Bir kalb tamamen Allahı zikretmekle dolu ise,dua, zikir ve istiğfarlarında O’na yönelik ise,kalbi ile dili bir birine mutabık ise,bu durum sihri engellemede ve sihrin kendisine isabetinden dolayı tedavide en büyük sebeb olmuş olur.
3-Günahlardan uzak durmalı.
Özellikle zengin kimselerden faydalanma konusunda geri durmalı.
Kur’an-ı okumaktan ve Allah-ı anmaktan uzak durmamalı.
4-Camide cemaatla sabah namazına devam etmeli.
Hadiste:”Kim sabah namazını kılarsa o Allahın zimmeti,koruması altındadır.”(Müslim)
Kim ki Allahın koruması altında ise,şeytan ona bir yol bulupda giremez.
5-Evde Bakara suresini okumalı.
Hadiste:” Bakara Suresini devamlı okuyunuz. Çünkü onu alıp öğrenmek büyük bir bereket; Terk etmek ise büyük bir kayıptır. Sihirbazların bile onu okuyanlara gücü yetmez.”
“Evlerinizi kabirlere çevirmeyiniz. Şüphesiz şeytan, içinde Bakara sûresi okunan evden kaçar.”
6-Sabah ve akşam Muavvizeteyn (felak-nas) surelerini okumaya devam etmeli.
Ukbe b. Âmir (r.a.) Şöyle dedi:
“Ben yolculuk esnasında Resûlullah (s.a.v.)ın devesini yularından tutup çekerdim. Bir keresinde Resûlullah (s.a.v.) bana:
“Ey Ukbe! Allah’a sığınma hususunda en ha¬yırlı iki sûreyi sana öğreteyim mi?” buyur¬du, sonra bana “Felâk ve Nâs” surelerini öğretti. Daha sonra insanlara, sabah nama¬zını, bu iki sureyi okuyarak kıldırdı”.
Yine Ukbe b. Âmir (r.a.) şöyle dedi. “Ben Resulullah’la (s.a.v.) beraber Cuhfe ile Ebva arasmda gidiyordum, birden şid¬detli bir rüzgâr ve karanlık bizi kuşatıverdi. Peygamber (s.a.v.), hemen “Felâk ve Nâs” surelerni okumaya başladı. Bana da: “Ey Ukbe: Bu iki sureyi okuyarak Allah’a sı¬ğın, Allah’a sığınanlardan hiç biri o ikisi gibi başka bir şeyle O’na sığmmamıştır. (Özellikle bu iki sure sığınmanın en iyisidir.)” Da¬ha sonra Ukbe şöyle diyerek sözlerini biti¬rir: “Resûlullah (s.a.v.)ın bu iki sureyi (Felâk ve Nâs) okuyarak namaz kıldırdığı¬nı işittim.”
İbni Kayyım:”Kişinin bu iki duaya olan ihtiyacı;nefsine,yiyeceğine, içeceğine, giyeceğine olan ihtiyaçtan daha büyüktür,der.
7-Kelimatillahit tâmmât ile Allaha sığınmayı çok yapmalı.
“Eûzü bi kelimatillahi’t-tammati min şerri ma haleka ve zerae ve berae ve minşerri ma yenzilü minessemai ve min şerri ma ya’rucu fiha ve min şerri fitnetilleyli vennehari ve min şerri külli tarikın illa tarikan yatruku bihayrin ya Rahman.”
Manası:”Bütün yaratıkların şerrinden; gökten inen ve göğe çıkan her şeyin şerrinden; gecenin ve gündüzün fitnesinden; hayra açılan yollar hariç bütün yolların şerrinden, Allah’ın kusursuz kelamlarına (âyetlerine yani Kur’an’a) sığınırım. Ey Rahman olan Allah’ım (beni muhafaza eyle).”
Hadiste:”Kimde evine girerken bunu söylerse,evinden çıkıncaya kadar ona hiçbir şey zarar vermez.”(Müslim)
Gecede ve gündüzde,evine girdiğinde,karada ve havada yarattıklarının şerrinden bunun ile korunmalı.
8-Gecenin evvelinde Bakara suresinin son iki ayetini (aşir olarak okunan amener-resulü) okumalı.
Ebû Mes’ûd el Ensarî (r a )’den rivâyete göre, Rasûlullah (s a v ) şöyle buyurmuştur: “Kim Bakara sûresinin son iki ayetini okursa o iki ayet ona yeterlidir ”
9-Uyuma anında Âyet-el Kürsiyi okumalı.
”Yatağınıza yattığınız (yatacağınız zaman), ”Ayetel-Kursi’yi okuyunuz. Çünkü orada bulunduğunuz müddetçe koruyucunuz bizzat yüce kendisi olur. Ve sabaha kadar o yatağın etrafına (çevresine) kesinlikle şeytan yaklaşamaz” buyrulmuştur.
10-Sabahleyin Medinenin Acve hurmasından yedi tane yemeli.
Hadiste:” Kim her gün yedi tane acve hurması (yiyerek) sabahlarsa zehir ve sihir ona zarar vermez” ( Müslim)
11-Sabah ve akşam virdlerine devam etmeli.Mesela:
Âyet-el Kürsi, Bakara suresinin son iki âyeti(Amener resulü), Muavvizeteyn (Felak-Nas), “BİSMİLLAHİLLEZİ la yedurru ma’asmihi şeyün fil ardi ve la fissemai ve hüves-semi’ul alim”
Anlamı:” Yüce Allah’in ismiyle hareket ederim. O yüce Allah ki, O’nun mübârek ismiyle hareket edildiği (O’nun ismi söylendiği) vakit, yerde ve gökte hiçbir şey okuyana zarar veremez. O yüce Allah, her şeyi en iyi işiten ve en mükemmel bir şekilde bilendir.”,
“Euzu bi kelimatillahittammati, min kulli şeytanin ve hamme ve min kulli aynin lamme.”Manası: “Her türlü şeytandan, zararlı şeylerden ve kötü gözlerden bütün kelimelerin hürmetine Allah’a sığınırım.”
Resulullah (sas), Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’i şöyle sığındırırdı: “İkinizi de Allah’ın tam kelimelerine sığındırırım, her şeytandan, kötü kazadan ve kötü gözden.” derdi ve buyururdu ki: “Babam İbrahim oğulları İsmail ve İshak’ı böyle sığındırırdı.”
*Kelimatillahit tâmme-yi yapmalı,yedi kere; Hasbiyallahu lâ ilâhe illâ Hû, aleyhi tevekkeltu ve Huve rabbül arşıl azîm, .demeli;
Ebu Davud’un süneninde rivayet olunduğuna göre; Ebu’d-Derdâ Hazretleri demiştir ki, “Her kim sabah ve akşam yedi kere bu ayeti okursa, Allah Teâlâ o kulun önemsediği şeylere kifâyet eder”.
-Allahümme fâtıres-semâvâti vel-ardi âlimel-ğaybi veş-şehâdete Rabbe külli şey’in ue melîkehu eşhedü en lâilâhe illâ ente eûzü bike min şerh nefsi ve şerriş-şeytâni ve şirkihi)

“Ey Allah’ım! Ey gökleri ve yeri yaratan, gizliyi ve âşikârı bilen! Ey her sevin Rabbi Şehâdet ederim ki senden başka mabud-u bil-hakk yoktur. Nefsimin şerrinden, şeytanın şerrinden ve şirkinden sana sığınırım.” de ve bunları sabaha çıktığında, akşama eriştiğinde ve yatağa girdiğinde söyle buyurdu. (Ebû Dâvud)
*Hergün 100 kere “Lâ İlahe İllallahü Vahdehu Lâ Şerikeleh Lehül Mülkü ve Lehül Hamdü ve Hüve Âlâ Külli Şey-ün Kadir” diyen kimse, 10 köle azad etmiş gibi olur, kendisine 100 sevap yazılır, yüz günahı silinir, o gün akşama kadar şeytanın şerrinden emin olur. Hiçbir kimse hiçbir ibadetle bu seviyeye ulaşamaz, ancak ondan daha fazla yapan müstesna. Hadis’i Şerif (Buhari, Müslim) Gezdiği sokakta bir kere söyleyenin bir milyon günahı bağışlanır, defterine bir milyon sevap yazılır ve kendisi için cennette bir köşk inşa edilir. Hadis’i Şerif (Ahmed İbn’i Hanbel)
Sabah ve akşam bunları ihmal edip terk etmek,şeytanın o insana musallat olmasının en büyük sebeplerindendir.
Kişi bunu kendisi için okuyabildiği gibi,ailesi ve bir başkası için de okuyabilir.Nitekim Efendimizde torunları Hasan ve Hüseyine böyle yapıyorlardı.
SİHİRDEN SONRA SİHRİN TEDAVİSİ NEDİR?
Allah sihir yapılmış kimsenin bu sihirden kurtulmak için meşru yollarla tedavisine baş vurmasını meşru görmüştür.
Buda önce de söylediğimiz gibi;yenilen ve içilen şeyleri kusmakla,gömülen yerden çıkarmak ve düğümlerden çözmekle olur.
Peygamberimizden de rivayet edildiği üzere bunun çözümü iki yolladır:
1-Çıkartılması ve ibtali.Efendimizde Rabbimizden istemiş,gösterilmiş ve çıkararak iptal etmiştir.
Sihrin yapıldığı yerde,eziyet verdiği mahalde istifrağ etmektir.
SİHRİN YERİNİ BİLMENİN YOLU:
*Ya Kur’an okunmasından sonra cinnin konuşarak sihir yapılan yeri gösterilerek çıkarılacaktır.
*Ya da Allahın lutf ve ihsanıyla sihir yapılan kimseye rüyasında gösterilecektir.
2-Sihir yapılan üzerine Kur’an-ı Kerim-i okumaktır.Bunlarda;
*Kur’an-ın en büyük surelerinden olan Fatiha suresini okumak.
*Âyet-el Kürsiyi okumak.
*Sihir ayeti olan A’raf suresinin 117-119.âyetlerini okumak.
*Yunus suresi 79-82.âyetlerini okumak.
*Taha suresi 65.69.âyetleri okumak.
*Felak ve Nas surelerini okumak.
İbni Kesir der:Sihrin etkisini gidermede kullanılacak en faydalı yol,bu sihri gidermede rasulüne indirdiği felak ve nas sureleridir.
-Hz. Hatice validemiz şöyle rivayet etmiştir: “Hz. Peygamber (s.a.s) rahatsızlandığı zaman Muavvizeteyni okur ve vücuduna üflerdi. Hastalığı ağırlaştığı zaman ona Muavvizeteyni ben okudum ve bereketini umarak kendi ellerimle vücudunu sıvazladım.”
3-Sihrin çözümü için çokça dua ve tam bir ihlasla Allaha yönelmek.
Buhari ve diğerleri, Hz. Peygamber’in bir Yahudi’nin yaptığı sihirle büyülendiğini şöyle rivayet ederler:
“Ayşe rivayet eder: Zureyk Oğulları’ndan Lebid b. A’sam adında bir adam Rasulullah’a sihir yaptı. Öyle ki, Rasulullah bir işi yapmadığı halde kendisine yapmış gibi geliyordu (feleğini şaşırmıştı). Bir gün veya bir gece yanımdayken uzun uzun dua etti ve bana “Ey Ayşe, çözüm istediğim konuda Allah’ın bana çözüm gösterdiğini anladın mı? Bana iki adam geldi, biri başucumda, diğeri de ayak ucumda oturdu ve biri diğerine “Adamın ağrısının sebebi nedir?” dedi. Ona,”Büyülenmiştir“ dedi. “Kim büyüledi?” dedi. “Lebid b.A’sam” dedi. “Hangi şeyle büyüledi?” dedi. “Bir tarak, biraz saç kılı, erkek hurma kapçığı ile.” dedi. “Sihir nerededir?” dedi. “Zervan kuyusu içindedir.” dedi. Ashabından bazı kişilerle beraber Rasulullah o kuyuya geldi. Dönüşte, “Ey Ayşe, suyu kına suyu ve hurma kapçıkları da şeytanın başları gibidir” dedi. “Ey Allah’ın Rasulü, onu çıkarsaydın ya” dedim. “Allah bana şifa verdi, onun yüzünden halk arasında bir kötülük çıkmasını istemedim” dedi ve sihir malzemesinin toprağa gömülmesini emretti ve gömüldü.”
-Rasulullah burada duayı çokça yaptı,ısrarla yaptı,duanın icabet vakitlerinde yapmalı-gecenin son üçte biri gibi-.
“–Kim bana duâ ederse, ben ona icâbet ederim; kim benden bir şey isterse, ben ona istedğini veririm, kim beden mağfiret dilerse, ben onu mağfiret ederim! …”buyurur.
“Allah-u Azze ve Celle, ilk gecenin üçte birlik vakti geçene dek her gece dünya semasına iner ve: “Her şeyin hükümranı Benim”, “Her şeyin Hükümranı Benim” diye buyurur ve (de¬vamla): “Kim Bana dua ederse, onun duasına icabet edeyim? Her kimde Benden isterse, ona vereyim? Ve kim de istiğfar istiyorsa onu da mağfiret edeyim?” diye buyurur. Bu durum sabahın aydınlanmasına kadar da devam eder.”buyurulur.
“Geceleyin öyle bir zaman vardır ki, müslüman bir kimse o zamana rastlayıp Allah’tan dünya ve âhirete dair hayırlı bir şey dilerse, Allah ona dilediğini verir. Bu her gece böyledir.”
BULUNAN SİHİR NE YAPILIR?
1-Yenilip içilmişse kusularak veya iki yoldan biriyle dışarıya atılır.Zararından da kurtulmuş olunur.
2-Eğer bir kağıda yazılmış ise,Bir su kabında bu yazılar silinir.Ta ki yazının eseri gidinceye kadar.Sonra bu kağıt yırtılır veya herhangi bir yere atılır.Veya herhangi bir yerde suya bırakılır.
3-Eğer düğüm yapılmış ise çözülür.Her çözmeyle beraber felak ve nas suresi okunur.Vücuda üfürülür.Tamamı çözüldükten sonra ip parçalara ayrılır,sonra herhangi bir yere atılır.
Sihir herhangi bir şekilde ateşle yakılmaz.
*Kim bir sihirbaza kendisine bir sihir yapması için giderse,dinini dünyaya satmış demektir.
İşlediği günahla Allahın gadabını üzerine çekmiş demektir.
Sihre gösterdiği rıza ile İslami bağını da koparmış demektir.
Mazlumun duası makbul olduğundan,sihre uğrayan kişinin gece gündüz yapacağı dua kabul olur.
Hadiste:“Üç dua vardır ki, bunlar şüphesiz kabul edilir: Mazlumun duası, yolcunun duası ve babanın evladına duası.”(Tirmizi)
Sihirbaz hile yaparsa,Allahın hilesi daha hızlıdır.
“De ki: “Allah, daha çabuk tuzak kurar.” Şüphesiz elçilerimiz (melekler) kurmakta olduğunuz tuzakları yazıyorlar.”
İyi insanları koruyup müdafaa edecek olan da Allahtır.
“Şüphesiz, Allah inananları savunur. Doğrusu Allah hiçbir haini, nankörü sevmez.”
Zulmün neticesi şiddetli bir azaptır.
“Sizden kim de zulüm ve haksızlık ederse, ona büyük bir azap tattırırız.”
Dünya hayatı kısadır,insanda kabre tek başına girecektir.Sihir yapılan kimse hakkını alacak olsa,yapan orada ne yapacaktır,düşünülmesi gerekmez mi?
Bu duruma düçar olmadan evvel tevbe etmek gerektir.Hem Sihirbaza giden ve hem de sihir yapan için.
Peygamberlerin başına da çok musibetler gelmiştir.Elbette onlara uyanlara da aynı musibetler gelecektir.Bu kulun derecesini yükseltmek içindir.
Sihir yapılan üzülüp mahzun olmamalı zira bu iş Peygamberimize de yapıldı.Allah kulunu kendisine yaklaştırmak için bu gibi musibetlere mübtela kılar.
Kaderi tenkid etmemeli,kazaya rıza göstermelidir.
“Hoşlanmasanız da savaş size farz kılındı. Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur. Olur ki sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olur. Gerçeği Allah bilir, siz bilmezsiniz.”
Dünya hayatı fani,ahiret ise bakidir.
“Size verilen şey, yalnızca dünya hayatının geçimliğidir. Allah’ın yanında bulunanlar ise daha iyi ve daha süreklidir. Bu mükâfat iman edenler ve Rablerine dayanıp güvenenler içindir.”
“İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” bunu çokça söylemeli.Ecrini istemeli ve daha hayırlısını vermesini talep etmelidir.
Mü’min kişiye bir ağrı, bir yorgunluk, bir hastalık bir üzüntü hatta bir ufak tasa isabet edecek olsa, Allah onun sebebiyle mü’minin günahından bir kısmını mağfiret buyurur.”
Allahın rahmetinden hiçbir zaman ümit kesmemelidir.
Allah müminlerin dostudur.
Allah kudret ve ceberut sahibidir.Zulme müsaade etmez.
“Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah, onları ancak gözlerin dehşetle bakakalacağı bir güne erteliyor.”
Not.Eser ‘Bâiu Dinihi.Dr.Abdulmuhsin bin Muhammed Kasım-ın eserinden özetle hazırlanmıştır.
12-09-2011
MEHMET ÖZÇELİK




EVRİM BİLİMSEL DEĞİLDİR

EVRİM BİLİMSEL DEĞİLDİR

*“Ne elbiseler gördüm içinde insan yok, nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok” Mevlana

Bir tv proğramında evrim üzerine bir tartışma bütün şiddetiyle sürmekteydi.Bunun üzerine kendime sordum;
*Evrimciyle tartışır mıyım?
Evvela seviyeli ve insan olan her insanla tartışırım ancak muhatabım yeter ki insan olsun ve de insani özelliklere sahip olsun.
Hayvan ve hayvan oğlu bir hayvan benim nasıl muhatabım olabilir ki?
Ben insan oğlu insanım.
Hz.Âdem-den soyum silsile halinde gelmektedir.
Soyunu bilmemek ne derece soyluca bir davranış olur?
Soyunu soylu olmayan bir varlığa dayandıran ne kadar soylu görüş ve davranışta bulunabilir?
Ve de ben tüm tez ve anti-tez üzerinde genişçe bir araştırma yapmışım.Darwinin tezlerini ve de tezlerinin tutarsızlıklarının delillerini bilmekteyim.
O halde evrimi savunan bir kere benim inandığım yaratıcıya inanmamakla en büyük seviyesizliği göstermiş olmaktadır.Bu konuda ne kadar bir bilgiye sahiptir.
Varlıkların oluşumunu tesadüfe bağlayan bir insan!?,ne kadar mantıklı görüşler serdedebilir?Zira küçük bir kalem veya herhangi bir eşya bile kendi kendine olmaz ve de oluşmazken,şu koca alem nasıl kendi kendine oluşur ki,insanda rast gele kendi kendine bir değişim sonucu bu mükemmel hali almış olsun?
Şu bir kuraldır;Hiçbir zaman için kalitesiz ve düşük bir şeyden mükemmel bir şey çıkmaz.Seviyesiz olan bir şeyden nasıl bir seviye ve seviyeli bir varlık çıksın.
Hayvan gibi seviyesiz bir varlıktan ve de maymun gibi maskara bir hayvandan,insan gibi bir seviyeli varlığın çıktığını idia etmek,ondan daha seviyesizce bir aşağılıktır.
Nasıl bir teori ki 200 yıldır hala isbatlanamamıştır.
Evrimciliği savunan insanlar,kendi inançsızlıklarını evrim altında yutturmaya çalışmaktadırlar.
Evrimi savunmak ahlaksızlıktır.
Evrimi savunmak için,insanın kendi kişiliğinden soyutlanması gerekir.
Kişiliksiz bir maymundan geldiğini iddia eden kişiliksiz,ne kadar kişilikli olduğunu iddia edebilir?
*Evrimin dinle ilişkilendirilmemesi,ruhu söküp atmak ve mideye göre konuşmak demektir.
-Tüm bilgiyi laboratuarla sınırlamak demek,insanı ve düşüncesini laboratuarın dar kalıplarına sığdırmak kadar sığ bir davranıştır.
-Eğer bir benzerlikten hareketle değerlendirmeye çalışmaksa,o zaman insanın fareye ve tavuğa benzemesi gerekir.Çünkü matematiksele yakın en uygun iddia bu olabilir.En çok üzerinde deney yapılan ve kanı insana benzeyen faredir.Bu ise insanın fareden geldiğini göstermemektedir.
-Evrimin en önemli sebebi güçlülerin hakimiyetidir.Varlıklar arasındaki dengeyi ve yardımlaşmayı tamamen inkâra dayanır.
-İnsanın maymundan geldiğini iddia etmek,insanın hayatını maymunun dar hayat standartlarıyla sınırlamak gibi basit bir hayata indirmektir.
Bir maymun için insanın duyduğu milyarlarca muhtaç olduğu şeylere ihtiyaç duyabilecek bir yetenek ve kabiliyeti yoktur.
Maymunun kapsam alanı ve kullanım alanı ile insanın yaşam alanı arasında sınırsız bir fark vardır.
-Bu iddia öyle mesnedsiz bir iddiadır ki,mükemmel bir saraya giren bir insanın o sarayın ve içerisindeki düzeni hariçten bir güç ve düzenleyiciye değil de,içeriden bir eşyaya mal etmesi gibi mantıksız bir iddiadır.
-Emrim bir bilim değil,isbatlanmamış bir teoridir.Evrimde bir sonuç ve hüküm yoktur.
-İnsan 23 çift kromozoma maymun ise 22 çift kromozoma sahiptir.Her bir kromozom varlıkların farklılığını ortaya koyup,geçişini engellemektedir.
İki farklı kromozomdan meydana gelecek olan üçüncü bir varlığın nesli kesiktir.Devam etmez.Nitekim atla eşekten meydana gelen katır gibi.
Katırın nesli katır olarak devam etmez.Çünkü kromozomlar farklıdır.
O halde nasıl olurda iki farklı kromozom sahibi olan maymun ve insandan,insan nesli devam edip sürdürülebilsin?
Bu durumda insan neslinin güdük ve kesik olup,devam etmemesi gerekirdi.Devam ettiğine göre insan kendi insan neslini devam ettirmektedir.
Garib diğer bir durum ise şudur ki;Neden bu geçişler hala devam etmiyor..neden insanların görebileceği bir dönemde bu geçişler oluşmamış..Yoksa bir kere olup kayıp mı olmuşlar?Neden şu andaki maymun ataları maymunlukta kalmış da insanlığa bir geçiş sağlayamamışlar..bu onlar için bir haksızlık değil mi?
Neden..Neden??Nedenler çoğaltılabilir ancak cevapsız kalacağı için bir anlam taşımamaktadır.

*Maymunla insan arasında bir mukayese yapmak gerekmez mi?
Her yönüyle aradaki farkı fark edip görmek gerekmez mi?Mesela;
-Maymunu yavrusuyla beraber boş bir kazanın içine koymuşlar,altın¬dan ateşi yakmışlar. Ayakları yanmaya başlayınca yavrusunu kucağına almış. Ateş şiddetlenince ayaklarını kaldırıp indirmeye başlamış. Daha da şiddetleniverince yavrusunu altına koymuş ve yavrusunun üstüne çıkmış.
Oysa bir anne kendisi için yavrusunu değil,yavrusu için kendisini feda etme fedakârlığına sahiptir.
Hayvandan insan özellikle sağlam bir anne şefkatini beklemek,ne kadar insani olur?

-Bu konuda daha önce genişçe bir araştırma yapmıştık.Bakılabilir.

MEHMET ÖZÇELİK
20-05-2010




“EŞKIYA MISINIZ SİZ”

“EŞKIYA MISINIZ SİZ”
*Eşkiyasınız siz! Siz eşkiyasınız! Siz kim misiniz? Kim eşkıya?
Hanginiz eşkiya-sınız?
Bu milletin değerlerine saldıranlar eşkiyadır.
Bu milletin önünü tıkayanlar eşkiyadır.
Medeni yaşantıyı bırakıp,dağa çıkanlar eşkiyadır.
Konuşarak ve anlaşarak değil de,kavga ederek başkaldıranlar eşkiyadır.
İnsanları sokaklara dökenler eşkiyadır.
Bu milletin hayat bahçesine giden suları tıkayıp kurumasına sebeb olanlar,yaşam sularını zehirlemeye teşebbüs edenler eşkiyadır.
Seçimle değil de,darbe ile başa geçmeye çalışanlar eşkiyadır.
Hukuku dinlemeyip hukuksuz hareket ederek,rüşvetle veya siyasetle hukuku yürütenler eşkiyadır.
Kirli işlerde bulunan,fuhuş çeteleri kuran,toplumu zehirleyenler tam birer eşkıya ve çetedirler.
Olumsuzluklara göz yuman,onlara su taşıyanlar,sulandıranlar birer çete yavrusudurlar.
Toplumda kaos oluşturmak,üniversitelerde okuma amaçlı olmayıp eğitimi sabote etmekle görevli olanlar,haklarını hakça değil,başkalarının haklarını gasbederek almaya çalışanlar birer eşkıya ve çete elemanıdırlar.
Evvelden eşkıya dağda idi.Şimdi şehre inmiş,halka karışmış.Tefrik etmek zorlaşmış.Bununla da kalmamış,dağdaki eşkıya ile şehirdeki ortak eşkıya şirketi kurmuş,işini sağlama almak için hukukun içinden kendine destekte bulmuş.
Gel çıkabilirsen bu işin içinden çık!
Üçüncü Mustafa bunu güzel anlatmış;
Yıkılıpdur bu cihan sanmaki biz de düzele
Devlet-i çarh-ı denî virdi kamu mübtezele
Şimdi ebvâb-ı saadetde gezen hep hezele
İşimiz kaldı hemân merhamet i lemyezele
MEHMET ÖZÇELİK
30-01-2011




GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE SİNEMA

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE SİNEMA

Geçmişten günümüze türk sineması namı diğerle yeşil çamın sicili hiç de temiz değildir.Genelde basit,sefahet ve rezalete dönük filimlerle toplumun ahlakını bozucu filimlere imza atmıştır.
Öyle ki yaptığı ahlak dışı filimlerin üzerinden büyük okyanusun tüm suları aksa dahi o kirliliği ve lekeyi silemez,gideremez.
En masum ve tarihi gibi görünen filimlerde dahi ahlaksızlık sahneleri eksik olmamaktadır.
Mesela Tarihi film çeviren Cüneyt Arkın dahi çevirdiği filimlerdeki açtığı yaraları tedavi etme düşüncesinden kaynaklanmış olsa gerek ki,Türkiye gazetesi ve Tgrt-nin sponsorluğunda türkiyeyi dolaşarak gençlerin uyuşturucu gibi durumlardan uzak kalmasını sağlayıcı konferanslarda bulunmuştur.
Okulumuza da geldiğinde kendisine verdiğim seviyeli eserlerle bir katkıda bulunmayı düşünmüştüm.

-Yapılan araştırmadaki bir tesbitte;Türk dizileri hem edepsiz hem de boşanma nedeniymiş!
Türk sineması en az yarım asırdır bir türlü seviyeyi yakalayamadı,göbek altından üste çıkıcı seviye ve anlayışı gösteremedi.Bu durum maalesef hala da devam etmektedir.
Son zamanlarda çevrilen ‘Kurtlar Vadisi’dizisinin görmüş olduğu rağbet,milletin bir asırlık yarasına bir nebzede olsa göstermiş olduğu gerçeklerden ve merhemden dolayıdır.
‘Hakkını helal et’,’Tek Türkiye’,’Kollama’filimleri türk sinemasına bir nebzede olsa,yeterli olmasa da bir nefes aldırdı.
Bir yandan türkiyedeki kirli çamaşırları ortaya dökerken diğer yandan toplumun düşünmesini ve ibret almasını sağladı.

-Türk sinemasının bu çirkin yüzünü bakınız sinemanın içindeki bir kişi nasıl tanımlamaktadır:
”Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf’ın, toplumun ahlâkını bozan dizilere şifre getirilmesi yönündeki açıklamasına Müjde Ar, Güzel Haberler adlı programında tepki gösterdi. Ar, “Yaptığım filmlere bakıyorum da ben toplumun ahlâkını çok bozmuşum” diyen Ar, şöyle konuştu: “İyi kötü benim her filmimde öpüşme var; sevişme, çokça da tecavüz var. 80 filmden 60’ında benim ırzıma geçildi.” diye konuştu.”

-“80 Filmin 60’ında Irzıma Geçtiler
“Müjde Ar, ilk başrol filmi ‘İffet’teki tecavüz sahnesine yaptığı yorumla dikkat çekmişti. “Türk aile yapısını bozan bazı dizilere şifre konulmalı” diyen Devlet Bakanı Kavaf’a göndermede bulunan Müjde Ar, “Türkiye’nin ahlakını çok bozdum. Çünkü, oynadığım 80 filmin 60’ında benim ırzıma geçiliyor. Gençlik, İffet’te Faruk Peker’le çektiğim cam sahnemle büyüdü. Gel de bu gençlikten hayır bekle…” diyerek İffet filmini anlatmıştı. “
Acaba bu ifşaat bir vicdan azabının itirafı mı yoksa yaptıklarının ve ektiklerinin görünen ahlaksız neticelerinin bir itirafı mı?
Her ne olursa olsun,bu bunca kirlenmeleri ve kirlenmelere sebep olmanın cürmünü ve zulmünü hiçbir zaman örtemez ve ortadan kaldıramaz.
Ya bozdukları ve bozduklarının bozdukları ve süre gelen bu bozulmalar ne ile telafi edilebilir?
Hiç mi hiçbir şekilde…
-Bu durum filimlerin bir fuhuş yuvaları halinde çalıştığının göstergesidir.

***************
*Cemil Meriç Bu Ülke’sinde romandan söz ederken şunları söyler: “Divan Edebiyatında roman yok. Niçin olsun? Batının ilk romanlarından biri ‘Topal Şeytan’. Kahraman, evlerin damını açar, bizi yatak odalarına sokar. Roman, başlangıcından itibaren bir ifşadır. Osmanlının ne yaraları vardır, ne yaralarını teşhir etmek hastalığı. Hikâyeler ya bir cengâveri ebedileştirir, ya ‘hisse alınacak bir kıssa’dır.”
*Bediüzzaman ise sinema,roman,tiyatro gibi uygulamaların hazin halini.avrupa medeniyeti ve edebi ile Kur’anın edeb ve medeniyetini mukayesede şöyle tasvir ve tesbitte bulunur:
“Avrupazâde edebse, fakdü’l ahbaptan, sahipsizlikten neş’et eden gamlı bir hüznü veriyor; ulvî hüznü veremez. Zira sağır tabiat, hem de kör bir kuvvetten mülhemâne aldığı bir hissi hüznü gamdâr, âlemi bir vahşetzâr tanır; başka çeşit göstermez. O sûrette gösterir, hem de mahzunu tutar; sahipsiz de olarak yabanîler içinde koyar; hiçbir ümit bırakmaz.
Kur’an’ın edebi ise, öyle bir hüzün verirki, âşıkâne hüzündür, yetimâne değildir. Firâku’lahbaptan gelir; fakdül’lahbaptan gelmez. “(Lemeât) Ayrıca 25.Söz’de bu ikinci hüzünden söz edilirken “Ahbap var. Firakında müştakâne bir hüzün verir. İşte şu hüzün hidayeteda, nurefşan Kur’an’ın verdiği hüzündür.”
Hüzün ise, iki kısımdır: Ya fakdü’l-ahbabdan gelir, yani ahbabsızlıktan, sahipsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki, dalâletâlûd, tabiatperest, gafletpîşe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün, firâkü’l-ahbabdan gelir. Yani ahbab var; firâkında müştâkâne bir hüzün verir. İşte şu hüzün, hidâyetedâ, nurefşân Kur’ân’ın verdiği hüzündür.
Ammâ neşe ise, o da iki kısımdır: Birisi, nefsi hevesâtına teşvik eder; o da tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe’nidir. İkinci neş’e, nefsi susturup, ruhu, kalbi, aklı, sırrı, maâliyâta, vatan-ı aslîlerine, makarr-ı ebedîlerine, ahbab-ı uhrevîlerine yetişmek için latîf ve edebli mâsumâne bir teşviktir ki; o da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü’yet-i Cemâlullâha beşeri sevk eden ve şevke getiren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın verdiği neşedir.”
“Belki zâlim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında aşk-ı hakiki bilmez.
Şehvetengiz bir zevki nefislere de zerk eder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kâinata san’at-ı İlâhî sûretinde bakmaz,
Bir sıbga-i Rahmânî sûretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor, hem ondan da çıkamaz.
Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz.
Yine ondan gelen, dalâletten neş’et eden ruhun ıztırâbâtına, o edebsizlenmiş edeb müsekkin, hem münevvim, hakiki fayda vermez.
Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvât. Meyyit hayat veremez.
Hem tiyatro gibi tenâsuhvâri, mâzi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.
Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlûfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.
Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktristi kârie ihtar eder. Zâhiren der: “Sefâhet fenadır, insanlara yakışmaz.”
Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefâhete öyle müşevvikâne bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.
İştihâyı kabartır, hevesi tehyic eder; his daha söz dinlemez. Kur’ân’daki edebse, hevâyı karıştırmaz.
Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemâlperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir. Hem de aldatmaz.
Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor. Belki bir san’at-ı İlâhî, bir sıbga-i Rahmânî noktasında bahseder; akılları şaşırtmaz.
Mârifet-i Sâniin nurunu telkin eder, hreti de âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzün de veriyor; fakat birbirine benzemez.
Avrupazâde edebse, fakdü’l-ahbabdan, sahipsizlikten neş’et eden gamlı bir hüznü veriyor; ulvî hüznü veremez.
Zîrâ sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemâne aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdâr. Âlemi bir vahşetzâr tanır; başka çeşit göstermez.
O sûrette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahipsiz de olarak yabânîler içinde koyar, hiçbir ümit bırakmaz.
Kendine verdiği şu hiss-i heyecanla git gide ilhâda kadar gider, ta’tîle kadar yol verir. Dönmesi müşkül olur; belki daha dönemez.
Kur’ân’ın edebi ise, öyle bir hüznü verir ki, âşıkâne hüzündür, yetimâne değildir. Firâku’l-ahbabdan gelir; fakdü’l-ahbabdan gelmez.
Kâinatta nazarı, kör tabiat yerine, şuurlu, hem rahmetli bir san’at-ı İlâhî onun medâr-ı bahsi. Tabiattan bahsetmez.
Kör kuvvetin yerine, inâyetli, hikmetli bir kudret-i İlâhî ona medâr-ı beyân. Onun için, kâinat vahşetzâr sûret giymez.
Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cemiyet-i ahbab. Her tarafta tecâvüb, her cânibde tahabbüb; ona sıkıntı vermez.
Her köşede istînâs, o cemiyet içinde mahzunu vaz’ ediyor bir hüzn-ü müştakâne; bir hiss-i ulvî verir, gamlı bir hüznü vermez.
İkisi birer şevki de verir. O yabânî edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasıt; ruha ferah veremez.
Kur’ân’ın şevki ise, ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî verir. İşte bu sırra binâen, şeriat-ı Ahmediye (a.s.m.) lehviyâtı istemez.
Bâzı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip; demek hüzn-ü Kur’ânî veya şevk-i tenzilî veren âlet zarar vermez.
Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsânî verse, âlet haramdır. Değişir eşhâsa göre; herkes birbirine benzemez. “
“Evet, uyku nasıl ki avam için rüya-yı sadıka cihetinde bir mertebe-i velâyet hükmündedir. Öyle de, umum için, gayet güzel ve muhteşem bir sinema-i Rabbâniyenin seyrangâhıdır. Fakat güzel ahlâklı güzel düşünür. Güzel düşünen, güzel levhâları görür. Fena ahlâklı, fena düşündüğünden, fena levhâları görür.”
“Sonra sinema perdesi gibi bir perde daha açıldı; âlem-i insanî bana göründü. O âlemi o kadar karanlıklı, o kadar zulümatlı, dehşetli gördüm ki, dehşetimden feryad ettim, “Eyvah” dedim. Çünkü, gördüm ki, insanlardaki ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve kâinatı ihata eden tasavvurat ve efkârları ve ebedî beka ve saadet-i ebediyeyi ve Cenneti gayet ciddî isteyen himmetleri ve istidatları ve hadsiz makasıda ve metâlibe müteveccih fakr ve ihtiyacatları ve zaaf ve acziyle beraber, hücuma maruz kaldıkları hadsiz musibet ve a’dâlarıyla beraber, gayet kısa bir ömür, gayet dağdağalı bir hayat, gayet perişan bir maişet içinde, kalbe en elîm ve en müthiş hâlet olan mütemâdi zeval ve firak belâsı içinde, ehl-i gaflet için zulümat-ı ebedî kapısı suretinde görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar, birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atılıyorlar.”
“Üçüncü taife olan ihtiyarlar bir sülüs teşkil ediyor. Bunlar kabre yakınlaşıyorlar, ölüme yaklaşıyorlar, dünyadan uzaklaşıyorlar, hreti yanaşıyorlar. Böylelerin menfaati ve nuru ve tesellisi, Hülâgû ve Cengiz gibi zalimlerin gaddarâne sergüzeştlerini dinlemesinde midir? Ve hreti unutturacak, dünyaya bağlandıracak, neticesiz, mânen sukut, zâhiren terakki denilen şimdiki nevi hareketinizde midir? Ve uhrevî nur, sinemada mıdır? Ve hakikî teselli, tiyatroda mıdır? Bu biçare ihtiyarlar hamiyetten hürmet isterlerken, mânevî bıçakla o biçareleri kesmek hükmünde ve “İdam-ı ebediye sevk ediliyorsunuz” fikrini vermek ve rahmet kapısı tasavvur ettikleri kabir kapısını ejderha ağzına çevirmek, “Sen oraya gideceksin” diye mânevî kulağına üflemek hamiyet-i milliye ise, böyle hamiyetten yüz bin defa el’iyâzü billâh! “
“O denizin fırtınaları ve zelzeleleri, sinema perdeleri gibi tenezzühün manzaralarını tazelendirmekle, vahşet ve dehşet yerine, nazar-ı ibret ve tefekkürü keyiflendirerek okşayıp ışıklandırsın. Hem o sırr-ı Kur’ân’la, o terbiye-i Furkaniye ile, nefsimiz bize binmeyecek, merkûbumuz olup, bizi ona bindirip, hayat-ı ebediyemizin kazanmasına kuvvetli bir vasıtamız olsun.”
“Ezcümle, Küçük Sözler’den Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözler ve Gençlik Rehberi benim bedelime sizlere tam bu hakikati gösterecek. Onun için, daire-i meşruadaki keyfe iktifâ ediniz ve kanaat getiriniz. Sizin hanenizdeki mâsum evlâtlarınızla mâsûmâne sohbet, yüzer sinemadan daha ziyade zevklidir.”
“Evet, bir mü’min, gözüne perde çekilse ve gözü kapalı kabre girse, derecesine göre, ehl-i kuburdan çok ziyade o âlem-i nuru temâşâ edebilir. Bu dünyada nasıl çok şeyleri biz görüyoruz, kör olan mü’minler görmüyorlar. Kabirde o körler, imanla gitmişse, o derece ehl-i kuburdan ziyade görür. En uzak gösteren dürbünlerle bakar nevinde, kabrinde, derecesine göre, Cennet bağlarını sinema gibi görüp temâşâ ederler.”
“Ara sıra sinemaya ibret için gittiğimden, bana, İstanbul içindeki insanlar, o dakikada, sinemada geçmiş zamanın gölgelerini hazır zamana getirmek cihetiyle, ölmüş olanları ayakta gezer suretinde gösterdikleri gibi, aynen ben de, o vakit gördüğüm insanları, ayakta gezen cenazeler vaziyetinde gördüm. Hayalim dedi ki: Madem bu kabristanda olanlardan bir kısmı, sinemada, gezer gibi görülüyor; ileride katiyen bu kabristana girecekleri, girmiş gibi gör. Onlar da cenazelerdir, geziyorlar.
Birden, Kur’ân-ı Hakîmin nuruyla ve Gavs-ı Âzam Şeyh Geylânî Hazretlerinin irşadıyla, o hazîn hâlet, sürurlu ve neşeli bir vaziyete inkılâp etti. Şöyle ki:
O hazîn hale karşı Kur’ân’dan gelen nur böyle ihtar etti ki: Senin, şimal-i şarkîde, Kosturma’daki gurbetinde bir iki esir zabit dostun vardı. Bu dostların herhalde İstanbul’a gideceklerini biliyordun. Sana birisi deseydi, “Sen İstanbul’a mı gideceksin, yoksa burada mı kalacaksın?” Elbette, zerre miktar aklın varsa, İstanbul’a ferah ve sürurla gitmesini kabul edecektin. Çünkü bin birden, dokuz yüz doksan dokuz ahbabın İstanbul’dadırlar. Burada bir iki tane kalmış; onlar da oraya gidecekler. Senin için İstanbul’a gitmek hazîn bir firak, elîm bir iftirak değil. Hem de geldin, memnun olmadın mı?
O düşman memleketindeki pek karanlık, uzun gecelerinden ve pek soğuk fırtına kışlarından kurtuldun. Bu güzel, dünya cenneti gibi İstanbul’a geldin.”

Hâlî yerlerde oturup o teessürât-ı hazîne içinde, eski zamanda Abdurrahman gibi sadık talebelerimle geçirdiğim mes’udâne hayat levhaları sinema gibi hayalimden geçtikçe, ihtiyarlık ve gurbetin verdiği sürat-i teessür, mukavemetimi kırıyordu.”

MEHMET ÖZÇELİK
25-10-2010