ÜÇ AYLAR VE REĞAİB GECESİ

ÜÇ   AYLAR   VE   REĞAİB   GECESİ

             Mübarek üç aylar ve onların içerisinde barındırdıkları Mübarek Geceler; müslümanların aleminde manevi birer atmosfer oluşturmaktadırlar.

Sıkıcı bir atmosfer içerisine giren insan sıkılır. Bunun gibi de ferahlı ve rahat,Rahmet atmosferi altında bulunan kimse de o nisbette huzur bulur. İşte bu aylar (Receb-Şaban-Ramazan) huzur ayları,bu gecelerde huzur geceleridir.

Nasıl ki Cenâb-ı Hak;hararetle su bekleyen,suya susamış,susuzluktan çatlamış toprağa sünger gibi bulutlardan Rahmetini indirip,toprağın imdadına koşturuyorsa,bunun gibi de;maneviyata susamış,bunalmış bir milletin ve milletlerin her düzeydeki ferdine de manevi rahmet feyzini akıtmakta,onları teskin etmektedir. Fasıkı da,kafiri de o rahmetten istifade etmektedir. Her ne kadar sıkılmaya çalışsa ve istemese de… Yağmurdan rahatsız olan ve zarar gören tenbel insanın kendisinden kaynaklanan bir eksikliğinden dolayı her ne kadar zarar görse de,dolaylı olarak o zarardan daha fazla fayda görmekte,bolluğa neden olmaktadır. O yağmur yine rahmettir..yine rahmettir..Ramazanda dolaylı her kes için bir rahmettir.

Yağmur rahmeti yanında yer yüzünü de pisliklerden ve çör-çöpten temizler. Bu rahmet ayı ve gecelerde insanları manen günah kirlerinden temizler ve arındırır. Mü’mini cennete ehil olacak hale getirir.

Rahmet ayı ve gecelerin cehennem ve azabından farkı;insanı eziyetsiz,cezasız,temiz ve pak kılmasıdır. neticede her ikisi de temizler.

Nitekim bir mü’mini bozuk yerlerin havası nasıl rahatsız eder,kaçmaya çalışırsa,o bozuk havaya alışmış ve kendini alıştırmış bir insanı da –manevi yönü kapalı olduğundan- rahatsız edici gibi olsa da,yine dolaylı olarak onun Rahmetinden istifade eder.

Yılın belirli zamanlarında fuarlar,haftanın belirli günlerinde pazarlar kurulur. İnsanların umumi istifadesine sunulur. İnsanlar senelik veya haftalık ihtiyaçlarını,bazen de ömürlük kazançlarını buradan temin ederler.

Üç aylar ve gecelerde böyledir. İnsanların ebedi hayatlarına lazım ihtiyaçlarını temin ettikleri bir fuar,bir Pazar ve bir sergidir. Zad-ı ahiret buralarda,bu zamanlarda tedarik edilir.

Kimini hayra teşvik eder,kimini kemâlâta uruç ettirip,çıkarır. Kiminin beraetine vesile olurken,kimine de seksen senelik bir ömür mahsulatı içerisinde kazanılacakları kazandırır.

O halde insan nerede çok kalacaksa yatırımının da çoğunu oraya yapmalıdır. anne karnında pek uzun müddet kalmayacağımızdan dolayı oraya yatırım yapmadık ve yaptırılmadı. El-ayak-gözler burası için verilmişti. Ora için değildi.

Bize verilen hayat ki;bu kısa dünya hayatı için değildir. İçerimize yerleştirilmiş olan bu manevi duygular ki;bu maddi,kesif ve dar olan alem için değildir. Belki baki ve ebedi bir alem içindir.

Teşbihte hata olmasın;Devlet ve iş damları senenin belirli zamanlarında ve aylarında belli yerlere ve işlere yatırım yapar,işini kurar ve çalıştırır.

Bu mübarek aylar ve gecelerde manevi ticaret ve yatırımların yoğun olduğu aylardır. Geri kalmak hatadır. Böyle bir hataya düşmemek gerek. Yüzümüzü ve nazarlarımızı dünyadan ukbaya,ebedi ahiret hayatını netice verecek hakikatlara çevirmeliyiz.

 

                                   RECEB         AYI

Üç ayların İlk olan Receb ayı,aynı zamanda arabi ayların yedincisidir. Ta’zim ve Tebcil etmek anlamınadır.

Hadiste:”Receb şehrullahdır. Şaban benim ayımdır. Ramazan ise ümmetimin ayıdır.”buyurulmuştur.

İbni Abbas’dan nakledildiği üzere:”Rasulullah (SAM) Receb ayında bazı yıllarda öyle oruç tutardı ki biz,(galiba) hiç yemiyecek (ayın her gününde tutacak) derdik. (Bazı yıllarda da öyle) yerdi ki biz, (galiba) hiç tutmayacak,derdik.”der.Bununla bu ayda tutmanın mendub [1] olduğunu söylemiş,emretmemiştir.[2]

Müşriklerce de haram ay olan Zilkade,Zilhicce,Muharrem ve Receb ayları kutsal sayılırdı.”Bu dört ayın haram edilmesi,İbrahim ve İsmail Aleyhimus Selam’dan intikal etmiş adeti seniyyedir.

“Ey iman edenler! Bu dört ayda (nefsinize) zulmetmeyiniz. Çünki,bu aylarda işlenecek güzel amellerin sevabı diğer aylardan fazladır. Ve bu aylarda işlenecek kötülüğün cezası da öteki aylardan daha büyüktür.”[3]

Peygamberimiz halası oğlu Abdullah bin Cahşı,Bedir savaşından iki ay önce bir müfrezeyle Kureyş kabilesinin kervanını gözlemek üzere gönderdiğinde,onlar Mekke ile Taif arasında bulunan Batn-ı Nahl denilen yere vardılar.

Üç kişilik bir kervanla karşılaşıp,birini öldürüp,ikisini esir alarak peygamberimize getirdiler. Bunun üzerine müşrikler:”Muhammed haram ayları,içinde korkanların bile emin olduğu kutsal ayları helal sayıyor ve o ayda kan döküyor.”dediler. Peygamberimiz o sahabelere:”ben size haram aylarda savaşmanızı emretmedim.”buyurdu.

Abdullah bin Cahş ise:”Ya Rasulallah,biz İbnül Hadramiyi öldürdük. Sonra akşam olunca Receb ayının içinde mi Cumadel ahire ayı içinde mi öldürdüğümüzü anlayamadık.dedi. Cenâb-ı Hakkın hükmü beklenildi. Bunun üzerine inen ayette:

“Sana haram o ayı,ondaki muharebeyi sorarlar. De ki:”O ayda muharebe etmek büyük günahtır;Allah yolundan men etmek,onu inkar etmek,Mescid-i harama gitmelerine mani olmak,onun halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyüktür. Fitne,katlden de beterdir. Kafirler,güçleri yetse,sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam edeceklerdir. İçinizden kim dinden dönerse,kafir olarak ölürse,o gibilerin yaptığı (iyi) işler dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Onlar cehennem yaranıdırlar. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar.”[4]

Ayeti ile müşriklerin yaptıklarının daha şiddetli olduğu ifade edilmektedir.

Ve bu ayet cumhuru ulemaya göre de:”O müşrikleri,onları nerede bulursanız öldürün.”[5] Ve “Müşrikler sizinle nasıl top yekun harb ederlerse sizde onlarla top yekün harb edin.”[6] ayetleriyle de neshedilmiştir.[7]

Ve”Haram ay,haram aya bedeldir. Hürmetler karşılıklıdır. Onun için kim sizin üzerinize saldırırsa sizde,tıpkı onların size saldırdıkları gibi,onlara saldırın.”[8] âyetiyle de müdafaanın caiz olduğu bildirilmiştir.[9]

Zira onlar ve onların devamı olanlar her an savaş ve fitne üzeredirler. Böylece:”Yahudi ve hristiyanlar,sen onların dinine girmedikçe senden razı olmazlar.”[10]hükmünce de,onların dinine girme söz konusu olmayınca da bu durum kıyamete kadar da geçerlidir,fitne de onlardan eksik olmaz.

 

                                               REĞAİB   GECESİ

Reğaib:”çok istenilecek şeyler,hediye,atiyye,çok rağbet olunan şeyler,bol bol ihsan etmek.”[11]anlamlarına gelir.

Bu gecede Allah’ın rahmet,bereket ve ihsanının kullarına bol bol verilip,böyle atiyye ve ihsanlara karşı da insanların bigane kalmayıp rağbet etmeleri gerektiği içindir ki,bu ad verilmiştir.

Yapılması Müstehab olup,Peygamberimizden rivayet edilen bir hadiste:”Kim ki Recebin ilk Perşembe günü oruç tutar sonra akşam ile yatsı veya yatsı ile gecenin üçte biri arasında ve her rekatta bir fatiha,üç Kadr suresini ve on iki İhlas okumak ve iki rekatta bir selam vermek üzere on iki rekat Namaz kılar,selamdan sonra yetmiş kere:”Allahümme Salli ala Muhammedinin Nebiyyil Ümmiyyi ve ala alihi.”der,sonra secdeye kapanır ve secdesinde yetmiş kere:”Subbûhun Kuddûsun Rabbul melâiketi ver ruhi.”der;

Sonra başını kaldırır yetmiş kere:”Rabbiğfir ve erham ve tecâvez ammâ ta’lemu.”der,sonra tekrar secdeye kapanır ve birinci secdede okuduklarını aynı şekilde tekrar eder. Sonra secdede iken dilediğini isterse,bütün istekleri yerine gelir. Zira Peygamber Efendimiz devamla buyuruyor ki:”Bu namazı kılan kimsenin,deniz köpükleri,kumlar sayısı,dağlar ağırlığı kadar,ağaçlar yaprakları sayısınca günahı olsa da Allah-u taala bütün günahlarını mağfiret eder ve akrabasından cehennemi hak etmiş yedi yüz kişiye şefaat eder.”[12]

Büyük müjde…Müjde-i kübrâ…

 

                                                                                              MEHMET   ÖZÇELİK

[1] Kütüb-ü Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi.Prof.İ.Canan. 10 / 466.

[2] Zad-ul Mead. İbni Kayyım el-Cevzi. 2 / 83.

[3] Üç aylar ve faziletleri. Abdulkadiri Geylani. Hazr. M. Güner.sh.8.

[4] Bakara.217,Tefsir-i Kebir Tercümesi.(Heyet) 5 / 90, Ahkam Tefsiri.M. Sabuni. Terc. M.T. 1 / 215, (Arapçası) 1 / 190,Muhtasar Tefsir-i İbni Kesir.M. Sabuni.(Arapça) 1 / 260.

[5] Tevbe.5.

[6] Tevbe.36.

[7] Ahkam Tefsir-i Tercümesi.age. 1 / 257.

[8] Bakara.194.

[9] Tefsiri Kebir.age. 5 / 91,93.

[10] Bakara.120.

[11] Yeni lugat.A.Yeğin.579.

[12] İhyau Ulumiddin. İmam Gazali. 1 / 555.




İSLÂM ALEMİ VE NESHOLMUŞ DİNLERİN DURUMU

İSLÂM   ALEMİ   VE   NESHOLMUŞ   DİNLERİN   DURUMU

            Bir yanda son dini temsil eden İslâm dini ve İslam alemi,diğer yanda da nesholmuş dinlerin ve dinden uzak yaşayanların durumu…

            Bu gün İslâm alemi batının kıskacında ve sefâhetinde yandırılmaktadır.

            O batı ki,her şeyini menfaat üzerine bina etmektedir.

            İslâm alemi saflığını,bir Lawrense aldanmakla göstermiştir.

            Bu gün batı korkuyorsa bizden olmayıp Allah’ın vadinden,İslâm dininden korkmaktadır. Bundan dolayı bütün hesapları İslam üzerinedir.

            Şimdiki müslümanların ve İslam aleminin eski müslümanlar olmayıp,hakimiyetlerinin de söz konusu olmayacağına inandıklarından;tek korktukları noktanın,İslam dininin tüm zaman ve mekanlara mutlak hakimiyetinin tahakkuk edeceğidir.

            Bu gün batı,bizi ve dinimizi bizden daha fazla tetkik etmektedirler.

            Nasıl ki yıllardır Bediüzzaman Said Nursi ve bunun gibi İslâm büyüklerini ve eserlerini cezalandıran ve imhaya çalışan kimselerin neticede hakikatı görüp ve bilip,anlamaları gibi…

            Batı da aynı sona –İnşaallah- vasıl olacaktır.

            Batı bu gün ve dün bir yandan İslâmı yok etmeye çalışıp,bir yandan da İslâmın önüne sefâhet ve fuhuş engelleri koyarak engellemeye çalışırken,diğer yandan da Amerika ve batı ülkelerinden bir çok insanın İslâmiyete girmesi de kaçınılmaz olmuştur.

            Büyük bir ümit parıltısı parlamakta,bazen bir sporcu eliyle,bazen de bir ilim adamı eliyle…

            Bediüzzaman Talebesi Abdullah Yeğin’e;önce Amerika,sonra Almanya’nın müslüman olacağı müjdesini vermiştir.[1]

            Bu gün batı İslâmı bildiği kadar İslâma müsaade ediyor. Müslümana o nisbette müsamaha gösteriyor. Yani mesele İslâm aleminin İslâmı en güzel bir şekilde temsil edememesinden kaynaklanmaktadır.

            Bediüzzamanın ifadesiyle;Eğer biz İslâmiyeti hal ve ef’alimizle gösterseydik,sair dinlerin mensupları fevc fevc –bölük bölük- İslâmiyete gireceklerdi.

 

                                              *******************        

 

           Bu gün haçlı zihniyeti,kaleyi içerden keşfetmekte ve yıkma planlarını da ona göre yaparak uygulamaktadır.

            Her ne kadar hedef ve gayede;”Haçlı zihniyetinin Hilale galib”olma noktası ağır basıp,tek renkte odaklansa da;artık istekler,menfaatler ziyadeleştikçe,hedeflerde de farklılıklar görülmektedir.

            Batıda hükümet olan materyal yani madde iktidar koltuğuna oturmuştur. Madde hakimdir.

            Hayatı dünya olanın gayesi de onun içindekiler olur.

            Nitekim körfez savaşının çıkış sebebini İngiltere’nin “İndependent”gazetesinden Bill Robinson şöyle ifade eder:”Orta doğudaki petrol kuyularının hakimiyetini,yeniden batıya mal etmek için bir savaşa girişilmiştir.”[2]sözleriyle anlatır.

 

                                               ******************    

 

                                   İ N G İ L T E R E

 

            Dünyayı siyasi dehası ve entrikalarıyla idare etmeye çalışan İngilterenin İngiliz casusu Lawrense şöyle der:”Biz siyonizmi tehdit ettik. Fakat onları kendimize dostlar bulduk. Bolşevikleri tehdit ettik onları da bize savaşta yardımcılar bulduk. Sarı ırkı tehdit ettik ancak oralarda da bizden başkalarına mukavemet eden demokratik devletler bulduk. Bizim tek düşmanımız vardır,oda İslâmdır. evet bu üç asır boyunca,Avrupa müstemlekeciliğinin önünde duran duvardır.”[3]

            Bunu uygulamaya koyan İngiltere,süper devlet yerine geçmesi için,süperleri ortadan kaldırması gerekmekteydi. Buda Osmanlı idi. Osmanlıyı süper mana yapan ruh ise hilafetti ve onu da ortadan kaldırdı.

            Ancak bununla da yetinmedi. Bir kürt devletinin kurulmasında da öncülük yapmaya başladı.

            Ünlü İngiliz gazetesi Observer’in 16-ocak tarihli yazısında:”İngiltere kürt devleti için bastırmalı” bununla da yetinilmeyip;”İngiltere,1923 yılında Türkiye de bir kürt devleti kurmamakla yaptığı hatayı,şimdi Irak’ta kurulma yolunda olan kürt devletine öncülük etmekle telafi edebilir.”[4]demektedir.

            “İslâm gaflet edip küstü. Hristiyanlık dini fen ve medeniyeti kendine mal edip iki silahla galebe çaldı.

            Şimdi şarkta müthiş bir silah imal ediliyor. Bunun hak kısmına sahib olmalı. Yoksa yine küssek onu da hristiyanlık İslamiyet aleyhinde istimal edecektir. Buna karşı dayanılmaz.

            Cumhuru avama müteveccih olan bir fikir,bir kudsiyet almaz ise söner. O desatire kudsiyyet verecek iki muazzam rakibi din var.

            Şu keskin fikir gözünü açtığı vakit,hasmını ve hasmının elindeki silahını hristiyanlık dini bulmuştur. Öyle ise o fikir,kudsiyyet almak için İslâmiyete dehalet etmeğe mecburdur.”[5]

            İngiltere veliahdı Galler prensi Charles,İslâmın hakikaten verdiği güçlü şahsiyetliliği ifade ederek:”İngiltere uluslar arası arenada kendisine yeni bir rol ararken İslâmın adalet,tolerans,kardeşliği öngören ve bu dünya ile öte dünyayı birleştiren ilkelerinden ders alması gerekir.”der.

 

                                               *******************  

 

                                               H R İ S T İ Y A N L I K

            Hz. İsa’nın Kur’an-ı Kerim-de ve müslümanlar arasındaki tavsifi;hristiyanlardan ve İncil-den ileri olup,geri değildir.

            Müslümanlarca ulü’l azim peygamberlerden,mu’cize sahibi,kendisine kitab verilen rasullerden olarak kabul edilir ki,bu üstün bir derecedir.

            Bizim kimliğimizi bulmamız,batının kabuğunu yırtması,kendisini daha iyi tanıyıp tanıtması,tıpkı bizdeki idarecilerin halka olan kapalılığı gibi,kilise ve papalığında halka ve mantığa her yönüyle açık olması gerekir.

            Tarihte protestanlık ile bir kere yırtıldı. Bir kere daha yırtılmaya ihtiyacı vardır batı aleminin…

            Yeni dünya düzeni bunun çekingen bir tavır olarak görüntüsünden ibarettir.

            Nitekim hristiyanlık inancının temelini oluşturan Teslis hakkında;”Üç,birdir. Biz,üç tanrı kabul etmeyiz. Fakat üç şahısta olan bir tek tanrıya inanırız. Tanrısal şahıslar aynı bir,uluhiyeti taksim etmezler. Fakat onlardan her biri müstakil tanrıdır.”,” Baba, oğulun aynısıdır. Baba ve oğul,ruh-ül kudüsün aynısıdır,yani mahiyet itibariyle bir tek tanrı vardır.”[6]

            Peygamberimiz zamanında da hristiyanlar mevcut olup,onlar da yahudiler gibi ahir zaman peygamberini beklemekte idiler.

            İslâmiyete yakınlıkta,müslüman olmakta,Hz. İsa’nın gelip,hristiyanlığın İslâmiyete gireceği hatta Ebu Hanife-nin mezhebiyle amel edeceği[7] zikredilirken,yahudilik de bu yakınlık görülmez.

            Hatta bir tevil olarak da olsa;bu günkü AB veya hristiyan alemiyle olan diyalog;deccalizm ve Süfyanizmin bir delinmesi olarak,ancak bu iki dinin ittifakıyla mümkün olabileceği söylenebilir.

            Hz. İsa ilk hıyaneti yahudilerden görmüş,onların iftirasına uğramıştı. O zamandan bu zamana hala şaşkınlığı üzerinden atamamış hristiyanlık,telaşını devam ettirmektedir.

            İtikatta istikrarı bulamayan hristiyanlık alemi,elbette yaşayışta da bulması imkan dışıdır.

            İslâmiyetden sonra en çok mensubu olan hristiyanlığın telaşı,İslâmiyetin hristiyanlığı yutup,ortadan kaldıracağı korkusudur.

            Oysa İslâmiyet yutmaz belki kucaklar,tashih eder.

            Zira bir hristiyan sırf kiliseye aidat ödememek için kiliseyle,ondan öte hristiyanlık inancıyla bağını kesip başı boş yaşamaktadır.

            Bu durum kilisenin hem madden hem de manen gerilemesi,daha açık bir ifade ile çökmesidir.

            Sodom-Gomore,Pompe-i ve Herkülanyum ve Sibiryada yaşayan Mamutların başlarına gelenler düşünülmeli,ecdadın ifadesiyle;sefâhette devam edersen sen de onlar gibi:”Yapma Allah taş eder.”[8]

            -Hitler 12 yıllık iktidarlarında,13 milyon insanı fırınlarda öldürmüş,kendi ırklarını bütün dünyaya hakim kılmaya çalışmışlardır.

            Hristiyanlıkta körü körüne bir taassuba rastlanır. Bir çok örneğinden birisi ise:”Macar müslümanlarını ve balkanlarda İslâmı yok etmek için hazırlanan Kalman kanununun bazı maddelerinde özetle:”

            -Madde-46:”Bir kimse müslümanlardan birinin hristiyanlık adeti dışında,(müslümanlığa göre) oruç tuttuğunu,iftar ettiğini,yemek yediğini,domuz etinden çekindiğini,abdest aldığını veya İslâma aid her hangi bir ibadeti yaptığını görür de krala haber verirse,haber veren kimseye o müslümanın malından bir miktarı verilecektir.”

            -Madde-47:”Her müslüman köyü,bir kilise yaptıracak ve aynı zamanda bu kiliseye devamlı ücret verecektir….”

            -Madde-48:”Bir müslüman kızını kendi milletinden birine vermeyecek,bizim milletimizden (hristiyan)olan bir kimseye verecektir.”

            -Madde-49:”Bir kimse bir müslümana misafir olarak giderse veya o kimseyi yemeğe götürürse,kendisi de misafiri de yalnız domuz eti yiyeceklerdir.”[9]

            Hristiyanlık aleminin İslâmiyete girmesinde en müessir sebeblerden birisi,müsbet hareket edip,İslâmiyetin güzelliklerini fiillerimiz ve yaşantılarımızla göstermekle olur. Aksi takdirde menfi tesir icra edecektir.

            Bediüzzamanın tabiriyle:”Bir gıda gibi olan İslâmi ilimlerin hazmedilmemiş olması”hakikatların neşv-ü nema bulmamasına sebeb olmaktadır.[10]

            -Münihli,İlâhiyatçı ve papaz Veit Höfner;bir papaz olarak Allah’a,Peygambere ve Hz. İsa’nın ineceğine inanmakta olduğunu söylemektedir. Her pazarki duada bunu dile getirdiklerini ve dinlerin birleşeceğini belirtmektedir.[11]

            Protestan Sebald kilisesi idare heyeti azası Prof.Hans-Martin Hagen,aynı zamanda bir çok vasfa sahib olan bu zat;İslâm ve Peygamberimiz hakkında şöyle der:”İslâmiyetin yayılması askeri güce değil,toleransa dayanır. Muhammed,öteki peygamberlerin devamıydı. İbrahim,Musa,İsa,Yahya gibi bir peygamberdi…”[12]

            Bu gün başta ilim adamlarının öncü olması sebebiyle İslâmiyetle hristiyanlık birbirlerini uzaktan değil yakından tanımaya,yakınlaşmaya batıyla beraber adım atılmaktadır.

            Bizde ise,bazı havarilikler,senaryo ve krizler bu yakınlaşmayı frenlemekte veya tedirgin etmektedir.

            1989-Ekim-inin 17-sinde kilisede İslâm konulu sempazyumu açan Papaz Veit Höfner:”Kur’an okumaktan İncil okumaya pek fırsat bulamamış bir insan sıfatıyla sempozyumu açıyorum,yarın Kur’an-ı anlatan bir konuşma yapacağım.”[13] demiştir.

            Bizde ise işinden dolayı Kur’an-ı okuyamıyanların kulakları çınlasın…

            -Adıyamanda bir gün kiliseye uğrayarak,papazdan Kur’an hakkındaki görüşünü sorduğumuzda bize cevaben:”Güzel bir kitaptır.”diye karşılık verdi. Ancak bu durum bizi tatmin etmediğinden birkaç kere daha sorduğumuzda sürekli iyi ve güzel bir kitap-demekle yetindi.

            Bu arada bizde kendisine,madem güzel bir kitapsa o halde bu kitap hak bir kitaptır. Son emir ve yasakları içerisinde toplayan bir kitaptır,kabul edilmesi gerekir,dediğimizde tebessüm ederek aynı sözünü söylemeye devam etmişti.

            Neticede kendisine,bizlere İncil hakkında görüşümüzü sorsan biz bu kitabın tahrif edildiğini,bizzat Hz. İsa’ya inen bir kitap olmadığını rahatlıkla söyleriz. Zira 325 yılında İznik konsilinde toplanan papazlardan 104 kişinin yazdığı farklı farklı incillerden birbirine biraz yakın olan dört kişinin yazmış olduğu incil olup onlarda;Matta-Markos-Luka-Yuhanna..

            İznik Konsili Hristiyanlık dünyası için gayet ehemmiyetlidir.

            İznik konsilinde Arius tevhidi savunduğu için sürülmüş ve daha sonra da öldürülmüştür.İbni Kesir tefsirinde ve el bidayesinde bahsedilmektedir.Abdullah bin Arius olarakta bahsedilmiştir.

Mesela Samsatlı (Adıyaman) Pavlus bu Tevhid inancının sürdürücüsü olmuş.

Cabiri, Tefsirinde, Hamidullah el-Vesaik adlı eserinde ondan bahsetmektedir.[14]

            Gerçek hristiyanlar Tevhidi kabul ederler.

            “Andolsun, insanlar içinde, mü’minlere en şiddetli düşman olarak yahudileri ve müşrikleri bulursun. Onlardan, iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da: “Hristiyanlarız” diyenleri bulursun. Bu, onlardan (birtakım) papaz ve rahiplerin olması ve onların gerçekte büyüklük taslamamaları nedeniyledir.

Elçiye indirileni dinlediklerinde hakkı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşlarla dolup taştığını görürsün. Derler ki: “Rabbimiz inandık; öyleyse bizi şahidlerle birlikte yaz.”[15]

            Senin Kur’an hakkında –iyi bir kitap- demeni,biz İncil için söyliyemeyiz,dedik. Biraz kızararak sükutu tercih etmişti.

            Mevcut İncillerin arasında önemli çapta “25 bin civarında”[16] farklılıklar olduğu da ifade edilir.

            Bu gün İncilin sıhhati ve Hz. İsa’nın babasız mı? Allah’ın oğlu mu? konusu hala tartışmalı olarak devam etmektedir.[17]

            -İncil profesörleri olan Roland Wolfe ve Ragnond Brow bu günkü incillerin gerçek incil olmadığını itiraf etmektedirler.[18]

            “Ayrıca 12-Nisan –1947 günü keçisini kaybeden Muhammed el-Dib isimli bir çoban çocuğun Kudüs-ün doğusunda ölü denizin ümran mağaralarında toprak bir testi içinde 500 rulo halinde bulduğu 2 bin yıl öncesine aid el yazması ve gerçek İncil olduğu sanılan belgeler katoliklerin tek Allah inancını resmileştirmesinde en önemli unsur ve itici güç olmuştur. Bazı ilim adamları 46 yıldır bu belgelerin neden açıklanmadığına tepki göstermişlerdir.”[19]

            Evet,bu gün yapılan tüm ilmi araştırmalar bildirmektedir ki,şimdiki kitab-ı mukaddes aslı ile aynı olmayıp,aslında Tevhid inancı mevcuttur.

            -Burada düşülen hatalardan biri de şudur ki;Suret teşbihinin,zatının hakikatıyla iltibas edilmesinden kaynaklanmaktadır. Kur’an-da da bazı teşbihler geçmektedir.

            Mesela Hadis-i Kudsi de:”Allah insanı Rahman suretinde yarattı.”ifadesinde insanın –Haşa-Allah olmasını gerektirmemektedir.

            İslâmiyetin reddettiği Tecessüd fikrini,ilmin ilerlemesiyle de bu gün hristiyanlık alemi,özellikle rahibler de kabul etmemektedirler.

            -Ciddi araştırmalardan birisi resmi olarak yüzde 82 gerçekleri yansıtmadığı ifade edilir.[20]

            Rahib Drewerman,Hz. İsa’nın güç-kral manasına gelen Mesihi kabul etmediğini ve de Allah’ın oğlu olarak kabul edilip anılmasının yanlış olduğunu ifade eder.[21]

            -Fransa cumhurbaşkanı Mitterand bile inanma konusunda:”Hem mistik hem de rasyonel bir düşünce sahibiyim ve Motaigne gibi birinden birini seçemem. Allah’a inanıp inanmadığımı bilmiyorum,fakat çok defa inanmaya teşebbüs ettim.”[22]der.

            Evet,kendi dini kendisini ne kadar tutmaktadır?

            Bugün hristiyanlık alemindeki meydana gelen oluşmalar,onları ilel-ebed katoliğin katı tutumunda tutması mümkün değildir.

            Her bir değişme onları İslâma daha da yakınlaştıracaktır.

            Şu andaki oluşumlar birer “Hristiyanlıkta (ki) Tevhid esintileri”dir.[23]

            Hristiyanlıktaki bu yeni yapılanma meyvesini vermektedir.[24]

            -Yeni Kateşizm (yeni tebliğ metodu)kitabını yazan Piskopos Nonore:”İsa’nın Allah’ın oğlu olduğu ifadesi yerini mükemmel bir insanlığın timsali ve insanların yardımcısı Nasıralı İsa ifadesine terk etmiştir.”der.[25]

            Batıyı ve batılıyı çevreleyen ağlar yırtılmaktadır.

            İşte kitaptan bir örnek:”Allah,hiçbir vechile insana müşabih değildir. O,ne erkek,ne de kadındır. Allah,kendisinde cinsiyet farkı bulunmayan saf ruhtur.”der.[26]

            Müslüman Meluncanlar ve Amerikalı siyahların lideri Louis Farrakhan bunun örneklerindendir.

            -Leviticus II:1-8.ayetlerde:”Ve domuzu,çünki çatal ve yarık tırnaklıdır,fakat geviş getirmez,o size murdardır. Onların etinden yemeyeceksiniz ve leşlerine dokunmayacaksınız.”[27]

            Bugün hristiyan alemi,kilise tarafından rahatlıkla ifade edilmektedir ki:”Kurtuluş İslâmi aile yapısındadır.” Hristiyan İlâhiyatçılar tarafından ikrar ve tesbit edilmektedir.[28]

            Bu,bir yandan hristiyanlıktan firar,bir yandan da İslâmiyete dönüştür.

            İşte hristiyanlık;”Filipinlerde dün yapılan bir vahşi gösteri tahrif olunmuş hristiyanlığın Hz. İsa’dan 2000 yıl sonra ulaştığı seviyeyi göstermesi açısından oldukça dikkat çekiciydi. Hz. İsa’nın çarmıha gerilişini her yıl”Hayırlı Cuma”törenleri adı altında kutlayan Filipinliler,kutsal saydıkları bu gününün acısının halk tarafından hissedilmesi için 14 kişiyi çarmıha gerdiler. Kanlı gösteriyi izlemek için Amerika,Japonya ve Avrupadan binlerce turistin geldiği çarmıh töreninde,1 Japon ile 13 Filipinli gönüllünün ellerine çiviler çakıldı. (İplerle bağlanan gencin avucuna çivi çakılırken çekilmiş fotoğraflarıyla da gösterilmekteydi.) Çarmıha gerilmeyi gönüllü olarak kabul edenler de ellerine ve ayaklarına çakılan çivilerin vermiş olduğu acıya,feryad-u figanlarla karşılık verdiler.”[29]

            Hristiyanlığı en iyi tahlil eden İslam dinidir.

            Koca bir sure (19.sure) nin adıdır Meryem suresi. İslâmiyet ve hâkeza Kur’an-ı Kerim Hz. İsa’nın babasız doğduğunu söylerken,Hz. meryemin de iffet ve namusunu korumaktadır.

            İseviler ise;bir yandan Hz. İsa’ya Allah’ın oğlu vasfını,diğer yandan da Hz. Meryeme marangozun hanımı özelliğini yakıştırırken;hem iftirada bulunulmakta,hem de Allaha şirk koşulmaktadır.

            Bu gün içinde,Hz. İsa ve Meryem zamanındaki sıhhat yönüyle de hristiyanlar kendilerini,dinlerini ve kitaplarını en doğru şekliyle Kur’an-da ve İslâmda görebilir ve bulabilirler.

            Hz. Cafer’in riyasetinde bi’setin 615. yılında Habeş Meliki Necaşi-nin ülkesine ve neticede huzuruna varan 15 müslüman,Necaşinin isteği üzerine Meryem suresinin baş kısmından okuyarak;

            “Hz. Yahya’nın doğumundan Hz. İsa’nın bakire Meryemden dünyaya gelmesinden bahseden bu parça onları ağlattı. Necaşi heyete onları teslim etmeyeceğini bildirdi.”[30]

            Bunun üzerine bu müslümanları müşriklere teslim etmemekle beraber;Hicretin 7. yılında “Necaşi müslümanlığını belirten mektubunu,oğlu ile Hz. Peygambere (SAM) gönderdi.”[31]

            Hadis-de:”İslâm garib olarak başladı,garib olarak dönecektir.” Başlangıcı harika olan,duyulmamış İslâmın sonu da harika olacaktır. Güneşin sabahleyin tüm parlaklığıyla doğması gibi,ahirzamanda da İslâm aynı parlaklılığını gözlere ve gönüllere gösterecektir,oda mümtaz ve müstesna olarak…

            -Malezyaya aid bir adada “10 bin putperest müslüman oldu.”[32]

            -“Niçin müslüman oldular”adlı kitapta bunun sebebleri müslüman olanlar tarafından izah edilirken[33],bunlardan Bernard Shaw şöyle der:”Dünya için bir din seçmek gerekirse,bu muhakkak islâm dini olacaktır.”der.[34]

            -Hristiyan[35],hristiyan kaldıkça kendisi için cehennem azabı hak olacaktır.[36]

            Müslüman olduktan sonra,hristiyan veya başka bir dine giren yoktur. oysa,müslüman bir kişinin hristiyan olma durumu söz konusu olsa,neden müslüman olarak kalmasın. En ala ve kıymetli bir şeyi terk edip,düşüğüyle yetinsin?

            Eğer hristiyan olma söz konusu olunsa,müslüman olma hayda hayda olunur.

            Bunca hristiyan faaliyetleri ve bunca hristiyan yapmak için yapılan harcamalara rağmen,başarı hiç denilecek kadar azdır ki bununda dayandığı noktalardan biri;İslâmı bilmemekten ve de fakir ülkelere yapılan hayali vaadlerden kaynaklanır.

            Nitekim,kilise bakımından en zengin ülkenin Seul olduğu belirtilirken;6000 tane olup,bunda da en çok kadınların rol oynadığı ifade edilmektedir.

            Güney Korenin baş şehri olan Seul-de,fakirliğin ve eğitim düşüklüğü bunda en büyük amil olmuştur.

            -Batının batmış gemisini terk edip kurtulmalarını gören bizdeki bir kısım inanç fukarası,bizimde batmayan ve batmayacak olan gemimizi terk etmekle kurtuluşa ereceklerini zannederek en büyük hatayı yapıyorlardı.

            Dini kopukluklarını,bize uygulamaya çalışanlar nitekim başardılar? Neyi mi?Bizi de koparıp,kopuk yapmayı!

            Kopuk ideoloji ve düşüncenin,kopuk nesli…

            Dininden kopmayan dünkü hristiyan ile,dininden gevşeyen bugünkü müslüman;ne kadar da birbirine benzerlik göstermekte,yakınlık arz etmektedir.

            Bugün batı,hasta adam durumundadır. Bir çok koltuk değnekleriyle ve bastonlarla ayakta durup,yürümektedir.

            Dışı bizi yakarken,içi onları… Kurtuluşlarının tek yolu vardır ki;Oda İslâmiyete teslimiyetten geçer.

            -Bütün dünyayı kolları altına alan ve onların jandarmalığını üstlenen başta Amerika,bu gidişi nereye kadar götürecek ve götürebilecektir?

            Her çıkışın bir inişi vardır. Nitekim inişler çıkışa çıkardığı gibi… İnişli ve dönüşlü olarak hareket etmektedir.

            ABD bize karşı”Bizi iç meselelerinize karıştırmayın.”[37] buyurmaktalar! Her halde menfaatlerine dokunacak bir şey mi yaptıydık?

            -Batı bir çok bahanelerle doğuyu karıştırmaktadır. Bunlar;oraların telefonlarını dinlemek,K.Maraş,Sivas gibi hassas bölgelerin hassasiyetlerini tutmak suretiyle yürütmektedir.

            Bunu çok hilelerle yürüten batı,çeşitli hizmet erleri ! adıyla öncü kuvvetli öcü insanlar olarak içerimize salmaktadır. İstihbaratı kuvvetli,para bol,bol keseden savurmaktadır. En önemlisi milletine,geçmişine olan sadakati göstermektedir. Nitekim bugün hristiyanların sahib çıktıkları Selçuktaki Meryem ananın oraya gömülmesi konusunda S. Ayverdi:”Misyonerlik karşısında Türkiye”adlı eserinde,Tapu sicillerine de dayandırarak,bunun yerinin bir rüya ile tesbit edildiğini kayıtlarla ifade eder.[38]

                                               ******************  

            -Bir şeyleri deşifre ettiğinden dolayı öldürüldüğü söylenilen Emekli binbaşı Ersever ve arkadaşlarının oyunu bozmaya çalışmaları sebeb gösterilirken;[39] “İşin başından beri ABD var. Sadece PKK değil,orta doğudaki bütün olaylar ABD’de planlanıyor. Bu tezgahların askeri operasyonlarını ABD yapıyor. İstihbari faaliyetlerini İngiliz gizli servisi yürütüyor. Kültürel faaliyetlerini Fransa,bu bölgenin kışkırtıcılığını da Almanya yürütüyor. Eskiden de böyleydi,yeni dünya düzeninde de böyle.”

            Ve Ersever devamla:”PKK’nın nerede ne zaman ne yapacağını devletin bildiği kanaatindeyim. Çünki PKK her yılın sonunda bir sonraki yıl ne yapacağını planlar ve kendi teşkilatına yayınlar. Benim devletim de bunları alır ve tahlil eder.

<sp!n style=”mso-tab-count:1″>            -Vatandaş devletten ümidini kesmiş,silahını alıyor,vuruyor;hukuk dilinde buna ihkak-ı hak denir. Ben faili meçhul cinayetleri böyle görüyorum. Bu eylemler,kendi meslek bilgime göre organize değildir.”

            “Bizim istihbarat teşkilatları bir CIA gibi,MOSSAD gibi veya geçmişteki KGB olsaydı bu işler başına gelmezdi. En azından şu güney doğu meselesi bu devletin başına gelmezdi.”

            “Ben şahsen,Türkiye Cumhuriyeti Devletinin PKK’ya ilişkin faaliyetlerinde bir stratejisi olmadığına inanıyorum.”

            “Ayrılmamın nedeni şudur:Bir,Türkiye Cumhuriyeti teorik bir yetmezlik içerisindedir İkincisi,PKK ile mücadelede örgütlenme yetersizliği içindedir. Üçüncüsü,bir Kürt realitesinden bahsettiler ama bu Kürt realitesinden ne anlaşıldığı açıklanmamıştır.”

            İsabetli tahlillerde bulunan Ahmet Taşgetiren “Ersever öldürülmesinden bir süre önce Daily news muhabiri Hayri Birler-e takib edildiğini ifade ediyor ve”Beni sağ yakalamak istiyorlar,bilgi almak için. Her hangi bir yerde vurup öldürmek istemiyorlar”diyor. Ortadan kaybolduktan bir süre sonra (acaba o süre Cansever-i konuşturmak için mi kullanıldı?) ölü bulunuyor.

            “Hafız Esad’ı günahım kadar sevmiyorum. Onun PKK’ya yataklık yaptığı konusunda da tereddüdüm yok. Ancak,Doğu-Güney doğuda yaşanan hadisenin dış boyutu denince,bunun Suriye-ye indirgenmesinin de korkunç bir aldatmaca değilse,hedef saptırmaca olduğunu düşünüyorum. Suriye üzerinde teksif olmak,çok geniş bir tuzağı gözden kaçırmamıza sebeb oluyor diye düşünüyorum.

            Olayın Suriye boyutu,Çekiç gücü izah etmiyor mesela. Kuzey Iraktaki oluşumu izah etmiyor. Peş peşe gelen sırlı ölümleri izah etmiyor.

            Suriye deki %-8-lik Nusayrinin,%-92-lik sünni halka galibiyeti;halkın ilgisizliği,her hangi bir şey yapacaklarına ihtimal vermemeleri,onlar askere giderken ve de askeriyede erleri bile muvazzaf asker olarak görevlendirirlerken, sünni olanların bedelli askerlikle işi geçiştirmeye çalışmaları,[40]onlara maddi manevi çok şeylerini kaybettiriyordu.

            -Doğu meselesi ile ilgili çok ciddi raporlar hazırladığı ve operasyonlar planladığı bildirilen Eşref Bitlis Paşa Türkiye’de ilk defa rastlanan “Uçak buzlanması”na kurban gitti. buzlanma iddiasına kim inandı? Hiç…

            Lice’de Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’ın nasıl öldürüldüğü sır.”diyor A. Taşgetiren.[41]

            Sırlar Ülkesinin Sırlı Olayları!!!

            -Amerika ve Avrupa mukayesesinde”Amerikayı karşına almadan ne yaparsan yap Amerikayı çok ilgilendirmiyordu. Demokrasi varmış yokmuş bunlar Amerika için önemli değildir…

            …Eğer bizi sömürmüyor iddiaları ile karşısına çıkmazsanız Amerika aldırmaz,Avrupa aldırır.

            … Amerika bizi orta doğuda bir güç olarak buranın güvenliğini sağlamakla görevli görüyor. Avrupa da bizi benimsiyor işin doğrusu. Pazar olara görüyor da benimsemiyor. Onda da haklı tarafları var. Mesela tam şartları ile bizi Avrupa birliğine alsalar bir haftada 3 milyon insan Avrupaya gider Türkiyeden…”[42]

            -Evet. ABD Enerji bakanı Hazel O’leary’nin Washington’da düzenlediği basın toplantısında da söylediği gibi,ABD’de,ikinci dünya savaşından 1970’li yıllara kadar,radyoaktif tıbbi deneylerde yaklaşık 16 bin kişinin kobay olarak kullanıldığı”belirtilmektedir.

            -Ve meşhur Rus yazar Dostoyevski,Avrupayı şöyle tarif ediyordu:”Avrupa bir mezarlıktan başka bir şey değildir. Gelecekteki ürünleri bize yararlı olabilecek bir gübre yığını bile değildir. Fransızlar,kendini beğenmiş gülünç yaratıklar,Almanlar bayağı sucuklardan meydana gelmiş bir millet;İngilizler,rasyonalizmin tezgahtarları;papa,başına papalık tacını geçirmiş bir şeytan…”diye yerinde bir tesbitte bulunmaktadır…

            Bununla beraber hedefe götüren İsrail,Götürülen Amerika,güvenliği orta doğuda sağlamak amacıyla Türkiyenin geçici de olsa desteğini alıp,koltuk değneği görevini üstlendirmeğe çalıştığı Türkiye…

            O İsrail ki,bir iş adamının ifadesine göre Teokrasiyle (şeriatla) yönetilen İsrailde:”Dinden başka bir şey yok.”Dinlerinin gereği Cumartesi tatil. tevrat ve onun hükümleri geçerli.[43]

            Hedefe varmak için her şey meşru. Anarşi,güçsüz bırakma,kürt devleti,filistin,Irak,İran,Arabistan,Kuveyt,aşırı dincilik,hep bunlar senaryonun birer parçaları. hepsini bir araya getirdiğinizde planlı oyunların birer bağlantıları olarak görülecektir. Bağlar birbiriyle bağlı…

            -Dünkü lekelerini silemeyen batı,Amerika bugün zencilere yaptıklarıyla aynı lekelerini katmerleştirmektedirler.

            Başsız büyük bir gövde olan zenciler o baştan mahrumlar. Batı o başa tahammül edememekte. Malcolm-x ve Martin Luther King,koparılan başlarından bir kaçı.

            Ancak baş bulma ümidi zencileri yaşatmakta ve ayakta tutmaktadır.

            Ruhunu esir edip,nefsinin mahkumu olan batı,diğer yandan da insanları köle yapmaktadır. Medeni köle…

            Zulüm üzerine oturan ve bina edilen bir millet ve devlet;payidar olamaz. Yıkılmaya ve çökmeye mahkumdur,er-geç…

            Bugün köpeklerine gösterdiklerini ve harcadıklarını,zencilere ve insanlığa değil,o köpeklerine ve insanlığı harcamaya kullanmaktadırlar.

            Irkçılık gibi,faiz gibi İslâmın ve insanlığın aslına,ruhuna aykırı harekette bulunan batı,bunu nereye kadar götürecek ve ayakta durup,durduracaktır?

            Batı,elbette ve elbette yaptıklarının bedelini ödeyecektir. Ya tasaffi ederek,İslâmiyete girip müslüman olmakla veya da tefessüh edip dünya ve ahiret rezaletlerini çekerek ödemiş olacaktır.

            Bozulan batı,bozulduğu yerden düzelmedikçe iflah olmayacaktır. Kaybettiklerini hangi noktada kaybetmişlerse,o noktada aramalıdırlar.

            Muharref kitabın,muharref temsilcisi olan papaz tarafından:”Türkleri öldürmek ilahi bir görevdir”diyerek zulmü destekleyen kiliseleri,bir kere silkelenip protestanlıkla,az da olsa hantallığından kurtulduğu gibi,şiddetle bir kere daha silkinmeye ihtiyacı vardır.

            Ahiretleri ellerinden alınmaya çalışılan,ellerine inciller tutuşturulmaya çalışılan Afrikalıların,dünyaları da ellerinden alınıp imha edilmektedir.

            Demek ki bu insanlar;insanlığın hem dünyalarına,hm de ahiretlerine düşmandırlar,kasd etmektedirler.

            Kısaca tek düşünceye sahiptirler;bensiz her yer,herkes,her şey,her zaman olmasın,ölsün,batsın o dünya ve içindekiler.

            ABD’li yazar Gurtov:”ABD,dolar ve bomba gücüne dayalıdır. Yandaş hükümetler ve ordular ABD çıkarlarına hizmet eder.”der ve”Darbeler dolar için”[44]tezini savunurlar.

            Dünya devletlerinin başına kendi istedikleri kimseleri geçirip,dünyayı baştan idare etmeyi hedeflemektedirler.

            İşte İslâm alemi. Yıllardır hep aynı taşlaşmış başlar. Taş üstüne taş konulmadığı gibi,konulmuş olan taşlar yıkılmakta,bazı başlar gövdeden ayırd edilmektedir. Aynı tas,aynı hamam. Sadece değişen dellekler… Bellekler hep aynı…

            Ancak her zaman evdeki hesap,çarşıya uymayabilir.

            Dünyayı taksim eden ortaklar;Amerika,Rusya,İngiliz,Fransa soğuk savaş ve hile ile işi yürütmektedirler. Uyandırmadan..uyanık olarak…

            Kiminle çok ilgilenip,onu karıştırıyorsa bilinmelidir ki;o ilgilenenler cevher sahibidir. Hırsız boş evle ilgilenir mi hiç?

            Müslümanlar için geçerli olan:”Mü’minler kardeştirler.”[45]hakikatı batı aleminde yerini:”Menfaat üzerine birleşenler kardeştirler.”olarak açığa çıkmaktadır.

            Bu uğurda menfaatına aykırı düşecek veya düşürecek olana hayat hakkı da tanımamaktadır.

            Özellikle yahudiyi iki şey besleyip,ayakta tutmaktadır;bankalar köprüsüyle faiz ve petrol…

            Ve bizim kollarımızı koparıp,ağzımızı da bağlayan batı,tüm İslâm aleminin zenginliklerini keyifleri gibi kullanmaktadırlar.

            Loyd George:”Petrol karları sanki görünmeyen bir takım borularla genelde bazı özel ceplere doğru yolunu buluyor gibi.”der.

            İşte Abdulhamid,bu menfaata İngilizler tarafından kurban edilmiştir.

 

  1. İSA ‘ NIN   BABASIZ   OLUŞU

            Hz. İsa Cenâb-ı hakkın kudretiyle babasız olarak dünyaya gelmiştir. herkes babasının adıyla çağrılırken,Hz. İsa annesinin adıyla çağrılmaktadır. Meryem oğlu İsa..[46]

            İmran ailesinden[47] olup,namuslu kadınlara misal getirilerek[48],sadık bir kadın olan[49] Hz. Meryem,Yahudilerin iftiralarından[50] münezzeh olup pak ve peygamberimiz tarafından övülmüş bir kadındır.

            Âyet-de:”Allah katında İsa’nın hali,Âdem’in meseli (yaratılışı) gibidir.”[51] Oda bir kul[52] olup,”Şüphesiz Allah,Meryem oğlu Mesihtir.”[53] diyenlerin sözlerinden de beri ve münezzehtir.

            Bu durumda müslümanlara uyarıcı olarak görev düştüğü gibi;zahid ve hahamların da günahtan menetmek[54] görevleri arasındadır.

            Hadiste:”Âdemoğlundan doğduğu vakit,şeytanın dürtüp de ağlatmadığı kimse yoktur. Bundan sadece Meryem oğlu İsa hariçtir.”[55]

            Hz. İsa’nın babasız doğuşunu aklına sığdıramayan bedbaht bir doktora karşı Bediüzzaman-ın verdiği cevabta:

            “Nev’i beşerin bir rub’unun (dörtte birinin) başına reis olarak geçen ve nev’i beşerden nev’i melaikeye bir cihette intikal eden ve arzı bırakıp semâvatı vatan ittihaz eden harika bir ferdi insani bu harika vaziyetleri kanunu tenasülün harika bir suretini iktiza ederken,kanunu tenasülün şüpheli,meçhul,gayrı fıtri,belki ednâ bir tarz ile o kanun içine almak hiç yakışmadığı gibi,hiç mecburiyet de yoktur. Hem sarahati Kur’aniye te’vil kaldırmaz. Yüz cihette zedelenen kanunu tenasülün tamiri hesabına hiçbir cihette zedelenmeyen ve tenasülün haricinde bulunan kanunu cinsiyeti melek,hem kanunu sarahati Kur’aniye gibi kuvvetli kanunlar nasıl tahrib edilir?”

            Ve”Allah indinde İsa’nın meseli Âdem’in meseli gibidir.”[56] Yani Allah,Hz. Âdemi nasıl ki hem annesiz,hem de babasız olarak yaratmış ise,aynen bunun gibi de Hz. İsa’yı neden babasız olarak yaratmasın ve de yaratamasın? Sonsuz kudretiyle elbetteki onu da babasız olarak yaratması hiç de akıldan uzak bir şey değildir.

            Âdemin meselini temsil getiren Bediüzzaman cevabında şöyle der:”Nususu kat’iyye ile Hz. İsa Aleyhisselam pedersiz olduğu kat’iyyeti varken,tenasüldeki bir kanunun muhalefetini gayrı mümkün telakki etmekle,vahi te’vilat ile bu metin ve esaslı hakikatı değiştirmeye teşebbüs edenlerin sözüne ehemmiyet verilmez. Ve ehemmiyete değmez. Çünki hiçbir kanun yoktur ki,şuzuzları ve nadirleri bulunmasın ve haricine çıkmış ferdler bulunmasın. Ve hiçbir kaide-i külliyye yoktur ki,harika ferdler ile tahsis edilmesin. Zamanı Ademden beri bir kanundan hiçbir ferd şuzuz etmemek ve haricine çıkmamak olamaz.

            Evvela;bu kanunu tenasül,mebde’ (başlangıç) itibariyle iki yüz bin enva-i hayvanatın mebde’leriyle hark edilmiş (yırtılmış,dışına çıkmış) ve nihayet verilmiş.

            Yani en evvelki pederleri adeta Ademleri hükmünde iki yüz bin o evvelki pederleri kanunu tenasülü hark etmişler. Peder ve valideden gelmemişler. Ve o kanun haricinde vücut verilmiş. Hem her baharda gözümüzle gördüğümüz yüz bin envaın kısmı azamı hadsiz efradları kanunu tenasül haricinde,yaprakların yüzünde,taaffün etmiş maddelerde o kanun haricinde icad edilir.

            Acaba,mebdeinde ve hatta her senede bu kadar şaz-larıyla yırtılmış,zedelenmiş bir kanunu bin dokuz yüz senede bir ferdin şuzuzunu aklına sığıştıramayan ve nusus-u Kur’aniyeye karşı bir te’vile çalışan bir akıl,kaç derece akılsızlık ettiğini kıyas et.

            O bedbahtların kanunu tabii tabir ettiği şeyler,emri ilahi ve irade-i Rabbaniyenin külli bir cilvesi olan Âdetullah kanunlarıdır ki,Cenab-ı Hak o âdatını bazı hikmet için değiştirir. Harıkul-âde bazı ferdlerde harkı âdet eder.(adetini bozar)(Meâlen)”Allah indinde İsa’nın meseli (temsil ve nümunesi) Adem’in (yaratılış) meseli gibidir.”[57] fermanıyla bu hakikatı gösterir.”[58]

 

  1. İSA’NIN   GÖĞE   KALDIRILMASI

            -Hz. İsa yahudilerin iftira edip öldürüldü ve hristiyanların çarmıha gerildi[59] demeleri gibi olmayıp,o göğe kaldırılmıştır. Nitekim:”Ey İsa,seni ecelin geldiğinde (süren dolduğunda) öldürecek olan (bağlantısını keserek ve kopararak) seni ben semaya (göğe) yükselteceğim. Yahudilerin su-i kasdlerinden tertemiz kurtaracağım ve sana uyanları kıyamete kadar seni inkar edenlere üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz bana olacak ve ihtilafa düştüğünüz meselelerde hükmü ben vereceğim.”[60]

            Yahudiler:”Biz öldürdük”deseler de,bunda da şüphe içinde olup;hristiyanlar da çarmıha gerildiğini ifade eder.

            İslâm da ise;ruh ve cesediyle hala hayatta olup,göğe kaldırılmıştır.

            Bediüzzamanın da ifade ettiği gibi;Hayat mertebesi beştir. Bunlar;bizim hayatımız,Hz. Hızır ve İlyas peygamberlerin hayatı,İdris ve İsa aleyhisselamların hayatı,şehidlerin hayatı ve kabir ehlinin hayatları olup,Hz. İsa üçüncü hayat tabakasındadır.[61]

            “Onlar (Yahudiler) İsa’yı inkar etmeleri,Meryeme pek büyük bir iftirada bulunmaları ve “Allah’ın resulü Meryem oğlu Mesih İsa’yı biz öldürdük”demeleri sebebiyle de lanete uğramışlardır. Onu ne öldürdüler,ne de astılar. Fakat başkası ona benzetildi de onu öldürdüler. Muhakkak ki bu hususta ihtilafa düşenler İsa’yı öldürüp öldürmedikleri hakkında şüphe içindedirler. onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Kapıldıkları şey ancak bir zan ve tahminden ibarettir. Hakikatte ise Allah onu kendi huzuruna yükseltti. Allah’ın kudreti herkese galibtir ve O’nun her işi hikmet iledir.”[62]

            -Allah tarafından lanetlenen yahudiler,Hz. İsa diliyle de lanetlenmiştir.[63]

           

  1.                     İSA’ NIN   NÜZULÜ

            Kur’an-ı Kerim Hz. İsa’nın kıyamet vaktine doğru ineceğini ve bunu da kıyametin bir alameti olarak belirler.[64]

            Hadiste:”İsa ölmedi,kıyametten önce size dönecektir.”[65]

            “Vallahi Meryem oğlu (Hz. İsa), Feccur Ravha nam mevkide,hacc yapmak veya umre yapmak yahutta her ikisini de yapmak için telbiye getirecektir.”[66]

            -Feccur Ravha;Mekke-Medine yolu üzerinde,Mekkeye altı mil kadar uzaklıkta bir yerin adıdır.[67]

            Hz. İsa yer yüzüne inmekle şer kuvvetlere karşı mücadele vererek,ehli imanın başına geçecektir.[68]

            Rasulullah buyurur ki:”Nefsim kudret elinde olan zat-ı zül-Celale yemin ederim Meryem oğlu İsa’nın,aranıza (bu şeriatla hükmedecek)adaletli bir hakim olarak ineceği,istavrozları kırıp,hınzırları öldüreceği,cizyeyi (ehli kitaptan) kaldıracağı vakit yakındır. O zaman,mal öylesine artar ki,kimse onu kabul etmez;tek bir secde,dünya ve içindekilerin tamamından daha hayırlı olur.”

            Sonra Ebu Hureyre der ki:”Dilerseniz şu ayeti okuyun.(Meâlen):”Kitap ehlinden hiçbir kimse yoktur ki,ölümünden önce onun (İsa-nın) hak peygamber olduğuna iman etmesin. Kıyamet gününde ise İsa onlar aleyhine şahitlik edecektir.”[69]

            Ve Hz. İsa’nın gelmesiyle;hristiyanlarla müslümanlar arasındaki süren durum hakkında ise Hadis-de:”…adavetler,buğzlar,hasedler de mutlaka gidecektir.”

            Nitekim16-Şubat-1998’de Fas-ta Unesco tarafından tertib edilip,Fas kralı II. Hasanın da destek olmasıyla alınan kararlarda;Dinler arası diyaloğun gerekliliğiyle beraber;ortak noktalar olan zaruriyat,ihtiyaçlar ve güzellikler üzerinde duruldu. Güzel bir aşama olarak yakınlaşma ve iletişimin adımları atılmış oldu[70]

            Bediüzzaman hazretleri bir çare olarak asrın tüm tehlikelerine karşı ortak ittifak noktasını şöyle belirler:” Hattâ hadîs-i sahihle, âhirzamanda İsevîlerin hakikî dindarları ehl-i Kur’an ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslekdaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hristiyanların hakikî dindar ruhanîleri ile dahi, medar-ı ihtilaf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve niza’ etmeyerek müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar. “[71]

            Âyette:”Olurki Allah sizinle,düşmanlarınız arasında yakında bir dostluk meydana getirir.Allah gücü yetendir.Allah çok bağışlayan,çok esirgeyendir.”[72]Tıpkı önceden müşrik olanların,daha sonraları İslâmın safına geçip hizmet etmeleri gibi.

            Temenni ederiz ki bu ve benzeri hareketler buna vesile olmuş olsun. Ve Avrupa Birliği komisyonu başkanı Jacgues Delors’un dediği gibi devam etmesin.;”Avrupa birliği bir Hristiyan topluluğudur. Onun kültürünün köklerinde Roma hukuku ve Yunan düşüncesi vardır.”[73]

            -Hz. İsa’nın inmesi rivayetler de;Mehdi’den sonra olacaktır.

            -Bazı rivayetlerde;beraber inecek.. Mehdiye yardım edecek,denilmekte…

            -Mehdi’nin arkasında namaz kılacak,rivayetleri vardır.

            -Hz. İsa yer yüzüne indikten sonra;7,9 ve 40 yıl kalacağı ve evleneceği rivayet edilmektedir.

            -Peygamberimizin ümmetinden olmayı Cenâb-ı Haktan dileyen Hz. İsa’nın bu duasının kabulünü de Efendimiz şöyle izah eder:Ahirzamanda Hz. İsa aleyhisselam gelecek,Şeriat-ı Muhammediye (ASM) ile amel edecek.”[74]

            Yer yüzüne inen Hz. İsa’nın en önemli görevlerinden biri de;inançsızlığı temsil eden Deccalı ve onun ideolojisini ortadan kaldıracaktır. Dinsizliğe son verecek. İnsanlar ekseriyetle İslâmiyete girecek. Hristiyanlık tasaffi edip,berraklaşarak İslâmiyete teslim olacak. Hristiyanlığın gerçek yüzü görülecektir.[75]

            Hadis-de:”Beyaz saray fethedilecek”sözünde de işaretler bulunmaktadır.[76]

            Deccal konusu;İslâmiyette,Yahudilikte ve Hristiyanlıkta kıyamet alametleri olarak önemli bir yer tutar.[77]

            İşte Hz. İsa ve onun dünyaya bakışı ve değerlendirişi:

            Hadiste:”Rasulullah (SAM) yüzü koyun yatarak dudaklarımızla su içmemizi yasakladı. Keza,tek bir avuçla,avuçlayarak içmemizi de yasakladı ve buyurdu ki:”Sakın sizden kimse köpeklerin içtiği gibi suyu dudaklarıyla içmesin! Allah’ın gazabına uğrayan kavim gibi tek eliyle de içmesin. Suyu çalkalamadıkça geceleyin de içmesin,ağzı kapalı ise çalkalamaya gerek yok. Kim kapla içmeye muktedir olduğu halde,tevazuyu düşünerek eliyle içerse Allah parmakları adedince kendisine sevab yazar. Bu (avuç) Hz. İsa’nın kabı idi. Çünkü o,kadehi atmış ve;’Öf! Bu,dünya ile beraberdir”demişti.”[78]

 

                                               BARNABA     İNCİLİ

            Hz. İsa’nın bir havarisinin adı olup,onun yazmış olduğu İncilin bu gün dünyada,bir papazda aslı ve bir komutanda da mikro filimleri bulunduğu nakledilmektedir.         

            Bunu diğer İncillerden bir çok yönüyle farkı Tevhid inancının işlenmiş olmasıdır ki;İslâmiyetle hristiyanlık alemini bir birinden ayıran tek temel faktördür.

            Aynı zamanda Hz. İsa’dan bir peygamber,annesinden de –bir peygamberin annesi-olarak da bahsedilmektedir.

            Ayet-de:”De ki:Ey ehli kitap! Sizinle bizim aramızda anlamı eşit bir kelimeye geliniz:Allah’tan başkasına tapmayalım;O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıpta kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o zaman,’Bizim müslüman olduğumuza şahitler olun!’deyiniz.”[79]

            Bu İncilden bazı notlar;

            “Ey Meryem! İnsan yokken insanı yaratan Allah,senden de erkek olmadan insan meydana getirmeye kadirdir.”ve

            “Davud’un şehrinde Rabbin peygamberi olan bir çocuk doğdu. O İsrail evine büyük kurtuluş getirmektedir.”

            Hristiyanlar bu kitabı müslüman olmuş bir hristiyanın yazmış olduğunu ifade ederek,kabul etmemektedirler.

            Bunlarla beraber;”İsa’ya Allah’ın oğlu diyenlerin lanetleneceğini haber vermektedir.”

            “Bu incile göre nur-i Muhammedi her şeyden önce yaratılmıştır.”

            “Kâinat ise onun için yaratılmıştır,o bütün dünyaya rahmet ve selamet getirecektir.”

            “Hz. Âdem yaratıldığında kelime-i Tevhidde onun adını görmüştür.”

            “Hz. Muhammed Allah’ın rasulüdür.”

            “Ve daha önceki peygamberlerin sözlerini açıklayacaktır.”

            “İsa Hz. Muhammedden önceki son peygamberdir.”

            “Muhammed İsadan sonra gelecektir.”

            “Ve onunla ilgili yanlış kanaatleri ortadan kaldıracaktır.”

            “Tanrının Hz. İbrahime yaptığı Mesihi vaad Hz. Muhammed ile tahakkuk edecektir.”

            “Ve o Mesihtir.”[80]

            Barnaba İncilinin temel noktalarda tamamen diğer İncillerden farklı olduğunu göstermektedir.

           

                                               Z İ M M İ L E R

            Anlaşma gereği İslâm ülkesinde devamlı oturma hakkına sahib olan gayrı müslimlerdir.

            Bütün ehli kitab bu zimmilik altına girer. Zimmilik için zimmet akdi şarttır.

            Ancak müslüman olup da İslam dininden çıkan mürtedler ittifakla istisna tutular.

            Bir Hadis-de:”Bize tanınan haklar onlara da tanınır;bize yüklenen ödevler onlara da yüklenir.”Fark gözetilmez.

            Hak hakdır,küçüğüne büyüğüne bakılmaz.

            Onlara aid şarab ve domuzun telefinde tazmin edilir.

            Bunlar;toplumun milli tasarruflarda müslümanlar gibi İslam hukukuna tabidirler.

            Nitekim Peygamberimiz Medineye vardığında MEDİNE ANAYASASI yapılmış,yarısı yahudi olan Medine yahudileri de göz önünde bulundurulmuştur.

            Âyette:”Ya Muhammed,biz seni ,şüphesiz müjdeci ve haberci olarak bütün insanlara gönderdik.”[81]

            “Biz,seni alemlere ancak rahmet olarak gönderdik.”[82]

            “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder,kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.”[83]

            Öyle ki;müslümanlar ramazanın sonunda verilen fıtır sadakasını, gayrı müslimlerin kalblerini İslâma ısındırmak amacıyla,onlara çeşitli yardımlarda bulunmuşlar ve bulunulabilir.

 

                                            M E L U N C A N L A R

            Portekizliler tarafından esir alınan 300 levende dayandığı ifade edilir.

            Bunlar,atalarının da namaz kıldıklarını ifade ederler. Bazı noktalarda belirlilik arz eder.

            Olayın gelişmesinin Brent Kennedy’nin muayene olduğu doktorlar tarafından kendisinde “Akdeniz anemisi” bulunduğunun söylenmesi üzerine gelişiyor. Bu vesileyle bir araştırma içerisine giriyor.[84]

            Bu 400 yıllık ayrılık ve İslâmdan kopukluk onları İslâmı aramaya da sevk etmiş olmaktadır.

            Sünnet olmalarından,bazı ailevi yaşantılarına kadar benzerlikler,yaklaştırıcı ve yakınlaştırıcı sebeblerdendir.[85]

            İslâm yalnız kendisine teslim olup,başka bir dinin ondan kabul edilmeyeceğini[86] belirtir.

            Âyet-de:”Andolsun,zikirden sonra Zebur’da ‘yeryüzüne iyi kullarım varis olacaktır.’ diye yazmıştık.”[87] buyurulur.

 

                       

 

 

                        Y A H U D İ L İ K

            Her şeylerini milliyet esası üzerine oturtturan yahudiler,bu inançla ya bütün dünya yahudi olacak,buda mümkün olamayacağına göre-ya da kendilerinin dışındakilere dünya çok görülecek,dar getirilecek.

            Zira hayalleri olan Arz-ı Mev’ud yani Allah tarafından kendilerine vadedilen topraklar olarak belirleyip,sahiblik uğruna her türlü entrikayı reva görmektedirler.

            Arz-ı Mev’ud ise;Doğuda fırat nehri,batıda nil nehri,güneyde Medine-i Münevvere,kuzeyde Suriye ye kadar uzanan topraklardır.”[88]

            Allah tarafından,Hz. İsa tarafından lanetlenen bu millet yer yüzünde sürekli fesad çıkarırlar.

            Bununla beraber,asırlardır bir toprağa sahib olamayan bu millet,büyük İsraili gerçekleştirmeye çalışmaktadır.

            İnsan düşünmeden edemiyor? Acaba bu vadedilen topraklar ve çevresindeki karışıklıklar,sakın bu arz-ı Mev’ud uğruna olmasın?

            Asırlardır Osmanlı devleti olarak,başkaları sürerken biz onlara yardım etmiş,içimize almışız.

            Bugün bu gerek Abdulhamide gönderdikleri teşekkür mektuplarıyla ve de diğer belgeleriyle sabittir.[89]                       

            “Tevrat-İncil_Kur’an-a uysalar da gökten,üstlerinden ve hem de altlarından nimetler yağar,istifade ederlerdi.”[90] Ve doğru yolda olurlardı..[91]

            Hristiyan ve yahudiler evlatlarını bildikleri gibi peygamberimizi tanırlar.[92]

            Ancak inanmamalarıyla;ya bunlar evlatlarını bilmiyor,tanımıyorlar! ya da bildikleri halde hasedliklerinden tanımazlıktan geliyorlar. Doğru olan bu ikinci şıktır.

            Tevrat’da ağırlıkla Şeri’at konuları olduğu halde,[93] keyiflerine göre inkarda da bulunurlar. Nitekim zinadan dolayı recm Tevratta olduğu halde inkar ettikleri gibi…[94]

            Ancak herkes fıtrat ve tinetinin gereğini yapar.[95]

            Ayet-de Rabbimiz:”Tüm deliller olsa bile,inanmayacaklar…”[96]

            Bu yanlışlıklarıdır ki;ceza olarak Allah onlara helal olan,daha önce helal kılınanı haram kılmıştır.[97]

            Allah yahudi ve hristiyanları kendimize dost edinmememizi emreder,aksi takdirde sonuçları pişmanlıkla sonuçlanacağını da belirtir.[98]

            Zira tarihte yapmış oldukları ortadadır. Tevrat tahrif edilmiş,[99] bu durumda nasıl müsbet bir hareket beklenilebilir?

            Özetle:Üç büyük din olan yahudilik,hristiyanlık ve İslamiyet. İttihad ve ittifakları ancak bir kelimededir. Tevhid…[100]

            Asırlık kin ve düşmanlık ve tüm terör ve zulüm ancak bu tek noktadaki birlikle ortadan kalkar. Başka sebebler hakikatı hak olarak ifade edemez. Buda dini liderlerin başlangıçta,bir başlangıç yapmalarına bağlıdır.

            Hristiyanlık ve yahudilik geçmişteki geçmişlerini bayraklaştırıp,küllenen ateşleri alevlendirmekle değil,gelecek nesillerini güdüklükten kurtarıp,gerçek geleceği temin etmelidirler. Buda İslâma karşı sulh ve teslimiyetle mümkün olur…

            Maalesef,bu muharref iki dinin alt ve üst kademedeki bulunanları,başta zulüm olmak üzere tüm yanlışlarını dinleri ve peygamberleri adına yapmaktadırlar.

            O halde düşünmek gerekmez mi? Böyle bir din ne derece gerçek bir din olabilir? Böyle bir söz nasıl ûlül-azm peygamberlere aid olabilir?

            Elbetteki o peygamberleri bunların yaptıkları ve söylediklerinden tenzih ederiz…

            Hristiyanlık ve kilisenin kendi dışında olanlara tavrı şudur;Bunu bir Afrikalı şöyle tasvir eder:”Beyaz insanlar ülkemize ayak bastıkları zaman,bizim topraklarımız,onların ise incilleri ve dinleri vardı. Bugün,bizim incilimiz ve dinimiz,onların ise toprakları var.”[101]

            Üç büyük din tek noktada ittifak ederler;”Yeni dünya düzeni”,”21.asır Din asrı olacaktır.”,”Gelecek asır,dinin asrı olacaktır.”

            Ancak hristiyanlar ve yahudiler;Bosna-Hersek,Filistin gibi bir çok İslâm memleketlerinde zulüm üzerine bina etmektedirler.

            Kur’an-ı Kerim-de;Yahudilerin bir çok menfi özellikleri[102] ,İmandan yüz çevirmeleri,[103]Nankörlük ve İhanetleri[104] ve cezalandırılmaları [105] ile ilgili olarak bir çok ayet zikredilmektedir.

            Öyle ki;Ebu Hureyreden rivayet edilen bir hadiste:”Yahudilerin bir kuşlukta 43 nebiyi katlettiklerini ve o nebilerin etbaından dahi emri bil maruf etmek üzere kıyam eden,112 kimseyi ikindi vakti katlettiklerini”beyan etmiştir.[106]

            O halde 21. asır;zulüm üzerine yükselen,tahrif edilmiş bir din üzerine değil,belki hakkın hatırını ali kılmak için zulmü değil,mazlumiyeti ve hakkı kabul eden bir din üzerine bina edilecektir.

            “Şu istikbal inkilabâtı içerisinde en yüksek gür sadâ İslâmın sadâsı olacaktır…İnşaallah”

 

                                                                                                          5-7-1996

                                                                                              MEHMET   ÖZÇELİK

[1] Almanya hakkında bak. Tarihçe-i Hayat. Abdulkadir Badıllı. 1 / 390,386.

[2][2] Türkiye gaz.M.N.Özfatura.3-12-1991.

[3] Afgan cihadında ilahi yardımlar. M. Maruf.23.

[4] Zaman gaz.31-1-1994.

[5] Asar-ı Bediiyye. B. Said Nursi. (Osmanlıca)Hazr.A.Badıllı.87,Bak. Şark meselesi için, (Doğuştan Günümüze)Büyük İslam Tarihi.(Heyet) 4 / 208,12 / 20.

[6] Zaman gaz.6-4-1993.

[7] İmam-ı Rabbani ve İslam.Mevdudi.Terc.H.Karaman.80,55.

Zaman gaz.[8] Agg.28-29-Mart.1993.

[9] Türkiye gaz.15-1-1991.

[10] Zaman gaz.7-4-1992.

[11] Agg.15-1-1990.

[12] Agg.12-1-1990.(Röportaj)

[13] Agg.11-1-1990.

[14] .Bak. Sami Hocaoğlu.Yeni Şafak. 03.11.2006.

[15] Maide.82-83.

 

[16] Agg.14-5-1995.

[17] Agg.30-3-1994.(Le Point’den tercüme)

[18] Türkiye gaz. M.N.Özfatura.3-1-1993,bak. Zafer derg. Şubat-1996.sh.12.

[19] Agg.3-1-1993.

[20] Bak. Zaman gaz.16-1-1994.

[21] Agg.24-2-1994.

[22] Yeni Asya gaz.19-3-1995.

[23] Bak. zaman gaz.20-11-1992.

[24] Agg.15-12-1992.

[25] Agg.16-12-1992.

[26] sh.142,agg.16-12-1992,bak. Aksiyon dergisi.17-23-Şubat-1996,sh.30.

[27] Bak. Şafak gaz.2-11-1995.

[28] Zaman gaz.5-4-1996.

[29] Agg.6-4-1996.

[30] Yeni Ümit derg.sayı.31.Ocak-Şubat-Mart-1996.sh.5.

[31] Agd. Bak. İslam Peygamberi. M. Hamidullah. –muhtelif yerler.

[32] Bak Zaman gaz. 17-3-1996.

[33]Age.sh.57,87-88,45,40,101,109,118,120,129,131,133,144-145,148-151,153,156,163,166,172,184,206,208,214,217,219,247-249,253,280,284.

[34] Age.3.32.

[35] Bak. Hak Dini Kur’an Dili. E. M. H. Yazır. (Heyet) 1 / 315,bak Zafer derg. Haziran.1995,,88 (1-15),Tefsir-i Kebir. Fahreddin-i Razi. (Terc. heyet) 3 / 55, 239,Maide.69,73,110,En’am.20,91.İslam Ansiklopedisi. TDV. 16 / 513-516,Mektubat. B. Said Nursi. 407-409.

[36] H.D. Kur’an Dili. age. 8 / 5523.

[37] Bak. Zaman gaz.29-12-1995.

[38] Bak. Türkiye gaz.15-2-1993.

[39] Bak. Zaman gaz.11-11-1993.

[40] Agg.22-12-1995.

[41] Agg.10-11-1993.

[42] Aksiyon derg.13-19-Ocak-1996.

[43] Zaman gaz.1-7-1999.

[44] Agg.31-3-1992.

[45] Hucurat.10.

[46] Bak. Kur’an-ı Kerim. 2 / 198-199,Al-i İmran.45,47,59,Meryem.17-23,Enbiya.91,Mü’minun.50.

[47] Al-i İmran.33-35.

[48] Tahrim.12.

[49] Maide.75.

[50] Nisa.156-157,M%ryem.27-34,Bak. Konularına göre Kur’an-ı Kerim Fihristi. N. Yüksel.sh.283-285,321,73.

[51]Al-i İmran.59.

[52] Nisa.171-172.

[53] Maide.17-18,72,75.

[54] Maide.63.

[55] Kütüb-ü Sitte Muhtasarı. Prof. İ. Canan. 12 / 362-366.

[56] Al-i İmran.59.Bak.Meryem.27-33.

[57] Al-i İmran.59.

[58] Lem’alar (Osmanlıca)B. Said Nursi. sh.168-171.

[59] Nisa.156-158.

[60] Al-i İmran.54-55.

[61] Mektubat.11-12.

[62] Nisa.156-158.

[63] Maide.64,78.

[64] Zuhruf.61.

[65] Kütüb-ü Sitte Muhtasarı. age. 3 / 363.

[66] Age. 13 / 152.

[67] Age. 13 / 153.

[68] Age. 14 / 268.

[69] Age. 14 / 270.

[70] Bak. Zaman gaz. 29-10-1999.

[71] Lem’alar.151.

[72] Mümtehine.7.

[73] Agg.28-12-1994.

[74] Mektubat.age.12, bak. Sahih-i Buhari. 4 / 205, Sahih-i Müslim. 1 / 136, Fethul Kebir. 2 / 335.

[75] Mektubat.age.15.Mektub.4.sual.sh.59.60,Kastamonu Lahikası. B. Said Nursi. 74-75.

[76] Kütüb-ü Sitte Muhtasarı. age. 6 / 205.

[77] İslam Ansiklopedisi TDV. 9 / 67-72,Deccal için bak. Risale-i Nurun Kudsi Kaynakları. A. Badıllı. 255,267-268,275,278,281,289,292,330,387-390,638,641,651,686,Ahirzaman için bak.Age.276,287,289,293-294,614,637-638,689,693-696,705,711.

[78] Kütüb-ü Sitte Muhtasarı. age. 17 / 436.

[79] Al-i İmran. 64.

[80] Bak. İslam Ans. age. 5 / 76-81.

[81] Bakara.119,bak.İsra.105,Furkan.56,Ahzab.45,Sebe’.28,Fatır.24,Feth.8.

[82] Enbiya.107.

[83] Al-i İmran.110.

[84] Bak. Zaman gaz.24-2-1996,13-6-1998.

[85] Agg.24-12-1995,25-2-1996,Türkiye gaz.24-12-1995.

[86] Al-i İmran.84-85.

[87] Enbiya.105,bak.Maide.23.

[88] Bak. Zaman gaz.23-6-1995.

[89] Agg.14-11-1993.

[90] Maide.66.

[91] Maide.68.

[92] En’am.20.

[93] Kitab-ı Mukaddes.sh.70,72,98,114,124-125.

[94] Al-i İmran.23,Bu ayetin nüzulüne yahudilerin inkarları sebeb olmuştur.

[95] İsra.84.

[96] En’am.111.

[97] Nisa.160.

[98] Maide.51-52.

[99] Maide.13,Al-i İmran.61,geniş bilgi için bak. Konularına göre Kur’an-ı Kerim fihristi. age. sh.300-304.

[100] Al-i İmran.64.

[101] Zaman gaz.18-5-1995.

[102] Bakara.65,94,96,111-114,135-136,140,Al-i İmran.72-73,75,181,Nisa.47,49,53,161,Maide.18,64,A’raf.163,Tevbe.34,Nahl.124,Enbiya.93,Şura.14,Rahman.29,Haşr.14-15.

[103]. Bakara.62,76-78,88-91,97,101,116,135-140,146,Al-i İmran.23-24,73,93-94,Nisa.46,49-50,54-55,112,137,153,155,162,Maide.18,41-43,64,69,En’am.20,91,A’raf.159,175-177,Tevbe.30-31,34,Meryem.88-92,Cum’a.5-8.

[104] .Bakara.75,79,84-87,93,95,100,105,120,145,174,Al-i İmran.21-22,54-55,65,72-73,78,93,111-112,181,183,Nisa.46,51,154-155-157,159,160,Maide.10,13,41-43,51,80-82,Enfal.56-57,Tevbe.32-33,Meryem.27-34,Mücadele.8,Mümtahine.13.

[105] Bakara.80-82,88,Al-i İmran.12,24-25,112,181-182,Nisa.46-47,52,55,155-157,161,Maide.41,64,En’am.146-147,Nahl.118,Hac.17,Haşr.1-6,15,Bak.Konularına göre,Kur’an-ı Kerim Fihristi.N.Yüksel.300-304.

[106] Bak.Hülasat-ül Kur’an.Konyalı Mehmet Vehbi Efendi. 2 / 567.




İMAN VE AMEL

İMAN   VE     AMEL

             “ A’mali kalbiyenin güneşi imandır. A’mali bedeniyenin fihristesi namazdır. A’mali maliyenin kutbu zekâttır.”[1]

            İman asıldır ve esasdır. İmansızlık ise inkarı mümkün olmayan bir girdab,bir çıkmaz yoldur.

            Allah-ı inkâr,kendisini inkar ilede mümkün olmamaktadır. Nitekim;” İstanbulun fethinden sonra ilk kadı olan Hızır beyin oğlu Sinan bey genç yaşında Sofesta-i (yani her şeyi inkar ettiği gibi kendisini de inkar eden)olur.

            Bir gün sofrada yemek yerken babası oğluna “Sinan,budalalıkta o dereceye vardın ki şu tabağın bakır olduğundan şüphe edeceksin.”demiş.

            Sinan Paşa-da:” Evet,biz onu bakır görüyoruz ama başka bir şey olmak ihtimali de vardır!”deyince,Hızır bey sahanı kaldırıp oğlunun kafasına vurmuş. Canı acıyan Sinan paşa,Ay-deyince babası;

            “Nasıl sahanın bakır olduğunu anladın mı?..”diye sormuş.

            Daha sonra Sinan Paşa Şeyh Vefa-ya derviş olup,saçma fikirlerden kurtulmuş…”[2]

            Çünki;her şey Allah der.[3]

            Bu şuna benzer ki;Aynanın karşısına geçipte;”Benim bu yüzümü yaratan yoktur.”diyen insanı,evvela ayna yalanlayacak,bunu tekrarında da kendisini tekzib edecektir. Gerek ayna,gerek kendisi kendisine gülecek,bu safsataya inanmayacak,inanamayacaktır.

            Zira akıl,inanmak için vardır.

            “ Melekler ile aksi,nurani bir cevherden yaratılmış,melekte biri kainata ve Allah-a ibadete,akıl ise insan bedenin de tedbir ve tasarrufa memur edilmiştir. (Melek kuş gibi kanat sahibi oldu. Akıl ise kanadı terk etti,irfan nuruna büründü.)

            (Melek de-akıl da hakkı bulucudur. Her ikisi de Adem-e yardımda bulunmuş,her ikisi de Adem-e secde etmiştir.”[4]

            İman,aklın bu ilk adımından sonra kalbte yer eder. Zira”İmanın yeri kalb,İslâmın yeri kalıbtır. Beş çeşit iman vardır=

  • 1) Matbu İman=Meleklerin İmanı.

           2)Masum İman=Peygamberlerin imanı.                                                                            3)Makbul İman=Mü’minlerin imanı.

4)Mevkuf İman=Bid’atçilerin imanı.                                                                                             5)Merdut İman=Münafıkların imanı.[5]                                                                                                                                                                      İman ilmi ve meselesi;ilimlerin şahı ve padişahıdır. Meselenin özü ve özetidir. Varlığın başlangıç ve sonudur.                                                                                                                Hadis-de:” Hiçbir şey Allah-ın yüce adından daha ağır gelemez.”[6]                        

Bizzat Kur’an-ı Kerim-de Tevhid ifadesi geçen 41 sure ve ayetleri mevcuttur.[7]

Dünya yaratılalı beri başlayıp devam ede gelen tek mesele iman meselesidir. Dünyanın başlangıcında gündemi oluşturduğu gibi,kapanışında da ehemmiyeti,varlığı,özü ve özeti bilinecek meseledir.

Üzerinde durulması,düşünülmesi,işlenilmesi,araştırması yapılması gereken en yoğun meseledir.

Amel,iman,bütünleyici ve tamamlayıcıdır. İmanın bir tezahürü,Cenâb-ı Hak-kın isimlerinin de bir tecellisidir.

“Evet,her bir alemde emir ve nehiy,sevab ve azab.. terğib ve terhib.. tesbih ve tahmid.. havf ve reca gibi pek çok füruat Celal ve Cemal-in tecellisiyle teselsül ede gelmektedir.”[8]

Amelde de esas ve ruh,ihlastır. Nitekim Peygamber Efendimiz buyururlar:” İyi biliniz ki;üç şey mü’min ve müslümanların kalblerine kin ve kıskançlık sokmaz=

1-Allah-a ihlas üzere amel etmek.

2-Müslüman olan amirlere nasihat ve itaatta bulunmak.

3-Müslümanların cemaatına –ki onlar dua ederlerse duaları müstecab ve arkalarındakilere de şamildir. İ’tikad ve salih amel de tabi olmak.[9]

Güzel sıfatlar imanın bir özelliğidir. Peygamberimiz Hatemi Tâi-nin esir olan kızı Seffane binti Hatim-in kendisini şerefli birisinin kızı olduğundan serbest bırakılmasını söylerken;Kızın babasının sıfatlarını saymasına karşı;

“ Ey kadın,bunlar,gerçekten mü’minlerin sıfatlarıdır. Keşki baban müslüman olsaydı da onu rahmetle ansaydık.”[10]

Daha sonra Seffane müslüman olub,müslümanlığını geliştirip,güzelleştirdi.[11]

Her şeyde Tevhid,ister inançta,ister amelde,her kademe de bir birliği tesis etmektedir. Dağınıklıkları ve çoklukları bir-de toplar,bir dürbün gibi en uzak meseleleri yakınlaştırır. Bir şablon gibi,her şeyin ölçüsünü belirler.

Yaratılışın gayesi onunla belirlenir,amelle dengelenir. Bilmeyi aşıb,tanımaya ulaştırır. Herkes bilir,ancak herkes tanımaz. İnkar edilemeyen bir İstanbul şehri bile,herkes tarafından bilinirken,herkes tarafından tanınmamaktadır. Tanıyanlar da farklı boyutlarda tanımaktadır.

Hz. Ali-nin dediği gibi;” İlim tek idi,cahiller onu çoğalttı.” O da marifet ve ma’rifet ilmi idi.

                                                                                                                      29-01-2000

                                                                                                          MEHMET     ÖZÇELİK

[1] İşarat-ül İ’caz. B. S. Nursi.41.

[2] Bkn. Mesnevi Şerhi. Tahir-ul Mevlevi. 2 / 537.

[3] Bkn.Zafer Derg. Şubat.1991.(12),Ekim.1998.(30)

[4] Mesnevi Şerhi. age. 11 / 832.

[5] İslam Tarihi. Medine Devri. A. Köksal. 6 / 265.

[6] Fezaili A’mal. Müslüman Şahsiyeti. M. Z. Kandehlev.479.

[7] Age. 468, Bkn. Nehcü’l Belağa.227.

[8] İşarat-ül İ’caz. B. S. Nursi.15.

[9] İslam Tarihi. Medine Devri. A. Köksal. 10 / 307, Bkn.Müsned. A. B. Hanbel. 4 / 80-82, Sünen. İbni Mace. 2 / 1016, Sünen. Darimi.1 / 65.

[10] Halebi. İnsanul Uyun. 3 / 224.

[11] İbn-i Esir. Üsdül Gabe. 7 / 143, İslam Tarihi.age. 9 / 111.




DİN GÖREVLİLERİYLE MÜNASEBET

                                               DİN   GÖREVLİLERİYLE   MÜNASEBET

          Risâle-i Nur mesleğinde esas alınan husus ve metotlar şu şekillerde ifade edilmektedir:

            “Bu zaman cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet,şahsı maneviye göre olur. Maddi ve ferdi ve fani şahsın mahiyeti nazara alınmamalı.”[1]

           Diğer cemaatlarda bu durum,fertler üzerine bina edilmektedir. Veya kişi münferid olarak hareket etmektedir. Buradan da farklılık ortaya çıkmaktadır. Ancak bu farklılık Usulden değil, Vusuldendir. Kimi füzeyle,kimi arabayla…

Ve yine bu durum,çeşitlilik,müslümanların zenginliğini gösterir. Nitekim bir sarrafta ne kadar çeşit altın bulunsa,o kadar iyidir. Ancak altın olmak şartıyla…

            Risâle-i Nur’da –Ben- yoktur. Eser ve Kur’an Hakikatları vardır. Her şey onun mahsulüdür. Müellifi her vesile ile eserleri nazara verir. Kendisinin ise,hasiyetli üzüm salkımının bir kuru çubuğu hükmünde olduğunu,mücevherat dükkanının bir dellalı ve bir Pişdar hükmünde olduğunu ifade eder.

            Risâle-i Nurun farklılığı;Hizmetin farklılığından ileri geldiği gibi,Üstadın farklılığından da ileri gelmektedir. Yani Üstad gibi ikinci bir Üstad gösterilemeyişindendir. Bu bir mübalağa ve hayal değil,bir hakikattır.

“Biri dedi: Risâle-i Nur’un iman ve tevhid için büyük tahşidatları ve küllî techizatları gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi iken, neden bu derece hararetle daha yeni tahşidat yapıyor?

            Ona cevaben dediler:

            “Risâle-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan, dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun bâhusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeâirler kırılması ile bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’an’ın i’cazıyla ve geniş yaralarını Kur’anın ve imanın ilâçları ile tedavi etmeğe çalışıyor.”[2]         

            Buradan da anlaşılacağı üzere;Risâle-i Nurun hedefi küçük değil,büyüktür. Cüz-î değil,küllîdir,ileriye dönüktür.

            Hapishanede -Allah rahmet eylesin- mühim bir şeyh ve mürşid ve cazibedar bir Nakşî evliyasından bir zât, dört ay mütemadiyen Risâle-i Nur’un elli-altmış şakirdleri içinde celbkârane sohbet ettiği halde, yalnız bir tek şakirdi muvakkaten kendine çekebildi. Mütebâkisi, o cazibedar şeyhe karşı müstağni kaldılar. Risale-i Nur’un yüksek, kıymetdar hizmet-i imaniyesi onlara kâfi olarak kanaat veriyordu. O şakirdlerin gayet keskin kalb basireti şöyle bir hakikatı anlamış ki: Risâle-i Nur’la hizmet ise, imanı kurtarıyor; tarîkat ve şeyhlik ise, velayet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak ise, on mü’mini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevablıdır. Çünki iman, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mü’mine, küre-i arz kadar bir saltanat-ı bâkiyeyi temin eder. Velayet ise, mü’minin Cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir adamın imanını kurtarmak, on adamı veli yapmaktan daha sevablı bir hizmettir.”[3]

            Nur talebelerine yapılan itirazlardan biri de;Neden başka eserler okumuyorsunuz? Birisi,Nurların kafi olarak kanaat vermesinden,diğeri ise,sahib olduğumuz ve okuduğumuz eserler onları teyid etmektedir.-

            “Diyorlar: “Said, yanında başka kitabları bulundurmuyor. Demek onları beğenmiyor. Ve İmam-ı Gazalî’yi de (R.A.) tam beğenmiyor ki, eserlerini yanına getirmiyor.” İşte bu acib manasız sözlerle bir bulantı veriyorlar. Bu nevi hileleri yapan, perde altında ehl-i zındıkadır; fakat, safdil hocaları ve bazı sofuları vasıta yapıyorlar.                                                          

            Buna karşı deriz ki: “Hâşâ, yüz defa hâşâ!.. Risale-i Nur ve şakirdleri, Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazâlî ve beni Hazret-i Ali ile bağlayan yegâne üstadımı beğenmemek değil, belki bütün kuvvetleriyle onların takib ettiği mesleği ehl-i dalâletin hücumundan kurtarmak ve muhafaza etmektir.

            Fakat onların zamanında bu dehşetli zındıka hücumu, erkân-ı imaniyeyi sarsmıyordu. O muhakkik ve allâme ve müçtehid zâtların asırlarına göre münazara-i ilmiyede ve diniyede istimal ettikleri silâhlar hem geç elde edilir, hem bu zaman düşmanlarına birden galebe edemediğinden; Risâle-i Nur, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’dan hem çabuk, hem keskin, hem tam düşmanların başını dağıtacak silâhları bulduğu için, o mübarek ve kudsî zâtların tezgâhlarına müracaat etmiyor. Çünki umum onların merci’leri ve menba’ları ve üstadları olan Kur’an, Risâle-i Nur’a tam mükemmel bir üstad olmuştur. Ve hem vakit dar, hem bizler az olduğumuz için vakit bulamıyoruz ki, o nuranî eserlerden de istifade etsek.

            Hem Risâle-i Nur şakirdlerinin yüz mislinden ziyade zâtlar, o kitablarla meşguldürler ve o vazifeyi yapıyorlar. Biz de, o vazifeyi onlara bırakmışız. Yoksa hâşâ ve kellâ! O kudsî üstadlarımızın mübarek eserlerini ruh u canımız kadar severiz. Fakat her birimizin birer kafası, birer eli, birer dili var; karşımızda da binler mütecaviz var. Vaktimiz dar. En son silâh, mitralyoz gibi Risale-i Nur bürhanlarını gördüğümüzden, mecburiyetle ona sarılıp iktifa ediyoruz.”[4]

            Üstadın büyük kardeşi Molla Abdullah’la yaptıkları muhaverede,kardeşinin –Hz. Ziyaeddin hakkındaki zihninde tahayyül ettiği şekilde,- bütün ulumu bilen-[5] bir kişi gözüyle baktığı gibi;diğer cemaatlarda kendi meslek ve üstadlarına bu nazarla baktıklarından,istinkaf etmektedirler. Ancak her meslek erbabı kendi mesleğinin muhabbetiyle yaşayıp,başkasının adaveti üzerine bina etmedikçe,yapıcı hareket yapılmış olur. Yani benim mesleğim haktır ve daha güzeldir,diyebilir. Yalnız hak benim mesleğimdir,diyemez. Aksi takdirde asıl iftirak o zaman başlamış olur. Zaten mesleğini güzel bilmese ve görmese orada bulunmaz ve bulunamaz.

            Bizler muhabbet fedaileriyiz. Husumete vaktimiz yok. Mesleğimiz her meslek erbabına muhabbeti gerektirmektedir. Ancak ifrat,tefrit ve menfiye kaçılmadığı sürece takdir edip,tashih edilmesi gereken yerleri nazikane ve kavli leyyin ile söyleyip,söz düellosuna girilmemeli. Çünki Cenâb-ı Hak Kur’an-da Hz. Musa’ya,Fir’avuna bile kavli leyyin ile [6]söylemesini buyurur.

            Üstad Osmanlıca Mektubat’da Vehhabiler için,Onun dahili bir mesele olduğunu,hallolacağını,İslâmın havzı kebirinde eriyeceğini söylerken,Barla Lahikası’nda da:”Zeydilerin Vahhabilerin tahribatını tamire sebeb olacaklarını”[7] ifade etmektedir. Aynı ailedeki çocukların dövüştükten sonra tekrar barışmaları gibi…

            O halde önemli olan,esasdaki ittifaktır. Müsbet yöndeki ihtilaf –Hadisin ifadesiyle- rahmettir. Bu vesile ile İslâmiyetin bir çok meseleleri zahir olmakta,öğrenilip-araştırılmasına,neticede İcma-ı Ümmet hakikatının ortaya çıkıp,ümmetin dalâlet üzerine birleşmeyeceğine de işaret etmektedir.

            Hizmet noktasında cemaatlar,İslâmın fahri elemanlarıdırlar. Onlardan istifade cihetine gidilebilir. Kimi Kur’an-ın lafzını öğretirken,diğeri manasını…

            -İtiraz edilen noktalardan birisi de:Üstadın Sakal bırakmaması meselesi. Bu konuda Müfti-ül Enam Ali Rıza efendi:”Bu misullu,Bediüzzaman’ın dahi elbette bir içtihadı vardır. İtiraz edenler haksızdır.”[8]derken,bu zamanda farz olan tebliğ meselesinin sünnet olan sakal bırakmaktan önce geleceğini bilmekte,mahkemelere celbedilmesi münasebetiyle,sakalının kesilmesi halinde de kahrolacağını ifade ederek,şu fıkhi hükmü de açıklamış olmaktadır;-Sakalın bırakıldıktan sonra kesilmesinin haram olduğunu,[9]böylece sünnet işliyeyim derken haram işlemekle karşı karşıya kalınabileceği de hatırlatılmış olmaktadır. Bütün bunlara rağmen,bunca çektiği sıkıntıların bu sünneti terk etmesine karşılık–inşaallah- bir keffâret olacağı temennisinde de bulunmaktadır.Diğer taraftan;

            -Ehemmiyetli bir Hocanın hüsnü zannı tadil edilmekte,İstanbul’daki itiraz hadisesi münasebetiyle:” ileride, meşrebini çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm bazı sofi-meşrebler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u câh vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risâle-i Nur’a ve şakirdlerine karşı kendi meşreblerini ve mesleklerinin revacını ve etba’larının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler, belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hâdiselerin vukuunda, bizlere itidal-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir.”[10]

            “Size yazmıştık ki, muarızlara adavetle mukabele etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar, ehl-i takva, ehl-i ilme karşı dostane vaziyet alınız. Fakat bu noktaya dikkat ediniz ki, Risale-i Nur’un zararına ve şakirdlerinin salabet ve metanetlerine ilişecek bir tarzda daireniz içine sokmayınız. Öyleler niyet-i hâlise ile girmezse, belki fütur verirler. Eğer enaniyetli ve hodfüruş ise, Risâle-i Nur şakirdlerinin metanetlerini kırarlar; nazarlarını, Risâle-i Nur’un haricine çekip dağıtırlar. Şimdi çok dikkat ve metanet ve ihtiyat lâzımdır.”[11]

            “Çünki bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti mikdarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip, bozmuyor; kendini mazur biliyor, ondan niza çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder, ehl-i dalalet istifade ediyor.”[12]

            İşte bu enaniyettir ki,medreseden çıkıp medrese ehlinin malı olan Risâle-i Nura yine onların bigane kalması hususunda ise:” Risâle-i Nur’a herkesten ziyade kemal-i şevk ile tarafdarane ve müftehirane medrese taifesinden olan ülemâların koşmaları lâzım ve elzem iken, maatteessüf daha medrese ehlinin ekseri, kendi medresesinden çıkan bu âb-ı hayat çeşmesini ve bu kıymetdar bâki hazinesini tanımıyor, aramıyor, muhafaza edemiyor. Lillahilhamd şimdi tam tamına başladılar. Sözler Mecmuası hem hocaları, hem muallimleri Nurlara çekti.”[13]

            Risâle-i Nur herkese kendisini kabul ettirmektedir. Müşteri aramaz. Bu konuda Üstad:

            “Sandıklı tarafında, kemal-i şevk ile ve ciddiyetle faaliyette bulunan Hasan Âtıf kardeşimizin bir mektubundan anladım ki; orada perde altında faaliyetini durdurmak için, bazı hocalar, bir kısım tarîkata mensub adamları vasıta edip fütur veriyorlar. Halbuki mesleğimiz, müsbet hareket etmektir. Değil mübareze, belki başkaları düşünmeye de mesleğimiz müsaade etmiyor. Hem müşterileri de aramağa mecbur değiliz, müşteriler yalvarmalı.”[14]

  1. Mektub’da da tafsilen belirtildiği gibi,madem esas olan Uhuvvetdir. O halde bir çöp hükmündeki kusurlar değil,dağ cesametindeki iman gibi esaslar itibara alınmalıdır. Nazarı müsamaha ile bakılmalıdır.

            “O vaiz ve âlim zâta benim tarafımdan selâm söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını başım üstüne kabul ediyorum. Sizler de, o zâtı ve onun gibileri münakaşa ve münazaraya sevk etmeyiniz. Hattâ tecavüz edilse de beddua ile de mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünki daha müdhiş düşman ve yılanlar var.”[15]

            Cephe Almamak…

            “Hem şimdilik bu müşevveş vaziyetlerde çok zararlı hem hocaları, hem ehl-i siyaseti Risâle-i Nur’a karşı cephe almağa ve tecavüz etmeye sebebiyet veren şapka ve ezan mes’eleleri ve deccal ve süfyan ünvanları, Risâle-i Nur şakirdleri yabanilere karşı lüzumsuz medar-ı bahs ve münazaa edilmemek lâzımdır ve ihtiyat etmek elzemdir ve itidal-i demmi muhafaza etmek vâcibdir. Hattâ sizde cüz’î bir ihtiyatsızlık, buraya kadar bize tesir ediyor.”[16]

            Tenkid Etmemek…

“Sakın hocaların Cuma ve cemaatlerine ilişmeyiniz. İştirak etmeseniz de, iştirak edenleri tenkid etmeyiniz. Gerçi İmam-ı Rabbanî demiş ki: “Bid’a olan yerlere girmeyiniz.”

Maksadı, sevabı olmaz demektir; yoksa, namaz battal olur değil. Çünki

selef-i sâlihînden bir kısmı, Yezid ve Velid gibi şahısların arkasında namaz kılmışlar. Eğer

mescide gidip gelmekte kebâire maruz kalırsa, halvethanesinde bulunması lâzımdır.”[17]

            Üstad Barla Lahikasında:”Bu ahir zaman çok çalkalanıyor,bu fitne-i ahirzaman acib şeyler doğuracağını ihsas ediyor.”[18]

            Bu çalkantıdan dini kuruluş ve cemaatlarda hissesini almaktadırlar. Onlarda bu çalkantının içinde bulunmaktadırlar.

            Doğum elbette sancılı olur. Harikalara gebe olan bir asırda –her ne kadar arzu edilmese de- iftirak,münakaşa,kırgınlık gibi sancılar olacaktır.

            -Tabiri caizse- İslamiyet Rönesans devrini yaşamaktadır. Harikalar doğuracak bir asırdayız. Tıpkı Hicri 3. asırdaki fırtınaların arkasında zuhur eden bahar gibi. Bir çok Müçtehid,Asfiya,Evliya çiçekleri açmıştır. Asrımızda öyle,belki daha harika…

            Her şey bir bedel ister. İstenilmeyen hallerde birer bedeldir. Zira düşman hapse atar,dost kalbinden atar. Her ikisi de hapishane…

            Ancak bununla beraber küfre yardım etme ihtimalini de düşünmek gerek…

            “Âtıf’a muaraza eden ve hücum eden tarîkatçı müftü ve taassublu vaiz ve hoca ve ehl-i tarîkat, ehemmiyetli ehl-i ilim ve tarîkat, bu muarazada, en son perdesi rejim hesabına ve tarafgirliğine ve himayesine dayanıp, Âtıf’ın müdafaa ettiği sünnet-i seniye mesleğine taarruz suretine girdiğini; ve Risâle-i Nur’a muaraza eden, bilerek veya bilmeyerek zındıkaya yardım ettiğine bir delil”[19] birini rejim taraftarı gösterirken,diğerini rejim aleyhtarı suretinde göstermektedir.

            Diyanet Dergisi Eylül ve Ekim sayısında kendisini sorgulamakta ve hesaba çekmektedir. Bu bir gelişmedir. Orada Diyanetin kabuğunu yeni yeni kırdığını,Tayyar Altıkulaç’da:”Kaygan zeminden kurtarılmış bir Diyanet”olarak belirler. Elbette böyle bir müessesenin de tamire ihtiyacı vardır,bundan bîgane kalınmaz. Bunlarda o müesseselerden uzaklaşmayla değil,yakınlaşmayla,devamlı irtibat kurmayla mümkündür.

            Peygamberimiz hizmet usûlünde Mebde ile Müntehayı birleştirmesi gibi,Risâle-i Nur’da zamanın değişmesine göre hizmetini değiştirmemiş ve neticeyi de elde etmiştir.

            Daireyi Geniş Tutmalı…

            Nitekim üstad:”Dost,kardeş ve Talebe diye”[20] üç kısımda tasnif etmiştir. Her birinin hassası ayrı ayrıdır. Hepsinden aynı şey beklenmez. Ancak Risale-i Nur talebeleri:” Ulumu İmaniyedeki Fetva Vazifesiyle Tavzif edilmişlerdir.”[21]

            Zira bu her şeyin aslı ve esası olup,en müessir bir yoldur.Çünki:”Yazılan sözler tasavvur değil tasdiktir;teslim değil imandır;marifet değil,şehadettir;taklid değil tahkiktir;iltizam değil,iz’andır;tasavvuf değil hakikattır;dava değil dava içinde bürhandır.”[22]

            Dostane Muamele Etmek…

            Münafıkların cephe değiştirerek ehli imanı birbirine düşürmeye çalışmasına binaen üstad şöyle der:[23]” Kardeşlerim! Çok dikkat ve ihtiyat ediniz. Sakın sakın hocalarla münakaşa etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar musalahakârane davranınız, enaniyetlerine dokunmayınız, bid’at tarafdarı da olsa ilişmeyiniz. Karşımızda dehşetli zındıka varken, mübtedilerle uğraşıp onları dinsizlerin tarafına sevk etmemek gerektir. Eğer size ilişmek için gönderilmiş hocalara rast gelseniz, mümkün olduğu kadar münazaa kapısını açmayınız. İlim kisvesiyle itirazları, münafıkların ellerinde bir sened olur.”[24]

            “Kardeşlerim! Herkes sizin gibi sebatkâr olamaz. Perde altında Nurcuların kuvve-i maneviyelerini kırmak için bazı hocalar vasıta oluyorlar, aldanmayınız ve sarsılmayınız ve onlarla münakaşa etmeyiniz, mümkün oldukça dostane muamele ediniz.”[25]

Hz. Ali’nin ahirzamanın bir kısım hocalarına vurduğu tokadı şöyle izah eder:”Ey insafsızlar! Neden hem vazifeniz, hem medresenin mahsulü, hem size farz-ı ayn gibi lüzumu bulunan bu hizmet-i imaniyede bana yardım etmiyorsunuz. Belki de sizin lâkaydlığınızdan çokların çekilmesine sebebiyet veriyorsunuz. “[26]

Bunlarla beraber iyi niyetli olanların da lakayd kalmalarının sebeblerinden bazısı olarak:dedi maişet,büyük hocalara itimad,ilmi kendi imanını kurtaracak

kadardır,korku,müteşabih hadislere yapılan itiraz,[27] sakal meselesi gibi hususlardır.

İttifak esas olup,İhtilaftan kaçmalı ve herkes kendi mesleğinin muhabbetiyle yaşamalıdır…

İnkarı ulûhiyete karşı gerekirse hristiyan ruhanileriyle dahi ittifak edilirken,elbetteki ehli imanın fer’i meseleleri mesele yapmayıp –İslâmiyetin ve İmanın selameti için- küfre karşı yek vücud halinde olmaları gerekmektedir. Aksi takdirde az kazanır,çok kaybeder.

Risâle-i Nur umumun malıdır. Alem-i İslamı alakadar eder. Özellikle Diyanet’de bu meseleye dört elle sarılması bir vecibedir.”Çünki harici dinsizlik cereyanına karşı böyle eserleri neşretmek,Diyanet riyasetinin vazifesidir.”[28]

                                                           MEHMET     ÖZÇELİK / ADIYAMAN

[1] Kastamonu Lahikası.B.Said Nursi.sh.6.

[2] Age.28.

[3] Age.77.

[4] Age.166-167.

[5] Age.81.

[6] Taha.44.

[7] Barla Lahikası.sh. Age.365.

[8] Kastamonu Lahikası.age.177.

[9] Risale-i Nurun Kudsi Kaynakları.A.Badıllı.sh. 699,726.

[10] Kastamonu L. Age.173,179.

[11] Age.184.

[12] 179,Bak.Tarihçe-i Hayat.282.

[13] Kastamonu. L. sh.208.

[14] Age.221.

[15] Age.225.

[16] Age.226.

[17] Age.226.

[18] Barla L.sh.365.

[19] Kastamonu L.age.242.

[20] Mektubat.319.

[21] Age.399.

[22] Age.351.

[23] Emirdağ Lahikası. I / 122.

[24] Age. I / 130.

[25] Age. I / 162.

[26] Age. I / 214.

[27] Age. I / 214.

[28] Age. II / 82.

 




BABA ÇEBİŞ ALMA

                  

BABA     ÇEBİŞ   ALMA

Bir yıl önceydi. kurbanlık bir çebiş   almıştık.Altı yaşındaki oğlum Fatih , çebişi sevmiş ve de sevinmişti. Sevinme olayı, her ne kadar devam etmiş ,bu yılda kendisini devam ettirmiş olsa da , sevme olayı devam etmemişti.

Kurban etmek üzere çebişi götürmekte idik,Birden elimizden kaçıp, bizim küçük Fatihi gözüne kestirmiş olsa gerek ki onu kovalamaya, peşinden koşmaya başladı.

Kısa bir sürede olsa, bu koşuşturma sürmüştü.Fakat küçük Fatih, korkacağını korkmuş,dersini almıştı.

Bu sene kurbanda yine, kurbanlık alma söz konusu olmuştu. bir koyun alacaktık.Fatih sevinmişti.Çünki,koyun sakin idi.Koyun gibiydi .Artık kendisini kovalamıyacak , peşinden koşup, boynuzuyla vurmaya çalışmayacaktı…

Ancak bu sevinme de çok sürmemişti. Kasap, güzel bir çebişinin olduğunu söyleyince, Fatih üzülmüş,bağırmaya başlayarak, koyunu istemişti.

Bununda kendisini kovalayıp, boynuzlayacağını düşünmüştü.

O’nun için her çebiş, kovalardı.

O’nun için, her çebiş boynuzlardı…

Ancak neticede bizim Fatihi memnun etmiş, çebişi alarak, kurban etmiştik………    

 

                                                                                 7-5-1996                                                                                                   

                                                                       MEHMET ÖZÇELİK

 

  

      

 

 




HAYATTA DİNLERİN YERİ VE DİYALOG

          HAYATTA DİNLERİN YERİ VE DİYALOG

             İnsan fikir sahibidir. Fikir ve inanç kendisini muhakkak surette ifade etmek ister. Her bir şekilde,başkasının hürriyetine zarar vermeden düşünmesi ve yaşaması gerekir.

            Bu inanç mecrasını bulmaz,kendi kanalında gitmesine müsaade edilmezse;elbette gitmek için yerin altında da,yerin üstünde de kendisine bir yol bulmaya çalışacaktır.

            Nitekim kendi mecrasında giden bir suyun mecrasını değiştirip,engellenmeye çalışıldıkça o su bir gün bir yerden sızarak veya patlak vererek çıkacaktır. Tahribe neden olacaktır. Yani durmayacak,gidecektir. Tıpkı fikir ve inanç gibi.

            Bu gün dünyada her türlü tapınmalarla beraber,insanlar şeytana tapıyor ve tapınıyorlarsa;bu insanların mecralarından çıkmış,asıllarından kopuk ve bağlantı kuracakları bir noktaya ulaşamamışlardır.

            Kısaca;za’fiyetten ve kayıptan kaynaklanmaktadır.

            Hak dinin dışındaki bütün tapmalar ve sapmalar;farklı yol,inanış,gidişat ve dinler,hep hak olana,hedefe ve Allah-a ulaşmanın çırpınışları,koşturmacalarıdır.

            Çabalar;ma’rifetullaha ulaşma çabalarıdır. Boşluğu doldurma düşünceleridir.

            Düşünen insana düşünme,inanan insana inanma demek,fıtratını değiştir demektir. Yapılacak iş;fıtrata uygun ve ma’kul olanın sunulmasıdır.

            Gönüle girenle beraber,gönülden çıkanda önemlidir. Gönüle nefrette,sevgide girer. Ma’rifet ve muhabbeti ilahinin makamı olması hasebiyle kaynak olarak çıkan önemlidir. Bir yunus,bir Mevlâna gibi.

            İnancın ve muhabbetin kaynağı olmak,bir damla da olsa,okyanusa ulaşmak.

            Fatih-in büyüklüğü yaşından değil,hedefinin büyüklüğünden ve bu büyük hedefi göstermesinden idi.

            İnsanlardaki bocalama;fıtrattaki gösterilen hedefin sapmasından,hedefsizlikten ve hedefi gösterememektendir. Veya basit hedeflerden kaynaklanmanın sonucudur.

            Büyüklerin hedefi,hedefin büyüklüğündendir.

            Manevi boşluktan dolayı dünya gemisi su almaktadır.

            Bu olumsuzluğun neticesidir ki;su alan gemide kimi can derdinde,kimi mal,kimi talan,kimide hayatını harcama derdindedir. Ancak az bir kısmın ve kesimin derdi;insanların derdi olmakta,geminin kurtulmasına,su tahliye işlerinin yapılmasına,karınca kararınca çalışılmaktadır.

            Böylece,asgari seviyede barışı gerçekleştirmek ve de gemiyi sahili selamete ulaştırıp kavuşturmaktır. Aksi ise;batışı daha da hızlandıracak,zayiatların fazla olmasına neden olacaktır.

            Neden,neden olalım? Göz yumalım? Kaçalım? Kaçıralım?

            Hayat dünya hayatından ibaret değildir. Dünya dar manada;dar alan ve zamanda anmalar ve anılmalardan ibaret değildir.

            Tıpkı ahirete inanmayan maddiyyun ve ateistlerin tesellileri gibi ki; Biz seni anacağız,içimizde yaşayacaksın,davamızın adamı olarak ismin söylenecek,aldatmacalarıyla bu kısa hayatta bununla teselli bulmaya çalışılmaktadır.

            Oysa anılarda insanlar gibi bir gün son bulacak ve bitecektir. Ya ondan sonra?..

            Allah ve ahirete iman olmaz,madde aşılmazsa;kim kimi anacak ve kimler niçin ve nasıl anılacaktır. Neticede bu son bulma,neyin başlangıcı olacaktır.?

            Koca bir hiç ve hiçlik!

            O halde sormak gerek;bir hiç ve hiçlik için değer mi bunca çaba ve koşturmaca! Bütün bunlar bir eksiklik olarak bilinmekte ve şahit olunmaktadır.

            Bu ve bu gibi konularda “ Dinler arası Diyalog” çerçevesinde bütün dinlerin ortak temel noktada birleşerek bu gidişatı mecrasına çevirmeleri gerekmektedir. Bu konudaki bazı girişimler bunun güzel bir örneğini teşkil etmektedir.

            Hristiyanlık dünyasındaki Tevhid ve şu düşünce ki;Hz.İsa,çarmığa gerilirken (ki çarmığa gerilmemiş,göğe kaldırılmıştır.) kilisede idi. Orası ise bir ibadet yeridir. Herhalde orada kendisine ibadet edilmiyor,kendisi ibadet ediyordu. Kime? Elbette bir yaratıcıya. O halde ibadet eden değil,ibadet edilen ilah olur. O ise ilah değil,bir kul idi…

            Nitekim asrın mütefekkir ve Müceddidi olan Bediüzzaman Said Nursi;gerek İslam aleminde,gerekse de insanlık aleminde meydana gelen münakaşa ve çatışmaları kaldıracak bir çok reçete sunmuş ve bunların temellerini atmıştır.

            Kendisi papanın danışmanı,Dinler arası diyalog Cizvit Sekreteryası ve asyalı piskoposlar konferansları federasyonunun ekümenik sekreteri olan Prof. Dr. Thomas Mıchel;Bediüzzamandan naklettiği sözde:” Şimdi,ehl-i iman,değil müslüman kardeşleriyle belki Hristiyanın dindar ruhanileriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf meseleleri nazara almamak,niza etmemek gerektir.”der.

            Kendisiyle yapılan röportajda geçmişte bazı uygunsuzluklar olmasına rağmen,neticenin çok faydalı olacağından ümit ettiğini,iletişim,diyaloğun,fikir yapısının önemli olduğunu ifade ederek;Bediüzzamanın isabetli ve ölçülü hizmetlerini de hasseten ifade eder.

            Bunu teyiden Michel:” Bediüzzaman ve Risale-i Nurlar bir milletin,bir ülkenin malı olamazlar,evrenseldirler. Çünki işlediği konular evrenseldir,top yekun insanlığı kurtaracak sağlamlık ve kuvvettedir.”der.

            Müsbet hareketler müsbet sonuçlar doğurur.

            Bu konuda İngiltere dışişleri bakanı Robin Cook;İslam ile yeni bir diyalog içerisine girilmesini ifade ile şöyle der:” Batı ile İslam arasında yanlış anlama ve güvensizliğin gelişmesine fırsat verdik. Bu yanlış anlamayı devam ettiremeyiz. Sadece iki büyük kültürün birbirlerini çok çirkin bir şekilde yanlış yargılamasının doğru olmadığı için değil,aynı zamanda modern dünyada birlikte yaşamak ve çalışmaktan başka tercih hakkımız olmadığı içinde. Karşı karşıya bulunduğumuz sorunlar global sorunlardır. Birlikte çalışabilir ve hepimiz kazanırız. Yada güvensizliğin mevcut olmasına fırsat verir ve hepimiz kaybederiz.”

            “ Bazıları batının bir düşmana ihtiyacı olduğunu ve soğuk savaşın bitmesiyle İslâmın sovyetler birliğinin yerini alacağını söylüyor. Bir “Medeniyetler çatışması olacaktır.”diyorlar. İslam’a bir düşman olarak ihtiyaç duymak bir yana;ancak bir dost olarak ihtiyaç duyabiliriz. Farklı kültürlerimiz,farklı dinlerimiz olabilir;fakat bu asla anlaşamayız demek değildir.

            Kutsal kitap Kur’an şöyle der” Ey insanlar! Biz sizleri bir erkek ve bir dişiden oluşan tek bir çiftten yarattık. Ve birbirinizden nefret etmeniz için değil,birbirinizi tanımanız için milletler ve kabileler haline koyduk.”

            Ve bunun diplomatlar seviyesinden halk seviyesine doğru bir yakınlaşma şeklinde sürdürülmesinin gerektiğini söyliyen Cook devamla:” Bir ümidimiz var. Batı ve İslâmın birlikte yaşaması,birbirini anlaması,birbirinden bir şeyler öğrenmesi,birbirine güvenmesi,kendi farklı kimliğini kaybetmeden diğer tarafın kimliği ile zenginleşebilmesi. Çünki bunu yapmakla kazanacağımız,yapmamakla ise kaybedeceğimiz pek çok şey vardır.

            Bunların güzel görünüm ve girişimlerinden olarak;”Başkan Clinton,inanç özgürlüğünü ihlal eden ülkelere ekonomik ve diplomatik baskı uygulanmasını öngören kanunu onayladı.”

            “Bu yasa,müslüman,hristiyan,musevi,budist,hindu,tüm dini kökenlerden insanların inanç özgürlüğünü geliştirmeye hizmet edecektir.”

            “Amerika dini baskı yapan ülkeleri cezalandıracak. Senato başkan’a,din hak ve özgürlüğünü ihlal eden ülkelere diplomatik ve ekonomik ceza verme yetkisi tanıdı.”

            “ Almanyada sert tartışmalara konu olan ezanın hoparlörle okunup okunmayacağı konusunda kuzey Ren Wetfahlen eyaleti Lüteryen kiliseler birliği bir bildiri yayınlayarak,camilerde ezanın hoparlörlerle okunmasının hristiyan kültürü açısından bir tehlike oluşturmadığını vurguladı.”

            “ Amerikan kongresinde çalışan müslüman personel kendilerine tahsis edilen bir salonda düzenli olarak Cuma namazını kılıyor.”

            Türkiye büyük oynamalıdır.

            Küçük çaylarda boğulmamalıdır. Hele bir de büyük denizleri geçmiş ve aşmışken…

            İçeride halkının inançlarına hassasiyet göstermeli,göz ardı etmemeli ve edilmemeli,potansiyel suçlu görülmemelidir.

            Sahibsiz görülen İslâmiyete sahabet etmeli,lokomotiflik görevini üstlenmeli ve yapmalı.

            Bir Bosna,Kosova,Çeçenistan gibi meselelerde pasif değil,aktif rol oynamalı.

            Ve neticede insanlık alemine aydınlatıcı ve güzel örnek olma rolünü taşımalı ve göstermelidir.

            Kur’an dinleri “Bir kelimeye geliniz.”diye Tevhid inancına davetle,diğer noktalarda birleşip,anlaşılabileceğini ifade etmektedir.

            Buradaki sıkıntı da onlar tarafından bilinmemesinden ziyade,sağlıklı bildirilememesinden kaynaklanmaktadır. Bu da yetmiyormuş gibi bazen terörist olarak gösterilmeye çalışılmakta,başta İran,Libya,Irak,Cezayir ön plana çıkarılmaktadır.

            Batıyı bilmeye çalışan bizler batıyı ne kadar biliyorsak,bizleri bilmeye çalışmayan batı bizi o kadar bilmektedir.

            Burada yapılacak gerginlikten uzak,hazımlı,birbirini anlamaya çalışan bir diyalog çerçevesinde,hoşgörü içerisinde hareket etmektir.

  1. Yüz yılın diyalog asrı olacağını söyleyen Almanya’nın Hannover kentinde bulunan Protestan kiliseler birliği İslâm dünyası ile ilişkiler masası başkanı Heinz Klautke “21. yüzyılda medeniyetler ve dinler çatışmayacak,tam tersine Allah’a inanan tüm dinler ve dindarlar akâid olarak fazla bir değişime uğramadan dünya barışı için ortak biçimde çalışacak”dedi.

            Bunu te’yiden Fransa piskoposlar meclisi,katoliklerden müslümanlarla diyalog kurmalarını istemiştir.

            İslâm aleminin müsbet ve ölçülü hareketiyle beraber kendisini keşfetmesi,Amerika’nın keşfinden daha önemli bir hadise olarak batıyı,dinler alemini keşfedecek,onların inkişaf ve celbine vesile olacaktır.

            Bediüzzaman’ın ifadesiyle;Eğer biz İslâmiyeti ef’alimizle izhar etsek,sair dinlerin mensubları fevc fevc İslâmiyete dehalet edeceklerdir.

 

                                                                                                          01-11-1998

                                                                                              MEHMET   ÖZÇELİK




DİN KAVRAMI

                                               DİN     KAVRAMI

            Din bir tekliftir. İnsana bazı sorumluluklar yükler. Din bir ihtiyaçtır. Muhtaç olan beşerin manevi,neticede maddi ihtiyaçlarının karşılandığı ilahi kaynaklı bir müessesedir.

            İnsana hayat bahşeden din,hayatın da hayatıdır. İnsandan ayrılmaz bir gerçektir.

            Maddeten bir hiç olan şu insan din ile,din sahibine mensubiyetle gerçek kıymet ve değerini bulabilir.

            Başka bir alemde tekamül etmemiş bir vaziyette dünyaya gelen her bir insan,bir çok şeye karşı cahildir. Oysa zaruri olarak bilmesi gereklidir. Özellikle kendisini bilmesi ve tanıması.. ta ki kendisini ve kainatı yaratanı bilsin,bulsun ve tanısın… Bu durumda bir rehber ve kılavuza ihtiyaç vardır. En basit olarak,insan elektronik bir eşya aldığında kılavuzu da beraberinde verilir. Kılavuz da ise;”Lütfen kılavuzunuzu okumadan,makinanızı çalıştırmayınız.”tenbihiyle karşılaşıyoruz.

            O halde basit bir makine kılavuzsuz olamazsa,elbette ki şu antika varlık olan insanın kılavuzsuz olması düşünülemez. İnsanın kılavuzu ise dindir. Peygamber Efendimizin ifadesiyle”Kendisini bilen Rabbisini de bilir.” Neticede her şeyi de bilmiş olur.

            Yine önemli meselelerden birisi kendisinin,kendisinden önceki ve sonrakilerin nereden gelip,nereye gittikleri ve bu dünyadaki vazifelerinin ne olduğudur. Zira otobüse binmiş,yolculuğa çıkan bir yolcuya nereden binip,nerede ineceği ve otobüs de bulunma sebebini sorduğumuzda hepsine;-Bilmiyorum.-cevabını veren insanın aklından şüphe ederiz.

            Aynen öyle de;İnsanda dünya otobüsünde seyahat eden bir yolcu gibidir. İlk etapta bilmesi gereken de bunlardır.

            İşte dinler ve onun sahibi olan yaratıcı bir kılavuz gibi insanlara rehber ederek,bu insanlık kafilesinin yokluktan varlık alemi olan dünyaya kendi kudretiyle çıkıp,ebedi alem olan ahiret tarafına doğru yolculukların devam edip,bu dünyaya bir gaye ve amaç için geldiğini bildiriyor. Zira tabiatta,varlığa çıkan her şey bir gaye doğrultusunda,belli bir hedefin etrafında dönmektedir. O halde insan elbette başı boş ve gayesiz olamaz ve mümkün değildir.

            İşte din bu mesele gibi önemli,insanı ilgilendiren meselelere ışık tutar,insanı aydınlatır. Yarasa misal bu meselelere göz yumup kulak kapayan insanların ise,koyu bir karanlık içerisinde kaldığını görürüz.

            Semavi dinlerde esas teşkil eden konu marifetullah olup,yaratıcı olan zatı bilmeyi,bulmayı ve tanımayı esas alır. Ve O’nun kendisinden istediği şeyin ne olduğunu anlamaya çalışmak ve verdiği bunca nimetlere karşı O’na iman ve ibadet için gönderildiği şuuruna varmaktır. Çünkü yok olmamış varlık nimetini bulmuş,taş olmamış,bitki ve hayvan olmayıp insan olmuş. Bu da yeterli bir şey değildir. Zira insan olup da imandan nasibi olmayan nice insan vardır. Bu ise hayvandan aşağı düşmektir. [1]

            İman ve İslamiyet gibi nimeti bulmuş,din ile hakikata ermiştir.

            Dinsiz bir fert,dinsiz bir toplum düşünülemez. Semavi kaynaktan hayat suyunu içmeyen insanlar;arzi olan kendi yapmacıklarını zihinlerinde tahayyül ve tasavvur ederek şekillendirdikleri şeylere inanacaklardır. En kötü ihtimalle kendi inançsızlığını kendine bir yol ve inanç edinecektir. Hakikatta olmayıp zihninde olan bir şeyi var düşünerek onun varlığına inanacaktır. Sanki kainatı ince elekten eleyip araştırmış tesadüf edememiş gibi,hiçbir çaba göstermeden basitçe bir kabul etmeme içine girecektir. Oysa her şey onun ilmine münhasır değildir. Her şey ilmi çerçevesinde hareket etmemektedir.

            Bir düşünürün dediği gibi:”İnsan kainata ancak bir anahtar deliğinden bakmaktadır.” Böyle bir durumda alemden ve onun yaratıcısından ne derece malumatı olacaktır,malumdur.

            İnsanın bilgisi,iradesi cüzidir. Mutlak,sınırsız,külli iradenin ve külli varlığın yanında varlığından ne kadar söz edilebilir. Elbette cüz-i… Bildiklerimiz;bilmediklerimiz ve de bilemeyip,bilemiyeceğimiz sonsuz ilim ve varlığının yanında ne kadar yer işgal edebilir? Bildiklerimiz;bilinen ve bildirilen ve hafızamızda kalan,ihatamız kadardır. İstersen kağıda dök de ,bak!

            Dini kendi hayatlarına hayat edinmiş bir toplum ile,hayatlarından dini çıkarmış (Rusya gibi) bir toplumu kıyasladığımızda maddi ve manevi açıdan büyük farklılıkların görülmesi,dinin insan hayatındaki önemini belirler.

            Bu durumda dinin en büyük özelliğinin hayata tatbik edilmesidir. Aksi takdirde bir tedenni ve düşüş söz konusu olacaktır. Bir de kendini medeni addeden bir toplumun dinden bigane kalması mümkün değildir.

            “Din hayatın hayatı,hem nuru hem esası. İhya-yı dinle olur şu milletin ihyası…”

 

                                                                                              10-10-1991

                                                                                  MEHMET     ÖZÇELİK   

 

[1] A’raf.179,bak.-nasıl din?-din-devlet ilişkileri.H.H.Ceylan. 2 / 155-177,192,215-215,-Din alimleri.age. 2 / 63-67,148-149,470.




DİN VE HAYAT

                       DİN     VE       HAYAT

         “Din hayatın hayatı,hem nuru hem esası. İhyayı dinle olur,şu milletin ihyası.”

         Din hayatın üstünde bir hayat ve onun ruhudur.

            İnsanlığın madden ve manen terakkisi din iledir. Dinsizlik terakkiye ve insanlığa manidir. Dinsizlik;dinin içine aldığı her şeye düşmandır.

            Din bizi geri bıraktı diyenlerin yüzleri kızarsın! Kızaracak bir yüze eğer sahib iseler? Beyinleri zonklasın,eğer beyinleri varsa?

            Bu saçmalıkta bulunan şahıs bir şey ortaya koydu da mı din ona mani oldu? Oysa olmayan kafasını dinin nizamından çıkarmış olduğundan;ilerleme şöyle dursun,insanlıkta tam bir gerileme içerisinde olduğunun bile idrak ve farkında olmamaktadır. Bumudur ilerleme?

            Batıyı örnek göstermektedirler. Her şeyden önce batı dinine sahiptir. Hayatın her kademesinde din yani kilise hakimdir. Kilisenin tasarrufunda,hakimiyetinde ve haberinin olmadığı bir basamak ve kademe yok gibidir. ki;muharref,değiştirilmiş batıl bir dine sahib oldukları halde böyle bir ilerleme olursa,hak bir dine,geri bıraktı diyenin şeytandan daha şeytan,ahmaktan daha ahmak olması iktiza eder.

            Ve bununda belgesi olarak son zamanlarda;batıda kiliseler göstermelik olup,İslamiyet hızla yayılmaktadır. İngiltere,İskoçya ve İrlanda’daki camilerin sayısı 600’ün üzerinde. Havralar ve kiliseler camiye çevrilmektedir.[1]

            Buda dine olan ihtiyacın önemini belgelemektedir.

            Ve kiliseye kayıtlı milyonlarca insanın gelirinden aidat olarak kesilmekte,fakat bununla beraber bazılarının dinden uzak yaşamaları nedeniyle sırf para ödememek için kendilerinin kayıtlarını sildirmeleri de bir hakikattır.

            İstatistik bilgiler doğrultusunda da görüldüğü üzere 1992 tarihli hesaplamalarda %-72’nin üzerinde bir dine mensub toplum mevcuttur. Bunca dinden uzaklaştırıcı amillere rağmen…

            O halde geri bırakan din değil,dinsizliktir. Din kötülüklere,sefâhet ve dalâletlere manidir. Onların yolunu kapamaktadır.

            Dini;dinsizlik olanların,yolu sefâhet ve dalâlet olanların yolunu kapamaktadır hak din İslamiyet… Dinsizlik ise;aklın ve ruhun muktezası olan iyilik,hidayet ve saadet yollarını tıkar ve kapar…

            -Reform,rönesans ve yenileşme din ve dinlerde değil;insanların fikirlerinde olur ve onların fikirleri için geçerlidir. Zamanın değişmesiyle,nesillerin farklılaşmasıyla fikirler de farklılık arz eder.

            Ancak dinlerde;ya nesh olur,ortadan kalkar. Hükmü geçersiz olur,silinir. Ya da;başka bir dinin gelmesi ile yeni hüküm ve esasların tesis edilmesiyle din hükmünü icra eder.

            Bundan dolayı ilahi ve semavi dinlerde reform;rönesans ve değişip yenileşme söz konusu değildir ve olamaz. Yani Allah için;önceden böyle biliyor idi,böyle hüküm göndermişti,şimdi bu hüküm öyle değil,böyle olacak diye bir durum söz konusu olamaz.

            Hz. Adem’den kıyamete kadar bir dinin gelmemesi ise;monotomluktan insanlığı kurtarmak ve tedrici bir eğitimden geçirmek içindir.

            Vücuttaki değişme gibi fikirlerde de değişme insanlar için geçerli olup;Vâcib-ul Vücud olan,değişmeyen Allah için fikir,düşünce ve bilgide de değişkenlik söz konusu değildir.Allah zatı itibariyle ezeli ve ebedi olduğu gibi,sıfatlarıyla da ezeli,hem de ebedidir.

            İslamiyet evrenseldir. Cihan-şümuldür. Kıyamete kadar,tüm insanlığı içine alır. Esas ve temelde olmayan farklılıkları,hak mezhebler ifa ve ifade ederler. Değişen zaman ve nesillerin ihtiyaçlarına,istidatlardaki farklı ihtiyaçlara mezhebler cevab verir. O hak mezheblerde netice itibarıyla Kur’an-dan alınmıştır. Böylece o meselelere de Kur’an cevap vermektedir.

            “İnsanın kemali,hakkı hak olduğu için,hayrı da onunla amel etmek için bilmesindedir. Yaratılışı itibarıyla nefsin özü;bu iki kemalden yoksundur. Onun bu mükemmellikleri elde etmesi,ancak şu beden vasıtasıyla mümkün olur.”[2]

 

                                                                                              MEHMET   ÖZÇELİK

                                                                                             

[1] Türkiye Gazetesi. 3-3-1999.

[2] Tefsir-i Kebir. Fahreddin-i Razi. Tercüme.(Heyet) 1 / 31.




ZİNANIN KÜÇÜK BİR DÜNYEVİ CEZASI OLAN AİDS

ZİNANIN KÜÇÜK BİR DÜNYEVİ CEZASI OLAN AİDS

          Gençliği ve gençleri tehdit eden aids,yetkililerin ifadelerine göre;”2000 yılında 40 milyon insan aidsli olacak”[1] Bu 40 milyon kayıbla beraber,patlamaya hazır 40 milyon patlayıcı bomba demektir.

            1981’de tesbit edilen aids;ancak dalalet ve sefâhetin ortadan kalkmasıyla önlenir. Yani maddi tedbirlerden ziyade,İslâmın manevi tedbirleriyle çözülebilir.

            Dün Lut kavmini tehdit edip,ortadan kaldıran u bela,bugün dünyayı ve de İslam alemini tehdit etmektedir.

            Çünkü vücuttaki denge bozulmuş,çarklar ters istikamete doğru dönmektedir. Hayat vericilik özelliği,yerini ölüme terk etmiştir. Müsbet değil,menfi tesir bırakmaktadır.

            Aidsin kısaltılmışı;”Acguirer İmmune Deficency Sundrame”Yani; “Kazanılmış bağışıklık yetmezliği belirtileri” yani bağışıklık sistemindeki arızadan dolayı oluşmaktadır.

            Her Cuma hutbelerin sonunda okunan üç emirler;adalet,İhsan,yakınlara yardımda bulunmak. Bununla beraber yasaklanan üç menhiyatın birincisi fuhuşlar yani aids-in ana kaynağıdır. İkincisi;Münkerât yani kötülükler ve üçüncüsü;zulümdür. Netice de hepside aynı yola çıkmaktadır.

            İlâhi bir ceza olarak,ilâhi adalet şöyle gerçekleşir:”Aids virüsü bir noktada kişinin diğer mikroplara karşı direncini meydana getiren T. Lenfositleri tahrib ettiği için,kişi zaman içerisinde mikroplara karşı direncini kaybeder,başka bir insanın üç günde atlatacağı bir hastalık,T. Lenfositleri aids virüsü tarafından tahrib edilmiş bir insanda rahatlıkla ölüm getirir ve asıl ölüm sebebi virüsün kendisinden değil immün sistemi baskılanmış,mikroplara karşı bağışıklama sistemi kaybolmuş insanların bir noktada mikroplara yenik düşmesindendir.”

  1. Lenfositleri konusunda ise:”Lenfositler 20 binin üzerindeki şifreleri belirler ve vücut yapımı şifrelerin dışında olan mikropları rahatlıkla bulup,tahrib edip öldürürler. T. Lenfositler aids virüsü tarafından tahrib edildiğinde artık vücut savunma mekanizmasını kaybeder. Burada şunu söylemek mümkün:Bir insan 20 bin nüfuslu bir kasabada olsa,100 sene boyunca kasabada bulunan 20 bin kişiyi gördüğünde hemen tanıyacak seviyeye gelemez. Ama Allah’ın (CC) takdirine bakınız ki,insanın vücudunda insan kanında dolaşan milyonlarca T. Lenfositlerden birisi,insan vücuduna aid 20 binin üstündeki şifreyi bilir ve 24 saat o şifreyi kontrol eder.”[2]

            Gayrı meşru ilişki ve kan yoluyla geçen bu virüs bu kadar tehlike arz etmekle beraber hava ve su gibi yerlerde de olabilmektedir. Hastalıklı uygun bir zemin bulduğunda da sür’atle çoğalmakta,kişi ve kişileri tehdit etmektedir.

            Dinin emir ve yasaklarından maksad;Din,akıl,nefis,nesil ve malın korunmasıdır. Gayrı meşru ilişkiler ise bu değerleri ortadan kaldırmaktadır.

            “Lut kavminin helâki ile ilgili bahisler 16 ayrı surede ele alınarak”[3] dikkatimiz ısrarla bu durum üzerine çekilmektedir. Ta ki ibret ve ders alına…

            -CEZA KONUSU İSE : Âyet-de:”Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız bunlara acımayınız.”[4] Böylece:”Zinaya Had cezası verilmesi belirlenmiştir. Bu,zina eden evli ise recm,yani idam,bekâr ise yüz sopa vurulması şeklindedir. Ancak livatayı bazı İslâm hukukçuları zina saymış,bazıları saymamıştır. Fakat adet edinenlere ta’zir yoluyla ölüm cezası verilebileceği görüşü vardır.”

            “İbni Abbas’dan rivayete göre,Peygamberimiz:”Her kim Lut kavminin yaptığını yaparsa,fail ve mef’ulü (aktif durumda olanı da pasif durumda olanı da) öldürün.”[5]buyurmuştur.

            “Kim de hayvanla cinsel temas da bulunursa onu ve cinsel temas da bulunduğu hayvanı öldürünüz.”[6]

            Meâlindeki hadisler,değil insanla livatayı,hayvanı cinsi obje olarak kullanmayı da ilgiliyi ölüm cezasına çarptırıcı olarak göstermektedir.”

            Kurtubi tefsirindeki bir rivayette:”Hz. Ebubekirin halifeliği zamanında,kendisinden livata yaptığı tesbit edilen bir kişiye ne ceza verileceği sorulmuş,oda ilim şurasını toplamış,Hz. Ali-nin de üyesi bulunduğu bu şurada suçlunun yakılarak öldürülmesine karar verilmiştir.”

            Yakılarak öldürülmesine karar verilmesi şimdiki tıb otoritelerince ibret-âmiz bir karar addedilmelidir. Şimdi ise kireç kuyusuna konularak imha edilmekte,yayılması engellenmeye çalışılmaktadır.

            Tüm güzellikler imanın bir neticesi olarak ortaya çıkarken,tüm kötülükler de küfrün ve sefâhetin bir neticesidir. Haya imandan,hayasızlık imansızlığın bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Putperest Lut kavmi de hayasızlıklarının neticesi olarak hem dünyada yakılarak helak edildiler,hem de cehennemde aynı akibete duçar olacaklardır.

            Hadislerde:”Günahının şer’i haddini çeken adam,ahiretteki cezadan kurtulur.”hükmüyle,”Kime ki,bu dünyada bir günah isabet edip,fakat dünyada cezasını çekerse,elbetteki Allah-u taala o abdini ahirette tekrar azaba düçâr etmekten ekremdir.”[7]

            Özetle:”Olaylar,göstermektedir ki,bizim batının modern ilim ve tekniğine muhtaç olduğumuzdan daha çok,onlar bizim manevi ve ahlaki değerlerimize muhtaçtırlar.”[8]

            “Bir santimetrenin on milyonda biri kadar küçük olan virüsler”hakkında S. Findley:”Aids tekrar be tekrar bize öyle güçlü bir ders verdi ki,biz virüslerin sırlı dünyası hakkında gerçekten çok az malumat sahibiyiz.”der.[9]

            Tayland-da heteraseksüeller (karşı cinse ilgi duyanlar) arasında hızla yayılmaktadır. Sebebi konusunda da:

            “Princeton üniversitesinden bir araştırmacının tesbitine göre,1500 Tayland-lı üzerinde yapılan bir araştırmada onların sık sık fahişelere gidip aids bakımından tehlikeli ilişkide bulundukları anlaşılmıştır.”[10]

            Ünlü fransız dergisi “Paris match” bir çok bunalımlarla beraber aidsin de altında yatan önemli faktörün altmışlı yıllarda başlayan “Dinsiz toplumlar”[11] ın oluşu olarak belirlerler.

            Bundandır ki Bediüzzaman hazretleri eserlerinde sık sık,toplumları tehdit eden iki faktörü:”Küfrü mutlak ve sefâheti mutlaka”olarak belirtir.

            Düne kadar köy enstitülerinde kız ve erkeklerin bazılarının ,bazı yerlerde beraber yatarak bizleri tehdit eden ve kötü neticeler doğuran,memleketimiz bugün;”batıdaki öğrencileri“[12] tehdit etmektedir. Bunu teyiden:

            “Amerika da ;20 yaşın altındaki kızların yüzde 68-i,erkek çocukların da yüzde 86-sı fuhuş bataklığına düşmüştür. Bunca cinsi eğitim ve tavsiyelere rağmen,bu öğrencilerin yarısından daha azı kondom kullanmaktadır.

            Her sene 3 milyon orta okul ve lise çağındaki genç,fuhuştan dolayı zührevi hastalıklara yakalanmaktadır.”

            Aids-den dolayı ölüm döşeğindeki Murti (M.E) nin söylediği duruma düşülmemelidir.:”İnsanlar artık eşinden başkasıyla temasa geçmesin. Beni örnek alsınlar ki böyle hataya düşmesinler.”[13]

            Hakim ve Beyhakiden:”Fuhşun içinde zuhur edip ilan edildiği hiçbir topluluk toktur ki,orada veba ve daha önce hiç görülmemiş hastalıklar yayılmasın.” Aids ve Herpes hastalığı gibi…[14]

            Batının bize ihraç ettiği aids ve buna benzer menfilikler bedel olarak kendisinin zevaliyle sonuçlanacağı gibi,bu ahlaksızlıkları kendilerine idhal edenler de ahlaksızlıklarının bedeli olarak bu hastalığa maruz kalmakla kalmayıp,bir çok noktada çöküş sinyallerini de vereceklerdir.”[15]

            Kayıtlı olan aids-liler büyük tehlike oluşturup korkuturken,diğer yandan kayıt dışı olanların mevcudiyetinin,fuhşun artmasıyla ortaya çıkması,bu hastalığın ancak 3-5 sene içerisinde kendisini göstermesi,batı ülkelerinden turist adıyla kimliği belirli-belirsiz herkesin gelmesi,Rusyanın dağılması ve bavul ticareti yapma adıyla ancak fuhuş yapma amacıyla memleketimize gelerek büyük tehdit oluşturan Nataşaların varlığı,bu konuda devletin yeterli tedbirleri almaması,eğitimin yetersizliğiyle beraber,fuhşa itici yolların açıklığıyla teşviki,ailelerin terbiye konusunda eksikliği ve ihmali,daha bunlar gibi bir çok nefsimizden kaynaklanan eksikliklerdir ki;bu belanın salgın ve yaygın olarak büyümesine sebeb olan zincirin halkalarından birini oluşturmaktadır.[16]

                                                                                  19-4-1996 / MEHMET   ÖZÇELİK

[1] Zaman gaz.16-8-1992,5-6-1992,18-8-1992,8-4-1993.

[2] Agg.4-8-1992,9-7-1992.

[3] Aids-Fuhş ve Kur’an-ı Kerim ışığında korunma.Doç. A. Coşkun.42,bak.zaman gaz.9-7-1992.

[4] Nur.3.

[5] Ebu Davud . Hudud.29.

[6] Age.30.

[7] Risale-i Nurun Kudsi Kaynakları. A. Badıllı.sh.314.

[8] Aids-F. ve K.K.I.Korunma.age.20.

[9] Zaman gaz.21-8-1992.

[10] Agg.21-8-1992.

[11] Türkiye gaz.24-3-1993.

[12] Zaman.3-6-1992.

[13] Zaman.3-6-1992.

[14] Bak. Evrendeki Mu’cize. H. Nurbaki.sh.50, Münziri. Et-Terğib vet Terhib. 4 / 64.

[15] Zaman gaz.28-9-1992.

[16] Bak. Zafer derg.Ocak.1992.sh.12,şubat.1998.sh.10,Sur derg.Kasım.1988,Diyanet dergisi. Eylül.1991.sh.21-35.




2.RAMAZAN SENARYOLARINDAN , TÜRKÇE İBADET VE EZAN

2.RAMAZAN SENARYOLARINDAN , TÜRKÇE İBADET VE EZAN

             Senaryoların ilki 1997 Ramazanın da Fadime ve Müslim ile başlatılmıştı. Müslümanların Ramazanlarını âsûde geçirmelerine gölge düşürülmüştü.

            Artık oyun;Müslümanların manevi dünyalarından uzak durup da cephe almak değil,bizzat içlerine girerek fitne tohumları atmak ve ekmek yolu idi.

            Ve başarılı olundu… Öyle göründü ve gösterildi. Ve bir yıl içerisinde senaristler tekrar eski hallerine bir çok vebal ve nefret yüklenmiş olarak döndüler.

            Artık 1998 Ramazanına hazırdım ve dostlarıma da hazır olmalarını tenbih ediyordum. Bu Ramazanda da yeni bir senaryo ve yeni bir gündemle ortaya çıkacaktı. Ve çıkıldı da…

            Ve şimdiden de söylüyor ve teminat veriyorum ki;1999 yılında ve yine Ramazan ayında değişik bir gündemle bir meselenin çözümü için değil,çok meselelerin gündeme oturması için içerden fitne tohumları bizzat ekilmeye devam edecektir.

            Türkçe ibadet yani namaz olarak ortaya atılan daha doğrusu otoriter olan İslam âlimlerince fetvası verilen bu konunun kîl-ü kâl-leri diğer bir ifadeyle,düşünülüp bütün alternatiflerin ortaya konulup,namaz kılmamayı veya üstün körü namazı geçiştirmeyi engelleyecek bütün yöntemlerin göz önüne serilmesinden sağlıklı ibadeti yapmayı temin içindir. Yoksa ibadet yapmamak için fetva aranmamış. En takva yol tercih edilmiştir.

            Türkçe ibadet yapmaya mesned gösterilen ve İmam-ı Azam Ebu Hanifeye isnad edilen fetva ki;Namazda fatihanın “ Farsça olarak okunabileceği…”

            Zayıf ve şartlı bir kayda bağlanan İmam-ı Azamın;Fatihanın Farsça tercümesinin namazda okunacağı fetvasının imameyn olan talebelerinden İmam-ı Muhammed ve İmam-ı Yusufa göre de “ Öğreninceye kadar meâlini Farsça olarak okuyabileceğini söylemişlerdir.”[1]

            İmam-ı Azamın diğer imamlara muhalif olarak vermiş olduğu bu fetvasının beş cihette hususi olduğunu söyliyen Bediüzzaman Hazretleri bunları özetle şöyle sıralar:[2]

            1- İslam memleketinden uzak başka   memleketlerde bulunanlar.

            Nitekim İslâmın Dâr-ı harbdeki uygulamasını,dar-ı İslâma teşmil edemeyiz.[3]

            Yani hapisdeki mahpusa veya İslam memleketi olmayan,müslümanların bulunmadığı küfür diyarında helâl olan bir şey haram,haram olan bir şey de helâl olurken,bir Cuma namazının farziyeti kalkarken,bu durumu İslam beldesinde ve hür olan bir insanın kendisine de uygulamaya kalkışması,İslamı yaşamanın değil yaşamamanın,inanmanın değil inanmamanın bir ifadesidir.

            Zira “ Zaruretler haramı helâl kılar.” hakikatı da bazı farzları devre dışı kılmakla,İslâmın namaz,oruç,abdest ve hac gibi bir çok ibadetlerde kolaylığını göstermek de ve Peygamberimizin “ Din kolaylıktır. Din kolaylıktır. Din kolaylıktır.” hadisini de doğrulamış olmaktadır.

            Esas olan fetva değil takva,ruhsat değil azimettir. Yani yapmama ve yapamama yolunda yol bulmak değil,en üstününü yapabilmek ve de yapmaktır.

            Nitekim Adliyede,askeriyede ve eğitimde bir kural olduğu gibi,hepsinin üzerinde olan dinde de aksi düşünülemez. Onda da en mükemmel derecede kurallar mecmuası olarak mevcuttur.

            2- Gerçek ihtiyaca binaendir. Ta ki o insan namazını terketmesin.

            3- Bir rivayette,cennet ehlinin lisanından sayılan Farisi lisanıyla tercümeye mahsustur.

            4- Fatiha ta mahsus olarak cevaz verilmiş;ta fatihayı bilmeyen namazı terketmesin.[4]

            Hadis de;” Cebrail,bana Beytin (Ka’benin)yanında,iki kerre (yani iki gün) imam oldu.” nasıl kılınacağını bütün yönleriyle talim etti.[5]

            Ve yine Hadis de:” Beni namazı kılar gördüğünüz gibi namazı kılınız.”

            Asıl olan Peygamberimizin kıldığı tarzdaki namazdır.

            Gerek ezan,gerekse de namazın;Hadisdeki uygulamanın gerekliliği ve sağlamlılığı;Hadislerinde ayetler gibi sağlamlılığını göstermekte ve onlara uyumunu da zaruri kılmaktadır.[6]

            Hz. Ebu Hüreyre den,anlatıyor:” Rasulullah (S:A:V) buyurdular ki;”Kim Fatiha-i Şerife duasını okumadan namaz kılarsa bilsin ki bu namaz nakıstır,eksiktir.”

            Ebu Hureyre ye:” Biz imamın arkasında bulunuyorsak (Ne yapalım?)”diye sorulmuştu. Şu cevabı verdi: “ Yine de içinden oku. Zira ben Rasulullahın şöyle söylediğini işittim:

            “ Allah Taala Hazretleri (Bir Hadisi Kudside) buyurdu ki:” Ben kıraati –Kıraati yüksek sesle yapma,gizli de okuma.-[7] kulumla kendi aramda ikiye böldüm. Yarısı bana aid,yarısı da ona. Kuluma istediği verilmiştir. Kul:

            “ Elhamdulillahi Rabbil Alemin-deyince, Aziz ve Celil olan Allah “Kulum bana hamdetti.”der. “ Errahmanirrahim” deyince, Allah “ Kulum bana sena da bulundu.”der. “ Maliki yevmiddin”deyince,allah “ Kulum beni tebcil ve taziz etti.”der. “ İyyake Na’budu ve iyyake Nestain”deyince,Allah” Bu,benimle kulum arasında bir (Taahhüttür.) Kuluma istediğini verdim.”der. “ İhdinassıratel Müstakim. Sıratellezine En’amte Aleyhim. Ğayril mağdubi aleyhim veleddallin.” dediği zaman:” Bu da kulumundur,kuluma istediği verilmiştir.”buyurur.[8]

            Namazda okunacak olan âyetlerin Kur’an-dan olması gerekir. Meâl ve tefsirler beşerin sözleridir ki,bunu birde bütün mevcut diller için genellediğimizde;Kur’an hangisidir? Hangisiyle kılınacaktır? Yoksa hepsiyle mi?

            Evet,Kur’an hem lafzıyla hem de mânasıyla kur’an-dır. Beşerin karihası ve sözleriyle değil. Bizzat Cebrâil Kur’an-ı Arapça olarak indirmiş,Kur’an-da da öyle buyurulmuştur.[9]

                                                                                                                                         MEHMET ÖZÇELİK        

[1] İslam Ansiklopedisi TDV. 12 / 255.

[2] Bkn.Mektubat.B.S.Nursi.Sh.420.

[3] İslam Ans.age. 8 536,541.

[4] Bkn. Haşiyetü Reddül Muhtar ala ed-Dürrül Muhtar.Şerhu Tenvirul Ebsar. (Arapça) Muhammed Emin.İbni Abidin. 1 / 483.

[5] İslam Tarihi.Mekke Devri.M.Asım Köksal. 5 / 186-188,Sahih-i Buhari muhtasarı.Tecrid-i Sarih Tercümesi.M.Uğur,M.C.Sofuoğlu.2/461.

[6] Bkn.Risale-i Nurun Kudsi Kaynakları.A.Badıllı.Sh.238,Hadis İlmi.1.Bölüm,İslam Ans.age.15/27-64,12/38-42.

[7] Vela Techer bi Salatike vela Tuhafit biha..İsra.110.

[8] Kütüb-ü Sitte.Prof.İ.Canan.8/404.

[9] Yusuf.2.




T E K F İ R

T E K F İ R

             Tekfir;bir insanı küfürle vasıflandırmaktır. Bununla ilgili olarak;

            İbni Abbas-a göre;1)Kim Allah’ın indirdiğini inkar ederse,o kafirdir.

            2)Kim de onu (İndirileni) ikrar eder,onunla hükmetmezse o zalim,fâsıktır.[1]

            Âyet-i Kerimede:”Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse;onlar kâfirlerdir.”[2]

            Bu ayeti kerimenin tefsir ve yorumunda bir çok müfessirlerle beraber Bediüzzaman Said Nursi şöyle beyan eder:Âyetteki”Men lem yehkum” bil mâ’na;”Men lem yusaddik” anlamınadır.Yani,Hükmetmeyenden kasıd,Tasdik etmeyen mânasınadır.[3]

            İmanın mahalli kalbdir,ameller ve organlar değildir. Kişinin küfrünü gerektirecek her hangi bir inkar durumu yoksa,amellerdeki eksiklik küfrün alameti değildir.

            Red ve inkar durumu söz konusu olmadıkça,tasdik esastır.[4]

            “Kim Allah’ın Tevratta beyan ettiği;Muhammedin sıfatlarını ve recm ayetini beyan edip kabul etmezse kafir olur.”[5]

            İkrime şöyle demektedir:Hak Taalanın”Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse…” ifadesi,hem kalbi,hem de lisanıyla inkar edenleri içine almaktadır. Kalbiyle onun,Allah’ın hükmü olduğunu bilip,sonra da lisanıyla onun Allah’ın hükmü olduğunu ikrar edip de,buna zıd olan şeyleri yapan kimseye gelince,oda Allah’ın indirdiğiyle hükmetmiş;ama onu bil-fiil yapmamış olur.

            Binaenaleyh,böyle bir kimsenin bu ayetin hükmüne dahil olması gerekmez.”Sahih olan cevab budur.”[6]

            Kelâmcılar ve müfessirler;Haricilerin ortaya attığı bu şüpheye,yukarıdaki sahih olan cevabı vermişlerdir.”[7]

            Evet,”Kimse”Tekfir memuru”değildir.”[8] Allah tarafından bu görevle görevlendirilmiş değildir. Allah’ı kendi hevâ ve hevesine,hesabına göre konuşturmaya da hakkı yoktur.

            “Kim bir adamı;kâfir,diye çağırırsa veya Allah’ın düşmanı, diye seslenirse,o kimse de (dediği gibi) olmazsa,(söz) kendi üstüne döner.”[9]

            Hadislerde:”Müslüman adam,(din) kardeşine:Ey kâfir,dediği zaman bu (sıfat) ikisinden birine dönmüş olur. Eğer dediği gibi ise (mesele yok) Değilse,küfür onun üzerine dönmüş olur.”[10]

            “Kim müslüman bir adama küfür ile seslenirse ya da ey Allah’ın düşmanı derse,o adamda böyle değilse herhalde o küfür söyleyene döner.”[11]

            “Bir adam bir adama küfür isnad edecek olursa,herhalde bu ikisinden birine dönmüş olur. İsnad edilen adam cidden böyle ise (mesele yok),değilse ona isnad etmekte olan adam kendisi kâfir olur.”[12]

            “Kim kendini bir şey ile öldürür (intihar eder)se onunla (kıyamet günü) azab edilir. Kişi sahibi bulunmadığı bir şeyi adasa,adak yapmış sayılmaz. Mü’mine lanet okumak onu öldürmek gibidir. kim bir mü’mine küfür isnad ederse onu öldürmüş gibi olur. Kim de kendini bir aletle boğazlayıb intihar ederse,kıyamet günü o şey ile azab edilir.”[13]

            “Âdem kendi (din) kardeşine “Ey kâfir” dediğinde,bu onu öldürmesi gibidir.”[14]

            E.H.Yazır tefsirinde Küfür konusunda:”Ehli kitaba müşrik denmez. Hakiki müşrik de hakikaten tevhide ve dini İslâma kâfir olanlar,yani mü’min olmayan gayrı müslimlerdir.”[15] diyerek,olur olmaz her önüne geleni küfür ile ithama kalkmak,dini hassasiyetinin ve vukûfiyetinin yitirilmesi demektir.

            “Evet,inkâr etmemek başkadır,iman etmek bütün bütün başkadır.”[16]

            “Haccac-ı Zalim,Yezid ve Velid gibi heriflere ilmi kelâmın büyük allamesi olan Sadeddin-i Taftazani,”Yezide lanet caizdir.”demiş;fakat lanet vacibdir dememiş. Hayırdır ve sevabı vardır dememiş. Çünki,hem Kur’an-ı,hem peygamberi,hem bütün sahabelerin kudsi sohbetlerini inkâr eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler pek çoktur. şer’an bir adam,hiç mel’unları hatıra getirmeyip lanet etmese,hiçbir zararı yok. Çünki;zem ve lanet ise,medih ve muhabbet gibi değil;onlar,ameli salih de dahil olamaz. Eğer zarar varsa daha fena…”[17]

            “Madem,zemmetmemek ve tekfir etmemek de bir emr-i şer’i yok,fakat zemde ve tekfirde hükmü şer’i var. Zem ve tekfir,eğer haksız olsa,büyük zararı var;eğer haklı ise,hiç hayır ve sevab yok. Çünki tekfire ve zemme müstehak hadsizdir. Fakat zemmetmemek,tekfir etmemekte hiç bir hükm-ü şer’i yok,hiç zararı da yok.”[18]

            Bununla beraber:”Seyyid Şerif Cürcani”gibi ehli sünnet ve cemaatin allameleri demiler:”Gerçi Yezid ve Velid,zalim ve gaddar ve fâcirdirler;fakat sekerâtta imansız gittikleri gaybidir. Ve kat’i bir derecede bilinmediği için,o şahısların Nass-ı kat’i ve Delil-i kat’i bulunmadığı vakit,imanla gitmesi ihtimali ve tevbe etmek ihtimali olduğundan,öyle hususi şahsa lanet edilmez. Belki”La’netullahi alez-zalimine vel münâfikin.”gibi umumi bir unvan ile lanet câiz olabilir. yoksa zararlı,lüzumsuzdur.”diye”Sa’deddin-i Taftazaniye”mukabele etmişler.”[19]

            Buna binaen tekfir edilecekler de kıyas edilmeli,ifrat ve tefritten kaçınılarak ölçülü hareketde bulunulmalıdır.

 

                                                                                                          1-11-1995

                                                                                              MEHMET   ÖZÇELİK

[1] Bak. İbni Kesir Muhtasarı.(Arapça) 1 / 520.

[2] Maide.44.

[3] Bak.Risale-i Nurun Kudsi Kaynakları. A. Badıllı.668, Asar-ı Bediiyye.S. Nursi. Derleyen.A. Badıllı.128,Münazarat. B. S. Nursi.75, Müslim. 3 / 1470,Müstedrek-ül Hakim. 2 / 313,(İmamı-ı Zehebi Sahih demiştir.)

[4] Bak. Hak Dini Kur’an Dili. E. H. Yazır. Sadl.Heyet. 3 / 249-252.

[5] Mecmuat-ün minet-Tefasir. Kadı Beyzavi. (Arapça) 2 / 292-295.

[6] Tefsir-i Kebir. Fahreddin-i Razi. Tercüme.Heyet. 9 / 87,81-94.

[7] Age. 9 / 86.

[8] Fetvalar. Halil Gönenç. 2 / 12.

[9] Riyazus-Salihin. İmam-ı Nevevi.1015.

[10] Buhari-Müslim-Ebu Davud-Tirmizi-İbni Ömer-den.)

[11] Buhari-Müslim.

[12] İbni Hibban.

[13] Buhari.Müslim.ebu Davud.Tirmizi.Nesa-i.

[14] Bezzar.

[15] Age. 2 / 770,bak.age. 3 / 2110.

[16] Emirdağ Lahikası. B. S. Nursi. 1 / 203.

[17] Age. 1 / 204.

[18] Age. 1 / 205.

[19] Age. 1 / 206,Münazarat.B.S.Nursi.24-34.




Ş E R İ A T V E D E M O K R A S İ

Ş E R İ A T     V E       D E M O K R A S İ

             Yüzlerce katlı bir binanın önüne,yıkılmaya her an maruz kalabilecek tek katlı bir binanın yanındaki durumu gülünç olacaktır.

            Biri göklerde gezerken,diğeri yerlerde sürünmektedir.

            Bu misal gibi şeriatın yanında da demokrasinin durumu böyledir.

            Demokrasi;insanın sınırlı olan aklının bir mahsulüdür. Şeriat ise;ilahi kaynaklı bir kanunlar mecmuasıdır.

            Demokrasi eğer bir faziletler mecmuası idiyse,bundan önce neredeydi? Evvelden bu kanun yok idi,yeni türedi…

            O halde belli bir zaman sonra özelliğini yitirecek demektir. Demokrasi; şümullü, kapsamlı ve de evrensel değildir.

            Şeriat ise;İslam dini gibi,hatta insanlarında ötesinde cinlerin ve tüm canlı ve nesnelerin hukukunu ihtiva edip,cihan-şümul bir özellik taşır. İlahi boyutludur.

            Nasıl ki;ilimlerin son noktayı belirlemeyip,belirleyemeyip bir sonrakine bir basamak olabiliyorsa,demokrasi de ancak öyle olabilir.

            Şeriat ise;ilahi adalet esaslarını gösterdiğinden ,her şeyin son noktasını belirler. Kesin olan hüküm ve neticeyi söyler.

            Şöyle bir temsil getirecek olursak;Dağ köyünden büyük bir şehre gelen bir insan,belirli tepe ve aşamaları aşması gerekecektir. Bu şahıs,yol olmadığından bir müddet yayan,ondan sonra bulabildiği imkanlar çerçevesinde merkebe binecek,kamyona,bir taksi ve otobüse binerek hedefe varacaktır. Bu bugün uçakla da olabilir,füzeyle de…

            Ortaya konulan;yöntem olarak uygulanan tüm sistem ve kanunlar yukarıda arz ettiğimiz binek misalidir.

            Şeriat ise;zamana göre değişen bir binek olmayıp,zamanlar üstü,son model bir uygulama sistemidir.

            Demokrasi ;istibdada göre veya tek şef döneminde uygulamalara göre,eğer fertlerin katlımı,görüş belirtmelerinden ibaret olarak,ata göre bu taksi taşıtı elbette daha iyidir. Ancak bir füze ile kıyaslanmayacak derecede arada büyük fark ve üstünlük vardır.

            Şeriatla her asırdaki dünyayı idare edebilirken;demokrasiyle,bir asırda,bir dönemde,bir kısım belli insanları,bir ilçe bazındaki bir idare sistemi olabilir.

            Demokrasi;köprüden geçerken atınızı başka bir atla,bindiğiniz atınızla değiştirmekten ibarettir. Ya oda yorulursa? Böylece at değiştirme olayı bitmeyecek,ilâ nihâye devam edecektir.

            Demokrasiyi tüm devletlerde,inançlarıyla,örf,adet gibi bir çok özellikleriyle farklılık arz eden toplumlarda uygulayamayız. Tam ve gerçek bir idareyi,kapsamlı bir şekilde uygulayamazsınız.

            Ancak şeriat;inançları ve tüm özellikleriyle farklı olan her asırdaki,her tabakadaki milletleri rahat ve huzur içerisinde yönetebilirsiniz. Yediden yetmişe herkesi memnun edebilirsiniz.

            Şeriat;adaletin,hakkın ve hikmetin ta kendisidir. Şeriattaki bu gerçeği demokrasi de aramak demek,sonsuz damlayı bir damlaya sığdırmak,sonsuzu sonu ile sonlandırmaya çalışmak,kısaca;yaratıcı ve onun iradesini insanınkiyle kıyaslamaya ve ölçmeye çalışmak gibi bir hezeyandır.

            Şöyle bunalımlı bir asırda insanlara,yorulan ve tükenen bir binek değil,zaman be zaman değiştirilmeye çalışılan ve çalışılacak olan demokrasi gibi bir kanun değil,ilel ebed insanlığı emniyet ve selametle götürecek olan,insanı yaratıp onu şeriat ile proğramlayan ilâhi esaslar olacaktır.

            Beşerin kanunları beşer gibi doğar,yaşar ve belli bir zaman sonra ölür.

            Evet,insanların kanunları insanların ömürleri kadardır. Tıpkı Rusya-daki durum gibi ki;o kadar istibdat ve baskıya rağmen kurucusunun ömrü kadar sürmüş,netice de bir çokları gibi oda yıkılmıştır.

            Demokrasi biraz da kemere benzer. Baskılı ve tek şefli dönemlerde bu kemerin bir tane deliğinden fazla deliği bulunmazken,demokraside kemer ve kayışlara bir delik daha açılmış,iki tane deliği bulunmakta veya delik açma ümidi ile yaşanmaktadır.

            Ancak vücut sürekli büyümekte ve gelişmektedir. Kemer ise aynı kemerdir. Değişen pek o kadar farklı bir şey yoktur.

            Demokrasiyi göğe çıkaranlar,onu bir uç nokta kabul edip,diğerlerini altta görerek değerlendirmektedirler. Yani üstekine ya bakmamakta veya onunla kıyaslama yoluna gitmeyip,gidememektedirler. Ancak bir istibdatla kıyaslandığında tercih edilebilir. Benzerlerine takdim edilebilir.

            Demokraside keyfi uygulama söz konusu iken;şeriatta doğrudan doğruya,Kur’an ve İslâmiyette bulunan hakikatların –daha önce olduğu gibi- hayata yansıtılması ve uygulanmasıdır.

            Böylece demokrasiyle bu milletin biraz daha eğleştirilmesi,geciktirilmesi ve geçiştirilmesini sağlamak üzere yorulan atı bir diğer atla değiştirmedir.

 

                                                                                                                      9-3-1996

                                                                                                          MEHMET ÖZÇELİK

           




2000-2001 YILI RAMAZAN SENARYOLARI

 

2000-2001 YILI RAMAZAN SENARYOLARI

          2000 yılı Ramazanın da caminin duvarına ve zemzem suyuna bevledenler;şimdi de yemeğe bevlettiler. İçkinin yemeğe konulup,tuz ile tesirinin kaybolacağı şüpheleri ortaya atıldı.

           Süveyd İbnu Gafle (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Hz. Ömer’in Ebü Müsa (radıyallâhu anhümâ)’ya yazdığı mektubu okudum, diyordu ki: “Emmâ ba’d! Bilesin bana deve katranı gibi siyah, sert bir şarap taşıyan bir kervan Şam’dan geldi. Ben onlara bunun kaynatılarak ne kadarının buharlaştırılacağını sordum. Bana üçte ikisi uçuncaya kadar kaynatacaklarını söylediler, yani pis olan üçte ikisi gidiyor. Şöyle ki üçte biri pis kokulu kısım, üçte biri bozuk kısım (geriye kalan üçte bir temiz kısım kalıyor). Sen yanındakilere, emret, bu kalan üçte biri içsinler.” [1]

Olayın hangi amaçla,hangi durumda söylenmiş olduğu gibi durumların da göz önünde bulundurulması gerektir. Bir meselede yüzde birlik ihtimal değil,yüzde doksan dokuzluk hüküm geçerlidir. İçkinin necis oluşu açıktır,gübrede de ayrıştırma neticesinde faydalı şeyler bulunabilir! Ancak ne derece yenilmesi söz konusu olabilir?

            Olayın kimyevi özelliğiyle beraber,bir pisliğinde kimyevi yönden etkisinin kaybedilmesi onu ne derece meşru kılabilir?

            Hocayla alay etmek amacıyla;-Hocam sinek yenilir mi? sorusuna hoca yüzünü ekşiterek;-Evet yenir,demiştir. Yani ye yiyebilirsen!

            Hz. Ali’nin bir denize bir parça içki düşse,orada koyun otlasa onun etini yemem veya onun sütü sağılsa içmem veya orası ekilip buğdayıyla ekmek yapılsa o ekmeği yemem meyânındaki sözü meselenin ciddiyetini ve kerahetini hatırlatmaktadır.

            Yani bir pisliğin nötrleştirilerek yenilip içilmesi ne kadar sağlıklı olur?

            Meselenin fikri boyutuna baktığımızda;Sol çevreler genelde sol vurmakla beraber,bazen de sol gösterip sağ vurmuşlardır. Hasan Cemal bunu itiraf etmekte,kendi ifadesiyle şeriatçı basını izleyip,komplolar,senaryolar düzdüklerini ifşa etmiştir.

            Tüm general Erol Özkasnak’ın da itiraf ettiği ve kendisinin de aktif olarak içinde bulunduğu 28-Şubat-1997 yılından itibaren bu durum daha da farklılık kazanarak,dini temsil etmekte gibi görünen veya kendilerinin göstermeye çalıştığı kimseleri yanlarına alarak ihtilafı körüklemeye,İslâmı içten zedelemeye koyulmuşlardır. Ancak bunu farklı bir alternatif ve bilgi ve bulgu ile değil;yıllardır,asırlardır tartışılıp fıkıh kitaplarının köşelerinde kalan,fıkhi ifadeyle zayıf görüş olan”Kîle” (Denilmiş) leri ele alarak yola çıktıklarından toplum tarafından maya tutmamıştır,kafaları karıştırmanın dışında…

            Çünkü atılan maya bozuk veya asırların gerisinde kala kala küflenmiş,kabul görmemiş görüşlerdir onlar.

            Toplumun dini açıdan eksikliğinden yararlanan bu insanlar,bu boşluktan istifadeyle ya bazen müşteri bulmaktalar veya toplumun şaşkınlığından istifade cihetine gitmekteler. Buda onların iştahını kabartırken sol cephe ve menfi cepheler mal bulmuş mağribi gibi bu şaşkınlıktan ve gâlib edası tavrından dolayı rahat gezebilmekte,kendilerine zemin bulabilmektedirler.

            Ancak bazen hesaplar ters tepebilir. Toplumun bilinçlenmesine,tozlanan bilgilerin süpürülmesine,raflardaki asırlık kitapların tozlarının alınarak yeni kitapların eklenmesine yol açabilir ki;müsbet nazarla baktığımızda bunu görebiliriz. Her ne kadar zayıf bünyelilerde bazı yaralar açsa da…

            Hz. İsa’nın nüzulü,Mehdilik,Deccal,Kabirlerin ziyareti… İlk üçü birbiriyle bağlantılı olan konulardır.

            Hz. İsa’nın hala hayatta olmasının hiçbir mantık dışı bir durumu yoktur. Onu babasız,Hz. Adem’i hem babasız hem de annesiz yaratan Allah’ın onu beşeri ihtiyaçlara ihtiyaç duymadan Hz. İdris ve Hz. Hızır gibi hala hayatını devam ettirmesi kudretine zor değildir. Bediüzzamanın Mektûbat adlı kitabının 1. Mektubunda hayatın mertebelerini izah ederek gayet muknî izahlarıyla beraber İslâmi eser ve hadis kaynaklarında bu üç hususa genişçe yer verilmiştir.

            Ancak hedefte olan;Kur’an-ın etrafındaki surları yıka yıka –şuurlu veya şuursuz olarak- Hadislere ve Rasulullaha gelmek,ondan sonra sadece Kur’an-ı senâ ederek;Muhammed’de bir insandır.-masumiyeti içerisinde sünnetleri,tesbihleri,duâları,namazın sünnetlerini de bir kenara bırakarak,farzlarla iştiğâl etme yoluna gitmeyi dava etmek. Sonuç malum… Daha sonra Allah Rahim,cehennemine mi atacak,ihtiyacı mı var ki,mantık oyunlarıyla etrafını boşalttıkları Kur’an-a doğrudan saldırılacak.

           Tam bir İngiliz siyaseti…

            İçten ve içtekilerle yıkma senaryoları…

            Ancak,Allah’ın hesabı hesaba katılmamaktadır! Hesaplar üstü hesap. Hesaplarını alt-üst edecek hesap.

            “Onlar hile yapar,Allah’da hile yapar. Allah hile yapanların hilelerini boşa çıkarmada en hayırlı olanıdır.”[2]

            Hadis’de:”Allah fâsık ve fâcir eliyle de bu dini te’yid eder.”

            Ancak Kur’an-ı kafasına göre tefsir edenlere karşı Kur’an-da büyük tehditler vardır. Kur’an şu ikazı da yapmaktadır:”Şimdi (ey mü’minler) onların size inanacaklarını mı sanıyorsunuz? Gerçek şu ki;onlardan vaktiyle bir zümre vardı, Allah’ın kelâmını işitirler,sonra onu iyice anlamalarını müteakip bile bile tahrif ederlerdi.”[3]

            Yahudilerin yaptıkları bu tahrifin İslâmda da olmaması için peygamberimiz şu tehditte bulunur:”Her kim Kur’an-ı kendi aklına göre tefsir ederse (yani dinin umumi kaidelerini dikkate almazsa) muhakkak kafir olur.”[4] Küfre giden yolu kendisi ve insanlar için açmış olur.

 

                                                                                                                      15-01-2001    

                                                                                                          MEHMET   ÖZÇELİK

[1] Mürşid.CD.2265.Nesâi, Eşribe 53, (8, 328-330).

[2] Al-i İmran.54.

[3] Bakara.75.

[4] Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali.-Heyet- Bakara.75-in izahı.




İSLÂMİ AÇIDAN MUSİKİ

İSLÂMİ   AÇIDAN   MUSİKİ

                 “Müzik seslerin mimarisidir.”(Madame de Steal)

         “Andolsun,Davuda tarafımızdan bir üstünlük verdik.’Ey dağlar ve kuşlar, onunla beraber tesbih edin.’ dedik.”[1]

            “Doğrusu biz akşam sabah onunla beraber tesbih eden dağları,toplu halde kuşları onun emri altına vermiştik. Her biri ona yönelmekteydi.”[2]

            Musiki;kainatta olan her şeyin bir terennümüdür. Bu terennüm belli bir ritim ve düzen içerisinde olursa,ruha ve kalbe rahat ve ferahlık verir,aksi takdirde ruhun ve kalbin boğulması ve feryadıdır.

            Mevlâna’nın”Dinle Ney’den kim şikayet etmede / Ayrılıktan şikayet etmede.”Kainatta bir ney gibi Vuslat neylerini çalmada ve söylemede…

            “Tabiat bana ilham veriyor. Bazı şarkılar benim için bulutlar gibidir,bazıları ise sular gibi…” Ve;”Biz kainatı hissetmek için müzik dinleriz der Kitaro.

            Bir ressam gibi ses renkleri cümbüşünden musiki yapan Kitaro:”Dünyadaki savaşlar uzaydan gelmiyor.İnsanlar meydana getiriyorlar. İşte ben,içlerinde savaşlar yaşayan insanlara bu iç savaşı dindirecek müziği yapmak istiyorum. Her şeyden önce gerçek müzik insanların içinde. Bir bestekarın yaptığı,insanın içindeki bu esrarlı ritmi keşfetmek. Ben de öyle yapıyorum. Tabiat,din,ilim,bir yerde kesişiyorlar. İşte ben,o kesişme noktasında yaşıyorum. Bestelerimi orada yapıyorum.”der.

            Bu konuda Bediüzzaman Hazretleri şöyle bir ölçü getirir:”Şeriatça bazı savtlar (sesler) Helal-bazıları da haram kılınmıştır. Evet,ulvi hüzünleri,Rabbani aşkları îras eden sesler,helaldır. Yetimane hüzünleri,nefsani şehevatı tahrik eden sesler,haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise,senin ruhuna,vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.”[3]

            C.Meriç:”Şiir duyguların kelimelerle ifadesi,musiki seslerle…”der.[4]

            Yusuf İslâm’a,niçin müziği terk ettiği sorulduğunda şöyle cevap verir:”İnsan bir sahilden diğerine ulaşınca,artık kayığı sırtında taşır mı?”der.

            “Evin büyüğü def çalmaya heves ederse,ev halkının huyu da raksetmiş olur.”denilir.

            Bursalı İsmail Hakkı;Kitabun Necat adlı kitabında musikiyi iki kısımda işler:Biri bedene hitab eden musiki,diğeri,ruha hitab eden ve ikincisini tavsiye eder.

            N.Uzel ezgi ile ilgili olarak yabana atılmayacak bir hakikatı da şöyle ifade eder:”Ezgi nedir? Ben biliyorum..bilen var mı bilmem. Akıllı sözleri,şeytani nağmelerle yutturmak gibi geliyor bana..yani sözler helal,nağmeler haram..her ne ise..musiki ile barışalım derken bu işlerle uğraşanları darıltmayalım…”[5]

            Mevlâna.”Ney gibi hem zehir,hem panzehir;hem elemsiz,hem müştak bir şeyi kim görmüştür? “der. Şerhini yapan Tahir-ul Mevlevi ise şöyle izah eder:”Ney,dinleyenin kabiliyetine göre hem zehir,hem panzehir tesirini gösterir. Hevâ ve heves erbabından olanlara,şüphesiz zehir gibidir. Çünkü kendisindeki şehvaniyet ve hayvaniyeti arttırır. Fakat görülüp işitilen her güzellikten Allah’ı hatırlayan için de,şüphesiz,panzehir gibidir. Çünkü kalbteki gaflet zehirini giderir. Keza (ney),iyi bir arkadaştır ve dinlenilmeye müştaktır. Zira (ney) in mahiyeti torba içinde asılı,yahut bir köşeye dayalı durmakla değil;üflenip dinlenmekle meydana çıkar. Ricalullah hazeratı da ney gibidirler. Şekaveti ebediyye erbabına karşı,zehir-zenberek olurlar. Saadet-i ezeliyye ashabına ise şifa tesiri gösterirler.

            “Ney,kanlı bir yoldan bahseder,mecnuna aşkları hikaye eyler.”[6]

            Ahmet Hamdi Tanpınar da:”Ney,in biricik sırrı hasrettir.”der.

            Müzik konusunda Congreve:”Müziğin,vahşi hayvanları yatıştıracak,kayaları yumuşatacak ve yüz yıllık çınarları eğecek bir çekiciliği vardır.”der.

            Vicher ise:”Hiçbir şekil ve hiçbir kelime kalbin derinliklerini ve özelliklerini müzik kadar anlatamaz.”der.

            Conficius ise:”Bir memleketin ahlak bakımından nasıl idare edildiğini anlamak isterseniz,o ülkenin müziğini inceleyiniz.”der.[7]

            Kırk küsur yıllık Türk-Din musikisi öğretim üyesi olan İlahiyatçı Doç. A. Altınkuşlar ise bu konuda özetle şöyle der:”Garb müziği hristiyan müziğidir. Bütün batı milletlerinin bunda bir iştiraki vardır. Hepsi bu müziği kendisinin olarak kabul eder.

            Türk musikisi Cumhuriyetin ilk yıllarında yasak edilmiş (1928) veya yasak süsü verilmiştir. Türk musikisi:”O kadar müessir bir musikidir ki,batı müziğinin kaslara kadar tesir etmesinin yanında,onun tesiri insanın iliklerine kadar işler. akıl hastalarının tedavi edilmesinde kullanıldığı bu gün herkes tarafından bilinmektedir. Hatta musiki ile meşgul olan Türkler öyle reçeteler icat etmişler ki:”Filan makam,filan günün filan saatlerinde icra edilirse,filan hastalıklara iyi gelir.”diyecek kadar ileri götürmüşlerdir bu işi. Bazı vakfiyelerin kitabelerinde akıl hastalığıyla malul hastaların tedavisi için şu zamanda şu makam çalınsın diye yazdığı vakidir. Tire vakfiyesinde de böyle bir yazı mevcuttur.”[8]

            Bunu teyiden ve kendimizin de bulunduğumuz ve şahit olduğumuz;1983 yılında Kayseri İlâhiyat’da talebe iken İbni Sina sempozyumu ilk defa o yıl düzenlendiğinde bizde gitmiştik.

            Kılıçarslan’ın kızı Melike Gevher Nesibe’nin vasiyeti üzerine yapılan hastahane de ruh hastalarının kalacakları tek kişilik,sağlı sollu koridorun etrafında odalar yapılmış,üstten az bir ışık alıyor. Loş bir hava. Bir kümbeti hatırlatıyordu. Tam oraya girince solda genişçe bir boşlukta ise;müzik aletlerinin konulacağı yer mevcuttu. Yıl ise 602,miladi 1205 idi.[9]

            “Müzikle tedavinin efsanevi kaynağı Ahd-i Atik’de Davud Peygamberin Hastakras Saul’ün psişik deprasyonların tedavi için mezamir okuması ve mizmar çalmasına kadar uzanır. Anadoluda Frigler,Dionysos Kültü törenlerinde oynanan Koriband danslarında (oyunlarında) görülen esrime’leri flüt çalarak tedavi ederlerdi. En eski Türk-İslam hastahanelerinden olan Selçuklu Atabek’i Nureddin Zengi’nin 1154’de Şam’da inşa ettirdiği Nureddin hastahanesinde akıl hastaları müzikle tedavi edilirdi. Görülüyor ki müzikle tedavinin kökeni (aslı) çok eskilere uzanır.” Ve;

“İstanbul’da fatih,Edirne’de Beyazıd bimaristanlarında müzikle psikoterapi uygulanıyordu. Hastaların müziğin ahengi karşısında dinledikleri,ızdıraplarını unutarak musiki nağmeleri sayesinde tedavi edildikleri görülmüştür.”[10]

Musikiyle hastaların tedavi edildiği yerlerden biri olan Manisa’daki Bimaristan (1522) XIX. yüz yıla kadar akıl hastaları tedavi edilmiştir. Kanuni’nin annesi,Yavuz Selim’in eşi Ayşe Hafsa Sultan Tarafından yaptırılmıştır.[11]

“Türkler müzikle tedavinin esasını araplar ve acemlerden almışlardı. Hoca Nasır Musa,Abdulmümin Safi,Saiddin,Barid,Keyhüsrev gibi arab ve acem bilginlerinin ve bilhassa Farabi (870-950) gibi büyük Türk bilgininin kitapları musiki için rehberlerimiz olmuştu. Ve o suretle kabul olmuştu ki,Tabib şuuri;”Madem ki tabib bu mertebeye alim ve usul nakarata arif olmaya,tababette kamil ve sanatta mahir olmayıp teşhisi emraza kadir olamaz.”yani”Müzikten anlamayan bir hekim tıpta bilgin ve mesleğinde yetenekli olmayıp hastalığı teşhise kadir olamaz.”demekteydi.[12]

Nitekim musikiyle tedavi Medinede’de uygulanmış,faydalı sonuçlar alınmıştır.Teğanninin caiz olup,[13] anlaşılan odur ki;her bir makamın birkaç hastalığa,tedavi olabilecek özellikte olduğu bildirilmektedir.[14]

Makamların etkileri ise şöyle sıralanmıştır:

-Rast;Felce.

-Irak;Ateşli yaratılışta olanlara (Atiklere)

-İsfehan;Zihin açıklığı,zekayı geliştirme,düşünce ve gönül bağlarının yenilenmesi arzu olunan hastalara.

-Rehavi;Baş ağrısı ve hafakanı olanlara uygundu.

Tabib şuuri bunu şiirle ifade edip,tercümesinde:1)Sevgili gam derdinden yanıp yakılsa buna şaşılmaz. (Çünkü) gül bahçesinde bülbül her an rast makamında inler.

2)Sözünün etkisi gönül ehlini hoşça zevklendirir. Çalgıcı ki bade meclisinde Irak makamında fasıl geçer.

3)Yiyip içip eğlenenlerin neşesini yükseltir ve gönle ulaştırır. Mecliste çalgıcının nağmesi her zaman Zirefkend makamındadır.

4)Ey çalgıcı,Rehavi makamında söyle ki kayıtlar ve kederden kurtuluş versin.

5)O nazlı,cilveli sevgili gönlü yanık aşığa neşe verir. Gönülde buluşma ve kavuşma dairsinin (yerinin) arzusuyla Hicaz makamına koyulur.”Ayriyeten:

“Irak makamı ve benzeri;rengi esmer ve yaratılışı sıcak ve hareketli olanlara…

-Rast ve benzerleri;soğuk mizaçlı ve sarışın olanlara…

-Kucek makamı;soğuk yaratılışlı ve beyazlara uygun sayılırdı.”

Milletler açısından da yaptığı tesirler ise:

-Türklere:Uşşak ve benzerleri.

-Araplara:Hüseyni ve benzerleri.

-Acemlere: Irak ve benzerleri.

-Rumlara ve Frenklere:Buselik.”[15]

Ve yine şuuri:”Tadil-i Emzice”adlı kitabında:

-Rast ve rehavi makamları seher zamanlarında etkilidir.

-Hüseyni makamı,sabahleyin.

-Irak makamı;kuşluk vaktinde.

-Nihavende makamı;iki ezan arası etkilidir,der.

Şair Tabibler kitabında da:

-Rast makamı;Felç illetine.

-Neva makamı;Kadın hastalıklarına.

-Zengüle makamı;Kalb hastalıklarına devadır,der.

Yine Rast ve Uşşak makamları;akıl ve kalbde deva ve tesir eder.

İngiliz Walter Odington ise:”O hala birinci sırada gelen bir musiki ustasıdır.”der.

Avrupa Major gamdaİ5=4,minörgamda 6=5 fasıla münasebetini İbni Sina ve Farabi’den öğrenmiştir.”[16]

Altınkuşlar:”Türk musikisi Tevhide dayalı bir musikidir. O tek sesli bir musikidir. Allah insanda musiki aleti yerine kaim olan hançeresini yaratırken tek sesli söylemeye müsait olarak yaratmıştır.

…Şiir ve musiki alt başı giden iki güzel sanatımızdı. Önce şiir,sonra da buna bağlı olarak musikimiz bozuldu. Bozuldu derken bunlar kendi kendine bozulmadı. Şair ve bestekarlar bozdu. Şiir ve musiki Osmanlıda hep yükseliş göstermişti.

İbni Haldun der:”Musiki milletlerin yükseliş ve çöküşleriyle alakadardır. Milletler yükseldikçe,musikilerde yükselir. Milletler çöktükçe musikilerde çöker. Osmanlının son zamanlarında batının tesiriyle diğer kurumlarının yanında güzel sanatları da çöküntüye uğradı. Bin senelik mazisi olan musikimiz en yüksek seviyesine de Osmanlı zamanında ulaşmıştı.

…İslâm alimleri musikiyi şüpheli bir saha olarak görmüşlerdir. Müziğin bu günkü halini görünce alimlerimizin endişelerini daha iyi anlıyoruz.

Batı müziği size kötü alışkanlıklar kazandırır,sizi hasta eder. Oysa Türk musikisi size şifa verir,farkında olmadan sizi tedavi eder.”[17]

Bu konuda İmam-ı Gazâli’nin görüşleri ise:”Yahya bin Muaz der:”Üç şey kaybettik. Bunların yokluğu bize zarardan başka bir şey getirmez. Birincisi,haramdan korumak suretiyle güzel yüz. İkincisi,Diyaneti korumakla güzel söz ve güzel es. Üçüncüsü de vefakarlıkla samimi arkadaşlıktır.”der.

Ebul Abbas:”Hızır’ı gördüm ve –Hocalarımızın üzerinde ihtilaf ettiği bu sema’ hakkında sizin görüşünüz nedir?diye kendisinden sordum.

-Hızır Aleyhisselam:O,öyle kaygan bir taştır ki,onun üzerine ancak alimler ayak tutturabilir,dedi,der.

Mümşad ed-Dinuri der:Resuli Ekremi rüyada gördüm ve kendisine:-Sema’ı (musikiyi) inkar eder misiniz?diye sordum. Resul-i Ekrem:_Hayır,hiçbir şeyi reddetmem,yalnız onlara söyle,Kur’an ile başlasın ve Kur’an ile bitirsinler,buyurdu”der.

Göz için güzel şeylerden zevk almak,burun için güzel kokulardan zevk almak,dil için güzel şeylerden tat almak ve diğer duygularda da olduğu gibi;kulak için de meşru ve helal,kuş sesi,su sesi,bülbül sesi gibi seslerden zevk alması meşrudur.

Âyette:”Yaratılışta dilediğini artırır.”[18] Buradaki –ziyade eder- in,güzel ses olduğu söylenir.

Hadiste:”Allah-u taâla gönderdiği her peygamberi güzel sesli göndermiştir.”(Tirmizi)

Âyette:”Seslerin en çirkini merkeb sesidir.”[19]buyurulur. Merkebin;ya acıktığından yada şehvetten dolayı anırdığı söylenir.Ebu Süleyman ed-Darani der:”Musiki,kalbde olmayan bir şeyi kalbe koyamaz. Ancak kalbde olanı harekete geçirir.

…Beşikteki çocukta bile güzel sözün tesiri görülen bir gerçektir. Ağlamakta olan çocuğun kulağına giden güzel ses,kendisini susturur ve o sese doğru meyleder. Develer bile katı tabiatları ile,sürücülerinin nağmelerine bayılırda ağır yük,kendilerine hafif ve uzak mesafede yakın gelir.

…Kuşlar bile,güzel sesini dinlemek için Davud (AS)un başı üstünde saf bağlarlardı.

…Musikinin zevki de önce sesin kulağa gelmesi ve sonrada kalbin ondan zevk alması iledir.

İmam-ı Gazâli beş sebeble musikinin haram olduğunu söyler:

1)Dinletendeki arıza.

2)Dinletme aletindeki arıza.

3)Ses ayarındaki arıza.

4)Dinleyicinin kendisinde veya devamındaki arıza.

5)Ve dinleyici şahsın avamdan olma arızasıdır.

Yasaklayanlar delil olarak bazı ayet ve hadislerle beraber Cabir’den rivayet edilen bir hadisi nakleder:”İlk ağlayan ve ilk teğanni eden şeytandır.”

Fudayl bin Iyaz’da:”Teğanni zinanın efsunudur..”der. Diğer biri:”Kötülüğün elçilerinden biridir.”der.

Emevi hükümdarlarından Abdulmelikin oğlu Yezid bin Velid’e Teğanniden sakınınız,zira o hayayı azaltır,şehveti çoğaltır,mürüvveti yıkar ve içki yerine geçer. Sarhoşun yaptığı kötülükleri yaptırır. Şayet mutlaka tağanni isteğini duyuyorsanız kadınları uzaklaştırınız;zira teğanni,zinayı teşvik eder.”der.

Bu ifadeleri;sanki bu zamanımızdaki hayranlarını görerek,çılgınlık ve zıvanadan çıkmalarına karşı söylenmiş gibidir.

Hadiste:”Ümmetimden bir grup insan,içki içecek fakat içtikleri içkiye başka ad takacaklardır. Başlarının üstünden def-dümbelek çalınacak ve (yanlarında) şarkıcı kadınlar bulunacaktır. Bundan dolayı Allah bunları yerin dibine geçirecek ve onların bire kısmını da (karakter olarak) maymunlaşmış ve domuzlaşmış hale sokacaktır.”[20]

Hadislerde de:”Kim ki şarkıcı bir kadın dinlerse,kıyamet gününde kulağına erimiş kurşun dökülür.”

“Şarkıcı kadınların satılmasına karşı alınan bedel,zehir ve katrandır. Onların şarkılarını dinlemek haram,kendilerine bakmak ise haramdır. Şarkıcılıktan elde edilen para,köpekten temin edilen kazanç gibidir. Köpeğin satılmasına bedel olarak alınan para ise haramdır. Haramla beslenen bir kimse için en uygun yerde cehennemdir.”[21]

“Zil,şeytanın düdüğüdür. Zil ve köpek bulunan yere melekler girmezler.”[22]

“Helal nikah ile haram nikah arasındaki fark,(helal bir) ses ve def bulunmasıdır.”[23]

Çalgı aletleri hakkında imam-ı Şafii:”Halkın Kur’an-la meşgul olmasını önlemek için bunu zındıklar icad etmişlerdir.”der.[24]

Serahsi fetvasında:”Bir kimsenin yalnız ve tek başına olduğu hallerde dahi,ulvi bir gayeye matuf olmayan;tam tersine eğlenceye yönelik olarak söylediği şarkı ve türkülerde haramdır.”der.[25]

Şibli:”Sema’ın zahiri fitne,batını ise ibrettir. İşaretten anlayan kimseye ibare dinlemek helaldır. İşaretten anlamasa fitneyi uyandırabilir ve felaketlerle karşılaşır”der.

Bir cümle normal ve düz okunurken ya hiç,yada az bir tesir yapar iken;musiki olarak okunduğunda –musikinin özelliği itibarıyla- herkeste bir tesir icra edecektir. İyi ise iyi,kötü ise kötü tesiri olacaktır.

Mehter marşında okunan cümleler,normalde pek tesir etmezken,marş olarak okunduğunda farklı bir duygu galeyana gelecektir.Bu her şeyde de görülür.

Kur’an-ı Kerim-de düz okunması ile,dünyaca meşhur Abdulsamed tarafından okunduğundaki tesir elbette daha farklı olacaktır. Sesi uygun olmayan bir kimsenin okuması halinde de tesir nisbeti azalacaktır.

İ. Gazâli özetle:”-Dünya şehvetleri galib olanlar ve gençlerin çoğu için haramdır. Çünkü sema’ ancak onların gönüllerini istila eden şehvetlerini galeyana getirir.

Sema’ı mahluk suretine tenzil etmeyerek,oyun ve eğlence yolu ile adet haline getirerek zamanlarının çoğunu sema’ ile geçirenler için de mekruhtur.

Yalnız güzel sesten zevk almak için dinleyenlere de mübahtır.

Allah sevgisi kendisine galebe çalıp iyi vasıflarını harekete geçirenler için de sema’ müstehabdır.”der.

Dindeki ciddiyet,Resul-i Ekremin ciddiyetinden fazla olamaz.”[26]

Evet:”Hisleri ve düşünceleri ses,hareket ve aletle anlatma sanatı olan musiki;puta tapan eski yunanlıların büyük putları olan Zeus’un kızları sayılan Mausa (Muz) denilen dokuz heykelin adından türediği”ifade edilir.

Müzik,milletlerin inanç sistemine,örf ve adetlerine paralel olarak icra edilmiş bir seslendirme sanatıdır.”

Avrupa ve Amerika ülkelerinde ise bugün müzik tam bir çılgınlıktır.

Hristiyanlığın kutsal kitabı olan İncil’in yasak ettiği müziği sonradan papazlar,hristiyan dinine soktular. Bir çok hurafeler karıştırdıkları,bu bozuk dinleri,ruhları besleyemediği için,müziğin nefislere hoş gelmesi:”Müziğin nefsin gıdası olması” meselesi,ruhani tesir sayıldı ve “Müzik ruhun gıdasıdır.”denilmeye kalkışıldı.”[27]  

Peygamberimizin (SAM) Davud’u (AS) övmesinden sonra:”Zaman olurdu ki,bir mecliste Davud’un sesinin tesirinden 400 kişinin cenazesi kaldırılırdı. (Yani bayılıp ölü gibi hareketsiz kalırlardı)”Diğer vakitlerde de bu tür olaylar olurdu.”

Peygamberimiz Ebu Musa el-Eş’ari için:”Andolsun ki ebu Musa’ya Davud hanedanının musikisi gibi bir musiki verilmiştir.”buyurur.[28]

İbni Abbas ayette geçen:”İnsanlardan kimide vardır Allah yolundan bilmeyerek saptırmak ve o yolu eğlence yerine tutmak için batıl ve boş lafa müşteri çıkar.”[29] Batıl ve Boş laftan maksad musiki ve benzeri olduğunu söyler.

Günümüz terbiyecilerinin de belirttiği üzere,musikinin çocuğun şahsiyetinin gelişmesi üzerinde müessir olduğunu söylerler.[30]

musikiye mutlak olarak ne helal denilebilir,ne de haram. Alacağı duruma göre hüküm alır. Bunun meşru dairede olmasını belirten Bediüzzaman şu ölçüyü koyar:”Evet,beşer hakikata muhtaç olduğu gibi,bazı keyifli hevesâta da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesât,beşte birisi olmalı.”der.[31]

Peygamberimiz peygamberlikten önce cahiliye dönemindeki eğlenceli düğünlere iki kere arzu ettiği halde dinleyip seyredemeden uyuya kaldığını ve peygamberliğe kadar da böyle bir şeyi arzu etmediğini söyler.[32]Kur’an-da geçen bir çok ayette oyun ve eğlencenin (20 kadar ayetin) hoş olmadığından bahsedilir.

İmam-ı Şâfii:”Eğlence dindar ve mürüvvet sahibi kimselerin işi olmamalı.”der.

M.İbnul Münkedir anlatıyor:”Bana ulaştığına göre,Allah taâla hazretleri kıyamet günü şöyle seslenecektir:”Kulaklarını eğlence ve şeytan çalgısından uzak tutanlar neredeler? Onları misk bahçelerine dahil edin.”

Sonra melaikeye seslenecek:”Onlara benim takdirlerimi duyurun ve haber verin ki,kendilerine artık ne korku var,nede üzüntü.”[33]

Kadın sesi,erkekler için haramdır. Kendi aralarında caizdir. Erkek-kadın karışmamak şartıyla.[34]

Erkeklerde belirttiğimiz ölçüler içerisinde harama düşmemek,vesilelikten kaçınarak,hayvani,nefsâni,şehevâni duyguları tahrik etmeyip,düşündüren,ulvi duyguları yücelten,helal olarak nefse küçük bir zevk ücreti çıkaran musiki helaldır.

Zalimi ve kadını övücü mahiyette de olmamalıdır.[35]

İbni Hacer ve Kurtubi gibi alimler ise;tambur ve kemençe gibi fasık,ayyaş ve sefihlerin kullandığı çalgı aletlerini kullanmanın ve dinlemenin icma ile haram olduğu görüşünü ileri sürüyorlar.[36]

Hadiste:”Allah taâla ümmetime içkiyi,kumarı ve darıdan yapılan içki ile davul ve tamburu yasaklamıştır.”

“İçki içip davul ve çalgı aletlerini kullanmak yüzünden ümmetimin bir kısmı mesholunacaktır.”

Âyette:”Biz onu,Kur’an olarak,insanlara dura dura okuyasın diye (ayet ayet,sure sure) ayırdık;ve yine onu peyderpey indirdik.”[37]

“Ve Kur’an-ı tane tane oku.”[38]

İhtiyaç ve ölçü mü’minin şiarı olmalıdır.

Kâinat başlı başına bir ilahi musikidir. Her bir varlık o koroda yerini almaktadır. İnce seslilikten kalın sesliliğe varıncaya kadar her ses vardır. Mesela bunlar;

-Kuş sesi,su sesi,bülbül,gök gürültüsü,karga sesi,merkeb,arslan,horoz,dalga,rüzgar vs.. Hepsi ilahi bir musiki halkasını oluşturmaktadır.

Teğanni konusunda Bediüzzaman eserlerinde:”Cenâb-ı Hak Hz. Davud’un (AS) tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki,dağları vecde getirip birer fonoğraf misullü ve birer insan gibi,bir serzakirin etrafında ufki halka tutub,bir daire olarak tesbihat ediyorlardı.

Mağaralı bir dağ,her insanla ve insanın diliyle papağan gibi konuşabilir. Çünkü,aksi sadâ vasıtasıyla –dağın önünde sen “Elhamdulillah” de;dağ da aynen senin gibi “Elhamdulillah” diyecek. Madem bu kabiliyeti,Cenâb-ı Hak,dağlara ihsan etmiştir;elbette o kabiliyet,inkişaf ettirilir ve o çekirdek sünbüllenir.”[39]

“Manasız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek,güvercinlerle oynamak,mektub postacılığı yapmak,papağanları konuşturmaya bedel en hoş,en yüksek,en ulvi bir eğlence-i masumaneye çalış ki,dağlar sana Davud-vari birer muazzam fonoğraf olabilsin ve hava-i nesiminin dokunmasıyla eşcar ve nebatattan birer tel-i musiki gibi nağamat-ı zikriye kulağına gelsin ve dağ,binler dilleriyle tesbihat yapan bir acaibul mahlukat mahiyetini göstersin ve ekser kuşlar,Hüdhüdü Süleymani gibi birer munis arkadaş veya muti birer hizmetkar suretini giysin. hem seni eğlendirsin,hem müsteid olduğun kemalata da seni şevk ile sevk etsin,öteki lehviyat gibi,insaniyetin iktiza ettiği makamdan seni düşürtmesin.”[40]

Gece meydana gelen zelzelenin,maddi ve manevi yönden vermiş olduğu elemin sebebini Bediüzzaman şöyle izah eder:”Ramazanı şerifin teravih vaktinde,kemali neşe ve sürur ile,sarhoşçasına,gayet heveskârane şarkıları ve bazen,kızların sesleriyle,radyo ağzıyla bu mübarek merkezi İslâmiyetin her köşesinde cazibedarâne işittirilmesi,bu korku azabını netice verdi.”[41]

“Medeniyeti hazıra,hikmeti Kur’an-ın ilmi ve ameli i’cazına karşı mağlub oluyor;öylede medeniyetin edebiyat ve belağatı da Kur’an-ın edeb ve belağatına karşı nisbeti,öksüz bir yetimin muzlim bir hüzün ile ümitsiz ağlayışı;hem süfli bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınasının (şarkı demektir.) nisbeti ile ulvi bir aşığın muvakkat bir iftiraktan müştakane,ümitkarâne bir hüzün ile ğınası (şarkısı);hem,zafer veya harbe ve ulvi fedakarlıklara sevk etmek için teşvikkarâne kasaid-i vataniyeye nisbeti gibidir. Çünki,edeb ve belağat tesir-i üslub itibariyle ya hüzün verir,neşe verir. Hüzün ise,iki kısımdır: Ya Fakdul Ahbabdan gelir,yani ahbabsızlıktan,sahipsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki,dalalet-alûd,tabiat-perest,gafletpişe olan,medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün,Firakul Ahbabdan gelir. Yani ahbab var;firakında müştakane bir hüzün verir. İşte şu hüzün,hidayetedâ,nurefşân,Kur’an-ın verdiği bir hüzündür. Amma neşe ise,oda iki kısımdır:Birisi,nefsi hevesatına teşvik eder. Oda tiyatrocu,sinemacı,romancı medeniyetin şe’nidir. İkinci neşe,nefsi susturup,ruhu,kalbi,aklı,sırrı,maâliyata,vatanı aslilerine,makarrı ebedilerine,ahbab-ı uhrevilerine yetişmek için latif ve edebli masumane bir teşviktir ki;oda cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü’yeti Cemalullaha beşeri sevk eden ve şevke getiren Kur’an-ı mu’cizül beyanın verdiği neşedir.”[42]

İnsandaki kötü duyguları harekete getirip şarkı söyleyen haylaz bir gencin şefkat tokadı yemesine sebeb olacağını Bediüzzaman şöyle bir olayla anlatır:”Hamza namında 16 yaşında sesi güzel olmasından şarkı söylüyor,başkalarının da iştahalarını açıyor,haylazlık ediyordu. O’na dedim:Böyle yapma,tokat yiyeceksin. Birden,ikinci gün bir eli yerinden çıktı,iki hafta azabını çekti.”[43]

 

                                                                                              MEHMET   ÖZÇELİK

[1] Sebe’.10.

[2] Sad.18-19.

[3] İşarat-ül İ’caz. B. Said Nursi. Sh.78,Bak. Kastamonu Lahikası. B. Said Nursi.Sh.176.

[4] Nur Sohbetleri. N.Şahiner.Sh.48.

[5] Zaman Gazt. 5-2-1994.

[6] Mesnevi Şerhi.Mütr.T.Mevlevi. 1 / 65.

[7] Güzel Sözler Antolojisi.B.eren.Sh.116.

[8] Zaman Gazt.1-5-1994,16-11-1994.

[9] Ayriyeten bakınız. Kayseri Şehri. H. Edhem. Sh.57-59.

[10] Türk Tababeti Tarihi.Dr.O.Şevki.Sh.136-137,Bak.Evliya Çelebi Seyahatnamesi. Neşr.Z.Danışman. 13 / 463.

[11] Osmanlı Medeniyeti Tarihi. Editör.E.İhsanoğlu. 1 / 262,bak Türk Tababeti Tarihi.age.136-137.

[12] Türk Tababeti Tarihi.age.sh.137-138,Bak.Divan Edebiyatı.A.Sırrı Levend.Sh.243.

[13] Tasavvuf.Mahir İz.sh.182.

[14] Bak.Zaman gazt.2-10-1993,Yeni Asya gazt.8-1-1994.

[15] Türk tababeti Tarihi.age.sh.140-142.

[16] Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi. Ş. Döğen.Sh.186.

[17] Age. 1 / 5-94.

[18] Fatır.1.

[19] Lokman.19.

[20] İbni Mace. 2 / 1333,Bak.Ahmed bin Hanbel.Müsned. 5 / 329.

[21] Feyzul Kadir. 3 / 339.

[22] Müslim. 3 / 1672.

[23] Müsned. 4 / 259,Nee-i. 6 / 127.

[24] İslamda resim Heykel ve Musiki.Sh.97.

[25] Age.Sh.95.

[26] İhya-u ulumiddin. 2 / 677-751.

[27] Yeni Rehber ansiklopedisi. 15 / 95-96.

[28] Bak Büyük Günahlar C.Yıldırım. 1 / 285-295.

[29] Lokman.6.

[30] Bak Kütüb-ü Sitte Muhtasarı Prof.İ.Canan. 8 / 66-67.

[31] Nur Aleminin Bir Anahtarı.Sh.18.

[32] Kütüb-ü Sitte Muhtasarı.age. 11 / 219-223.

[33] Age. 12 / 321-332.

[34] Fetvalar.Ahmet Şahin.Sh.197-198.

[35] Fetvalar.H.Günenç.Sh. 1 / 235.

[36] Age. III / 183.

[37] İsra.106.

[38] Müzzemmil.4.

[39] Sözler.Sh.235.

[40] Age. Sh.236-237.

[41] Age.Sh.158.

[42] Age.Sh.374-375.

[43] Şualar. B. Said Nursi.Sh.280.




L A İ K L İ K

                           

L   A   İ   K   L   İ   K

          Mukaddesatı çiğnenmiş,öz yurdunda harabeye dönmüş,yıllarca yapılan içli dışlı yıkımlar,dindarları takipler,eza ve cefalar. Hüküm laikçe…                            

            Kimine göre;dinsizlik,kimine göre uygun sistem,kimine göre de ne o,ne de bu. O halde ney? Atatürkçülük mü? Peki Atatürkçülük ne? Bir din ve mezheb olmadığına göre,devrim ve inkilablar mı? Neyin devrilmesi? Neyin değişmesi? Açıklık getirilmesi gereken hususlar. Kimlerce mi? Milletin hakemliğinde muhalifin ve muvafıkın karşılıklı meseleleri takdimiyle.

            Binlerce meselelerimiz çözüm beklerken biz hala tedirginlik ve korku içerisindeyiz. Korkumuz niye? Ortada bir yanlışlık ve haksızlık yok ise… Bu ise tarihin tekerrürü,geçmişte yapılan hareketlerin tekrarı ve de uygun adım yerinde saymadan başka bir şey değildir.

            Oysa dünya herkes için terakki dünyası olsun da yalnız bizim için mi tedenni dünyası olmakta devam etsin. Hayır ve asla. Buna insanlar müsaade etse de,zaman göz yumsa da tarih affetmeyecektir.

            İlmin ve vesikanın,delilin hükümran olduğu ve de olacağı şu asırda fikre ve dile pranga vurmak,gerçeklere göz yummak demektir.

            Baba evladını,kişi kişiyi,öğretmen talebelerini bir laiklik meselesinde bile aydınlatamazken bu millet olarak acaba ne anlamaktır? İşe gelmeyenleri olsa gerek!

            Bununla beraber batıda kalıp oradan bize bakan vatandaşlarımızın orada daha iyi ve rahat İslâmiyeti yaşamalarını söylemeleri ister istemez bize şu soruyu sordurmakta: Bizdeki bir çok sorularla beraber laiklik sorusunun gerçek anlamı balıklar kavağa çıkınca mı açıklama getirilecek? Sınırları çizilerek açıkça ne zaman ifade edilecek?

            Salman Rüşdi gibi kalem-şörlük yapabiliyorsun! Çünkü laiksin! Dini meselelerde hakaret kastıyla herzeler savurabilirsin! Çünkü laiksin! Eğer laik değilim sözünü,H. İbrahim Çelik söylemişse suç,Doğu Perinçek söylemişse suç olmaz! Çünkü laikiz! Veya buna layıkız. Adını siz kurun nasıl laikiz?

            Oysa Avrupa’da gelişen bu laiklik,skolastik,engizisyon mahkemeleri ve batıl bir dinin baskısı gibi koyu karanlıktan kurtulmak için giriştiği reform sadece bir elbise değiştirmek iken biz bunu böyle bir değiştirme ihtiyacı yani dinin terakki ve buna benzer şeylere mani olma durumu söz konusu değilken,cildimiz durumunda olan İslâmiyeti değiştirmek,cildimizi soymak demek,hayatı tehdit edip ölüme kasdetmek demek olan hareketi seçtik. Elbette cildi yavaş yavaş da soysanız haklı olarak bir feryad,bir çare,bir sebeb ararken,böyle bir harekette ne derece iyi niyet gösterecek veya beklenecektir?

            Gelecek nesillerin;-Ey Mirasyedi yaramazlar!-demelerini beklemiyorsak, hüviyetimi- zi,kimliğimizi,meselelerimizi ortaya koyalım,AKLANALIM , PÂKLANALIM…

            İslâmiyetin müdafaa edilmeye ihtiyacının olmadığını,medeniyete beşiklik ve hiçbir zaman ışıktan mahrum olmayıp,ışıklandırdığını söyleyen”İslâmiyetin deha cevheri” yazarı fransız düşünürü R. Caratini şöyle der:”Bu insani ve fikri mayanın tuttuğu devir ortaçağ karanlığı ise,bugün kurtuluşu bulabilmek için,hepimiz ortaçağ karanlığı dedikleri zamana dönmeliyiz.”devamla:

            “Batı her şeyi yanlış anlıyor. Kur’an-a ve onun özüne dönüş,gericilik olamaz. Bu İslâmın özünde yok. Kur’an-ın özüne dönüş,yani batı dili ile fundemantalizm,İslam aleminin modern teknolojiyi ve müslüman olmayanlarla diyoloğu terk etmesi anlamına gelmez. Bazı ulema,İslam alemini hiçbir ekonomik ve siyasi kaideye bağlı kalmadan yaşatmak istiyorlar. Bazıları ise,İslâmın özüne dönebilmek için,siyasi iktidar sahibi olmak ve bu kudretle hedefe varmak niyetindeler.”[1]

            Bir Papaz olan Laura Veglieri’de şöyle der:”Cimri,yanık,medeniyet yollarından ve insan fikrinden uzak bir memlekette,vahşi her türlü zapt ve iradeye karşı serkeş kabileler arasında saf ve hayat verici bir pınar fışkırmıştır. Bu pınar İslâmiyettir. Kaynak o kadar coşkun idi ki,önce bir çay,sonra bir nehir halini aldı,muhtelif kollara ayrılarak bütün dünyayı dolaştı. Bu karıkalı meşrup nerede tadılmış ise orada,tefrikaya düşmüş milletler birleşirler,ihtilaflar sükunet bulur. İntikam hakkının hüküm sürdüğü aynı menşeden gelen kabileleri müttehid tutan,kan rabıtasından başka hiçbir şey içtima-i bağın tanınmadığı yerlerde,yeni bir his,aynı ahlak ve aynı din mefkuresiyle birleşmiş olan insanlar arasında kardeşlik hissi hakim olur. Bu ilahi pınar,önünde durulmaz bir sel halini alınca eski medeniyetlerin mağrur devletleri üzerine de görülmemiş bir kuvvetle atılmış ve hatta bu beldeler ahalisi hadisenin büyüklüğü hakkında bir fikir edinmeden,memleketleri teshir ederek,setleri yıkarak,muhtelif ırklardan tek bir millet yaratarak o devletleri sarmış,altüst etmiştir.

            Böyle bir hadise tarihte asla görülmemiştir. İslâmiyetin fütuhatında gösterdiği sürat,ancak bazı heyecanlı kimselerin akidesi olduktan sonra,milyonlarca insanın dini haline gelmesi şayanı hayrettir.

            …İslâmiyet hem din,hem kanundur. İnsanlara Allah’ı haber verdikten sonra şahsi hürriyet için bir takım sınırlar çizmiş ve ifası bir kudrete vabeste bazı hak ve vazifeler koymuştur. Fakat İslâmlar indinde halife dini bir şeftir,diktatör değildir. Lahuti hiç değil… Hak yolunu takip ettikçe kendisine itaat olunur,hak ve adalet yolundan ayrılırsa halk onu vazifeye davet eder. Ona ihtarda bulunur. Bu takdirde halkın sözüne kıymet vermezse yerine başka bir halife getirmek hakkını haizdirler.”[2]

            İnsan hakları İslâmdadır. Batının insan hakları beyannamesi 10-12-1948 yılının tufeyli olan bir mahsulü iken İslâmın ki 1400 senelik mahsuldar neticesidir.

            Sadece Veda Hutbesi batının kağıt üzerindeki göstermelik beyannamelerinin fevkindedir.

            Hürriyet yolunu açanlar laiklik gereği hürriyetleri alınmış ve idam edilmiştir. Bumudur laiklik?

            Gizli Kur’an okuma,gizleme,kaçma laikliğin uygulamalarındandır.

            Batıda dinin ve kilisenin hakim olmadığı bir kurum ve yer gösterilemez. Diyanet bile çok zincirlerle bağlı. İşte laikliğimiz.

            Din dersi öğretmeni her halde Dini anlatır. Öyle olması gerekir. Buna rağmen bir şikayet üzerine soruşturmaya gelen İlçe Milli Eğitim Müdürü;sınıfta örtüden bahsedip bahsetmediğimi sordu. Bende ;-Evet-dedim. Nasıl olduğunu sorunca bakanlığın bana anlatmam gerektiğini söyleyip;Setr-i Avret konusundan dolayı nasıl örtünmesi gerektiğini izah ettim. Örtünme konusuna üç sebebten birisiyle girecektim;Ya gündemde olan bir soru üzerine veya namazdaki örtünmeyi anlatmak amacıyla veya talebeleri bu konuda aydınlatmak,doğru bilgiyi yine o dersin sorumlusu olan bir kimse tarafından öğreneceklerdi.

            Bunun üzerine sayın müdür;Hayır ben onu demek istemiyorum,siz sevdiriyor musunuz –diyerek sözü değiştirdi. Bende;anlatmakla yükümlü olup,kimseyi zorlamayacağımı,kabul edip etmemek onlarındır diyerek,sözü bitirdiğimde haklı bulup ayrılmıştı.

            O bunu laiklik adına yapmıştı.

            Harpten çıkmış olan millet bitkin bir haldedir. Kendini bırakmış, hiçbir şey düşünmemiş, düşünecek halde de değildir.  

           Bazılarının ise hesabı vardır.M. Kemal bu hesabı çok iyi yaptı. İnkilabları uygulamak, laikliği yerleştirmek için birinci meclisi değiştirdi. Çünkü onlar Osmanlı meb’usu idiler,mücadeleleri,zorlukları,geçmişi bilen vatanperver idiler. Derken ikinci meclis de değişti. İstenilen seviyeye gelinmiş,arzu edilen kimseler yerleştirilmişti. Konuşan olursa Topal Osman-lar,Ali Şükrü’leri kaldırmak için… Üç Ali’ler de hazır beklemekteydi.

            Geçmişe aid ne varsa silindi hepsi… İnkilab ve laiklik uğruna…

            Ali Şükrü gibi inkilab kurbanlarının vasfı bu vahim durumlara tahammülsüzlükleri idi. İsmet İnönü’nün ifadesiyle:”Ali Şükrü bey meclisin en sert bir üyesi ve özellikle Atatürk’e karşı son derece insafsız ve kırıcı ifadeler ve hareketlerle muhalefet eden bir unsuru idi.” Veya Falih Rıfkı Atay’ın deyimiyle:”Mecliste M. Kemal’den kuşkulanan en tehlikeli ve azgın grup muhafazakar takımı idi.”[3]

            Çünkü Ali Şükrü hesap sormaktadır. “Mehmetçiğin süngüsü ile kazanılan muazzam zafer Lozan’da heba edildi. Lord Gürzon’un oyunlarına kurban gittik.”[4]

            Anayasada,parti proğramların da yer alan:”Devletin dini,dini İslâmdır.” Dine,dini inançlara saygılı olma,gibi ifadeler laikliğe feda edilerek kaldırıldı. Kurulan İstiklal Mahkemeleri önce asmayı kararlaştırdı,sonra da ifade aldı,göstermelik olarak… Edirne’den Kars’a kadar bu kıyım sehpaları işledi.

            Takrir-i Sükunla millet susturuldu,ağızlar tırpanlandı. İslâmiyetin girdiği bütün müesseselerden çıkarılması birinci hedef olarak,Lozan anlaşmasının gereği olan:”Din öldürülecektir.” kararı uygulanmaya başlandı. Din çıkarıldı,yerine konulan laiklik ise –hala muğlaklığını koruyup ve öyle olması da istenerek- boşluğu doldurmak şöyle dursun,yeni bir çok boşluklara ve asırlık kavgalara zemin hazırladı.

            Laiklik hala halkla çatışma halindedir. Bu durumda da halk laikliğe feda edilmesi tercih edilirken,laiklik halka feda edilmeyip,inkilabların bekçiliğini yaparak,halkın ve hakkın üzerinde tutularak kabul edildi. Vücuda giydirilen laiklik elbisesi ve kumaşından kesilip vücuda göre biçilmedi,belki vücuttan kesildi. Haklı feryatlar çıkmaya başladı.

            Amerika laik;Turgut Özal’ın da dediği gibi,paralarının üzerinde:”In God we Trust” yani –Allah’a inanırız.”yazılıdır.

            Bush-Nixon yemininin İncile el basarak yaptı ve orada devlet dinden ayrı olup,din işine de karışmaz. Mahkemede yeminler İncil üzerine yapılır. Avam kamarasında toplantı İncil okunarak açılır.

            Türkiye ise bu sistemle 63 yılın 25 yılını yani yüzde kırkını sıkı yönetimle geçirmiştir.

            Avrupa da Gırnata el Hamra sarayının duvarları baştanbaşa –Allah dışında galib yoktur.-yazılı.[5]

            Ruşen Eşref Ünaydın’ın da anlattığı gibi:”Laikiz dedik,dinle alakamızı devlet olarak kestik. Cumhuriyetiz dedik,rejimimizi tehlikeye düşürmemek için saltanat devrini kötüledik. Kazanılmış büyük zaferleri bile birkaç satırla geçiştirmeye kalkıştık. Latin harflerini aldık,yeni nesilleri binlerce yıllık tarih hazinesinden mahrum bıraktık.”[6]

            Ahmet Taşgetiren laikliğin İslâmiyeti tecrid ettiğini şöyle anlatır:”Laiklik Allah’ı devreden çıkaran ve insanın hükmünü putlaştıran bir doktrindir. Bo doktrinin,müeyyidesiz karakteriyle,insanın her türlü olumsuz eğilimini de putlaştırması kaçınılmazdır. Kıyıcılığı,sömürgeciliği,haksızlığı,ahlaksızlığı,laik insanın hakimiyet kazanması nisbetinde putlaştırması kaçınılmazdır. Türkiye’de düzen,bunca haksız bir niteliğe bürünmüşse,bunun altında,laik karakterden daha başka bir motif aramak boşuna çaba sarf etmektir.

            … Sapkınlıları laiklik özendirmiyorsa da İslâmsızlık özendiriyor. İslâmsızlık ise laikliğin ürünüdür. Yani nereden bakarsanız bakın bu ahlaksızlıkların özünde laiklik sendromu vardır. Ancak bunun bu netlikte kabulü laikliği iman haline getirmiş bir kişi için zordur. Laikliğin ahlaksızlığı yoksa da ahlakı da yoktur. Ve toplum değerleri de boşluk kabul etmez. Eğer ahlaki alanı boşaltmışsanız,onun yerini saydığınız şeylerin doldurması kaçınılmazdı. Laiklik toplum değerlerini İslâmdan tecrid etmeğe yönelmişti. Bugünde sonuçlarını devşiriyor. TV-de,sokakta,mektebte…”[7]

            Laiklik:1)İslâmı kendimize uydurmayı esas alır.

2)İslâmiyet hristiyanlık gibi sadece ahiret dini değildir. Zira onlarda ruhbanlık yani evlenmemek ve evlenmemeyi ibadet ve sevab itikad etmişlerdir.[8] İslâm ise kanunlar doğrultusunda,müsaade nisbetinde yaşanılmaktadır.

3)Hristiyanlık belli bir kavme gelmiş olup ahlak konularını ihtiva eder. Dünya ile ilgili hiçbir hüküm,emredip yasaklayıcı ahkam yoktur.

4)Sanki laiklik İslâmın önüne bir sed olarak yapılmış,esintisinden bile rahatsızlık duyulmakta,hatta öcü gibi bakılıp,korkulmaktadır.

5)İslâmiyet ismin Ali olup,Coni gibi olunmak demek değildir. İslâmiyet hem şekilde,hem de manada hakim pozisyonundadır.

6)Fert ve millet olarak baktığımızda,asırlar içerisinde acaba nasıl ve hangi durumdayız. Dünya mı,ahiret mi,ikisi de mi kazanılmış,yoksa kaybedilmiştir?

7)Her şeyin bir bedeli vardır. İmanında bir bedeli olacaktır. Oda ödenmesi ve yaşanması gerek…

            İngiliz ajanlarının müslümanların kuvvetli noktalarından tahrib etmeye çalıştıkları maddelerden biri:”Müslümanların akidelerine bid’atlar sokup,İslâmı gericilik ve terör dini olmakla,itham edeceksiniz. İslâm memleketlerinin geri kaldığını,sarsıntılara maruz kaldığını söyleyecek ve böylece onların İslâma olan bağlılıklarını zaifletmiş olacaksınız.”[9]

            Başkalarına laikliği uygun gören İsrail oğulları kendilerine neden uygun görmemektedirler?

            Mısır devlet başkanı müteveffa Enver Sedad’ın müsteşarı Hasan Tahimi’nin başkanlığında,müslümanların Camp David anlaşmasına karşı muhalefetlerini kırmak için bir komisyon kurulmuştur. Bu komisyonun diğer bir amacı da (İhvan-ı Müsliminin ve) İran’daki İslâm inkilabının tesirini yok etmek ve İslâmın uyanışını önlemekti.

            Komisyon üyeleri,raporun metni,topladıkları istihbaratın özetinden sonra almış oldukları önleyici tedbirlerde:”Israrla laiklik yani din ve siyaset ayırımı düşüncesi işlenmeli. Müslümanlar devamlı taciz edilmeli,maddi ve manevi bakımdan sürekli baskı altında tutulmalı.

            Okullarda İslâm tarihi ve din dersleri proğramları yeniden ele alınmalı,din siyasetten ayrılmalıdır. Din yalnızca ahlaka bağlı olarak anlatılmalı. Hilafet ve bilhassa Osmanlıların halifelik müessesesi çok kötü ve çirkin bir şekilde tanıtılmalı. Ayrıca sürekli batının kiliseden ayrıldığı için hızla ilerlediği vurgulanmalı.

            Müslüman ulemaya bilhassa düşünceli olanlarına karşı iftira ve karalama kampanyaları açılmalı ve onları halkın karşısında küçük düşürmeliyiz. Zaman zaman aşırı müslüman dincileri gündeme getirerek onları tutuklamalı,halkın onlara yönelmesi yerine onlardan soğuması için kahramanlıklarını okşayarak ölçüsüz girişimlerde bulunmalarını teşvik etmeliyiz. Ayrıca onları red cephesi devletlerinin yani Camp David anlaşmasına karşı olan Libya ve Irak gibi devletlerin ajanları olarak göstermeliyiz.

            Üniversitelerdeki müslüman öğrenci liderlerinin ellerine dolaylı yoldan sınırlı miktarda patlayıcı maddeler ve silah koymalıyız. sonra bunları bahane ederek müslüman cemiyetleri tasviye edebilir,onlara dehşet ve ibret verici cezalar vererek diğer müslümanları caydırabiliriz. Cemiyet-ül Tekfir ve Şeyh Zehabi gibi liderler bahane edilerek müslümanlar yok edilebilir. Üniversitedeki kızlar ve çalışan kadınlar İslam düşüncesine karşı tahrik edilebilirler. Aynı zamanda erkeklere karşı da kolaylıkla kışkırtılabilirler. Çünkü İslam ahlakı ve aile sistemi kadınlara bazı kısıtlayıcı emirler getiriyor. Bunları abartıp,kızları ve kadınları hem İslâma hem de erkeklere karşı kışkırtarak harekete geçirebiliriz.

            Okul ve üniversitelerde öğrencilik dönemlerinde İslâm hareketi ile irtibatı olmuş kimseler ve sakallı gençler kesinlikle polisliğe,askerliğe ve devletin hassas mevkilerine alınmamalı,mevcut olanlarda önemsiz ve uzak bölgelere tayinleri çıkarılarak uzaklaştırılmalı. Müslümanların birliğini bozup aralarına nifak sokmak ve itimatsızlık oluşturmak için onlardan birbirlerini ihbar ediyormuş gibi ifadeler alınıp,bunlar yazıya dökülerek yayılmalı ve onların yüzleşmeleri önlenmeli ki gerçek ortaya çıkmasın. Aynı zamanda bütün müslümanlara ve İslâma karşıymış gibi görünmemek için sert tavırlarla çıkış yapmamaya dikkat etmeliyiz. Çünkü böyle yaptığımız takdirde müslümanlar,müslüman kardeşlerle bütünleşerek bize karşı koyabilirler.”

            Mısırda icra edilen bu oyun bizde de tamamen bir benzerlik arz etmektedir.

            Bizdeki laiklik batı usulü laiklik değildir. Batıda amiri de memuru da kilise ve İncille iç içedir. Bizde ise küs durumda olup,sırtı dönüktür. Ne zaman ve ne kadar hatırlanılmaktadır?

            Ali Ulvi Kurucu bir dostunun anlattığı bir hatırayı şöyle nakleder:”1974’de Türkiye’den 150 bin kişi hacca gelmişti. O zamanki Endonezya başbakanı Dr. Muhammed Nasır’da hacca gelmişti. Kendisiyle tanışırdık. Ziyaretine gittim. Bana-Türkiye’den bu sene hacca kaç kişi geldi? diye sordu. Ben,150 bin,deyince,Allah’a şükrederek secdeye kapandı. Gözleri yaşarmıştı… Bende heyecanlanıp ağladım. Dedi ki,-Lozan-ı ben iyi bilirim. Ben bir diplomatım. Lord Gürzon Balkan ve Birinci dünya harbinden ve kurtuluş savaşından bitkin vaziyette çıkan Türklerin işini bitirmek istiyordu. Bunun içinde ruh kökünden koparmayı planladı. Ortamı da müsaid görünce –Hristiyan olun,her şey bitsin.- Eğer halk isyan edecek duruma gelirse LAİKLİK DE anlaşırız,diyordu. Lord Gürzon’un istediği laiklik Rusya tipi bir anlayıştı. Şimdi bakıyorum,Türkiye’de lozandan sonra tek bir kilise yapılmadı. Ama bizim zayıf bir dönemimizde bize yardım teklif eden batılılar,önce hastahanelerle işe başladı. Millet fakirdi. Açtıkları hastahanelere hristiyan kuruluşlarından bol bol ilaç yardımları da geliyordu. Ama her hastanenin yanında bir kilise kurulmuştu. Tedavi edilen Endonezyalı’ya;-Bak sana şifayı Mesih İsa veriyor. (Haşa),gel seni bir takdis edelim deyip,cahil hastanın üzerine bir haç çıkarıyorlardı. Şimdi tezada bakın,ben düşünüyorum da şuna varıyorum:”Sizin milletiniz,kendisini Allah (CC) için cihada vakfetmiş. Şehid olup Allah yolunda can verirken sâfiyane ve kalbinden gele gele ellerini Allah’a açıp:”Ya Rabbi! evlatlarımın ve geride kalanlarımın imanı sana emanet.”diye dua ediyor. Onun içinde her şeye rağmen sizin nesilleriniz İslâmiyetten dönmüyorlar. Zira Allah’a tevdi edilen bir emanet asla zayi olmaz.”[10]

Bediüzzaman’ın talebelerinden Ahmet Feyzi Kul,laikliği ihlal suçundan mahkemeye verdiği uzun beyanatında özetle şöyle der:” Biz,kominist usulü laiklik istemiyoruz.[11]

Zira uygulamalar o doğrultudadır. Mesela:Celal Bayar;”Bir inkilapçı için bütün mürtecileri feda ederim.”[12]

Celal Bayar:”Biz Türkiyede şeriatı yaşatmayacağız.”[13]

  1. Sezgin:”Biz laik,Kemalist gençlik istiyoruz.”[14]

1937’de İnönü ve 180 arkadaşı adına verilen önerge ile kabul edilen laiklik[15] ‘den sonra Türkiye’nin genelindeki hal insanlık tarihinde eşine rastlanmayan uygulamalardır. O. Y. Serdengeçti’nin ifadesiyle:” Allah diyenlerin Yallah diye hapishanelere atıldığı” yıllar…

M.P.si meclis grubu reisi O.N.Köni:”Türkiye’de hristiyanlar,Museviler var,dini işlerini cemaatları görür. Bütçeleri buraya geliyor mu? İşlerine karışıyor muyuz? Bu ayrılık,gayrılık nedir? Onlar,bu sahada daha mümtaz yaşıyorlar demektir.

İbadetin şekline de karışıyoruz;şöyle kamet getirilecek,böyle ezan okunacak diye… Buna da hakkımız yoktur.

Bu müdahaleler anayasaya da,demokrasiye de aykırıdır.”[16]

Daha neler ve neler mi? Asırların bitiremeyeceği meseleleri satırlar bitiremez. İşte özetle:”1925’de M.E.B.ı olan Mustafa Suphi Din derslerini tümüyle yasaklar.”,”Camilere sıra konup,adı müslümanlık olan yeni bir hristiyanlık dini üretilmeye çalışılır.”,Mary Adkinns adındaki bayan misyonerin ifade ettiği gibi:”Amerika Türkiye üzerindeki emellerine ancak müslüman halkın hristiyan olması ile erişmiş olur.” emeline çalışılır. “Yıkılan ve ahır yapılan Türbeler.”,”Yakılan Kuran’ı Kerimler,Kilitlenen ve dinamitlenen camiler,Kur’an-ı Kerim-i okuturken dövülen kadınlar,yahudi Vakko’ları memnun etmek adına idam edilen Atıf Hocalar…

“O günler öyle günlerdi ki evinizden çıktınız mı,acaba hangi sokağa sapsam ki;darağacında sallanan bir adamla karşılaşmasam,derdiniz. Zira adım başı asılan birine rastlanıyordu. Bir defasında Hacı Bayrama giden dört yol ağzında böyle bir darağacıyla karşılaşmıştım. Anlaşılan pek dalgın yürüyormuşum ki,kendimi,birdenbire yüksekçe asılmış bulunan bir adamın ayaklarının altında buldum. Bu zat sonradan öğrendiğime göre Altındiş Halid namında birisiymiş. Darağacını bekleyen jandarma bana bir dipçik vurdu. Elimdeki çantayı fırlattım,ayakkabılarımı çıkartarak istasyona kadar koştuğumu hatırlıyorum.”

Bütün bunların sebebi ne idi? Bunlar, Atatürk’ün İnönüye şifreyle bildirdiği üç şey içindi:”Yeni Türk tarihinin dönüm noktaları üçtür:

1)Çete rejiminden ordu rejimine geçilmesi;

2)Lozan andlaşmasının yapılması;

3)Cumhuriyetin kurulup inkilablar rejimine başlanması…

Bu, üç büyük hadisede Atatürk’ün sağ eli,İnönü’dür.”[17]

Ancak şu garabetlere bakınız ki:”Ne dindara ne de dinsize ilişmemek”[18] tarzında hareket etmesi icab ederken;tersine işleyip,müslümanların kıyımı noktasında gerçekleştirilir. Şapkaya muhalefet etti gerekçesiyle bohçacılık yapan Şalcı Bacı adında bir kadın,içinde yazar Çetin Altan’ın dedesi kumandan Tatar Hasan Paşa’nında bulunduğu heyetçe idam edilir.[19] Ve 1939’da köy imamı olan İsa Parlak’ın şapkaya muhalefetinden dolayı vatandaşlıktan çıkarılmasıyla,aynı halin devam edip,hala vatandaşlığa kabul edilmemesindeki garabet…[20]

“Tek parti iktidarı,en masum dini hareketlerin laiklik bahanesiyle önlendiği bir devir oldu. Dini bir risale neşretmek veya bir gazete sütununda Dinden bahsetmek cesaret meselesi olmaktan da çıktı,resmi yasaklar arasına girdi. 17-5-1943’de Dahiliye vekaletine bağlı Matbuat umum müdürlüğü tarafından gazetelere gönderilen tamimde,dinden bahseden bütün yazı ve tefrikaların on gün içinde hitama erdirilmesi emrediliyordu. Gerekçe:”Biz her ne şekilde ve surette olursa olsun,memleket dahilinde dini neşriyat yapılarak dini bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dini bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz.”[21]

Müslümanların İslâmiyeti yaşamaları ve öğrenmeleri bizzat devlet eliyle engellendi. Engizisyon mahkemelerini unutturan,utanç duvarını çatlatan,haçlı seferlerini unutturan 163. madde ile,halkla İslâm arasına sur ve Çin seddi örüldü.

Hekimoğlu İsmail’in deyimiyle:”Türk ceza kanununun 163. maddesi de,dinsizlikten dine geçmek isteyenlerin prangasıydı. Bunun için her dindar,163-ü görünce ürperir.

Zulmün abidesi olan bu madde kanun mantığına da aykırıydı.

Anayasada ve ceza hukukunda laikliğin tarifi yoktur.”der.[22]

Bunu Süleyman Demirel’de söyler:”Cumhuriyetin temelinde laiklik ilkesi yoktur.”[23]

O 163. madde ki[24] şöyledir:”Laikliğe aykırı olarak,devletin sosyal veya ekonomik veya siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla cemiyet tesis,teşkil,tanzim veya sevk ve idare eden kimse,sekiz yıldan on beş yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır.

Böyle cemiyetlere girenler veya girmek için başkalarına yol gösterenlere beş yıldan on iki yıla kadar ağır hapis cezası verilir.

Laikliğe aykırı olarak,devletin sosyal veya ekonomik veya siyasi veya hukuki temel düzenini,kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya siyasi menfaat temin ve tesis etmek maksadıyla dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek, her ne suretle olursa olsun propağanda yapan veya telkinde bulunan kimse beş yıldan on yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır.

Yukarıdaki fıkralarda yazılı fiilleri devlet daireleri,belediyeler veya sermayesi kısmen veya tamamen devlete ait olan iktisadi teşekküller,sendikalar,işçi teşekkülleri,okullar,yüksek öğretim müesseseleri içinde veya bunların memur,müstahdem veya mensubları arasında işleyenler hakkında verilecek ağır hapis cezası üçte bir nisbetinde arttırılır.

Üçüncü ve dördüncü fıkralarda yazılı fiiller,yayın vasıtaları ile işlendiği takdirde verilecek ceza yarı nisbetinde arttırılır.”[25]

“163. madde Din hürriyetinin kanlı katilidir.”diyen merhum avukat Bekir berk:”Türkiye’nin 67 vilayetinin 66’sında Sulh ceza,Asliye ceza,Ağır ceza,Ağır ceza Yargıtay,askeri mahkemeler ve askeri yargıtay’da laikliğe aykırı hareket ettiği iddiasıyla mahkemelere sevk edilen,karakollara tıkılan,hapishanelere atılıp zindanlarda çürütülen müminlerin müdafaasını deruhte ettim.”ve devamla:

“TCK’nın 163. maddesi dinin gereklerini kimseye zarar vermeden eda etmek,tenevvür etmek isteyen,iman icablarını yerine getirmek isteyen müminlerin üzerinde bir zulüm kamçısı,bir cellat satırı olarak kullanıla gelmiştir.”

Başlangıçta bu maddenin ne şekilde kabul edildiği,ne şekilde tatbik edileceği,ancak ne şekilde tatbik edildiği hususunda 1950’den önce mecliste yapılan muhalefette DP adına Muammer Alakan şöyle tenkitte bulunmuştur:”163. maddeyi tedkik ettiğimiz zaman burada vicdan hürriyetine,fikir hürriyetine karşı büyük baskıların olduğunu görüyoruz.Vatandaş,mübhemiyetle karşı karşıyadır. Bununla kominizm aleyhtarı propağanda yapılmayacaktır.

Arkadaşlar bununla bilerek veya bilmeyerek kominizm mücadelesi yapılmak istenirken onun karşısına bir taviz kondu,dinde ceza-i müeyyidelerle karşı karşıyadır. Şimdi arkadaşlar geliniz burada bir anlaşma yapalım. Memleket,dünya karşısında bizi hacil düşürecek vicdan üzerindeki ve fikir hürriyetini bağlayıcı hükümleri kaldıralım. Vicdan hürriyeti,fikir hürriyeti,düşünüş hürriyeti ve bu devletin bekasını,emniyeti ihlal etmedikçe bunları söylemek hürriyeti mahfuz kalmalıdır. Biz memlekette demokrasiyi kökleştirelim derken biz memleketin anti-demokratik kanunlarını kaldırmak durumundayken bunların aksine,engizisyon kanunlarında görülen vicdanları ve fikir hürriyetini aynı derecede tazyik eden kanunlar vaz etmek selahiyetine malik değiliz. Bunun için bu cihete asla gitmemeliyiz arkadaşlar. Arkadaşlar bu istibdattır. Buna hiçbir akıl v mantık cevap vermez. Biz,bunun için teklif edilen bu maddeyi anti-demokratik buluyoruz. Ve demokratik hakların tatbikinde baskı vasıtası olarak kullanılacağını telakki ediyoruz. Başbakanın bunu demokrasiyi tatbik etmek için,demokrasiyi korumak için teklif ediyoruz şeklindeki sözleri hayret uyandırmıştır. Bu sözler,hürriyet uğruna giyotine gönderilen madam Rola’nın sözlerini hatırlatıyor:”Ey demokrasi senin adına,senin namına nasıl kanunlar tehdit ediliyor.”diyordu.

Gerçekten de 40 yıl boyunca bu millete giyotin içittirilircesine;zulüm,baskı,kominizm ve anarşiye pirim ve rüşvet verilmiş,ekilip-yeşertilmiş,din ve mukaddesatına bağlı olanlar susturulmuş,ektikleri güller soldurulmuş,ekimine de son verilmiş. Ve işte şimdiki derdiklerimiz!!!

Aynı konuda İstanbul müstakil milletvekili Osman Nuri Köni’de endişesini şu şekilde dile getirir:”Bu kanun anayasaya aykırıdır. Tekrar ediyorum kusura bakmayınız ki bu tasarı dinsizlik hakkında hiçbir fıkrayı ihtiva etmiyor. Dinsizliği terviç ediyor,bu anayasamıza muğayirdir… Dini İslâma tecavüz vardır bu fıkrada. Bu ne derece doğrudur takdirinize ve vicdanınıza bırakıyorum arkadaşlar. Din propağandası yapılmıyacak deniyor ,fakat dinsizlik hakkında sükut. Yani yapılacak deniyor. Bunun manası budur. Laiklik maskesi altında bir tahakküm meydana getirmektir. Eğer başbakan demokrasiden bahsetti ise bu hürriyetsiz demokrasidir. Açık söylüyorum beni ikna etsinler, görünüş de demokrasi müessesatımız var hem demokrasiye sığınıyorlar hem de onu yıkmaya uğraşıyorlar.Halbuki öyle inkilablar,din müessesesine tecavüz mahiyeti taşıdıkları takdirde vasıtayı istibdat,vasıtayı zulüm eder. İstihsal edilen gaye nedir?

Tasarı,dine bilhassa dini İslâma tecavüz taşıyan hükümleri ihtiva etmektedir. Rica ederim bu kanunu tekrar tekrar okuyunuz. Vicdan ve fikir hürriyeti bumudur? Halbuki başbakan hakiki demokrasiden bahsediyor alemi kandırmak,aldatmak için. iz adli baskı icad ediyorsunuz. Adliyeyi de manen öldürüyorsunuz,alet ediyorsunuz ne diyeyim? Bu masum milletin mezarını kazıyorsunuz,başka diyecek bir şey yoktur. Milleti esir gibi yaşatmak istiyorsunuz. TBMM size hitab ediyorum,bu tasarı dini İslâma tecavüz,laikliğe külliyyen muhalif ve anayasayı ayaklar altına alan bir tasarıdır.”

Bu madde insanları diri diri gömme sanatıdır. Demokrasi havariliği yapanların aldatmacasıdır. Vicdanları sönmüşlerin bir takdiridir. Buna karşı sükut sükut değil,tam bir sukuttur,düşüklüktür. Okunmayan bu kanunu hayatımızla ödedik.

O.N.Köni’nin:”Hükumeti Osmaniyenin son zamanlarında,bilhassa mütareke devrinde,memleketi asla sevmeyen bir sadrazamı vardı. Damad Ferid,öyle değil mi? Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin Damad Ferid Paşası işte bu Şemseddin (Günaltay)beydir.”[26] dediği o zamanın başbakanı olan bu zat ise şu sahte kılıfı giydiriyordu:”Hiç merak etmeyin bu madde böyle olacak,fakat hiçbir vakitte tatbik olunmayacak. Ancak pek fevkalade ahvalde yani;”Şeriat isteriz.”gibi bir ihtilalde nazarı dikkate alınmak için yapılmıştır. Biz memlekette ihtilal ve irtica-ı yaşatmayacağız. Buna meydan vermemek için çalışıyoruz. DP başkanı Celal Bayar ile bu meseleyi birkaç defa konuştum. DP başkanı daima irtica endişesini izhar etti. Bende kendisine irticayı önleyecek kanun tasarısı hazırlayacağımızı söyledim. Sizlere mi başkanınıza mı inanayım? Rica ederim samimi olunuz efendiler. Kanun belki hiç tatbik edilmez,fakat hükümet elinde böyle bir kanun bulunması memleket düşmanlarına ve fena düşünenlere karşı hükümeti önleyici imkanlarla tatbik edilecektir.”[27]

Demoklesin kılıncı gibi,elde hazır bulunan kof bir iddia. Bunca yıldır kimin tehlike,kimin dost olduğu maskelerin düşmesiyle daha net görülmektedir.

Laiklik neymiş bir de bunu Halide Edib Adıvar’ın bir hatırasından dinleyelim:

“Edinburg Muharrirler Kongresinde bizimle çok alakadar ve çok kuvvetli hristiyan ve dindar olan biri demişti ki;

“Sizdeki Laisizm,nihayet İslam dinini kaldıracak ve hepiniz hristiyan olacaksınız.”Ben gülerek;

“Müslümanların hristiyan olmaya ihtiyaçları yoktur. Çünkü hristiyanların insani yüksek tarafı esasen İslamda da vardır.”demiştim. O da dedi ki:

“Laisizm ruhunu,İncil’deki bir hikaye ile ifade eder. Musevilerin sofu ve riyakar bir zümresi olan Pharisee’ler,musevileri yıktığına inandıkları ve düşman bildikleri İsa’nın ayağını kaydırmak ve ona Romalılara yok ettirmek maksadıyla ona ajanlar gönderiyorlardı. Bunlardan birisi Hz. İsa’ya:”Sen doğru bir adamsın efendim. İnsanlara Allah’ın yolunu gösteriyorsun. Bu halde Sezar’a (Kayser’e,Roma hükümdarına) vergi vermek doğru mudur? diye sormuştu. İsa:

“Vergi parasını bana gösterin.”demiş. Sonra’da Sezar’ın resmini işaret ederek:”Sezar’ınkini Sezar’a,Allah’ınkini Allah’a verin.”demişti…

(Ve adam sözüne şöyle devam etti:

“Bana öyle geliyor ki hanımefendi:Siz Türkler,Laisizmi yaparken yalnız Sezar’ınkini değil Allah’ınkini de Sezar’a verdiniz.”[28]

Ne kadar benziyoruz değil mi?

Bediüzzaman’da laiklik konusunda şu açıklamalarda bulunur:”Hükümetin laik cumhuriyeti dini dünyadan ayırmak demek olduğunu biliyoruz. Yoksa,hiçbir hatıra gelmeyen dini reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak demek olduğunu,gayet ahmak bir dinsiz kabul eder. Evet,dünyada hiçbir millet dinsiz olarak yaşamadığı gibi;Türk milleti misüllü bütün asırlarda mümtaz olarak,bütün aktar-ı cihanda,nerede Türk varsa müslümandır.”[29]

Yani:”Dini dünyadan tefrik edip-bîtarafâne kalmak- prensibini kabul etmiş;dinsizlere,dizsizlikleri için ilişmediği gibi;dindarlara da,dindarlıkları için ilişmemesi o prensibin icabatındandır.”[30]

CHP’nin 1947 tarihli kongresinde laiklik tarifi şöyle yapılmıştı: “Laiklik, yalnız din ile siyasetin arasında bir alâka kurulmaması değil, sosyal hayatın her yönüyle din arasında münasebet kurulmamasıdır. Binaenaleyh laiklik, sosyal hayatın her yönünü, müsbet bilimin verilerine uydurmasını tazammum eder” (1947 tarihli CHP kongresi metninden).[31]

Bediüzzaman 1908 yılı Aralık ayında;Tanin baş yazarı Hüseyin Cahid’in”Laiklik”isteyen yazısına karşı verdiği cevapta:”Bana öyle geliyor ki,sizlerin hatası bilhassa şu noktadan istikametleniyor. Ve çıkış istikameti hatalı olduğu için elde edilen neticeler,tezatlardan kurtulamıyor. Sizler,İslâmiyetin esas hükümlerinin üzerinde temelini bulmamış zihniyetle,başka dinlerin ve kavimlerin mecralarından muhassallaşmış neticeler alıyor,bunların üzerinde,zamanın icablarını mülahaza ediyorsunuz. Bu hatadır. Çünkü,dünya yüzündeki dinler arasında münhasıran İslâmiyettir ki,kendi mensubları için,hayatın iki safhasında da,hükümleri ebedi kıstaslar koymuştur. Münâkehât,muamelat ve ukûbatın ihtiva ettiği esaslar haricinde,bir insanın dünya üzerindeki hayat safhasına giren hangi mevzular kalıyor. Bunu hiç düşündünüz mü? Emin olunuz ki,yoktur. Yalnız yapılacak olan,akıl ve irfanın yolu ve nuru ile,içtihadın vazifesinin,yalnız mahsus olmayan hususata münhasır olmayıp,örf ve adata da müstenid olan,ahkamı mahsusa da dahi,içtihadın vazifesini müdrik olmaktır.

Ey Hüseyin Cahid bey! Zat-ı aliniz,bu şekilde zamanın tağayyürü halinde ahkamın tebeddülü esasını kabul edebilmek cesaretini ve dur-endişliğini göstermiş zihniyet önünde,sadece şükran ve hayranlık hissetmeden nasıl oluyor da,başka dinlerin çaresizlik içinde tutmaya çalıştıkları bedbaht istinadgâhlar üzerinde dolaşıyorsunuz. Bunu izah edebilir misiniz?

Edemezsiniz,çünki,sizlerin en büyük hatanız,bizimle hiçbir maddi-manevi münasebeti olmayan menbaları,bizim için kabil-i tatbik kabul etmeniz,yaşadığımız zamana da bu esasata göre boyanmış renkli camlarla bakmış olmanızdır.”[32]

Yani;aleme ve her şeye boyanmış renkli ve de siyah camların arkasından bakıp,değerlendirmenin diğer adıdır laiklik… Renkli camın arkasındakinin hakikatı her ne olursa olsun,camın rengi değiştikçe hakikatın rengi de değişmekte ve ona göre şekil almaktadır. Boyalı laiklik,renkli dünya. Rengarenk insanlar ve alemleri. Boyalı fikirler ve zikirleri…

Almanyanın tanınmış ilahiyatçılarından Prof. Hans Küng laiklik konusunda:”Laik kafa yapısına sahib olanlar dünya insanlığı hayatında,insanlık tarihinde dinleri çok önemli bir faktördür. Ve bu,bugünde aynen geçerliliğini muhafaza etmektedir. İslamiyet:”Din insanların şahsi meselesidir umumla alakalı değildir.”diyenler aksini açık ve net bir şekilde ortaya koyuyor. Ve yine din ile siyasetin yani devlet işlerinin basitçe birbirinden ayrılamayacağını yine İslâmiyetten öğreniyoruz. Biz politikayı,siyaseti ve ekonomiyi bir tarafa din ve ahlakı diğer tarafa koyuyoruz,fakat neticede ortaya çıkan bunun yanlışlığıdır. Bunun en bariz misalleri de,halkımız arasında idareciler hakkında:”Onlar yukarıda her şeyi yapıyorlar ve bu hakkı nereden alıyorlar?”sorusu hiç de haksız değil.”[33]

İngiliz tarihçisi Arnold Toynbee’de:”-Kurtulmak için ne yapmamız gereki-yor?sorusuna verdiği cevapta:”POLİTİKA alanında dünya hükümetini başaracak kurucu bir sistem hazırlayın. EKONOMİ alanında,serbest yatırım ile sosyalizm arasında uzlaştırıcı (yer ve zamana göre değişebilme esnekliğine sahib) (Yazar burada sosyalizme atıfta bulunması önceki yaşantısının etkisinin bir belirtisi olarak görülmektedir.Bu gün yıkılan rusya ve dünya sosyalizmi,sosyalizmin hiçbir reçete olabilecek özelliğe sahib olmadığını göstermekte,despot bir idareyi hedef almaktadır. )çalışma düzenleri bulun. RUH alanında laik üst yapıyı dinsel kurumlarla birleştirin. Bu gün batı dünyasında bu amaçlara ulaşmak için çalışmalar yapılıyor. Eğer bu üç alandaki amacımıza ulaşırsak,medeniyeti ayakta tutmak savaşında zafere ulaşabiliriz….

Bu üç görevden Din alanında olanı ilerde çok önem kazanacaktır. Ruhsal diriliş öyle bizim istediğimiz zaman gerçekleşecek bir olay değil,ruhsal olgunlaşmayı yavaşça izleyen bir olay.”[34]

Sakın Yahudi Agop gibi olmayalım. Agop hanımına gelir,yahudi dinini bırakıp hristiyan olacağını söyler. Oda sen bilirsin,der. Papaza da gelerek hristiyan olduğunu açıklar. Ancak bir müddet sonra hristiyanlığı beğenmediğini papaza söyleyerek hristiyanlıktan ayrılır ve müslümanlara gelerek İslâmiyeti araştıracağını söyleyerek,araştırmaya koyulur.. Ancak ömrü kifayet etmez,bir müddet sonra müslüman olamadan ölür.

Agop’un hanımı kocasını gömmek üzere yahudilerin mezarına götürür. Ancak yahudiler onun kendi dinlerini terk edip,hristiyan olduğunu söyleyerek kabul etmezler. Hristiyan mezarlığına getirdiğinde onlarda;evet,hristiyan olmuştu ancak bir müddet sonra ayrıldığından dolayı kabul edemeyiz-derler. Müslümanların mezarlığına getirdiğinde ,müslümanlar da kabul etmezler,çünkü onun İslâmiyeti araştırmakta olduğunu ancak daha müslüman olmadan öldüğü için kabul edemeyeceklerini söylemeleri üzerine hanımı kocasının başı üzerinde oturup bir yandan ağlarken bir yandan da şöyle feryad eder:Aaah Agop aah…Musa’yı küstürdün,İsa’yı terk ettin,Muhammed’i de bulamadın,kaldın ortada,kaldın ortada. Vay senin haline,vay senin haline…

Sakın bizim laikliğimiz de Agop’laşma olmasın?

Kendi değerlerimiz var iken Avrupa’ya dilencilik neye?”Avrupa’ya dilencilik etmek İslam adına büyük bir cinayettir.”,”Batıyı kıble tayin ederek,batıya müteveccihen namaz kılmak gibidir.”

“Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız… Aya,Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra,hangi akıl ile onların sefâhet ve batıl efkarlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefihane taklid edenler,ittiba değil,belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Agah olunuz ki! Siz ahlaksızcasına ittiba ettikçe,hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz! Çünki şu surette ittibaınız milliyetinize karşı bir istihfaftır ve milleti bir istihzadır!”[35]

 

                                                                                                          28-11-1992

                                                                                              MEHMET ÖZÇELİK

[1] Zaman gazt.6-5-1992.

[2] Mabetsiz Şehir. O.Y.Serdengeçti.sh.95-98.

[3] İnkilab Kurbanları. Hüseyin Yılmaz. sh.11,24.

[4] Age.sh.60.

[5] Altınoluk dergisi.Ağustos.1990.

[6] Zaman Gazt.18-12-1990.

[7] Agg.11-11-1992.

[8] Bak. Hak Dini Kur’an Dili.E.H.Yazır. 1 / 33.

[9] Hempher’in itirafları.İngiliz casusu.Sh.48.

[10] Zaman Gazt.6-11-1992.

[11] İttihad Gazetesi. 11-11-1969.

[12] Agg.30-12-1969.

[13] İnönü Dönemi. Abdurrahman Dilipak. Sh.216.

[14] İttihad Gazt.30-12-1969.

[15] İnönü Dönemi.age.Sh.201.

[16] Age. Sh.203.

[17] Age. Bak. Sh.59,65,85,100,139,265,267,270,272,274,276,278,280,282.

[18] Din ve Vicdan Hürriyeti. Prof. W. Hamel. Sh.158.

[19] Bak.Zaman Gazt.19-11-1992.

[20] Agg.4-11-1992.

[21] Laikli nedir,ne değildir? Yeni Asya yayınları. Sh.14.

[22] Zaman Gazt.5-11-1992.

[23] 2000’e Doğru.20-11-1988. Sh.13.

[24] Bak.Sur dergisi.!990.Ocak,Din-Devlet İlişkileri.H.Hüseyin Ceylan. 2 / 433.

[25] Bak Diyanet Dergisi. Şubat.1991. Sh.17.

[26] İnönü Dönemi.age.Sh.205.

[27] Zaman Gazt.13-5-1991.

[28] Temellerin Duruşması. Ahmet Kabaklı.Sh.201.

[29] Tarihçe-i Hayat. Sh.205.

[30] Age.214.

[31] Bak.Yeni Şafak Gazt.Nazlı Ilıcak.3-11-2001.

[32] Tarih Sohbetleri.Cemal Kutay. 6 / 199-200,202-203,,Bak.Devlet Felsefesi. Safa Mürsel. Sh. 481-482,237.

[33] Zaman Gazt.20-5-1992.

[34] Medeniyet Yargılanıyor. Sh.42.

[35] Lem’alar. B. Said Nursi. Sh.111.