RİSALE-İ NUR’DA İSLAM VE İNSAN MODELİ

                  RİSALE-İ NUR’DA İSLAM VE İNSAN MODELİ

                             USUL – METOD – MODEL -TARZ

             Her zamanın bir hükmü vardır.O hükme uygun harekette bulunulurken,asla da sadık kalınması gerekmektedir.Buna istinadendir ki;”Her asır başında Hadîsce geleceği tebşir edilen dînin yüksek hâdimleri, emr-i dinde mübtedi’ değil, müttebi’dirler. Yâni, kendilerinden ve yeniden birşey ihdâs etmezler, yeni ahkâm getirmezler. Esâsat ve ahkâm-ı dîniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (A.S.M.) harfiyyen ittiba’ yoluyla dîni takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebâtılı ref’ ve ibtal ve dîne vâki tecavüzleri red ve imhâ ve evâmir-i Rabbaniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlâhiyyenin şerafet ve ulviyetini izhar ve ilân ederler. Ancak, tavr-ı esâsîyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden yeni îzah tarzlariyle zamanın fehmine uygun yeni ikna usulleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilât ile îfa-yı vazife ederler.”[1]

            Kendi usullerini de diğer insanlardan farklı olarak belirlerler.Nitekim;”Üstad, bu yüksek iktisadçılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil; bilâkis fikir, zihin, istidad, kabiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi mânevî ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesi ile ölçen bir dâhîdir. Ve bütün ömrü boyunca bir karakter halinde takip ettiği bu titiz muhasebe ve murakabe usulünü, bütün talebelerine de telkin etmiştir. Binaenaleyh bir Nur Talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay bir şey değildir. Zira, onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu “Dikkat!” kelimesi, en hassas bir kontrol vazifesi görmektedir.”[2]

            Bu amaçla;”Maksadı ise, esasen kendisinde fıtraten mevcud bulunan icad ve teceddüd fikrini medrese usullerinde göstermek ve bir teceddüd vücuda getirmek (Hâşiye) ve bir sürü hâşiye ve şerhlerle vakit zâyi etmemekti. Bu suretle, alelusûl yirmi sene tahsili lâzım gelen ulûm ve fünunun zübde ve hülâsasını üç ayda tahsil ve ikmal etmiştir.”[3]

            Nitekim;”Bediüzzaman, Van’da bulunduğu müddet zarfında, o zamana kadar edindiği fikir ve mütalâalar ve ilmî ve dinî tedris usullerini görmek ile, ve zamanın ihtiyac-ı zarurîlerini nazar-ı itibara almakla kendisine mahsus bir usul-ü tedris icad eder. Bu da, hakaik-i diniyeyi asrın fehmine uygun en yeni izah ve beyan tarzlariyle isbat etmek suretiyle talebelerini tenvir etmektir.”[4]

            Tarz ve usulün farklılığına gerekçe olarak;”- Yalnız; sen, medrese usuliyle, sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun; halbuki şimdi garblılara benzemek lâzım.

            Bediüzzaman:

            – O Vilâyât-ı Şarkiye, Âlem-i İslâmın bir nevi merkezi hükmündedir; fünun-u cedide yanında, ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir. Çünkü: Ekser enbiyanın Şarkta, ekser hükemanın Garbda gelmesi gösteriyor ki; Şarkın terakkiyatı dinle kaimdir. Başka vilâyetlerde sırf fünun-u cedide okuttursanız da, Şarkta her halde; millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa, Türk olmayan müslümanlar, Türke hakikî kardeşliğini hissedemiyecek. Şimdi, bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde muhtacız.”[5]

            Menfi uygulamaların farklı olması,ona karşı sürdürülecek taktiklerin de farklı olmasını gerektirmektedir.

            “Evet; dinsizliğin hükümferma olduğu o dehşetli devirde, ehl-i din, terzil edilmeye çalışılıyordu. Hattâ Kur’anı dahi tamamen kaldırmak ve Rusyadaki gibi dinî akideleri tamamen imha etmek düşünülmüş; fakat millet-i İslâmiyece bir aksülameli netice verebilmesi ihtimali ileri sürülünce bundan vazgeçilmiş, yalnız şu karar alınmışdı: “Mekteblerde yaptıracağımız yeni öğretim usulleriyle yetişecek gençlik, Kur’anı ortadan kaldıracak ve bu suretle milletin İslâmiyetle olan alâkası kesilecek!” Bütün bu dehşet-engiz plânları çeviren o müthiş fitnenin menbaları, şimdiki dinî inkişafın muarızı ve düşmanları olan haricî dinsiz cereyanların reisleri ve adamları idi. Evet; Türk milleti içerisinde meydana getirilen o dehşetli hadisatın iç yüzünü, tafsilâtını, istikbalin hakikat-perest tarihçilerine, ve bunları, şimdi demokrat idaredeki serbestiyetle bir derece neşretmekte olan İslâm-Türk muharrirlerine havâle ediyoruz. Bizim vazifemiz, yalnız ve yalnız hakaik-ı imaniye ve Kur’aniye ile meşgul olmakdır. Biz yalnız ve yalnız iman ve İslâmiyet cereyanındayız.”[6]

            Devletler kanun ve usulle ayakta dururlar.”Evet, her bir hükûmetin bir kanunu, bir usulü var, o kanuna göre ceza verilir.”[7]

            İnsanları bir noktada birleştiren usul ve esaslardır.”Evet, istidatları ve meslekleri muhtelif olduğu halde usul ve erkân-ı îmâniyede onların müttefikan ittifakları ve herbirisinin kuvvetli ve yakînî bürhanlarına istinadları öyle bir hüccettir ki; onların mecmuu kadar bir zekâvet ve dirayet sahibi olmak ve bürhanlarının umumu kadar bir bürhan bulmak mümkin ise karşılarına ancak öyle çıkılabilir. Yoksa o münkirler, yalnız cehalet ve echeliyet ve inkâr ve isbat olunmıyan menfî mes’elelerde inad ve göz kapamak suretiyle karşılarına çıkabilirler. -Gözünü kapayan, yalnız kendine gündüzü gece yapar.-“[8]

            Din bir usul üzerine tesis ve edilmiş ve o usul üzerine hareket etmektedir.Alimleri de o usuldeki mizan üzerine ölçer ve hareket ederler.[9]

            Aslı olmayan usuller cüz-i ve ferdi kalarak umumu ve umumunun değerleri dışlar.” Eğer siz hamiyetperver, milliyetperver adamlar gibi, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usulleri muhafazaya çalışıp, üç-dört şahsın inkılâb namındaki yaptıkları icraatı esas tutarak, mevcud haseneleri ve inkılâb iyiliklerini onlara verip; ve mevcud dehşetli kusurlar millete verilse; o vakit üç dört adamın üç-dört seyyiesi üç-dört milyon seyyie olup, bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk Milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir mânevî azab ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç-dört inkılâpçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücud bulan haseneleri, o üç-dört adama verilse, o üç-dört milyon iyilikler, üç-dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara keffaret olamaz.”[10]

            Usuldeki noksanlık hükmüde noksan ve geçersiz kılar.[11]

            Usulüne göre bir hareket ve tavır hedefi kısa yoldan belirler ve ulaştırır.”…eski zamanda medrese usulü ile onbeş senede elde edilebilen imanî ve İslâmî netice bu zamanda, Risale-i Nur’la onbeş haftada elde edilebiliyor. Üstadımız buyuruyorlar ki: “Bir sene Risale-i Nur derslerini anlayarak ve kabul ederek okuyan kimse, bu zamanın mühim ve hakikatlı bir âlimi olabilir.”[12]

 

            Cephede kaybeden batı dünyası farklı usul ve metodlar sebebiyle aleyhlerine olan neticeyi lehlerine çevirmeyi başarmışlardır.”Ecnebi parmağıyla idare edilen zındıka komiteleri, İslâmiyeti imha için, İslâm memleketlerinde, bilhassa Türkiye’de, öyle desiselerle entrikalar çevirmişler, haince dolaplar döndürmüşler, hunharane ve vahşiyane zulümler irtikâb ve şeytanî ve menfur plânlar tatbik etmişler ve iğfalatta bulunmuşlar; iblisane, sinsî metodlar takib etmişler ve kardeşi kardeşe çarpıştırmışlar ve öyle aldatıcı yalan ve propagandalar ve yaygaralar yapmışlar, fitne ve fesad ve tefrika tohumları saçmışlardır ki; bunlar İslâm’ın bünyesinde derin rahneler açmış ve büyük tahribatlar yapmıştır.”[13]

            Devletlerde farklı insan ve farklı metod uygulayanlar olur.Ancak”Her hükûmette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete ilişmemek şartıyla herkes vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir metodu, bir fikri ile mes’ul olamaz. Çünki dininde en mutaassıb ve cebbar bir hükûmet olan İngilizlerin yüz sene hâkimiyeti altında bulunan yüz milyondan ziyade Müslümanlar, İngilizlerin küfrî rejimlerini Kur’an ile reddettikleri ve kabul etmedikleri halde, İngiliz mahkemeleri şimdiye kadar onlara, o cihette ilişmemiştir. Hem bu millette ve bu hükûmet-i İslâmiye içinde eskiden beri bulunan Yahudiler ve Nasraniler, bu milletin dinine ve kudsî rejimlerine muhalif ve zıd ve mu’teriz oldukları halde hiçbir zaman mahkeme, kanunlarıyla onlara o cihette ilişmemiştir. Hem Hazret-i Ömer (R.A.) hilafeti zamanında bir âdi Hristiyan ile mahkemede beraber muhakeme olmuşlar.”[14]

            İçinde bulunduğumuz 20.asırda tüm geçmiş 14 asırdan farklı bir metod izlenmektedir.Ancak o metoda uygun hareketle hüsnü kabul görebilir.”Risale-i Nur, Yirminci Asrın ilim ve fen seviyesine uygun müsbet bir metodla akla ve kalbe hitab ederek ikna ve isbat yoluyla gittiği için, yalnız Türkiye’de değil, hariç memleketlerde de hüsn-ü kabule mazhar olmuştur.”[15]

            Mesela onlardan biri;”Risale-i Nur tafsilata ve teferruata dalmamıştır. Zihni, teferruatla dağıtmamak metodunu esas tutmuştur.”[16]

           

            Kâinatta bulunan herşey bir model çerçevesinde yaratılmıştır.”Meselâ: Nasılki terzi gibi bir san’atçı, birçok külfetler, meharetlerle musanna birşeyi icad eder ve ona bir model yapar. Sonra onun emsalini külfetsiz çabuk yapabilir. Hattâ bazan öyle bir derece sühulet peyda eder ki, güya emreder yapılır ve öyle kuvvetli bir intizam kesbeder, (saat gibi) güya bir emrin dokunmasıyla işlenir ve işler. Öyle de: Sâni’-i Hakîm ve Nakkaş-ı Alîm, şu âlem sarayını müştemilâtıyla beraber bedi’ bir surette yaptıktan sonra cüz’î ve küllî, cüz ve küll herşeye bir model hükmünde bir nizam-ı kaderî ile bir mikdar-ı muayyen vermiştir. İşte bak o Nakkaş-ı Ezelî, herbir asrı bir model yaparak mu’cizat-ı kudreti ile murassa, taze bir âlemi ona giydiriyor. Herbir seneyi bir mikyas ederek, havarik-ı rahmetiyle musanna, taze bir kâinatı o kamete göre dikiyor. Herbir günü bir satır yaparak dekaik-i hikmetiyle müzeyyen, mücedded mevcudatı onda yazıyor. Hem o Kadîr-i Mutlak, herbir asrı, herbir seneyi, herbir günü bir model yaptığı gibi, rûy-i zemini, herbir dağ ve sahrayı, bağ ve bostanı, herbir ağacı birer model yapmıştır. Vakit-bevakit, taze taze birer kâinatı zeminde kuruyor, birer yeni dünyayı icad ediyor. Birer âlemi alıp da diğer muntazam bir âlemi getiriyor. Mevsim be-mevsim her bağ ve bostanda taze taze mu’cizat-ı kudretini ve hedaya-yı rahmetini gösterir. Yeni birer kitab-ı hikmet-nüma yazıyor. Taze taze birer matbaha-i rahmetini kuruyor. Mücedded bir hulle-i san’at-nüma giydiriyor. Her baharda, herbir ağaca sündüs-misal taze bir çarşaf giydiriyor. Lü’lü-misal yeni bir murassaatla süslendiriyor. Yıldız-misal rahmet hediyeleriyle ellerini dolduruyor. İşte şu işleri nihayet hüsn-ü san’at ve kemal-i intizam ile yapan ve şu birbiri arkasında gelen ve zaman ipine takılan seyyar âlemleri, nihayet hikmet ve inayet ve kemal-i kudret ve san’at ile değiştiren Zât; elbette gayet Kadîr ve Hakîm’dir.”[17]

            Özellikle Allah insanı büyük bir ücret mukabilince isimlerine ayna olmak üzere bir model olarak yaratmıştır.Hayatın başına gelen her şey o modelliğin birer tecellileridirler.” Madem hayat, esma-i hüsnanın nukuşunu gösterir. Hayatın başına gelen herşey hasendir. Meselâ: Gayet zengin, nihayet derecede san’atkâr ve çok san’atlarda mahir bir zât; âsâr-ı san’atını, hem kıymetdar servetini göstermek için âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil bir saatte murassa’, musanna’ yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler verir, tebdil eder. Hem her nevi san’atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam o zâta dese: “Bana zahmet veriyorsun. Eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun” demeğe hak kazanabilir mi? “Merhametsizlik, insafsızlık ettin” diyebilir mi? İşte onun gibi Sâni’-i Zülcelal, Fâtır-ı Bîmisal; zîhayata göz, kulak, akıl, kalb gibi havas ve letaif ile murassa olarak giydirdiği vücud gömleğini esma-i hüsnanın nakışlarını göstermek için çok hâlât içinde çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir. Elemler, musibetler nev’inde olan keyfiyat; bazı esmasının ahkâmını göstermek için lemaat-ı hikmet içinde bazı şuaat-ı rahmet ve o şuaat-ı rahmet içinde latif güzellikler vardır.”[18]

            “Cenab-ı Vâcib-ül Vücud’un tecelliyat-ı icadiyesini tecdid ve tazelendirmek için her birtek ruhu model gibi ederek, her sene mu’cizat-ı kudretinden taze birer cesed giydirmek ve her birtek kitabdan ayrı ayrı bin muhtelif kitabı, hikmetiyle istinsah etmek ve birtek hakikatı başka başka surette göstermek ve kâinatların ve âlemlerin ve mevcudatların, taife taife arkasından gelmelerine yer vermek ve zemin hazırlamak için Fâtır-ı Zülcelal kudretiyle zerratı tahrik ve tavzif etmiştir.”[19]

            Varlıklardaki model harika ve taklidi yapılmaz birer surette yaratılmışlardır:”Sonra o müddeî gider zeminin yüzüne serilen geniş haliçeye ve zemine giydirilen gayet müzeyyen ve münakkaş gömleğe esbab namına ve tabiat lisanıyla ve felsefe diliyle der ki: “Sende tasarruf edebilirim ve sana mâlikim veya sende hissem var” diye dava eder. O vakit o gömlek, o haliçe, hak ve hakikat namına, lisan-ı hikmetle o müddeîye der ki: “Eğer seneler, karnlar adedince yere giydirilip sonra intizam ile çıkarılıp geçmiş zamanın ipine asılan ve yeniden giydirilecek ve kemal-i intizam ile kader dairesinde proğramları ve biçimleri çizilen ve tayin olunan ve gelecek zamanın şeridine takılan ve intizamlı ve hikmetli, ayrı ayrı nakışları bulunan bütün gömlekleri, haliçeleri dokuyacak, icad edecek kudret ve san’at sende varsa, hem hilkat-i arzdan tâ harab-ı arza kadar, belki ezelden ebede kadar ulaşacak, hikmetli, kudretli iki manevî elin varsa ve bütün atkılarımdaki bütün ferdleri icad edecek kemal-i intizam ve hikmetle tamir ve tecdid edecek sende bir iktidar ve hikmet varsa, hem bizim modelimiz ve bizi giyen ve bizi kendine peçe ve çarşaf yapan küre-i arzı elinde tutup mûcid olabilirsen, bana rububiyet dava et. Yoksa haydi dışarıya! Bu yerde yer bulamazsın. Hem bizde öyle bir sikke-i vahdet ve öyle bir turra-i ehadiyet vardır ki, bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olmayan ve bütün eşyayı, bütün şuunatıyla birden görmeyen ve nihayetsiz işleri beraber yapamayan ve her yerde hazır ve nâzır bulunmayan ve mekândan münezzeh olmayan ve nihayetsiz hikmet ve ilim ve kudrete mâlik olmayan bize sahib olamaz ve müdahale edemez.”[20]

            Böylece:”Herşey bir model olup, pek kesretli muntazam ve mevzun suretler giydiriliyor.”[21]

            “Demek o Mâlik-ül Mülk-i Zülcelal; küçük-büyük, cüz’î-küllî herşey’i birer model hükmünde inşa ederek, yüzler tarzda, taze taze nakışlarla münakkaş mensucat-ı san’atını onlara giydirir; cilve-i esmasını, mu’cizat-ı kudretini izhar eder.”[22]

            Bu yaratılan modeller sabit kalmayıp sürekli değişmektedirler.İlahi tecellinin hiçbir anı ve tecelli şekli aynı şekilde tezahür etmemekte ve zuhura çıkmamaktadır.Onun gibide o isimlerin tecelli ettiği varlıklarda sürekli farklı modellerde yenilenmektedirler.”İnsanın hem şahsı, hem âlemi her zaman teceddüd ettikleri için, her zaman tecdid-i imana muhtaçtır. Zira insanın herbir ferdinin manen çok efradı var. Ömrünün seneleri adedince, belki günleri adedince, belki saatleri adedince birer ferd-i âher sayılır. Çünki zaman altına girdiği için o ferd-i vâhid bir model hükmüne geçer, her gün bir ferd-i âher şeklini giyer.”[23]

            “Cenab-ı Vâcib-ül Vücud’un tecelliyat-ı icadiyesini tecdid ve tazelendirmek için her birtek ruhu model gibi ederek, her sene mu’cizat-ı kudretinden taze birer cesed giydirmek ve her birtek kitabdan ayrı ayrı bin muhtelif kitabı, hikmetiyle istinsah etmek ve birtek hakikatı başka başka surette göstermek ve kâinatların ve âlemlerin ve mevcudatların, taife taife arkasından gelmelerine yer vermek ve zemin hazırlamak için Fâtır-ı Zülcelal kudretiyle zerratı tahrik ve tavzif etmiştir.”[24]

            Peygamber efendimiz Hz.Muhammed bütün insanlığa hem seçkin bir model hem de insanlık için seçilmiş bir şablondur.”İşte böyle bir zâtın ef’al, ahval, akval ve harekâtının herbirisi, nev-i beşere birer model hükmüne geçmeye lâyık iken, ona iman eden ve ümmetinden olan gafillerin, (sünnetine ehemmiyet vermeyen veyahut tağyir etmek isteyen) ne kadar bedbaht olduğunu divaneler de anlar.[25]

            Kader ise bu modellerin oluşumunda birer kalıbdır.”Kader, ilmin bir nevidir ki, herşeyin manevî ve mahsus kalıbı hükmünde bir mikdar tayin eder. Ve o mikdar-ı kaderî, o şey’in vücuduna bir plân, bir model hükmüne geçer. Kudret icad ettiği vakit; gayet sühuletle o kaderî mikdar üstünde icad eder. Eğer o şey muhit ve hadsiz ve ezelî bir ilmin sahibi olan Kadîr-i Zülcelal’e verilmezse; -sâbıkan geçtiği gibi- binler müşkilât değil, belki yüz muhalat ortaya düşer. Çünki o mikdar-ı kaderî ve mikdar-ı ilmî olmazsa; binler haricî ve maddî kalıplar, küçücük bir hayvanın cesedinde istimal edilmek lâzım gelir.”[26]

            Bu modellerin oluşumunda tabiat hakim değil mahkum durumundadır.”Elbette o halde bir çekirdeği bütün bir ağaçtan, bir zîhayatı bütün rûy-i zeminden ince elekle eleyip ve en hassas bir mizan ile ölçüp toplattırmak lâzım geliyor. Ve madem esbab-ı tabiiye cahildir, camiddir; bir ilmi yoktur ki bir plân, bir fihriste, bir model, bir proğram takdir etsin, ona göre manevî kalıba gelen zerratı eritip döksün; tâ dağılmasın, intizamını bozmasın.”[27]

            Her şeyin modeli Allah’ın ilmindedir.”…ilminde herşeyin plânı, modeli, fihristesi ve proğramı taayyün ettiğinden ve bütün zerrat onun ilim ve kudreti dairesinde hareket ettiklerinden, kibrit çakar gibi herşeyi nihayet kolaylıkla icad eder. Ve hiçbir şey, zerre mikdar hareketini şaşırmaz. Seyyarat muti’ bir ordusu olduğu gibi, zerrat dahi muntazam bir ordusu hükmüne geçer.”[28]

 

            Cenâb-ı Hakkın yaratış tarzı,akılları hayrette bırakacak şekildedir.[29]

            Bu sanatlarını resmi geçit tarzında teşhir etmektedir.[30]

            Hergün ayrı bir tarzda tecdid etmektedir.[31]

            İlmiyle her birinin işleyiş ve teşkilat tarzını bilmektedir.[32]

            Her birini cennet hurisi tarzında giydirmekte ve süslendirmektedir.[33]

            Elbiseleri farklı farklı tarzlarda dokunmuştur.[34]

            Ve bütün bunlar umulmadık tarzda yapılmaktadır.[35]

            Ve bunu da en münasib tarzda yapmaktadır.[36]

            Ve her birine kendi lisanlarıyla tesbih ve ibadet tarzı vermiştir.[37]

            Kendilerine layık bir tarzda tezyin ve tanzim etmiştir.[38]

            Parlak bir tarzda rahmetine mahzar etmiş ve onlara ebediyet ve beka vermiştir.[39]

            Her varlık gibi hayatımızında bir vazife tarzı vardır.[40]

            Tıpkı kabre giriştede o tarz arandığı gibi…[41]

            Allah’ın kelamı ve Kur’anı da acib bir tarzı üslubu vardır.[42]

            Dinin tarzı ise:”Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyleyse, ileride herkese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira, eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidatla beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur.”[43]

            Eğitimdeki tarz,istidadı çabuk inkişaf ettirir.[44]

            Ondandır ki,her bir peygamber ve getirdiği şeriatlar kendi tarzlarına göre ayrı ayrı gelmiştir.[45]

            Mezheblerde bu tarz binaen farklılık arzetmiştir.[46]

            “Mezâhibin ihtilâfı ise, Sahib-i Şeriatin gösterdiği nazarî düsturların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir.”[47]

            Cennet gibi cennetteki her şeyde aynı tarzda değildir.[48]

            Hayat ise,bu kadar çokluklar ve farklı tarzlar içerisinde bir birliği temin ve tesis etmektedir.”…hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti temin eder, bir nevi bekaya sebebiyet verir.”[49]

            “Evet, havanın herbir zerresi, herbir zîhayatın cismine, herbir çiçeğin herbir meyvesine, herbir yaprağın binasına girip işleyebilir. Halbuki onların teşkilâtları ayrı ayrı tarzdadır, başka başka nizamatı var.”[50]

            “…o Cemal ve Kemal Sahibinin, cemal ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnuatında çok tarzlarda tezahür ediyor. Masnuatını sever; çünkü masnuatının içinde cemâlini, kemâlini görür. Masnuat içinde en sevimli ve en âli, zîhayattır. Zîhayatlar içinde en sevimli ve âli, zîşuurdur. Ve zîşuurun içinde, câmiiyet itibarıyla en sevimli, insanlar içinde bulunur. İnsanlar içinde, istidadı tamamıyla inkişaf eden, bütün masnuatta münteşir ve mütecellî kemâlâtın nümunelerini gösteren fert, en sevimlidir.”[51]

            “herşeyi, herşeye lâyık bir tarzda, en güzel bir mertebede halk eder bir Hâlıktır.”[52]

            “Nev-i beşere rahmet nâzil olan şu Kur’ân, ancak kabul ediyor bir tarz-ı medeniyet:

            Umuma, ya eksere verirse bir saadet. Şimdiki tarz-ı hazır, heves serbest olmuştur, hevâ da hür olmuştur. Hayvânî bir hürriyet.”[53]

         “Niyet gibi, tarz-ı nazar dahi âdeti ibadete çevirir.”[54]

            “Cumada hutbe-i Arabiye, zaruriyâtı ihtar, müsellemâtı tezkir, maalkifâye olur onun tarz-ı tezkiri.”[55]

            “…şefkat, fakat müşkülâtsız, daha kısa, daha safî bir tarzda, kalbi Cenâb-ı Hakka rapteder.”[56]

            “Evet, fenn-i hadisin muhakkikleri, nakkadları o derece hadisle hususiyet peydâ etmişler ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tarz-ı ifadesine ve üslûb-u âlisine ve suret-i ifadesine ünsiyet edip meleke kesb etmişler ki, yüz hadis içinde bir mevzuu görse, “Mevzudur” der. “Bu hadis olmaz ve Peygamberin sözü değildir” der, reddeder. Sarraf gibi, hadisin cevherini tanır, başka sözü ona iltibas edemez.”[57]

            “Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın zamanında sihrin revacı olduğundan, mühim mucizâtı ona benzer bir tarzda geldiği; ve Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın zamanında ilm-i tıp revaçta olduğundan, mucizâtının galibi o cinsten geldiği gibi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın dahi zamanında Ceziretü’l-Arabda en ziyade revaçta dört şey idi:

            Birincisi: Belâgat ve fesahat.

            İkincisi: Şiir ve hitabet.

            Üçüncüsü: Kâhinlik ve gaibden haber vermek.

            Dördüncüsü: Hâdisat-ı maziyeyi ve vakıat-ı kevniyeyi bilmek idi.”[58]

            “Kazâ ve kaderine itirazı işmam eder bir tarzda ah, of edip şekvâ etmek, bir nevi kaderi tenkittir, rahîmiyetini ithamdır. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmeti itham eden, rahmetten mahrum kalır. Kırılmış elle intikam almak için o eli istimal etmek nasıl kırılmasını tezyid ediyor; öyle de, musibete giriftar olan adam, itirazkârâne şekvâ ve merakla onu karşılamak, musibeti ikileştiriyor.”[59]

            “Hazret-i İsâ Aleyhisselâm hakkındaki ifrat-ı muhabbet Nesârâ için tehlikeli olduğu gibi, Hazret-i Ali (r.a.) hakkında da o tarzda ifrat-ı muhabbet, hadis-i sahihte, tehlikeli olduğu tasrih edilmiş.”[60]

            “Allah’a (celle celâluhu) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz; Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise: Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittibâ etmektir. Ne vakit ona ittibâ etseniz, Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”[61]

            “Evet, Fâtır-ı Hakîm, Kitab-ı Mübînin düsturlarını gayet güzel bir surette ve muhtasar bir tarzda ve has bir lezzette ve mahsus bir ihtiyaçla icmâl edip derc eder. Herşey öyle has bir lezzet ve mahsus bir ihtiyaçla amel etse, o Kitab-ı Mübînin düsturlarını bilmeyerek imtisal eder.”[62]

            “Cenâb-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: ‘Sen böyle yapsan sana böyle yaparım. Göreyim seni, yapabilir misin?’ diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenâb-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: ‘Ben böyle işlesem Sen böyle işler misin?’ diye tecrübevâri bir surette Cenâb-ı Hakkın rububiyetine karşı imtihan tarzı, sû-i edeptir, ubudiyete münâfidir.”[63]

            “Evet, Kadîr-i Mutlakın iki tarzda, hem ibdâ’, hem inşa suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek en kolay, en suhuletli, belki daimî, umumî bir kanunudur.”[64]

            “Hem dua istediğimiz tarzda kabul olmazsa, makbul olmadı denilmez. Hâlık-ı Hakîm daha iyi biliyor; menfaatimize hayırlı ne ise onu verir. Bazan dünyaya ait dualarımızı, menfaatimiz için âhiretimize çevirir, öyle kabul eder.”[65]

            “…bu kâinat öyle bir tarzda yaratılmış ki, bir çekirdeği halk etmek için, bir ağacı halk edebilir bir kudret lâzımdır.”[66]

            Sahabeyi sahabe ve farklı yapan âmil,tarzı telakkidir.”Bir zaman, birtek tesbihin, birtek namazda, Sahabelerin tarz-ı telâkkisine yakın bir surette bana inkişafı, bir ay kadar ibadet derecesinde ehemmiyetli göründü; Sahabelerin yüksek kıymetini onunla anladım. Demek, bidâyet-i İslâmiyede kelimât-ı kudsiyenin verdiği feyiz ve nurun başka bir meziyeti var. Tazeliği haysiyetiyle başka bir letâfeti, bir tarâveti, bir lezzeti var ki, gaflet perdesi altında mürur-u zamanla gizlenir, azalır, perdelenir. Zât-ı Muhammediye (a.s.m.) ise, onları menba-ı hakikîsinden (Zât-ı Akdesten) turfanda, taze olarak, fevkalâde istidadıyla almış, emmiş, massetmiş. Bu sırra binaen, o zat, birtek tesbihten, başkasının bir sene ibadeti kadar feyiz alabilir.”[67]

            İçinde bulunduğumuz asır ve işleyişi diğer asırlardan farklıdır.”Hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalâlet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor.”[68]

            “…daire-i kesretin müntehâsında ve en dağınık cüz’iyâtında, sırr-ı vahdetle bin bir esmâ-i İlâhiye, zîhayat denilen küçücük mektuplarda temerküz edip açık okunduğundan, o Sâni-i Hakîm, zîhayat nüshalarını çok teksir ediyor. Ve bilhassa zîhayatlardan küçüklerin taifelerini pek çok tarzda nüshalarını teksir eder ve her tarafa neşreder.”[69]

            “…rû-yi zeminde dört yüz bin milletlerden teşekkül eden zîhayat ordusundaki hadsiz efradın yüz binler tarzda iaşe ve idareleri…”[70]O’nun rububiyetini gösterir.

            “…herşeyin hüsnü kendine göredir; hem binler tarzda bulunur ve nevilerin ihtilafı gibi güzellikleri de ayrı ayrıdır.”[71]

            “…azot ve müvellidülhumuza (oksijen) gibi iki basit maddeden ibaret olan havanın zerreleri birbirinin misli iken zemin yüzünde yüz binler tarzda bulunan Rabbânî san’atlarda kemâl-i intizam ile bir dest-i hikmet tarafından çalıştırılıyor görüyorum.”[72]

            “…herbir ferdin, herbir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.”[73]

            “Evet, nasıl ki umum kâinatın bağistanında ayrı ayrı hadsiz mevcudatı, çiçekler misilli, Fettâh ismiyle her birisine münasip bir tarz-ı muntazam ve bir şahsiyet-i mümtâze kudret-i fâtıra açmış, vermiş.”[74]

            “Kader-i İlâhi kısmetimizin bir kısmını buradan bize yedirmek için herhalde gelecektik. En hayırlısı bu tarzdır.”[75]

            “…bize zulmedenler, ellerinde hayat ve medeniyeti ve lezzeti tutup, bizi o tarz-ı hayata ehemmiyet vermemekle itham edip mes’ul ederler, hattâ idam ve ağır ceza ile hapse sokmak isterler.”[76]

            “Yirmi seneden beri münzevî yaşayan ve yirmi sene evvelki Said’in kafasıyla sorduğu bu suallerde bu zamanın tarz-ı telâkkisine uygun gelmeyen kusurlarına bakmamak, insaniyetin muktezasıdır.”[77]

            “Bu tarz hayattan bıktım.”[78]

           

Risale-i Nur bu farklı tarzdaki asırda tamamen diğer asırlardan tarz olarak farklı bir tarzı intihab etmiş ve etmektedir.

            “İnsanın cesedini teşkil eden zerreler, âlemin zerratı içinde camid, dağınık bir şekilde iken, bakarsın ki, mahsus bir kanunla, muayyen bir nizamla intizam altına alınarak âlem-i anâsıra gönderilir. Âlem-i anâsırda sâkit, sâkin, gizli bir vaziyette iken, birden bire kafile kafile, muayyen bir düsturla, yevmî bir intizamla, bir kast ve hikmet altında âlem-i mevalide intikal eder. Âlem-i mevalidde de, sükût içinde iken, birdenbire acip, garip bir tarzla nutfeye inkılâp eder. Sonra müteselsil inkılâplarla alaka olur, sonra mudga olur, sonra et, kemik olur. Bu inkılâpların herbirisi, evvelkisine nisbeten daha mükemmel ise de, lâyıkına göre mevattır, yani hayatsızdır.”[79]

            “Evet, Cenab-ı Hak, âlem-i kevn ve fesad denilen şu âlemde hüsün, kubuh, nef’, zarar gibi zıtları, çok hikmetlere binaen karışık bir tarzda yaratmıştır.”[80]

            “Ve keza, bir insan yalan söylediği takdirde pervasız, lâübâli bir tarzda söyleyemez.”[81]

            “İşte, o zât-ı nurânî, okuduğu o hutbe-i ezeliyeyi öyle bir tarzla okuyor; ne tereddüdü var, ne hicabı, ne korkusu var, ne teessürü…”[82]

            “Ey gururlu, mağrur gafil! Sana ne olmuş ki, Müslümanları ecanib tarzında hayat-ı dünyeviyeye davet edersin? O hayat, uyku içinde bir lû’b ve hevâ içinde bir lehivden başka birşey değildir.”[83]

            “İnsandaki şu tarz-ı zenginlik gösteriyor ki, insanın vazife-i asliyesi, aczini ve fakrını ve kusurunu derk ederek ubudiyetle ilân etmek; ve hâcâtının celbi için dua etmek; ve mevcudatın tesbihatını görüp müşahede ederek şehadet etmek; ve nimetleri görüp tefekkür içinde şükretmek; ve ibret içinde bakmaktır.”[84]

            “On Dokuzuncu Mektuba has bir tarz-ı hat var. Eğer o tarz hatta tevfikan yazılsa, çok garip letafetler görünecektir. Her vakit musırrâne, her yazana “Seyrek ve güzel yazınız” derdim. Şimdi anlaşılıyor ki, o mânevî has hattı tavsiye etmek için, intak-ı hak kabilinden bana söylettiriliyordu.”[85]

            “bize şimdiki tarz-ı hayat yaramaz. Bize bu dünyada daha sâfi ve âli ve kudsî bir hayat-ı mâsumane ihsan edildiğinden, ona kanaat lâzımdı.”[86]

            “Hem de cerbeze ile, insan adalet yaparken zulme düşüyor. Zirâ insan kusursuz olmaz. Fakat uzun zamanda ve efrad-ı kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle tâdil olunan müteferrik kusurları cerbeze ile cem edip bir zaman-ı vahidde bir şahs-ı vahidden sudurunu tevehhüm ederek şedid cezaya müstehak görür. Halbuki bu tarz, bir zulm-ü şedîddir.”[87]

            “kelâmın müstetbeâtı” tabir olunan telvihat ve telmihatında ve “suver-i maânî” ve “tarz-ı ifade” ve “maânî-i ûlâ” tabir olunan vesail ve uslûp garazında olan günah ve muâhaze, mütekellimin zimmetinde değil, belki örf ve âdete ve kabul-ü umumiye aittir. Zira, tefhim için, kabul-ü umumî ve örf ihtiram olunur. Hem de eğer hikâye ise, halel ve hatâ mahkîyun anh’a aittir.”[88]

            “Beşerde meyl-i teceddüd var. Halef selefi kâmil görse, tezyid eylemese, meylinin tatminini başka tarzda arar, bazan aksülâmel yapar.”[89]

            Demek biz mağlubiyetle ikinci cereyana takıldık ki, mazlumların ve cumhurun cereyanıdır. Başkalarından yüzde seksen fakir ve mazlumsa; İslâmdan doksan, belki doksanbeştir.

 Âlem-i İslâm şu ikinci cereyana karşı lâkayd veya muarız kalmakla, hem istinadsız hem bütün emeğini heder hem onun istilasıyla istihaleye maruz kalmaktan ise, âkılane davranıp onu İslâmî bir tarza çevirip kendine hâdim kılmaktır. Zira düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Nasılki düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.”[90]

            “Din dahilde menfi tarzda istimal edilmez.”[91]

            (Şeyh Bahid)”Bu gençle münazara edilmez. Ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve beliğâne bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman’a hastır”demiştir.”[92]

            “Evet, Risale-i Nur, iman-ı tahkikîyi bu vatanda neşretmekle imanı kuvvetlendirip, bu memleketteki dinsizlik ve imansızlık, dalâlet ve sefahete karşı mukabele ve müspet bir tarzda mücadele ederek bunları mağlûp etmiştir.” Büyük ve küllî ve umumî mücahede-i diniyesinde muzaffer olmuştur.”[93]

            “Üstad, yanına gelen gençlere de, daima Nur derslerini okumalarını, zamanın ahlâksızlık tehlikelerinden sakınmalarının büyük menfaat ve saadetini onlara telkin ederek, namaz kılmalarının lüzumunu ihtar ederdi. Bu tarzdaki dersinden, belki binlerce gençler intibaha gelmişlerdir.”[94]

            “Bediüzzaman, beşeri, Risale-i Nur’la sefâhet ve dalâletten kurtarırken, korku ve dehşet vermek tarzını tâkip etmiyor. Gayr-i meşru bir lezzetin içinde, yüz elemi gösterip hissi mağlûp ediyor. Kalb ve ruhu hissiyata mağlûp olmaktan muhafaza ediyor.”[95]

 

                                                                                                                      29-05-2004

                                                                                                             Mehmet   ÖZÇELİK


[1] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.263,Tarihçe.609.

[2] Tarihçe-i Hayat.14-15.

[3] Age.33.

[4] Age.47.

[5] Age.143.

[6] Age.158-159.

[7] Age.258,273.

[8] Age.348.

[9] Age.370.

[10] Age.506-507.

[11] Age.614.Haşiye.

[12] Age.695.

[13] Sözler.770.

[14] Emirdağ Lahikası.2/157,Tarihçe.651.

[15] Tarihçe.710.

[16] Gençlik Rehberi.261.

[17] Sözler.196.

[18] Age.472,Mektubat.284,Lem’alar.9,207.

[19] Age.551.

[20] Age.595.

[21] Mektubat.230.

[22] Age.233.

[23] Age.332.

[24] Ene ve Zerre.39.

[25] Lem’alar.60.

[26] Age.193.

[27] Age.240,Tarihçe.127.

[28] Age.241,Tarihçe.128.

[29] Sözler.21.

[30] Age.21,33,77.

[31] Age.25.

[32] Age.25,117-120.126-127.

[33] Age.27.

[34] Age.70.

[35] Age.76.

[36] Age.28.

[37] Age.39,63,115,229.

[38] Age.45.

[39] Age.46.

[40] Age.48.

[41] Age.55,59.

[42] Age.49-50,60,173-174,177,181-182,187-192.

[43] Age.147.

[44] Age.213.

[45] Age.215.

[46] Age.215-218.

[47] Mektubat.435.

[48] Age.223.

[49] Age.231.

[50] Age.248.

[51] Age.260,282,284.

[52] Age.281.

[53] Age.327.

[54] Age.331.

[55] Age.336.

[56] Mektubat.383.

[57] Age.390.

[58] Mektubat.184-185.

[59] Lem’alar.12.

[60] Age.24.

[61] Age.57.

[62] Age.126.

[63] Age.131.

[64] Age.194.

[65] Age.215.

[66] Age.313.

[67] Lem’alar.327.

[68] Şualar.724.

[69] Şualar.10.

[70] Şualar.51.

[71] Şualar.77.

[72] Şualar.108.

[73] Şualar.125.

[74] Şualar.167.

[75] Şualar.322.

[76] Şualar.340.

[77] Şualar.355.

[78] Şualar.392.

[79] İşarat-ül İ’caz.177.

[80] Age.180.

[81] Mesnevi-i Nuriye.26.

[82] Age.27.

[83] Nurun ilk kapısı.23.

[84] Age.60.

[85] Barla.342.

[86] Age.383.

[87] Divan-ı Harbi.Örfi.13.

[88] Muhakemat.45,73,104.

[89] Sünuhat.22.

[90] Sünuhat.43.

[91] Age.48.

[92] Tarihçe-i Hayat.54.

[93] Age.156.

[94] Age.465.

[95] Konferans.42.




NUR TALEBELERİ

NUR TALEBELERİ

             Üstad sürekli olarak Nur Talebelerine ve hüsnü akibete mahzar olmaları konusunda duada bulunmuştur.[1]

            Birbirlerine kardeş olmayı tavsiye etmiştir.[2]

            Nur Talebeleri en dehşetli devirde dahi uydurma ezanı okumamış ve Bid’alara taraftar olmamıştır.[3]

            Üstad Kur’an-a hizmet yolunda kendisi için dahi üstadlığı değil Nur Talebeliğini ve Nur Talebelerinin bir ders arkadaşı olduğunu kabul ve ifade etmiştir.[4]

            Bir Nur Talebesinin ızdırabı,İslam aleminin ızdırabıdır.[5]

            Bir Nur talebesi;”cesur ve kahraman ve fa’al ve amel-i sâlih sahibi, mütedeyyin, müttaki ve bununla beraber, şahsî rahatlık ve menfaatlarını iman ve İslâmiyet’in kurtuluşu uğrunda feda eden, fedai ve mücahid Müslümanlar yetiştirsin, neme lâzımcılıktan kurtarsın. Hem taarruz ve işkenceler ve ölüm ihtimalleri karşısında, tahkikî iman kuvvetinden gelen bir cesaretle, Kur’an ve İslâmiyet cephesinden asla çekilmeyen, “Ölürsem şehidim, kalırsam Kur’anın hizmetkârıyım” diyen ve yılgınlık haline düşmeyen sadık ve ihlaslı, yalnız Allah rızası için hizmet eden, Nur talebeleri gibi İslâmiyet hâdimleri yetiştirsin, böyle muazzez Müslümanlar meydana getirsin.”[6]

            “Hem amansız din düşmanlarının plânlarıyla mahkemelere sürüklenen Risale-i Nur talebelerinin müdafaaları; ve bu talebelerin İslâmiyete hizmetleri esnasında, gizli İslâmiyet düşmanı, insafsız, cebbar zalimlerin entrikalarıyla maruz kaldıkları işkencelerden yılmamak, şahıslarını düşünmeden, yani şahsî refahlarını İslâmın refah ve saadeti için feda ederek, sıddıkıyetle sebat etmeleri ve eşedd-i zulme mukavemet etmeleri aşikâr bir delil teşkil etmektedir.”[7]

            “O ihlaslı Nur talebeleri ki, “Cenab-ı Hak, Hafîz’dir. Ben onun inayeti ve himayeti altındayım. Başıma ne gelse hayırdır.” diye iman etmekle beraber amel ederler. İman hizmetini yaparlar. Din düşmanlarına yakalanmamak ve canlarından kıymetli olduğuna inandıkları Nur Risalelerini onlara kaptırmamak için de ihtiyat ederler. Şahıslarına gelecek zararları nazar-ı itibara almadan hizmetlerine devam ederler. Hapse, zindana atılıp, işkence yapıldığı zamanda, onlar yine üstadları Bediüzzaman ile alâkadardırlar. Eğer gizlice bir imkân bulurlarsa, onlar yine Risale-i Nur ile meşguldürler. Hattâ “Belki hapse atılırım, Nur Risalelerimi vermezler, çalışmaktan mahrum kalırım.” diye bazı Nurları ezberleyen talebeler de olmuştur.”[8]

            “Muhlis bir Nur talebesi, hapishaneden çıkarıldığı vakit; güya o kırbaçlı, falakalı, türlü türlü işkenceli hapishane, ona bir kuvvet, bir enerji kaynağı olmuş sadakat ve teyakkuzla Nur hizmetinde koşturmak için bir kırbaç tesiri yapmış gibi, üstadına daha ziyade yakınlaşır ve eskisinden daha fazla Nurlara çalışır, neşriyat yapar.”[9]

            “Afyon hâdisesinde, Bediüzzaman hapiste iken, muallim bir Nur talebesi, savcılıkta Risale-i Nur ve Üstadı hakkında kahramanca cevablar verdiği için, savcı kızmış. “Şimdi seni hapse atarım” diye tehdid etmiş. O İslâm fedaisi muallim de cevaben “Ben hazırım, derhal hapse gönderin” demiştir.”[10]

            “Yine Afyon mahkemesinde, bir Nur talebesi hakkında tevkif kararı veriliyor, fakat adliye bulamaz. O talebe bundan haberdar olur. Diğer Nur kardeşleri gibi, “Üstadım ve kardeşlerim hapiste iken, nasıl hariçte kalabilirim” diyerek savcılığa teslim olup, hapse girer.”[11]

            “Aynı bu hapishanede, bir Nur talebesini sehven tahliye ederler. O da “Üstadım ve kardeşlerim henüz hapistedirler. Hem istinsahını tamamlayacağım yeni te’lif edilen Nur Risaleleri var.” diye düşünerek hapishane müdürüne, “Benim kırk gün sonra tahliye edilmem lâzım. Ceza müddetim daha bitmedi.” der. Hesab ederler ki hakikaten böyledir, tekrar hapse koyarlar.”[12]

            “İslâmiyet düşmanları, bir taraftan tamamıyla yalan propagandalarına ve taarruzlarına devam ederken, diğer taraftan da Nur talebelerinin üstadları ve Risale-i Nur hakkında istidadları nisbetinde, istifade ve istifazalarından doğan minnet ve şükranlarını ifade eden takdirkâr yazı ve sözlerden mürekkeb bir nevi müdafaalarını perdeler arkasından men’etmeye çalışıyorlar. Bunun için, safdil gördükleri dostların dostlarına veya dostlara samimî görünerek “İfrata gidiyorsunuz” gibi, bir takım şeyler söylettiriyorlar. İşte böyle sinsi, böyle dessas, böyle entrikalı çeşitli iftiralarla bizi korkutmaya, yıldırmaya ve susturmaya çalışıyorlar.”[13]

            “Evet Risale-i Nur, kalblere o derece bir aşk ve muhabbet, ruhlara o kadar bir vecd ve heyecan vermiş, akıl ve mantıkları öyle bir tarzda ikna etmiş ve öyle bir itminan-ı kalb hasıl etmiştir ki, milyonlarca Nur talebelerine, kendini defalarca okutmuş, yazdırmış ve bir ömür boyunca mütalaa ettirmiş ve senelerden beri âdeta kendi kendini neşretmiştir.”[14]

            “…üstadımız Bediüzzaman, bir Nur talebesine Risale-i Nur’dan bazan okuyuvermek lütfunu bahşederken izah etmiyor, diyor ki: “Risale-i Nur, imanî mes’eleleri lüzumu derecesinde izah etmiş. Risale-i Nur’un hocası, Risale-i Nur’dur. Risale-i Nur, başkalarından ders almağa ihtiyaç bırakmıyor. Herkes istidadı nisbetinde kendi kendine istifade eder. Aklınız herbir mes’eleyi tam anlamasa da, ruh, kalb ve vicdanınız hissesini alır. Ne kadar istifade etseniz, büyük bir kazançtır.”[15]

            “Risale-i Nur talebelerinin, Üstadlarına ve bazan birbirlerine yazdıkları ve Risale-i Nur’un mütalaasından aldıkları parlak feyizler…”dir.[16]

            Nur Talebelerine eziyet verenler kendileri dahi dünyada cezasını çekerler.”Meselâ: Halk Partisi, Nur talebelerine verdikleri azab ve sıkıntı ve ihanetlerden, kendileri dünyada daha ziyade cezasını çektiler, aynını gördüler.”[17]

            Nur Talebeleri herhangi bir sebeble yaptıkları hatalardan dolayı Şefkat Tokadı yerler.[18]

            “Nur talebeleri manevî bir zabıtadır. Asayişi muhafazada bize yardım ediyorlar. İman-ı tahkikî ile; Nur’u okuyan her adamın kafasında bir yasakçıyı bırakıyorlar, emniyeti temine çalışıyorlar.”[19]

            “…hakikat-ı Kur’aniyeye ve hakaik-i imaniyeye tesirli bir surette çalışan Nur talebelerine “tarîkatçı” ve “siyasî cem’iyetçi” namını vererek aleyhimize sevketmek istiyorlar.”[20]

            “Nur talebelerinin bu zamanda toplanmaları; zararsız olarak, Medrese-i Yusufiyede olur. Ve birbirini görüp sohbet etmek, hariçte masraflı ve şübheli olur. Hattâ benimle görüşmek için bazıları kırk-elli lirayı sarfederek gelip, ya yirmi dakika veya hiç görüşmeden döner giderdi. Ben bazı kardeşlerimi yakından görmek için, hapsin zahmetini severek kabul ederdim. Demek hapis bizim için bir nimettir, bir rahmettir.”[21]

            “Hapse giren Nur talebeleri birbirinin hallerinden, seciyelerinden, ihlas ve fedakârlıklarından ders almalarıyla beraber, Nurlar hizmetinde dünyevî menfaatleri daha aramazlar.”[22]

            “…kısa bir ömür ve muvakkat bir hayatta, bu acib asırda, saadet-i ebediyeye en yarayışlı amel ve en makbul hizmet ve en devamlı sevab, “imanın takviyesine medar Risale-i Nur talebelerinin tarzında ulûm-u imaniyeye çalışmak”[23]

            İmam-ı Ali (R.A.) ve Şah-ı Geylanî (R.A.) gibi kudsî, hârika kahramanların, Nur talebelerinin başlarında üstad ve arkalarında yardımcı olarak, her vakit hazır..”dırlar.[24]

            “…mazlumlarının bu asırdaki küllî ferdleri başında Risale-i Nur talebelerinin bulunması ve hakikaten bu talebeleri de ümem-i salifenin enbiyalarına verilen necatlar gibi pek büyük umumî ve hususî necatlara mazhar etmesi…”[25]

            “…bize zulmeden o zalimler de dâhil olduğu halde, herkese iyilik etmek, Risale-i Nur talebelerinin kalblerine yerleşen bir şiar-ı İslâm…”dır.[26]

            “Evet Hazret-i Ali Radıyallahü Anh, Kaside-i Celcelutiye’de iki suretle Risale-i Nur’dan…”ve..”Nur talebelerine gelecek ve Âyet-ül Kübra hakkı için o fecet ve musibetten şakirdlerine aman ver, diye niyaz eder, o risaleyi ve menbaını şefaatçı yapar.”[27]

            Nur talebeleri birer Müderris,Muallim olup,”Nur talebelerine “Hocalar” namı verilmiş. Herkes lisanında “Hocalar.. hocalar” diye hürmetle yâdediyorlar.”[28]

            Nur Talebelerinin siyasetle hiç alâkaları olmayıp,iman ve âhiretinden başka bir maksadları bulunmamaktadır.[29]

            Nur talebeleri Kur’an hakikatlarına hizmet etmektedir.[30]

            “Risale-i Nur talebelerinde bir uhrevî kardeşlik var.”[31]

            “Nur talebeleri hâlis ve masum olup, imanları için Nurlara çalışmışlar.”[32]

            “Nur talebeleri hiç bir vecihle siyasî cem’iyet olmazlar.”[33]

            “Nur talebelerinin şapka giymeyerek bere giydikleri müşahede edilmiştir.”[34]

            “Hem gayet küllî ve geniş Nur talebeleri ve Risale-i Nur’un bedeline yalnız şahsımı çürütmek ve ehemmiyetten iskat etmek bizim için büyük bir maslahattır ki, Risale-i Nur ve talebelerine kader-i İlahî iliştirmiyor. Yalnız benim şahsımla meşgul eder. Ben de size, bütün dostlarıma beyan ediyorum ki: Bütün ruh u canımla hattâ nefs-i emmaremle beraber Risale-i Nur’un ve sizlerin selâmetine, şahsıma gelen bütün zahmetleri manevî sevinç ve memnuniyetle kabul ediyorum.”[35]

            “Biz Nur talebeleri hem idareye, hem asayişe, hem vatan ve milletin saadetine çalışıyoruz. Karşımızdaki dinsiz anarşist ve millet ve vatan düşmanlarıdır. Hükûmet için bize ilişmek değil, tam himaye ve yardım etmek elzemdir.”[36]

            “Evet Risale-i Nur talebesi olduğumu memnuniyetle ve ilân edercesine söyleyebilirim. İnkâr etmek, Risale-i Nur’un bana verdiği fazilet dersleriyle zıd olduğu için, bu cürmü işlemem. Risale-i Nur’un okuyucusu olan bir kimse, okuduğunu gizleyemez. Bilakis iftiharla bilâperva söylemekten çekinmez. Zira çekingenliği îcab ettirecek hiç bir cümlesi veya kelimesi yoktur.”[37]

            “Biz Risale-i Nur talebeleri; iman ve İslâmiyet hizmeti uğrunda zalimlerin zulmüne maruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeği, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikatı istibdad-ı mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa, hizmet-i Kur’aniyemizden dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehid olmayı büyük bir lütf-u İlahî biliriz.”[38]

            “…hiçbir yerde Nur talebelerinin vatan ve millete ve idareye zararlı bir hâdiseye katıldıkları görülmemiş ve zabıtaca kaydedilmemiştir.”[39]

            “Risale-i Nur ile imanlarını kurtaran yüzbinler Nur talebesinin hasenatının bir misli defter-i a’maline geçen faziletmeab efendimiz!”[40]

            “…Risale-i Nur talebeleri içine girdim ve hizb-ül Kur’an âlimlerine arkadaş oldum. Hizmet-i neşriyede ve ilimde onlara yetişemiyorum. Fakat inşâallah irtibat ve muhabbet ve ihlasta yetişmeye çalışacağım.”[41]

            “…vazifedarane kalemi her gün istimal etmeyenler, Risale-i Nur talebeleri ünvan-ı icmalîsinde her yirmidört saatte yüz defa hissedar olmak yeter diye, hususî isimlerle has şakirdler dairesi içinde bir kısmın isimleri muvakkaten tayyedildi.”[42]

            “…Risalet-in Nur talebelerinin imanla kabre gireceklerine dair olan işarî beşaret-i Kur’aniyeyi vefatıyla imza etmiş. (Rahmetullahi Aleyhi Rahmeten Vâsia.)”[43]

            “Risale-i Nur’a intisab eden zâtın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, Risale-i Nur talebesi ünvanını alır. Ve o ünvan altında, her yirmidört saatte benim lisanımla belki yüz defa, bazan daha ziyade hayırlı dualarımda ve manevî kazançlarımda hissedar olmakla beraber; benim gibi dua eden kıymetdar binler kardeşlerin ve Risale-i Nur talebelerinin dualarına ve kazançlarına dahi hissedar olur.”[44]

            “Risale-i Nur talebelerinin hasları olan sahib ve vârisleri ve haslarının hasları olan erkân ve esasları olan kardeşlerim…”[45]

            “Hayat-ı içtimaiyedeki Risale-i Nur talebelerinin vaziyetlerini tahattur ettim. Risale-i Nur şakirdleri hakkında necatlarına ve ehl-i saadet olduklarına dair kuvvetli işaret-i Kur’aniyeyi ve beşaret-i Aleviyeyi ve Gavsiyeyi düşündüm. Kalben dedim ki: “Herbiri bin yerden gelen günahlara karşı bir dil ile nasıl mukabele eder, galebe eder, necat bulur?” diye mütehayyir kaldım. Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi ki:

            Risale-i Nur’un hakikî ve sadık şakirdlerinin mabeynlerindeki düstur-u esasiye olan iştirak-i a’mal-i uhreviye kanunuyla ve samimî ve hâlis tesanüd sırrıyla herbir hâlis, hakikî şakird bir dil ile değil, belki kardeşleri adedince diller ile ibadet edip istiğfar ederek bin taraftan hücum eden günahlara, binler dil ile mukabele eder. Bazı melaikenin kırkbin dil ile zikrettikleri gibi; hâlis, hakikî, müttaki bir şakird dahi, kırkbin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, necata müstehak ve inşâallah ehl-i saadet olur. Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takva ve içtinab-ı kebair derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahib olur. Elbette bu büyük kazancı kaçırmamak için takvada, ihlasta, sadakatta çalışmak gerektir.”[46]

            “Risale-i Nur talebelerinden bir genç hâfız, pek çok adamların dedikleri gibi dedi: “Bende unutkanlık hastalığı tezayüd ediyor, ne yapayım?” Ben de dedim: Mümkün oldukça nâmahreme nazar etme. Çünki rivayet var. İmam-ı Şafiî’nin (R.A.) dediği gibi: Haram nazar, nisyan verir.”[47]

            “Bugünlerde Risale-i Nur talebeleri hesabına gayet ehemmiyetli, endişeli bir sual-i manevî kalbime ihtar edildi. Sonra anladım ki; ekser Risale-i Nur talebelerinin lisan-ı halleri bu suali soruyor ve soracaklar. Birden bir cevab hatıra geldi, Feyzi’ye söyledim. Dedi: “Hiç olmazsa icmalen kaydedilsin.

            Endişeli Sual: Bu âhirzaman fitnesinde, açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak. Onunla ehl-i dalalet, bîçare aç ehl-i imanı derd-i maişet içinde boğdurup, hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup, ya ikinci, üçüncü derecede bırakmağa çalışacak diye, rivayetlerden anlaşılıyor. Acaba,herşeyde hattâ kahr azabında ehl-i iman ve masumlar için bir vech-i rahmet ve kader-i İlahî cihetinde adalet olduğu, bunda ne tarzda olur? Ve ehl-i iman, hususan Risale-i Nur talebeleri bu musibete karşı iman ve âhiret hesabına ne cihetle istifade edip, nasıl davranacaklar ve mukavemet edecekler?

            Elcevab: Şu musibetin en ehemmiyetli sebebi; küfran-ı nimet ve şükürsüzlük ve nimet-i İlahiyenin kıymetini takdir etmemeklikten gelen bir isyan olduğundan, Âdil-i Hakîm nimetinin hususan gıda kısmının, hususan hayat noktasında en büyük nimet olan ekmeğin hakikî lezzetini ve çok ehemmiyetli kıymetini ve nimetiyet noktasında fevkalâde derecesini göstermekle, hakikî şükre sevketmek hikmetiyle, Ramazan gibi riyazet-i diniyeye riayet etmeyen şükürsüz insanlara bu musibeti verip, aynı hikmet için adalet etmiş.

            Ehl-i iman, ehl-i hakikat, hususan Risale-i Nur talebelerinin vazifesi; bu musibetli açlığı, Ramazan riyazet-i diniyesinin tarzındaki açlık gibi vesile-i iltica ve nedamet ve teslimiyet yapmağa çalışmaktır. Ve zaruret bahanesiyle, dilenciliğe ve hırsızlığa ve anarşiliğe yol açmasına meydan vermemektir. Ve aç fakirlere acımayan bir kısım zengin ve bazı ehl-i maaş dahi Risale-i Nur’u dinleyip, bu mecburî açlık hissiyle açlara merhamete gelip zekatla yardımlarına koşmaktır. Ve nefsini güzel yemeklerle şımartan, serkeş eden ve hevesat-ı rezile ve tuğyanlara sevkedip sarhoş eden gençler dahi, Risale-i Nur’un irşadıyla, bu hâdiseden merdane istifade ederek, fuhşiyat ve günahlardan ellerini bir derece çektiği ve nefislerinin zevklerini ve pisliklere karşı galeyanlarını kırdığı vesilesiyle taate ve hayrata girip, o hâdiseyi kendi aleyhlerinden çıkarıp, lehlerinde istimal etmektir. Ve ehl-i ibadet ve salahat dahi, ekser insanların aç kaldığı bu zamanda ve çok karışmış ve haram ve helâl farkedilmeyecek bir tarza gelmiş ve şübheli mal hükmünde ve manen müşterek olan erzak-ı umumiyeden helâl olmak için mikdar-ı zaruret derecesine kanaat ediyorum diye, bu mecburî belaya bir riyazet-i şer’iye nazarıyla bakmaktır. Kader-i İlahiyeye karşı şekva ile değil, rıza ile karşılamaktır.”[48]

            “Aziz kardeşlerim! İşte böyle bir zamanda, bu dehşetli hâdisata karşı, ihlas kuvvetinden sonra bizim en büyük kuvvetimiz; iştirak-i a’mal-i uhrevî düsturuyla birbirimize kalemler ile, herbirinin a’mal-i sâliha defterine hasenat yazdırdıkları gibi, lisanlarıyla herbirinin takva kal’asına ve siperine kuvvet ve imdad göndermektir. Ve bilhassa fırtınalı tehacüme hedef olan bu fakir ve âciz kardeşinize, bu mübarek şuhur-u selâsede ve eyyam-ı meşhurede yardımına koşmak, sizin gibi kahraman ve vefadar ve şefkatkârların şe’nidir. Bütün ruhumla bu imdad-ı manevîyi sizden rica ediyorum. Ve ben dahi, iman ve sadakat şartlarıyla, Risale-i Nur talebelerini bütün dualarıma ve manevî kazançlarıma, yirmidört saatte, iştirak-i a’mal-i uhreviye düsturuyla, bazan yüz defadan ziyade Risale-i Nur talebeleri ünvanıyla hissedar ediyorum.”[49]

            “Semavî musibet ise: İhtikâr neticesinde, hayat ve yaşamak hissi, hissiyat-ı diniyeye galebe çalıp, ekser nâs midesini, maişetini daima düşünüyor. Hattâ ekser fukara kısmından olan Risale-i Nur talebeleri, bu musibete karşı çabalamak mecburiyetiyle hakikî ve en mühim vazifesi olan neşir hizmetini bırakmağa mecbur oluyor.”[50]

            “Şimdi bu vakitte, talebe-i ulûmun en hâlisleri Risale-i Nur talebeleri olduğu…”[51]

            “…Nur talebelerinin Demokratları muhafaza ettiğini ve Demokratların kuvvetli bir istinadgâhı olduğunu müfrit şeytanlar anlamışlar. Nur talebelerini Demokratlardan bu tarzda nefret ettirip hükûmeti yıkmağa çalışıyorlar. Bu plânın akîm kalması ve mecmualarımızın kurtulması ve Afyon’daki kitablarımızın tamamen iade edilmesi için, pek fazla bir ehemmiyet ve gayretle çalışılmasını Üstadımız sizlere havale ediyor.”[52]

            “O rızık hatırı için namazsız ve ahlâkını kaybetmiş bir zevci aramak, riyakârane çalışıp tahakkümü altına girmek; elbette Nur talebesinin kârı değil.”[53]

            “Şübhe kalmadı ki Nur Risaleleri ve Talebeleri, hıfz u inayet-i İlahiyeye mazhardırlar ki; bu zamanın hassasiyetle ve bazı keyfî kanunlarla pek hiddetli bir inad ile uzun zamandan beri Nur Talebelerine ancak yüzde bir nisbetinde zarar verebildiler.”[54]

            “Bize eza ve cefa edenlere karşı, hiç bir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur’a sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.

            Ben çok hastayım. Ne yazmaya, ne söylemeye tâkatim kalmadı. Belki de bunlar son sözlerim olur. Medreset-üz Zehra’nın Risale-i Nur Talebeleri bu vasiyetimi unutmasınlar.”[55]

            “Ben de bu nevi küçücük masumları, evlâdım olmadığından evlâd-ı maneviye olarak dualarıma umumen dâhil ettim. Her sabah bunları da Nur talebeleri ile beraber dualarımda yâd ediyorum.”[56]

            “Şimdi Nur talebeleri böyle mes’elelerde derse muhtaç değildirler. Risale-i Nur, herşeyin hakikatını beyan etmiş. Başka izahata ihtiyaç bırakmamış. Risale-i Nur onlara kâfidir. Fakat Nur talebesi olmayanların aynı muhaberede, ahkâm-ı şeriat ve sünnet-i seniye esasatına muhalif telkinatı dinlememeleri lâzım ve elzemdir. Yoksa büyük hata olur.”[57]

            “Bağdad’da çıkan “Eddifa” gazetesi Risale-i Nur Talebelerinden bahisle diyor ki:

            Türkiye’deki Nur Talebelerinin İhvan-ı Müslimîn Cem’iyeti ile alâkaları nedir, ne münasebeti var? Hem farkları nedir? Türkiye’deki Nur Talebeleri, Mısır’da ve bilâd-ı Arabda İhvan-ı Müslimîn namında ittihad-ı İslâma çalışan cem’iyetler gibi müstakil cem’iyet midirler? Ve onlar da onlardan mıdır? Ben de cevab veriyorum ki:

            Nur Talebelerinin ve İhvan-ı Müslimîn cem’iyetinin gerçi maksadları; hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeye hizmet ve ittihad-ı İslâm dairesinde Müslümanların saadet-i dünyeviye ve uhreviyelerine hizmet etmektir; fakat Nur Talebelerinin beş-altı cihetle farkları var:

            Birinci Fark: Nur Talebeleri siyasetle iştigal etmez, siyasetten kaçıyorlar. Eğer siyasete mecbur olsalar, siyaseti dine âlet yapıyorlar; tâ ki siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı dinin kudsiyetini göstersinler. Siyasî bir cem’iyetleri aslâ mevcud değil.

            İhvan-ı Müslimîn ise: Memleket ve vaziyet sebebiyle siyasetle, din lehinde iştigal ediyorlar ve siyasî cem’iyet de teşkil ediyorlar.

            İkinci Fark: Nurcular, üstadlarıyla içtima etmiyorlar ve etmeye de mecbur değiller. Kendilerini üstadlarıyla içtimaa mecburiyet hissetmiyorlar. Ders almak için beraber bulunmaya lüzum görmüyorlar. Belki koca bir memleket, bir dershane hükmünde. Risale-i Nur kitabları onların eline geçmekle, üstad yerine onlara bir ders verir. Herbir risale, bir Said hükmüne geçer.

            Hem ellerinden geldiği kadar ücretsiz istinsah ederler. Muhtaçlara mukabelesiz (*) veriyorlar ki, okusunlar ve dinlesinler. Bu suretle büyük bir memleket büyük bir dershane hükmünde oluyor.

            İhvan-ı Müslimîn ise: Umumî merkezlerde mürşid ve reisleriyle görüşmek ve emirler ve dersler almak için ziyaretine giderler. Ve o umumî cem’iyetin şubelerinde de o büyük üstadla ve naibleriyle ve vekilleri hükmündeki zâtlarla yine görüşürler, ders alırlar, emir alırlar.

            Hem umumî merkezlerde çıkan ceride ve mecellelerin fiatını verip alıp, onlardan ders alıyorlar.

            Üçüncü Fark: Nur Talebeleri, aynen âlî bir medresenin ve bir üniversite dârülfünununun talebeleri gibi, ilmî muhabere vasıtasıyla ders alıyorlar. Büyük bir vilayet bir medrese hükmüne geçer. Birbirini görmedikleri, tanımadıkları ve uzak oldukları halde birbirine ders veriyorlar ve beraber ders okuyorlar.

            Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Memleketleri ve vaziyetleri iktizasıyla mecelleleri ve kitabları çıkarıyorlar, aktar-ı âleme neşrediyorlar; onunla birbirini tanıyıp ders alıyorlar.

            Dördüncü Fark: Nur Talebeleri, bu zamanda ve bugünde ekser bilâd-ı İslâmiyede intişar etmişler ve çoklukla vardırlar. Bu intişarlarında ayrı ayrı hükûmetlerde bulundukları halde hükûmetlerden izin almaya muhtaç olmuyorlar ki, tecemmu edip toplansınlar ve çalışsınlar. Çünki meslekleri siyaset ve cem’iyet olmadığından hükûmetlerden izin almaya kendilerini mecbur bilmiyorlar.

            Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Vaziyetleri itibariyle siyasete temas etmeye ve cem’iyet teşkiline ve şubeler ve merkezler açmaya muhtaç bulunduklarından, bulundukları yerlerdeki hükûmetten icazet ve ruhsat almaya muhtaçtırlar. Ve Nurcular gibi bilinmiyor değiller. Ve bu esas üzerine, kendilerine umumî merkezleri olan Mısır’da, Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de, Ürdün’de, Sudan’da, Mağrib’de ve Bağdad’da çok şubeler açmışlar.

            Beşinci Fark: Nur Talebeleri içinde çok muhtelif tabakalar var. Yedi-sekiz yaşındaki, câmilerde Kur’an okumak için elifbayı ders almakta olan çocuklardan tut, tâ seksen-doksan yaşındaki ihtiyarlara varıncaya kadar kadın-erkek; hem bir köylü, hammal adamdan tut, tâ büyük bir vekile kadar ve bir neferden, büyük bir kumandana kadar taifeler Nurcularda var. Bütün Nurcuların bu çok taifelerinin umumen bütün maksadları, Kur’an-ı Mecid’in hidayetinden ve hakaik-i imaniye ile nurlanmaktan ibarettir. Bütün çalışmaları ilm ü irfan ve hakaik-i imaniyeyi neşretmektir. Bundan başka bir şeyle iştigal ettikleri bilinmiyor. Yirmisekiz seneden beri dehşetli

mahkemeler dessas ve kıskanç muarızlar, bu kudsî hizmetten başka onlarda bir maksad bulamadıkları için onları mahkûm edemiyorlar ve dağıtamıyorlar. Ve Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. “Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız, onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar.” diyorlar. Kemmiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakikî ihlası taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar.

            Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Gerçi onlar da Nurcular gibi ulûm-u İslâmiye ve marifet-i İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye temessük etmek için insanları teşvik ve sevkediyorlar; fakat vaziyet, memleket ve siyasete temas iktizasıyla, ziyadeleşmeye ve kemmiyete ehemmiyet veriyorlar, taraftarları arıyorlar.

            Altıncı Fark: Hakikî ihlaslı Nurcular, menfaat-ı maddiyeye ehemmiyet vermedikleri gibi; bir kısmı, a’zamî iktisad ve kanaatla ve fakir-ül hal olmalarıyla beraber, sabır ve insanlardan istiğna ile ve hizmet-i Kur’aniyede hakikî bir ihlas ve fedakârlıkla ve çok kesretli ve şiddetli ehl-i dalalete karşı mağlub olmamak için ve muhtaçları hakikata ve ihlasa davet etmekte bir şübhe bırakmamak için ve rıza-yı İlahîden başka o hizmet-i kudsiyeyi hiçbir şeye âlet etmemek için, bir cihette hayat-ı içtimaiye faidelerinden çekiniyorlar.

            Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Onlar da hakikaten maksad itibariyle aynı mahiyette oldukları halde, mekân ve mevzu ve bazı esbab sebebiyle Nur Talebeleri gibi dünyayı terkedemiyorlar. A’zamî fedakârlığa kendilerini mecbur bilmiyorlar.”[58]

            “Üstadın, Nur’un ve Nur Talebelerinin Arablar’da hakkı olduğu için Arablar onlardan ciddî bahsetsinler. Zira İslâmiyet’in madde-i esasiyesi olan Arablar, Risale-i Nur’dan ziyadesiyle faide görmeye başlamışlar.”[59]

            “Bu Nur Talebeleri Risale-i Nur’la, hem Türkiye’de, hem bilâd-ı Arabda komünistliğe karşı muhkem bir sed tesis ediyorlar.”[60]

            “Nur Talebeleriyle Nur Risaleleri ve onların bu büyük hizmet-i Kur’aniyeleri Demokrat Hükûmetinin bir büyük hasenesidir ki, mübarek âlem-i İslâm’daki hareket-i İslâmiye bu hükûmet-i demokrasiyi takdir ve tahsinle karşılıyor. Bütün Irak ahali-i müslimesi ki, Arab, Türk, Kürd, İran, bu İslâmî hizmeti ve kudsî mücahedeyi kemal-i ferah ile karşılıyorlar. Ve Türkiye’deki Türk kardeşlerimiz, garbın yanlış tesiratlarına karşı bunlarla mukavemet gösteriyorlar kanaatindedirler.”[61]

            Birinci Yalan: Nur Risalelerini okuyanlara mürid ve tarîkat diye beni tarîkat dersi vermekle ittiham ediyor. Halbuki beni tanıyanlar biliyorlar ki: Mahkemelerde de sabit olduğu gibi; ben tarîkat dersi değil, imanın, Kur’anın hakikatlarını ders veriyorum. Dersimi dinleyenlere Nur Talebesi denir. Mesleğimiz tarîkat değil, imanın hakikatlarıdır.”[62]

            “Beşinci Hakaretkârane İftirası: Gerilemek ve irtica, yani İslâmiyet ahkâmına, ahlâkına dönmek manasıyla “mel’un fikir” tabiri kullanması; küre-i arzı titretecek kâfirane bir iftira olduğu gibi, yalnız Ispartalılara ve Nur talebelerine değil, belki âlem-i İslâm’a karşı bir ihanettir.”[63]

            “…hayatını Risale-i Nur’a vakfeden ve nafakasına çalışmaya zaman bulamayan fedakâr Nur talebelerinin tayinatına acib bir bereketle kâfi gelen ve Nur nüshalarının fiatı olan o mübarek sermayeyi ben öldükten sonra da o hâlis, fedakâr kardeşlerime vasiyet ediyorum ki, altmış-yetmiş sene evvelki kaidemi yetmiş sene sonraki şimdiki düsturlarıma aynen tatbik etsinler. İnşâallah Risale-i Nur’un tab’ serbestiyeti olsa, o düstur daha fazla inkişaf eder.”[64]

            “[Umum Nur Talebelerine Üstad Bediüzzaman’ın vefatından önce vermiş olduğu en son derstir.]

            Aziz kardeşlerim!

            Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.”[65]

            “İşin orijinal tarafı: Bu meslek, kendi şahsına münhasır kalmamış, talebelerine de kudsî bir mefkûre halinde intikal etmiştir. Nur deryasında yıkanmak şerefine mazhar olan bir Nur Talebesinin istiğnasına hayran olmamak kabil değildir…”[66]

            “…bir Nur Talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay bir şey değildir. Zira, onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu “Dikkat!” kelimesi, en hassas bir kontrol vazifesi görmektedir.”[67]

            “…bir Nur Talebesi “Risale-i Nur Külliyatı” nı mütalâası ile – üniversitenin herhangi bir fakültesine mensub da olsa – hissen, fikren, ruhen, vicdanen ve hayalen tam mânasiyle tatmin edilmiş oluyor.”[68]

            “Said Nursî, hadsiz muarızlara, çok kuvvetli ve kesretli düşmanlara karşı; az, fakir ve zayıf olan Risale-i Nur talebelerine, kuvve-i mâneviyye, gaybî imdat, teşci, sebat ve metanet vermek için Risale-i Nur hakkındaki ikram-ı İlâhî ve hizmetin makbuliyetine ait inayet-i Rabbaniyeyi zikretmiş; insafsız hücum ve asılsız iftiralara karşı mecburiyetle müdafaaya geçilmiştir.”[69]

            “Taife-i mücahidîn olan Nur Talebeleri; a’zamî sadakat ve ittihaddan neş’et eden azîm, manevî, makbûl bir sır ile rahmet-i İlâhiyyenin celbine ve teveccühüne vesile olmuştur. Bu ihlâslı taife-i mücahidîn; küçük bir çekirdek gibi dar bir dairede iken, o çekirdekte âlemi istilâ edecek bir şecere-i Tûbanın mahiyeti bulunduğu misillü, On dördüncü Asr-ı Muhammedîde (Aleyhissalâtü Vesselâm) Kur’andan çıkan Risale-i Nurun Anadoluda tulû ve intişar etmesiyle, neticede neşv ü nema ederek Âlem-i İslâm ve insaniyete kadar genişlemiş ve daha da genişliyecektir!”[70]

            Risale-i Nurdan tahkikî iman dersi alan ve gittikçe ziyadeleşen Nur Talebelerinin îmanları inkişaf etmiş, îmanî bir şehamet ve İslâmî bir cesarete sahib olmuşlardır. Nasılki, cesur bir kumandan yüzlerce askere lisan-ı hâliyle cesaret verir ve nokta-i istinad olursa; aynen öyle de Risale-i Nur şahs-ı manevîsinin mümessili olan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri başda olarak, tahkikî iman dersleriyle imanları kuvvetlenen yüzbinlerce, şimdi milyonlarca Nur Talebeleri, ehl-i imana bir nokta-i istinad ve bir hüsn-ü misâl olmuşlardır. Nur Talebelerinin bu iman kuvvetleri ve dinsizliğe karşı kahramanca mücadeleleri, halkın üzerinde çok tesir yapmış ve bir intibah (uyanıklık) husule getirmiştir. Böylelikle, milletin içindeki korku ve evhamları da Risale-i Nurla izale etmişler, vatan ve millete umumî bir cesaret, ümid ve ferahlık husule getirip müslümanları yeisden kurtarmışlardır.

            Risale-i Nuru gaye-i hayat edinen bir Nur Talebesi, yüz adam kuvvetinde olduğu ve yüz nâsih kadar iman ve İslâmiyete hizmet ettiği, ehl-i hakikatça müsellem ve musaddakdır. Nur talebeleri; dinsizliğin şa’şaalı taarruzlarına, tantanalı yaygaralarına, zulümlerine, hapislerine; üstadları gibi, kıymet vermeden, korkmadan, lüzumunda canlarını, mallarını, evlâd ve iyâllerini dahi çekinmeden Risale-i Nurla iman ve İslâmiyete hizmet uğrunda feda etmişlerdir. Nur Talebeleri, tek bir şeyi gaye edinmiştir: “İmanlarını kurtarmak niyetiyle Risale-i Nuru okumak ve Rızâ-yı İlâhî için iman ve İslâmiyete Risale-i Nurla hizmet etmek.” Bu gayelerinde muvaffak olmak için, her şeylerini bu hizmete hizmetkâr yapmışlardır.”[71]

            “…öyle Nur Talebesi hanımlar vardır ki, kendilerini son nefesde iman nuriyle hüsn-ü hâtimeye nail edecek Nur Risalelerini hararetle okumuşlar ve diğer din kardeşleri olan hanımlara da okuyup tanıtmışlar; Nurları hanımlar içinde neşrederek, çok hanımların Kur’an ve iman nurlariyle nurlanmalarına vesile olup kahramanca hizmette bulunmuşlardır. Risale-i Nuru okuyup okutmakla iman mertebelerinde terakki edip âdeta birer mürşid mertebesine yükselmişlerdir. Hanımlar, sırf Allah rızasını tahsil için, safvet ve ihlâsla, Risale-i Nurdaki parlak ve çok feyizli Kur’an nurlarına bağlanmış ve kalblerinde sönmez bir muhabbet ve sevgi besliyerek dünya ve âhirette bahtiyar olacak bir vaziyete kavuşmuşlardır. Risale-i Nurun kıymet ve büyüklüğü, temiz kalblerine o kadar yerleşmiş ki; onu beraberce okuyup dinledikçe; içleri nurlarla, feyizlerle dolup taşmış, nuranî göz yaşları dökerek cûş u hurûşa gelmişlerdir. Ne bahtiyardır o hanımlar ki; Risale-i Nurun bu mukaddes îmanî hizmetinde çalıştıkları için onlar daima hayırla yâdedilecek, âhiretlerine nurlar gönderilecek, kabirleri Cennet-misâl pürnur olacak ve âhirette de en yüksek mertebelere ulaşacaklardır. İnşâallah. En başta Bediüzzaman Hazretlerinin dualarına dahil olmakla beraber, Nur Talebeleri mabeynindeki şirket-i maneviye sırriyle defter-i hasenatlarına hayırlar kaydedilmektedir. Risale-i Nura samimî alâkaları, o fedakâr hanımları, milyonlarca Nur Talebelerinin dualarına nail etmektedir. Risale-i Nurları okuyup okutmakla büyük manevî kazançlara, yüksek derecelere erişmektedirler. İnşâallah, ekseri hanımların böyle olmasını, rahmet-i İlâhîden kuvvetle i’tikad ve ümid ve niyaz ediyoruz.”[72]

            “Bu mektublarda Hazret-i Üstad, talebelerine, el yazısiyle risaleleri yazmalarının, neşretmelerinin ehemmiyetini; Risale-i Nur Talebelerinin şimdilik cüz’î gibi görünen hizmetlerinin, hakikatta, kâinatta en muazzam mes’ele olduğunu ve bir gün bu memlekette Risale-i Nurun nuriyle geniş çapta fütuhat olacağını müjdelemekte, Risale-i Nurun dairesinin ve neşriyatının temellerini, esaslarını vaz ve tahkim etmektedir.”[73]

            “Bediüzzaman Hazretleri Denizli hapsinde iken, gayet mühim dokuz mes’eleyi ihtiva eden “Meyve Risalesi” ni iki Cuma gününde te’lif etmiştir. Bu eser, Risale-i Nur’un hakikatlarını hülâsaten cem’eden kıymettar bir risaledir. Hapis müddetinde Nur talebeleri bu Meyve Risalesi’ni müteaddit defalar yazmak ve okumak suretiyle meşgul olmuşlar.”[74]

            “Yalnız bir muallimin talebeleri ve darülfünun şâkirdleri ve Kur’ân dersini veren hâfızın hıfza çalışanları gibi Risale-i Nur Talebelerinde bir uhrevî kardeşlik var.[75]

            “…eski zamanın kahraman mücahidlerine nisbeten en az zahmet, ağır şerait ve bu zamanın şiddeti ihtiyaç cihetiyle çok sevab kazanan inşaallah halis Nurculardır. Ve boş boşuna, bad-ı heva, belki günahlı, zararlı giden birkaç sene ömrünü, böyle kudsî bir hizmet-i imaniye ve Kur’aniyeye sarfeden ve onun ile ebedî bir ömrü kazanan Nur talebeleridir.[76]

            “…hem mâdem, bütün kuvvetiyle Nur talebeleri de, îman ve İslâmiyete Ehl-i Sünnet dairesinde hizmet için hayatlarını dahi çekinmeden veriyor ve süflî menfaat peşinde değildirler ve madem yüz binlerce Nur talebeleri bütün tazyik ve tehditlere rağmen bu hakikati fiilen isbat etmişler; hem her talebe, bugün cereyan eden bâtıl felsefenin akidelerine, hakikî, mantıkî cevaplar vermek üzere yetişmişler ve yetişiyorlar; hem her ihtiyacımıza Kur’ân cevap veriyor, onda lâzım olan her hakikat sarih olarak vardır ve madem Kur’ân, en güzel şekilde ders veren Allahın hediyesi, bir nuru ve rahmetidir..”[77]

            “Hiçbir Nur talebesi yoktur ki, sınıfının en faziletlisi, en çalışkanı olmasın.”[78]

            “Siz kurtarıcı Üstadımızla Risale-i Nur talebeleri arasındaki bağ, ebedî bir bağlılıktır.” Bunu hiçbir kuvvet çözemez.”[79]

            “Hem her birisi hizmet-i Kur’âniyye itibariyle birer kutup hükmünde olan Nur talebelerinin medar-ı iftihar büyük kardeşleri de yine Ispartalıdırlar.”[80]

            “Urfa ve Diyarbakır’daki faal Nur talebeleri birer medrese-i Nuriyye kurdular. Risale-i Nur’u her sınıf halktan, bilhassa talebelerden, gençlerden gelen cemaate okumak suretiyle ilmî derslere başladılar. Bu zamanda pek ehemmiyetli olan talebe-i ulûmun şerefini ihyâ ettiler. Şark havâlisinde büyük hizmet-i imaniyye ifa olundu.”[81]

            “Ahmak din düşmanları güya Nur Talebelerini korkutmak sevdasiyle resmî kimseleri aldatıp tahrik ve âlet etmeye çalışıyorlar.”[82]

            “Hattâ öyle Nur Talebeleri meydana gelmektedir ki, asıl halis niyet ve kudsî gayeden sonra -bir sebep olarak da- münafıkların mezkûr plânlarının inadına, rağmına Dünyayı terk edip kendini Risale-i Nur’a vakfediyor.. ve üstadımızın dediği gibi diyorlar: “Zaman, İslâmiyet fedaisi olmak zamanıdır.”[83]

            “Risale-i Nur Talebeleri başkalarına benzemez; onlarla uğraşılmaz; onlar mağlûp olmazlar.”[84]

            “Avrupada hıristiyanlar içinde bir tek kasabada altmışbeş adet sarıklı genç Nur Talebesinin çıkması, bunun bir nümunesidir.”[85]

            “Nur talebesi kardeşlerime söylüyorum: “Nerede olursa olsun siyonizme karşı mücadele etsinler.”[86]

            “Risale-i Nur Talebeleri, Risale-i Nur’un dairesi haricinde nur aramamalı ve aramaz. Eğer arasa, Risale-i Nur’un penceresinden ışık veren manevî güneşe bedel, bir lâmbayı bulur, belki güneşi kaybeder.”[87]

            “Eğer hizmet-i Kur’aniye ve imaniyede yardımcı bir hanım bulsa alır. Hizmetine zarar vermez. Lillahilhamd bu neviden çok Nur talebeleri var, zevceleri onlardan geri kalmıyorlar. Belki kadınlardaki şefkatten gelen ücretsiz fıtrî kahramanlık ve hakikî ihlas cihetiyle zevcinden daha ileri gidebilir. Nur talebelerinin yetişmiş kısımlarından ekserisi evlenmişler, bu sünneti yerine getirmişlerdir. Risale-i Nur onlara der ki: Haneniz bir küçük Medrese-i Nuriye, bir mekteb-i irfan olsun ki; bu sünnet tam yerine gelsin. Sünnet-i seniyenin meyvesi olan çocuklar âhirette size şefaatçı olsunlar. Dünyada da iman dersini alıp size hakikî evlâd olsunlar. Yoksa bu otuz senede kısmen olduğu gibi, o çocuklara yalnız terbiye-i medeniye verilse, bir cihette o çocuklar dünyada faidesiz ve âhirette davacı olarak “Ne için imanımı kurtarmadınız?”diyeceklerinden peder ve vâlidelerini mahzun etmek, sünnet-i seniyenin hikmetine münafî olur.”[88]

            “Üstadımız! Nur talebelerinin okudukları bir eşi, bir benzeri daha dünyada olmayan “Cevşen-ül Kebir” isimli Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz Hazretlerinin duasını ve çok sevablı, çok nurlu, çok faziletli salavat-ı şerifelerinizi elde ettik, okumağa başladık. Sizin devam ettiğiniz bu pek kıymetdar, çok mübarek evradlar; bizim zikrimiz, bizim virdimiz oldu elhamdülillah! Fakat en ziyade Risaleleri okumağa gayret ediyoruz, ehemmiyet veriyoruz. Çünki Nur Risalelerini ne kadar sık sık okursak, bu dualardan daha ziyade feyz alıyoruz. Duaları, evradları mübarek gecelerde, hususan Leyle-i Regaib ve Leyle-i Mi’rac ve Leyle-i Berat, Leyle-i Kadir ve Cuma geceleri gibi vakitlerde okuyoruz.”[89]

            “İhlas Risalesi’nin onbeş günde bir defa okunmasının emredilmesiyle, sırr-ı ihlas ve uhuvvetin Nur Talebeleri mabeyninde bizzât istimalinin azameti ve ehemmiyeti anlaşılmaktadır.”[90]

            “Risale-i Nur serapa İslâmiyet, Kur’an, iman hakikatlarından ibarettir ve Nur talebeleri Kur’ana kopmaz rabıtalarla bağlanmışlardır. Dini hiç bir şahsî, dünyevî, süflî menfaatlere âlet etmedikleri ve sadece rıza-yı İlahî için çalıştıkları güneş gibi tezahür etti.”[91]

            “Nur talebelerinde en birinci maksad ve en büyük gaye, rıza-i İlahîdir.”[92]

            “Risale-i Nur’u sadakat ve devamla okuyan hakikî bir Nur Talebesi, ahlâken düşük insanlar arasında kalsa da, ahlâkını bozmadan onlardan uzaklaşıp kendini kurtarıyor.”[93]

 

                                                                                                          24-05-2004

                                                                                                    Mehmet   ÖZÇELİK


[1] Sözler.100,Mektubat.524,Lem’alar.373,444,450,Şualar.59,187,684,İşarat-ül İ’caz.230,Barla lahikası.366,Kastamonu.19,46,Sikke-i Tasdik-i Gaybi.30,67,271,Tarihçe.398,740,

[2] Sözler.153.

[3] Sözler.757.

[4] Sözler.758.

[5] Sözler.761.

[6] Sözler.766.

[7] Sözler.766.

[8] Sözler.767.

[9] Sözler.767.

[10] Sözler.767.

[11] Sözler.767.

[12] Sözler.767.

[13] Sözler.768.

[14] Sözler.770.

[15] Sözler.772.

[16] Mektubat.346.

[17] Lem’alar.40.Haşiye.1.

[18] Lem’alar.45.

[19] Lem’alar.262,425,İşarat-ül İ’caz.227,Tarihçe.553.

[20] Lem’alar.262.

[21] Lem’alar.266,263.

[22] Lem’alar.267.

[23] Lem’alar.393.

[24] Lem’alar.399-400.

[25] Şualar.256.

[26] Şualar.256.

[27] Şualar.297.

[28] Şualar.314.

[29] Şualar.368,Tarihçe.639.

[30] Şualar.376.

[31] Şualar.379.

[32] Şualar.400.

[33] Şualar.407.

[34] Şualar.418.

[35] Şualar.508,511.

[36] Şualar.516,Emirdağ.2/77,198,Tarihçe.628.

[37] Şualar.544.

[38] Şualar.553.

[39] Şualar.571.

[40] Şualar.672.

[41] Barla Lahikası.183.

[42] Barla.372,Kastamonu.57,203.

[43] Kastamonu.23,43,Sikke-i Tasdik-i Gaybi.30.

[44] Kastamonu.24,Emirdağ Lahikası.1/191,Tarihçe.284.

[45] Kastamonu.76.

[46] Kastamonu.96.Sikke-i Tasdik-i Gaybi.166.

[47] Kastamonu.133.

[48] Kastamonu.140-141.

[49] Kastamonu.149,Tarihçe.304.

[50] Kastamonu.198.

[51] Kastamonu.255.

[52] Emirdağ.2/29.

[53] Emirdağ.2/49.

[54] Emirdağ.2/76.

[55] Emirdağ.2/81.

[56] Emirdağ.2/102.

[57] Emirdağ.2/156.

[58] Emirdağ.2/168-170.

[59] Emirdağ.2/171.

[60] Emirdağ.2/171.

[61] Emirdağ.2/171.

[62] Emirdağ.2/193.

[63] Emirdağ.2/194.

[64] Emirdağ.2/216,218.

[65] Emirdağ.2/241.

[66] Tarihçe-i Hayat.13.

[67] Tarihçe.15.

[68] Tarihçe.20.

[69] Tarihçe.25.

[70] Tarihçe.156.

[71] Tarihçe.162-163.

[72] Tarihçe.164.

[73] Tarihçe.283.

[74] Tarihçe.435.

[75] Tarihçe.566.

[76] Tarihçe.596.

[77] Tarihçe.624.

[78] Tarihçe.627.

[79] Tarihçe.668.

[80] Tarihçe.671.

[81] Tarihçe.673.

[82] Tarihçe.690.

[83] Tarihçe.691.

[84] Tarihçe.693.

[85] Tarihçe.696.Haşiye.1.

[86] Tarihçe.719.

[87] Hakikat Nurları.150.

[88] Hanımlar Rehberi.29.

[89] Hanımlar rehberi.158.

[90] Hizmet rehberi.10.

[91] Nur Çeşmesi.135.

[92] Nurun İlk Kapısı.183.

[93] Nurun İlk Kapısı.197.




BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ

                                   BEDİÜZZAMAN   SAİD   NURSİ

Vefatının 36. yıl dönümünde Bediüzzaman Said Nursi…

            İnsanlık tarihi başlangıç itibarıyla;ilk insan ve ilk peygamber,kendisine ilk suhuf indirilen Hz. Âdem ile başlar.

          Böylece insanlık ve insanoğlu;yaratıldığı ilk andan beri yalnız ve başı boş bırakılmamış,kendisine ilahi canibden bir peygamber ve rehber gönderilmiştir.

            Bu olay ta Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAM)’e kadar süregelmiş ve peygamberliğin son halkası onunla sonlanmış ve “Hatem-ul Enbiya”,-Peygamberlerin sonuncusu- ve peygamberlik müessesesini mühürleyici,son peygamber olmuştur.

            Evet,peygamberlik onunla son bulurken,ilk sahifenin ve kitapların da sonu ,son olarak o zata indirilen Kur’an-ı Kerim-le son bulmuş,noktalanmış ve de kemal manada kitab,insanlığa hitab,son doruk noktasına oturmuş oldu.

            Peygamberimiz her türlü maddi-manevi şahsiyetiyle de insanlığın zirvesine çıkmış,gerçek manada insanlığı ve insanı temsil eden ve edecek olan bir kişi olduğunu da göstermiştir.

            Hasılı;hakkında ne söylense az olup,kısaca;”Sözlerimle onu övmüş olmuyorum. Belki onu övmekle,sözlerimi övmüş oluyorum.”diyen şair gibi yapmış oluyoruz.

            Peygamberimizden sonra,velayet kapısı açılmış olmaktadır. Bu da:Hz. Ali ile başlamaktadır. Velayet kapısı onunla fetholunmuştur. Maddi fatih olup,bir çok fetihlerde bulunan Hz. Ali,böylece manevi fatih de olduğunu hayatının ve hayatından sonraki dönemlerin her safhasında manevi tasarrufuyla göstermiştir.

            Evet,velayet yollarının başı Hz. Ali ile başlayıp,bir çok veli zatlarla tâa zamanımıza kadar sürüp gelmiştir.

            İmam-ı Gazali,İmam-ı Rabbani gibi zatlar başta olmak üzere,bir çok veli zatın aradığı ve arzuladığı velayetteki zirve makam,hizmetteki doruk nokta;

            Nihayet küfür ve zulmünde son noktasına çıkmasıyla,zirve de noktalanmıştır.

            Böylece tam bir müsabaka,tam bir mücadele iki tarafın karşılaşmasıyla ringde başlamıştır.

            Başlangıcı cehalet asrıyla başlayan bu mücadelenin sonu;

            Küfrün ve zulmün koz olarak kullanması veya kullanmaya çalışmasıyla fen ve maddenin,iman ve Kur’an-la mukabelesi şeklinde gösterilmeye çalışılmıştır.

            Netice;cehalet asrının maddesi,insanı ve her şeyinin İslâma ram olmasıyla sonuçlanması gibi;

            Sonuç da aynı olarak;Fen,teknik,teknoloji,madde,batısı ve doğusuyla,tüm insanı ve ilim adamıyla Kur’an-ın ve hakikatlarının halkasına gireceği bir hak olarak –İnşaallah- tecelli ve tezahür edecektir.

            İşte Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin bir asırlık hayatı ve hizmetleri şahittir ki,ortaya koyduğu hizmet;

            a)Küfrün bel kemiğini bir daha doğrulamıyacak şekilde kırmış,gittiği yollarının muhal,batıl ve imkansız olduğunu iki kere iki dört eder kat’iyyetinde ortaya koymuştur.

            “Küfür üzerinde yürümek,buzlar üzerinde yürümek gibidir.”

            “Eşek kat kat eşek olsa,sonra dönse insan olsa (küfür ve şirk gibi imkansız bir meseleyi) kabul etmeyip kaçacak;küfür ve inkar içerisinde geçen bir insanlıktan istifa ediyorum.-diyerek eşekliği,böyle bir insanlığa tercih edecektir.

            Küfrün;en büyük bir cehli mutlak,en büyük bir zulüm,cehli mürekkeb,en büyük bir cinayet ve hıyanet olduğunu akli ve nakli delillerle isbat eder.

            b)Bediüzzaman kendi asrına ve şimdiye kadar hiçbir zaman ve zeminde yapılmayan İman konusunda bir tahşidat,bir birikim oluşturur.

            Her şeyin,her mesleğin,her zaman ve zeminin zemin ve zenbereğine İmanı oturtturur.

            İman-sız,iman olmadan hiçbir şeyin olmıyacağı ve çalışmıyacağını kat’i delillerle isbat eder.

            “Ben mesailimi iman üzerine teksif ettim. Gözümde ne cennet sevdası var,ne cehennem korkusu… Milletimin imanını selamette görürsem,cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken,gönlüm gül gülistan olur.”

            İman uğruna Hz. Ebûbekir misal;”Ya Rabbi vücudumu cehennemde öyle büyült ki,ta ehli imana yer kalmasın.”

            Bediüzzaman,milletin imanının selameti,ebedi hayatlarının kurtulması uğruna;dünyayı da terketmiş,şahsi olarak ahiretine çalışmayı da…

            İmanın mertebelerinden ilmel yakin,aynel yakin ve hakkal yakine çıkarmaya kadar imanda terakki kaydettirir.

            Sürekli bir şekilde kulun Allah ile olan intisabını temine çalışır.

            Her şeyin O’nunla var olup ve de var olabileceğini,O’nsuz hiçbir şeyin var olamıyacağı ve de ona varlık adının verilemiyeceğini izah ve ifade eder. “O’nu bulan neyi kaybeder,O’nu kaybeden neyi bulur? O’nu bulan her şeyi bulur ve onu kaybeden hiçbir şeyi bulamaz. Bulsa da ancak başına bela bulur.”

            c)Her şeyin anahtarı olan Besmele ile eserine başlayarak,Namazın hakikatını,hikmet yönünü muhtelif şekillerde ele alarak;”İnsanın yaratılıb,bu dünyaya gönderilmesindeki gerçek gaye;Halık-ı kainatı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir.”ayetinin gerçek manası olan,insanın yaratılışının gaye ve maksadını,insanın nereden geldiği? Ve nereye gideceği? Ve bu dünyadaki gerçek vazifesinin ne olduğunu? en veciz ve mukni bir şekilde izah ve şerhetmektedir.

            ç)Haşir risalesiyle,ahiretin varlığını iki kere iki dört kesinliğinde isbat ederek;cennet,cehennem,kabir,mahşer gibi ahiret alemlerinin gerçek mahiyetini her tabakada insana bildirmekte ve tanıtmaktadır.

            d)Ölümün korkulacak bir şey olmadığını,mahiyet ve hakikatını bildirerek,bir terhis ve yet değiştirmek,gerçek vatana gitmek olarak göstermektedir.

            e)Peygamberimizin maddi ve manevi şahsiyetini tanıtarak,onun sünnetine uyulması gerektiğini,sünnetine uymanın Allah’ı sevmek demek olduğunu ve de Allah tarafından sevilmenin yolunun yine onun habibi olan peygamberine uymak ve onu sevmekten geçtiğini ayet ve hadisler ışığında izah ve şerh eder.

            f)Kur’an-ı Kerim-in doğrudan doğruya Allah kelamı olduğunu isbat eder. Ve insanların hayatlarında uygulamaları için Allah tarafından hayatı düzenleyici tüm esasların,kanun ve şeriatların esaslarını ihtiva ettiğini anlatır.

            g)Peygamberlerin gösterdikleri mu’cizelerin;insanları hidayete davet için olmakla beraber,hayata uygulanabilirliliğinin de mümkün olduğunu,böylece insanları onlara teşvik için gösterildiğini ibretli bir tesbit ile anlatır.

            ğ)Allah’ın isim ve sıfatlarını tanıtarak,ancak onlarla tanınabileceğini belirtir. Kafirlerin Allahı bildiklerini ancak sıfatlarında hataya düştüklerini temsillerle izah eder.

            k)Hikmet,felsefe ve bunların birbirleriyle olan mukayeseleriyle izah yoluna giderek,veciz ifadelerde bulunur.

            l)İsraftan sakınılması gerektiğini,iktisad ve kanaata alışılmasının lüzumunu anlatarak,ekonominin de temelini oluşturacak esasları belirler.

            m)Sahabe ve onların üstünlüklerini belirterek,onların insanlık aleminde birer maddi manevi yıldızlar olduklarının hakikatını izah eder.

            n)İnsanın tanımını mükemmel yapar. İnsana kendisini tam olarak bildirir. Bulunduğu mevkiyi ona hatırlatır ve anlatır.

            o)Ulemanın dahi zorlandıkları imanın esaslarından olan Kaderin;Allah’ın bir ilmi olduğunu,bir takdir,bir plan ve proğram ve bir proje hükmünde olarak,zorlayıcı olmadığını mukni olarak izah eder.

            ö)Madde ve maddiyatın her şey olmayıp,maneviyatı maddi gözlere madde gibi zahir bir şekilde göstermektedir.

            p)Şimdiye kadar İslam aleminde;İslam alimlerinin de üzerinde münakaşa ettikleri konuları yani –Umumül Belvâ- denilip içerisinden çıkılamıyan konulara bir netlik ve izah kazandırarak,asırlardır süren münakaşaları kökünden kaldırır.

            r)Değil sadece İslam aleminde bir ittifak ve muhabbet,hristiyanlık alemiyle,İslam aleminin dahi temel noktalarda birliğine gidip,birleştirici bir rol oynayarak,inkarcılığa karşı umumi bir cephe alır.

            s)Başta Fir’avunları yetiştiren benlik,enaniyet,gurur gibi kavram ve vasıfların mahiyetlerini,iç yüzünü göstererek,insanları böyle bir vartaya düşmekten koruyucu tedbirleri gösterir.

            ş)Görünen alemde,her bir zerre de ve her şeyde Allah’a giden yolu göstermektedir. “Allah’a giden yollar mahlukatın nefesleri sayısıncadır.” Kapalı olan kapılardan,iman ve marifet anahtarlarıyla,O’nun marifetine yollar açmaktadır.

            t)Hayatını sevgi üzerine oturtturan Yunus gibi,aşk üzerine oturtturan Mevlana gibi;her şeye karşı sevgi ve aşk yolunu göstermektedir.

            u)Zulmette nuru,zulümde adaleti,kış da baharı,kesrette vahdeti,kısaca;her şey de bir şeyi,bir şeyde de her şeyi göstererek,gerçek ve hakikatı tek bir şeyde O’nda görmüş ve de göstermiştir.

            ü)Siyasi alemde dönen dolap ve entrikalara alet olmadığı gibi,alet olunmamanın yollarını da göstermiştir.

            v)Hizmette muvaffakiyetin sırrının geleceğe yönelik nesiller yetiştirmekten vaz geçtiğini görerek;ihlaslı ve sadık talebeler ve nesillerin yetiştirilmesine gayret göstermiştir.

            Bu uğurda gösterilecek en küçük gevşemenin kişiye büyük zararlar ve kayıplar getireceğini de yaşayan belgeleriyle göstermiş ve bildirmiştir.

            Kainatın vereceği en önemli mahsul insan olduğuna göre,insanın da en önemli, netice ve gayesini göstermiş ve o hedefe yönelerek,yöneltmiştir.

            y)”Kişinin cennet hayatı,aile hayatıdır.”diye ifade edilen evin tesisi ve kadının,çocuğun yetiştirilmesi üzerinde durur.

            Kadının;başta sefahet olmak üzere dünyaya alet olmaması ve edilmemesini ısrarla işlemiştir.

            z)Uhuvvet risalesiyle kardeşliğin,ihlas risalesi ile hulusiyet ve samimiyetin temellerini atmıştır.

            aa)Bin yıldır devam etmekte olan,Kur’an-ın ve ecdadın lisanının muhafazasına ehemmiyetle çalışmış,toplumları o zengin miras üzerine oturtturmayı hedeflemiştir.

            ab)Cenâb-ı Hakkın kainata koyduğu kanunlar muvazenesiyle,insanlara gönderdiği şeriatlar dengesini izah etmektedir.

            ac)Peygamberler hasseten peygamberimizin gösterdiği mu’cizeler yani harikulade olaylar ile nübüvvet ve risaletinin belgelerini göstermekle,küfür ve dalaletin girdaplarında olanları çekip çıkarırken;

            Ehli imanın imanını,İslâmın ilk devrelerindeki,güçsüzlükler içerisinde bulunan sahabelerin imanlarını da takviye etmektedir.

            aç)İnsanların milliyet bakımından farklı oluşunun;ayrılık sebebi olmadığını,insanların gerçek milliyetlerinin İslamiyet olduğunu geniş bir şekilde izah etmektedir.

            ad)Asrı saadette olan olayların,şimdiye kadar münakaşaya sebeb olan noktaların izahını yaparak,yanlışları tashih etmektedir.

            Meselenin içtihattan kaynaklanıp,günahı gerektiren bir durumun olmadığını belirtir.

            ae)Hastalar risalesiyle,hastalığın gerçek manada korkulacak bir şey olmadığını belirterek,hakiki hikmetini göstermekle şikayeti şükre döndürmektedir. İnsanın acizliğini ve fakirliğini göstermekle,hamd ile mükellef olduğumuzu bildirmektedir.

            af)İhtiyarlar risalesiyle;insanın acziyetini daha iyi bilip,kemal yaşı olan ihtiyarlığın sevilmesi gerektiğini,ihtiyarların hürmete layık kimseler olup,Hadis-deki:”Eğer beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi;belalar üzerinize sel gibi yağardı.”hakikatıyla;ihtiyarların ve ihtiyarlığın,belaların def’ine vesile kimseler olduğunu anlatmaktadır.

            Özetle:Hz. Âdem-den beri,asırlarca süregelen,İslâma yöneltilen tüm meselelere izah,isbat ve mantıki yorumlar getirerekten,inancın,İslâmın etrafına kasıtlı veya cahilane örülen ve örülmek istenen tüm “Utanç Duvarlarını” yıkmış ve eserleriyle yıkmaya da devam etmektedir.

 

                                                                                              15-3-1996

                                                                                  MEHMET   ÖZÇELİK

 




KİMDİR

KİMDİR

             “Acaba beni tecrübe edip kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acib yol ile bir maksada sevkeden kimdir?”[1]

 

“Sema ve zemini, rızkınıza iki hazine gibi müheyya edip oradan yağmuru, buradan hububatı çıkaran kimdir?”[2]

 

            “Sizin âzalarınız içinde en kıymetdar göz ve kulaklarınızın mâliki kimdir? Hangi tezgâh ve dükkândan aldınız?”[3]

 

“Ölmüş yeri ihya edip yüzbinler ölmüş taifeleri ihya eden kimdir? Hak’tan başka ve bütün kâinatın Hâlıkından başka şu işi kim yapabilir?”[4]

 

“Sarf ve Nahiv ilmini okuyan bir medrese talebesinin vefat edip, kabirde Münker ve Nekir’in: “Men Rabbüke”= “Senin Rabbin kimdir?” diye suallerine karşı, kendini medresede zannedip Nahiv ilmi ile cevab vererek: “(Men) mübtedadır. (Rabbüke) onun haberidir; müşkil bir mes’eleyi benden sorunuz, bu kolaydır.”[5]

 

“Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?”[6]

 

“Hâlıkımızı tarif eden, pek büyük bir şahsiyet-i maneviyeye mâlik, bürhan-ı nâtık dediğimiz “Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm kimdir?”[7]

 

“Hâlık-ı Semavat ve Arz kimdir?” diye sorulduğu zaman çar ü nâçar “Allah’tır” diyecektir.”[8]

 

“Eğer güneşe kaçsa, ona der: “O bir soba, bir lâmbadır. Odununu, gazyağını veren kimdir? Bil, ayıl!” Başına vurur.”[9]

 

            “Tarihe sorun, kimdir o nur, hem kim imiş menfur…”[10]

 

“Ey benî-Âdem! Nereden geliyorsunuz ve nereye gideceksiniz? Ve ne yapacaksınız? Ve her şeye karışıyor ve bazan karıştırıyorsunuz. Sultanınız ve hatibiniz ve reisiniz ve ileri geleniniz kimdir? Tâ bana cevab versin.”[11]

 

“Risale-i Nur Nedir? Bediüzzaman Kimdir?”[12]

 

K  İ  M  ?

 

“Evet en parlak bir mu’cize-i san’at-ı Samedaniye ve bir hârika-i hikmet-i Rabbaniye olan hayatı kim vermiş, yapmış ise; rızıkla o hayatı besleyen ve idame eden de odur. Ondan başka olmaz… Delil mi istersin? En zaîf, en aptal hayvan; en iyi beslenir (Meyve kurtları ve balıklar gibi). En âciz, en nazik mahluk; en iyi rızkı o yer (Çocuklar ve yavrular gibi).”[13]

 

“Şu saray içinde bulunan ve memleketi ihata eden yeknesak unsurlar, madenler var.Âdeta memleketten çıkan herşey, o maddelerden yapılıyor. Demek o maddeler kimin mülkü ise, bütün ondan yapılan şeyler de onundur. Tarla kimin ise, mahsulât da onundur. Deniz kimin ise, içindekiler de onundur. Hem bak, bu dokunan şeyler, bu nescolunan münakkaş kumaşlar, birtek maddeden yapılıyor. O maddeyi getiren, ihzar eden ve ip haline getiren, elbette bilbedahe birdir. Çünki o iş, iştirak kabul etmez. Öyle ise bütün nescolunan san’atlı şeyler, ona mahsustur. Hem de bak, bu dokunan, yapılan şeylerin herbir cinsi, bütün memleketin her tarafında bulunuyor; bütün ebna-yı cinsleriyle öyle intişar etmiş; beraber olarak birbiri içinde, bir tarzda, bir anda yapılıyor, nescediliyor. Demek birtek zâtın işidir, birtek emirle hareket ediyor. Yoksa böyle bir anda, bir tarzda, bir keyfiyette, bir heyette ittifak ve muvafakat, muhaldir. Öyle ise bu san’atlı şeylerin herbirisi, o gizli zâtın bir ilânnamesi hükmünde, onu gösteriyor. Güya herbir çiçekli kumaş, herbir san’atlı makine, herbir tatlı lokma, o mu’ciznüma zâtın birer sikkesi, birer hâtemi, birer nişanı, birer turrası hükmünde; lisan-ı hal ile herbirisi der: “Ben kimin san’atıyım, bulunduğum sandıklar ve dükkânlar da onun mülküdür.” Ve herbir nakış der: “Beni kim dokudu ise, bulunduğum top da onun dokumasıdır.” Herbir tatlı lokma der: “Beni kim yapıyor, pişiriyorsa bulunduğum kazan dahi onundur.” Herbir makine der: “Beni kim yapmış ise, memlekette intişar eden bütün emsalimi de o yapıyor ve bütün memleketin her tarafında bizi yetiştiren, odur. Demek memleketin mâliki de odur. Öyle ise, bütün bu memlekete, bu saraya mâlik kimse, o bize mâlik olabilir.”[14]

 

“Ben kimin sikkesiyim, bu yer dahi onun masnuudur. Ben kimin hâtemiyim, bu mekân dahi onun mektubudur. Ben kimin turrasıyım, bu vatanım dahi onun mensucudur.” Demek en edna bir mahluka rububiyet; bütün anasırı kabza-i tasarrufunda tutana mahsustur ve en basit bir hayvanı tedbir ve tedvir etmek; bütün hayvanatı, nebatatı, masnuatı kabza-i rububiyetinde terbiye edene has olduğunu kör olmayan görür. Evet herbir ferd, sair efrada mümaselet ve misliyet lisanı ile der: “Kim bütün nev’ime mâlik ise, bana mâlik olabilir, yoksa yok.” Her nev’, sair nevilerle beraber yeryüzünde intişarı lisanıyla der: “Kim bütün sath-ı Arza mâlik ise, bana mâlik olabilir; yoksa yok.” Arz, sair seyyarat ile bir Güneşe irtibatı ve semavat ile tesanüdü lisanıyla der: “Kim bütün kâinata mâlik ise, bana mâlik o olabilir; yoksa yok.” Evet faraza zîşuur bir elmaya biri dese: “Sen benim san’atımsın.” O elma lisan-ı hal ile ona “Sus!” diyecek. “Eğer bütün yeryüzünde bütün elmaların teşkiline muktedir olabilirsen, belki yeryüzünde münteşir bütün hemcinsimiz olan bütün meyvedarlara, belki sefinesiyle hazine-i rahmetten gelen bütün hedaya-yı Rahmaniyeye mutasarrıf olabilirsen, bana rububiyet dava et.” O elma böyle diyecek ve o ahmağın ağzına bir tokat vuracak.”[15]

 

Kimin merhametiyle böyle hakîmane idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninane besleniyorum ve idare ediliyorum?”[16]

 

Kimden meded gelir ve kimden rahmet beklenir…”[17]

 

“İnsan der: “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” Sen, de: “Kim onları bidayeten inşa edip hayat vermiş ise, o diriltecek.”[18]

 

“Evet şu dünyayı antika san’atlarla süslendiren ve lezzetli nimetlerle dolduran ve san’atperverane ve nimetperverane şu derece san’atının acibeleriyle, şu derece kıymetdar nimetlerini dünyanın yüzüne serpen, sıra-vari tanzim eden ve zeminin yüzünde seren, güzelce dizen bir Sâni’, bir Mün’imden başka şu velvele-i takdir ve istihsanla ve zemzeme-i hamd ü şükranla dünyayı dolduran ve zemini bir zikirhane, bir mescid, bir temaşagâh-ı san’at-ı İlahiyeye çeviren Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan kime yakışır ve kimin kelâmı olabilir? Ondan başka kim ona sahib çıkabilir? Ondan başka kimin sözü olabilir? Dünyayı ışıklandıran ziya, Güneş’ten başka hangi şeye yakışır? Tılsım-ı kâinatı keşfedip âlemi ışıklandıran beyan-ı Kur’an, Şems-i Ezelî’den başka kimin nuru olabilir? Kimin haddine düşmüş ki, ona nazire

getirsin, onun taklidini yapsın?”[19]

 

 

“Bu azîm kâinatı bir saray gibi, bir şehir gibi kemal-i intizamla idare edip tedbirini gören, Allah’tan başka kim olabilir? “[20]

 

Kimin için Allah var, ona herşey var ve kimin için yoksa, herşey ona yoktur, hiçtir.”[21]

 

“Bu çiçek kimin turrası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise, elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler, onun mühürleridir, sikkeleridir.”[22]

 

“Acaba Hazret-i Davud Aleyhisselâm’dan sonra Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka hangi nebi gelmiş ki; şarktan garba kadar dinini neşretmiş ve mülûkü cizyeye bağlamış ve padişahları kendine secde eder gibi bir inkıyad altına almış ve her gün nev’-i beşerin humsunun salavat ve dualarını kendine kazanmış ve envârı Medine’den parlamış kim var? Kim gösterilebilir?”[23]

 

            “İncil-i Yuhanna, Onaltıncı Bab ve yedinci âyeti şudur: “Amma ben, size hakkı söylüyorum. Benim gittiğim, size faidelidir. Zira ben gitmeyince, tesellici size gelmez.” İşte bakınız! Reis-i Âlem ve insanlara hakikî teselli veren, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kimdir? Evet Fahr-i Âlem odur ve fâni insanları i’dam-ı ebedîden kurtarıp teselli veren odur.”[24]

 

            “Hem İncil-i Yuhanna, Onaltıncı Bab, sekizinci âyeti: “O dahi geldikte; dünyayı günaha dair, salaha dair ve hükme dair ilzam edecektir.” İşte dünyanın fesadını salaha çeviren ve günahlardan ve şirkten kurtaran ve siyaset ve hâkimiyet-i dünyayı tebdil eden Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kim gelmiş?”[25]

 

            “Hem İncil-i Yuhanna, Onikinci Bab ve onüçüncü âyet: “Amma o Hak ruhu geldiği zaman, sizi bilcümle hakikata irşad edecektir. Zira kendisinden söylemiyor. Bilcümle işittiğini söyleyerek, gelecek nesnelerden size haber verecek.” İşte bu âyet sarihtir. Acaba umum insanları birden hakikata davet eden ve her haberini vahiyden veren ve Cebrail’den işittiğini söyleyen ve kıyamet ve âhiretten tafsilen haber veren, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kimdir ve kim olabilir?”[26]

 

“İncil’in bir yerinde, İsa Aleyhisselâm demiş: “Ben gideceğim; tâ dünyanın reisi gelsin.” Acaba Hazret-i İsa Aleyhisselâm’dan sonra dünyanın reisi olacak ve hak ve bâtılı fark ve temyiz edip Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın yerinde insanları irşad edecek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kim gelmiştir?”[27]

 

“İşte Tevrat, İncil, Zebur’da ve sair suhuf-u enbiyada çok ehemmiyetle, âhirde gelecek bir peygamberden bahisler var, çok âyetler var. Nasıl bir kısım nümunelerini gösterdik. Hem çok namlar ile o kitablarda mezkûrdur. Acaba bütün bu Kütüb-ü Enbiyada bu kadar ehemmiyetle, mükerrer âyetlerde bahsettikleri, Âhirzaman Peygamberi Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kim olabilir?”[28]

 

“Evet Hâlık-ı Vâhid’den başka kim Güneş’i Arzlılara müsahhar bir hizmetkâr eder? Ve o Vâhid-i Ehad’den başka kim havayı elinde tutar, pek çok vazifelerle tavzif edip, rûy-i zeminde çevik-çalak bir hizmetkâr eder? Ve o Vâhid-i Ehad’den başka kimin haddine düşmüştür ki, ateşi aşçı yapsın ve kibrit başı kadar bir zerrecik ateşe, binler batman eşyayı yuttursun ve hakeza… Herbirşey, herbir unsur herbir ecram-ı ulviye, o haşmet-i rububiyet noktasında Vâhid-i Zülcelal’i gösterir.”[29]

 

“Bir elmayı halkeden kim ise, bütün dünyaya gelen elmaları icad eden yine o olabilir. Çünki sikke birdir. Hem elmaları icad eden kim ise, bütün dünyada medar-ı rızk olan hububat ve semeratı halkeden yine odur.”[30]

 

            “Hayatı veren kim ise, bütün kâinatın Hâlıkı da odur. Hayatı veren elbette odur, Hayy u Kayyum’dur.”[31]

 

“Hem o cüz’iyatı icad eden kim ise, cüz’iyatı ihata eden unsurları ve semavat ve arzı dahi o halketmiştir.”[32]

 

“Bana bu sîma ve âzayı veren kim ise, bütün esasat-ı âzada bana benzeyen bütün insanların sânii dahi O’dur. Ve hem bütün zîhayatın sânii O’dur.”[33]

 

“Hortumlu sivrisinek dünyaya geldiği dakikada hanesinden çıkar; durmayarak insanın yüzüne hücum eder, uzun asâsıyla vurur, âb-ı hayat fışkırtır, içer. Hücumdan kaçmakta, erkân-ı harb gibi meharet gösterir. Acaba bu küçük, tecrübesiz, yeni dünyaya gelen mahluka bu san’atı ve bu fenn-i harbi ve su çıkarmak san’atını kim öğretmiş ve nerede öğrenmiş? Ben, yani bu bîçare Said itiraf ediyorum ki: Eğer ben o hortumlu sineğin yerinde olsaydım; bu san’atı, bu kerr u ferr harbini ve su çıkarmak hizmetini çok uzun dersler ve çok müteaddid tecrübelerle ancak öğrenebilirdim.”[34]

 

“Önümüzdeki müsbet delilleri ve vücud-u İlahîye bizi sevkeden hakaik-i müberhene ve ilmiyeyi görmeyerek, sırf Avrupa dinsizliğini en büyük lâzıme-i medeniyet ve şiar-ı irfan addile dinimizi terketsek, acaba helâk-i ebedîden bizi kim kurtaracak? Bunu düşünmeyelim mi?”[35]

 

“Bir insanın hâlıkı, sânii, rabbi kim ise; elbette bedahetle yıldızların ve nevilerin ve küll ve külliyatların ve ağaçların ve bütün kâinatın hâlıkı, sânii, rabbi aynen odur. Başka olması muhal ve mümteni’dir.”[36]

 

“Ey nâs! Kim ki ebedî hayat ister, işte âb-ı hayat; kim ki yolunu şaşırmış işte vesile-i necat; kim ki küfür ve inadından dönmez, onu bekliyor.”[37]

 

“O divanlar derler ki: “Veli ol, gör, makamata çık, bak; nurları, feyzleri al.” Risale-i Nur ise der:”Her kim olursan ol, bak, gör; yalnız gözünü aç, hakikatı müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan îmanını kurtar.”[38]

 

Mehmet   ÖZÇELİK

03-08-2005

 

[1] Sözler.36.

[2] Age.416.

[3] Age.416.

[4] Age.416.

[5] Şualar.259,329.

[6] İşarat-ül İ’caz.12.

[7] Mesnevi-i Nuriye.21.

[8] Age.36.

[9] Kastamonu Lahikası.232.

[10] Emirdağ Lahikası.1/114.

[11] Age.2/93.

[12] Tarihçe-i Hayat.609.

[13] Sözler.23.

[14] Age.285-286.

[15] Age.304.

[16] Age.316.

[17] Age.334-Haşiye.1.

[18] Age.383.

[19] Age.397-398.

[20] Age.416.

[21] Age.462.

[22] Age.682.

[23] Mektubat.169.

[24] Age.169.

[25] Age.169.

[26] Age.169.

[27] Age.171.

[28] Age.172.

[29] Age.235.

[30] Age.238.

[31] Age.238.

[32] Age.251.

[33] Lem’alar.112.

[34] Age.126.

[35] Şualar.564.

[36] Age.665.

[37] Barla Lahikası.128.

[38] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.188.




M Â İ D E T – Ü L K U R ‘ A N

                            M Â İ D E T – Ü L     K U R ‘ A N

         Ahmed Feyzi Efendi’nin 1366 ( + 584 = 1950) Ramazan ayında tahrir ve tebyizini yaptığı bu eser Bediüzzaman tarafından da kabul görerek:”Mâidet-ül Kur’an ve Hazinet-ül Bürhan”diye de isimlendirilmiştir.

            Buradaki tılsımlar Kur’an-ı Kerim-in:”bazı âyetlerinden hitab ve işaretler”dir.

            Bu”Mâidet-ül Kur’an”hakkında Bediüzzaman Hazretleri şöyle der:

            “Evvela:Aydın havalisinin Hasan Feyzi’si ve Hüsrev’i ve Mehmet Feyzi’si ve Risale-i Nur’un manevi avukatı Ahmed Feyzi’nin üç seneden beri âlimane,müdakkikane yazdığı şu gelen istihracı gaybiyeyi ve Sikke-i Tasdik-i Ğaybiye’nin bir kuvvetli hücceti ve şahidi bulunan şu risaleciği dikkatle mütalaa ettim. O’nun tedkikatına ve Risale-i Nur’un kıymetini tam Hadis ile ve Ayet ile isbat etmesine karşı,hayret ve istihsan ile:”Maşaallah,Barekallah”dedim. Fakat,bir derece tabire muhtaçtır. Aynı hakikattır. Fakat”Said” hakkında hususan son kısmın haşiyelerinde –şahsiyetim itibariyle haddimden yüz derece ziyade bir hüsnü zannı ile- hakikatın sureti değişmiş…

            Evet,hem sikke-i Gaybiye,hem onun yazdığı ayetler ve hadisler müttefikan bu asırda bir hakikatı nuraniyeye işaret ediyorlar. Ve bu asır ve bu zaman,cemaat zamanı olduğundan,şahsı manevi hükmedebilir. Hususan manevi vazifelerde maddi şahısların ehemmiyeti azdır. Dağlar gibi vazifeler,o zayıf şahsiyetlere yükletilmez.

            Bazı Ayet-i kerime ve Ehadis-i şerife ahir zamanda gelecek bir müceddidi ekberi,manayı işari ile haber veriyorlar. Fakat o gelecek zatın ve cemiyetinin üç vazifesinden hakikatte en ehemmiyetlisi olan ve zahiren en küçüğü görünen imanı kurtarmak ve hakaiki imaniyeyi güneş gibi göstermek vazifesini Risale-i Nur ve şakirdlerinin şahsı manevisi tam yaptıklarından o gelecek zata dair haberleri ve işaretleri,Risale-i Nurun şahsı manevisine hatta bazen tercümanına da tatbike çalışmışlar ve Şeriatı ihya ve Hilafeti tatbik olan çok geniş dairede hükmeden bu iki mühim vazifesini nazara almamışlar. Onların kanaatleri,onların Risale-i Nurdan istifade cihetine faidelidir,zararsızdır. Fakat nurun mesleğindeki İhlasa ve hiçbir şeye alet olmamasına ve dünyevi ve manevi makâmâtı aramamasına zarar verdiği gibi,Nurların muarızları her taifenin hususan siyasi taifenin tenkidine ve hücumuna vesile olabilir. Onun için ben,bu müdakkik kardaşımızın risaleciğinin bir kısmını ve bazı cümlelerini kaldırmakla bir parça tadil ettim. Siz tam tadilat yapınız ve size gönderdim. Tılsımlar mecmuasının ahirinde yazılsın. Baki kalan kısmını da,şahsıma ait kısmını kaldırıp bakiyesini tadil ederek belki size göndereceğiz. Bu münasebetle bu günlerde ruhuma gelen bir ihtarı,kalbimle gördüğüm bir manayı beyan edeceğim ki kardaşım Ahmed Feyzi benden gücenmesin. Şöyle ki:

            Nurların fütuhatını kalben temaşa ederken,bazı has kardaşlarımın nurun tercümanına verdikleri makam noktasında baktım. O makama nisbeten fütuhat az olmasından,o makamın şerefi için bir hırs ile vazife-i ilâhiyeye karışmak gibi şekva geldi. Binler derece şükür ve sırf rızayı ilahi noktasında bazı biçarelerin nurlarla imanlarını kurtarmak cihetiyle binler hamd ve sena ve şükür lazımken,bir teşekki ve sıkıntı geldi…

            Sonra,mahviyet ve terki enaniyet ve ihlası tam ile aynı vaziyete baktım,gördüm ki:O fütuhatta,binler hamd ve sena ve teşekkür ve manevi sürur ve sevinç ruhuma geldi. Ben o halde iken anladım ki,makâmâtı maneviye dahi mesleğimizde mevzu-u bahis olmamalı. Eğer bazı has kardaşlarımın,hakkımdan yüz derece ziyade bana verdikleri hassa ve hakikat olsa ve hakkım da olsa,mezkur hakikat için bırakmağa meslek-i nuriyedeki ihlası tamme mecbur ediyor.”[1]

            “Gaybı yalnız Allah bilir.”[2] Allah bildirmedikçe elbette kimse bilemez.[3] Allah’ın bildirmesi esastır.

            Bizde meseleye bu açıdan bakmaya çalışarak;Âyet ve Hadislerdeki mana ve işaretleri nazarlarınıza sunmaya çalışacağız:

            “Eğer sana hile yapmak isterlerse, şunu bil ki,Allah sana kâfidir.”[4] ( MD )

NOT : MD = Medine de nazil olmuştur. MK = Mekke’de nazil olmuştur manasınadır.

(Cifir hesabıyla) 1334-5 + 584 : 1918-1919. (Aldatma ve aldatmayla iş görme tarihi.)

-“ O,seni yardımıyla ve mü’minlerle destekleyendir.”[5] (MD)

1362 / 1946. (Allah’ın o şahsa ve Mü’minlere olan Nusreti.)

           “Eğer sana hainlik yapmak isterlerse (üzülme çünkü onlar) daha önce Allah’a da hainlik etmişlerdi de Allah onlara karşı sana imkan ve kudret vermişti. (Nitekim Bedir savaşında onları öldürdün ve esir aldın.) Allah (Hainlik edenleri) çok iyi bilendir, (yaptıkların da) hikmet sahibidir.”[6] (MK)

                        Allah’ın,ehli nifak,fısk ve fücurun hıyanetlerini daha önceden boşa çıkarması.

                        1362 / 1946, veya 1368 / 1952.

                        “Korkma!dedik,üstün gelecek olan”[7] (MK)

                        1292 / 1876. Korkulmaması,ümid tarihi…

                        “Kesinlikle sensin”[8](MK)

                        1948 ve 1956. Galibiyeti İslâmiyenin miladi tarihleri…

                        “İşte böylece (seni ve sana) inananları üzerimize bir borç olarak kurtaracağız.”[9] (MK)

                        1364 /1948. Mü’minlere necatın Hak olduğu tarih.

                        -“Ey peygamber! Sana ve sana tabi olan mü’minlere Allah yeter.”[10] (MD)

                        1356 / 1940 , 1362 / 1946 , 1364 / 1948 .

                        Peygambere ve ona tabi olan mü’minlere Allah’ın kâfi ve vâfi olması.

                        -“Ve kâfir olanların sözünü alçalttı.”[11] (MD)

                        1292 / 1876. Küfrün yıkılmasının başlangıç tarihi ve

                        1293 / 1877 Hidayet nurunun son zuhur tarihleridir. Ve

                        1938 ise dünya çapında küfrün külli hezimetini netice veren 2. Dünya savaşının başlangıç tarihleridir.

                        -1316 / 1900. Küfrün yıkılma tarihiyle beraber,son “İmam-ı Hidayetin” memuriyetinin başlamasıyla,küfrün yıkılmaya doğru,yıkıma gidiş tarihi…

                        -“Elbette sabırlı davrananlara,yapmakta olduklarının en güzeliyle mükâfatlarını vereceğiz.”[12](MK)

                        1338 / 1922 : 1368 / 1952…tarihleri arasında Sabr edenlere ecirlerinin verileceği ifade edilmektedir.Ve bu tarihlerde tüm meşakkatlere sabır ve mücahede de bulunan Nur talebelerine işaret edilmektedir. Özellikle;”1939;ezayı kâfirâneye senelerden beri sabreden ehli imana,sabırlarının mükafatı. 1939’da başlayan büyük harb neticesinde galibiyeti kâfirânenin erimeye başlaması mebde’ teşkil etmekte olup 1969 ve 2019 seneleri arasında Şevket-i İslâmiye ve Süruru mü’mininin azami hadde vüsûlünü göstermekle ve beşareti azimi vermektedir.”

                        -“Sabret! Senin sabrında ancak Allah’ın yardımı iledir. Onlara üzülme,kurmakta oldukları tuzaktan dolayı sıkıntıya düşme.”[13] (MD)

                   1320 / 1904 , 1372 / 1956… tarihleri arasında sabır ile devamı emredip,mahzun olmamayı tavsiye eder,tesellide bulunur.

                        -“Bugün ben onlara,sabrettiklerinin karşılığını verdim;onlar,hakikaten muradlarına (kurtuluşa) erenlerdir.”[14] (MK)

                        1361 / 1945 , 1371 / 1955…tarihleri arasında sabredenlerin ancak kurtuluşa erecekleri ifade edilirken,müjdede de bulunulmaktadır. Gerek o asrın müceddidine ve gerekse ehli imana.

                        -“O halde peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sende sabret.”[15] (MD)

                        1316 / 1900 , 1328 / 1912…tarihlerinde iman hizmetinde azim ve sabır içerisinde hizmete devam edilmesine işaretle hitabta bulunulmaktadır.

                        -“Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye kadar….. sizi imtihan edeceğiz.”[16] (MD)

                        1915 ve 1926 tarihleri arasında küfrün şahlanmasına karşı mü’minlerin büyük bir imtihana tabi tutulmalarıyla “Mücâhidin” ve “Sâbirîn” in zuhura çıkmasını göstermektedir.

                        “Mücahidin” kelimesi ise 144 adediyle “Said” kelimesine tevafukla aynı zamanda onun “Mücahede Ordusu” na da işarette bulunulmaktadır.. ve de o cemaat o şahsiyette temessül etmektedir.

                        -“Ama bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah,iyi davrananlarla beraberdir.”[17] (MK)

                        1294 / 1878..1293 / 1877 , 1324 / 1908.. 1323 / 1907 , 1343 / 1927 , 1374 / 1958.. 1373 / 1957…

                        “Mücahidin”den olan Bediüzzamanın doğumundan son devam tarihine kadar devam edeceğini ve “Muhsinin”den olan “Zümre-i Naciye” ve “Hizb-i Hidayet”e işaretle nail olacakları ikrâmâtı ilâhiyeyi müjdelemektedir.

                        -“Bu,Allah’ın inananların yardımcısı olmasından dolayıdır.”[18] (MD)

                        1913 – 1912 , 1926 –1916. Bu tarihlerde Allah’ın mü’minlere olan dostluğunun tezahür tarihlerini göstermektedir.

                        “Bu ayeti kerime,1926 tarihinde haddi tuğyaninin azami derecesiyle icrayı şenaate başlayan dalaleti Deccalane muvacehesinde ızdırabı şedideye düşen Nur şakirdleri için himayeyi ilahiyeyi müjde vermiştir.”

                                   (Kısmı evvelin sonu)

                                            KISMI   SÂNİ

                            BAZI HADİSLERDEKİ İŞARETLER VE DELALETLER :

                        1)Hadiste:”Ümmetim de iki adam olur (olacak) ki;onlardan biri;Vehbi ilme mazhar olup,Allah’ın kendisine hikmeti verdiği kimse olup,diğeri de;bu ümmete olan fitnesi şeytanın fitnesinden daha şiddetli olan “Cebbar” bir kimsedir.”

                        Burada Bediüzzaman Hazretlerinin ve eserlerinin hepsinin vehbi olmasıyla,kendisinin de Allah’ın “Hakim” ismine mazhar olması meseleyi tavzih etmektedir.

                        “Gaylan” ile de zalim ve cebbar bir şahsa ve onun hayatının 1930-1920 yıllarına tevafuk eder.

                        2)”Öyle bir fitne olacaktır ki;adam onda mü’min olarak sabahlar ve kafir olarak akşamlar. Ancak Allah’ın kendisine ilim (Hikmet,marifetle) hayat verdiği kimse müstesna…”

                        Burada:”Ahyâhullahu bil ilmi” : 268 ,”El-Kürdi” :265.

                        3)”İslâma hidayet kılınıp (yöneltilen) kimseye müjdeler olsun ki;onun yaşayışı (geçimi) kifayet (ölmeyecek) derece de olup ve ona kanaat eden kanaatkar bir kimsedir.”

                        Bediüzzaman-da ise bu iki hususu da müşahede etmekteyiz. Ve de bilinmektedir.

                        4)”Size en cömerdden (ecved) haber vereyim mi? (yani vereyim manasında);O Allah’dır. Ben ise Adem oğlunun en cömerdiyim.Benden sonra Adem oğullarının en cömerdi ise bir adamdır ki;ilmi öğrenir ve ilmini neşreder. Kıyamet gününde müstakil bir ümmet olarak ba’s olunur. Ve (o) öyle bir adamdır ki;(neticede) öldürülünceye kadar Allah yolunda nefsini feda eder.”

                        1294 / 1878 doğumu ve , 1344 / 1928. İlmi neşriyatının en faal dönemleridir…

                        5)Allahım! Muhammed âli’nin dünyada rızkını yeterli kıl…”

                        1294 / 1878 – 1293 / 1877 , 1334 /1918-1333 /1917 , 1374 / 1958 – 1373 /1957…

                        Bediüzzaman Hazretlerinin bütün hayatında rızkının “Kut-u Yevmiye”olması maruf ve meşhurdur.

 

                                                           MÂİDE-İ   KUR’AN   METNİ

                        1)”Yâ eyyühel müddessir”[19] (MK) “Ey bürünüp sarınan)

                        2)”Hüvellezî caaleş-şemse diyâen”[20] (MK) “Güneşi ışıklı… kılan O’dur.”

                        3)”Ve innallahe lehâdillezine âmenû ila sırâtin müstakîm.”[21] (MD) “Şüphesiz ki Allah,iman edenleri,kesinlikle dosdoğru bir yola yöneltir.” 1900 , 1930 , 1980…

                        4)”İnnallâhe ye’murukum en tueddul emânâti ila ehliha.”[22] (MD) “Gerçekten Allah size,emanetleri ehil olanlara vermenizi..emreder.”

                        1371 / 1955 , 1380 / 1964 , 1384 / 1968.

                        Vazife-i Hilafetin cereyan edeceği tarihlerin mebde-i ve sonu…

                        5)”İnnes-saide lemen cünnibel fitene velemenübtüliye fe sabere””Said,fitnelerden korunmuş kimsedir ve belaya uğradığında sabreden kimsedir.

                        “Allah’a yemin ederim ki;muhakkak Said bir zattır ki fitnelerden uzak kalacaktır. (Üç defa) Öyle bir zattır ki,belalara maruz kalacaktır. Ve sabredecektir. Ben ona taaccüb ediyorum. Ve o Said sakalsızdır.”[23]

                        2003 – 1953 1903… O zatın faaliyet ve ilminin hükümranlık tarihlerine delalet ve işaret etmektedir.

                        -“Andolsun ki,biz;”Allah’a kulluk edin”diye her millete bir peygamber gönderdik.”[24] (MK)

                        1902 – 1952 , 1955 – 2005…

                        -“Yarattıklarımızdan,daima hak ile doğru yolu bulan ve onunla adil davranan bir ümmet (millet) vardır.”[25] (MK)

                        1997 – 1947 – 1937..

                        -“Size,ancak az bir bilgi verilmiştir.”[26] (MK)

                        1392 / 1976 , 1362 / 1946.

                        -“Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz;”Rabbinize iman edin!”diye seslenen bir davetçiyi (peygamberi) işittik,hemen iman ettik.”[27] (MD)

                        1436 / 2020 – 1336 / 1920 : 1386 / 1970 – 1332 / 1916 : 1382 / 1966 – 1330 / 1914 : 1380 /1964…

                        Veya : Mebde-i Kıyamet;şeddesiz,Tenvinsiz…

                        “Fe âmenna”,”Ve iman ettik.”,(173 eder.)

                        1332+173 :1505 / 2089 , 1509 / 2093 , 1559 / 2143.

                        -“Eğer kulumuza indirdiklerimizden her hangi bir şüpheye düşüyorsanız,haydi onun benzeri bir sure getirin.”[28] (MD)

                        1372 / 1956 , 1316 /1900 – 1325 / 1909 – 1332 /1920.

                        Kur’an-ın bu tarihlerde bütün aleme meydan okuyuşu ve

                        “Haydi onun benzeri bir sure getirin.”ayeti ile de;”1880 son asırların tâğut dalâletinin doğumu olup,”Kur’an-ın ve ondan nebean eden Risâle-i Nûrun o ruhu habise meydan okuması…

                        -“De ki:Cebrail’e kim düşman ise şunu iyi bilsin ki Allah’ın izniyle Kur’an-ı senin kalbine bir hidayet rehberi,önce gelen kitabları doğrulayıcı ve mü’minler için de müjdeci olarak o indirmiştir.”[29] (MD)

                        1316 / 1900 – 1362 /1946 – 1351 / 1935 , 1364 / 1948… 1946-1948 : 1379 / 1963… ve, 1320 / 1904 – 1316 / 1900.

                        -“Ayakta dururken,otururken,yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı ananlar (şöyle dua ederler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın.”[30] (MD)

                        1921 – 1970… gün be gün imanın ve İslâmın ve Kur’an-dan lemeân eden Risâle-i Nûrun tefsirinin ve onun tesirinin etkisiyle küfrün manevi güç ve hakimiyetiyle,küfrün manevi güç ve tesirinin sönmeye yüz tuttukları tarihlere işaret etmektedir…

                        SON SÖZ : Ahmed Feyzi Efendinin tesbitlerinden hareketle sunmaya çalıştığımız bu tesbitlerimizde kusurlar varsa nefsimize aid olup,affola. Büyük ve önemli olan hesablarda küçük küsurat farkları olabilir. Nazara alına.

                        Bediüzzamanın dediği gibi:”Büyük adedlerde küçük kesirler,tevafuku bozmadığından küçük kesirlerden kat’ı nazar edildi.”[31]

                        Hz. Ali:”Evveli dünyadan kıyamete kadar ulum ve esrarı mühimme bize şuhud derecesinde inkişaf etmiş. Kim ne isterse sorsun. Sözümüze şüphe edenler zelil olur.”[32]

                        Hz. Ali:”Dokuz karn (asır) sonra –Fars- yani akvam-ı şarkiyye A’rab üzerine hücum edecek. Galebe edip,hayvan gibi a’rabı kesecek. Öyle müthiş fitneler,karanlıklı musibetler ki;en karanlıklı gecelerden daha ziyade karanlık olacak.”

                        Bununla Hulâgu fitne ve katline işaret eder. Cengizin tahribatından haber verir.

                        Ebced-Cifir hesabıyla 570 yılına işaret ediyor.

                        Hz. Ali:”14. asrı Muhammedi de 1349 ve Rumice 1347’de arab hurufunu terk edip,ecnebi ve arab hurufuna İslâm içinde başlanacak. Hem umum,hem fakir ve zengin,emir ve işçi,çoluk ve çocuk gece dersleriyle o hurufu cebren öğrenecekler.”

                        Sonra”Kim inayeti ilâhiyeye mazhar ise Hz. Cebrâilin tabiriyle bu sekine-i Kudsiyye olan ismi azamı Cenâb-ı Hak ona hediye eder. Onunla o zamanın şer ve fitnelerinden kurtarır.”ve “Kim saadete mazhar ise,Said ise,şaki değilse,o ismi azam onun boynunda mübarek bir gerdanlık hükmünde bir nüsha olur.” ve

                        “O bid’alar ve acemi ve ecnebi hurufun intişarı zamanı olan o ahir zamanın fena adamları bir kısım ulema-is-sû’dur ki;hırs sebebiyle batınlarını haramla doldurmak için bid’alara yardım ve fetva verenlerdir.”Ve

                        “Ya (ey) o zamana yetişen ve alimlerden olan insan! Cenâb-ı Haktan o fitnenin şerrinden muhafaza için sana ders verdiğim ismi azam ile dua et.”Ve

                        “Biz âl-i beytten her kürbet (sıkıntı) ve şiddet zamanında birer ğavs (kurtarıcı) çıkıp imdad ediyoruz.”[33]

 

                                                                                                                      6 – 1 1996

                                                                                                          MEHMET   ÖZÇELİK

[1] Tılsımlar Mecmuası.168-169.

[2]Bakara.33,En’am.59,Hud.123,Nahl.77,Kehf.26,Furkan.6,Neml.65,Lokman.34,Sebe’.48,Fatır.38,Hucurat.18,Cin.26.

[3] En’am.50,Cin.10,26-28,Sebe’.14,Ra’d.8,İsra.36.

[4] Enfal.62.

[5] Enfal.62.

[6] Enfal.71.

[7] Taha.68.

[8] Taha.68.

[9] Yunus.103.

[10] Enfal.64.

[11] Tevbe.40.

[12] Nahl.96.

[13] Nahl.127.

[14] Mü’minun.111.

[15] Ahkaf.35.

[16] Muhammed.31.

[17] Ankebut.69.

[18] Muhammed.11.

[19] Müddessir.1.

[20] Yunus.5.

[21] Hac.54.

[22] Nisa.58.

[23] Sünen-i Ebi Davud. 4 / 460.

[24] Nahl.36.

[25] A’raf.181.

[26] İsra.85.

[27] Al-i İmran.193.

[28] Bakara.23.

[29] Bakara.97.

[30] Al-i İmran.191,Maidet-ül Kur’an Hadisleri için bak. Risale-i Nurun Kudsi Kaynakları. Abdulkadir Badıllı. 722*725.

[31] Lem’alar. 34,Ebced hesabı ve şifresiyle ilgili olarak bakn. Hak Dini Kur’an Dili . E. Hamdi Yazır. 1 / 153.

[32] Osmanlıca Lem’alar. B. Said Nursi. 18. Lem’a.(Ercuze-de)

[33] Age.18. Lem’a.




FELSEFE

                           FELSEFE

       “Felsefe Dinin huzursuz kardeşidir. Din kendi gerçeğini bulur ve huzura kavuşur. Felsefe hiçbir zaman huzura kavuşmaz. Çünki bulduğu her gerçekten sonra bir soru daha sorar.”Konçarov.

            “Evet bütün ehl-i ihtisas ve müşahedenin ve bütün ehl-i zevk ve keşfin ittifakıyla;ve bütün ehl-i zevk ve keşfin ittifakıyla; o uzun ve karanlıklı ebed-ül âbâd yolunda zâd ü zahîre, ışık ve burak; ancak Kur’anın evamirini imtisal ve nevahisinden içtinab ile elde edilebilir. Yoksa fen ve felsefe, san’at ve hikmet, o yolda beş para etmez. Onların ışıkları, kabrin kapısına kadardır.”(Sözler 32)

”Felsefe şakirdleri ve millet-i küfriye ve nefs-i emmarenin en müdhiş dalaleti, Cenab-ı Hakk’ı tanımamaktadır.”(Sözler 59)

            “Ehl-i felsefe istib’ad ile inkâra gider.”(Sözler 65 *Haşiye 1)

Sual: Eğer dense: Neden en çok misalleri çiçekten ve çekirdekten ve meyveden getiriyorsun?

Elcevab: Çünki onlar hem mu’cizat-ı kudretin en antikaları, en hârikaları, en nazeninleridirler. Hem ehl-i tabiat ve ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, onlardaki kalem-i kader ve kudretin yazdığı ince hattı okuyamadıkları için onlarda boğulmuşlar, tabiat bataklığına düşmüşler.”(Sözler 86 *Haşiye 1)

            “Amma ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise; huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatın yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına “mana-yı harfî” ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken; öyle etmeyip “mana-yı ismî” ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış”a bedel, “Ne güzeldir” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip, kendisine müştekî eder. Evet dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir…”(Sözler 132                        

“Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine “Rab” tanır. Hem o dinsiz şakird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-ı hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem o dinsiz şakird, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için zâtında gayet acz ile âciz bir cebbar-ı hodfüruştur. Hem o şakird, menfaatperest hodendiştir ki; gaye-i himmeti, nefs ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaat-ı şahsiyesini, bazı menfaat-ı kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır.”(Sözler 132

            “Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’aniyenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler:Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, “kuvvet” kabul eder. Hedefi, “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı, “cidal” tanır. Cemaatlerin rabıtasını, “unsuriyet, menfî milliyeti” tutar. Semeratı ise”hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hacat-ı beşeriyeyi tezyid”dir. Halbuki kuvvetin şe’ni, tecavüzdür. Menfaatın şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidalin şe’ni, çarpışmaktır. Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür… İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur.”(Sözler 132)    

Kur’an-ı Hakîm ile felsefe ulûmunun mahsul-ü hikmetlerini, ders-i ibretlerini, derece-i ilimlerini müvazene etmek istersen; şu gelecek sözlere dikkat et!

            Felsefe hikmeti ise, bütün hârikulâde olan mu’cizat-ı kudreti, âdet perdesi içinde saklayıp, cahilane ve lâkaydane üstünde geçer. Yalnız hârikulâdelikten düşen ve intizam-ı hilkatten huruc eden ve kemal-i fıtrattan sukut eden nadir ferdleri nazar-ı dikkate arzeder, onları birer ibretli hikmet diye zîşuura takdim eder. Meselâ: En câmi’ bir mu’cize-i kudret olan insanın hilkatini âdi deyip lâkaydlıkla bakar. Fakat insanın kemal-i hilkatinden huruc etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı bir velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder. Meselâ: En latif ve umumî bir mu’cize-i rahmet olan bütün yavruların hazine-i gaybdan muntazam iaşelerini âdi görüp, küfran perdesini üstüne çeker. Fakat intizamdan şüzuz etmiş, kabilesinden cüda olmuş, yalnız olarak gurbete düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla iaşesini görür, ondan tecelli eden lütuf ve keremle hazır balıkçıları ağlatmak ister. İşte Kur’an-ı Kerim’in ilim ve hikmet ve marifet-i İlahiye cihetiyle servet ve gınası; ve felsefenin ilim ve ibret ve marifet-i Sâni’ cihetindeki fakr ve iflasını gör, ibret al!”(Sözler 138)

“Kur’andadır hak hikmet, isbat ederim, muhalif felsefeyi beş paraya saymam.”(Sözler 206)

“Eğer desen: “Acaba neden Kur’an-ı Hakîm felsefenin mevcudattan bahsettiği gibi etmiyor? Bazı mesaili mücmel bırakır, bazısını nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avamı taciz edip yormayacak bir suret-i basitane-i zahiranede söylüyor?

            Cevaben deriz ki: Felsefe, hakikatın yolunu şaşırmış onun için….

            Kur’an-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor, tâ zât ve sıfât ve esma-i İlahiyeyi bildirsin. Yani bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın.” (Sözler 243),Mektubat.205,Mesnevi-i Nuriye.232.  

            “Şimdi bak şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak diyor ki: “Güneş, bir kitle-i azîme-i mayia-yi nariyedir. Ondan fırlamış olan seyyaratı etrafında döndürüp, cesameti bu kadar, mahiyeti böyledir şöyledir.” Muvahhiş bir dehşetten, müdhiş bir hayretten başka, ruha bir kemal-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur’an gibi etmiyor. Buna kıyasen bâtınen kof, zahiren mutantan felsefî mes’elelerin ne kıymette olduğunu anlarsın. Onun şaşaa-i suriyesine aldanıp, Kur’anın gayet mu’ciznüma beyanına karşı hürmetsizlik etme!..”(Sözler.244)

“Meselâ: Hakikat-ı mevcudattan bahseden Hikmet-ül Eşya, Cenab-ı Hakk’ın (Celle Celalühü) “İsm-i Hakîm”inin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane; eşyada, menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafata inkılab eder ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar.”(Sözler 263)

“Şimdi sen dahi ey Katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre-i fikrin dûrbîniyle, felsefenin merdiveniyle tâ Kamer’e kadar terakki ettin, Kamer’e girdin. Bak, Kamer kendi zâtında kesafetli, zulümatlıdır. Ne ziyası var, ne hayatı. Senin sa’yin beyhude, ilmin faidesiz gitti. Sen ye’sin zulümatından ve kimsesizliğin vahşetinden ve ervah-ı habisenin iz’acatından ve o vahşetin dehşetinden şu şartlar ile kurtulabilirsin ki,tabiat gecesini terkedip hakikat güneşine teveccüh etsen ve yakînen inansan ki, şu gece nurları, gündüz güneşinin ışıklarının gölgeleridir. Bu şartı yaptıktan sonra, sen kemalini bulursun. Fakir ve karanlıklı Kamer yerine, haşmetli Güneş’i bulursun. Fakat sen dahi öteki arkadaşın gibi, Güneş’i safi göremezsin. Belki senin aklın ve felsefen ünsiyet ve ülfet ettikleri perdeler arkasında ve ilim ve hikmetin nescettiği hicabların halfinde ve kabiliyetin verdiği bir renk içinde görebilirsin.”(Sözler 340)

            “Ey insafsız ve dikkatsiz ve imanı zaîf, felsefesi kavî, hodbîn, münekkid adam!”(Sözler 349)

“Ey gaflet ve felsefe uykusu içinde tenvim edilen insafsız adam!.

.bu nevm-âlûd nazar-ı gaflet ve fikr-i felsefe, elbette hakaik-i nübüvvete mihenk olamazlar.”(Sözler 350)

            “Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı; kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i Usûl-üd Din ve ülema-i İlm-i Kelâm’ın makasıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir.”(Sözler 350)

“Felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri; Kur’anın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsademe edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için, ayrı ayrı görünür.”(Sözler 351)

daki “Gökler ve yer bitişik iken Biz onları birbirinden koparıp ayırdık.” Enbiyâ Sûresi, 21:30.

kelimesi, tedkikat-ı felsefe ile âlûde olmayan bir âlime, o kelime şöyle ifham eder ki: Sema berrak, bulutsuz; zemin kuru ve hayatsız, tevellüde gayr-ı kabil bir halde iken.. semayı yağmurla, zemini hazrevatla fethedip bir nevi izdivac ve telkîh suretinde bütün zîhayatları o sudan halketmek, öyle bir Kadîr-i Zülcelal’in işidir ki; rûy-i zemin, onun küçük bir bostanı ve semanın yüz örtüsü olan bulutlar, onun bostanında bir süngerdir anlar, azamet-i kudretine secde eder. Ve muhakkik bir hakîme, o kelime şöyle ifham eder ki: Bidayet-i hilkatte sema ve arz şekilsiz birer küme ve menfaatsiz birer yaş hamur, veledsiz mahlukatsız toplu birer madde iken; Fâtır-ı Hakîm, onları feth ve bastedip güzel bir şekil, menfaatdar birer suret, zînetli ve kesretli mahlukata menşe’ etmiştir anlar. Vüs’at-i hikmetine karşı hayran olur. Yeni zamanın feylesofuna şu kelime şöyle ifham eder ki: Manzume-i Şemsiyeyi teşkil eden küremiz, sair seyyareler, bidayette Güneş’le mümteziç olarak açılmamış bir hamur şeklinde iken; Kadîr-i Kayyum o hamuru açıp, o seyyareleri birer birer yerlerine yerleştirerek, Güneş’i orada bırakıp, zeminimizi buraya getirerek, zemine toprak sererek, sema canibinden yağmur yağdırarak, Güneş’ten ziya serptirerek dünyayı şenlendirip bizleri içine koymuştur anlar, başını tabiat bataklığından çıkarır, “Âmentü billahi-l Vâhid-il Ehad” der.”(Sözler 392)

“Felsefe-i beşeriyeyi ve hikmet-i insaniyeyi âciz bırakan kâinatın tılsım-ı muğlakını ve hilkat-i âlemin muamma-yı acibesini feth ve keşfetmek, elbette hakikat-bîn ve gayb-aşina ve hidayet-bahş ve hak-nüma olan Kur’an gibi bir mu’cizekârın hârikulâde işleridir.”(Sözler 403)

“Cin ve insin hattâ şeytanların netice-i efkârları ve muhassala-i mesaîleri olan medeniyet ve hikmet-i felsefe ve edebiyat-ı ecnebiye, Kur’anın ahkâm ve hikmet ve belâgatına karşı âciz derekesindedirler.”(Sözler 412)

“Felsefe ve hikmet-i insaniye, dünyaya sabit bakar; mevcudatın mahiyetlerinden, hasiyetlerinden tafsilen bahseder. Sâniine karşı vazifelerinden bahsetse de, icmalen bahseder. Âdeta kâinat kitabının yalnız nakış ve huruflarından bahseder, manasına ehemmiyet vermez. Kur’an ise, dünyaya geçici, seyyal, aldatıcı, seyyar, kararsız, inkılabcı olarak bakar. Mevcudatın mahiyetlerinden, surî ve maddî hâsiyetlerinden icmalen bahseder. Fakat Sâni’ tarafından tavzif edilen vezaif-i ubudiyetkâranelerinden ve Sâniin isimlerine ne vechile ve nasıl delalet ettikleri ve evamir-i tekviniye-i İlahiyeye karşı inkıyadlarını tafsilen zikreder. İşte felsefe-i beşeriye ile hikmet-i Kur’aniyenin şu tafsil ve icmal hususundaki farklarına bakacağız ki, mahz-ı hak ve ayn-ı hakikat hangisidir göreceğiz. İşte nasıl elimizdeki saat, sureten sabit görünüyor. Fakat içindeki çarkların harekâtıyla, daimî içinde bir zelzele ve âlet ve çarklarının ızdırabları vardır. Aynen onun gibi; kudret-i İlahiyenin bir saat-ı kübrası olan şu dünya, zahirî sabitiyetiyle beraber daimî zelzele ve tegayyürde, fena ve zevalde yuvarlanıyor. Evet dünyaya zaman girdiği için, gece ve gündüz, o saat-ı kübranın saniyelerini sayan iki başlı bir mil hükmündedir. Sene, o saatin dakikalarını sayan bir ibre vaziyetindedir. Asır ise, o saatin saatlerini ta’dad eden bir iğnedir. İşte zaman, dünyayı emvac-ı zeval üstüne atar. Bütün mazi ve istikbali ademe verip, yalnız zaman-ı hazırı vücuda bırakır. Şimdi zamanın dünyaya verdiği şu şekil ile beraber, mekân itibariyle dahi yine dünya zelzeleli, gayr-ı sabit bir saat hükmündedir. Çünki cevv-i hava mekânı çabuk tegayyür ettiğinden, bir halden bir hale sür’aten geçtiğinden bazı günde birkaç defa bulutlar ile dolup boşalmakla, saniye sayan milin suret-i tegayyürü hükmünde bir tegayyür veriyor. Şimdi, dünya hanesinin tabanı olan mekân-ı arz ise, yüzü mevt ve hayatça, nebat ve hayvanca pek çabuk tebeddül ettiğinden dakikaları sayan bir mil hükmünde, dünyanın şu ciheti geçici olduğunu gösterir. Zemin yüzü itibariyle böyle olduğu gibi, batnındaki inkılabat ve zelzelelerle ve onların neticesinde cibalin çıkmaları ve hasflar vuku bulması, saatleri sayan bir mil gibi dünyanın şu ciheti ağırca mürur edicidir, gösterir. Dünya hanesinin tavanı olan sema mekânı ise, ecramların harekâtıyla, kuyruklu yıldızların zuhuruyla, küsufat ve husufatın vuku bulmasıyla, yıldızların sukut etmeleri gibi tegayyürat gösterir ki; semavat dahi sabit değil; ihtiyarlığa, harabiyete gidiyor. Onun tegayyüratı, haftalık saatte günleri sayan bir mil gibi çendan ağır ve geç oluyor. Fakat her halde geçici ve zeval ve harabiyete karşı gittiğini gösterir. İşte dünya, dünya cihetiyle şu yedi rükün üzerinde bina edilmiştir. Şu rükünler, daim onu sarsıyor. Fakat şu sarsılan ve hareket eden dünya, Sâniine baktığı vakit, o harekât ve tegayyürat, kalem-i kudretin mektubat-ı Samedaniyeyi yazması için o kalemin işlemesidir. O tebeddülât-ı ahval ise, esma-i İlahiyenin cilve-i şuunatını ayrı ayrı tavsifat ile gösteren, tazelenen âyineleridir. İşte dünya, dünya itibariyle hem fenaya gider, hem ölmeğe koşar, hem zelzele içindedir. Hakikatta akarsu gibi rıhlet ettiği halde, gaflet ile sureten incimad etmiş, fikr-i tabiatla kesafet ve küduret peyda edip âhirete perde olmuştur. İşte felsefe-i sakime tedkikat-ı felsefe ile ve hikmet-i tabiiye ile ve medeniyet-i sefihenin cazibedar lehviyatıyla, sarhoşane hevesatıyla o dünyanın hem cümudetini ziyade edip gafleti kalınlaştırmış, hem küduretle bulanmasını taz’îf edip Sânii ve âhireti unutturuyor.”(Sözler 437

“Kur’anın baştan başa kâinata müteveccih olan âyâtı, şu esasa göre gider. Hakikat-ı dünyayı olduğu gibi açar, gösterir. Çirkin dünyayı, ne kadar çirkin olduğunu göstermekle beşerin yüzünü ondan çevirtir, Sânia bakan güzel dünyanın güzel yüzünü gösterir. Beşerin gözünü ona diktirir. Hakikî hikmeti ders verir. Kâinat kitabının manalarını talim eder. Hurufat ve nukuşlarına az bakar. Sarhoş felsefe gibi, çirkine âşık olup, manayı unutturup, hurufatın nukuşuyla insanların vaktini malayaniyatta sarfettirmiyor.”(Sözler 438)

            “Nasılki çarşıda mevsimlere göre, birer meta mergub oluyor. Vakit be-vakit birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem meşherinde, içtimaiyat-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında, her asırda birer meta’ mergub olup revaç buluyor. Sûkunda yani çarşısında teşhir ediliyor, rağbetler ona celboluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Meselâ: Şu zamanda siyaset metaı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi… Ve selef-i sâlihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergub meta, Hâlık-ı Semavat ve Arz’ın marziyatlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbat etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur’an ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesailini elde etmek idi.”(Sözler 481)

            “Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerait-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla, efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inayet inkısam etmiştir. Zihinler maneviyata karşı yabanileşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi; dört yaşında Kur’an’ı hıfzedip, âlimlerle mübahase eden Süfyan İbn-i Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyan’ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan, on senede içtihadı tahsil etmiş ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünki Süfyan’ın ibtida-i tahsil-i fıtrîsi sinn-i temyiz zamanından başlar. Yavaş yavaş istidadı müheyya olur, nurlanır, herşeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Amma onun naziri, şu zamanda çünki zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış, elbette fünun-u hazırada tevaggulü derecesinde istidadı içtihad-ı şer’î kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde içtihadın kabulünden geri kalmıştır.” (Sözler 481)

            “Nasılki bir cisimde, neşv ü nema için tevessü’ meyli bulunur. O meyl-i tevessü’ ise, -çünki dâhildendir- vücud ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat eğer hariçte tevsi’ için bir meyl ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrib etmektir; tevsi’ değildir. Öyle de, İslâmiyetin dairesine selef-i sâlihîn gibi takva-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyat-ı diniyenin imtisali tarîkıyla dâhil olanlarda meyl-üt tevessü’ ve irade-i içtihad bulunsa; o kemaldir ve tekemmüldür. Yoksa zaruriyatı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meyl-üt tevsi’ ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrib ve boynundaki şer’î zincirini çıkarmağa vesiledir.”(Sözler 482)

“Tevekkülsüzlük içinde derd-i maişet, ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiye ve maddiye akla körlük verdiğinden; beşerin muhit-i içtimaîsi, o şahsın zihnine ve istidadına, içtihad hususunda kuvvet vermediği gibi, teşettüt veriyor, dağıtıyor. “(Sözler 492)

            “İşte bak: Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr; her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış, iki şecere-i azîme hükmünde… Biri, silsile-i nübüvvet ve diyanet; diğeri, silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmiş ise, yani silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse; âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalaletler, felsefe silsilesinin etrafına cem’olmuştur. Şimdi şu iki silsilenin menşe’lerini, esaslarını bulmalıyız.

            İşte diyanet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum suretini alıp, şirk ve dalalet zulümatını etrafına dağıtır. Hattâ kuvve-i akliye dalında; Dehriyyun, Maddiyyun, Tabiiyyun meyvelerini, beşer aklının eline vermiş. Ve kuvve-i gazabiye dalında; Nemrudları, Firavunları, Şeddadları beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behimiye dalında; âliheleri, sanemleri ve uluhiyet dava edenleri semere vermiş, yetiştirmiş. O şecere-i zakkumun menşei ile silsile-i nübüvvetin ki bir şecere-i tûbâ-i ubudiyet hükmünde bulunan o silsilenin, küre-i zeminin bağında mübarek dalları: Kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn ve evliya ve sıddıkîn meyvelerini yetiştirdiği gibi.. kuvve-i dafia dalında âdil hâkimleri, melek gibi melikler meyvesini veren ve kuvve-i cazibe dalında hüsn-ü sîret ve ismetli cemal-i suret ve sehavet ve keremnamdarlar meyvesini yetiştiren ve beşer nasıl şu kâinatın en mükemmel bir meyvesi olduğunu gösteren o şecerenin menşei ile beraber ene’nin iki cihetindedir. O iki şecereye menşe’ ve medar, esaslı bir çekirdek olarak ene’nin iki vechini beyan edeceğiz. Şöyle ki:

            Ene’nin bir vechini nübüvvet tutmuş gidiyor; diğer vechini felsefe tutmuş geliyor.

Evet Nemrudları, Firavunları yetiştiren ve dayelik edip emziren, eski Mısır ve Babil’in ya sihir derecesine çıkmış veyahut hususî olduğu için etrafında sihir telakki edilen eski felsefeleri olduğu gibi; âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve esnamı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır. Evet tabiatın perdesi ile Allah’ın nurunu görmeyen insan, herşeye bir uluhiyet verip kendi başına musallat eder.”(Sözler 538-539 *Haşiye 1,Mesnevi-i Nuriye.200)

“O uzun zaman-ı mazi; felsefenin gördüğü gibi bir mezar-ı ekber, bir ademistan olmadığını, belki istikbale ve saadet-i ebediyeye atlamak için, ervah-ı âfilîne bir medar-ı envâr ve muhtelif basamaklı bir mi’rac-ı münevver ve ağır yüklerini bırakan ve serbest kalan ve dünyadan göçüp giden ruhların nurani bir nuristanı ve bir bostanı olduğunu gösterir.”(Sözler 540)

            “Felsefe ise, ene’ye mana-yı ismiyle bakmış. Yani kendi kendine delalet eder, der. Manası kendindedir, kendi hesabına çalışır, hükmeder. Vücudu aslî, zâtî olduğunu telakki eder. Yani zâtında bizzât bir vücudu vardır, der. Bir hakk-ı hayatı var, daire-i tasarrufunda hakikî mâliktir, zu’meder. Onu bir hakikat-ı sabite zanneder. Vazifesini, hubb-u zâtından neş’et eden bir tekemmül-ü zâtî olduğunu bilir ve hakeza.. çok esasat-ı fasideye mesleklerini bina etmişler.

…Silsile-i felsefenin en mükemmel ferdleri ve o silsilenin dâhîleri olan Eflatun ve Aristo, İbn-i Sina ve Farabî gibi adamlar; “İnsaniyetin gayet-ül gayatı, “teşebbüh-ü bil-vâcib”dir.. yani Vâcib-ül Vücud’a benzemektir” deyip firavunane bir hüküm vermişler ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak; esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva’-ı şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç olan acz ve za’f, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp, ubudiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.

            İşte diyanete itaat etmeyen felsefenin böyle yolu şaşırdığı içindir ki; ene kendi dizginini eline almış, dalaletin herbir nev’ine koşmuş.”(Sözler 540)

            “Felsefenin esasında, kuvvet müstahsendir. Hattâ “Elhükmü lil-galib” bir düsturudur. “Galebe edende bir kuvvet var. Kuvvette hak vardır.” der. Zulmü manen alkışlamış; zalimleri teşci’ etmiştir ve cebbarları, uluhiyet davasına sevketmiştir. Hem masnu’daki güzelliği ve nakıştaki hüsnü, masnua ve nakşa mal edip, Sâni’ ve Nakkaş’ın mücerred ve mukaddes cemalinin cilvesine nisbet etmeyerek, “Ne güzel yapılmış” yerine “Ne güzeldir” der. Perestişe lâyık bir sanem hükmüne getirir. Hem herkese satılan müzahref, hodfüruş, gösterici, riyakâr bir hüsnü istihsan ettiği için riyakârları alkışlamış, sanem-misalleri kendi âbidlerine âbide yapmıştır. O şecerenin kuvve-i gazabiye dalında, bîçare beşerin başında küçük-büyük Nemrudlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş. Kuvve-i akliye dalında, âlem-i insaniyetin dimağına Dehriyyun, Maddiyyun, Tabiiyyun gibi meyveleri vermiş; beşerin beynini bin parça etmiştir.”(Sözler 541)

“Nübüvvetin hayat-ı şahsiyedeki düsturî neticelerinden (Mansur Ali Nâsıf, et-Tâc, 1:13 (Mukaddime).kaidesiyle “Ahlâk-ı İlahiye ile muttasıf olup Cenab-ı Hakk’a mütezellilane teveccüh edip acz, fakr, kusurunuzu bilip dergahına abd olunuz” düsturu nerede? Felsefenin teşebbüh-ü bil-Vâcib insaniyetin gayet-i kemalidir kaidesiyle “Vâcib-ül Vücud’a benzemeğe çalışınız” hodfüruşane düsturu nerede? Evet nihayetsiz acz, za’f, fakr, ihtiyaç ile yoğrulmuş olan mahiyet-i insaniye nerede? Nihayetsiz kadir, kavî, gani ve müstağni olan Vâcib-ül Vücud’un mahiyeti nerede?..”(Sözler 541)

            “Nübüvvetin hayat-ı içtimaiyedeki düsturî neticelerinden ve şems ve kamerden tut, tâ nebatat hayvanatın imdadına ve hayvanat insanın imdadına, hattâ zerrat-ı taamiye hüceyrat-ı bedenin imdadına ve muavenetine koşturulan düstur-u teavün, kanun-u kerem, namus-u ikram nerede? Felsefenin hayat-ı içtimaiyedeki düsturlarından ve yalnız bir kısım zalim ve canavar insanların ve vahşi hayvanların, fıtratlarını sû’-i istimallerinden neş’et eden düstur-u cidal nerede? Evet düstur-u cidali o kadar esaslı ve küllî kabul etmişler ki, “Hayat bir cidaldir” diye eblehane hükmetmişler.”(Sözler 542)

            “Nübüvvetin tevhid-i İlahî hakkındaki netaic-i âliyesinden ve düstur-u galiyesindenyani “Her birliği bulunan, yalnız birden sudûr edecektir. Madem her şeyde ve bütün eşyada bir birlik var, demek birtek zâtın icadıdır” diye olan tevhidkârane düsturu nerede? Eski felsefenin bir düstur-u itikadiyesinden olan “Birden bir sudûr eder” yani “Bir zâttan, bizzât birtek sudûr edebilir. Sair şeyler, vasıtalar vasıtasıyla ondan sudûr eder” diye Ganiyy-i Ale-l-ıtlak ve Kadir-i Mutlak’ı âciz vesaite muhtaç göstererek, bütün esbaba ve vesaite, rububiyette bir nevi şirket verip Hâlık-ı Zülcelal’e, “akl-ı evvel” namında bir mahluku verip, âdeta sair mülkünü esbaba ve vesaite taksim ederek bir şirk-i azîme yol açan, şirk-âlûd ve dalalet-pişe o felsefenin düsturu nerede? Hükemanın yüksek kısmı olan İşrakiyyun böyle haltetseler; Maddiyyun, Tabiiyyun gibi aşağı kısımları ne kadar haltedeceklerini kıyas edebilirsin.”(Sözler 542)

            “Nübüvvetin düstur-u hakîmanesinden (“Hiçbir şey yoktur ki, Onu hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.

) sırrıyla: “Herşeyin, her zîhayatın neticesi ve hikmeti kendine ait bir ise; Sâniine ait neticeleri, Fâtırına bakan hikmetleri binlerdir. Herbir şeyin, hattâ bir meyvenin; bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri, neticeleri bulunduğu” mahz-ı hakikat olan düstur-u hikmet nerede? Felsefenin “Herbir zîhayatın neticesi kendine bakar veyahut insanın menafi’ine aittir” diye, koca bir dağ gibi ağaca, hardal gibi bir meyve, bir netice takmak gibi gayet manasız bir abesiyet içinde gördüğü hikmetsiz hikmet-i müzahrefe düsturları nerede?”(Sözler 542)

            “İşte felsefenin şu esasat-ı fasidesinden ve netaic-i vahîmesindendir ki: İslâm hükemasından İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhîler, şaşaa-i suriyesine meftun olup, o mesleğe aldanıp, o mesleğe girdiklerinden; âdi bir mü’min derecesini ancak kazanabilmişler. Hattâ İmam-ı Gazalî gibi bir Hüccet-ül İslâm, onlara o dereceyi de vermemiş.”(Sözler 543)

            “Hem meslek-i felsefenin esasat-ı fasidesindendir ki: Ene, kendi zâtında hava gibi zaîf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş’um nazarı ile mana-yı ismî cihetiyle baktığı için; güya buhar-misal o ene temeyyu edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallub ediyor. Sonra gaflet ve inkâr ile o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyan ile tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev’-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara -kabul etmedikleri ve teberri ettikleri halde- birer firavunluk verir. İşte o vakit, Hâlık-ı Zülcelal’in evamirine karşı mübareze vaziyetini alır. (“Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” Yâsin Sûresi, 36:78.)der. Meydan okur gibi Kadîr-i Mutlak’ı acz ile ittiham eder. Hattâ Hâlık-ı Zülcelal’in evsafına müdahale eder. İşine gelmeyenleri ve nefs-i emmarenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder.”(Sözler 543)

“Bir kısım felasife, “Cüz’iyata ilm-i İlahî taalluk etmiyor” diye ilm-i İlahînin azametli ihatasını nefyedip, bütün mevcudatın şehadat-ı sadıkalarını reddetmişler. Hem felsefe, esbaba tesir verip, tabiat eline icad verir. Yirmiikinci Söz’de kat’î bir surette isbat edildiği gibi; her şeyde Hâlık-ı Külli Şey’e has, parlak sikkeyi görmeyip âciz, camid, şuursuz, kör ve iki eli tesadüf ve kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata masdariyet verip, binler hikmet-i âliyeyi ifade eden ve herbiri birer mektubat-ı Samedaniye hükmünde olan mevcudatın bir kısmını ona mal eder.”(Sözler 544)

“Bir hâdise-i misaliye, rü’yaya benzer bir hâdise gördüm ki: Kendimi, bir sahra-yı azîmede görüyorum. Bütün zeminin yüzünü; karanlıklı, sıkıcı ve boğucu bir bulut tabakası kaplamış. Ne nesim var, ne ziya, ne âb-ı hayat.. hiçbirisi bulunmuyor. Her tarafı canavarlar, muzır ve muvahhiş mahluklarla dolu olduğunu tevehhüm ettim. Kalbime geldi ki: “Şu zeminin öteki tarafında ziya, nesim, âb-ı hayat var. Oraya geçmek lâzım.” Baktım ki, ihtiyarsız sevk olunuyorum. Zeminin içinde, tünel-vari bir mağaraya sokuldum. Gitgide zeminin içinde seyahat ettim. Bakıyorum ki: Benden evvel o taht-el arz yolda çok kimseler gitmişler. Her tarafta boğulup kalmışlar. Onların ayak izlerini görüyordum. Bazılarının bir zaman seslerini işitiyordum. Sonra sesleri kesiliyordu.

            Ey, hayali ile benim seyahat-ı hayaliyeme iştirak eden arkadaş! O zemin, tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârı ile hakikata yol açmak için açtıkları meslektir. Gördüğüm ayak izleri, Eflatun ve Aristo (Haşiye)gibi meşahirlerindir. İşittiğim sesler, İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhîlerindir. Evet İbn-i Sina’nın bazı sözlerini, kanunlarını bazı yerlerde görüyordum. Sonra, bütün bütün kesiliyordu. Daha ileri gidememiş. Demek boğulmuş.”(Sözler 545)

            “Evet, akılları gözlerine sukut etmiş Maddiyyunların hikmetsiz hikmetleri, abesiyet esasına istinad eden felsefeleri nazarında tesadüfle bağlı olan tahavvülât-ı zerratı, bütün düsturlarına üss-ül esas tutup, masnuat-ı İlahiyeye masdar göstermişler. Nihayetsiz hikmetlerle müzeyyen masnuatı; hikmetsiz, manasız, karmakarışık bir şeye isnad etmeleri, ne kadar hilaf-ı akıl olduğunu zerre miktar şuuru bulunan bilir.”(Sözler 551)

            “İşte o müddeî, evvelâ mevcudatın en küçüğü olan bir zerreye rast gelir. Ona Rab ve hakikî mâlik olmakta olduğunu; zerreye, tabiat lisanıyla, felsefe diliyle söyler. O zerre dahi, hakikat lisanıyla ve hikmet-i Rabbanî diliyle der ki: “Ben hadsiz vazifeleri görüyorum. Ayrı ayrı her masnua girip işliyorum, bütün o vezaifi bana gördürecek, sende ilim ve kudret varsa.. hem, benim gibi hadd ü hesaba gelmeyen zerrat içinde beraber gezip (Haşiye)iş görüyoruz. Eğer bütün emsalim o zerreleri de istihdam edip emir tahtına alacak bir hüküm ve iktidar sende varsa.. hem kemal-i intizam ile cüz olduğum mevcudlara, meselâ kandaki küreyvat-ı hamraya hakikî mâlik ve mutasarrıf olabilirsen, bana Rab olmak dava et; beni, Cenab-ı Hak’tan başkasına isnad et. Yoksa sus! Hem bana Rab olamadığın gibi, müdahale dahi edemezsin. Çünki vezaifimizde ve harekâtımızda o kadar mükemmel bir intizam var ki; nihayetsiz bir hikmet ve muhit bir ilim sahibi olmayan bize parmak karıştıramaz. Eğer karışsa, karıştıracak. Halbuki senin gibi camid, âciz ve kör ve iki eli tesadüf ve tabiat gibi iki körün elinde olan bir şahıs, hiçbir cihette parmak uzatamaz.”(Sözler 591)

            “Serseri felsefe lisanı ile……(Sözler.593-594)

            “Şeytanlaşmış felsefe lisanıyla…..(Sözler.596)

            “Firavunlaşmış felsefe lisanıyla….(Sözler 597)

            “Tuğyan etmiş felsefe lisanıyla…(Sözler 597)

O müddeînin yüzüne recm-i şeytan gibi, bir yıldız öyle bir tokat vurur ki, yıldızlardan tâ cehennemin dibine onu atar. Ve beraberinde olan tabiatı evham derelerine ve tesadüfü adem kuyusuna ve şerikleri, imtina’ ve muhaliyet zulümatına ve din aleyhindeki felsefeyi, esfel-i safilînin dibine atar.”(Sözler 598)

            “Hem dalaletin yolunda sâbıkan beyan edildiği gibi esfel-i safilîne insanı öyle bir sukut ettiriyor ki; hiçbir medeniyet, hiçbir felsefe ona çare bulamadıkları ve o derin zulümat kuyusundan hiçbir terakkiyat-ı beşeriye, hiçbir kemalât-ı fenniye insanı çıkaramadığı halde, Kur’an-ı Hakîm iman ve amel-i sâlih ile o esfel-i safilîne sukuttan insanı a’lâ-yı illiyyîne çıkarır ve delail-i kat’iyye ile çıkarmasını isbat ediyor ve o derin kuyuyu terakkiyat-ı maneviyenin basamaklarıyla ve tekemmülât-ı ruhiyenin cihazatıyla dolduruyor.”(Sözler 636)

            “Eski zamanda dalalet, cehaletten geliyordu. Bunun yok edilmesi kolaydır. Bu zamanda dalalet, -Kur’an ve İslâmiyet’e ve imana taarruz- fen ve felsefe ve ilimden geliyor. Bunun izalesi müşkildir. Eski zamanda ikinci kısım, binden bir bulunuyordu; bulunanlardan, ancak binden biri, irşad ile yola gelebilirdi. Çünki öyleler hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar.”(Sözler 752)

            “Said Nursî, Eski Said tabir ettiği gençliğinde felsefede çok ileri gitmiştir. Garbın Sokrat’ı, Eflatun’u, Aristo’su gibi hakikatlı feylesofları ve şarkın İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Farabî gibi dâhî hükemalarından felsefe ve hikmette Kur’an-ı Hakîm’in feyziyle çok ileri geçmiş ve Kur’andan başka halâskâr ve hakikî rehber olmadığını dava etmiş ve Risale-i Nur eserlerinde isbat etmiştir. Bu hakikatlarda şübhesi olan olursa, Üstad âhirete teşrif etmeden bizzât şübhesini izale edebilir.”(Sözler 758)

            “Ta’likat namındaki te’lifatı, Mantık’ta bir şaheserdir. Hem mümtaz ve hakperest ve hakikatbîn bir dâhîdir, hem Kur’anla barışık müstakim felsefenin hakikatperver bir feylesofudur, hem nazirsiz bir sosyolog içtimaiyatçı) ve bir psikolog (ruhiyatçı) ve bir pedagog (terbiyeci)dur, hem daima hakikat terennüm etmiş ve eden, yüksek ve emsalsiz ve dâhî bir müellif ve edibdir.”(Sözler 762)

            “Büyük şâirimiz, edebiyatımızın medar-ı iftiharı merhum Mehmed Âkif, bir üdebâ meclisinde, “Viktor Hügo’lar, Şekspirler, Dekartlar; edebiyatta ve felsefede, Bediüzzaman’ın bir talebesi olabilirler.” demiştir.”(Sözler 764)

            “Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelecek, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile amel edecek mealindeki hadîsin sırrı şudur ki: Âhirzamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı uluhiyete karşı İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılab edeceği bir sırada, nasılki İsevîlik şahs-ı manevîsi, vahy-i semavî kılıncıyla o müdhiş dinsizliğin şahs-ı manevîsini öldürür; öyle de Hazret-i İsa Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı manevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı manevîsini temsil eden Deccal’ı öldürür…yani inkâr-ı uluhiyet fikrini öldürecek.”(Mektubat 6)

            “Ehl-i gaflet ve dalalet ve felsefenin ahmaklığına bak ki: Kudret-i Fâtıranın o Levh-i Mahfuzunu ve hikmet ve irade-i Rabbaniyenin o basirane kitabının eşyadaki cilvesini, aksini, misalini hissetmişler; hâşâ “Tabiat” namıyla tesmiye etmişler, körletmişler.”(Mektubat 37)

            “Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı Nemrudane, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, uluhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir.”(Mektubat 56)

            “hikmet-i dakikayı felsefe ve fen ve hikmet bilmediği içindir ki, şuursuz tabiatı ve kör tesadüfü ve camid esbabı; şu gayet derecede alîmane, hakîmane, basîrane faaliyete karıştırmışlar, dalalet zulümatına düşüp nur-u hakikatı bulamamışlar.”(Mektubat 87)

            “Hem Kur’an vahiy olmakla beraber, delail-i akliye ile teyid ve tahkim edilmiş. Evet kâmil ukalânın ittifakı buna şahiddir. Başta ülema-i ilm-i Kelâmın allâmeleri ve İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi felsefenin dâhîleri müttefikan esasat-ı Kur’aniyeyi usûlleriyle, delilleriyle isbat etmişler. “(Mektubat 190)

            “Ehl-i felsefenin en ziyade ileri gidenleri olan Sofestaîler, tarîk-ı haktan yüzlerini çevirdiklerinden, küfür ve dalalet tarîkına bakmışlar; görmüşler ki: Şirk yolu, tarîk-ı haktan ve tevhid yolundan yüzbin defa daha müşkilâtlıdır, nihayet derecede gayr-ı makuldür. Onun için bilmecburiye herşey’in vücudunu inkâr ederek akıldan istifa etmişler.”(Mektubat 248)

            “Hem ekser enbiyanın Asya’da zuhuru, ağleb-i hükemanın Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelînin bir remzi, bir işaretidir ki; Asya akvamını intibaha getirecek, terakki ettirecek, idare ettirecek; din ve kalbdir. Felsefe ve hikmet ise, din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli.”(Mektubat 325,Şualar.376,Mesnevi-i Nuriye.100,Tarihçe-i Hayat.562)

            “Bir zaman ben, bu hiss-i kabl-el vukuu, zahirî ve bâtınî meşhur duygulara ilâve olarak, insanda ve hayvanda “saika” ve “şaika” namıyla aynı “sâmia” ve “bâsıra” gibi iki hiss-i âheri ilmen bulmuştum. Ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meşhur hislere; -hata ederek- ahmakçasına “sevk-i tabiî” diyorlar. Hâşâ sevk-i tabiî değil, belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak insan ve hayvanı kader-i İlahî sevkediyor. Meselâ: Kedi gibi bazı hayvan; gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.”(Mektubat 348)

            “Sonra muazzam bir perde daha açıldı, âlem-i Arz göründü. Felsefenin karanlıklı kavanin-i ilmiyeleri, hayale dehşetli bir âlem gösterdi.” (Mektubat 410)

            “Zaîflerin kuvveti ve mukavemeti, karanlık ve tesadüfe bağlı, şuursuz, tabiî felsefeden alınmaz; belki hamiyet-i İslâmiye ve kudsî İslâmiyet milliyetinden alınır!..”(Mektubat 422)

            “Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar; bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâ-yetezelzel teslim ediyorlar, o suretle İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Âdeta kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terkettim. Hem bilfiil gösterdim ki: İslâmiyetin esasları o kadar derindir ki; felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî kalır. Otuzuncu Söz, Yirmidördüncü Mektub, Yirmidokuzuncu Söz bu hakikatı bürhanlarıyla isbat ederek göstermiştir. Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm-ı İslâmiyeyi zahirî telakki edip felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Halbuki felsefenin düsturlarının ne haddi var ki, onlara yetişsin?”Mektubat 442,517)

“Eski hikmet, semavatı dokuz tasavvur edip, lisan-ı şer’îde, Arş ve Kürsi yedi semavat ile beraber kabul edip acib bir suretle semavatı tasvir etmiştiler. O eski hikmetin dâhî hükemasının şaşaalı ifadeleri, nev-i beşeri çok asırlar müddetince tahakkümleri altında tutmuşlar. Hattâ çok ehl-i tefsir, âyâtın zahirlerini onların mezhebine göre tevfik etmeye mecbur kalmışlar. O suretle Kur’an-ı Hakîm’in i’cazına bir derece perde çekilmişti. Ve hikmet-i cedide namı verilen yeni felsefe ise, eski felsefenin mürur u ubura ve hark u iltiyama kabil olmayan semavat hakkındaki ifratına mukabil tefrit edip, semavatın vücudunu âdeta inkâr ediyorlar. Evvelkiler ifrat, sonrakiler tefrit edip hakikatı tamamıyla gösterememişler. Kur’an-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ise, o ifrat ve tefriti bırakıp hadd-i vasatı ihtiyar edip der ki: Sâni’-i Zülcelal, yedi kat semavatı halketmiştir. Hareket eden yıldızlar ise, balıklar gibi sema içinde gezerler ve tesbih ederler. Hadîste (Tirmizî, 58. Sûrenin tefsiri: 1; Müsned, 2:370; el-Mubârekforî, Tuhfetü’l-Ahvezî, 3352; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8:132.)denilmiş. Yani: “Sema, emvacı karardade olmuş bir denizdir.”(Lemalar 66)

            “Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalaletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi: Nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır; nifaka inkılab eder. Hem nur, hem topuz.. ikisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için bütün kuvvetimle nura sarılmağa mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa olsun bakmamak lâzım geliyor. Amma maddî cihadın muktezası ise; o vazife şimdilik bizde değildir. Evet ehline göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için topuz lâzımdır. Fakat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!..”(Lemalar 104)

            “İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi’ san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takib eden bu birinci Avrupa’ya hitab etmiyorum. Belki felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehasin zannederek, beşeri sefahete ve dalalete sevkeden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitab ediyorum.”(Lemalar 115)

            “O zaman, o seyahat-ı ruhiyede, mehasin-i medeniyet ve fünun-u nâfiadan başka olan malayani ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa’nın şahs-ı manevîsine karşı demiştim:

            Bil ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalaletli bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dava edersin ki, beşerin saadeti bu ikisi iledir. Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek.”(Lemalar 115)

            “Hem felsefe-i sakîmenin şakirdleriyle Kur’an-ı Hakîm’in tilmizlerinin hamiyetkârlık ve fedakârlıklarını bununla müvazene edebilirsiniz. Şöyle ki:

            Felsefenin şakirdi, kendi nefsi için kardeşinden kaçar, onun aleyhinde dava açar. Kur’anın şakirdi ise, semavat ve arzdaki umum sâlih ibadı kendine kardeş telakki ederek, gayet samimî bir surette onlara dua eder ve saadetleriyle mes’ud oluyor ve ruhunda şedid bir alâkayı onlara karşı hisseder. Hem en büyük şey olan Arş ve Şems’i, müsahhar birer memur ve kendi gibi bir abd, bir mahluk telakki eder.”(Lemalar 119)

“O vakit herşeyden evvel, eskiden beri tahsil ettiğim ilme müracaat edip, bir teselli, bir rica aramaya başladım. Maatteessüf o vakte kadar ulûm-u felsefeyi, ulûm-u İslâmiye ile beraber havsalama doldurup o ulûm-u felsefeyi pek yanlış olarak maden-i tekemmül ve medar-ı tenevvür zannetmiştim. Halbuki o felsefî mes’eleler ruhumu çok fazla kirletmiş ve terakkiyat-ı maneviyemde engel olmuştu. Birden Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve keremiyle Kur’an-ı Hakîm’deki hikmet-i kudsiye imdada yetişti. Çok risalelerde beyan edildiği gibi; o felsefî mes’elelerin kirlerini yıkadı, temizlettirdi. Ezcümle: Fünun-u hikmetten gelen zulümat-ı ruhiye, ruhumu kâinata boğduruyordu. Hangi cihete baktım, nur aradım; o mes’elelerde nur bulamadım, teneffüs edemedim. Tâ Kur’an-ı Hakîm’den gelen ve “Lâ İlahe İlla Hu” cümlesiyle ders verilen tevhid, gayet parlak bir nur olarak bütün o zulümatı dağıttı; rahatla nefes aldım. Fakat nefs ve şeytan, ehl-i dalalet ve ehl-i felsefeden aldıkları derse istinad ederek, akıl ve kalbe hücum ettiler. Bu hücumdaki münazarat-ı nefsiye lillahilhamd kalbin muzafferiyetiyle neticelendi.”Lemalar 239)

            “Ve fen ve felsefenin soğuk, hayatsız, zulmetli, dehşetli göstermelerine mukabil; hayatlı, şuurlu, ışıklı, ünsiyetli, tatlı bir kâinat göstererek bâki hayatın bir cilve-i lezzetini ehl-i imana derecesine göre dünyada dahi tattırır.”(Şualar 264)

            “Komünistlerin dayandığı materyalist (maddiyyun) felsefenin hak ve hakikat ile hiç bir ilgisi olmadığını, nazariyelerinin tamamen asılsız olduğunu Risale-i Nur Kur’an-ı Kerim’in âyetleri ile ve gayet kuvvetli bürhan ve hüccetlerle aklen, fikren ve mantıken isbat ediyor.” (Şualar 545 

“Dini dinlemeyen bir felsefe nazarıyla, mağdub dâllîn cereyanıyla baktılar. Gördü ki: Küre-i arzdan bin defa büyük, top güllesinden yüz defa çabuk hareket edenler içlerinde bulunan binler kütleler, ateş saçan yıldızlar, şuursuz, camid, serseri gibi birbiri içinde sür’atle gezerler. Bir dakika bir tesadüfle biri yolunu şaşırsa; o boş ve hududsuz ve hadsiz, nihayetsiz âlemde bir şuursuz küre ile çarpmak suretinde kıyamet gibi bir herc ü merce sebeb olur.”(Şualar 638,677)

“Onların dalaleti fenden, felsefeden geldiği için acib bir gurur ve garib bir firavunluk ve dehşetli bir enaniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki, kâinatı idare eden İlahî kanunların şualarını ve insan âleminde o hakaikin düsturlarını süflî hevesatlarına e müştehiyatlarına müsaid görmediklerinden (hâşâ! hâşâ!) eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar.”(Şualar 724)

            “Felsefe, her şeyi çirkin, korkunç gösteren siyah bir gözlüktür. İman ise, herşeyi güzel, ünsiyetli gösteren şeffaf, berrak, nuranî bir gözlüktür.”(Şualar 753)

            Sağ Cihet: Bu cihetten maksad, geçmiş zamandır. Binaenaleyh felsefe gözlüğü ile sağ cihete bakıldığı zaman, mazi ülkesinin kıyameti kopmuş, altı üstüne çevrilmiş, karanlıklı, korkunç büyük bir mezaristanı andıran bir şekilde görünecektir.

            Sol Cihet: Yani, gelecek zamana felsefe gözlüğü ile bakıldığı zaman; bizleri çürütecek, yılan ve akreplere yedirip imha edecek, zulümatlı, korkunç, büyük bir kabir şeklinde görünecektir. Fakat iman gözlüğü ile bakılırsa Cenab-ı Hakk’ın Hâlık-ı Rahman-ı Rahîm’in insanlara ihzar ettiği çeşit çeşit nefis, leziz me’kûlât ve meşrubata zarf olan bir maide ve bir sofra-i Rahmanî şeklinde görünecektir. Ve binlerce “Elhamdülillah” okutturarak tekrar ettirecektir.

            Üst Cihet: Yani, semavat cihetine felsefe ile bakan bir adam, şu sonsuz boşlukta, milyarlarca yıldız ve kürelerin at koşusu gibi veya askerî bir manevra gibi yaptıkları pek sür’atli ve muhtelif hareketlerinden büyük bir dehşete, vahşete, korkuya maruz kalacaktır. Fakat imanlı bir adam baktığı vakit o garib, acib manevranın bir kumandanın emri ile nezareti altında yapıldığı gibi; semavat âlemini tezyin eden ve o yıldızın bize de ziyadar kandiller şeklinde olduklarını görecek ve o atlar koşusunda korku, dehşet değil, ünsiyet ve muhabbet edecektir. Âlem-i semavatı şöylece tasvir eden iman nimetine elbette binlerce “Elhamdülillah” söylemek azdır.

            Alt Cihet: Yani, arz âlemine felsefe gözü ile bakan insan; küre-i arzı başıboş, yularsız, şemsin etrafında serseri gezen bir hayvan gibi veya tahtası kırık, kaptansız bir kayık gibi görür ve dehşete, telaşa düşer. Fakat iman ile bakarsa, arzın Rahmanî bir sefine olup, Allah’ın kumandası altında bütün me’kûlât, meşrubat, melbusatı ile beraber, nev’-i beşeri tenezzüh için şemsin etrafında gezdiren bir sefine şeklinde görür. Ve imandan neş’et eden şu büyük nimete büyük büyük “Elhamdülillah”ları söylemeğe başlar.

            Ön Cihet: Felsefeci bir adam bu cihete bakarsa görür ki: Bütün canlı mahlukat -insan olsun, hayvan olsun- kafile be-kafile büyük bir sür’atle o cihete gidip kaybolurlar. Yani, ademe gider, yok olurlar.

            Arka Cihet: Yani geride gelenlere felsefe nazarı ile bakılsa; “Yahu bunlar nereden nereye gidiyorlar ve ne için dünya memleketine gelmişlerdir?” diye edilen suale bir cevab alınamadığından -tabiî- hayret ve tereddüd azabı içinde kalınır.”(Şualar 753-755)

            “Evet hayat nevi’lerinin en ednası nebat hayatıdır. Hayat-ı nebatiyenin başlangıcı, çekirdekte veya habbede hayat düğümünün uyanıp açılmasıdır. Bunun keyfiyeti o kadar zahir, o kadar umumî, o kadar me’luf iken, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hikmet-i beşerden ve felsefesinden gizli kalmıştır.”(İşarat-ül İ’caz 178)

            “Beşeriyetin refahı nokta-i nazarından Kur’anın beyanatı, Yunan felsefesinin ifadatından pek ziyade ulvîdir.”(İşarat-ül İ’caz 214)

“Kur’an ahlâk ve felsefenin bütün esasatını câmi’dir. Fazilet ve rezilet, hayır ve şer, eşyanın mahiyet-i hakikiyesi, hülâsa her mevzu Kur’anda ifade olunmuştur. Hikmet ve felsefenin esası olan adalet ve müsavatı öğreten ve başkalarına iyilik etmeyi, faziletkâr olmayı talim eden esaslar.. bunların hepsi Kur’anda vardır.” Müsteşrik Sedio.(İşarat-ül İ’caz 218)     “Arkadaş! Kalb ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. “O hastalık marazı da, ulûm-u akliyeye tevaggul etmek nisbetindedir.”(Mesnevî-i Nuriye 69)

            “Şimdi ise, fikir ve kalblerin teşettütü, inayet ve himmetlerin za’fiyeti, insanların siyaset ve felsefeye ibtilâ ve rağbetleri yüzünden, bütün istidadlar fünun-u hazıra ve hayat-ı dünyeviyeye müteveccihtir.”(Mesnevî-i Nuriye 91

            “Âlem-i küfür, bütün vesaitiyle, medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerleriyle âlem-i İslâma hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettiği halde, -âlem-i İslâma- dinen galebe edemedi.”(Mesnevî-i Nuriye 100)                 

“Felsefe talebesiyle medeniyet tilmizleri, müslümanları ecnebi âdetlerine ittiba ile şeair-i İslâmiyeyi terk etmeye davet ettiklerinde, Kur’an Nurcuları böylece müdafaada bulunurlar: “Eğer dünyadan zeval ve ölümü ve insandan acz ve fakrı kaldırmaya iktidarınız varsa, pekâlâ, dini de terk ediniz, şeairi de kaldırınız. Ve illâ dilinizi kesin, konuşmayınız.”(Mesnevî-i Nuriye 219)           

“Mi’rac kitabı, felsefe düşkünü mu’terizlerin felsefesini her zaman için iflas ve sukut ettirmek kuvvetine mâlik bir eserdir. “(Barla Lâhikası 57)

            “Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır.”(Emirdağ Lâhikası-1 266)

            “Felsefe-i insaniye, gayet hârikulâde mu’cizat-ı kudret-i İlahiyenin mu’cizat-ı rahmeti üstüne âdiyat perdesi çeker. O âdiyat altındaki vahdaniyet delillerini ve o hârika nimetlerini görmüyor, göstermiyor. Fakat âdetten huruç etmiş hususî bazı cüz’iyatı görür, ehemmiyet verir.”(Emirdağ Lâhikası-2 125

            “Halbuki en cüz’î bir yavruda, memedeki âb-ı kevser gibi rızkında, onun gibi binler mu’cizat-ı rahmet ve ihsan var. Felsefe-i beşeriye görmüyor ki şükür etsin. O Rahmanürrahîm’i tanısın, şükür ile mukabele etsin.”(Emirdağ Lâhikası-2 125)

“İşte felsefe-i beşeriyenin en acib, en antika hatasından birisi de şudur ki: Cüz’-i ihtiyarîsi ve iradesi, en zahir ve küçük fiili olan söylemeye kâfi gelmiyor, icad edemiyor. Yalnız havayı harflerin mahrecine sokuyor. Bu cüz’î kesb ile Cenab-ı Hak, onun o kesbine binaen o kelimatı halkeder. Havaya da binler nüsha yazar. Bu kadar icaddan insanın eli kısa olduğu halde, bütün esbab-ı kâinat âciz kaldıkları bir hârika küllî mu’cizat-ı kudrete, beşer icadı namını vermek; ne kadar büyük bir hata olduğunu zerre kadar şuuru bulunan anlar.”(Emirdağ Lâhikası-2 125)

“Evet dinden gelmeyen, belki felsefenin hassasiyetinden gelen celb-i ervah da; hem hilaf-ı hakikat, hem hilaf-ı edeb bir harekettir. Çünki a’lâ-yı illiyyînde ve kudsî makamlarda olanları esfel-i safilîn hükmündeki masasına ve yalanların yeri olan oyuncak tahtasına getirmek, tam bir ihanettir ve bir hürmetsizliktir. Âdeta bir padişahı, kulübeciğine çağırıp getirmek gibidir. Belki ayn-ı hakikat ve edeb ve hürmet ve istifade odur ki; Celaleddin-i Süyutî, Celaleddin-i Rumî ve İmam-ı Rabbanî gibi zâtların seyr ü sülûk-u ruhanîleri gibi seyr ü sülûk ile yükselerek o kudsî zâtlara yanaşmak ve istifade etmektir.”(Emirdağ Lâhikası-2 156)

            “Ey sual soran meb’uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürd var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hindliler var. Yetmiş milyon Arab var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırkdaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum!”(Emirdağ Lâhikası-2 225                  

Şimdi fen ve felsefenin dalalet kısmı; yani Kur’anla barışmayan, yoldan çıkmış, Kur’ana muhalefet eden kısmı, küfr-ü mutlakı komünistler tarzında neşre başladılar. Komünistlik perdesinde anarşistliği netice verecek bir surette münafıklar, zındıklar vasıtasıyla ve bazı müfrit dinsiz siyasetçiler vasıtasıyla neşir ile aşılanmağa başlandığı için; şimdiki hayat, dinsiz olarak kabil değildir, yaşamaz. “Dinsiz bir millet yaşamaz” hükmü bu noktaya işarettir.”(Emirdağ Lâhikası-2 243)

 

            “Onların dalaleti fenden, felsefeden geldiği için acib bir gurur ve garib bir firavunluk ve dehşetli bir enaniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki, kâinatı idare eden İlahî kanunların şuâlarını ve insan âleminde o hakaikın düsturlarını süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsaid görmediklerinden (hâşâ ! hâşâ) eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî 107)

“Zaten felsefe, aslında hikmet mânasına geldikçe, Vacibül-Vücud Taalâ ve Takaddes Hazretlerini, Zât-ı Bâri’sine lâyık sıfatlarla isbata çalışan her eser en büyük hikmet ve o eserin sahibi de en büyük hakîmdir.”(Tarihçe-i Hayat 18)

“Avrupa’dan gelen müdhiş bir dalâlet ve zındıka taarruzuna karşı koymayı ve felsefe-i tabiiyyeden doğan dehşetli bir istibdad-ı mutlakın hilâf-ı Kur’an prensiplerine boyun eğmemeyi, onlara itaat etmemeyi ve hakikî hürriyet-i meşrua olan İslâmî hürriyet ve medeniyete çalışmayı netice vermiştir.”(Tarihçe-i Hayat 45)

“Elifba okumayan çocuğa felsefe-i tabiiye dersi verilmez!”(Tarihçe-i Hayat 65)

“Âlem-i İslâmın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğuk davranması ve kabülde ıztırabı cây-ı dikkattir. Zira istiğna ve istiklâliyet hassasiyle mümtaz olan şeriattaki İlâhî hidayet, Roma felsefesinin dehasiyle aşılanmaz, imtizac etmez, bel’ olunmaz, tâbi olmaz… Bir asıldan tev’em (ikiz) olarak neş’et eden Eski Roma ve Yunan, iki dehalariyle; su ve yağ gibi mürur-u a’sar (asırlar) medeniyet ve Hıristiyanlığın temzîcine çalıştığı halde, yine istiklâllerini muhafaza, âdeta tenasuhla o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar. Onlar, tev’em ve esbab-ı temzic varken imtizac olunmazsa, şeriatın ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim, pis medeniyetin esası olan Roma dehasiyle hiçbir vakit mezc olunmaz, bel’ olunmaz…”(Tarihçe-i Hayat 132)

            “Bediüzzaman, hür adamların, hür memleketinin İlâhî kuruluş felsefesini, akıllara ve gönüllere nakşeden din adamıdır.”(Tarihçe-i Hayat 638)

Risale-i Nur’un şiddetle tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise mutlak değildir, belki muzır kısmınadır. Çünki felsefenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye ve ahlâk ve kemalât-ı insaniyeye ve san’atın terakkiyatına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise, Kur’an ile barışıktır. Belki Kur’anın hikmetine hâdimdir, muaraza edemez. Bu kısma Risale-i Nur ilişmiyor.”(Asa-yı Musa 6)

            “İkinci kısım felsefe ise, dalalete ve ilhada ve tabiat bataklığına düşürmeye vesile olduğu gibi; sefahet ve lehviyat ile gaflet ve dalaleti netice verdiğinden ve sihir gibi hârikalarıyla Kur’anın mu’cizekâr hakikatlarıyla muaraza ettiği için, Risale-i Nur ekser eczalarında mizanlarla ve kuvvetli ve bürhanlı müvazenelerle felsefenin yoldan çıkmış bu kısmına ilişiyor, tokatlıyor; müstakim, menfaatdar felsefeye ilişmiyor. Onun için mektebliler, Risale-i Nur’a itirazsız çekinmeyerek giriyorlar ve girmelidirler.”(Asa-yı Musa 6)

Hadd-i evsatı gösterecek, ifrat ve tefriti kıracak yalnız felsefe-i şeriatla belâgat ve mantık ile hikmettir. Evet hikmet derim, çünki hayr-ı kesîrdir. Şerri vardır; fakat cüz’îdir. “(Muhakemat 27)

            “Ehl-i zahirin zihinlerini teşviş eden, felsefe-i Yunaniyeye incizablarıdır. Hattâ o felsefeye fehm-i âyette bir esas-ı müselleme nazarıyla bakıyorlar. “(Muhakemat 82)

            “Unsuriyet ve besatet ve erbaiyet, felsefenin bataklığındandır; şeriatın maden-i safîsinden değildir. Fakat felsefenin yanlışı, seleflerimizin lisanlarına girdiğinden, bir mahmil-i sahih bulmuştur.” (Muhakemat 83)

            “Eğer hür-fikirsen bu felsefenin şerrine bak: Nasıl ezhanı esaretle sefalete atmıştır. Âferin, hürriyetperver olan hikmet-i cedidenin himmetine ki, o müstebid hikmet-i Yunaniyeyi dört duvarıyla zîr ü zeber etmiştir. Demek muhakkak oldu ki: Âyâtın delail-i i’cazının miftahı ve esrar-ı belâgatın keşşafı, yalnız belâgat-ı Arabiyenin madenindendir. Yoksa felsefe-i Yunaniyenin destgâhından değildir.”(Muhakemat 83)

            “Felsefe-i beyan nazara alınmaz ise; belâgat hurafat gibi hayal gul gibi sâmi’e hayretten başka bir faide vermez.”(Muhakemat 102)

            “Felsefe-i beyaniyeye müşabih, Nahv’in dahi bir felsefesi vardır. O felsefe ise, vâzıın hikmetini beyan eder.”(Muhakemat 102)

 

Hikmet

           

 

            “Senin gibi zaîf-i mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fâni, küçük bir mahluka koca kâinatı müsahhar etmek ve onun imdadına göndermek; elbette hikmet ve inayet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-ı rahmettir.” (Sözler 10)

“Hem hiç bir cihetle şübhe kabul etmeyen ve hiç bir vechile noksaniyeti olmayan, Güneş gibi zahir olan rahmetini ve ziya gibi görünen hikmetini inkâr ettirsin. Hâşâ..”(Sözler 12)

            “Demek şu beş vakit, herbiri birer inkılab-ı azîmin işaratı ve icraat-ı cesîme-i Rabbaniyenin emaratı ve in’amat-ı külliye-i İlahiyenin alâmatı olduklarından; borç ve zimmet olan farz namazın o zamanlara tahsisi, nihayet hikmettir…” (Sözler 47)

            “Bak ne kadar âlî bir hikmet, bir intizamla işler dönüyor. Hem ne kadar hakikî bir adalet, bir mizanla muameleler görülüyor. Halbuki hikmet-i hükûmet ise, saltanatın cenah-ı himayesine iltica eden mültecilerin taltifini ister. Adalet ise, raiyetin hukukunun muhafazasını ister; tâ hükûmetin haysiyeti, saltanatın haşmeti muhafaza edilsin.”(Sözler 50)

Evet görünüyor ki; şu âlemde tasarruf eden zât, nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor. Ona bürhan mı istersin? Her şeyde maslahat ve faidelere riayet etmesidir. Görmüyor musun ki: İnsanda bütün aza, kemikler ve damarlarda, hattâ bedenin hüceyratında, her yerinde, her cüz’ünde faydalar ve hikmetlerin gözetilmesi, hattâ bazı âzası, bir ağacın ne kadar meyveleri varsa, o derece o uzva hikmetler ve faydalar takması gösteriyor ki; nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor. Hem herşeyin san’atında nihayet derecede intizam bulunması gösterir ki, nihayetsiz bir hikmet ile iş görülüyor.”(Sözler 66)

            “Evet güzel bir çiçeğin dakik proğramını, küçücük bir tohumunda dercetmek, büyük bir ağacın sahife-i a’malini, tarihçe-i hayatını, fihriste-i cihazatını küçücük bir çekirdekte manevî kader kalemiyle yazmak; nihayetsiz bir hikmet kalemi işlediğini gösterir.”(Sözler 66)

            “Evet şu küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristesini, bütün hazain-i rahmetin anahtarlarını, bütün esmalarının âyinelerini dercetmek; nihayet derecede bir hüsn-ü san’at içinde bir hikmeti gösterir. “(Sözler 66)

            “Hem istidad lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla, ızdırar lisanıyla sual edilen ve istenilen herşeye daimî cevab vermek; nihayet derecede bir adl ve hikmeti gösteriyor.”(Sözler 67)

            “ Evet kemik gibi bir kuru ağacın ucundaki tel gibi incecik bir sapta gayet münakkaş, müzeyyen bir çiçek ve gayet musanna’ ve murassa’ bir meyve, elbette gayet san’atperver mu’cizekâr ve hikmettar bir Sâniin mehasin-i san’atını zîşuura okutturan bir ilânnamedir. İşte nebatata hayvanatı dahi kıyas et.” (Sözler 68 *Haşiye 1)

            “Anlarsın ki: O han gibi bu dünya dahi kendi için değil. Kendi kendine de bu sureti alması muhaldir. Belki kafile-i mahlukatın gelip konmak ve göçmek için dolup boşanan, hikmetle yapılmış bir misafirhanesidir.”(Sözler 74)

            “Evet şu kâinatı idare eden zât, herşeyi nizam ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizam ve mizan ise; ilim ile hikmet ve irade ile kudretin tezahürüdür.” (Sözler 77)

Evet zaman-ı hazırdan, tâ ibtida-i hilkat-ı âleme kadar olan zaman-ı mazi; umumen vukuattır. Vücuda gelmiş herbir günü, herbir senesi, herbir asrı; birer satırdır, birer sahifedir, birer kitabdır ki kalem-i kader ile tersim edilmiştir. Dest-i kudret, mu’cizat-ı âyâtını onlarda kemal-i hikmet ve intizam ile yazmıştır.”(Sözler 78 *Haşiye 1)

            “Hem hiç akıl kabul eder mi ki, insanın başına ve içindeki havassına saçları adedince vazifeler yükletsin de, yalnız bir saç hükmünde ona bir ücret-i dünyeviye versin; adalet-i hakikiyesine zıd olarak ve hikmet-i hakikiyesine münafî, manasız iş yapsın?”(Sözler 84)

            “Hem hiç mümkün müdür ki, bir ağaca taktığı neticeler, meyveler miktarınca herbir zîhayata, belki lisan gibi herbir uzvuna, belki herbir masnua o derece hikmetleri, maslahatları takmakla kendisinin bir Hakîm-i Mutlak olduğunu isbat edip göstersin, sonra bütün hikmetlerin en büyüğü ve bütün maslahatların en mühimmi ve bütün neticelerin en elzemi ve hikmeti hikmet, nimeti nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin, rahmetlerin, maslahatların menbaı ve gayesi olan beka ve likayı ve saadet-i ebediyeyi vermeyip terkederek, bütün işlerini abesiyet-i mutlaka derekesine düşürsün…”(Sözler 84)

            “Madem dünya var. Ve dünya içinde bu âsârıyla hikmet ve inayet ve rahmet ve adalet var. Elbette dünyanın vücudu gibi kat’î olarak âhiret de var.” (Sözler 87)

“Ve madem bu kâinatta ve zîhayatta gayet haşmetli ve hikmetli ve şefkatli bir rububiyet-i mutlaka var ve görünüyor. Elbette o rububiyetin haşmetini sukuttan ve hikmetini abesiyetten ve şefkatini gadirden kurtaran ebedî bir dâr-ı saadet bulunacak ve girilecek.”(Sözler 101)

            “Evet dünya dâr-ül hikmet ve âhiret dâr-ül kudret olduğundan; dünyada Hakîm, Mürettib, Müdebbir, Mürebbi gibi çok isimlerin iktizasıyla, dünyada icad-ı eşya bir derece tedricî ve zaman ile olması; hikmet-i Rabbaniyenin muktezası olmuş. Âhirette ise, hikmetten ziyade kudret ve rahmetin tezahürleri için maddeye ve müddete ve zamana ve beklemeye ihtiyaç bırakmadan birden eşya inşa ediliyor.”(Sözler 113)

“Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mal eder mi? Bütün ağacın neticesini terketmekle, bütün eczasıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat şeceresini abes ve beyhude yapar mı zannedersiniz?”(Sözler 115)

            “Hayatın bir kelime-i mektubedir. Kalem-i kudretle yazılmış hikmet-nüma bir sözdür. Görünüp ve işitilip, esma-i hüsnaya delalet eder.”(Sözler 128)

Amma hikmet-i Kur’anın hâlis tilmizi ise; bir abd’dir. Fakat a’zam-ı mahlukata da ibadete tenezzül etmez. Hem cennet gibi a’zam-ı menfaat olan bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir.”(Sözler 132)        

            “Amma hikmet-i Kur’aniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakk”ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, “fazilet ve rıza-yı İlahî”yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, “düstur-u teavün”ü esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında; unsuriyet, milliyet yerine “rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî” kabul eder. Gayatı; hevesat-ı nefsaniyenin tecavüzatına sed çekip, ruhu maaliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemalât-ı insaniyeye sevk edip insan eder. Hakkın şe’ni, ittifaktır. Faziletin şe’ni, tesanüddür. Düstur-u teavünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni, uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dareyndir.”(Sözler 133,408)

            “Demek ya herbir zerre ve herbir parça havada nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilmi, iradesi ve nihayetsiz bir kuvveti, kudreti ve bütün zerrata hâkim-i mutlak bir hassaları bulunmak lâzımdır ki; bu işlere medar olabilsin. Bu ise, zerreler adedince muhal ve bâtıldır. Hiçbir şeytan dahi bunu hatıra getiremez.”(Sözler 162)

            “ Şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizamsız gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin? “(Sözler.170)

            “Büyük hatalar ve cinayetler te’hir ile büyük merkezlerde ve küçücük cinayetler ta’cil ile küçük merkezlerde verildiği gibi; mühim bir hikmete binaen ehl-i küfrün cinayetlerinin kısm-ı a’zamı, Mahkeme-i Kübra-yı Haşre te’hir edilerek ehl-i imanın hataları, kısmen bu dünyada cezası verilir.”(Sözler 172

Hem bazan kemal-i intizamı ve nihayet adli ve gayet hilmi ve kuvvet-i hikmeti göstermek için, en büyük ve kuvvetli esbabı, en küçük ve zaîf bir şeye karşı tahşid eder ve üstünde tutar; düşürtmez, tecavüz ettirmez. “(Sözler 181)

            “Kur’andadır hak hikmet, isbat ederim, muhalif felsefeyi beş paraya saymam.”(Sözler 206)

            “Name-i nurîn-i hikmet, bak ne takrir eylemiş.”(Sözler 228)

            “Bir Cemil-i Zülcelal’in, dest-i hikmetle takılmış pek güzel meyveleriyiz biz.”(Sözler 229)

            “Birer hârika-i san’at-ı hâlıkane; birer nadire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat, birer nur âlemiyiz biz.”(Sözler 229)

            “Meselâ: Kudret-i Fâtıranın büyük mu’cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, manasız telakki eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar. Meselâ: Atmaca kuşu serçelere tasliti, zahiren rahmete uygun gelmez. Halbuki serçe kuşunun istidadı, o taslit ile inkişaf eder. Meselâ: Kar’ı, pek bâridane ve tatsız telakki ederler. Halbuki o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez. Hem insan hodgâmlık ve zahirperestliğiyle beraber, herşeyi kendine bakan yüzüyle muhakeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri, hilaf-ı edeb zanneder. Meselâ âlet-i tenasül-i insan, insan nazarında bahsi hacalet-âverdir. Fakat şu perde-i hacalet, insana bakan yüzdedir. Yoksa hilkate, san’ata ve gayat-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edebdir, hacalet ona hiç temas etmez.”(Sözler 232)

            “İşte menba-ı edeb olan Kur’an-ı Hakîm’in bazı tabiratı bu yüzler ve perdelere göredir. Nasılki bize görünen çirkin mahlukların ve hâdiselerin zahirî yüzleri altında gayet güzel ve hikmetli san’at ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki, Sâniine bakar ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar ve pek çok zahirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar var ki, pek muntazam bir kitabet-i kudsiyedir.”(Sözler 232)

“Belki hikmeten daha acib ve intizamca daha garib bir surette hikmet ve inayet-i İlahiye tecelli ediyor.”(Sözler 249)   

“Evet, hikmet-i tabiiyede nâr-ı beyza halinde ateşin bir derecesi var ki; harareti etrafına neşretmiyor ve etrafındaki harareti kendine celbettiği için, şu tarz bürudetle, etrafındaki su gibi mayi şeyleri incimad ettirip, manen bürudetiyle ihrak eder. İşte zemherir, bürudetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecatına ve umum enva’ına câmi’ olan Cehennem içinde, elbette “Zemherir”in bulunması zarurîdir.”(Sözler 261)

Sakın siz de terakkiyatınızda şeytana uyup hikmet-i İlahiyenin semavatından, tabiat dalaletine sukuta vasıta yapmayınız. “(Sözler 262)

            “Hakikat-ı mevcudattan bahseden Hikmet-ül Eşya, Cenab-ı Hakk’ın (Celle Celalühü) “İsm-i Hakîm”inin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane; eşyada, menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafata inkılab eder ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar.”(Sözler 263)

            “Bununla beraber her tarafa bak ki, hem öyle bir hikmetle herşeyi yerli yerine koyuyor ve öyle mükrimane herkese lâyık oldukları lütufları yapıyor; hem öyle ihsan-perverane umumî perdeler ve kapılar açıyor ki, herkesin arzularını tatmin ediyor.”(Sözler 283)

“Herşey onun hikmetiyle tanzim olur. “(Sözler 285)

            “Hem esbab-ı zahiriyenin diğer bir hikmeti şudur ki: Haksız şekvaları ve bâtıl itirazları Âdil-i Mutlak’a tevcih etmemek için, o şekvalara, o itirazlara hedef olacak esbab vaz’edilmiştir. Çünki kusur onlardan çıkıyor, onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor.

…Evet izzet ve azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında… Tevhid ve celal ister ki; esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden…”(Sözler 294)

            “Cevab vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her dua için cevab vermek var; fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlubu vermek Cenab-ı Hakk’ın hikmetine tâbi’dir. Meselâ: Hasta bir çocuk çağırır: “Ya Hekim! Bana bak.” Hekim: “Lebbeyk” der.. “Ne istersin?” cevab verir. Çocuk: “Şu ilâcı ver bana” der. Hekim ise; ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte Cenab-ı Hak, Hakîm-i Mutlak hazır, nâzır olduğu için, abdin duasına cevab verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın hevaperestane ve heveskârane tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbaniyenin iktizasıyla ya matlubunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.”(Sözler 317)

            “Ubudiyet ise, hâlisen livechillah olmalı. Yalnız aczini izhar edip, dua ile ona iltica etmeli. Rububiyetine karışmamalı. Tedbiri ona bırakmalı. Hikmetine itimad etmeli. Rahmetini ittiham etmemeli. “(Sözler 318)

Cenab-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe ve meydan-ı imtihanda çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakla çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ: Leyle-i Kadri, umum ramazanda; saat-ı icabe-i duayı, Cum’a gününde; makbul velisini, insanlar içinde; eceli, ömür içinde ve kıyametin vaktini, ömr-ü dünya içinde saklamış. Zira ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek.”(Sözler 342)

            “Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın Mekke Sureleriyle Medine Sureleri belâgat noktasında ve i’caz cihetinde ve tafsil ve icmal vechinde birbirinden ayrı olmasının sırrı ve hikmeti şudur ki: Mekke’de, birinci safta muhatab ve muarızları, Kureyş müşrikleri ve ümmileri olduğundan belâgatça kuvvetli bir üslûb-u âlî ve i’cazlı, mukni’, kanaat verici bir icmal ve tesbit için tekrar lâzım geldiğinden ekseriyetçe Mekkiye sureleri erkân-ı imaniyeyi ve tevhidin mertebelerini gayet kuvvetli ve yüksek ve i’cazlı bir îcaz ile tekrar edip ifade ederek mebde’ ve meadi, Allah’ı ve âhireti, değil yalnız bir sahifede, bir âyette, bir cümlede, bir kelimede; belki bazan bir harfte ve takdim te’hir ve tarif ve tenkir ve hazf ve zikir gibi heyetlerde öyle kuvvetli isbat eder ki, ilm-i belâgatın dâhî imamları hayretle karşılamışlar. Risale-i Nur ve bilhassa Kur’anın kırk vech-i i’cazını icmalen isbat eden Yirmibeşinci Söz, zeyilleriyle beraber ve Kur’anın nazmındaki vech-i i’cazı hârika bir tarzda isbat eden Arabî Risale-i Nur’dan “İşarat-ül İ’caz” tefsiri bilfiil göstermişler ki, Mekkiye olan sure ve âyetlerde en âlî bir üslûb-u belâgat ve en yüksek bir i’caz-ı îcazî vardır. Amma Medine sure ve âyetlerde, birinci safta muhatab ve muarızları ise, Allah’ı tasdik eden Yahudi ve Nasara gibi ehl-i kitab olduğundan mukteza-yı belâgat ve irşad ve mutabık-ı makam ve halin lüzumundan sade ve vazıh ve tafsilli bir üslûb ile ehl-i kitaba karşı dinin yüksek usûlünü ve imanın rükünlerini değil, belki medar-ı ihtilaf olan şeriatta ve ahkâmda ve teferruatın ve küllî kanunların menşe’leri ve sebebleri olan cüz’iyatın beyanı lâzım geldiğinden o Medine sure ve âyetlerde ekseriyetçe tafsil ve izah ve sade üslûbla beyanat içinde Kur’ana mahsus emsalsiz bir tarz-ı beyanla birden o cüz’î teferruat hâdisesi içinde yüksek kuvvetli bir fezleke, bir hâtime, bir hüccet ve o cüz’î hâdise-i şer’iyeyi küllîleştiren ve imtisalini iman-ı Billah ile temin eden bir cümle-i tevhidiyeyi ve imaniyeyi ve uhreviyeyi zikreder. O makamı nurlandırır, ulvîleştirir.”(Sözler 455)

“Evet hangi zîhayata bakılsa görünüyor ki, gayet hikmetli ve san’atlı bir kalıbdan çıkmış gibi, bir mikdar, bir şekil var ki; o mikdarı, o sureti, o şekli almak ya hârika ve nihayet derecede eğri büğrü maddî bir kalıp bulunmalı veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalıb-ı manevî ile kudret-i ezeliye o sureti, o şekli biçip giydiriyor.”(Sözler 469)

            “Madem bilmüşahede görüyoruz ki, herbir zîhayatın neşv ü nema zamanında, zerreleri eğribüğrü hududlara gider, durur. Zerreler yolunu değiştirir. O hududların nihayetlerinde birer hikmet, birer faide, birer maslahatı semere verirler.” (Sözler 470)

            “Elemler, musibetler nev’inde olan keyfiyat; bazı esmasının ahkâmını göstermek için lemaat-ı hikmet içinde bazı şuaat-ı rahmet ve o şuaat-ı rahmet içinde latif güzellikler vardır.”(Sözler 472)        

            “Hakikat ilmini, hakikî hikmeti istersen; Cenab-ı Hakk’ın marifetini kazan. Çünki bütün hakaik-i mevcudat, İsm-i Hakk’ın şuaatı ve esmasının tezahüratı ve sıfâtının tecelliyatıdırlar. Maddî ve manevî, cevherî, arazî herbir şeyin, herbir insanın hakikatı, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatına istinad eder. Yoksa hakikatsız, ehemmiyetsiz bir surettir.”(Sözler 473)

            “Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise; tercihe sebebdir, îcaba icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır. Meselâ: Seferde namaz kasredilir, iki rek’at kılınır. Şu ruhsat-ı şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünki illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatın aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihadat arziyedir, semavî değildir.”(Sözler 482)

            “Madem ehl-i hikmetle ehl-i din ve ashab-ı akıl ve nakil manen ittifak etmişler ki: Mevcudat, şu âlem-i şehadete münhasır değildir.” (Sözler 510)

            “Hilkat-i kâinatta bir hikmet-i tâmme görünüyor. Evet inayet-i ezeliyenin timsali olan hikmet-i İlahiye, kâinatın umumunda gösterdiği maslahatların riayeti ve hikmetlerin iltizamı lisanı ile, saadet-i ebediyeyi ilân eder. Çünki saadet-i ebediye olmazsa, şu kâinatta bilbedahe sabit olan hikmetleri, faideleri, mükâbere ile inkâr etmek lâzım gelir.” (Sözler 519)

            “Akıl ve hikmet ve istikra ve tecrübenin şehadetleri ile sabit olan hilkat-ı mevcudattaki adem-i abesiyet ve adem-i israf, saadet-i ebediyeye işaret eder.”(Sözler 519)

“Sizi hiçten bu derece hikmetli bir surette kim inşa etmiş ise, odur ki, sizi âhirette diriltecektir.”(Sözler 524)     

            “Bilmediğimiz çok ince, âlî hikmetler için, âlemi bu surette irade ettiğinden şu âlemin tegayyür ve tahavvülünü dahi o hikmetler için irade etti. Tahavvül ve tegayyür için zıdları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlara mezcederek, şerleri hayırlara idhal ederek, çirkinlikleri güzelliklerle cem’ederek, hamur gibi yoğurarak şu kâinatı tebeddül ve tegayyür kanununa ve tahavvül ve tekâmül düsturuna tabi kıldı. Vaktaki meclis-i imtihan kapandı. Tecrübe vakti bitti. Esma-i hüsna hükmünü icra etti. Kalem-i kader, mektubatını tamamıyla yazdı. Kudret, nukuş-u san’atını tekmil etti. Mevcudat, vezaifini îfa etti. Mahlukat, hizmetlerini bitirdi. Herşey, manasını ifade etti. Dünya, âhiret fidanlarını yetiştirdi. Zemin, Sâni’-i Kadîr’in bütün mu’cizat-ı kudretini, umum havarik-ı san’atını teşhir edip gösterdi. Şu âlem-i fena, sermedî manzaraları teşkil eden levhaları zaman şeridine taktı. O Sâni’-i Zülcelal’in hikmet-i sermediyesi ve inayet-i ezeliyesi; o imtihan neticelerini, o tecrübenin neticelerini, o esma-i hüsnanın tecellilerinin hakikatlarını, o kalem-i kader mektubatının hakaikını, o nümune-misal nukuş-u san’atının asıllarını, o vezaif-i mevcudatın faidelerini, gayelerini, o hidemat-ı mahlukatın ücretlerini ve o kelimat-ı kitab-ı kâinatın ifade ettikleri manaların hakikatlarını ve istidad çekirdeklerinin sünbüllenmesini ve bir mahkeme-i kübra açmasını ve dünyadan alınmış misalî manzaraların göstermesini ve esbab-ı zahiriyenin perdesini yırtmasını ve herşey doğrudan doğruya Hâlık-ı Zülcelal’ine teslim etmesi gibi hakikatları iktiza etti ve o mezkûr hakikatları iktiza ettiği için, kâinatı dağdağa-i tegayyür ve fenadan, tahavvül ve zevalden kurtarmak ve ebedîleştirmek için o zıdların tasfiyesini istedi ve tegayyürün esbabını ve ihtilafatın maddelerini tefrik etmek istedi.”(Sözler 532)

            “Evet, akılları gözlerine sukut etmiş Maddiyyunların hikmetsiz hikmetleri, abesiyet esasına istinad eden felsefeleri nazarında tesadüfle bağlı olan tahavvülât-ı zerratı, bütün düsturlarına üss-ül esas tutup, masnuat-ı İlahiyeye masdar göstermişler. Nihayetsiz hikmetlerle müzeyyen masnuatı; hikmetsiz, manasız, karmakarışık bir şeye isnad etmeleri, ne kadar hilaf-ı akıl olduğunu zerre miktar şuuru bulunan bilir.”(Sözler 551)

            “Kur’an-ı Hakîm’in hikmeti nokta-i nazarında tahavvülât-ı zerratın pekçok gayeleri, hikmetleri ve vazifeleri vardır.”(Sözler 551)

            “Nihayetsiz tecelliyat-ı esma-i İlahiyenin nakışlarını göstermekle, o esmanın cilvelerini ifade için mahdud bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sahifede nihayetsiz maânîleri ifade edecek olan hadsiz âyâtları yazmak için Nakkaş-ı Ezelî zerratı, kemal-i hikmetle tahrik edip kemal-i intizamla tavzif etmiştir.” (Sözler 551)

“En cüz’î bir şeye küllî hikmetleri takan bir hikmet; seyl-i kâinatın içinde en büyük faaliyet gösteren ve hikmetli nakışlara medar olan harekât-ı zerratı hikmetsiz bırakmaz. Hem en küçük mahlukatı, vazifelerinde ücretsiz, maaşsız, kemalsiz bırakmayan bir hikmet, bir hâkimiyet; en kesretli ve esaslı memurlarını, hizmetkârlarını nursuz, ücretsiz bırakmaz.”(Sözler 555)    

“Geçmiş yedi kanun, yani Kanun-u Rububiyet, Kanun-u Kerem, Kanun-u Cemal, Kanun-u Rahmet, Kanun-u Hikmet, Kanun-u Adl, Kanun-u İhata-i ilmî gibi pekçok muazzam kanunların görünen uçları arkalarında birer İsm-i A’zam ve o İsm-i A’zamın tecelli-i a’zamını gösteriyor. Ve o tecelliden anlaşılıyor ki: Sair mevcudat gibi şu dünyadaki tahavvülât-ı zerrat dahi, gayet âlî hikmetler için kaderin çizdiği hudud üzerine kudretin verdiği evamir-i tekviniyeye göre hassas bir mizan-ı ilmî ile cevelan ediyorlar. Âdeta başka yüksek bir âleme gitmeğe hazırlanıyorlar. Öyle ise zîhayat cisimler, o seyyah zerrelere güya birer mekteb, birer kışla, birer misafirhane-i terbiye hükmündedir. Ve öyle olduğuna bir hads-i sadıkla hükmedilebilir.”(Sözler 557)

            “Mi’racın hikmeti o kadar yüksektir ki, fikr-i beşer ulaşamıyor. O kadar derindir ki, ona yetişemiyor. O kadar incedir ve latiftir ki, akıl kendi başıyla göremiyor.” (Sözler 572)

            Bak, ne mu’ciz-i hikmet, iz’anrubâ-yı kâinat;

            Name-i nurîn-i hikmet, bak ne takrir eylemiş.

            Bir Cemil-i Zülcelal’in dest-i hikmetiyle takılmış, binler güzel meyveleriz biz.

            Birer nadire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat, birer nur âlemiyiz biz.(Sözler603- 604)

“Tanzim ve tahdid fiilleri, ilim ve hikmet pergeliyle dönüyor. Öyle ise, tanzim ve tahdid arkasında, ilim ve hikmet manaları hükmediyor. Öyle ise, ilim ve hikmet pergeli, kendini gösterecek.. “(Sözler 628)

            “ Cenab-ı Hakk’ın adl ve hikmet içindeki İsm-i “Hak ve Rahmanurrahîm”in cilvesini görmek istersen bahar mevsiminde zeminin yüzünde çadırları kurulmuş, muhteşem dörtyüzbin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat ordusuna bak ki; bütün o milletler, o taifeler, birbiri içinde oldukları halde, herbirinin libası ayrı, erzakı ayrı, silâhı ayrı, tarz-ı hayatı ayrı, talimatı ayrı, terhisatı ayrı oldukları halde ve o hacatlarını tedarik edecek iktidarları ve o metalibi isteyecek dilleri olmadığı halde, daire-i hikmet ve adl içinde, mizan ve intizam ile “Hak” ve “Rahman”, “Rezzak” ve “Rahîm”, “Kerim” ünvanlarını seyret, gör. Nasıl hiçbirini şaşırmayarak, unutmayarak, iltibas etmeyerek terbiye ve tedbir ve idare eder.”(Sözler 643)

            “Şu kâinata bakıyoruz, görüyoruz ki: Hüceyrat-ı bedenden tut, tâ mecmu-u âleme şamil bir hikmet ve tanzim var. “(Sözler 681)

            “Hikmetteki desatir, hükûmette nevamis, hakta olan kavanin, kuvvetteki kavaid birbiriyle olmazsa müstenid ve müstemid:

            Cumhur-u nâsta olmaz, ne müsmir ve müessir. Şeriatta şeair; kalır mühmel, muattal. Umûr-u nâsta olmaz, müstenid ve mu’temid.”(Sözler 706)

İcad Ve Cem’-i Ezdadda Büyük Bir Hikmet Var. Kudret Elinde Şems Ve Zerre Birdir”(Sözler 719)

            “O Hallak-ı Lemyezel, halk-ı ezdad içinde hikmetini gösterdi. Haşmeti etti zuhur…(Sözler 720)

            “Rububiyet-i İlah hikmet ve inayeti, ağızla hem burunla iki merkezi teşkil eylemiştir, içinde hudud karakolu, hem Muhbirleri de koymuş.”(Sözler 722)

            “Kör kuvvetin yerine inayetli, hikmetli bir kudret-i İlahî ona medar-ı beyan. Onun için kâinat, vahşetzar suret giymez.”(Sözler 737)    

            “Güya bütün kâinat ulvî bir musikîdir, îman nuru işitir ezkâr ve tesbihleri. Zira hikmet reddeder tesadüf vücudunu, nizam ise tardeder ittifak-ı evham-sâz.”(Sözler 744)

“Küre-i Arz sür’atli, hikmetli hareketiyle bir daire-i vücudun temessülüne ve o daire-i vücud mahsulâtıyla beraber, bir meydan-ı haşr-i ekberin teşekkülüne medardır.”(Mektubat 38)

Hazret-i Âdem’in (A.S.) Cennet’ten ihracı ve bir kısım benî-âdemin Cehennem’e idhali ne hikmete mebnîdir?

            Elcevab: Hikmeti, tavziftir. Öyle bir vazife ile memur edilerek gönderilmiştir ki; bütün terakkiyat-ı maneviye-i beşeriyenin ve bütün istidadat-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları ve mahiyet-i insaniyenin bütün esma-i İlahiyeye bir âyine-i câmia olması, o vazifenin netaicindendir. Eğer Hazret-i Âdem Cennet’te kalsaydı; melek gibi makamı sabit kalırdı, istidadat-ı beşeriye inkişaf etmezdi. Halbuki yeknesak makam sahibi olan melaikeler çoktur, o tarz ubudiyet için insana ihtiyaç yok. Belki hikmet-i İlahiye, nihayetsiz makamatı kat’edecek olan insanın istidadına muvafık bir dâr-ı teklifi iktiza ettiği için, melaikelerin aksine olarak mukteza-yı fıtratları olan malûm günahla Cennet’ten ihraç edildi. Demek Hazret-i Âdem’in Cennet’ten ihracı, ayn-ı hikmet ve mahz-ı rahmet olduğu gibi; küffarın da Cehennem’e idhalleri, haktır ve adalettir.”(Mektubat 42)

            “Şeytanların halkı ve icadı ne içindir? Cenab-ı Hak, şeytanı ve şerleri halketmiş, hikmeti nedir? Şerrin halkı şerdir, kabihin halkı kabihtir?

            Elcevab: Hâşâ!.. Halk-ı şer, şer değil, belki kesb-i şer şerdir. Çünki halk ve icad, bütün netaice bakar; kesb, hususî bir mübaşeret olduğu için, hususî netaice bakar. Meselâ: Yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var, bütünü de güzeldir. Sû’-i ihtiyarıyla bazıları yağmurdan zarar görse, “Yağmurun icadı rahmet değildir” diyemez; “Yağmurun halkı şerdir” diye hükmedemez. Belki sû’-i ihtiyarıyla ve kesbiyle onun hakkında şer oldu. Hem ateşin halkında çok faideler var; bütünü de hayırdır. Fakat bazıları sû’-i kesbiyle, sû’-i istimaliyle ateşten zarar görse, “Ateşin halkı şerdir” diyemez. Çünki ateş yalnız onu yakmak için yaratılmamış; belki o, kendi sû’-i ihtiyarıyla, yemeğini pişiren ateşe elini soktu ve o hizmetkârını kendine düşman etti.

            Elhasıl: Hayr-ı kesîr için, şerr-i kalil kabul edilir. Eğer şerr-i kalil olmamak için, hayr-ı kesîri intac eden bir şer terkedilse; o vakit şerr-i kesîr irtikâb edilmiş olur.”(Mektubat.43)

            “Kâinatın hilkatindeki makasıd-ı İlahiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülâtındaki Rabbanî hikmetleri talim edecek ve vazifedarane harekâtındaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın kemalâtını ilân edecek ve o kitab-ı kebirin manalarını ifade edecek bir yüksek dellâl, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad ve bir sadık muallim istediği ve iktiza ettiği ve her halde bulunmasına delalet ettiği cihetle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu zâtın hakkaniyetine ve bu kâinat Hâlıkının en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna şehadet ettiğini bildi.”(Mektubat 219)

Bütün mevcudatta görünen bütün hikmetler, o ilme işaret eder. Çünki hikmet ile iş görmek ilim ile olur.” (Mektubat 242)

“Mü’minlerde nifak ve şikak, kin ve adavete sebebiyet veren tarafgirlik ve inad ve hased; hakikatça ve hikmetçe ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı maneviyece çirkin ve merduddur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir.” (Mektubat 262)         

“Madem Cenab-ı Hak Hakîm’dir; biz ondan isteriz, o da bize cevab verir. Fakat hikmetine göre bizimle muamele eder. Hasta, tabibin hikmetini ittiham etmemeli. Hasta bal ister; tabib-i hâzık, sıtması için sulfato verir. “Tabib beni dinlemedi” denilmez. Belki âh ü fîzârını dinledi, işitti, cevab da verdi; maksudun iyisini yerine getirdi.”(Mektubat 301)

            “Hakikî illet, emir ve nehy-i İlahîdir.”(Mektubat 397)

            “Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri; hem Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine, hem insanın hayat-ı içtimaiyesine, hem hayat-ı şahsiyesine, hem nefsin terbiyesine, hem niam-ı İlahiyenin şükrüne bakar hikmetleri var.”(Mektubat 398)   

“Bu dünya, dâr-ül hikmettir, dâr-ül hizmettir; dâr-ül ücret ve mükâfat değil.” (Mektubat 451)

 

            “Desatir-i hikmet, nevamis-i hükûmetle; kavanin-i hak, revabıt-ı kuvvetle imtizac etmezse cumhur-u avamda müsmir olamaz.”(Mektubat 471)

            “Hikmet dolu her cümlede, Kur’andaki nur var.”(Mektubat 481)

            “MÜHİM BİR SUAL: Fahr-ül Âlemîn ve Habib-i Rabb-ül Âlemîn Hazret-i Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Sahabelerinin, müşrikîne karşı Uhud’un nihayetinde ve Huneyn’in bidayetinde mağlubiyetinin hikmeti nedir?

            ELCEVAB: Müşrikler içinde, o zamanda saff-ı Sahabede bulunan ekâbir-i Sahabeye istikbalde mukabil gelecek Hazret-i Hâlid gibi çok zâtlar bulunduğundan, şanlı ve şerefli olan istikballeri nokta-i nazarında bütün bütün izzetlerini kırmamak için, hikmet-i İlahiye, hasenat-ı istikbaliyelerinin bir mükâfat-ı muaccelesi olarak mazide onlara vermiş, bütün bütün izzetlerini kırmamış. Demek mazideki Sahabeler, müstakbeldeki Sahabelere karşı mağlub olmuşlar. Tâ o müstakbel Sahabeler, berk-i süyuf korkusuyla değil, belki barika-i hakikat şevkiyle İslâmiyete girsin ve o şehamet-i fıtriyeleri çok zillet çekmesin.”(Lemalar 29)

            “Hikmet dahi bir ziyadır.. rahmet-i muhita bir ziyadır.. tezyin, tevzin, tanzim, tanzif muhit birer ziyadırlar ki, o Şems-i Ezelî’nin şualarıdırlar.”(Lem’alr.307)

            “Cesed-i hayvanînin hüceyratından ve kandaki küreyvat-ı hamra ve beyzadan ve zerratın tahavvülâtından ve cihazat-ı bedeniyenin tenasübünden tut, tâ denizlerin vâridat ve masarıfına.. tâ zemin altındaki çeşmelerin gelir ve sarfiyatlarına.. tâ hayvanat ve nebatatın tevellüdat ve vefiyatlarına.. tâ güz ve baharın tahribat ve tamiratlarına.. tâ unsurların ve yıldızların hidemat ve harekâtlarına.. tâ mevt ve hayatın, ziya ve zulmetin ve hararet ve bürudetin değişmelerine ve döğüşmelerine ve çarpışmalarına kadar o derece hassas bir mizan ile ve o kadar ince bir ölçü ile tanzim edilir ve tartılır ki, akl-ı beşer hiçbir yerde hakikî olarak hiçbir israf, hiçbir abes görmediği gibi; hikmet-i insaniye dahi, herşeyde en mükemmel bir intizam, en güzel bir mevzuniyet görüyor ve gösteriyor.

Belki, hikmet-i insaniye o intizam ve mevzuniyetin bir tezahürüdür, bir tercümanıdır.”(Lemalar 308-309)

“Herbir çiçekte, herbir meyvede bir mizan var. Ve o mizan, bir intizam içinde.. ve o intizam, tazelenen bir tanzim ve tevzin içinde.. ve o tevzin ve tanzim, bir zînet ve san’at içinde.. ve o zînet ve san’at, manidar kokular ve hikmetli tatlar içinde bulunduğundan; herbir çiçek, o ağacın çiçekleri adedince Hakem-i Zülcelal’e işaretler ediyor. “(Lemalar 312)

“Sâni’-i Kadîr, İsm-i Hakem ve Hakîm’iyle bu âlem içinde binler muntazam âlemleri dercetmiştir. O âlemler içinde en ziyade kâinattaki hikmetlere medar ve mazhar olan insanı, bir merkez, bir medar hükmünde yaratmış. Ve o kâinat dairesinin en mühim hikmetleri ve faideleri, insana bakıyor. Ve insan dairesi içinde dahi, rızkı bir merkez hükmüne getirmiş. Âlem-i insanîde ekser hikmetler, maslahatlar; o rızka bakar ve onunla tezahür eder. Ve insanda şuur ve rızıkta zevk vasıtasıyla İsm-i Hakîm’in cilvesi parlak bir surette görünüyor. “(Lemalar 313)

“Bir zaman tılsım-ı kâinat ve muamma-yı hilkat cilvesiyle mevcudatın hikmetlerine ve faidelerine baktım, dedim: “Acaba bu eşya neden böyle kendini gösteriyorlar, çabuk kaybolup gidiyorlar?” Onların şahsına bakıyorum; muntazam, hikmetli giyinmiş, giydirilmiş, süslendirilmiş, sergiye temaşagâha gönderilmiş. Halbuki bir iki günde, belki bir kısmı birkaç dakikada kaybolup; faidesiz boşuboşuna gidiyorlar. Bu kısa zamanda bize görünmelerinden maksad nedir? diye çok merak ediyordum. O zaman mevcudatın, hususan zîhayatın dünya dershanesine gelmelerinin mühim bir hikmetini lütf-u İlahî ile buldum. O da şudur: Herşey, hususan zîhayat, gayet manidar bir kelime, bir mektub, bir kaside-i Rabbanîdir; bir ilânname-i İlahîdir. Umum zîşuurun mütalaasına mazhar olduktan ve hadsiz mütalaacılara manasını ifade ettikten sonra, lafzı ve hurufu hükmündeki suret-i cismaniyesi kaybolur. Bir sene kadar bu hikmet bana kâfi geldi. Bir sene sonra masnuatta ve bilhassa zîhayatlarda bulunan çok hârika ve pek ince san’atın mu’cizeleri inkişaf etti. Anladım ki: Bu çok ince ve çok hârika olan dekaik-ı san’at, yalnız zîşuurların nazarlarına ifade-i mana için değildir. Gerçi herbir mevcudu, hadsiz zîşuurlar mütalaa edebilir. Fakat hem onların mütalaası mahduddur, hem de herkes o zîhayatın bütün dekaik-ı san’atına nüfuz edemezler. Demek zîhayatların en mühim netice-i hilkatı ve en büyük gaye-i fıtratı, Zât-ı Kayyum-u Ezelî’nin kendi nazarına, kendi acaib-i san’atını ve verdiği rahîmane hediyelerini ve ihsanlarını arzetmektir. “(Lemalar 345)

            “Hem bütün kâinatı enva’ıyla beraber bir kitab-ı kebir-i hikmet ve öyle bir kitab ki; her harfi yüz kelime, her kelimesi yüzer satır, her satırı bin bab, her babı binler küçük kitab hükmüne getiren hakîmiyet-i İlahiyenin cemal-i bîmisaline bak, gör.”(Şualar 77)

            “Herşeyin, hususan nebatat ve eşcar ve hayvanat ve insanların şekilleri ve mikdarları, ilm-i ezelînin iki nev’i olan kaza ve kaderin düsturlarıyla san’atkârane biçilmiş ve herbirinin kametine göre tam münasib dikilmiş, mükemmel giydirilmiş, gayet muntazam birer hikmetli şekil verilmiş. Onlar, herbiri ve beraber, bir nihayetsiz ilme delalet ve bir Sâni’-i Alîm’e adedlerince şehadet ederler.(Şualar 649)

Risale-i Nur, İsm-i A’zam cilvesiyle ve İsm-i Rahîm ve Hakîm’in tecellisiyle zuhur ettiği…”(Şualar 734)

            “Evet benî-âdem, büyük bir kervan ve azîm bir kafile gibi mazinin derelerinden gelip, vücud ve hayat sahrasında misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve müzeyyen bağlarına müteveccihen kafile kafile müteselsilen yürümekte iken, kâinatın nazar-ı dikkatini celbetti. “Şu garib ve acib mahluklar kimlerdir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar?” diye ahvallerini anlamak üzere hilkat hükûmeti, fenn-i hikmeti karşılarına çıkardı. Ve aralarında şöyle bir muhavere başladı:

            Hikmet: Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?

            Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî’nin kudretiyle yokluk karanlıklarından ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle, re’s-ül malımız olan istidadlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azîm insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezelî’den risalet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelî’nin risalet beratı olarak bana verdiği Kur’an-ı Azîmüşşan elimdedir. Şübhen varsa al, oku!”(İşarat-ül İ’caz 12-13)

Kâinatın ve dolayısıyla insanların hilkatindeki hikmet ve gaye, “Cinleri ve insanları ancak Bana îman ve ibadet etsinler diye yarattım.” Zâriyat Sûresi, 51:56.) ferman-ı celilince, ibadettir. Hamd ise, ibadetin icmalî bir sureti ve küçük bir nüshasıdır.”(İşarat-ül İ’caz 17)          

“Ve keza kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabavettir ki, hiç bir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki; hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki; hakkı hak bilir imtisal eder, bâtılı bâtıl bilir içtinab eder.” (İşarat-ül İ’caz 23)

            “Evet zekatın vücubu ile ribanın hurmetinde büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır.” (İşarat-ül İ’caz 45)

            “Herbir nev’de, herbir ferdde hikmetlere, maslahatlara riayet eden ve inayet-i ezeliyenin timsali olan hikmet-i tâmme, saadet-i ebediyenin gelmesini tebşir ediyor.” (İşarat-ül İ’caz 53)

            “Bütün fenlerin şehadetiyle, fıtratta israf yoktur. Eğer insan-ı ekber denilen âlemdeki hikmetleri idrakten âciz isen, âlem-i asgar denilen insandaki nüktelere, hikmetlere dikkat et. Evet “Fenn-i Menafi’-ül A’za”nın şerh ve beyan ettiği vecihle, insanın cisminde, herbirisi bir menfaat için takriben ikiyüz küsur kemik vardır. Ve herbirisi bir faide için altı bin damar vardır. Ve hüceyrata hizmet eden yirmidört bin mesame ve pencere vardır. O hüceyratta cazibe, dafia, mümsike, musavvire, müvellide namıyla herbirisi bir maslahat için beş kuvvet çalışıyor. Âlem-i asgar böyle olsa, insan-ı ekber ondan geri kalır mı? Ruha nisbeten ehemmiyetsiz olan cesed bu derece israftan uzak bulunsa, ne suretle cevher-i ruhla âsârında, emellerinde, efkârında ve maneviyatında israf olur. Çünki saadet-i ebediye olmasa, bütün maneviyat kurur. O hakikatlar, israf memleketine kaçarlar. “(İşarat-ül İ’caz 54)

            “Bütün bu nizamlar, bu kanunlar, bu intizamlar; hep bir kasd, bir irade, bir hikmetten çıkıyor. Evet meselâ Habib’in gözünde yerleşen bir zerrenin, unsur-u havadan veya unsur-u türabdan o garib, acib tavırlarda, inkılablarda yaptığı muntazam hareketinden anlaşılır ki; o zerre, toprakta iken Habib’in gözüne tayin edilmiş ve bir memur gibi mahall-i memuriyetine muntazaman i’zam kılınmıştır (yükseltilmiştir.)”(İşarat-ül İ’caz 57)

İbadetin ruhu, ihlastır. İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir faide ibadete illet gösterilse, o ibadet bâtıldır. Faideler, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar.”(İşarat-ül İ’caz 85)

            “Evet Cenab-ı Hak gayr-ı mütenahî hikmetler için bu âlemi, imtihana sahne yaptı; yine sonsuz hikmetler için tegayyürata, tahavvülâta, inkılablara mahal olmasını irade etti; ve yine sonsuz gayeler için hayır ile şerri, nef’ ile zararı, hüsün ile kubhu, hülâsa iyilikle kötülüğü karışık bir şekilde Cennet ve Cehennem’e tohum olmak üzere kâinatın şu mezraasına serpti.” (İşarat-ül İ’caz 140)

            “Hikmet ve nizamın iktizası üzerine, Cenab-ı Hakk’ın insanlar ile konuşması zarurîdir.”(İşarat-ül İ’caz 161)

            “Evet temsilât-ı Kur’aniyedeki hikmeti fehmetmek için Allah canibinden nur-u imanla bakmak lâzım…

            …..Alçak nefis tarafından herşeyi karanlıklı gösteren küfür zulmetiyle temsilât-ı Kur’aniyeye bakan olursa; tabiî o temsilâtın hikmetini anlayamaz, evhama kapılır. Kalbindeki marazın yardımıyla, her vehim onun nazarında bir dev kesilir, tarîk-i hakkı kaybeder, tereddüdlere maruz kalır. Sonra istifhama, yani sorup sual etmeye başlar; içinden çıkamaz, en nihayet iş inkâra dayanır, inkârın içinde kalır. “(İşarat-ül İ’caz 162)

            “İnsan, hikmet ile yapılmış bir masnudur. Ve Sâniin gayet hakîm olduğuna, yaptığı vuzuh-u delalet ile sanki mücessem bir hikmet-i nakkaşedir. “(Mesnevî-i Nuriye 182)

            “Hadd-i evsatı gösterecek, ifrat ve tefriti kıracak yalnız felsefe-i şeriatla belâgat ve mantık ile hikmettir. Evet hikmet derim, çünki hayr-ı kesîrdir. Şerri vardır; fakat cüz’îdir. Usûl-i müsellemedendir ki: Şerr-i cüz’î için hayr-ı kesîri tazammun eden emri terk etmek, şerr-i kesîri işlemek demektir. Ehvenüşşerri ihtiyar elzemdir. Evet eski hikmetin hayrı az, hurafatı çok, ezhan istidadsız, efkâr taklid ile mukayyed, cehl avamda hükümferma olduklarından selef bir derece hikmetten nehyettiler. Fakat şimdiki hikmet ona nisbeten maddî cihetinde hayrı çok, yalanı az; efkâr dahi hür, marifet hükümfermadır. Zâten her zamanın bir hükmü olmak gerektir.”(Muhakemat 27)

            “Neam, akıl ve hikmet ve istikra’ın şehadetleriyle sabit olan hilkatteki adem-i abesiyet; haşr-i cismanîdeki saadet-i ebediyeye işaret, belki delalet eder. Zira adem-i sırf, herşeyi abes eder.”(Muhakemat 168)

 

Mehmet   ÖZÇELİK




Hutbe-i Şamiye

                               Hutbe-i Şamiye

             Hutbe-i Şamiye ile ilgili olarak Risalelerde:”Sâniyen: Şiddetli hastalık ve sair sebeblerin tesiriyle ben Nurcu kardeşlerimle konuşamadığımdan ve o musahabeden mahrum kaldığımdan benim bedelime sizler ve Risale-i Nur’un Kur’an medresesinde Yeni Said’e verdiği ders ve Eski Said’in de Hutbe-i Şamiye ve zeyilleri gibi hayat-ı içtimaiye medresesinde aldığı dersleri ve konuşmaları bu bîçare kardeşiniz bedeline, müştak olduğum kardeşlerimle benim yerimde konuşmalarını tevkil ediyorum.”[1]

“Türk milletinin dünyaya örnek olmuş kahraman ecdadının yerinde İslâmiyet hakikatlarına sarılarak yine Kur’anın bayrakdarlığı vazifesiyle istikbalin kıt’alarında hâkim-i manevî olacağını hissedebilirler. Bu çok yüksek ve çok ehemmiyetli hakikatları tam anlayabilmek için, Bediüzzaman’ın bundan kırk sene evvel 1327’de Şam’da Câmi-ül Emevî’de, içinde yüz ehl-i ilim bulunan onbin kişilik bir cemaata hitaben irad buyurdukları Hutbe-i Şamiye eserini okumak lâzımdır. Şimdi o eserin tercümesini yapmak lütfunda bulunan o aziz zât, o zamanda perişan ve esaret altında bulunan İslâm âlemine pek azîm müjdelerle medeniyetin seyyiatı hasenesine galib gelmesine mukabil, istikbalde İslâmiyet’in kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe ederek Şems-i İslâmiyet’in büyük milletler ve kıt’alar üzerinde hâkim olacağını beyan ve isbat ederek haber veriyor.”[2]

            “Madem o ehl-i vukuf ismini alanlar, “kalbe ihtar edilen bir mes’ele” cümlesinde hakikata nüfuz edemiyerek yanlış mana çıkarmışlar. 1327’den tâ 1371 senesinden sonraki âlem-i İslâm’ın mukadderatına nazar eden Hutbe-i Şamiye’deki hakikatlar dahi -bilirkişilerin yanlış anladıkları veya yanlış mana verdikleri- bu “ihtar” kelimesinin hakikatını ve geniş manasını çok yüksek bir hakikat halinde gösterdiğinden Hutbe-i Şamiye eserinin tercümesini mahkemeye arz ediyoruz. “[3]

            “Bu Hutbe-i Şamiye; İslâm Âleminin içinde bulunduğu maddî mânevî hastalıkların nelerden ibaret bulunduğunu, felâket ve esarete hangi sebeplerden dolayı mâruz kaldıklarını bildiren; ve buna karşı çare-i halâs gösteren; ve bundan sonra, İslâmiyetin zemin yüzünde maddî-mânevî en yüksek terakkiyi göstereceğini, İslâmî medeniyetin kemal-i haşmetle meydana geleceğini ve zemin yüzünü pisliklerden temizliyeceğini delâil-i akliye ile isbat eden, müjde veren çok kıymetdar, bütün müslümanlara, hattâ insanlığa şamil bir dersdir, bir hutbedir.”[4]

            “Şamda fazla kalmadı. Şarkî Anadolu’da Medresetüz-Zehra nâmiyle vücuda getirmek istediği dârülfünunun küşadı için çalışmak üzere İstanbul’a geldi. Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Vilâyât-ı Şarkiye nâmına refakat etti. Yolda şimendiferde iki mektep muallimi ile aralarında bir bahis açılır. Şimendiferde yaptıkları bu mübahasenin hülâsası, Hutbe-i Şamiye adlı eserin zeylinde yazılmıştır. “[5]         

            “Hutbe-i Şamiye’nin Arabî Zeylinde, gayet latif bir temsil ile imandan gelen manevî ve kırılmaz bir kahramanlık gösteriyor. “[6]

“(Bediüzzaman Hazretlerinin müslümanların içtimaî hayatlarında teşhis ettiği, medeniyet terakkiyatına mani’ olan altı hastalık ve tedavileri için eczahane-i Kur’aniyeden aldığı altı kelime.)”[7]

“Bu Hutbe-i Şamiye eseri, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin otuzbeş yaşında iken Şam’da, Şam ülemasının ısrarı üzerine Câmi-i Emevî’de irad ettiği bir hutbedir. Çok büyük bir ehemmiyeti haiz olması hasebiyle o zaman Şam’da bir hafta içinde iki defa tab’edilmiştir. Bilâhere müellif Bediüzzaman Said Nursî tarafından tercümesi neşredilmiştir.”[8]

            “Eski Said ona dedi: “Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa, lanet edeceksin.” Bunun için Eski Said “Euzü billahi mineşşeytani vessiyase” dedi ve otuzbeş seneden beri siyaseti terk etti.

* Siyaseti Yeni Said bütün bütün terkettiği için bakmadığından, Eski Said’in siyasete temas eden Hutbe-i Şamiye dersinin (onun yerine) tercümesi yazıldı.Nur Şakirdleri.”[9]

            “Hutbe-i Şamiye namında matbu Arabî risaleyi, Arabî bilmediğimiz için üstadımızdan rica ettik ki: Bize bir-iki gün ders ver. Birkaç gün zarfında söylediği dersin takririni kaleme aldık. Üstadımız ders verdiği vakit, bazı cümlelerini zihnimizde tam yerleştirmek için tekrar ederdi. Âhirdeki temsil ve hikâyeyi izahlı bulduğumuzdan en evvel onları üniversitelilerin ve dindar meb’usların nazarlarına göstermemizin sebebi: Üstadımız derse başladığı vakit “Eski zamanda şimendiferde mektebli o iki muallim yerine sizleri ve bana şeriat hakkında sual soran kırkbeş elli sene evvelki meb’uslar yerine, şimdiki hakikî dindar meb’usları kabul ve tasavvur ediyorum ve öylece konuşuyorum” dediği için, biz de ehl-i maarif ve dindar meb’uslara, bera-yı malûmat bu dersimizi gösteriyoruz. Sonra isterlerse Hutbe-i Şamiye’den bütün dersimizi göstereceğiz. Münasib görülse neşir de edeceğiz.”[10]

            “İlk önce H. 1329’da İstanbul’da Matbaa-i Ebuzziya’da tab’ edilmiştir. M. 1950 ve müteakib senelerde Isparta’da teksir ile neşredilen Mektubat Mecmuasının ikinci cildinde Hutbe-i Şamiye ile birlikte Hz. Üstadımızın tensibiyle neşredilmiştir. Fakat Üstadımız ilk matbu’ nüshayı kendi dest-i hattıyla tashih etmiş ve 42. sahifesinde “Dine zarar olmasın, ne olursa olsun” sualinin başına kendi mübarek dest-i hattıyla “Buradan başlansın” diye işaretlemiştir. İşte buna binaen teksir Mektubat’ta Münazarat Risalesi “Buradan başlansın”[11]

 

            “Mektubat’ta bulunan bu Münazarat’tan başka bir de yine Hüsrev Ağabey’in hattıyla müstakil olarak 1951’de Hz. Üstadımız Emirdağı’nda iken, Eskişehir’de teksir edilip neşredilen “Hutbe-i Şamiye’nin bir zeyli ile Eski Said’in kırkbeş sene evvel aşairin suallerine verdiği cevablar” ismi ile bir Münazarat daha neşredilmiştir. Bilâhere yeni harfle neşredilen Münazarat’lar, Hz. Üstad zamanında neşredilen bu nüshalara göredir. Ancak mezkûr sebeblere binaen nüsha farkları meydana gelmiştir. Gerek Münazarat, gerek Divan-ı Harb-i Örfî ve sair bütün Nur Mecmua ve Risalelerinin neşrinde Hz. Üstadımızın tashihleri me’haz ve esas alınmıştır.”[12]

            “Bediüzzaman Said Nursî, kırksekiz sene evvel Şam’da Câmi-i Emevî’de Hutbe-i Şamiye namındaki nutkunda dava etmiş ki: “İstikbalin hâkim-i mutlakı Kur’andır.” Gayet kuvvetli delillerle o davayı isbat etmiş. (Buna ait yazı; “Risale-i Nur Müellifi Said Nur” adlı eserde “İstikbalin hâkim-i mutlakı Kur’andır” başlıklı yazının 74-75’inci sahifelerinde kısmen münderiçtir.) Delillerin birisi; Avrupa ve Amerika’nın en meşhur filozoflarının, Kur’anın emsalsiz ve ayn-ı hakikat bir kitab olduğunu tasdik etmeleridir. Prens Bismark, Mister Karlayl gibi çoklarını bu davaya yüzer şahid göstermiş.”[13]

“Ahirzamanda müttefik ordular düzenine geçileceğini belirten hadiste üç ordudan bahsedilmektedir. Bunlardan birisinin Irak, diğerinin Şam ve üçüncüsünün de Yemen’de olacağı ifade edilmektedir. Peygamberimiz (asm), bunu nakleden ravi sahabe İbni Havele’nin hangisini tercih etmesi gerektiğini sorması üzerine Şam ordusuna iltihakını tavsiye etmiştir. Zira Şam, Cenab-ı Hakk’ın toprağının en hayırlılarındandır ve hayırlı kullarını burada cemeder. Bu hadisleri, topluca yorumlayan Abdullah Azzam, insanlığı bulunduğu bataklıktan ve vartadan çıkarmak için Şam’ın henüz son sözünü söylemediğini belirtmektedir. Peygamberimiz (asm) Şam ve Yemen için dua etmiş ve Necid sorulduğunda meskut geçmiş ve ısrar edildiğinde de orasının fitne ve karışıklıklar diyarı/toprağı olduğu beyan etmiş ve şeytanın boynuzunun veya yüzyılının oradan doğacağını ifade buyurmuştur.

Yine Abdullah Bin Havale’den; “Ya Resulullah, sen kaldığın müddetçe senin yakınlığını başka bir yeri tercih etmem ama senden sonra tercih edeceğim bir belde söyler misin” demesi  ve bunu üç defa tekrarlaması üzerine, Peygamberimiz üç defa ‘Şam’ diye buyurmuşlardır. Onun bundan hoşlanmadığını da görünce şöyle buyurdular: “Allah ne buyuruyor, bilir misiniz? Der ki: Ey Şam! Yedi kudretim senin üzerindedir. Sen beldelerimin en seçkinisin. Kullarımdan en hayırlılarını sana sevkederim. Sen benim intikam kılıcımsın, sen benim azabımın kırbacısın. Ender sensin ve dönüş (mahşer) sanadır…” Tayalisi ve Ebu Davud’un rivayetine göre Efendimiz (asm): “Şam ehli bozulursa, sizde hayır kalmamıştır…”buyurmuşlardır. Bunlar Peygamberimizin (asm) ‘sadık el masduk’ olan ağzından sadır olmuş İslamın ve beşeriyetin mustakbelini ve bununla ilgili Şam’ın konumunu ve rolünü anlatan müjdelerdir.”[14]

4572 – Yine Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:”Medine’ye geçit veren dağ gediklerinde (birbiriyle kenetlenmiş) melekler var. (Her gedikte (kınından çekilmiş) kılıçlarıyla bekleyen iki meleğin) korumaları sebebiyle) Medine’ye ne veba ve ne de Deccâl giremez.”[15]Müslim’in rivayetinde şu ziyade var: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Mesih Deccal, doğu tarafından gelir. Kasdı Medine’dir. Uhud’un arka tarafına iner. Derken (Medine’yi bekleyen) melekler, onun yüzünü Şam tarafına çevirirler ve orada helak olur.”  

4596 – İbnu Havâle radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:”Bu iş, sizin bir kısım toplu gruplara ayrılmanıza müncer olacak: Şam’da bir grup, Yemen’de bir grup, Irak’da bir grup!”Ben: “Ey Allah’ın Resûlü! dedim. O güne erdiğim takdirde (bunlardan en hayırlısı hangisi ise şimdiden) bana seçiverin!” dedim. “Öyleyse dedi, sana Şam’ı tavsiye ederim! Çünkü orası, Allah’ın, arzında mümtaz kıldığı yerdir. Allah kulları arasında seçkin olanları oraya tahsis eder. Ancak (oraya gitmekten) imtina ederseniz, size Yemen’inizi tavsiye eder, (oradaki) havuzlarınızdan için derim. Zira Allah, Şam ve ahalisini (fitnelerden koruma hususunda) bana garanti verdi.” [16]

            Şam peygamberimiz tarafından emin ve emanet yeri olarak belirtilmiştir.

            “Kırk sene evvel Şam’daki Câmi-i Emevî’de Şam ülemasının ısrarıyla içinde yüz ehl-i ilim bulunan onbin adama yakın bir azîm cemaate verilen bu Arabî ders risalesindeki hakikatları bir hiss-i kabl-el vuku’ ile Eski Said hissetmiş, kemal-i kat’iyyetle müjdeler vermiş ve pek yakın bir zamanda o hakikatlar görünecek zannetmiş. Halbuki iki harb-i umumî ve yirmibeş sene bir istibdad-ı mutlak, o hiss-i kabl-el vukuun kırk elli sene te’hirine sebeb olmuş ve şimdi o zamandaki verdiği haberlerin aynen tezahürleri âlem-i İslâmiyette başlamış. Demek bu pek ehemmiyetli ders, zamanı geçmiş eski bir hutbe değil, belki doğrudan doğruya 1327’ye bedel, 1371’de ve Câmi-i Emevî yerine âlem-i İslâm câmiinde üçyüz yetmiş milyon bir cemaate hakikatlı ve taze bir ders-i içtimaî ve İslâmîdir, diye tercümesini neşretmek zamanıdır tahmin ederim.”(Sh.5)

            -Hutbe-i Şamiye içtima-i ve İslâmi bir derstir.[17]

            -Üstad Burada olduğu gibi tüm eserlerinde bu zamanın iki dehşetli halinin Küfrü mutlak ve Sefaheti mutlaka olduğunu dile getiriyor. Üstad tüm hayatı boyunca bu iki hastalığın tedavisine gitmiş ve imanın takviye edilmesiyle onlara sed çekmiştir.[18]

            Ve öyleki üstad imanda cenneti,küfürdede cehennemi göstermiştir.” imanda manevî bir cennet ve dalalette manevî bir cehennem bu dünyada da vardır, yakînen bildim.”[19]

            Gerek ehli dalalet,gerekse ehli sefahetin dünyada cehennemi azabı hissetmemelerinin sebebi olarak;’Hissi iptal’ ve ‘ Nazarı âfaka dağıtma’ olarak değerlendirir.[20]

Geçmiş zamanda cehaletten gelen küfrün,bu zamanda fen ve felsefeden gelmesiyle müşkilleşmesi,eskide bir kâfiri mutlak yerine şimdi bir kasabada yüz tane bulunması…[21]

            “Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber bizi maddî cihette kurûn-u vustâda durduran ve tevkif eden altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:

            Birincisi: Ye’sin, ümidsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.

            İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.

            Üçüncüsü: Adavete muhabbet.

            Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek.

            Beşincisi: Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdad.

            Altıncısı: Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek.[22]

            Üstad devamlı ümid bahşetmektedir.“İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olacak.”[23]

Hüküm cümlesi olarak İstikbalde Kur’anın hükmedeceği ve bununda başlangıcının 1371 (1955) de meydana geleceği bildirilmiştir.“Haşiye): Eski Said, hiss-i kabl-el vuku’ ile 1371’de ( 1371 + 584= 1955) -başta Arab Devletleri- Âlem-i İslâm’ın ecnebi esaretinden ve istibdadından kurtulup İslâmî devletler teşkil edeceklerini kırkbeş sene evvel haber vermiş. İki Harb-i Umumî ve 30-40 sene istibdad-ı mutlakı düşünmemiş. Bin üçyüz yetmiş’te olan vaziyeti bin üçyüz yirmi yedi’de olacak gibi müjde vermiş, te’hirinin sebebini nazara almamış.”[24]

Meselenin can damarını yakalayıp temele inen üstad,himmetin teksif edilmesi gereken hususu şöyle tesbit eder: “Biliniz! Hakikî vukuatı kaydeden tarih, hakikata en doğru şahiddir. İşte tarih bize gösteriyor. Hattâ Rus’u mağlub eden Japon başkumandanının İslâmiyetin hakkaniyetine şehadeti de şudur ki:

            Hakikat-ı İslâmiyetin kuvveti nisbetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini tarih gösteriyor. Ve ehl-i İslâm’ın hakikat-ı İslâmiye’de za’fiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedenniye düştüklerini ve herc ü merc içinde belalara, mağlubiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bilakistir. Yani salabet ve taassublarının za’fiyeti nisbetinde temeddün ve terakki ettikleri gibi, dinlerine salabet ve taassublarının kuvveti derecesinde de tedenni ve ihtilallere maruz kaldıklarını tarih gösteriyor. Şimdiye kadar zaman böyle geçmiş.”[25]

“Bir Müslümanın muhakeme-i akliye ile ve delil-i yakînî ile ve İslâmiyete tercih etmekle eski ve yeni ayrı bir dine girdiğini tarih göstermiyor.”[26]

“Bütün dinlerin etba’ları ise -hattâ en ziyade dinine taassub gösteren İngilizlerin ve eski Rusların- muhakeme-i akliye ile İslâmiyete dâhil olduklarını ve günden güne, bazı zaman takım takım kat’î bürhan ile İslâmiyete girdiklerini tarihler bize bildiriyorlar.”[27]

“İki dehşetli harb-i umumînin ve şiddetli bir istibdad-ı mutlakın zuhuruyla beraber, bu davaya kırkbeş sene sonra şimalin İsveç, Norveç, Finlandiya gibi küçük devletleri Kur’anı mekteblerinde ders vermek ve kabul etmek ve komünistliğe, dinsizliğe karşı sed olmak için kabul etmeleri ve İngiliz’in mühim hatiblerinin bir kısmı Kur’an’ı İngiliz’e kabul ettirmeye taraftar çıkmaları ve Küre-i Arz’ın şimdiki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle din hakikatlarına taraftar çıkması ve İslâmiyetle Asya ve Afrika’nın saadet ve sükûnet ve musalaha bulacağına karar vermesi ve yeni doğan İslâm devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırkbeş sene evvel olan bu müddeayı isbat ediyor, kuvvetli bir şahid olur.”[28]

“Nev’-i beşer bu son harb-i umumînin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadı ile ve merhametsiz tahribatı ile ve birtek düşmanın yüzünden yüzer masumu perişan etmesiyle ve mağlubların dehşetli me’yusiyetleriyle ve galiblerin dehşetli telaş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tamir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azablarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olduğu umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın ve mahiyet-i insaniyesinin umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla ve gaflet ve dalaletin, sert ve sağır olan tabiatın, Kur’anın elmas kılıncı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalaletin en boğucu, aldatıcı en geniş perdesi olan siyaset-i rûy-i zeminin pek çirkin, pek gaddarane hakikî sureti görünmesiyle elbette ve elbette hiç şübhe yok ki: Şimalde, garbda, Amerika’da emareleri göründüğüne binaen nev-i beşerin maşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviye, böyle çirkin ve geçici olmasından fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği, aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak….”[29]

“..elbette nev-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya manevî bir kıyamet başlarına kopmazsa; İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’anı kabul etmeğe çalışan meşhur hatibleri ve Amerika’nın din-i hakkı arayan ehemmiyetli cem’iyeti gibi rûy-i zeminin geniş kıt’aları ve büyük hükûmetleri Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünki bu hakikat noktasında kat’iyyen Kur’anın misli yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu mu’cize-i ekberin yerini tutamaz.”[30]

Üstad önce Şimal ile Rusyayu zikretmekle beraber,Abdullah Yeğin abi önce Almanya ve Amerikanın müslüman olacağını söylemiştir.

-Medeniyet fenleri insanlığın ikaz ve intibahına vesiledir. [31]

-Asrın dehşeti beşerin uyanmasına ve silkinmesine vesile olmuştur.

-Geçmişten alınan derslerin gelecek belaların def’ine sebeb olacağı,ibret alınması gerektiği ifade edilir.[32]

-Hamiyeti Diniyenin Hamiyeti Milliyeden önce olduğu ifade edilmektedir.[33]

-Gerçek Hürriyetin Şeriatta olduğu,hırsızın elinin Allah,Din ve Şeriat adına kesilmesiyle kalb ve kafada bir yasakçı bırakırken;Adaletin kaybedilmesinde beşer kanunlarının uygulanmasının gaflet edilen noktasının;” Maslahat-ı beşeriye yerine adalet perdesi altında garazlar, zalimane ve tarafgirane cereyanlar müdahale eder, hükümlerin tesirini kırar.”[34]

“Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i İlahiye namına ve hakaik-i İslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî ve manevî kıyametler başlarına kopacak, anarşilere, ye’cüc ve me’cüclere teslim-i silâh edecekler diye kalbe ihtar edildi.”[35]

İnsanların selâmeti islâmiyete teslim iledir.

-Bu zamanda İ’layı Kelimetullahın en büyük sebebinin maddeten terakki etmek olup;cehl,fakr ve ihtilafa karşı fen ve sanat silahlarıyla cihad edilmesi,meşrebimizin esası olarakta,Muhabbet fedaileri olup,muhabbete muhabbet,husumete husumet edilmelidir.

İçtima-i düstur ve reçeteleri yazan üstad,Yeisin;manii her kemâl olduğu tesbitinde bulunur.

-Bu zamanda İttihadı İslâm ise;Farz bir vazifedir.

“İttihad-ı İslâm olan İttihad-ı Muhammedî (Aleyhissalâtü Vesselâm) dediğimiz vakit, umum mü’minlerin mabeyninde bilkuvve veya bilfiil sabit olan ittihad muraddır. Yoksa İstanbul ve Anadolu’daki cemaat murad değildir. Amma bir katre su da, sudur. Bu ünvandan tahsis çıkmaz. Tarif-i hakikîsi şöyledir:

            Esas temeli, şarktan garba cenubdan şimale mümted ve merkezi Haremeyn-i Şerifeyn ve cihet-i vahdeti tevhid-i İlahî.. peyman ve yemini iman.. nizamnamesi, Sünnet-i Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm).. kanunnamesi, evamir ve nevahi-i şer’iye.. kulûb ve encümenleri, umum medaris, mesacid ve zevaya.. o cemaatin ilelebed ve muhalled naşir-i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiye ve her vakit naşir-i efkârı başta Kur’an ve tefsirleri (ve bu zamanda bir tefsiri, Risale-i Nur) ve i’lâ-yı kelimetullahı hedef ve maksad eden umum dinî ve müstakim ceraiddir. Müntesibîni, umum mü’minlerdir. Reisi de Fahr-i Âlem’dir (Aleyhissalâtü Vesselâm).”[36]

            Buda gerçek Uhuvvetin tesisi iledir. Şener Dilek’in ifadesiyle buda şu dört şekilde olur:Uhuvvet;Cevru cefaya tahammül,Ahdu vefa,Hazmı şifa,Zevku sefa.

            -Vede Risale-i nura kuvvet vermektir ki;İhlas iledir. Genişlemesine çalışmak ise;Uhuvvet iledir.

            Risale-i Nur bu İttihadı İslâmı tesis etmektedir.

            -Medenilere gerçek galebe çalmak ikna iledir,icbar ile değildir.

            -Bizi bu kadar düşüren sebebin başı;Dinsiz dünyanın hayrı olmadığı gibi;Şeriata muhalefet,fakirlik ve onun semeresi olan Su-i ahlak ve Nifaktır.

            -Gerçek hürriyetin din ve dinin tabileri olan sünnete ittiba olup,sefahette değildir. Dinin zincirinden çıkanlar,nefsin esareti altına girerler.

            “Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan irade, zihin, his, latife-i Rabbaniye, herbirinin bir gayat-ül gayatı var: İradenin ibadetullahtır. Zihnin marifetullahtır. Hissin muhabbetullahtır. Latifenin müşahedetullahtır. Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gayat-ül gayata sevkeder.”[37]

            Hutbe-i Şamiyede birinci derecede hastalıkların tedavi usulleri gösterilirken,tedaviyi güçleştirip yavaşlatacak olan kin,nefret ve gıybet gibi kötü hasletlerin çirkinlikleri nazara verilmektedir.

 

                        HUTBE-İ ŞAMİYEDE GEÇEN ÂYETLER-HADİSLER VE KAYNAKLARI

            ÂYETLER:

            -Sh.9-“الَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الآخِرَةِ  ””Vay onlara ki,ahirete inanmalarına rağmen,bile bile dünyayı ahirete tercih ederler.”(İbrahim.3)

            Risalede:Şualar.675,724,Kastamonu Lahikası.104,110,Emirdağ Lahikası. 1 / 232,Hutbe-i Şamiye.9,Tarihçe-i Hayat.293,296,310,Mufassal Tarihçe.1201.Risale-i Nurun Kudsi Kaynakları.Abdulkadir Badıllı.1992 baskılı.Envar Neşr.806 sahife.Sh.144.Sıra no.447/25.

            -Sh.18-قُلْ يَا عِبَادِيَ الَّذِينَ أَسْرَفُوا عَلَى أَنفُسِهِمْ لَا تَقْنَطُوا مِن رَّحْمَةِ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعًا إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ     “De ki:’Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allahın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah dilerse bütün günahları mağfiret eder. Çünki Ğafur ve Rahimdir;çok affedicidir,merhamet ve ihsanı fazladır.”(Zümer.53.

            Risalede:El-Mesneviyyül Arabi.sh.128,Tercüme Mesnevi.(Abdulmecid.65,(A.Badıllı)107, Barla Lahikası.88,217,374,Emirdağ. 1 / 59,Hutbe-i Şamiye.18,44,Tarihçe-i Hayat.95,Mufassal Tarihçe.1158,R.N.Kudsi Kaynakları.sh.159. S.No. 524/7.

            -Sh.38. الَّذِي أَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ وَبَدَأَ خَلْقَ الْإِنسَانِ مِن طِينٍ “,”Yarattığı her şeyi güzel ve muhkem yapıp insanı ilkin çamurdan yarattı.”(Secde.7)

            Risalede:Sözler.196,231,617,664,El-Mesneviyyül Arabi.60,Tercüme Mesnevi.(Abdulkadir)27,Hutbe-i Şamiye.38,R.N.Kudsi Kaynakları.sh.71.  

            -Sh.60.” وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ “,”İşlerini istişare ile yürütürler.”(Şura.38)

            Risalede:Hutbe-i Şamiye.60,Âsarı Bediiyye.137,Tarihçe-i Hayat.100,R.N.K. Kaynakları. sh.176,S.No.607/1.

            -Sh.77. وَالسَّارِقُ وَالسَّارِقَةُ فَاقْطَعُواْ أَيْدِيَهُمَا جَزَاء بِمَا كَسَبَا نَكَالاً مِّنَ اللّهِ وَاللّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ “,”Hırsız erkek ile hırsız kadının irtikâb ettikleri suça bir karşılık ve Allah tarafından insanlara ibret verici bir âkibet olmak üzere ellerini kesiniz.”(Mâide.38)

            Risalede:Hutbe-i Şamiye.77.

 

            -Sh.79. لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ    “Dinde zorlama yoktur.” Bakara Sûresi, 2:256.

            -Sh.89.”İnnallâhe hüvel kaviyyül metin”,Allah kavi ve metindir.”(iki ayrı âyetten alınmıştır.Zariyat.58,Hadid.25.)

            Risale-de:Hutbe-i Şamiye-89,R.N.K.Kaynakları.sh.177,S.No.609/3.

-Sh.134.” وَلَمْ يَكُن لَّهُ كُفُوًا أَحَدٌ”.”Nede herhangi bir şey ona denk oldu.”(İhlas.4)

Risalede:Sözler.412,Hutbe-i Şamiye.134,R.N.K.Kaynakları.91.S.No.187.

-Sh.134.“ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ      ”,”Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O herşeyi hakkıyla işitir ve bilir.”(Şura.11)

Risalede:Sözler.14,Mektubat.84,Lem’alar.101,341,El-Mesneviyyül Arabi.255,436,Tercüme Mesnevi.(Abdulkadir)240,295,Âsarı Bediiye.18,75,Hutbe-i Şamiye. 134,R.N.K.Kaynakları.sh.54,S.No.7.

-Sh.141.” أَيُحِبُّ أَحَدُكُمْ أَن يَأْكُلَ لَحْمَ أَخِيهِ مَيْتًا    ”.”Hiç sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi severmi?”(Hucurat.12)

Risalede:Sözler.381,Mektubat.275,Barla Lahikası.267,Kastamonu Lahikası.190,192,Âsarı Bediiye.150,618,Hutbe-i Şamiye.141,Mufassal Tarihçe.754,898,900,R.N.K. Kaynakları. 84, S.No.151.

-Sh147. وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى”.”Hiçbir günahkâr,başkasının günahını yüklenmez.”(En’am.164,İsra.15,Fatır.18,Zümer.7,Necm.38.)

Risalede:Mektubat.264,Şualar.353,Emridağ-1 / 39,Emirdağ-2/82-84,98,163,172,179,181,195,237,239,241,245,Hutbe-i Şamiye.147,Âsarı Bediiye.133,Tarihçe-i Hayat.477,619,704,Mufassal Tarihçe.384,993,1538,1619,R.N.K.Kaynakları.116,S.No.309/40.

-Sh.147. مَن قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ أَوْ فَسَادٍ فِي الأَرْضِ فَكَأَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا         ”Kim katil olmayan yeryüzünde fesad çıkarmayan bir kişiyi öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur.”(Mâide.32)

Risalede:Sözler.717,Mektubat.53,Emirdağ-2/98,Hutbe-i Şamiye.147,Âsarı Bediiye.126,Mufassal Tarihçe.1565,R.N.K.Kaynakları.107,S.No.264.

-Sh.148.” وكُلُواْ وَاشْرَبُواْ وَلاَ تُسْرِفُواْ ”.”Yiyin için,fakat israf etmeyin.”(A’raf.31)

Risalede:Lem’alar.139,316,Emirdağ-2/99,Hutbe-i Şamiye.148,R.N.K.Kaynakları.131,S.No.383/26.

-Sh.148.” وَأَن لَّيْسَ لِلْإِنسَانِ إِلَّا مَا سَعَى    ””İnsan çalışma ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez.”(Necm.39)

Risalede:Sözler.746,Emirdağ-2/99,Hutbe-i Şamiye.148,Âsarı Bediiye.85,438,628, Mufassal Tarihçe.396,R.N.K.Kaynakları.108,S.No.268.

 

HADİSLER :

-Sh.18.“İnnî buîstü li ütemmime mekârimel ahlaki ” انما بُعِثْتُ ُِتَمِّمَ مَكَارِمَ اﻻﺧْﻼَقِ

.Güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.”

Bak.R.N.K.Kaynakları.sh.707,S.No.963.

-Sh.20.Emel ile ilgili hadiste:”Emel ve ümid,benim ümmetim için Allahu Tealanın mutlaka rahmetidir. Çünki eğer ümid ve bekleyiş olmasaydı,anne çocuğunu emzirmez,bahçeci fidan dikmezdi.”(Enes bin Malik’ten)

Bak.R.N.K.Kaynakları.708,S.No.964.

“Eğer emel olmasaydı amel boşa giderdi.”Bak.R.N.K.Kaynakları.S.No.875.Envar neşr.1994.baskı.1020.sahife.

-Sh.37.” zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor.”.”Hadiste:”Zaman,Allahın yer ve gökleri halk edeliden beri daire şeklinde dönüp dolaşmaktadır.”

Bak.R.N.K.Kaynakları.sh.708,S.No.965,1994 baskılı.S.No.876.

-Sh.44.” Mâ lâ yudreku küllühü,lâ yutreku küllühü”- مَا لاَ يُدْرَكُ كُلُّهُ لاَ يُتْرَكُ كُلُّهُ  -.”Umumu elde edilmeyen bir şeyin,umumuda terkedilmez.”

Risalede:Âsarı Bediiye.460,Münazarat.71,Saykalül İslâm.239,Hutbe-i Şamiye. 44, Tercüme Mesnevi(Abdulkadir).356,Tarihçe-i Hayat.95,R.N.K.Kaynakları.681,S.No.901,1994 baskılı sıra no.842.

-Sh.44.”Ene înde zanni,hüsnü abdi bî.”--Cenâb-ı Hak buyurmuş:”Ben kulumun bana karşı taşıdığı zannı (yani akidesi) yanındayım..ve beni çağırdığı zaman onunla beraberim.”

Risalede:Sözler.35,El-Mesneviyyül Arabi.362,Âsarı Bediiye.440,Tercüme Mesnevi (Abdulkadir)462,470,Tarihçe-i Hayat.95,Hutbe-i Şamiye.44,Osmanlıca Nurun ilk kapısı taksir-Hüsrev.39,Yeni yazı nurun ilk kapısı.16,R.N.K.Kaynakları.303,S.No.10,1994 baskılı sıra no.364.

-Sh.45-“ Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Küfür, bütün enva’ıyla kizbdir, yalancılıktır.”

Bak.R.N.K.Kaynakları.680,s.no.899,1994 baskılı.841.

-Sh.49-“Sahabeler, daima doğru söylerler. “

Bak.R.N.K.Kaynakları.708,s.no.966,1994 baskı.s.no.879.

-Sh.54,80.” seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan..”

Bak.R.N.K.Kaynakları.681,s.no.903,1994 baskılı.s.no.842.

-Sh.59.” Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil.” .”

“Kişinin kıymeti,onun himmetidir. Kimin himmeti sadece karnına yemek doldurmak olsa,işte onun kıymeti,ondan çıkan şeylerdir.”

Bak.R.N.K.Kaynakları.709,s.no.967,1994 baskılı sıra no.876.

-Sh.60.” İnsanın fıtratı medenîdir.”

Bak.R.N.K.Kaynakları.709.s.no.968,1994 baskılı sıra no.877.

-Sh-92,101-“Esselâmu alâ menittebeâl Hudâ   ”- .” -.”Selâm Hüda ve hidayete tabi olanlara olsun.”

Risalede:Âsarı Bediiye.384,Hutbe-i Şamiye.92,101.R.N.K.Kaynakları.675.s.no.888,1994 baskılı sıra no.835.

-Sh.93.”Lâ hayra fiddünya,bilâ dinin”.”Dinsiz bir dünyada hayır yoktur.” .”

Risalede.Âsarı Bediiye.387,Hutbe-i Şamiye.93,R.N.K.Kaynakları.676,s.no.889,1994 baskılı sıra no.836.

-Sh.105.” şeriat dairesinde ulü-l emre itaat farzdır.”

Risalede:Âsarı Bediiye.396,Hutbe-i Şamiye.105,Tarihçe-i Hayat.666,Bak.Nisa.59, R.N.K. Kaynakları.676,s.no.890,1994 baskılı sıra no.836.

-Sh.114-“ Hazret-i İsa nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.”

Risalede:Sözler.703,Mektubat.6,Şualar.587,Âsarı Bediiye.102,524,639,Hutbe-i Şamiye. 114,R.N.k.Kaynakları.368,s.no.165,1994 baskılı sıra no.447.

-Sh.145.”El kelâmu kel mâli,lâ yecuzü fîhil israf. ”- .”

-.”Söz mal gibidir. İsraf edilmesi caiz değildir.”

Risalede:Âsarı Bediiye.666,Hutbe-i Şamiye.145,R.N.K.Kaynakları.683,s.no.909,1994 baskılı s.no.845.

 

                                                                                              MEHMET   ÖZÇELİK

                                                                                              2001 / EKİM / ADIYAMAN

 

 

            

 

           

 

 

 

[1] Emirdağ Lahikası. 2 / 109.

[2] Age. 2 / 142.

[3] Age. 2 / 142.

[4] Tarihçe-i Hayat.89.

[5] Age.101.

[6] Bediüzzaman Cevab veriyor.100.

[7] Age.177.

[8] Hutbe-i Şamiye.4.

[9] Age.46.Haşiye.1.

[10] Age.78.Haşiye.1.

[11] Münazarat.5.

[12] Münazarat.6.

[13] Nur Çeşmesi.146.

[14] Yeni Asya gazt.Mustafa Özcan.22-7-2001.

[15] .” Buhari, Fezailu’l-Medine 9, Tıbb 30, Fiten 27; Müslim, Hacc 485, 486, (1379, 1380); Muvatta, Câmi’ 16, (2, 892); Tirmizi, Fiten 51, (2244).

[16] Ebu Davud, Cihad 3, (2483).

[17] Hutbe-i Şamiye.sh.6.

[18] Age.9.

[19] Age.13.

[20] Age.15.

[21] Age.15.

[22] Age.19.

[23] Age.21.

[24] Age.21.

[25] Age.22.

[26] Age.22.

[27] Age.23.

[28] Age.23.

[29] Sözler.154.

[30] Sözler.154-155.

[31] H.Şamiye.24.

[32] Age.26.

[33] Age.64.

[34] Age.76.

[35] Age.79.

[36] Age.94.

[37] Age.136.




RİSÂLE-İ NUR-DA DUA

RİSÂLE-İ NUR-DA DUA

            “Dua bir ibadettir.İbadetin semeresi ahirette görünür. Dünyevi maksatlar ise,namaz vakitleri gibi,dualar ibadet için birer vakittirler. Duaların semeresi değillerdir. Mesela;şemsin tutulması Küsuf namazına,yağmursuzluk yağmur namazına birer vakittir.”

Zamanı,vakti ve kabulü ise;

“Ve keza,zalimlerin tasallutu ve belaların nüzulü bazı hususi dualara vakittir. Bu vakitler baki kaldıkça,o namazlar,o dualar yapılır. Eğer bu vakitlerde dünyevi maksatlar hasıl olursa,zaten nur-un ala nur ve illa,icabet duaya iktiran etmedi,diyemezsin. Ancak,henüz vakit inkiza etmemiş,duaya devam lazımdır,diyebilirsin.

Çünki o maksatlar duaların mukaddemesidir,neticesi değillerdir. Cenab-ı Hakkın duaların icabetine vaadetmesi ise,icabet aynı kabul değildir. Yani icabet kabulü istilzam atmaz. Duaya her halde cevap verilir. Cevapsız bırakılmaz. Matluba olan is’af ise,mucibin hikmetine tabidir. Mesela;doktoru çağırdığın zaman her halde:”Ne istersin?”diye cevap verir. Fakat”Bu yemeği veya bu ilacı bana ver.”dediğin vakit,bazen verir,bazen hastalığına,mizacına mülayim olmadığından vermez.”[1]

Duada ihlası kıran ve kabul edilmemeye sebeb konusunda:”Adem-i kabul esbabından biri de,duayı ibadet kasdıyla yapmayıp,matlubun tahsiline tahsis ettiğinden aksul amel olur.O dua ibadetinde ihlas kırılır,makbul olmaz.”[2]

Kur’an başlı başına bir “Dua kitabı”dır.[3]

Duanın devamı konusunda;”Duanın tekrarı bir takrirdir.”[4]

Dualar üç kısım olup;1)İnsanların kavli duaları.

2)Bitki ve ağaçların ihtiyaci duaları.

3)Varlıkların istidadi duaları.[5]

Belayı defetmede ve bid’anın kalkmasında;hastaların duası duada müessirdir.[6]

Duaların birikimi,manevi atmosferin oluşması,iyilik ve hayrın şerre galebesine sebeb olmaktadır.[7]

“Dua esbabı kabul dairesinde olmalı.”Yani başta istiğfar,sonunda salavat,iki duanın arasında yapılacak dua ise makbul olur.[8]

Ve Gıyaben;

Ve cami’ dualarla;

Ve Mübarek mevkilerde;

Ve Cuma da ,hususan saat-i icabede;

Ve üç aylarda,hususan meşhur gecelerde,Ramazan ve Kadir gecesinde,yapılan dua kabule karindir.[9]

Dua eden kişi özellikle:

“Dualar,tevhid ve ibadetin esrarına nümunedir. Tevhid ve ibadette lazım olduğu gibi,dua eden kimse de,”Kalbinde dolaşan arzu ve isteklerini Cenâb-ı Hak işitir.”deyip kadir olduğuna itikat etmelidir. Bu itikat,Allah-ın her şeyi bilir ve her şeye kadir olduğunu istilzam eder.”[10]

Külli ve ciddi bir nedametle tevbe ve münacatta bulunmak gerektir.[11]

“Şu insan,ma’bud-u Ezelinin azamet-i hitabına,hadsiz kalblerden ve dillerden çıkan sesler,dualar,zikirler ile mukabele ediyor. O sesler,dualar,zikirler birbirine tesanüd ederek ve birbirine yardım edip ittifak ederek öyle geniş bir surette ma’bud-u ezelinin ulûhiyetine karşı bir ubudiyet gösteriyor ki,güya küre-i arz kendisi o zikri söylüyor,o duayı ediyor ve aktarıyla namaz kılıyor.” [12]

İnsanın vazife konusunda;

“Ferşten arşa,ezelden ebede kadar en geniş dairelerde insanın vazifesi,yalnız duadır.”[13]

İnsan”İnfial,sual,dua cihetiyle Rahman-ı Rahimin aziz bir misafiridir.”[14]

“Velilerin himmetleri,imdatları manevi fiilleriyle feyiz vermeleri hali veya fiili bir duadır.”[15]

Kur’an-ın şefaatçı yapılıp,41 Yasin-in okunmasıyla yağmursuzluk tılsımının açılmasına vesile olur.[16]

Sekine;muhafazaya vesile bir dua[17],Celcelutiye Bediüzzaman-ın 30 senelik bir virdidir.[18]

“Hz. Yunuz İbn-i Metta ala nebiyyina ve aleyhis-salatu ves-selamın münacatı,en azim bir münacattır ve en mühim bir vesile-i icabe-i duadır.”[19]

“Ya Rabbi!Sensin ilah,senden başka yoktur ilah. Sübhansın ,bütün noksanlardan münezzehsin,yücesin. Doğrusu kendime zulmettim,yazık ettim.Affını bekliyorum Rabbim!”[20]

Sabır kahramanı Hz. Eyyüb Aleyhisselam-ın şu münacatı hem mücerreb,hem te’sirlidir”[21]

“Ya Rabbi!Bu dert bana iyice dokundu. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın”[22]

“Ya Rabbi!Şeytan bana bir yorgunluk ve işkence dokundurdu.”[23]

“Evet, salavatın manası Rahmettir. Ve o zihayat mücessem Rahmete rahmet duası olan salavat ise,o Rahmeten lil-Aleminin vüsulüne vesiledir.”[24]

Ona cami dualarla yalvarmakta büyük bir huşu vardır.[25]

Ayet:”De ki:” Duanız olmazsa Rabbim size ne diye değer versin ki?(Ne ehemmiyetiniz var?)”[26]

“Sebeb-i hilkati alemin biriside duadır. Yani,kainatın hilkatinden sonra,başta nev-i beşer ve onun başında alem-i İslam ve onun başında Muhammed-i Arabi Aleyhis-Salatu Ves-Selamın muazzam olan duası,bir sebeb-i hilkat-ı alemdir.”[27]

“Birisi kendine bir erkek evlat ister. Cenâb-ı Hak,Hazret-i Meryem gibi bir kız evladını veriyor. Duası kabul olunmadı,denilmez.”Daha evla bir surette kabul edildi.”denilir. Hem bazen kendi dünyasının saadeti için dua eder. Duası ahiret için kabul olur.” Duası reddedildi.”denilmez. Belki,”daha enfa bir surette kabul edildi.”denilir. “[28]

“Dua,ubudiyetin ruhudur ve halis bir imanın neticesidir.”,

“Eğer vermek istemeseydi,istemek vermezdi.”[29]

Üstadın 25 senedir daima en mühim duası “Allahümmeşrah Sadri lil iman vel İslam.”(Allahım!Göğsümü iman ve İslâma aç.)[30]

“Bu mübarek Ramazanı şerifteki dualar,ihlas bulunmak şartıyla İnşaallah makbuldür.”[31]

Cevşen ve Evrad-ı Bahaiyyenin tesiri azimdir.”[32]

“Üstadımız Muhacir Hafız Ahmed Efendiye dedi ki;sen 41 Yasin-i Şerif oku, M. H. Ahmed Efendi bir kamışa okudu,o kamışı suya koydular,daha yağmur alameti görünmezken ikindi namazı vaktinde… söylediği üzere Yasin-ler tılsımı açıb o gecede yağdı.”[33]

Dua;her kapalı kapıyı açan bir tılsım,bir şifredir.[34]

                                                                                              13-03-2000  

                                                                                  MEHMET ÖZÇELİK

[1] Mesnevi-i Nuriye.205-506.

[2] Age.206.

[3] Age.210,218,Şualar.205.

[4] M. Nuriye.210,218.

[5] Age.216,Mektubat.277,258,Lem’alar.122,Asa-yı Musa.57,Sözler.330.

[6] Le^’alar.95,202 (17. deva)

[7] Şualar.263.

[8] Mektubat.258.

[9] Age.258.

[10] M.Nuriye.78,104.

[11] Age.153.

[12] Age.150.

[13] Age.97.

[14] Age.202.

[15] Age.219.

[16] S.T.Gaybi.18-20,57,Kastamonu L.218.

[17] S.T.Gaybi.119.

[18] A.Badıllı-nın Tarihçesi. 2 /1102,S.T.Gaybi.119,122.

[19] Lem’alar.3.

[20] Enbiya.87.

[21] Lem’alar.6.

[22] Enbiya.83.

[23] Sad.41.

[24] Lem’alar.93-94,257.

[25] Mektubat.222,285,Lem’alar.354.

[26] Furkan.77,24.Mektub.1.Zeyl,289.

[27] Mektubat.278.

[28] Mektubat.279.

[29] Age.280.

[30] Kastamonu L.169.

[31] Age.242.

[32] Emirdağ L. 1 / 138,142-143,145,159,160,172,207, 2 / 59,119,121 ve muhtelif yerler.

[33] Osmanlıca Lem’alar.139-140,156-158.

[34] Ayriyeten bakn. Son Şahitler N. Şahiner. 1 / 37,113-114,203,238,443, 2 / 27.

 

-3-




CEVŞEN VE FAZİLETİ

                                      CEVŞEN     VE       FAZİLETİ

(Dua ubudiyetin ruhudur ve halis bir imanın neticesidir.)

            Kelime olarak bir zırh anlamına gelen Cevşen-in maddi ve manevi yönden görülen bir çok faziletleri vardır.” Yani: Bin bir esma-i İlâhiyeye sarihan ve işareten bakan ve bir cihette Kur’andan çıkan bir hârika münacat olan ve marifetullahta terakki eden bütün âriflerin münacatlarının fevkinde bulunan ve bir gazvede “Zırhı çıkar, onun yerine bu Cevşen’i oku” diye Cebrail vahiy getiren “Cevşen-ül Kebir” münacatı içindeki hakikatlar ve tam tamına Rabbine karşı tavsifler,”[1] ihtiva etmektedir.

            Zeynel Abidin’den rivayet edilmiş olup,onun okuduğu virdlerindendir. Zincirleme olarak Ümame,Cafer bin Muhammed Sadık,o da babasından,oda dedesi Hz.Hüseyin’den,oda Hz.Ali’den rivayet etmiş olmaktadır.

            Hz. Ali oğlu Hz. Hüseyin’e:”Ey oğlum. Sana kendisinden başka ilah olmayıp,şanı yüce olan Allah’ın sırlarından bir sırrı öğreteyim ki,Allah’ın rasulü o sırrı bana öğretmiştir.. Diyerek o sırrın Cevşen olduğunu bildirir.)

            Rasulullah anlatıyor:”Vaktaki üzerimde zırh varken ben şiddetli sıcak bir günde Uhud’a gidiyordum.Sema tarafına bakıyor ve Allah’a dua ediyordum. Birden gördüm ki sema kapıları açılmış,Cibril nurlu bir vaziyette indi ve Allah sana Selam,Tahiyyat ve İkramda bulunuyor. Ve zırhı çıkar bu duayı oku”diyor. Ben de onu okudum ve taşıdım. Zira o zırhtan daha büyüktür,koruyucudur.) Dedim ki:Ey kardeşim Cibril. Bu sadece benim için mi? Yoksa benim ve ümmetim için mi?  Dedi:Ya Rasulallah. Bu dua (Cevşen) Allah tarafından sana ve ümmetine bir hediyedir. Onun (okumanın) sevabını ise,Ancak Allah bilir. Kim ki onu taşır ve okursa,ister sabah,ister akşam,evinden çıktığında Allah hakkında o kişiye salih amel yapmış muamelesi vacib olur. Öyle ki,sanki o kul Tevrat ve İncil,Zebur ve Furkan (Kur’an) okumuş gibi sevab verir.Ve onların her harfine mukabil Huril Îyn-lerden iki zevce verir ve cennette onun için bir ev yapar. Ve ona Tevrat,İncil,Zebur,Furkan,İbrahim suhûfunun harfleri sayısı kadar sevab verir ve İbrahim Halil,Musa Kelim,İsa Ruhullah,Muhammed Hatemi Nebi sevabı kadar sevab verir.

            Arzı Beyzâ yani uzak,gizli,beyaz bir yerin arkasında –bazı mahluklar olup- bunlar Allah’a ibadet edip isyan etmezler. Öyle ki Allah’ın gazabının korkusundan ağlamakla yüzlerinin etleri parçalanır. ne yer ne de içerler. Allah bu duayı okuyanlara o kullarının sevabını verir.

            Dördüncü katta da bir beyt vardır ki,ona Beyt-i Ma’mur denilir. her gün oraya yetmiş bin melek girer,çıkar. Ve öyle ki kıyamete kadar oraya dönmez. (Bir daha kendine sıra gelmez.) İşte Allah bu duayı okuyanlara bu melaikeler kadar sevab verir.

            Kim bu duayı evinde okursa hırsız girmez ve ebediyyen evi yanmaz.

            Peygamber Efendimiz dedi:Ey kardeşim Cibril,arttır. (daha yok mu?) Cebrail dedi:Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki İsrafile sordum ve bana dedi:Aziz ve Celil olan Allah bana;İzzetim,Celalim,Varlığım,Keremim,Makamımın yüceliği hakkı için,kim bana iman eder,seni tasdik ederse,Ey Muhammed bu duayı da doğrularsa (Hürmet ve büyüklüğünü kabul ederse) o kişiye çokça melek veririm. (Onun şanını yüceltmek ve korumak için) Kudretim hakkı için Ey Muhammed,bu durum hazinemden hiçbir şeyi noksanlaştırmaz.

            Eğer kullarımdan bir kul bu duayı halis bir niyet ile,nefsi sadıkla yetmiş kere okursa o Baras (Alaca hastalığı),Cüzzam ve Cünundan (Delilikten) beri olur,kurtulur. Kim bu duayı miskli ve kafurlu gümüş bir kab içine yazar ve onu yıkayıp ölünün kefeni üzerine çiselerse kabri üzerine yüz bin nur iner. Allah Münker ve Nekirin korkusunu ondan kaldırır. Kabir azabından emin kılar. Ve o kabirde iken ona yetmiş bin melek gönderir.Her melekle beraber nurdan bir tabak olup,ona sunarlar ve onu cennet ile müjdelerler. Allah ise bunu işitir ve der:Bu dua dünya yaratılmadan beş bin sene önce Arşın duvarında yazılmıştır.

            Hangi kul ki şek ve şüphe göstermeksizin halis bir niyet ile bu duayı Ramazanın evvelinde veya sonunda veya her Cuma gecesi veya gündüzünde okursa,Allah ona kadir gecesini gösterir ve Allah Kadir gecesini yaratır ki onda yetmiş bin melek vardır. Her semada yetmiş bin melek vardır. Mekke’de yetmiş bin melek,Medine-i Münevvere de yetmiş bin melek,doğuda yetmiş bin melek,her meleğin yirmi bin başı vardır,her başta yirmi bin ağız,her ağızda yirmi bin dil Allah’ı muhtelif sözlerle tesbih ederler. Ve onların sevabını bu duayı yapana verir. Allah ile bu duayı yapan arasında da perde kalmaz. Perdesiz olaraktan… Ve Allah’dan her ne şey isterse Allah ona verir.

            Kimde bu dua ile üç kere –velev bir kerede olsa- duada bulunursa,Allah onun cesedine cehennemi haram kılar ve cenneti de vacib kılar. Kendisini koruyacak iki meleği ona vekil kılar. Tesbih ve takdisatta bulunan o melekler onu günahlardan ve bütün belalardan korur ve ona cennet kapılarını açarlar. Ve bu dua Allah’ın hazinelerinden bir hazinedir. Bin isimle maruftur yani bilinmektedir. Ve her bir isimle Allah onu emn-u emân içinde dünya afet ve korkularından korur. Dünya nimet ve saadetlerinden faydalandırır.

            Peygamberimiz buyurmaktadır ki:Ya Ali! Cibril bu duanın faziletini bana bildirdi.

            Havada,denizde,yağmur damlalarıyla müekkel olan,hep bütün rahmet melekleri bu duayı okuyana hürmet gösterir. kerâmeten kürsülerinden iner,taçlarını çıkarır. Önünden ve arkasından bütün afet ve belalara karşı korur. ve bütün işlerinde yardımcı olur. Her melek üzerinde bin melek yaratılır. Yedinci kata kadar müekkel melekler sema kapılarında vardır. Yine bunlar bu dua (Cevşen) sahibi için iner ve onlara her işlerinde şefaatçı ve bütün ihtiyaçlarında yardımcı olurlar.

            Rızkında genişlik,bedeninde afiyet,ihtiyaçlarının giderilmesinde melekler şefaatçı olurlar. Ve onlar derler ki:”Ey kapıları açan Rabbimiz! Kulun için fazıl kapılarını aç. Devamlı onu inayetinle koru. Ondan hastalıkları ve sıkıntıları kaldır. rahmetinle ona isabet eden dünya ve ahiret musibetlerinin hepsini gider. Ey rahmet sahibi olan Allah…”

            Ve bu Cevşeni taşıyanı her türlü afetten,kibirlenen şeytandan,kötülük yapanın kötülüğünden koru. Gizli olan lutfunla lutfet. Sağlam olan korumanla setret. Zira sen Ğafur ve Rahimsin.

            Kur’an-da bu meleklerin ismi:”Biz saf saf olanlar ve Allah’ı tesbih edenleriz.”[2] Bunlar on iki kabiledirler. Her kabilenin eli altında bir milyar asker vardır.Bir milyon sancak olup,her sancağın altında da melaikelerden yetmiş bin saf vardır. Bütün bunlar bu dua sahibi için ikrâmen kürsülerinden iner,başlarından taçlarını çıkarır ve rablerine secdeye kapanırlar. Ve o kişi için şefaatda bulunur ve derler:”Ya Rabbi,sen sema ve arzın nuru,onları nurlandıransın. Seni tesbih ederiz. Cebbar ve malik sensin. Bu da sahibini her türlü afetten,şiddetten,yakıcı fakirlikten koru. Zira bu sana kolaydır.

           Sen mülk sahibisin. Melikleri zelil kılansın. Rahmetinle küçük çocukları rızıklandıransın. Ve bu sayısız melaikeler de o Cevşen sahibine hürmette bulunurlar. Rablerine secde ederek secdelerinde derler:Hamdınla seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Ey Allahım. Hamd sana mahsustur. Senden başka ilah yoktur. Hannan ve Mennansın. Acıyıp şefkat edensin.

            Ey bilinen Celal ve İkram sahibi olan. Semaları ve arzı eşsiz yaratan sensin. Bu kulunu bütün üzüntü,keder,zorluklardan koru. Rahmetinle setret.Ya Erhamer Rahimin. İhsan ve Kereminle ya Ekremel Ekremin…”[3]

                Cevşen-in açıklamasında mübalağa gibi görülen sevab hakkında Bediüzzaman şöyle der:” . Bir bîçare vesveseli ve hassas ve dinsizlerle görüşen bir adam, meşhur dua-i Nebevî olan Cevşen-ül Kebir hakkında ve akıl haricindeki sevab ve faziletine dair bir hadîsi görmüş, şübheye düşmüş. Demiş: “Râvi, Ehl-i Beyt’in imamlarındandır. Halbuki hadsiz bir mübalağa görünüyor. Meselâ içinde der: Bu duaya Kur’an kadar sevab verilir. Hem göklerdeki büyük melaikeler, o dua sahibini gördükçe, kürsîlerinden inip ona pek büyük bir tevazu ile hürmet ederler. Bu ise, aklın ve mantığın mikyaslarına gelmez.” diye, Risale-i Nur’dan imdad istedi. Ben de Kur’andan ve Cevşen’den ve Nurlardan gayet kat’î ve tam akıl ve hikmete mutabık bir cevab verdim. Size gayet kısa bir icmalini beyan ediyorum. Şöyle ki, ona dedim:

            Evvelâ: Yirmi dördüncü Söz’ün Üçüncü Dalında on aded usûl var, böyle şübheleri esasıyla keser, izale eder. Ona bak, cevabını al.

            Sâniyen: Her gün bütün ümmet kadar hasenat ona işlenen ve bütün ümmetin saadetlerine yardım eden ve ism-i a’zamın mazharı ve kâinatın çekirdek-i aslîsi, hem en mükemmel ve câmi’ meyvesi olan Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o duanın kendi hakkında o azîm mertebesini görmüş, ona haber veren Cebrail Aleyhisselâm’dan işitmiş, başkalarını kendine kıyas etmiş veya edilmiş. Demek o pek fevkalâde ve acib sevab, Zât-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) velayet-i kübrasından ona gelmiş. Küllî, umumî değil. Belki o duanın mahiyetinde böyle hârika bir kıymet var ve ism-i a’zam mazharı olan zâtın tebaiyetiyle başkalara dahi o sevab mümkündür; fakat gayet ehemmiyetli şartları var, yalnız okumak kâfi gelmez. Yoksa müvazene-i ahkâmı bozar, farzlara ilişir.

            Sâlisen: O dua, nasıl ki Zât-ı Ahmediye’ye baktığı vakit mübalağadan münezzeh ve ayn-ı hakikat oluyor; öyle de, o duadaki yüzer esma-i hüsnanın hakikatlarına baktığı zaman değil mübalağa, belki onların nihayetsiz tecellilerinden gelmesi mümkün ve gelebilen feyizlerin nihayetsizliğini göstermek için pek az bir kısmını Muhbir-i Sadık (A.S.M.) haber vermiş ve teşvik için mübhem ve mutlak bırakmış. Sonra mürur-u zamanla o kaziye-i mümkine ve mutlaka, bilfiil vaki’ ve külliye telakki edilmiş.

            Râbian: “Yirminci Lem’a-i İhlas”ta bir adama beş yüz senelik bir genişlikte bir Cennet verilmesine dair olan bir haşiye var. Ona da bak, gör ki; o koca Cennet’in verilmesi, bilmediğimiz tarzda bir mâlikiyet değil, belki insan nasıl hususî hanesine çok cihetlerle mâliktir, sahibdir; öyle de zemin yüzündeki şeylere çok duygularıyla bir nevi mâliktir, tasarruf ve istifade edebilir.

            Hem koca dünyayı, benim hanemdir, bana vermiş ve güneş lâmbamdır diyebilir. Demek bazı fevkalhad, hârika ve akıl haricindeki bir kısım sevablar, bu mezkûr hakikata bakar.

            Hem İslâmiyette her sevabın, her fazilet-i a’malin en evvel mazharı ve bizlerin bir duada, bir zerre sevabımızda, o duada bir dağ kadar sevab ve feyzi kazanan Zât-ı Ahmediye (A.S.M.), hususî virdler ve dualar ve şeriat ve risalet cihetiyle değil, belki velayet-i Ahmediye noktasında ve umumî olmayan derslerinde, kendine verilen en yüksek mertebeyi beyan eder. Kendine tam tebaiyet eden has vârislerini, o noktalara teşvik eder. 1 (Gerçek Allah katındadır. Gaybı ancak Allah bilir.) dedim. O vesvese edip şübhelere düşen adam, lillahilhamd kurtuldu, tam kanaatı geldi. Belki sizin bazılarınıza faidesi var diye size de gönderdim. Umumunuza binler selâm.”[4]

            “Dokuzuncu Asıl: Mesail-i imaniyeden bir kısmın netaici, şu mukayyed ve dar âleme bakar. Diğer bir kısmı, geniş ve mutlak olan âlem-i âhirete bakar. Amellerin fazilet ve sevabına dair ehadîs-i şerifenin bir kısmı tergib ve terhibe münasib bir tesir vermek için belâgatlı bir üslûbda geldiğinden, dikkatsiz insanlar onları mübalağalı zannetmişler. Halbuki bütün onlar ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduklarından mücazefe ve mübalağa, içlerinde yoktur.”[5]

                “Dünyada dar nazarımızla, kısacık fikrimizle Musa ve Harun Aleyhisselâmların sevablarını ne derece tasavvur ediyoruz, biliyoruz. Âlem-i ebediyette Rahîm-i Mutlak, saadet-i ebedîde nihayetsiz ihtiyaç içinde bir abdine bir tek virde mukabil vereceği hakikat-ı sevab, o iki zâtın sevablarına -fakat daire-i ilmimize ve tahminimize giren sevablarına- müsavi olabilir. Meselâ: Bedevi, vahşi bir adam hiç padişahı görmemiş. Saltanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder, o mahdud fikriyle bir padişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hattâ bizde sade-dil bir taife var ki, eskiden diyorlardı ki: “Padişah, kendi ocağı yanında ve tenceresinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor, bizim ağamız onu biliyor.” Demek onlar, padişahı o kadar dar bir vaziyette ve âdi bir surette tahayyül ediyorlar ki, kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor, âdeta bir yüzbaşı haşmetinde farzediyorlar. Şimdi biri o adamlardan birisine dese: “Sen bugün benim için bu işi yapsan, senin bildiğin padişah haşmeti kadar sana bir haşmetlik vereceğim.” Yani bir yüzbaşı kadar bir rütbe vereceğim. O söz hakikattır. Çünki haşmet-i padişahîden onun dar daire-i fikrine giren, ancak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir.

            İşte dünya nazarıyla dar fikrimizle âhirete müteveccih hakaik-i sevabiyeyi o bedevi adam kadar da düşünemiyoruz. Hazret-i Musa (A.S.) ve Harun’un (A.S.) meçhulümüz olan hakikî sevabları ile müvazene değil, -çünki teşbih kaidesi, meçhulü malûma kıyas eder- belki müvazene edilen ve malûmumuz olan ve tahminimize giren sevablarıyla bir abd-i mü’minin bir virdine mukabil meçhulümüz olan hakikî sevabıdır. Hem de deniz yüzü ile katrenin gözbebeği, Güneşin tamam aksini tutmakta müsavidirler. Fark, keyfiyettedir. Hazret-i Musa (A.S.) ve Harun’un (A.S.) deniz-misal âyine-i ruhlarına in’ikas eden mahiyet-i sevab, bir katre hükmünde bir abd-i mü’minin bir âyetten aldığı aynı mahiyet-i sevabdır. Mahiyetçe, kemmiyetçe birdirler. Keyfiyet ise, kabiliyete tabidir. Hem bazan olur ki; birtek kelime, birtek tesbih, öyle bir saadet hazinesini açar ki, altmış sene hizmetle o açılmamış. Demek bazı hâlât oluyor ki, birtek âyet Kur’an kadar faide verebilir. Hem ism-i a’zama mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlahî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Veraset-i Ahmediye ile ism-i a’zam zılline mazhar bir mü’min, kendi kabiliyeti itibariyle kemmiyetçe bir Nebinin feyzi kadar sevab alıyor denilse hilaf-ı hakikat olamaz. Hem de sevab ve fazilet, nur âlemindendir. O âlemden bir âlem, bir zerreye sığışabilir. Nasılki bir zerrecik bir şişede, semavat nücumuyla beraber görünebilir. Öyle de, niyet-i hâlise ile şeffafiyet peyda eden bir zikirde veya bir âyette, semavat gibi nuranî sevab ve fazilet yerleşebilir.”[6]

            Okuyacak kişiye verilecek ilahi sonsuz rahmet,Ğına,Cud ve Seha, Kerem,İhsan ve İkram sahibinin yanında hiç mesabesindedir.”Deryadan bir damla” bile değildir.Zira biri yani verilenler her yönüyle sınırlı iken,Diğeri yani Cenab-ı Hak taraf ve canibinden bakıldığı düşünüldüğünde had ve hududa gelmeyip ebedi ve sonsuzdur. Sonsuzdan kaçı çıkarırsanız çıkarın,yine sonsuz kalır. Aksa takdirde sonlanmış ve sonlu olmuş olur. Oysa O’nun hazinesinde hiçbir şey eksilmez ve tükenmez. Hem O’nu biz niye düşünüyoruz ki;yaratan biz olmadığımız gibi,verecek olan da biz değiliz,O’dur. O halde konuşan bilir,bilen yapar.

            Evine misafir davet eden,misafirin ihtiyaçlarını bilir. Kali ve hali lisanından ihtiyaçlarını anlar ve ona göre cevap verir.

            Bizlerde bu alemde Cenab-ı Hakkın birer misafirleriyiz. Ev sahibi,her şeyin sahibi olan Allah,bizi bizden daha iyi bilir ve düşünür. Ne gam…

            O halde bunca varlıkların yüklerini yüklenmeye ne mahal var. İşi ona bırakıp tevekkülane cefayı değil,sefayı çekmeli. Kadere teslim olup,kederlerden emin olmalı. Bize düşen iman ve ibadete devam etmeli…

            Netice olarak,her şeyin temel ve esasında Ma’rifetullah yani O’nu bilip,O’na inanmak olduğu gibi,bu konuda da O’nu bilmeli,O’na inanmalı ve O’na güvenilmelidir. O her şeye kadirdir. O her şeye hakimdir.

            “Çünki ancak O’nun kudretiyle,iradesiyle her müşkil hallolur ve kapalı kapılar açılır. Ve O’nun zikriyle kalbler mutmain olurlar. Binaenaleyh,necat ve halas ancakAllah’a iltica ile olur.”[7]

            “Mühim bir taraftan ehemmiyetli bir sual: Rivayette gelmiş ki; Cennet’te bir adama beş yüz senelik bir Cennet verilir. Bu hakikat akl-ı dünyevînin havsalasında nasıl yerleşir?

            Elcevab: Nasıl ki bu dünyada herkesin dünya kadar hususî ve muvakkat bir dünyası var. Ve o dünyanın direği onun hayatıdır. Ve zâhirî ve bâtınî duygularıyla o dünyasından istifade eder. Güneş bir lâmbam, yıldızlar mumlarımdır der. Başka mahlukat ve zîruhlar bulunmaları, o adamın mâlikiyetine mani olmadıkları gibi, bilakis onun hususî dünyasını şenlendiriyorlar, zînetlendiriyorlar. Aynen öyle de, fakat binler derece yüksek, her bir mü’min için binler kasır ve hurileri ihtiva eden has bahçesinden başka, umumî Cennet’ten beş yüz sene genişliğinde birer hususî Cennet’i vardır. Derecesi nisbetinde inkişaf eden hissiyatıyla, duygularıyla Cennet’e ve ebediyete lâyık bir surette istifade eder. Başkaların iştiraki onun mâlikiyetine ve istifadesine noksan vermedikleri gibi, kuvvet verirler. Ve hususî ve geniş Cennetini zînetlendiriyorlar. Evet, bu dünyada bir adam, bir saatlik bir bahçeden ve bir günlük bir seyrangâhtan ve bir aylık bir memleketten ve bir senelik bir mesiregâhta seyahatından; ağzıyla, kulağıyla, gözüyle, zevkiyle, zaikasıyla, sair duygularıyla istifade ettiği gibi; aynen öyle de, fakat bir saatlik bir bahçeden ancak istifade eden bu fâni memleketteki kuvve-i şâmme ve kuvve-i zaika, o bâki memlekette bir senelik bahçeden aynı istifadeyi eder. Ve burada bir senelik mesiregâhtan ancak istifade edebilen bir kuvve-i bâsıra ve kuvve-i sâmia orada beşyüz senelik mesiregâhındaki seyahattan; o haşmetli, baştan başa zînetli memlekete lâyık bir tarzda istifade eder. Her mü’min derecesine ve dünyada kazandığı sevablar, haseneler nisbetinde inbisat ve inkişaf eden duygularıyla zevk alır, telezzüz eder, müstefid olur. “[8]

            “Bir siyasî memurun iğfali ve “İmhası için yukarıdan emir aldık” demesine aldanan bir bekçi başı, Üstadın penceresine geceleyin merdivenle çıkarak yemeğine zehir atmış, ertesi gün Üstad zehirlenerek kıvranmaya başlamıştır. Zehirin tesiri çok azîm olduğu halde, kendisi: “Cevşenül-Kebir gibi evrad-ı kudsiyelerin feyziyle ölümden muhafaza olunuyorum. Fakat hastalık, ızdırap çok şiddetlidir” derdi. Bir hafta kadar aç susuz denecek bir halde perişan bir vaziyette inlemiş, sonra biiznillâh şifa bulup, tekrar tashihat gibi Risale-i Nur vazifeleriyle iştigale başlamıştı.”[9]   

                “Al-i Beytin gayet mühim bir mirası ve bir madeni feyzi olan Cevşen-ül Kebiri kendine üstad eden”[10]üstad,talebelerine de bunu tavsiye etmiştir.

           

                                                                                                       5-8-1991

                                                                                              MEHMET     ÖZÇELİK

[1] Şualar.B.Said Nursi.570.

[2] Saffat.165.

[3] Yazar daha bunun senedinin ve konularının daha uzun olduğunu,ancak bu kadarla yetindiğini söyler. Mecma-ul Ahzab-dan tercüme edilmiştir. Muhyiddin-i Arabi cildi.sh.231, Cevşen-in bazı parçaları Hakim-in Müstedrek-in de vardır. Cevşen hakkında,Bak.Risale-i Nurun Kudsi kaynakları. Abdulkadir Badıllı. 340-342,241,739, İslam Ansiklopedisi. TDV. 7 / 462-464.

[4] Denizli ve Emirdağ Lahikaları. B.Said nursi. 1 / 160

[5] Sözler.B.Said Nursi.320.

[6] Age.323.

[7]Age. 108,231, M. Nuriye.age.58,Kastamonu Lahikası.B.Said Nursi.211.

[8] Lem’alar.B.Said Nursi.146.

[9] Tarihçe-i Hayat.B.Said Nursi.375.

[10] Bak.Zaman gazt.2-4-Ağustos-1996.




RİSALE-İ NURDAN DAMLALAR.

RİSALE-İ NURDAN DAMLALAR.

SÖZLER

 “Ben nefsimi herkesten ziyade nasihata muhtaç görüyorum.” 5

Senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabtedip Kadîr-i Rahîm’in dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçı yapar.”6

“Evet bütün kâinatı bir saray, bir ev gibi muntazam idare eden ve yıldızları zerreler gibi hikmetli ve kolay çeviren ve gezdiren ve zerratı muntazam memurlar gibi istihdam eden Zât-ı Akdes-i İlahî’nin şeriki, naziri, zıddı, niddi olmadığı gibi,

“Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O herşeyi hakkıyla işitir, herşeyi hakkıyla görür.” Şûrâ Sûresi, 42:11.) sırrıyla sureti, misli, misali, şebihi dahi olamaz.”12-13,14.Lem’,5.sır.

            “Rezzak-ı Hakikî’yi ittiham etmek derecesinde derd-i maişete dalıp, feraizi terk ve maişet yolunda rastgelen günahları işleyen fâsık-ı hâsirdir.”22

            “Kâmil insanlar, aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki; kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip, Allah’a acz ile sığınmışlar. Aczi ve havfı, kendilerine şefaatçı yapmışlar.”29

            “Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana dehalet ediyorum ve sana hizmetkârım ve senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum.”33

                “Felsefe şakirdleri ve millet-i küfriye ve nefs-i emmarenin en müdhiş dalaleti, Cenab-ı Hakk’ı tanımamaktadır.”54

            “Toprakta her bir zerresi kabildir ki, muhtelif bütün tohumlar ve çekirdeklere medar ve menşe olsun.”55

            “Ona getirilen her bir salavat dahi, onun duasına birer âmîndir ve ümmetinin her bir ferdi, her bir namazın içinde ona salât ü selâm getirmek ve kametten sonra Şafiîlerin ona dua etmesi; onun saadet-i ebediye hususundaki duasına gayet kuvvetli ve umumî bir âmîndir.”64

            “Sual: Eğer dense: Neden en çok misalleri çiçekten ve çekirdekten ve meyveden getiriyorsun?

Elcevab: Çünki onlar hem mu’cizat-ı kudretin en antikaları, en hârikaları, en nazeninleridirler. Hem ehl-i tabiat ve ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, onlardaki kalem-i kader ve kudretin yazdığı ince hattı okuyamadıkları için onlarda boğulmuşlar, tabiat bataklığına düşmüşler. “78

            “Ey sersem nefsim ve ey pürheves arkadaşım! Âyâ zannediyor musun ki, vazife-i hayatınız; yalnız terbiye-i medeniye ile güzelce muhafaza-i nefs etmek, ayıb olmasın, batn ve fercin hizmetine mi münhasırdır?”113

            “Evet dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir…”118

            “Beşer ve cin, nihayetsiz şerre ve cühuda müstaid olduklarından, nihayetsiz bir temerrüd ve bir tuğyan yaparlar.”166

            “Melekler ve semekler gibi, yıldızların dahi gayet muhtelif efradları vardır. Bir kısmı nihayet küçük, bir kısmı gayet büyüktür. Hattâ gök yüzünde her parlayana yıldız denilir.”167

            “Hem o Rahman’ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda, mücahede işinde telef olan bir nefere şehadet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismanî bir vücud-u bâki vererek Sırat üstünde, sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor.”187

            “Hem o Rahman’ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda, mücahede işinde telef olan bir nefere şehadet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismanî bir vücud-u bâki vererek Sırat üstünde, sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor.”187

            “Elbette zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana çıkmak ve müz’iç dağdağa-i hayat-ı cismaniyeden âlem-i rahata ve meydan-ı tayeran-ı ervaha geçmek ve mahlukatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzur-u Rahman’a gitmek; bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir.”188

            “Her şeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet kâinattaki her şey, her hâdise ya bizzât güzeldir, ona hüsn-ü bizzât denilir. Veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir.”215

                “Alet-i tenasül-i insan, insan nazarında bahsi hacalet-âverdir. Fakat şu perde-i hacalet, insana bakan yüzdedir. Yoksa hilkate, san’ata ve gayat-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edebdir, hacalet ona hiç temas etmez.”216

            “Demek o nur olmazsa kâinat da, insan da, hattâ her şey dahi hiçe iner. Evet elbette böyle bedi’ bir kâinatta, böyle bir zât lâzımdır. Yoksa kâinat ve eflâk olmamalıdır.”220

            “En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî-Âdem! Me’yus olmayınız. Her dert, -ne olursa olsun- dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.” Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim. Biri, manevî dertlerin dermanı; biri de, maddî dertlerin ilâcı… İşte ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi, onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette ararsan bulursun.”238

            “Uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür. Hem vaki’dir ki; risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, hem masumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktar-ı memleketine bizzât zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvalini görmek ve dertlerini işitmek; bir mu’cize suretinde Cenab-ı Hak ihsan etmiştir. Demek, Cenab-ı Hakk’a itimad edip Süleyman Aleyhisselâm’ın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadıyla Cenab-ı Hak’tan istese ve kavanin-i âdetine ve inayetine tevfik-i hareket etse; ona dünya, bir şehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ı Belkıs Yemen’de iken, Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleri ile beraber sesleri de işitilmiştir. İşte uzak mesafede, celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve manen diyor:

            “Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tâmme yapmak isterseniz; Süleymanvari, rûy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız.”239

            “Ey benî-Âdem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tâmme yapmak için; ahval ve vukuat-ı zemine bizzât ıttıla veriyorum ve madem herbir insana fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette o kabiliyete göre rûy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de, nev’an yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velayet misillü, manen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rûy-i zemini, her tarafı her birinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz. “240

                “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de benim emrime müsahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana müsahhar olabilirler.”240

            “Celb-i ervah-ı tayyibe ise, medenîlerin yaptığı gibi hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara o pek ciddî ve ciddî bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celbetmek değil, belki ciddî olarak ve ciddî bir maksad için Muhyiddin-i Arabî gibi zâtlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velayet misillü onlara müncelib olup münasebet peyda etmek ve onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden manevî istifade etmektir ki, âyetler ona işaret eder ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar ve bu nevi san’at ve fünun-u hafiyenin en ileri hududunu çiziyor ve en güzel suretini gösteriyorlar.”241

            “Çekirge âfetinin istilâsına karşı; çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faideli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir. İşte kuşlardan şu nevi istifade ve teshiri ve telefon ve fonoğraf gibi camidatı konuşturmak ve tuyurdan istifade etmek; en münteha hududunu şu âyet çiziyor. En uzak hedefini tayin ediyor. En haşmetli suretine parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik eder.”242

                “Ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir gösteriyor. Hem ateştir, hem berddir. Evet, hikmet-i tabiiyede nâr-ı beyza halinde ateşin bir derecesi var ki; harareti etrafına neşretmiyor ve etrafındaki harareti kendine celbettiği için, şu tarz bürudetle, etrafındaki su gibi mayi şeyleri incimad ettirip, manen bürudetiyle ihrak eder. İşte zemherir, bürudetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecatına ve umum enva’ına câmi’ olan Cehennem içinde, elbette “Zemherir”in bulunması zarurîdir.

            Üçüncüsü: Cehennem ateşinin tesirini men’edecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i maneviye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü; dünyevî ateşinin dahi tesirini men’edecek bir madde-i maddiye vardır.”243

“Hâtem-i divan-ı nübüvvet ve bütün enbiyanın mu’cizeleri onun dava-i risaletine birtek mu’cize hükmünde olan enbiyanın serveri ve şu kâinatın mâ-bihil iftiharı ve Hazret-i Âdem’e (Aleyhisselâm) icmalen talim olunan bütün esmanın bütün meratibiyle tafsilen mazharı (Aleyhissalâtü Vesselâm)”245

            “Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı a’lâ; tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir ve insanın gaye-i aksası, o ubudiyete ulûm ve kemalât ile yetişmektir.” Hem öyle bir surette ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder ki: “Elbette nev’-i beşer, âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.”246

            “Bu dâr-ı imtihanda olan teklifat-ı İlahiye bir ibtilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki; istidad-ı beşer madeninde olan cevahir-i âliye ile mevadd-ı süfliye, birbirinden tefrik edilsin…”248

            “Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarf ediyorsun!”252

            “Manalar kalbden çıktıkları vakit, suretlerden çıplak olarak hayale girerler; oradan suretleri giyerler. Hayal ise, her vakit bir sebeb tahtında bir nevi suretleri nesceder. Ehemmiyet verdiği şeyin suretlerini yol üstünde bırakır. Hangi mana geçse ya ona giydirir, ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder. Eğer manalar münezzeh ve temiz iseler, suretler mülevves ve rezil ise giymek yoktur, fakat temas var.”256

            “Maânî-i mukaddesenin, suret-i mülevveseye mücavereti zarar etmez.”256

            “Tedai-yi efkâr, galiben ihtiyarsızdır. Onda mes’uliyet yoktur. Hem tedaide, mücaveret var; temas ve ihtilat yoktur. Onun için, efkârın keyfiyetleri, birbirine sirayet etmez, birbirine zarar vermez.”256

            “Emir ile güzellik, nehy ile çirkinlik tahakkuk eder.257

            “Ey bîçare ve sinekten daha âciz, daha hakir! Sen necisin ki, şu kâinatın Sahib-i Zülcelal’ini tekzibe yelteniyorsun?”287

            “Kıyamet yakındır” ferman ediyor. Bin bu kadar sene geçtikten sonra gelmemesi, yakınlığına halel vermez. Zira kıyamet, dünyanın ecelidir. Dünyanın ömrüne nisbeten bin veya ikibin sene, bir seneye nisbetle bir-iki gün veya bir-iki dakika gibidir. Saat-ı Kıyamet yalnız insaniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip baîd görülsün.”318

            “Eskiden Mançur, Moğol ünvanıyla içtimaat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden taifeler ve Sedd-i Çinî’nin yapılmasına sebebiyet verenler, kıyamete yakın yine anarşistlik gibi bir fikirle medeniyet-i beşeriyeyi zîr ü zeber edecekleri, rivayetlerde vardır.”319-320

            “Her bir nevi mevcudatın, hattâ yıldızların da bir ser-zâkiri ve nur-efşan bir bülbülü var. Fakat, bütün bülbüllerin en efdali ve en eşrefi ve en münevveri ve en bahiri ve en azîmi ve en kerimi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eamm ve mahiyetçe en ekmel ve suretçe en ecmel, kâinat bostanında, arz ve semavatın bütün mevcudatını latif secaatıyla, leziz nağamatıyla, ulvî tesbihatıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelib-i zîşanı ve benî-Âdemin bülbül-ü zül-Kur’anı: Muhammed-i Arabî’dir.”329

                “Yeryüzünün tarlasında nebatatın her bir taifesi, lisan-ı hal ve istidad diliyle Fâtır-ı Hakîm’den sual ediyorlar, dua ediyorlar ki: “Ya Rabbena! Bize kuvvet ver ki, yeryüzünün her bir tarafında taifemizin bayrağını dikmekle saltanat-ı rububiyetini lisanımızla ilân edelim ve rûy-i arz mescidinin her bir köşesinde sana ibadet etmek için bize tevfik ver ve meşhergâh-ı arzın her bir tarafında senin esma-i hüsnanın nakışlarını, senin bedi’ ve antika san’atlarını kendi lisanımızla teşhir etmek için bize bir revaç ve seyahata iktidar ver.” derler. Fâtır-ı Hakîm onların manevî dualarını kabul edip ki, bir taifenin tohumlarına kıldan kanatçıklar verir; her tarafa uçup gidiyorlar. Taifeleri namına esma-i İlahiyeyi okutturuyorlar”330

            “Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır. Hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan, kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istila edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir.”331

            “Sonra nihayetsiz nimetleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleriyle tegaddi eden ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyeti ve imanı sana verdiğinden, daire-i mümkinat ile beraber esma-i hüsna ve sıfât-ı mukaddesenin dairesine şamil bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir.”333

            “Nebatatın tohumları ve çekirdekleri, onların niyetleridir.”334

            “Bir muamele-i şer’iyeye tatbik-i amel ettiğin vakit, bir nevi huzur veriyor. Bir nevi ibadet oluyor. Uhrevî çok meyveler veriyor.”335

            “Aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki açık-saçıklık, samimî hürmet ve muhabbeti izale edip ailevî hayatı zehirlemiştir.”381

            “Cin ve insin hattâ şeytanların netice-i efkârları ve muhassala-i mesaîleri olan medeniyet ve hikmet-i felsefe ve edebiyat-ı ecnebiye, Kur’anın ahkâm ve hikmet ve belâgatına karşı âciz derekesindedirler, demektir.”383

            “İstidad ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla insan ne istemişse, bütün verilmiş. İnsana olan nimet-i İlahiye, ta’dad ile bitmez, tükenmez.”393

            “Evet Kur’anın dediği gibi, insan seyyiatından tamamen mes’uldür. Çünki seyyiatı isteyen odur.”433

            “Kader, hakikî illetlere bakar, adalet eder. İnsanlar zahirî gördükleri illetlere, hükümlerini bina eder; kaderin aynı adaletinde zulme düşerler.”433

            “İnsan kadere iman etmezse, küçük bir dairede cüz’î bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde, dünya kadar ağır bir yükü, bîçare ruhun omuzunda taşımaya mecburdur.”440

            “Madem hayat, esma-i hüsnanın nukuşunu gösterir. Hayatın başına gelen her şey hasendir.”441

            “Hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır.”442

            “Şu münkerat zamanında ve âdat-ı ecanibin istilası anında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalaletin tahribatı hengamında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriblerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyet’e cinayettir.”449

                “Dinin zaruriyatı ki, içtihad onlara giremez. Çünki kat’î ve muayyendirler.”449

            “ Asırlara göre şeriatlar değişir, milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder.”454

                “Ahirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar güya ibtidaî derecesinden, idadiye derecesine terakki ettiğinden, çok inkılabat ve ihtilatat ile akvam-ı beşeriye bir tek ders alacak, bir tek muallimi dinleyecek, birtek şeriatla amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriata ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir.”454

            “(Beşer)tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayat-ı içtimaiye de giymediğinden, mezhebler taaddüd etmiştir. Eğer beşerin ekseriyet-i mutlakası bir mekteb-i âlînin talebesi gibi, bir tarz-ı hayat-ı içtimaiyeyi giyse, bir seviyeye girse; o vakit mezhebler tevhid edilebilir. Fakat bu hal-i âlem, o hale müsaade etmediği gibi, mezahib de bir olmaz.”454

                “Ahkâm-ı İlahiye mezheblere hikmet-i İlahiyenin sevkiyle ittiba edenlere göre değişir, hem hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur.”455

            “Elbette dâr-ı saadet ve ebediyet olan Cennet’te bittarîk-ıl evlâ dost dostu ile beraber iken, her birisi istidadına göre sofra-i Rahmanürrahîm’den, istidadları derecesinde hisselerini alırlar. Bulundukları cennetler ayrı ayrı da olsa, beraber bulunmalarına mani olmaz.”469

            “Evet her bir ruh, kaç sene yaşamış ise o kadar beden değiştirdiği halde, bilbedahe aynen bâki kalmıştır.”485

            “İnsanda olan hadsiz istidadat-ı maneviye ve nihayetsiz âmâl ve efkâr ve müyulât dahi israf edilmeyecektir.”487

            “Beşerin cevher-i ruhunda derc edilmiş gayr-ı mahdud istidadat ve o istidadatta mündemiç olan gayr-ı mahsur kabiliyetler ve o kabiliyetlerden neş’et eden hadsiz meyiller ve o hadsiz meyillerden hasıl olan nihayetsiz emeller ve o nihayetsiz emellerden tevellüd eden gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvurat-ı insaniye, şu âlem-i şehadetin arkasında bulunan saadet-i ebediyeye elini uzatmış, ona gözünü dikmiş, o tarafa müteveccih olmuş olduğunu ehl-i tahkik görüyor.”488

            “Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse “Ebed!.. ebed!” sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz.”489

            “Şu dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç olan hadsiz istidadların sünbüllenmesine müsaid değildir. Demek başka âleme gönderilecektir.”492

            “Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zahiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır.”502

            “O Hâlık-ı Kerim, tenasül kanun-u azîminde istihdam ettiği hayvanata ücret olarak birer maaş gibi birer lezzet-i cüz’iye veriyor. Ve arı ve bülbül gibi, sair hidemat-ı Rabbaniyede istihdam olunan hayvanlara birer ücret-i kemal verir.”520-521

            “Şu dünyada camid, şuursuz ve mühim vazifeler gören zerrat-ı arziyenin elbette taşı, ağacı, her şeyi zîhayat ve zîşuur olan âhiretin bazı binalarında derc ve istimali mukteza-yı hikmettir. Çünki harab olmuş dünyanın zerratını dünyada bırakmak veya ademe atmak israftır.”521

            “Elbette kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur, onun zâtında cismini giyerek en âhir bir meyve suretinde görünecektir.”542

            “Evet âlem-i süflînin manevî tezgâhları ve küllî kanunları, avalim-i ulviyededir.”543

            “Akla kapı açmak, ihtiyarı elinden almamak” sırr-ı teklif iktiza ediyor.”549

            “İman ise, aklın ihtiyarıyladır.”550

            “Ruhun manevî güzelliğidir ki; ilim vasıtasıyla san’atında tezahür ediyor.”580

            “Kadının en cazibedar, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letafet ve nezaket içindeki hüsn-ü sîretidir.”598

            “Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku… Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var!”641

            “Sebeb Sırf Zahirîdir”650

            “Vücud, Âlem-i Cismanîde Münhasır Değil”651

           “Kalem-i Kudrette İttihad, Tevhidi İlân Eder”651

            “Bir Şey, Her Şeysiz Olmaz”651

“Güneşin hareketi cazibe içindir, cazibe istikrar-ı manzumesi içindir”651

“Küçük Şeyler Büyük Şeylerle Merbuttur “651

“Kâinatın Nazmında Büyük Bir İ’caz Var”652

“Kudrete Nisbet Her Şey Müsavidir”652

“Kâinatı Elinde Tutamayan, Zerreyi Halkedemez“652

“İhya-yı Nev’, İhya-yı Ferd Gibidir”652

“Tabiat, Bir San’at-ı İlahiyedir”653

“Vicdan, Cezbesi İle Allah’ı Tanır”653

“Fıtratın Şehadeti Sadıkadır”653

“Nübüvvet Beşerde Zaruriyedir”654

“ Meleklerde Mi’rac, İnsanlarda Şakk-ı Kamer Gibidir“654

“Kelime-i Şehadetin Bürhanı İçindedir”654

“Hayat Bir Çeşit Tecelli-i Vahdettir”654

“Ruh, Vücud-u Haricî Giydirilmiş Bir Kanundur”654

“Hayatsız Vücud, Adem Gibidir”655

            “Hayat Sebebiyle Karınca Küreden Büyük Olur”655

“Nasraniyet İslâmiyete Teslim Olacak”655

“Tebaî Nazar, Muhali Mümkin Görür”656

“Kur’an Âyine İster, Vekil İstemez”656

“Mübtıl, Bâtılı Hak Nazarıyla Alır”656

“Kudretin Âyineleri Çoktur”657

“Temessülün Aksamı Muhtelifedir”657

“Müstaid, Müçtehid Olabilir; Müşerri’ Olamaz”657

“Nur-u Akıl, Kalbden Gelir”658

“Dimağda Meratib-i İlim Muhtelifedir, Mültebise”658

“Hazmolmayan İlim Telkin Edilmemeli”658

“Tahrib Esheldir; Zaîf, Tahribci Olur”659

“Kuvvet Hakka Hizmetkâr Olmalı”659

“Bazan Zıd, Zıddını Tazammun Eder”659

“Menfaatı Esas Tutan Siyaset Canavardır”659

“Kuva-yı İnsaniye Tahdid Edilmediğinden Cinayeti Büyük Olur”659

“Bazan Hayır, Şerre Vasıta Olur”660

“Gaye-i Hayal Olmazsa, Enaniyet Kuvvetleşir”660

“Hayat-ı İhtilal; Mevt-i Zekat, Hayat-ı Ribadan Çıkmış”660

“Beşer Hayatını İsterse, Enva’-ı Ribayı Öldürmeli”661

“Beşer Esirliği Parçaladığı Gibi, Ecîrliği De Parçalayacaktır661

“Gayr-ı Meşru Tarîk, Zıdd-ı Maksuda Gider”662

“Cebr Ve İtizalde Birer Dane-i Hakikat Bulunur”662

“Acz Ve Ceza’ Bîçarelerin Kârıdır”662

“Bazan Küçük Bir Şey, Büyük Bir İş Yapar”662

“Bazılara Bir An, Bir Senedir”662

“Yalan, Bir Lafz-ı Kâfirdir”663

“Cehil, Mecazı Eline Alsa Hakikat Yapar”668

“Mübalağa Zemm-i Zımnîdir”668

“Şöhret Zalimedir”668

“Din İle Hayat Kabil-i Tefrik Olduğunu Zannedenler Felâkete Sebebdirler”668

“Mevt, Tevehhüm Edildiği Gibi Dehşetli Değil”669

“Siyaset, Efkârın Âleminde Bir Şeytandır; İstiaze Edilmeli!”669

“Za’f, Hasmı Teşci’ Eder. Allah Abdini Tecrübe Eder. Abd Allah’ını Tecrübe Edemez.”670

“Beğendiğin Şeyde İfrat Etme”670

“İnadın Gözü, Meleği Şeytan Görür”670

“Hakkı Bulduktan Sonra Ehak İçin İhtilafı Çıkarma”670

“İslâmiyet, Selm Ve Müsalemettir; Dâhilde Niza Ve Husumet İstemez”670

“İcad Ve Cem’-i Ezdadda Büyük Bir Hikmet Var. Kudret Elinde Şems ve

Zerre Birdir”671

“Meziyetin Varsa Hafa Türabında Kalsın; Tâ Neşvünema Bulsun”672                                                                                                        

            “Allah’ın Rahmet Ve Gazabından Fazla Tahassüs Hatadır”673

            “İsraf Sefahetin, Sefahet Sefaletin Kapısıdır”673

            “Zaika Telgrafçıdır, Telziz İle Baştan Çıkarma”674

            “Niyet Gibi, Tarz-ı Nazar Dahi Âdeti İbadete Çevirir”674

            “Böyle Zamanda Tereffühte İzn-i Şer’î Bizi Muhtar Bırakmaz”675

            “Zaman Olur Ki, Adem-i Nimet Nimettir”675

            “Her Musibette, Bir Cihet-i Nimet Var”675

            “Büyük Görünme Küçülürsün”676

            “Hasletlerin Yerleri Değişse, Mahiyetleri Değişir”676

            “El-Hakku Ya’lu” Bizzât, Hem Akibet Muraddır”676

            “Dalalet-i fikrîdir, zulümat-ı kalbîdir, israf-ı cesedîdir.”678

            “Kadınlar Yuvalarından Çıkıp Beşeri Yoldan Çıkarmış, Yuvalarına Dönmeli”678

            “Tasarruf-u Kudretin Vüs’ati, Vesait Ve Muinleri Reddeder”679

            “Melaike Bir Ümmettir; Şeriat-ı Fıtriye İle Memurdur”680

            “Madde Rikkat Peyda Ettikçe, Hayat Şiddet Peyda Eder”680

            “Maddiyyunluk, Bir Taun-u Manevîdir”681

            “Vücudda Atalet Yok. İşsiz Adam, Vücudda Adem Hesabına İşler”681

            “Riba, İslâm’a Zarar-ı Mutlaktır”681

            “Kur’an, Kendi Kendini Himaye Edip Hâkimiyetini İdame Eder”681

            “Talim-i Nazariyattan Ziyade, Tezkir-i Müsellemata İhtiyaç Var”683

            “Hadîs Der Âyete: Sana Yetişmek Muhal!”683

            “Îcaz İle Beyan İ’caz-ı Kur’an”683

            “Dallar, Semeratı, Rahmet Namına Takdim Ediyor”688

            “Hakikî Bütün Elem Dalalette, Bütün Lezzet İmandadır”690

            “İnsan, saray gibi bir binadır; temelleri, erkân-ı imaniyedir. İnsan, bir şeceredir; kökü esasat-ı imaniyedir. İmanın rükünlerinden en mühimmi, İman-ı Billah’tır; Allah’a imandır. Sonra Nübüvvet ve Haşir’dir. Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim; iman ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şahı ve padişahı; iman ilmidir.”699

 

                                                           LEM ‘ ALAR

            “Bahtiyar odur ki, bu ittiba-ı Sünnette hissesi ziyade ola. Sünnete ittiba etmeyen, tenbellik eder ise, hasaret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise, cinayet-i azîme; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalalet-i azîmedir.”54

            “İşsiz, tenbel, istirahatla yaşayan ve rahat döşeğinde uzananlar, ekseriyetle sa’yeden, çalışanlardan daha ziyade zahmet ve sıkıntı çeker. Çünki daima işsizler ömründen şikayet eder; eğlence ile çabuk geçmesini ister. Sa’yeden ve çalışan ise; şâkirdir, hamdeder, ömrün geçmesini istemez.”115

            “ Âyâ bu insan zanneder mi ki, başı boş kalacak? Hâşâ!.. Belki insan, ebede meb’ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzeddir. Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek.”128

            “Ahiretin hadsiz güzelliğini görmeyen ve imanla düşünmeyen insanlar, dünyanın bu temizliğine, bu güzelliğine âşık olurlar, perestiş ederler.”287

            “Evet nasıl ki hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır.. ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır.. akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır.. ve ruh dahi, hayatın hâlis ve safi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır; öyle de maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) dahi, hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsat-ül hülâsadır..”317

 

                                                               İŞARAT – ÜL   İ’ CAZ   ( TESBİTLER )

            “Bidayet-i zuhur-u İslâmiyette muannid ve kitabsız kâfirlerin ve nifaka giren eski dinlerin münafıkları gibi, aynen bu zaman-ı âhirde bir naziresi çıkacağı..”4

            “(Kur’an)umumunun bütün suallerine ve ihtiyaçlarına cevab veriyor; elbette manaları, küllî ve umumîdir.”5

            “Bir şeyin hüsn ü cemali, o şeyin mecmuunda görünür.”5,8

            “Bir ferdin mesleği ve meşrebi taassubdan hâlî olamaz ki, hakaik-i Kur’aniyeyi görsün, bîtarafane beyan etsin. Hem bir ferdin fehminden çıkan bir dava, kendisine has olup, başkası o davanın kabulüne davet edilemez. Meğer ki bir nevi icmaın tasdikine mazhar ola.”7

            “Evet her bir âlemde emr u nehiy, sevab u azab, tergib u terhib, tesbih u tahmid, havf u reca gibi pek çok füruat, celal ve cemalin tecellisiyle teselsül ede gelmektedir.”15

            “Muhyiddin-i Arabî, hadîs-i şerifinin beyanında: “Mahlukatı yarattım ki, bana bir âyine olsun ve o âyinede cemalimi göreyim.” demiştir.”17.( Süyûti, ed-Dürerü’l-Müntesire, s. 125; Ali el-Kàrî, el-Esrârü’l-Merfûa’, s. 273.)

            “Evet daire-i esbabda iken tevekkül etmek, bir nevi tenbellik ve atalettir.”22

            “Nimet-i kâmile, ancak dindir.”25

            “Kâinatta maksud-u bizzât ve küllî ve şümullü olarak yaratılan ancak kemaller, hayırlar, hüsünlerdir. Şerler, kubuhlar, noksanlar ise; hüsünlerin, hayırların, kemallerin arasında görülmeyecek kadar dağınık ve cüz’iyet kabilinden tebaî olarak yaratılmışlardır ki; hayırların, hüsünlerin, kemallerin mertebelerini, nev’lerini, kısımlarını göstermeye vesile olsunlar ve hakaik-i nisbiyenin vücuduna veya zuhuruna bir mukaddeme ve bir vâhid-i kıyasî olsunlar.”28

“Zulüm ve fıskta hasis ve hayırsız bir lezzet görüldüğünden, onlardan nefis teneffür etmez. Kur’an-ı Kerim o zulmün akibeti olan gazab-ı İlahîyi zikretmiştir ki, nefisleri o zulüm ve fısktan tenfir ettirsin.”29

“Hangi surede tekerrür varsa, o surenin ruhuyla münasib olan bir vecih bizzât kasdedilmekle, öteki vecihlerin istitradî ve tebaî zikirleri, belâgata münafî değildir.”32

“Maalesef insanlar, teavün sırrını idrak edememişler. Hiç olmazsa, taşlar arasındaki yardım vaziyetinden ders alsınlar.”41

“A’mal-i kalbînin şemsi, imandır. A’mal-i bedeniyenin fihristesi, namazdır. A’mal-i maliyenin kutbu, zekattır.”43

“Evet delailin zuhuru nisbetinde iman ziyadeleşir, teceddüd eder.”44

“İmanın var olup olmadığı sorgu ile anlaşılır.”44

“Kasd ve iradeden doğan bir nizam-ı ekmel vardır. Hilkat ve yaratılışta tam bir hikmet hükümfermadır. Âlemde abes yok. Fıtratta israf yok.”56

“Mütevatir hadîsler de, bu hususta, âyetler gibidir. Yalnız birinci kaziye, teemmül yeridir. Çünki ile işaret edilen hadîsin hakikaten hadîs olup olmadığında tereddüd yeri vardır.”73

“Evet Şems-i Kur’anın tulûu ile, bazı kalbler onun ziyasıyla tenevvür etti. Ve mü’minlerin nev’ini temyiz ve tayin eden bir hakikat-ı nuraniye meydana geldi. Kezalik o keskin ziya karşısında, mezbeleye benzeyen bazı pis kalbler de yanıp kömür oldular. Ve o kâfirlerin nev’ini ilân eden zehirli bir hakikat-ı küfriye husule geldi.”72

Sual: Şeytanın kalbinde marifet var mıdır?

            Cevab: Yoktur. Çünki san’at-ı fıtriyesi iktizasınca, kalbi daima idlâl ile telkin için, fikri daima küfrü tasavvur etmekle meşgul olduğundan, kalbinde veya fikrinde boş bir yer marifet için kalmıyor.”73

            “S- Küfür, kalbe ait bir sıfattır. Kalbde o sıfat bulunmadığı takdirde, zünnar bağlanmasından veya ona kıyas edilen şapkanın giyilmesinden ne için küfür hasıl olsun?

            C- Gizli olan umûra, şeriat emarelere göre hükmeder. Hattâ illet olmayan esbab-ı zahirîyi, illet yerine kabul eder. Binaenaleyh itmam-ı rükûa mani olan bir kısım zünnarların bağlanması ve secdenin ikmaline mani olan bazı şapkaların giyilmesi, ubudiyetten istiğna ve küfre teşebbüh etmeye emarelerdir. Gizli olan o sıfat-ı küfriyenin yok olduğuna kat’iyyetle hükmedilemediğinden, bu gibi emarelere göre hükmedilir.”74

            “Kâinat, İlahî bir musikî dairesidir.”77

            “Tesir-i hakikî, yalnız ve yalnız Allah’ındır.”79

            “Âdetullah üzerine, irade-i külliye-i İlahiye abdin irade-i cüz’iyesine bakar.”80

            “Bir şey, vücudu vâcib olmadıkça vücuda gelmez. Evet irade-i cüz’iyenin taallukuyla irade-i külliyenin taalluku bir şeyde içtima ettikleri zaman, o şeyin vücudu vâcib olur ve derhal vücuda gelir.”80

            “İnsanın kıymetini tayin eden, mahiyetidir. Mahiyetin değeri ise, himmeti nisbetindedir. Himmeti ise, hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine bakar.”82

            “Kalb imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sâni’i arayan ve isteyen ve Sâni’in vücudunu delailiyle ilân eden, kalb ile vicdandır.”85

            “Vicdan, akıl ve vehim gibi, haricî ve ebedî hakikat hükmüne geçmiş bir azabdan yapılan terhible müteessir olur.”89

            “Cinayetin lekesini izale veya hacaletini tahfif veyahut icra-yı adalete iştiyak için cezayı hüsn-ü rıza ile kabul etmek, ruhun fıtrî olan şe’nidir.”90

            “Mazbut ve miktarı muayyen olmayan bir şey, hükümlere illet ve medar olamaz. Çünki mikdarı bir hadd altına alınmadığından sû’-i istimale uğrar.”91

            “Evet Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdanî ve aklî olan imanî hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır.”92

            “Cenab-ı Hakk’ın emirlerine ve nehiylerine itaat ve inkıyadı tesis ve temin etmek için, Sâniin azametini zihinlerde tesbit etmeye ihtiyaç vardır. Bu tesbit de ancak akaid ile, yani ahkâm-ı imaniyenin tecellisiyle olur. İmanî hükümlerin takviye ve inkişaf ettirilmesi, ancak tekrar ile teceddüd eden ibadetle olur.”93

            “Ezel cihetine sonsuz olarak uzanıp giden hiçbir nev’ yoktur. Çünki bütün enva’, imkândan vücub dairesine çıkmamışlardır.”98

            “Beşeriyet ve sair hayvanatın teşkil ettikleri silsilelerin mebdei en başta bir babada kesildiği gibi, en nihayeti de son bir oğulda kesilip bitecektir.”99

            “İbadetle yapılan tekliften hasıl olan meşakkat, hitab-ı İlahiyeden neş’et eden zevk ve lezzetle karşılanır ve insanlara ağır gelmez.”104,bk.107

“Tesir-i hakikînin esbaba verilmesi, bir nevi şirktir.”106

            “İbadet, şükürdür. Şükür, mün’ime edilir; yani nimetleri veren zâta şükretmek vâcibdir.”107

            “İbadette insanların kusurları, umum kâinata tecavüzdür.”109

            “Cenab-ı Hak insanlara kemal için bir istidad, teklif için bir kabiliyet ve bir ihtiyar vermiştir.”111

            “Bir zerrenin, bin keyfiyeti kabul etmeye kabiliyeti vardır; ve bir halet, binlerce zerrelere hal olabilir.”112

            “Arz’ın tefrişine sebeb yani vesile, insandır. Bu misafirhanedeki ziyafet onun namına verildi. Fakat istifade, insanlara mahsus ve münhasır değildir. Öyle ise insanların ihtiyacından, istifadesinden fazla kalana abes denilemez.”112,bk.113

            “Vesenî mezhebinin menşei; yıldızları ilah itikad etmek, hulûlü tahayyül etmek, cismiyeti tevehhüm etmek gibi gülünç şeylerdir.”117

            “Alihe ve esnam, bir şeye kadir olmayıp, onlar da mahluk ve mec’ul şeylerdir.”117

            “Ahlâk-ı âliyeyi ve yüksek huyları hakikata yapıştıran ve o ahlâkı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır.”120

            “Melaike ulüvv-ü şanlarından, şeytanları reddeder, kabul etmezler. Kezalik bir zâtta içtima eden ahlâk-ı âliye; kizb, hile gibi alçak halleri reddeder.”120

            “Devlet bir şahs-ı manevîdir. -Çocuk gibi- teşekkülü, büyümesi tedricîdir.”123

            “Bir işde muvaffakıyet isteyen adam, Allah’ın âdetlerine karşı safvet ve muvafakatını muhafaza etsin ve fıtratın kanunlarına kesb-i muarefe etsin ve heyet-i içtimaiye rabıtalarına münasebet peyda etsin. Aksi takdirde fıtrat, adem-i muvafakatla cevab verecektir.”124

            “Şeriatın hakaikı, fıtratın kanunlarındaki müvazeneyi muhafaza etmiştir. İçtimaiyatın rabıtalarına lâzım gelen münasebetleri ihlâl etmemiştir.”125

            “İrşadın tam ve nâfi’ olmasının birinci şartı, cemaatın istidadına göre olması lâzımdır.”126

            “Şeriat-ı İslâmiye, aklî bürhanlar üzerine müessestir. Bu şeriat, ulûm-u esasiyenin hayatî noktalarını tamamıyla tazammun etmiş olan ulûm ve fünundan mülahhastır.”126

            “Fünun; fikirlerin birleşmesinden hasıl olup, zamanın geçmesiyle tekâmül eder.”128

            “Evet Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın zahirî hârikalarının herbirisi âhâdî olup mütevatir değilse de, o âhâdîlerin heyet-i mecmuası ve çok nevi’leri, mütevatir-i bil’manadır.”135

            “Her üren kelbin ağzına bir taş atacak olsan dünyada taş kalmaz.”140

            “Bu ateş (cehennem ateşi), tufan vesair musibetler gibi iyi-kötü bütün insanlara şamil musibetlerden değildir. Ancak bu musibeti celbeden, küfürdür. Bu beladan kurtuluş çaresi, ancak Kur’an-ı Kerim’e imtisaldir.”145

            “Ateş unsuru, kâinatın bütün kısımlarını istilâ etmiş pek büyük bir unsurdur.

……. şu şecere-i nâriyeye nazar-ı hikmetle dikkat edilirse, bu şecerenin başında yani sonunda büyük bir meyvenin bulunduğu anlaşılır. Evet toprağın içinde büyük ve uzun bir damarı gören adam, o damarın başında kavun gibi bir meyvenin bulunduğunu zannetmesi gibi, âlemin her tarafında damarları bulunan şu şecere-i nâriyenin de Cehennem gibi bir meyvesinin bulunduğuna bilhads yani sür’at-i intikal ile hükmedebilir.”145

            “Arz’ın merkezinde, harareti iki yüz bin dereceye baliğ bir ateş vardır.”145

            “Cehennem matvîdir, yani bükülmüştür, yani tam açık değildir. Demek Cehennem’in bir yumurta gibi Arz’ın merkezinde mevcud ve bilâhere tezahür edeceği mümkinattandır.”146

            “Evet insan-ı kebirin ölümü, küçük bir ölüm değildir. Sekerata başladığı zaman, milyarlarca kürelerin çarpışmasından husule gelen fırtınanın ne tasavvuru ve ne tarifi ve ne de görülmesi imkân dairesinde değildir.

            İşte bu şiddetli ölüm ile hilkat bayılır, kâinat yayılır, hilkatın yağı ayranı birbirinden ayrılır. Cehennem maddesiyle, aşiretiyle bir tarafa çekilir; Cennet de letafetiyle, lezaiziyle ve bütün güzel unsurlarıyla tecelli ve incilâ eder.162

            “Cennet’in cem’i, Cennetlerin taaddüdüne ve amellere göre Cennet’in mertebelerine işarettir. Ve keza Cennet’in her bir cüz’ü, Cennet gibi bir Cennet olduğuna ve her bir mü’mine düşen kısım, büyüklüğüne nazaran tam bir Cennet gibi göründüğüne işarettir.”171

            “Dünya kadınları da Cennet’e girdikten sonra bir tetahhur ve tasfiye ve tasaykul ameliyatıyla güzellikte hurilerin derecelerine çıkacaklarına (ayet) delalet eder.”175

            “Cenab-ı Hakk’ın azametine mikyas, ancak mecmu’ âsârıdır, yalnız bir eser mikyas olamaz!”178

            “Cenab-ı Hak insanlara cüz’-i ihtiyarî vermekle, onları âlem-i ef’ale masdar yaptı. O âlem-i ef’ali bir nizam altına almak üzere kelâmını, yani Kur’anını da o âlem-i ef’ale gönderdi. Binaenaleyh tanzif ve tanzim için yapılan İlahî bir proğram, itirazlara mahal olamaz.”183

            “Teklif ise saadet-i beşer içindir. Saadet ise tekemmülden sonradır.”186

            “Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşv ü nema bulamazdı.”186

            “Teklif de insanların beşte birini kurtarsa, o beşte birin saadet-i nev’iyeye sebeb ve âmil olduğuna kat’iyyetle hükmedilebilir.”187

            “Teklif, saadet-i nev’iyenin yegâne âmilidir.”187

            “Fısk; haktan udûl, ayrılmak, hadden tecavüz, hayat-ı ebediyeden çıkıp terketmektir. Fıskın menşei; kuvve-i akliye, kuvve-i gazabiye, kuvve-i şeheviye denilen üç kuvvetin ifrat ve tefritinden neş’et eder.”188

            “Temsillerin darbı ve darb-ı meseller, sikkenin darbı kadar kelâma kıymet veriyor.”191

            “Küfrü olan adam, hakikatı bilmez, tereddüde düşer, inkâra girer, istifham şeklinde istihkar eder, hakir görür.”195

            “Dalalete gidenler, fâsıklardır. Dalaletlerinin menşei de fısktır. Fıskın sebebi ise, kesbleridir.”196

            “Mütemerrid bir fâsıkın fıskı, Arz’ın müvazene-i maneviyesinin bozulmasına vesile olabilir.”199

            “Nimetleri verene şükür, vâcibdir; küfran-ı nimet, aklen de haramdır.”201

            “Mevt, ancak ruhun cesed kafesinden çıkmasıyla tebdil-i mekân etmesinden ibarettir.”205

            “Madde-i esîriye, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir.”215

            “Cenab-ı Hakk’ın Arş’ı, su hükmünde olan şu esîr maddesi üzerinde imiş. Esîr maddesi yaratıldıktan sonra, Sâni’in ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esîri halkettikten sonra, cevahir-i ferd’e kalbetmiştir. Sonra bir kısmını kesif kılmıştır ve bu kesif kısımdan, meskûn olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz, bunlardandır.”215

           

                                                           ŞUALAR

            “Ve sinek dahi Nemrud’un sekerat vaktinde azaba ve hicaba inkılab eden iftiharına karşı kendi mensubiyetinin şerefini irae edip, onunkini hiçe indirebilir.10,bk.22

            “İnsanın en kıymetdar cihazı akıldır. Eğer sırr-ı tevhid ile olsa, o akıl, hem İlahî kudsî defineleri, hem kâinatın binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtarı olur.”14

            “Adem-i mutlak ise, hiçbir cihetle menşe-i vücud olamaz.”21

            “Hayatımın bana bakması bir ise, Zât-ı Hayy ve Muhyî’ye bakması yüzdür. Bana ait neticesi bir ise, Hâlıkıma ait bindir. O cihet uzun zaman, belki zaman istemez; bir an yaşaması yeter.”57

            “Mahiyet-i hayatım esma-i İlahiyenin definelerini açan anahtarların mahzeni ve nakışlarının bir küçük haritası ve cilvelerinin bir fihristesi ve kâinatın büyük hakikatlarına ince bir mikyas ve mizan ve Hayy-ı Kayyum’un manidar ve kıymetdar isimlerini bilen, bildiren, fehmedip tefhim eden yazılmış bir kelime-i hikmettir.”57

            “Şems-i Ezel ve Ebed olan Cemil-i Zülcelal’in cemal-i kudsîsine ve nihayetsiz güzel olan esma-i hüsnasının sermedî güzelliklerine âyinedarlık edip cilvelerini tazelendirmek için bu güzel masnular, bu tatlı mahluklar ve bu cemalli mevcudat hiç durmayarak gelip gidiyorlar.”60

            “Bu kâinat bir elden çıkmış ve birtek zâtın mülküdür.159

            “Bu zemin yüzü dahi, acele hareket eden kafilelerin yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır.”164

            “Gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah kışıdır.”167

            “Ehl-i dalalet ve sefahetin elli-altmış sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilse idi, şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru’ keyiflerine nefretler ve teellümlerle ağlayacaklardı.”167

            “Git hastahanelerden ve hapishanelerden ve meyhanelerden ve kabristandan sor. Elbette ekseriyetle, gençlerin gençliğinin sû’-i istimalinden ve taşkınlıklarından ve gayr-ı meşru keyiflerin cezası olarak gelen tokatlardan eyvahlar ve ağlamalar ve esefler işiteceksin.”172

            “Biz, hak ve hakikat olduğumuz gibi ve hem bize şehadet eden mevcudatın tahakkuku misillü, haşir haktır ve muhakkaktır.”185

            “Evet Kur’anın hitabı, evvela Mütekellim-i Ezelî’nin rububiyet-i âmmesinin geniş makamından, hem nev-i beşer, belki kâinat namına muhatab olan zâtın geniş makamından, hem umum nev-i beşer ve benî-âdemin bütün asırlarda irşadlarının gayet vüs’atli makamından, hem dünya ve âhiretin, arz ve semavatın ve ezel ve ebedin ve Hâlık-ı Kâinat’ın rububiyetine ve bütün mahlukatın tedbirine dair kavanin-i İlahiyenin gayet yüksek ihatalı beyanatının makamından aldığı vüs’at ve ulviyet ve ihata cihetiyle o hitab, öyle bir yüksek i’cazı ve şümulü gösterir ki; ders-i Kur’anın muhatablarından en kesretli taife olan tabaka-i avamın basit fehimlerini okşayan zahirî ve basit mertebesi dahi en ulvî tabakayı da tam hissedar eder.204-205

            “Erkân-ı imaniyenin herbirinin ayrı ayrı pek çok belki hadsiz meyveleri olduğu gibi, mecmuunun birden çok meyvelerinden bir meyvesi, koca Cennet ve biri de saadet-i ebediye ve biri de belki en tatlısı da rü’yet-i İlahiyedir.”219-220

            “Kadere iman olmazsa hayat-ı dünyeviye saadeti mahvolur.”220

            “Deki: Sığınırım sabahın Rabbine. Felâk Sûresi, 113:1)cümlesi, bin üçyüz elliiki veya dört (1352–1354) tarihine hesab-ı ebcedî ve cifrîyle tevafuk edip nev’-i beşerde en geniş hırs ve hasedle ve birinci harbin sebebiyle vukua gelmeye hazırlanan ikinci harb-i umumîye işaret eder. Ve ümmet-i Muhammediyeye (A.S.M.) manen der: “Bu harbe girmeyiniz ve Rabbinize iltica ediniz.”225

            “-şedde sayılmaz- kelimesiyle âlem-i İslâmca en dehşetli olan Cengiz ve Hülâgu fitnesinin ve Abbasi Devleti’nin inkıraz zamanının asrına dört defa mana-yı işarî ile ve makam-ı cifrî ile bakar ve parmak basar.

            … bin yüz altmış bir (1161) ve sekizyüzon (810) ederek, o zamanlarda ehemmiyetli maddî manevî şerlere işaret eder. Eğer beraber olsa, Miladi bin dokuzyüz yetmişbir (1971) olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak.”227,bk.339

            “Dinde zorlama yoktur; doğruluk sapıklıktan, îman küfürden iyice ayrılmıştır.” Bakara Sûresi, 2:256.
cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üçyüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mana-yı işarî ile der: Gerçi o tarihte, dini dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükûmetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükûmet lâik cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil manevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıncıyla olacak. Çünki dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikatı gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur’an’dan çıkacak”229

            “Risale-i Nur şakirdleri dünya siyasetine ve cereyanlarına ve maddî mücadelelerine karışmıyorlar ve ehemmiyet vermiyorlar ve tenezzül etmiyorlar.”229,bk.306

            “Sizin sebat ve metanetiniz, masonların ve münafıkların bütün plânlarını akîm bırakıyor.”254

            “(Risale-i Nur)İstikbalde gelecek mübarek heyetin şahs-ı manevîsinin bir mümessili olması..”255

            “Ahirzamanın en büyük bir hasaret-i insaniyesi olan bu ikinci harb-i umumîden çare-i necat ise iman ve amel-i sâlih olması..”272

            “Dikkat ediniz, küfr-ü mutlakı müdafaa eden gizli komite içinize parmak sokmasın.”274bk.320,333,386

            “Dinsiz bir millet yaşayamaz” dünyaca bir umumî düsturdur.”294,bk.299

            “Vatanımızda anarşiliğe inkılab eden komünist tehlikesi..”318

            “İmam-ı Ali (R.A.) hilafeti zamanında bir Yahudi ile beraber mahkemede oturup, muhakeme olmuşlar.”319

            “Bu Osmanlı ordusunda belki yüzbin evliya var.”302

            “Hem bu kahraman milletin ebedî bir medar-ı şerefi ve Kur’an ve cihad hizmetinde dünyada pırlanta gibi pek büyük bir nişanı ve kılınçlarının pek büyük ve antika bir yadigârı olan Ayasofya Câmii’ni puthaneye ve Meşihat Dairesini kızların lisesine çeviren bir adamı sevmemek bir suç olması imkânı var mı?”324

            “Cinn ve insin Şeyhülislâmı Zenbilli Ali Efendi’nin “Şapkayı şaka ile dahi başa koymağa hiç bir cevaz yok.” demesi..”324

            “Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşâallah müslüman edecek.” demesiyle avam-ı ehl-i imanı hem isyan ve ihtilâlden, hem ihtiyarıyla imanını ve dinini bırakmaktan kurtardığı..”324

            “Ölmüş gitmiş, hükûmetten alâkası kesilmiş ve inkılabdaki bazı kusurata sebeb olmuş bir reise, sarihan tenkid ve itiraz da olsa kanunen bir suç olamaz.”329

            “Hilafet saltanatının vefatı beni mahzun eyledi.”365,bk.Lem’alar.215

            “Bu inkılabları mevki-i mer’iyete koyan devletin bir kısım yeni kanunlarına, cebr-i keyfî-i küfrî; cumhuriyete, istibdad-ı mutlak; rejime, irtidad-ı mutlak ve bolşeviklik ve medeniyete sefahet-i mutlaka” demiş.368

            “Dünyada en büyük ahmak odur ki; dinsiz serserilerden terakkiyi ve saadet-i hayatiyeyi beklesin.”371

            “Gençliğimiz, hak ve hakikatı öğreten malûmat ve en yüksek ahlâk istiyor.”375

            “Hapiste geçen ömür günleri, herbir gün on gün kadar bir ibadet kazandırabilir ve fâni saatleri, meyveleri cihetiyle manen bâki saatlere çevirebilir ve beş-on sene ceza ile, milyonlar sene haps-i ebedîden kurtulmağa vesile olabilir. İşte ehl-i iman için bu pek büyük ve çok kıymetdar kazanç şartı, farz namazını kılmak ve hapse sebebiyet veren günahlardan tövbe etmek ve sabır içinde şükretmektir. Zâten hapis çok günahlara manidir, meydan vermiyor.”403,bk.Sözler.137

            “Bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker ve bir saat sefahet keyfiyle -bir namus mes’elesinde- binler gün hem hapsin, hem düşmanının endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur.”404,bk.Sözler.135

            “Bazan bir adamın ihlası, yirmi adam kadar faide verir.”416

            “Beş-on senede medrese hocalarının tahsil derecelerini, Nur şakirdleri on haftada kazanır.”435

           

                                               MESNEVİ – İ   NURİYE

            “Üstad-ı hakikî Kur’an’dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur.”7

            “İnsanın kalbini binlerce âlemlere örnek ve pencere yapan ve beşerin kuvve-i hâfızasında tarih-i hayatını taallukatıyla beraber yazan, ancak ve ancak her şeyi yaratan Hâlık olabilir.”11

            “Evet kesret vahdete isnad edilmediği takdirde, vahdeti kesrete isnad etmek mecburiyeti hasıl olur.”16

            “Aklı başında olan bir adam münazaralı davalarda yalan söyleyemez. Çünki bilâhere yalanının açığa çıkıp mahcub olmasından korkar. Ve keza bir insan yalan söylediği takdirde pervasız, lâübali bir tarzda söyleyemez. Ve keza serbest, heyecanlı söylenmesine girişemez. -Velev âdi bir mes’ele, küçük bir cemaat içinde, küçük bir vazifede bulunan küçük bir şahıs olsun.-“24

            “İnkılab-ı hakaik ise muhaldir.”26

            “Âdem zamanından kıyamete kadar her bir asrın halkı bir saf olup, bütün asırlar safları onun arkasında, onun duasına “Âmîn” diyorlar.

            Bilhassa o zât, o cemaat-ı uzmada umum zevilhayata şamil pek şedid bir ihtiyac-ı azîm için dua eder. Ve onun duasına, yalnız o cemaat değil, belki arz ve sema ve bütün mevcudat “Âmîn” söyler. Yani “Ya Rabbena! Onun duasını kabul eyle. Biz de o duayı ediyoruz. Biz de onun taleb ettiğini taleb ediyoruz.”

            Bilhassa o cemaat-ı uzma önünde kıldırdığı namazda, öyle bir tazarru’ ve tezellül ile, öyle bir iştiyakla, öyle bir hüzün ile niyaz ve dua eder ki, kâinat bile heyecana gelir; O Zât’ın duasına iştirak eder. Evet öyle bir maksad için niyaz eder ki, eğer o maksad husule gelmezse, yalnız mahlukat değil âlem bile kıymetsiz kalır, esfel-i safilîne düşer. Çünki o zâtın matlubuyla mevcudat yüksek kemalâta erişir. Acaba o zât, o matlubu kimden istiyor? Evet öyle bir zâttan talebeder ki, en gizli ve en küçük bir hayvanın cüz’î bir ihtiyacı için lisan-ı haliyle yaptığı duayı işitir, kabul eder, ihtiyacını yerine getirir.

            …Evet o zât, Cenab-ı Hakk’ın rızasını ve Cennet’te mülâkat ve rü’yetiyle saadet-i ebediyeyi istiyor. Bu istenilen şeylerin icadına rahmet, hikmet, adalet gibi sayısız esbab olmadığı takdirde, o zât-ı nuranînin tek duası ve tazarru’ ile niyaz etmesi, Cennet’in icadına ve îtasına kâfidir. Binaenaleyh o zât’ın risaleti, imtihan ve ubudiyet için şu dünyanın kurulmasına sebeb olduğu gibi, o zâtın ubudiyetinde yaptığı dua, mükâfat ve mücazat için dâr-ı âhiretin icadına sebeb olur.

            Evet edna bir sesi, edna bir kimseden, âdi bir iş için işitip kabul etmekle; en yüksek bir savtı, en büyük bir iş için işitip kabul etmemek, emsalsiz bir kubh ve çirkinlik ve bir kusurdur. Bu ise, mümkün değildir. Çünki hüsn-ü zâtî, kubh-u zâtîye inkılab eder. “25-26

            “Ubudiyet dairesi bütün kuvvetiyle rububiyet dairesi hesabına çalışıyor. Tefekkür, teşekkür, istihsan levhası da bütün işaretleriyle hüsn-ü san’at ve nimet levhasına bakıyor.”29

            “Ubudiyet reisi, rububiyetin has mahbub ve makbulüdür.”29

            “Rububiyet-i âmme, ubudiyet-i küllîyi ister. Bu da zülcenaheyn resullerin vahdet-i İlahiyeyi halka ilân etmeleri ile mümkün olur.”34

            “O cemalin kesif âyinelerinden biri sath-ı arzdır. Bu sath-ı arz her asırda, her mevsimde, her vakitte daima tecelli etmekte olan o cilvelerin gölgelerini teşhir, tavsif, ilân ve izhar eder.”37

            “Dergâh-ı izzete iltica eden kurtuluyor.”38

            “Bu dünya ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil değildir. Ancak Cenab-ı Hakk’ın ebedî ve sermedî olan “Dâr-üs selâm” menziline davetlisi olan mahlukatın içtimaları için bir han ve bir bekleme salonudur.”40

            “Mef’ul fâilsiz olamadığı gibi, mef’ulün camid bir cüz’ü de fâil olamaz.

            …in’am ve ihsan, mün’im ve muhsinsiz olamaz.

            …sıfat mevsufsuz olamaz.

            …fiil fâilsiz olamaz.”54

            “Evet kâinat o Hâlık’ın nurunun gölgesi, esmasının tecelliyatı, ef’alinin âsârıdır.”56

            “Nefiste öyle dehşetli bir nokta ve açılmaz bir ukde var ki, zıdları birbirinden tevlid eder.”70

            “Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük vücudunda zerre-miskal kaldıkça hakikat güneşinin görünmesine mani’ bir hicab olur.”74

            “Bu hilkat sayesinde, insan eğer ubudiyet yoluna giderse; bütün lezzet, nimet, kemalât nevilerinin bir kısımlarına mazhar olmaya şâyandır. Ve keza eğer enaniyet yolunu takib ederse, çeşit çeşit elem ve azablara da mahal olmaya müstehaktır.”79

            “Kelime-i Tevhid’in tekrar ile zikrine devam etmek, kalbi pek çok şeylerle bağlayan bağları, ipleri kırmak içindir. Ve nefsin tapacak derecede sanem ittihaz ettiği mahbublardan yüzünü çevirtmektir.”80

            “Zâtî olan meziyetini mükâfat-ı uhreviyeye sakla, birkaç kuruşluk dünya metaına satma.”80

            “Zamanın geçti kabirden başka mekânın var mı? Bîçare! Aczine ve fakrına bir had var mı? Emellerin nihayetsizdir, ecelin yakındır. Evet böyle acz ve fakrınla iktidar ve ihtiyardan hâlî bir insanın ne olacak hali? Hazain-i rahmet sahibi Hâlık-ı Rahman-ür Rahîm’e, böyle bir acz ile itimad etmek lâzımdır. Odur herkese nokta-i istinad. Odur her zaîfe cihet-i istimdad…”87

            “İslâmiyetten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz Avrupa meftunu firenk mukallidleri, avam-ı müslimîne tercih etmek, maslahat-ı İslâma münafî olduğundan, âlem-i İslâm nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdad edecek…”91

            “Ene ile tabir edilen enaniyetin kalbi, Allah Allah zikrinin şua ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semavat ve Arz’a isyan edemez. O zikr-i İlahî sayesinde, ene mahvolur.”94

            “Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve zînetleri, Hâlıkımızı, Mâlikimizi ve Mevlâmızı bilmediğimiz takdirde cennet olsa bile cehennemdir.”95

            “Acz, nidanın madenidir. İhtiyaç duanın menbaıdır.”97

            “İnsan, yaşayış vaziyetince, bir dağdan kopup sel içine düşen veya yüksek bir apartmandan düşüp yuvarlanan bir şahıs gibidir.

            Evet hayat apartmanı yıkılıyor. Ömür tayyaresi şimşek gibi geçiyor.”100

            “Her şeyde kabiliyetinin liyakatına göre bir kemal-i ittikan vardır.”101

            “İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlas altında İslâmiyet ile iska edilmekle imanla intibaha gelirse, nuranî, misalî âlem-i emirden gelen emr ile öyle bir şecere-i nuranî olarak yeşillenir ki; onun cismanî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılab edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır.”107

            “Kalb, ebed-ül âbâda müteveccih açılmış bir penceredir. Bu fâni dünyaya razı değildir.”110

            “Küre-i Arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Ta’dili, büyük bir himmete muhtaçtır.”112

            “Çünki mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan, hayat-ı içtimaiyeye zehir olur. Ondandır ki, ilm-i usûlde “Mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Kâfir eğer zimmî olsa veya musalaha etse, hakk-ı hayatı var” diye usûl-i Şeriatın bir düsturudur. Hem mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin şehadeti makbuldür. Fakat fâsık merdud-üş şehadettir, çünki haindir.”145

            “Mahlukatın en zalimi insandır. İnsan, kendi nefsine olan şiddet-i muhabbetten dolayı kendisine hizmeti ve menfaati olan şeyleri hem sever, hem kıymet verir. Semeresinden istifade gördüğü şeylere abd ve köle olur. Aksi halde ne sever ve ne kıymet verir.”173

            “Evet Cenab-ı Hak melaikeye bildirmeksizin şeytanları def’ veya ihlâk edebilir. Fakat satvet ve haşmetinin iktizası üzerine bu kabil mücazatın müstehaklarına ilân ve teşhiri, azametine lâyıktır.”187

            “Cenab-ı Hakk’ın günahkârları afvetmesi fazldır, tazib etmesi adldir. Evet zehiri içen adam, âdetullaha nazaran hastalığa, ölüme kesb-i istihkak eder. Sonra hasta olursa, adldir. Çünki cezasını çeker. Hasta olmadığı takdirde, Allah’ın fazlına mazhar olur. Masiyet ile azab arasında kavî bir münasebet vardır.”217

            “İnsan fıtraten mükerrem olduğundan hakkı arıyor. Bazan bâtıl eline gelir. Hak zannederek koynunda saklar. Hakikatı kazarken ihtiyarsız dalalet başına düşer; hakikat zannederek başına giydiriyor.”227

                                                           MEKTUBAT

“Kamer, nuru çekildikçe vücudunu kaybettiği gibi, nursuz çok küreler, mahluklar gözümüzün önünde olup göremiyoruz.“8

            “Perde-i gayb içindeki âlem-i âhirete ait menzilleri dünya gözümüzle görmek ve göstermek için, ya kâinatı küçültüp iki vilayet derecesine getirmeli veyahut gözümüzü büyütüp yıldızlar gibi gözlerimiz olmalı ki yerlerini görüp tayin edelim.”9

            “Bir Fâtır-ı Hakîm ki; dağ gibi koca bir ağacı, tırnak gibi bir çekirdekte saklar.”9

            “Neşr-i hak için Enbiyaya ittiba’ etmekle mükellefiz.”12

            “İbn-i Hacer diyor ki: “Salahat niyetiyle sana verilen bir şeyi, sâlih olmazsan kabul etmek haramdır.”13

            “Hem âhirete müteveccih a’male mukabil sadaka ve hediyeyi almak, âhiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.”13

            “Der tarîk-ı Nakşibendî lâzım âmed çâr terk; terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk”

            “Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çiz: fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz!”18,Bak342

            “Kerametin izharı, zaruret olmadan zarardır. İkramın izharı ise, bir tahdis-i nimettir.”29

“İnsanlar, insana verilen cihazat-ı maneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilane davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umûruna ve şiddetlilerini vezaif-i uhreviyeye ve maneviyeye sarfetse, ahlâk-ı hamîdeye menşe’, hikmet ve hakikata muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur.“30

“Nâsihlerin nasihatları şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: “Hased etme! Hırs gösterme! Adavet etme! İnad etme! Dünyayı sevme!” Yani, fıtratını değiştir gibi zahiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: “Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz.” Hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.”30

            “BİRİNCİ SUALİNİZ: Hazret-i Âdem’in (A.S.) Cennet’ten ihracı ve bir kısım benî-âdemin Cehennem’e idhali ne hikmete mebnîdir?

            Elcevab: Hikmeti, tavziftir. Öyle bir vazife ile memur edilerek gönderilmiştir ki; bütün terakkiyat-ı maneviye-i beşeriyenin ve bütün istidadat-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları ve mahiyet-i insaniyenin bütün esma-i İlahiyeye bir âyine-i câmia olması, o vazifenin netaicindendir. Eğer Hazret-i Âdem Cennet’te kalsaydı; melek gibi makamı sabit kalırdı, istidadat-ı beşeriye inkişaf etmezdi.”39,Bk.İ.İ’caz.237,sözler.229,244.

            “Kâinattaki şerlerin, zararların, beliyyelerin ve şeytanların ve muzırların halk ve icadları, şer ve çirkin değildir; çünki çok netaic-i mühimme için halkolunmuşlardır. Meselâ: Melaikelere şeytanlar musallat olmadıkları için, terakkiyatları yoktur; makamları sabittir, tebeddül etmez.”40

            “Âlem-i insaniyette ise meratib-i terakkiyat ve tedenniyat nihayetsizdir.”40

            “Hayat cilve-i esma ile muhtelif harekâta mazhar olur, tasaffi eder, kuvvet bulur, inkişaf eder, inbisat eder, kendi mukadderatını yazmasına müteharrik bir kalem olur, vazifesini îfa eder, ücret-i uhreviyeye kesb-i istihkak eder.”42

            “Kur’an-ı Hakîm’in hizmetinin bütün siyasetlerin fevkinde bir ulviyeti var ki, çoğu yalancılıktan ibaret olan dünya siyasetine tenezzüle meydan vermiyor.”44

            “Haksızlığı hak zanneden adamlara karşı hak dava etmek, hakka bir nevi haksızlıktır. Bu nevi haksızlığı irtikâb etmek istemem.”45,bak.68

            “Hilafet ve saltanata geçen, ya Nebi gibi masum olmalı, veyahut Hulefa-yı Raşidîn ve Ömer İbn-i Abdülaziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi hârikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın. Halbuki Mısır’da Âl-i Beyt namına teşekkül eden Devlet-i Fatımiye Hilafeti ve Afrika’da Muvahhidîn Hükûmeti ve İran’da Safevîler Devleti gösteriyor ki; saltanat-ı dünyeviye Âl-i Beyte yaramaz, vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur’ana hizmet etmişler.”92,bak.98,Lem’alar.17,87,Şualar.80

            “Evet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mübarek eli Hakîm-i Lokman’ın bir eczahanesi gibi ve tükürüğü Hazret-i Hızır’ın âb-ı hayat çeşmesi gibi ve nefesi Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nefesi gibi meded-res ve şifa-resan olsa ve nev’-i beşer çok musibet ve belalara giriftar olsa; elbette Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a hadsiz müracaatlar olmuş. Hastalar, çocuklar, mecnunlar pek kesretli gelmişler, cümlesi şifa bulup gitmişler.”130-131

            “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sair letaifi ve duyguları ve cihazatı, çok hârikalara medardır.”138

            “Ey insan! İbret alınız… Kurt, arslan; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tanıyor, itaat ediyorlar. Sizlerin hayvandan, kurttan aşağı düşmemeye çalışmanız iktiza eder.”141

            “Cansız cenazeler onun risaletini tasdik etse; canlı olanlar tasdik etmese; elbette o cani canlılar, cansızlardan daha cansız ve ölülerden daha ölüdürler.”142

            “Mu’cize dava-yı nübüvvetin isbatı için, münkirleri ikna etmek içindir, icbar etmek için değildir.”190

            “Meşiet-i İlahiye ile vücuda gelen işlerde; “İnşâallah İnşâallah” yerinde, bilerek “tabiî tabiî” demek, ne kadar hata ve muhalif-i hakikat olduğunu kıyas et…”225

            “Bütün âlem, birtek ferd gibi dest-i kudretinde çevrilir.”228

            “Ehadîs-i şerifede gelmiş ki: “Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i muzırraları, İslâm’ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek az bir kuvvetle nev’-i beşeri herc ü merc eder ve koca Âlem-i İslâmı esaret altına alır.”249

            “Kur’ana ve imana ait herşey kıymetlidir, zahiren ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür. Evet saadet-i ebediyeye yardım eden küçük değildir.”261

            “Kabrin arkası için çalışınız, hakikî saadet ve lezzet ondadır.”262

            “Rahîm, Hakîm ve Vedud isimleri; zevale ve firaka muarız değiller, belki istilzam edip iktiza ediyorlar.”273

            “Doğrudan doğruya her âlem, Cenab-ı Hakk’ın rububiyetiyle idare ve terbiye ve tedbir edilir.”305

            “Zaruriyat-ı diniye mahfazaları olan elfaz-ı kudsiye-i İlahiyenin yerine hiçbir şey ikame edilemez ve yerlerini tutamaz ve vazifelerini göremez. Ve muvakkat ifade etseler de; daimî, ulvî, kudsî ifade edemezler.

…Tercüme dedikleri şeyler ise, gayet muhtasar ve nâkıs bir mealdir. Böyle meal nerede; hayatdar, çok cihetlerle teşa’ub etmiş âyâtın hakikî manaları nerede?”317

“Merkez-i Hilafet olan İstanbul’u beşyüz elli sene bütün âlem-i Hristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da beşyüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük câmilerin arkalarındaki tekyelerde “Allah Allah!” diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlahiyeden gelen bir muhabbet-i ruhanî ile cûş u huruşlarıdır.”417

“Nefis ne kadar mağrur da olsa, kendisi kendi kusurunu derkeder.“419

 

                                               TARİHÇE – İ   HAYAT

            “ Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur!…”54

            “Hindistan, İslâmın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadisinde çalışıyor. Mısır, İslâmın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâmın iki bahâdır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar. İlâ âhir…

            Yahu, şu asilzade evlâd, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını âfâk-ı kemalâtta temevvüç ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyyenin sırrını ilân edecektir.”73

            “Bu millet-i İslâmın cemaatleri, her ne kadar bir cemaat namazsız kalsa, hattâ fâsık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister.”125

            “Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir; akıl ve felsefe değildir.”125

            “Sakın! Sakın! şimdiye kadar mâbeyninizdeki fedakârâne uhuvvet ve samimâne muhabbet sarsılmasın. Bir zerre kadar olsa bile bize büyük zarar olur.”522

 

                                               BARLA   LAHİKASI

            “Cenab-ı Hakk’ın sana in’am ettiği vücudun, cismin, a’zaların, malın ve hayvanatın ibahedir, temlik değildir. Yani, istifaden için kendi mülkünü senin eline vermiş, istifade et diye ibahe etmiş.

…İbahe ve ziyafetin kaidesi ise; mihmandarın rızası dâhilinde tasarruf etmektir. Öyle ise israf edemez, başkasına ikram edemez, sofradan kaldırıp başkasına sadaka veremez, dökemez, zayi’ edemez. Eğer temlik olsa idi, yapabilirdi ve kendi arzusuyla hareket edebilirdi.

            Aynen bunun gibi; Cenab-ı Hak sana ibahe suretinde verdiği hayatı intihar ile hâtime çekemezsin, gözünü çıkaramazsın ve manen gözü kör etmek demek olan gözü verenin rızası haricinde harama sarfedemezsin.”351-352

 

                                               EMİRDAĞ   LAHİKASI -I-

            “Kalb-i üstad parlak bir âyine, bir mazhar, bir ma’kes.. lisan-ı üstad âlî bir mübellliğ, bir muallim, bir mürşid.. hâl-i üstad tecessüm etmiş en güzel bir örnek, bir nümune, bir misal oluyor. Tavaif-i beşerin ihtiyaçları yazılıyor, gösteriliyor.”59-60

            “Kardeşlerim! Merak etmeyiniz, Cevşen ve Evrad-ı Bahaiye bu defa dahi o dehşetli zehirin tehlikesine galebe etti; tehlike devresi geçti, fakat hastalık devam ediyor.”138,Bak.145,173,160,210,E.II / 112

            “Cenab-ı Hak hakkında suret muhal olmasından, suretten murad sîrettir, ahlâk ve sıfâttır.”143

            “Misyonerler ve Hristiyan ruhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünki her halde şimal cereyanı; İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avama müsaadekâr ve vücub-u zekat ve hurmet-i riba ile, burjuvaları avamın yardımına davet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde müslümanları aldatıp, onlara bir imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir.”157

            “Sen olmasaydın ben âlemleri yaratmazdım.” Ali el-Kâri, Şerhü’ş-Şifâ: 1:6; el-Aclunî, Keşfü’l-Hafâ: 2:164.)beyanında “Bu hitab zahiren Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’a müteveccih ise de, zımnen hayata ve zevilhayata raci’dir.” fıkrası, ta’dile muhtaçtır. Çünki küllî hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) hem hayatın hayatı, hem kâinatın hayatı, hem İsm-i A’zam’ın tecelli-i a’zamının mazharı ve bütün zîruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitab doğrudan doğruya ona bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder.”174,Bak.R.N.Kudsi Kaynakları.226,273,306-308

“Şeair-i İslâmiyeye ve siyaset-i İslâmiyeye darbe vuranlar oniki, onüç, ondört, onaltı sene zarfında büyük darbeler yiyecekler”208

            “Ehl-i Beyt’e zulmedenler şimdi âhirette cezasını öyle bir tarzda görüyorlar ki, bizim onlara hücumla yardımımıza bir ihtiyaç kalmıyor. Ve mazlum Ehl-i Beyt, muvakkat bir azab ve zahmet mukabilinde o derece yüksek bir mükâfat görmüşler ki, aklımız ihata etmiyor. Değil şimdi onlara acımak, belki onlara o hadsiz rahmete mazhariyetleri noktasında binler tebrik etmek gerektir ki; birkaç sene zahmetle, milyonlar mertebeler ve bâki saadetler âhirette kazandıkları gibi; dünyada da kaldıkları zamanda, ehemmiyetsiz, dünyanın fâni saltanatı ve muvakkat hâkimiyeti ve karışık siyasetine bedel, manevî birer sultan ve hakikat âleminde birer şah, birer manevî padişah makamını kazandılar. Valiler yerine, evliyalar, aktablara kumandan oldular. Kazançları bire bin değil, milyonlardır.”209-210

            “Yezid ve Velid gibi habis herifler müstesna, ötekilerin kısm-ı a’zamı, İmam-ı Ali’nin (R.A.) hârika kemalâtına ve kerametlerine ve verasetine ilişmek değil, belki yalnız hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye ait idaresine darbe vurmağa çalışmışlar, hata etmişler.”211

            “Vazifemiz, ihlas ile ve sebat ve tesanüdle ve mümkün olduğu kadar ihtiyat ile “sırran tenevverat” irşad-ı Alevîyi fiilen tasdik etmek, ona göre hareket etmektir. Yoksa, muarızlara mukabele etmek ve onların hücumundan telaş etmek değil. Muvaffakıyet ve fütuhat-ı Nuriye ve revaç ile intişarı ise, vazife-i İlahiyedir. Vazifemizi yapıp, vazife-i İlahiyeye karışmamak gerektir.”212

            “Hem eski talebelerimden olan hocalara ve kardeşime, hem şimdiki Ankara’da ve İstanbul’daki resmî hocalara bağırarak dedim: “Ey insafsızlar! Neden hem vazifeniz, hem medresenin mahsulü, hem size farz-ı ayn gibi lüzumu bulunan bu hizmet-i imaniyede bana yardım etmiyorsunuz. Belki de sizin lâkaydlığınızdan çokların çekilmesine sebebiyet veriyorsunuz. “İmam-ı Ali’nin (R.A.) âhirzamanın bir kısım hocalarına vurduğu tokattan hissedar oluyorsunuz”

            … Memuriyet gibi derd-i maişet belasıyla bîçare hocaları dairelerine çekip, Nurlardan uzaklaştırıyorlar. Bîçare hocalar, Nurların kıymetini bilmiyorlar değil; belki derd-i maişet veyahud o heyet-i ülemadaki büyük hocalara itimad edip ve kendi tahsil ettiği ilm-i dinî kendi imanını kurtaracak derecesindedir zannıyla lâkayd kalıp, ruhsatla amel etmeğe kendine fetva buluyor.(Bak.235)

            …. Elbette hassas ve bir derece zaîf hocalara ehemmiyetli bir korku verip bir mazeret olur. Onun için, ekseriyet değil; belki yalnız fevkalâde bir cesaret ve gayret taşıyan bir kısım hocalar, Nurlar dairesine girip, girmeyenleri de bir derece afvettirdiler.-Bak.226-227,E-II/88

            … Bazı hocalar, “Minare kadar yüksek bir adamı”, hem “Alnında okunacak bir yazı bulunacak” hem “Birden eli bir su ile delinecek” gibi hakikatın perdesi olan teşbihleri hakikat zannetmek bahanesiyle, Nur’un bazı ihbarat-ı gaybiyesi, sathî nazarlarına muvafık gelmiyor.. ona daha yanaşmıyor.”213-214

            “Bu milletin yüzde doksanı, bin seneden beri an’ane-i İslâmiye ile, ruh ve kalb ile bağlanmış. Zahiren muhalif-i fıtratındaki emre, itaat cihetiyle serfüru’ etse de kalben bağlanmaz.”219

            “Hocalar kısmının yüzünü ak eden Nur’un santralı Sabri’nin mektubunda, merhum Hâfız Ali, Hasan Feyzi ve onların halefi ve vazifelerini gören Ahmed Fuad’ın, ihtiyar ve vazifesi bitmek üzere olan bu bîçare üstadlarına bedel ömrünü feda etmek, onun yerinde çabuk berzaha gitmek gibi; Sabri kardeşimiz de dördüncü olmak üzere ve ömrünü kabilse bana vermek, nefis ve kalbini ikna’ edip bana yazıyor.”224

            “Gayet mühim malûmatlı, dünya ile çok alâkadar ve siyasî tüccar bir hoca, bana karşı ilişmedikleri için; ben de onları daire-i Nur’a celbetmeğe çalışmadım, onlara da ilişmedim.”225

            “Bazı mutaassıb enaniyetli hocaları da şahsımın aleyhine çeviriyorlar, güya Nurları söndürmeye çalışıyorlar.”228,E-     I/11,23,43,288,Bak.Kastamonu.72,226,242,Tarihçe.77,375,R.N.Kutsi Kaynakları.A.Badıllı.183

“Esasen Risale-i Nur ise; ona şakird olmak şartıyla, herkesin kendi malı gibidir.”257

“Gördüm ki; âlem-i misal, nihayetsiz fotoğraflar ve herbir fotoğraf, hadsiz hâdisat-ı dünyeviyeyi aynı zamanda hiç karıştırmayarak alıyor. Binler dünya kadar büyük ve geniş bir sinema-i uhreviye ve fâniyatın fâni ve zâil hallerini ve vaziyetlerini ve geçici hayatlarının meyvelerini sermedî temaşagâhlarda ve Cennet’te saadet-i ebediye ashablarına dünya maceralarını ve eski hatıralarını levhalarıyla gözlerine göstermek için pek büyük bir fotoğraf makinesi olarak bildim.”260-261

            “Bir hadîs-i şerifin, âhirzamanda an’anat-ı İslâmiyenin zararına çalışacak diye haber verdiği adam, bu olduğunu ef’aliyle göstermesidir. Ben otuzaltı sene evvel o hadîsi tefsir etmiştim. Aynen bu adama manası çıkmış.”283

“Ben, medreseden çıktığım için hocalardan istimdad etmek lâzımken, bütün kuvvetimle maarif dairesine ve mekteblilere itimad edip onlara dayanmak istiyordum. Çünki Nur dairesine girenlerin çoğu mekteblilerdir, hocalar azdır; çoğu çekindiği halde, mektebliler, kemal-i takdirle Nurlara sahib çıktığı…”286

 

                        KASTAMONU     LAHİKASI

“İkiyüz sene kadar dünyanın ömrü bâki kalmışsa, bir fırka-i dâlle dahi devam edeceği…”16,Bak.186-188,R.N.Kudsi Kaynakları.283,704

“Suud ve terakki, müslüman için ancak İslâmiyette ve imanlı olmakta..”17

“Bu Alman mağlubiyetiyle neticelenen bu harbde, Osmanlı Devleti’nin mağlubiyetinin hikmeti nedir?”

Cevaben Eski Said demiş ki: Eğer galib olsaydık, medeniyet hatırı için çok mukaddesatı feda edecektik. -Nasılki yedi sene sonra edildi.- Ve medeniyet namıyla Âlem-i İslâm hususan Haremeyn-i Şerifeyn gibi mevâki’-i mübarekeye Anadolu’da tatbik edilen rejim kolaylıkla, cebren teşmil ve tatbik edilecekti. İnayet-i İlahiye ile onların muhafazası için, kader mağlubiyetimize fetva verdi.”18

            “Kâfir ve münafıkların Cehennem’de yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak; Kur’anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir. Çünki masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o bîçare hayvanlara şedid bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû’-i akibetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni’ bir gadirdir.”70

            “O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar eğer onbeş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı maneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.

            Onbeşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür; belki onu Cehennem’den kurtarır. Çünki âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî’ye (A.S.M.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa’nın (A.S.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (A.S.) mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaîfler, müstebid büyük zalimlerin cebr ü şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet, onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalaletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikattan haber aldım. Cenab-ı Erhamürrâhimîn’e hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem-i şefkatten teselli buldum.”102-103

“Ehl-i ibadet ve salahat dahi, ekser insanların aç kaldığı bu zamanda ve çok karışmış ve haram ve helâl farkedilmeyecek bir tarza gelmiş ve şübheli mal hükmünde ve manen müşterek olan erzak-ı umumiyeden helâl olmak için mikdar-ı zaruret derecesine kanaat ediyorum diye, bu mecburî belaya bir riyazet-i şer’iye nazarıyla bakmaktır. Kader-i İlahiyeye karşı şekva ile değil, rıza ile karşılamaktır.”130,Bak.187

“Derd-i maişet sersemliğiyle, ekser halk âhiret işlerine ikinci derecede bakmalarından, ehl-i dalalet istifade edip onları avlıyorlar.”142,Bak.193

“Farz ve vâciblerde ve şeair-i İslâmiyede ve Sünnet-i Seniyenin ittibaında ve haramların terkinde riya giremez.”168

Riyaya insanları sevkeden esbabın;

            Birincisi: Za’f-ı imandır.

İkinci Sebeb: Hırs u tama’, za’f u fakr noktasında teveccüh-ü nâsı celbine medar riyakârane vaziyet almıya sevkediyor.

Üçüncü Sebeb: Hırs-ı şöhret, hubb-u câh, makam sahibi olmak, emsaline tefevvuk etmek gibi hisler ve insanlara iyi görünmek, tasannu’kârane haddinden fazla kendine ehemmiyet verdirmek ve tekellüfkârane lâyık olmadığı yüksek makamlarda görünmek tarzını takınmak ile riya eder.”168

“Evet bir şahsın tehevvüsü için büyük bir daire-i muhita hareket-i mühimmesinden durdurulmaz.”201

“Küllî kanunların tazyikinden feryad eden ferdlere, inayat-ı hassa ve imdadat-ı hususiye ile ve ihsanat-ı mahsusa ile Rahmanürrahîm her bîçarenin imdadına yetişebilir. Dertlerine derman yetiştirir. Fakat o ferdin hevesiyle değil, hakikî menfaatıyla yardım eder. Bazan, dünyada istediği bir cama mukabil, âhirette bir elmas verir.”201

“Derd-i maişet zaruretine karşı iktisad ve kanaatla mukabele etmeye zaruret var.”203

“Zarurete düşen bir şakird, zekatı kabul edebilir.”203

“Bu acib asırda dehşetli bir aşılamak ve şırınga ile hem hakikî, hem mecazî iki nefs-i emmare ittifak edip; öyle seyyiata öyle günahlara severek giriyor, kâinatı hiddete getiriyor.”213

 

                     MUHAKEMAT

“Kur’an’ın üslûb-u hakîmanesine yemin ederim ki: Nasara’yı ve emsalini havalandırarak dalalet derelerine atan, yalnız aklı azl ve bürhanı tard ve ruhbanı taklid etmektir.”34

“Nev’-i beşer, şer ve kubh ve bâtılı, zahmetsiz yani (biselâmet-il emr) ile hazmedemeyecektir. Hem de hikmet-i İlahiye müsaade etmeyecektir.”35

“Hîna ki, kıssa hisse içindir; sana ne lâzım teşrihatı.. nasıl olursa olsun sana taalluk edemez. Kendi hisseni al, git.”61

“Şems, istikrarla beraber tanzim-i maişetiniz için cereyan ediyor.”66

“Evet mecazda bir dane-i hakikat bulunmak lâzımdır ki, mecaz ondan neşv ü nema bularak sünbüllensin.”68

“Evet şems, emr-i İlahîye temessül eden ve herbir hareketini meşiet-i İlahiyeye tatbik eden bir çöl paşasıdır.”71

 

                   20-6-200                       

MEHMET       ÖZÇELİK  




BEDİÜZZAMAN DEDE

                                   BEDİÜZZAMAN       DEDE

            Sevgili çocuklar. Beni tanıdınız mı?Beni tanımadıysanız gelin sizinle tanışalım:

            Herkes annesinin karnında iken,Hadis-de de belirtildiği üzere:”Said,annesinin karnında iken said,şaki (eşkıya )de annesinin karnında iken şaki olarak yaratılmıştır.” Ben de öyle olayım ve kalayım diye bana SAİD adını vermişler.

            Gelişime çok sevinen anne ve babam beni kucaklarından indirmeyip,gözleri gibi bakmaya başlamışlar. Gereğinden fazla ihtimam göstermişler. Aslında bu hallerine başkaları gibi kendileri de şaşmakta imişler. Sanki bir kuvvet kendilerini sevkediyormuş gibi hareket ediyorlarmış. Başkalarından,ellerinin değmesinin benim hayatımı değiştirir korkusuyla gözleri gibi koruyor,saklıyorlarmış.Kem gözler ruhumda yara açmasın,kem eller elektrik akımı gibi vücuduma akıp tahrib etmesin,kem ağızlar özümü yakmasın,kem ayaklar bana çelme takmasın diye beni onlardan uzak tutuyorlarmış…

            Aman canım,böyle de şey mi olurmuş? dediğinizi aklımla duyar gibiyim. İsterseniz size olmuş şöyle bir hadise anlatayım:

            “Vakti zamanın birinde kalbi açık evliyadan iki büyük zat varmış. Bunlar ikizlermiş ve hayatlarında hiçbir zaman doğruluktan ayrılmazlarmış. Hak ve hukuk konusuna çok mu çok dikkat ederlermiş. İnsanlara va’z ve sohbet etmeyi de ihmal etmezlermiş.

            Bunlardan birisi bir gün Cuma vaazında çok kalabalık bir cemaata ihlaslı bir şekilde va’z edip,cemaat de hayret ve dehşet içerisinde onu dinlemekte iken;kardeşinin kapıdan içeriye girip,etrafa şöyle bir göz gezdirdikten sonra,girip oturmadan tebessüm ederek çıktığını görür. Bu duruma çok üzülür. Kardeşinin kendi konuşmasını beğenmediğini zanneder. O üzüntü içerisinde sohbeti bitirir. Namaz kılınır. Hala kafasında kardeşinin o hali gözünün önünde,o durumu sürekli bir şerid gibi gezmeye başlar.

            Düşünceli düşünceli eve gelir. Kardeşi de gelmiştir. Belki rahatlar düşüncesiyle içini annesine açar ve der:

            Anneciğim. Ben kardeşimden şikayetçiyim.” Sebebi sorulduğunda da,”Çünkü,ben camide va’z ederken,herkes memnun memnun dinlemekte olduğu halde,kardeşim geldi,beni dinlemeden,tebessüm ederek gerisin geriye çıkarak gitti.”

            Anne öbür kardeşine dönerek,neden bunu yaptığını sorar. O kardeş de başlar anlatmaya:”Sevgili anneciğim ve sevgili kardeşim. Ben bu hareketimle hakaret etmedim. Kardeşimi hafife alıp,dinlememek için çıkıp gitmiş değilim. Tebessüm edip çıkıp gitmemin sebebi şu idi:Camiye adımımı attığımda her taraf tıklım tıklım dolu idi. herkes büyük bir memnuniyetle dinlemekte idi. Boş kalan yerler de ve aralar da meleklerce doldurulmuş idi. Hem cemaatı hem de melekleri,bulundukları bu güzel durumdan rahatsız etmemek istedim. Ta ki o feyizli sohbetin feyzinden mahrum kalmasınlar diye…”

            Bu sefer hayret ve şaşkınlık sırası öbür kardeşe gelmişti. Biraz rahatladığını hissetmiş,kardeşinden özür dileyerek annesine dönüp;-neden kendisinin de kardeşi gibi o durumu göremediğini annesine sorduğunda,aldığı cevap ibretliydi.

            Bir müddet düşünen annesi başladı anlatmaya:”Yavrularım. sizi doğduğunuzdan beri bir kere olsun abdestsiz emzirmedim. Ancak bir gün sizi yatırmış meşgul olmakta iken sen ağlamıştın. Ben sana yetişip almaya kalkana kadar,komşu kadın yetişerek seni kucağına almış,bir kere emzirmişti. İşte sen,o kadının bir kere emzirmesinden dolayı görememektesin..”

            Bir de devamlı o vaziyette emzirileni varın siz düşünün…

            Bu olaya benzer kendimle alakalı bir hadiseyi de Tahdis-i nimet yani Allah’ın nimetine bir şükür olması düşüncesiyle anlatayım:

            Bildiğiniz gibi ben 1873 yılında Bitlis vilayetine bağlı Hizan-ın Nurs köyünde doğmuşum. Küçük yaşta ilme olan merakım,beni diyar diyar gezdirdi. Hiçbir yerde aradığımı bulamadım. Bazen bana ders verecek hocanın olmayışı,talebelerin beni çekemeyip üzerime gelmeleri,hatta bir defasında kalabalık olarak üzerime geldiklerinde onlarla mücadele etmiş ve hocama da:”Efendim,bunlara söyleyin,kalabalık değil,ikişer ikişer gelsinler,demiştim de hocam:-Sen benim talebemsin,onlar sana bir şey yapamaz. Yaparlarsa sen bana söyle-demişti.

            Seksen cilt kitabı ezberlemiştim. Bu denizler bana küçük geliyordu. artık okyanuslara açılmam gerekiyordu. Bu düşünce ile kalktım şarkın yaylalarını ve sarp dağlarını aşarak İstanbula vardım. Gördüğüm sadık bir rüyada Peygamber efendimiz bana:”Ümmetimden soru sormamak üzere sana ilmi hakikat ve hikmet ilmi verilmiştir.” Yani ayet-i kerime de Rabbimizin:”Kime hikmet verilmişse Muhakkak ona büyük hayır verilmiştir.”

            Bu hakikatlar doğrultusunda Beyazıt’da Şekerci iş hanına astığım tabelada:”Her soruya cevap verilir. Soru sorulmaz.” Bu durum üzere her gün yüzlerce kişi geliyor,muhtelif alanlarda sorular sorup cevablarını alarak gidiyorlardı.

            Bu durum dikkatini çeken birkaç kişi,bendeki bu farklılıktan dolayı sebebini araştırmak üzere ailemin yanına varmak üzere uzun bir yolculuktan sonra nihayet gündüz vakti köye varıyorlar. Sora sora evimize varıp kapıyı çaldıklarında annem çıkıyor. Babamı soruyorlar. Annemde babamın tarlada olduğunu,akşama doğru geleceğini söylüyor. Bu arada beklemek üzere olan bu kişiler anneme de birkaç soru soruyorlar. Mesela;beni nasıl büyüttüklerini sorduklarında annem cevaben;-Doğumundan beri onu her emzirişimde abdestsiz olarak emzirmedim-diyor.

            Babamı beklemeye devam ederler. Akşama doğru,babamın,önüne iki öküzü katmış gelmekte olduğunu,ancak öküzlerinin ağızlarının bağlanmış olduğuna şaşarlar. Çünkü hasat zamanı değildir ki,hayvanlar mahsule saldırsınlar. Kendilerinin hasat zamanında böyle yaptıklarını düşününce buna bir mana veremezler. Babama sebebini sorduklarında babam onlara:

            -Bizim tarla biraz uzaktadır. Buraya gelinceye kadar etrafta başkalarının bağları,bahçeleri ve tarlaları vardır. olur ya,yanlışlıkla hayvanlar oraya giripte bir şeyler yemesinler diye ağızlarını bağladım-der.

            Onlar da;elbette böyle bir anne ve babadan böyle bir evlat doğar,diyerek başka soru sormaya hacet kalmadığını,artık meselenin anlaşılmış olduğunu söyleyerek,oradan ayrılırlar.

            Asrın geçirdiği dehşetli inkilaplar gibi,bende de manevi büyük inkilaplar oldu. Asır değişmiş,her şey başkalaşmıştı. Maddi-manevi temelleri sarsılan bu insanların manevi büyük bir inkilaba ihtiyaçları vardı. Bu inkilap temelden başlamalı idi. Yıkılan manevi yapılar yeniden yapılanmalıydı. Bu durum da sıfırdan başlamak üzere ferd ferd ilgilenilmeli idi. Asrı saadetteki gibi,bir iman seferberliği içerisine,herkese farzı ayın olarak başlanmalı idi. Kalblerde sönen iman ateşi yeniden yandırılmalı,yeniden tutuşturulmalı,İslam güneşini örten perdeler yeniden aralanmalı ve açılmalı idi.

            Bu gaye ve düşünce ruhumda yer etmiş,ruhuma ruh,aklıma akıl,kalbime kalb olmuştu. Onsuz ben ve ben gibi benler bir hiç ve yok idi.

            O andan itibaren bütün sesim ve nefesimle,dünyaya ve bizden sonraki nesillere ve ruhlara işittirecek bir şekilde –Allah- dedim. Dediğim için suç oldu,ben buna aldırmadım. Sürüldüm,ben buna üzülmedim. Hapsedildim,gam yemedim. Her türlü eziyet bana reva görüldü,onun arkasındaki hikmeti gördüm. Ondokuz kere öldürücü zehirlerle zehirlendim,zehirler panzehir oldu. Yirmi sekiz sene zindandan zindana attılar,zindanlar birer Medrese-i Yusufiyye oldu. Yapılan tüm bu işler hep imha içindi. Onlar imhaya çalıştıkça,Allah ihya edip,diriltti.

            İstifade edilmek için çağrıldığım meclis de silahla karşılandım. Gül değil,kurşun atıldı. O kurşunlar gül oldu. Atanlar soldu,anlatılanlar sümbül oldu.

            Sürgün diye sürdükleri yerdekiler bana ve davama sahip çıktılar. Bu durum onları kudurttu. Ceza olarak yine sürdüler. Sürdükleri yerler birer medreseye dönüştü. Son kez ve son koz olarak unutturmak amacıyla,unutulmuş bir yer buldular. Sevindiler. Onlar için bu bir sibiryaya denk idi. Adeta böyle bir yeri bulmak için çok süründüler. Buldukları yer ise Barla idi. Oysa burası bir bitişin değil,başlayışın hedef noktası olmuştu. Bütün insanlığa ulaşacak Kur’an ve İslam güneşinin ışıklarının gittiği,aleme dağıldığı yer idi. Geçmiş ve gelecek asırlardaki insanların bekleştiği,gökte meleklerin arzuladığı ve ulaşmayı istediği,ancak Musa (AS) nın Asa-sı gibi sondajını vuracak,sahibini uzun yıllar beklediği ölümsüz pınar,başında bekleyen çınar altındaki mekanda idi.

            Artık kalblerdeki şifreyi açacak numara ve anahtar bulunmuş,geriye açmak kalıyordu. Ve ona da başlandı Barla’da. Kadın-erkek,çoluk-çocuk,çoban,efe geceli gündüzlü durmadan santral gibi çalışmaya başlamışlardı. Artık kapalı olan kalblere mesajlar akmaya başlanmıştı. İnsanlarda bir değişiklik olmaktaydı. Böylece rahmet olan Nur suyu en katı kalbleri delmiş,akmaya başlamıştı. Canavarlar rahmet meleği kesilmişti. Bu durum engelleyenlerin yüzsüz yüzünü de değiştirmişti. Yanmakta olan cehennemin siyah alevleri gibi…

            Görmeğe değerdi… Zulümler daha da arttı. Artık bir kişiye değil,binlerce kişiye uygulanmaktaydı. Artık nafile. Çünkü ok yaydan çıkmıştı. Hedefi vurmak üzere ışık hızıyla gitmekteydi. Hiçbir şey onu durduramaz,dünyanın gücü ona mani olamazdı. Evet. Kader hükmünü vermişti. Bilenler bunu biliyordu.

            Gün be gün mühürlü olan kalbler açılıyor,bazılarının da foyası ile boyası ortaya çıkıyordu. İman ile küfür tüm açıklığıyla madden dahi görülüyordu.

            Öldürülmek istenilenlerin ölmeyişi,ölenlerin bire yüz dirilişi,cenaze hırsızları ve kabir soyguncuları olan bu insanları kahrından öldürüyordu.

            Artık yavaş yavaş uyur gezerler gibi,ölür gezer halinde olan bu hareket eden cenazeler,yerlerini gerçek hayat sahiplerine terketmekte idi.

            Gökten inip çorak toprağı dirilten yağmur misali,Barla pınarından akan su,rahmet suyu olarak girmiş olduğu çorak ve ölü kalblerde olan buzulları eritiyor,fırtına ve kış yerini bahara devrediyordu. Suyun vardığı ve ulaştığı yerler canlanıyor ve hareketleniyordu.

            Suyun önüne konulan barikatlar aşılıyor,setler yıkılıyor,zulmün ördüğü karanlık üreten barajlar yıkılıyor,yerine nur üreten tirübünler ve barajlar inşa ediliyordu.

            Zulmün ve küfrün diktiği piramitler çatırdıyor,yerine abideler dikiliyordu.Artık kötülüklerin satıldığı pazarda           alternatif mallar da sergileniyor ve alıcı buluyordu. Bu durum çok fırtınaların kopmasına neden oluyor,müşterisini kaybedenlerce etraf karıştırılıyor ve karışıyor,bazı malların gizlenmesine çalışılıyordu.

            Devir ve devran değişmekte idi. Devrimbazlar ise,devire devire bitiremediklerini hala devirmeye devam ediyorlar,başka sermayeleri bulunmadığından onlarla meşgul oluyorlardı. Bin yıllık değerler bitirilmeye çalışılıyordu. Ve yapılmıştı da…

Bu yıkım tarihte hiçbir yıkıma benzemiyordu.

            Ancak yapımda da farklı harikalıklar oluyor,gün yüzü gibi görülüyordu. Demek ki,rakibler birbirine denk ve aynı sıklette idiler. Bu son raund ve son rövanş da şer cephesi bütün kuvvetiyle hücum etmekte,adeta Hz. Âdem-den beri biriken intikamlarını bir kerede alma ve bir kerede kusmak istiyorlardı.

            İman cephesinde ise aynı hak ve adalet içerisinde hareket ederek,şerrin bilinen tüm kalelerinde gedikler açılırken,,hayat damarları da tıkanmaktaydı. Artık kurtuluşu olmayan damar tıkanıklığı ve kanserine tutulmuştu. Şairin dediği gibi;

            Sur’da bir gedik açtık,mukaddes mi mukaddes.

            Ey kahpe rüzgar,her nereden esersen es…

            Her şeyiyle tükenen şer cephesinde ne ses,ne de nefes kalmıştı,tükenmekte idi. Bütün bu saldırılar ve bağırışlar bir bitişin ve ölümün son çırpınışları idi. onun için esaretimde Rus-un bana çektirmediğini bunlar çektirmişti.

            Aslında hikayede anlatmakta olduğumuz her türlü zulüm ve işkence,kendisine reva görülen ben Said değil,onun temsil etmiş olduğu milleti ve savunmasını yaptığı dini davası idi.

            Sevgili çocuklar. Bediüzzaman dedenizin belki de acele edip kışta gelmesi,her türlü ızdırabı yaşayıp göğüslemesine rağmen,inşaallah sizler cennet gibi bir baharda geleceksiniz. Artık havanın açılması gibi yer yüzü de açılmış,ağaçlar çiçek açmış ve meyve verecektir. Şimdiden görür gibiyim..ümitvârım…

            Zaman göstermiştir ki;Cennet ve cennet gibi bir hayat ve o zeminin oluşması ucuz ve kolay değil. Cehennem gibi bir hayatı yaşatan içinde cehennem lüzumsuz değil…

 

                                                                                              MEHMET   ÖZÇELİK




BEDİÜZZAMAN YÜZ KAPISI DA AÇIK BİR KAPI

BEDİÜZZAMAN  YÜZ KAPISI DA AÇIK BİR KAPI

             Bediüzzaman yüz kapısı da açık olan bir şaheser ve şahsiyettir.Herkes o kapıya girdiği noktadan onda kendini ve kendisi için aradığını bulabilir.

            Tıpkı Kur’anı kendisine üstad edindiği,ondan iktibas ettiği hakikatlarda görüldüğü gibi…

“Elfaz-ı Kur’aniye, öyle bir tarzda vaz’edilmiş ki, herbir kelâmın, hattâ herbir kelimenin, hattâ herbir harfin, hattâ bazan bir sükûtun çok vücuhu bulunuyor. Herbir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir.”[1]

“Her şeyden Cenab-ı Hakk’ın nuruna bir kapı açılır. Bu kapılardan birisinin kapanması, gayr-ı mütenahî sair kapıların da kapanmasını istilzam etmez. Fakat, hepsinin bir miftah ile açılması mümkündür.”[2]

“Cenab-ı Hakk’a nâzır ve ona vâsıl olan yollar, kapılar; âlemin tabakaları, sahifeleri, mürekkebatı nisbetinde bir yekûn teşkil etmektedir. Âdi bir yol kapandığı zaman, bütün yolların kapanmış olduğunu tevehhüm etmek, cehaletin en büyük bir şahididir. Bu adamın meseli, gayet büyük askerî bir karargâhı hâvi büyük bir şehirde, karargâhın bayrağını görmediğinden, sultanın ve askeriyeye ait bütün şeylerin inkârına veya teviline başlayan adamın meseli gibidir.”[3]

 Onun en geniş kapısı iman ve marifet kapısıdır.

            Onun gösterip çalarak açmamızı istediği kapılar ve mahiyetleri ise;

 “Rahmet kapısı, Nur kapısı, Hak kapısı, ondan sıkılmam, geri çekilmem.”[4]

 “Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Bir tek kapı açılmasıyla, o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemeyeceği söylenemez.

            İşte hakaik-i imaniye o saraydır. Herbir delil, bir anahtardır, isbat ediyor, kapıyı açıyor. Bir tek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez. Şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir; isbat edici bütün delilleri nazardan iskat ediyor. “İşte, bu saraya girilmez, belki saray değildir, içinde birşey yoktur.” der kandırır.”[5]

            “Hazine-i rahmetin en kıymettar pırlantası ve kapıcısı Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, en birinci anahtarı dahi “Bismillahirrahmanirrahîm”dir. Ve en kolay bir anahtarı da salavattır.”[6]

             “Hâlık ve Rezzak, ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat, onun elindedir. O hem Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Hem Rahîm’dir; ihsanı, merhameti çoktur” diye itikad ettiğinden her şeyde bir hazine-i rahmet kapısını bulur. Dua ile çalar.”[7]

             “Dildeki kuvve-i zaikayı, Fâtır-ı Hakîm’ine satmazsan, belki nefis hesabına, mide namına çalıştırsan; o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzak-ı Kerim’e satsan; o zaman dildeki kuvve-i zaika, rahmet-i İlahiye hazinelerinin bir nâzır-ı mahiri ve Kudret-i Samedaniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.”[8] 

            “İşte ey akıl, dikkat et! Meş’um bir âlet nerede? Kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Âdi bir kavvad nerede? Kütübhane-i İlahînin mütefennin bir nâzırı nerede? Ve ey dil, iyi tad! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede? Hazine-i hassa-i rahmet nâzırı nerede?”[9]

             “Hayat-ı ebediye esasatını ve saadet-i uhreviye levazımatını tedarik etmek için verilen akıl, kalb, göz ve dil gibi güzel hediye-i Rahmaniyeyi, Cehennem kapılarını sana açacak çirkin bir surete çevirmektir.”[10]

             “Evet bütün ehl-i ihtisas ve müşahedenin ve bütün ehl-i zevk ve keşfin ittifakıyla; o uzun ve karanlıklı ebed-ül âbâd yolunda zâd ü zahîre, ışık ve burak; ancak Kur’anın evamirini imtisal ve nevahisinden içtinab ile elde edilebilir. Yoksa fen ve felsefe, san’at ve hikmet, o yolda beş para etmez. Onların ışıkları, kabrin kapısına kadardır.[11] 

“Beş vakit namazı kılmak, yedi kebairi terketmek; ne kadar az ve rahat ve hafiftir. Neticesi ve meyvesi ve faidesi ne kadar çok mühim ve büyük olduğunu; aklın varsa, bozulmamış ise anlarsın. Ve fısk ve sefahete seni teşvik eden şeytana ve o adama dersin: Eğer ölümü öldürüp,zevali dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı, beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle dinleyelim. Yoksa sus. Kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim. Evet söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen ve hakikatı gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.”[12]

 “Kabir ehl-i dalalet ve tuğyan için vahşet ve nisyan içinde zindan gibi sıkıntılı ve bir ejderha batnı gibi dar bir mezara açılan bir kapı olduğu halde, ehl-i Kur’an ve iman için zindan-ı dünyadan bostan-ı bekaya ve meydan-ı imtihandan ravza-i Cinâna ve zahmet-i hayattan rahmet-i Rahman’a açılan bir kapıdır…”[13]

             “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; risaletiyle dünyanın kapısını açtığı gibi, ubudiyetiyle de âhiretin kapısını açar.”[14]

             “Evet rahmetin erzak hazinelerinden olan bir şecerenin uçlarında ve dallarının başlarındaki meyveler, çiçekler, yapraklar ihtiyar olup, vazifelerinin hitama ermesiyle gitmelidirler. Tâ, arkalarından akıp gelenlere kapı kapanmasın. Yoksa rahmetin vüs’atına ve sair ihvanlarının hizmetine sed çekilir.”[15]

             “Hiç mümkün müdür ki: Bütün enbiya mu’cizelerine istinad ederek sözünü teyid ettikleri ve bütün evliya keşf ü kerametlerine istinad edip davasını tasdik ettikleri ve bütün asfiya tahkikatına istinad ederek hakkaniyetine şehadet ettikleri Resul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in tahakkuk etmiş bin mu’cizatının kuvvetine istinad edip bütün kuvvetiyle, hem kırk vecihle mu’cize olan Kur’an-ı Hakîm binler âyât-ı kat’iyyesine istinad ederek, bütün kat’iyyetle açtıkları âhiret yolunu ve küşad ettikleri Cennet kapısını, sinek kanadı kadar kuvveti bulunmayan vâhî vehimler, ne haddi var ki kapatabilsin!”[16]

             “O kabir, ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.

İkinci yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalalette gidenlere, bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrid içinde bir haps-i münferid, yalnız başına bir hapis kapısıdır. Öyle gördüğü ve itikad ettiği ve inandığı gibi hareket etmediği için öyle muamele görecek.

Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalalet için bir i’dam-ı ebedî kapısı… Yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini i’dam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek. Bu iki şık bedihîdir, delil istemiyor, göz ile görünür.”[17]                       

            “Madem ecel gizlidir; her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor ve genç ihtiyar farkı yoktur. Elbette daima gözü önünde öyle büyük dehşetli bir mes’ele karşısında bîçare insan; o i’dam-ı ebedî, o dipsiz, nihayetsiz haps-i münferidden kurtulmak çaresini aramak ve kabir kapısını bir âlem-i bâkiye, bir saadet-i ebediyeye ve âlem-i nura açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hâdisesi; o insanın dünya kadar büyük bir mes’elesidir.[18]

             “Acaba yüzde bir ihtimal-i helâket bulunan bir tehlike yolunda gitmemek için, bir tek muhbirin sözü nazara alınsa ve onun sözünü dinlemeyip o yolda giden adamın, endişe-i helâketten gelen elem-i manevî, onun yemek iştihasını kaçırdığı halde; böyle yüzbinler sadık ve musaddak muhbirlerin yüzde yüz ihtimal ile, dalalet ve sefahet göz önündeki kabir darağacına ve ebedî haps-i münferidine kat’î sebeb olduğunu ve iman, ubudiyet yüzde yüz ihtimal ile o darağacını kaldırıp, o haps-i münferidi kapatıp, şu göz önündeki kabri, bir hazine-i ebediyeye, bir saray-ı saadete açılan bir kapıya çeviriyor…”[19]

             “Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta -ehl-i keşfelkuburun müşahedatıyla ve bütün ehl-i hakikatın tasdikıyla ve şehadetiyle- ekser azablar, gençlik sû’-i istimalâtının neticesi olduğunu bileceksiniz.”[20]

             “Benim gibi kabir kapısında bir bîçareye, gafletle geçebilir bir saatini, on aded ibadet saatleri yapmak büyük kârdır…”[21]

             “Herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder.”[22]

             “Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif iktiza ederler ki, hakikatlar perdeli kalıp, tâ müsabaka ve mücahede ile Ebubekirler a’lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebucehiller esfel-i safilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebucehiller aynen Ebubekirler gibi teslim olup, mücahede ile manevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.”[23]

             “Yağmur ise, menşe-i hayat ve mahz-ı rahmet olduğu için elbette o âb-ı hayat, o mâ-i rahmet, gaflet veren ve hicab olan yeknesak kaidesine girmeyecek, belki doğrudan doğruya Cenab-ı Mün’im-i Muhyî ve Rahman ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelal perdesiz, elinde tutacak; tâ her vakit dua ve şükür kapılarını açık bırakacak.”[24]

             “Kabir ise, zulümatlı bir kuyu ağzı değil; nuraniyetli âlemlerin kapısıdır.”[25]

             “Kabir kapısı yolumun başında açık görünüp; onun arkasında ebede giden cadde, uzaktan uzağa nazara çarpıyor.”[26]

“Madem Kur’an, bu dâr-ı imtihanda bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında beşerin tekemmülü için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umûr-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini isbat edecek derecede akla kapı açacak.”[27]

            “Evet nihayetsiz teessürat ve elemlere maruz ve mübtela ve nihayetsiz telezzüzata ve emellere meftun ve pürsevda bir kalbin kut ve kuvveti; herşeye kadir bir Rahîm-i Kerim’in kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir.”[28]

             “Her yeni gün, sana hem herkese, bir yeni âlemin kapısıdır.”[29]

“Çift sürmek hazine-i rahmet kapısını çalmaktır.”[30]

             “İnsan, kâinatın ekser enva’ına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyacatı âlemin her tarafına dağılmış, arzuları ebede kadar uzanmış… Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cennet’i de arzu eder. Bir dostunu görmeğe müştak olduğu gibi, Cemil-i Zülcelal’i de görmeye müştaktır. Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyaret etmek için o menzilin kapısını açmaya muhtaç olduğu gibi; berzaha göçmüş yüzde doksandokuz ahbabını ziyaret etmek ve firak-ı ebedîden kurtulmak için koca dünyanın kapısını kapayacak ve bir mahşer-i acaib olan âhiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadîr-i Mutlak’ın dergâhına ilticaya muhtaçtır.”[31]

             “Aklın varsa, tövbe kapısı açıktır.”[32]

             “Bütün kâinatı arkada bırakmak şartıyla mahlukıyetin kapısından Hâlık isminin müntehasına yetişirsin, daire-i sıfâta yanaşırsın.”[33]

            “Bilsen, bilmesen, hazine-i rahmet kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir.”[34]

             “Evet, âyet-i Kur’aniye âlem kapısında durup ribaya yasaktır der. “Kavga kapısını kapamak için banka kapısını kapayınız” diyerek insanlara ferman eder. Şakirdlerine “Girmeyiniz” emreder.”[35]

“Hem toprak, nebatatıyla açılıp, rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuursuz toprak, sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kabiliyetinden pek uzak olduğundan, toprak kendi kendine açılmıyor, birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor.”[36]

             “Bu abdde bütün kâinata taalluk eden bir emanet beraberdir. Hem şu kâinatın rengini değiştirecek bir nur beraberdir. Hem saadet-i ebediyenin kapısını açacak bir anahtar beraber olduğu için, Cenab-ı Hak kendi zâtını bütün eşyayı işitir ve görür sıfatıyla tavsif eder. Tâ o emanet, o nur, o anahtarın cihan-şümul hikmetlerini göstersin.”[37]

            “Evet hergün, her zaman, herkes için bir âlem gider, taze bir âlemin kapısı kendine açılmasından, geçici herbir âlemini nurlandırmak için ihtiyaç ve iştiyakla “Lâ ilahe illallah” cümlesini bin defa tekrar ile o değişen perdelerin herbirisine bir “Lâ ilahe illallah”ı bir lâmba yaptığı gibi, öyle de o kesretli, geçici perdeleri ve tazelenen seyyar kâinatları karanlıklandırmamak ve âyine-i hayatında in’ikas eden suretlerini çirkinleştirmemek ve lehinde şahid olabilen o misafir vaziyetleri aleyhine çevirmemek için, o cinayetlerin cezalarını ve Padişah-ı Ezelî’nin şiddetli ve inadları kıran tehdidlerini Kur’anı okumakla takdir etmek ve nefsin tuğyanından kurtulmaya çalışmak hikmetiyle, Kur’an gayet manidar tekrar eder ve bu derece kuvvet ve şiddet ve tekrar ile tehdidat-ı Kur’aniyeyi hakikatsız tevehhüm etmekten, şeytan bile kaçar. Onları dinlemeyen münkirlere Cehennem azabı ayn-ı adalettir, diye gösterir.”[38]

             “İçtihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye “altı mani” vardır.

Birincisi: Nasılki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir. Yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasılki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak gark olmağa vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında ve âdat-ı ecanibin istilası anında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalaletin tahribatı hengamında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriblerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyet’e cinayettir.

Dördüncüsü: Nasılki bir cisimde, neşv ü nema için tevessü’ meyli bulunur. O meyl-i tevessü’ ise, -çünki dâhildendir- vücud ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat eğer hariçte tevsi’ için bir meyl ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrib etmektir; tevsi’ değildir. Öyle de, İslâmiyetin dairesine selef-i sâlihîn gibi takva-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyat-ı diniyenin imtisali tarîkıyla dâhil olanlarda meyl-üt tevessü’ ve irade-i içtihad bulunsa; o kemaldir ve tekemmüldür. Yoksa zaruriyatı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meyl-üt tevsi’ ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrib ve boynundaki şer’î zincirini çıkarmağa vesiledir.”[39]

              “Eğer insan yalnız camid bir vücud olsaydı veyahut yalnız mideden ibaret nebatî bir mahluk olsaydı veyahut yalnız mukayyed, ağır ve muvakkat ve basit bir zât-ı cismaniye ve bir cism-i hayvanîden ibaret olsaydı; öyle çok kasırlara, çok hurilere lâyık ve mâlik olmazdı. Fakat insan, öyle câmi’ bir mu’cize-i kudrettir ki; hattâ şu dünya-yı fânide, şu kısa bir ömürde, şu inkişaf etmemiş bazı letaifinin ihtiyacı cihetiyle bütün dünyanın saltanatı, serveti ve lezaizi verilse belki hırsı tok olmayacaktır. Halbuki ebedî bir dâr-ı saadette, nihayetsiz istidada mâlik, nihayetsiz ihtiyaçlar lisanıyla, nihayetsiz arzular eliyle, nihayetsiz bir rahmetin kapısını çalan bir insan; elbette ehadîste beyan olunan ihsanat-ı İlahiyeye mazhariyeti makuldür ve haktır ve hakikattır.”[40]

             “Kur’an âlemi kapıları açıktır. İşte Kur’an cenneti “müfettehat-ül ebvab”dır; gir bak.”[41]

             “Sadık, masduk, musaddak olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ihbarıdır. Evet o zâtın (A.S.M.) sözleri, saadet-i ebediyenin kapılarını açmıştır ve onun (A.S.M.) kelâmları saadet-i ebediyeye karşı birer penceredir.”[42]

             “Kâinat kapıları zahiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle insana “ene” namında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki; Hallak-ı Kâinat’ın künuz-u mahfiyesini onun ile keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlak bir muamma ve açılması müşkil bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse; kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır.”[43]

            “Silsile-i felsefenin en mükemmel ferdleri ve o silsilenin dâhîleri olan Eflatun ve Aristo, İbn-i Sina ve Farabî gibi adamlar; “İnsaniyetin gayet-ül gayatı, “teşebbüh-ü bil-vâcib”dir.. yani Vâcib-ül Vücud’a benzemektir” deyip firavunane bir hüküm vermişler ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak; esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva’-ı şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç olan acz ve za’f, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp, ubudiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.”[44]

             “Mevcudatın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmiş vezaifi en a’zamî derecede, en ekmel bir surette îfa eden zât; elbette o mi’rac-ı azîm ile Kab-ı Kavseyn’e çıkacak, saadet-i ebediye kapısını çalacak, hazine-i rahmetini açacak, imanın hakaik-i gaybiyesini görecek, yine o olacaktır.”[45]

             “Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o yolu açmış; velayetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalb ile o cadde-i nuranide, Mi’rac-ı Nebevî’nin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidadlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar.”[46]

             “Şu küçücük insan, neşir ve haşir gibi muazzam inkılablara medar olmuş. Kâinatın tahrib ve tebdiline sebeb olur. Onun muhakemesi için dünya kapısı kapanıp, âhiret kapısı açılır.”[47]

             “Kabir kapısını kapamadığınız için, siz kat’î olarak bu yolun yolcususunuz. Böyle bir yolcu, öyle birisine dayanır ki, bütün bu daire-i azîme ve bu geniş hududlar, onun taht-ı emrinde ve tasarrufundadır.”[48]

             “Amma Kur’anın cadde-i nuraniyesi ise: Bütün ehl-i dalaletin çektiği yaraları, hakaik-i imaniye ile tedavi eder. Bütün evvelki yoldaki zulümatı dağıtır. Bütün dalalet ve helâket kapılarını kapatır.”[49]

             “Hem kabrin âlem-i rahmete ve dâr-ı saadete ve bağistan-ı cinana ve nuristan-ı Rahman’a açılan bir kapı olduğunu isbat etmekle, beşerin en müdhiş korkusunu izale edip, en elîm ve kasavetli ve sıkıntılı olan berzah seyahatini, en leziz ve ünsiyetli ve ferahlı bir seyahat olduğunu gösterir. Kabir ile ejderha ağzını kapatır, güzel bir bahçeye kapı açar. Yani kabir ejderha ağzı olmadığını, belki bağistan-ı rahmete açılan bir kapı olduğunu gösterir.”[50]

             “Yâ Rab! Nasıl büyük bir sarayın kapısını çalan bir adam, açılmadığı vakit, o sarayın kapısını, diğer makbul bir zâtın sarayca me’nus sadâsıyla çalar; tâ ona açılsın. Öyle de: Bîçare ben dahi, senin dergâh-ı rahmetini, mahbub abdin olan Üveys-el Karanî’nin nidasıyla ve münacatıyla şöyle çalıyorum. O dergâhını ona açtığın gibi, rahmetinle bana da aç.

            İlâhî! Sen benim Rabbimsin, ben Senin kulunum. Sen Hâlıksın, ben mahlûkum. Sen Rezzaksın, ben merzûkum. Sen Mâliksin, ben memlûküm. Sen Azizsin, ben zelîlim. Sen Ganîsin, ben fakirim. Sen Hayysın, ben meyyitim. Sen Bâkîsin, ben fâniyim. Sen Kerîmsin, ben leîmim. Sen Muhsinsin, ben âsiyim. Sen Gafûrsun, ben günahkârım. Sen Azîmsin, ben hakîrim. Sen Kavîsin, ben zayıfım. Sen Mu’tîsin, ben dilenciyim. Sen Emînsin, ben korkudayım. Sen Cevâdsın, ben muhtacım. Sen Mücîbsin, ben duacıyım. Sen Şâfîsin, ben hastayım. Sen benim günahlarımı mağfiret et. Beni cezalandırma. Hastalıklarıma şifa ver, yâ Allah, yâ Kâfi, yâ Rabbi, yâ Vâfî, yâ Rahîm, yâ Şâfî, yâ Kerîm, ya Muâfî. Benim bütün günahlarımı bağışla. Benim bütün dertlerime âfiyet ver. Beni ebediyen rızâna mazhar et. Rahmetinle, ey Erhamürrâhimîn.”[51]

             “İlmin elinden eğer cehlin eline düşse mecaz, eder inkılab hakikata, hem açar hurafata kapılar.”[52]

             “İsraf Sefahetin, Sefahet Sefaletin Kapısıdır.”[53]

             “Zevkî bir fark bulunur, daim onu aldatır o kuvve-i zaika, bedene, hem mideye kapıcı, müfettişe.

Onun tesiri menfî, müsbet değil! Vazife yalnız kapıcıyı taltif ve memnun etmek? Nûş verirsin o bîhûşe”[54]

             “Riba atalet verir, şevk-i sa’yi söndürür. Ribanın kapıları hem de onun kapları olan bu bankaların her dem nef’i ise, beşerin en fena kısmınadır; onlar da gâvurlardır. Gâvurlardaki nef’i en fena kısmınadır, onlar da zalimler.”[55]

            “Her asra, her asırdaki her tabakaya kapısı küşade. Güya her demde, her yerde taze nâzil oluyor o Kelâm-ı Rahmanî.”[56]

             “Vicdanda firdevslerin kapıları açılır, dünya olur bir cennet. İçinde ruhlarımız, eder pervaz u perdaz, olur şehbaz u şehnaz, yelpez namaz u niyaz.”[57]

             “Dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı, bir endam âyinesidir. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz, bir sahifedir. Hayatımız bir kalem.. onunla sahife-i a’malimize geçecek çok şeyler yazılıyor.”[58]

             “Evet evet.. acz ve tevekkül ile, fakr ve iltica ile nur kapısı açılır, zulmetler dağılır.”[59]

             “Demek beni efrad-ı milletten ve raiyetten saymıyorsunuz.Nasıl kanun-u medeniyetinizin bana tatbikini teklif ediyorsunuz? Dünyayı bana zindan ettiniz. Zindanda olan bir adama böyle şeyler teklif edilmez. Siz bana dünya kapısını kapadınız; ben de âhiret kapısını çaldım; rahmet-i İlahiye açtı. Âhiret kapısında bulunan bir adama, dünyanın karmakarışık usûl ve âdâtı ona nasıl teklif edilir? Ne vakit beni serbest bırakıp memleketime iade edip hukukumu verdiniz, o vakit usûlünüzün tatbikini isteyebilirsiniz.”[60]

             “Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler, kabir kapısına kadardır.

Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.”[61]

             “Hamd ve şükür ile, yani nimetten in’amı hissetmekle, yani Mün’imi tanımakla ve in’amını düşünmekle, yani onun rahmetinin iltifatını ve şefkatinin teveccühünü ve in’amının devamını düşünmekle; nimetten bin derece daha leziz, manevî bir lezzet kapısını sana açar.”[62]

             “Sizlere müjde! Mevt i’dam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksandokuz ahbabın mecma’ı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.”[63]

             “Hem madem hulf-ül va’d ve hilaf ve kizb ve aldatmak, en çirkin bir haslet ve naks u kusurdur. Elbette ve elbette o Kadîr-i Zülcelal, o Hakîm-i Zülkemal, o Rahîm-i Zülcemal va’dini yerine getirecek; saadet-i ebediye kapısını açacak, Âdem babanızın vatan-ı aslîsi olan Cennet’e sizleri ey ehl-i iman idhal edecektir.”[64]

             “Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuzikinci Söz’ün âhirinde denildiği gibi: Dünyanın bin sene mes’udane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Mübtela ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbublarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemal, onun cilve-i cemalinin ve hüsn-ü esmasının bir nevi gölgesi ve bütün Cennet, bütün letaifiyle bir cilve-i rahmeti ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizablar ve cazibeler, bir lem’a-i muhabbeti olan bir Mabud-u Lemyezel’in, bir Mahbub-u Lâyezal’in daire-i huzuruna gidiyorsunuz ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennet’e çağrılıyorsunuz. Öyle ise kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.”[65] 

            “İşte ey mü’minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Her birisine karşı tesanüd ederek, el-ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecbur iken; onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârane tarafgirlik ve adavetkârane inad; hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı?”[66] 

            “Malûm olsun ki: Bizi ziyaret eden, ya hayat-ı dünyeviye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veya hayat-ı uhreviye cihetinde gelir. O cihette iki kapı var: Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünki ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenab-ı Hakk’a çok şükür, beni kendime beğendirmemiş. İkinci cihet, sırf Kur’an-ı Hakîm’in dellâlı olduğum cihetledir. Bu kapıdan girenleri, alerre’si vel’ayn kabul ediyorum. Onlar da üç tarzda olur: Ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur.”[67]

             “Hayalâtlara karşı kapısı açık olan rü’yaları, tahkikî bir surette mevzubahs etmek, tahkik mesleğine tam uygun gelmediği…”[68]

             “Kabir kapısında bekleyen bir adam, arkasındaki fâni dünyaya riyakârane bakması, acınacak bir hamakattır ve dehşetli bir hasarettir.”[69]

             “Şu kâinat Hâlık-ı Zülcelalinin hem cemalî, hem celalî iki kısım esması bulunduğundan ve o cemalî ve celalî isimler, hükümlerini ayrı ayrı cilvelerle göstermek iktiza ettiklerinden, Hâlık-ı Zülcelal kâinatta ezdadı birbirine mezcedip birbirine mukabil getirip ve birbirine mütecaviz ve müdafi’ bir vaziyet verip, hikmetli ve menfaattar bir nevi mübareze suretine getirip, ondan zıdları birbirinin hududuna geçirip ihtilafat ve tegayyürat meydana getirmekle kâinatı kanun-u tegayyür ve tahavvül ve düstur-u terakki ve tekâmüle tâbi’ kıldığı için; o şecere-i hilkatın câmi’ bir semeresi olan insan nev’inde o kanun-u mübarezeyi daha acib bir şekle getirip bütün terakkiyat-ı insaniyeye medar bir mücahede kapısını açıp, hizbullaha karşı meydana çıkabilmek için hizb-üş şeytana bazı cihazat vermiş.”[70]

             “Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerimim! Benim sû’-i ihtiyarımla ömrüm ve gençliğim zayi’ olup gitti. Ve o ömür ve gençliğin meyvelerinden elimde kalan, elem verici günahlar, zillet verici elemler, dalalet verici vesveseler kalmıştır. Ve bu ağır yük ve hastalıklı kalb ve hacaletli yüzümle kabre yakınlaşıyorum. Bilmüşahede göre göre gayet sür’atle, sağa ve sola inhiraf etmeyerek, ihtiyarsız bir tarzda, vefat eden ahbab ve akran ve akaribim gibi kabir kapısına yanaşıyorum. O kabir, bu dâr-ı fâniden firak-ı ebedî ile ebed-ül âbâd yolunda kurulmuş, açılmış evvelki menzil ve birinci kapıdır. Ve bu bağlandığım ve meftun olduğum şu dâr-ı dünya da, kat’î bir yakîn ile anladım ki; hêliktir gider ve fânidir ölür. Ve bilmüşahede içindeki mevcudat dahi, birbiri arkasından kafile kafile göçüp gider, kaybolur. Hususan benim gibi nefs-i emmareyi taşıyanlara şu dünya çok gaddardır, mekkârdır. Bir lezzet verse, bin elem takar çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.”[71]

             “Ey Hâlık-ı Kerimim ve ey Rabb-ı Rahîmim! Senin Said ismindeki mahlukun ve masnuun ve abdin hem âsi, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelil, hem müsi’, hem müsinn, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatiatlarını itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle mübtela olmuş. Sana tazarru’ ve niyaz eder. Eğer kemal-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen; zâten o senin şânındır. Çünki Erhamürrâhimînsin. Eğer kabul etmezsen, senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki, dergâhına gidilsin. Senden başka hak Mabud yoktur ki, ona iltica edilsin!..”[72]

             “İktisadsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükûmet kapısına diker. O vakit hayat-ı içtimaiyenin medarı olan “san’at, ticaret, ziraat” tenakus eder. O millet de tedenni edip sukut eder, fakir düşer.”[73]

             “İran’ın âdil padişahlarından Nuşirevan-ı Âdil’in veziri, akılca meşhur âlim olan Büzürcümehr’den (Büzürg-Mihr) sormuşlar: “Neden ülema, ümera kapısında görünüyor da; ümera ülema kapısında görünmüyor. Halbuki ilim, emaretin fevkındedir?” Cevaben demiş ki: “Ülemanın ilminden, ümeranın cehlindendir.” Yani; ümera, cehlinden ilmin kıymetini bilmiyorlar ki, ülemanın kapısına gidip ilmi arasınlar. Ülema ise; marifetlerinden mallarının kıymetini dahi bildikleri için ümera kapısında arıyorlar. İşte Büzürcümehr, ülemanın arasında fakr ve zilletlerine sebeb olan zekâvetlerinin neticesi bulunan hırslarını zarif bir surette tevil ederek nazikane cevab vermiştir.”[74]

             “İsraf, kanaatsızlığı intac eder. Kanaatsızlık ise çalışmanın şevkini kırar, tenbelliğe atar; hayatından şekva kapısını açar, mütemadiyen şekva ettirir.Hem ihlası kırar, riya kapısını açar. Hem izzetini kırar, dilencilik yolunu gösterir. İktisad ise, kanaatı intac eder.

…Hem iktisaddan gelen kanaat; şükür kapısını açar, şekva kapısını kapatır. Hayatında daima şâkir olur. Hem kanaat vasıtasıyla insanlardan istiğna etmek cihetinde teveccühlerini aramaz. İhlas kapısı açılır, riya kapısı kapanır.”[75]

             “Ey hastalık vasıtasıyla hayrat yapamamaktan şekva eden hasta! Şükret, hayratın en hâlisinin kapısını sana açan, hastalıktır.”[76]

             “Ne kadar iyilik ve güzellik ve nimet varsa, doğrudan doğruya o Cemil ve Rahîm-i Mutlak’ın hazine-i rahmetinden ve ihsanat-ı hususiyesinden gelir. Ve musibet ve şerler ise, saltanat-ı rububiyetin âdetullah namı altında ve küllî iradelerin mümessilleri olan umumî ve küllî kanunlarının çok neticelerinden tek-tük cüz’î neticeleri olmasından, o kanunlar cereyanının cüz’î muktezaları olduğundan, elbette küllî maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve riayet etmek için o şerli, cüz’î neticeleri dahi halkeder. Fakat o cüz’î ve elîm neticelere karşı, imdadat-ı hassa-i Rahmaniye ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbaniye ile musibete düşen efradın feryadlarına ve beliyyelere giriftar olan eşhasın istigaselerine yetişir. Ve fâil-i muhtar olduğunu ve her bir şeyin her bir işi, onun meşietine bağlı bulunduğunu ve umum kanunları dahi, daima irade ve ihtiyarına tâbi’ bulunmalarını ve o kanunların tazyikinden feryad eden ferdleri, bir Rabb-ı Rahîm dinlediğini ve imdadlarına ihsanıyla yetiştiğini göstermekle; esma-i hüsnanın kayıdsız ve hadsiz cilvelerine, hadsiz ve kayıdsız bir meydan açmak için o küllî âdetullah düsturlarının ve o umumî kanunların şüzuzatıyla ve hem şerli cüz’î neticeleriyle, hususî ihsanat ve hususî teveddüdat, yani sevdirmekle hususî tecelliyat kapılarını açmıştır.”[77]

             “Sonra, pür-merak ve pür-iştiyak o misafir, âlem-i şehadet ve cismanî ve maddî cihetinde ve mahsus taifelerin dillerinden ve lisan-ı hallerinden ders aldığından, âlem-i gayb ve âlem-i berzahta dahi mütalaa ile bir seyahat ve bir taharri-i hakikat arzu ederken, her taife-i insaniyede bulunan ve kâinatın meyvesi olan insanın çekirdeği hükmünde bulunan ve küçüklüğü ile beraber manen kâinat kadar inbisat edebilen müstakim ve münevver akılların, selim ve nurani kalblerin kapısı açıldı. Baktı ki; onlar, âlem-i gayb ve âlem-i şehadet ortasında insanî berzahlardır ve iki âlemin birbiriyle temasları ve muameleleri, insana nisbeten o noktalarda oluyor gördüğünden; kendi akıl ve kalbine dedi ki: Gelin, bu emsalinizin kapısından hakikate giden yol daha kısadır. Biz öteki yollardaki dillerden ders aldığımız gibi değil, belki iman noktasındaki ittisaflarından ve keyfiyet ve renklerinden mütalaamız ile istifade etmeliyiz, dedi, mütalaaya başladı.”[78]

            “Ve tevhid-i hakikî öyle bir hüküm ve tasdik ve iz’an ve kabuldür ki; her bir şeyle Rabbini bulabilir ve her şeyde Hâlıkına giden bir yolu görür ve hiç bir şey huzuruna mani olmaz. Yoksa Rabbini bulmak için her vakit kâinat perdesini yırtmak, açmak lâzımgelir. “Öyle ise haydi ileri!” diyerek, kibriya ve azamet kapısını çaldı. Ef’al ve âsâr menziline ve icad ve ibda’ âlemine girdi, gördü ki: Kâinatı istila etmiş beş hakikat-ı muhita hükmediyorlar, bedahetle tevhidi isbat ederler.”[79]

             “Hem arz, senevî hayatı haysiyetiyle bir ağaç olduğu ve o dört isim içinde hafîziyeti ve onunla haşir kapısına bir anahtar yaptığı gibi, aynen öyle de, dehrî ve dünya hayatı cihetiyle yine meyveleri âhiret pazarına gönderilen bir muntazam ağaçtır. Ve o dört isme öyle bir mazhar, bir âyine ve âhirete giden bir yol açar ki, genişliğini ihataya ve tabire aklımız kâfi gelmiyor.”[80]

             “Cehennem fikri, geçmiş iman meyvelerinin lezzetlerini korkusuyla kaçırmıyor. Çünki hadsiz rahmet-i Rabbaniye o korkan adama der: Bana gel, tövbe kapısıyla gir. Tâ Cehennem’in vücudu değil korkutmak, belki sana Cennet’in lezzetlerini tam bildirsin ve senin ve hukuklarına tecavüz edilen hadsiz mahlukatın intikamlarını alsın, sizi keyiflendirsin.”[81]

             “Kalb gözü, sanki cevahire bir hazine olmak üzere Cenab-ı Hak tarafından yapılan bir binadır. Vakta ki sû’-i ihtiyarlarıyla ifsada uğradı ve cevherlere yapılan yerler, yılanlar ve akreplerle doldu; kapısı hatmedildi ki, o sâri hastalıktan başkaları mutazarrır olmasın.

…Sanki nur-u marifet onların kalblerinin kapılarına geldiği zaman kalblerini açıp kabul etmediklerinden, Allah da gazaba gelerek kalblerini hatmetti.

… hatmedilen kalbin dünyaya bakan kapısı değil, ancak âhirete nâzır olan kapısı seddedilmiş olduğuna işarettir. [82]

             “Arkadaş! Tabiat ve esbab, bazı insanlara şükür kapısını kapatıp şirk ve küfür kapısını açmıştır. Halbuki, şirkin temeli sayısız muhalâttan kurulmuş olduğundan haberleri yok.”[83]

             “Ancak Onun kudretiyle, iradesiyle her müşkil hallolur ve kapalı kapılar açılır. Ve Onun zikriyle kalbler mutmain olurlar. Binaenaleyh necat ve halas ancak Allah’a iltica ile olur.”[84]

             “Kabir, âlem-i âhirete açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azabdır. Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar. Senin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi? Ve onlara gidip onları ziyaret etmeğe iştiyakın yok mudur? Evet vakit yaklaştı. Dünya kazuratından temizlenmek üzere bir gusül lâzımdır. Yoksa onlar istikzar ile ikrah edeceklerdir.”[85]

 

“Kâinatın miftahı, anahtarı insanın elindedir. Âlemin kapıları açık ise de manen kapalıdır. Cenab-ı Hak bütün o kapıları ve kenz-i mahfîyi açan “Ene” namında bir miftahı insanın eline vermiştir. Fakat, ene de kapısı kapalı bir bilmecedir. Bunun kapısı açılıyorsa kâinatın da kapıları açılıyor.”[86]

            “O kardeşimiz, hakikaten hâlis ve tam sadık. Kalemi gibi, kalbi, ruhu da güzel. Fakat birden herşeyi mükemmel ister, onun için biraz sıkıntı çeker. Mümkün olduğu kadar hem ihtiyat etsin, hem de mübtedi’ hocalara mübareze kapısını açmasın. İnşâallah Cenab-ı Hak onu muvaffak eder.”[87]

             “Risale-i Nur hizmetinde bir kapı kapansa, daha mühim kapılar açılır…”[88]

             “Ey kör hissiyatın içine giren nefs-i emmare! Bu âdi şahsiyetimin ve bir çekirdek kadar ehemmiyeti olmayan istidadımın yüz derece fevkinde ve sırf bir inayet-i Rabbaniye olarak bu karanlıklı ve çok hastalıklı asırda Kur’anın eczahane-i kudsiyesinden çıkan ve rahmet-i İlahiye ile elimize verilen Risale-i Nur’daki hakikatlara o şahıs masdar ve menba’ ve medar olamaz. Belki yalnız çok bîçare ve muhtaç ve Kur’an kapısında bir sâil ve muhtaçlara yetiştirmeğe bir vesile olduğum halde, Nur’un muhlis ve hâlis, sıddık ve sadık, safi ve fedakâr şakirdleri, o bîçare şahsiyetim hakkında yüz derece ziyade hüsn-ü zanlarını kırmamak ve hissiyatlarını incitmemek ve Nurlara karşı şevklerine ilişmemek ve Üstad namı verdikleri o bîçare şahsı, onların hatırı için çok aşağı olduğunu göstermemek ve ağır ve elemli tekellüflere ve tasannu’lara mecbur olmamak için ve yirmi sene tecridatın verdiği tevahhuş için, hattâ dostlarla dahi -hizmet-i Nuriye olmazsa- görüşmeyi terkediyorum ve etmeğe ruhen mecbur oluyorum.”[89]

             “Hakikî Ehl-i Sünnet Velcemaat,…fitnelerin kapısını açmak, bahsetmek caiz görmüyorlar.”[90]

             “Mütevekkilâne, sabûrane tuttuğumuz otuz sene Ramazan-ı sükûtun sevabıdır ki, azabsız cennet-i terakki ve medeniyet kapılarını bize açmıştır. Hâkimiyet-i milliyenin beraat-i istihlâli olan kanun-u şer’î, hâzin-i cennet gibi bizi duhûle dâvet ediyor.”[91]

             “Acaba, bahçıvan bir bahçenin kapısını açsa, herkese ibahe etse, sonra da zâyiat vuku bulsa, kabahat kimdedir?”[92]

             “Ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz; tâ ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkiyle kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..”[93]

             “İfrat gibi tefrit de muzırdır, belki daha ziyade. Fakat ifrat, tefrite sebeb olduğundan daha kabahatlidir. Evet ifrat ile müsamahanın kapısı açıldı. Çürük şeyler o hakaik-i âliyeye karıştığından; ehl-i tefrit ile insafsız olan ehl-i tenkid, gayet haksızlık olarak şu çürük şeylerin yüzer misline olan hakaik-i âliye içinde gördüklerinden ürktüler, nefret ettiler. Hâşâ.. lekedar ve kıymetsiz zannettiler. Acaba defineye hariçten girmiş bir silik para bulunsa veyahut bir bostanda başka yerden düşmüş olan çürük ve acı bir elma görünse, hak ve insaf mıdır ki; umum defineyi kalp ve umum elmaları acı zannedip vazgeçmekle lekedar edilsin…”[94]

             “Binaenaleyh her eve kendi kapısıyla gitmek lâzımdır. Zira her evin bir kapısı var. Ve her kilidin bir anahtarı vardır…”[95]

             “Mecaz mecaza kapı açar..”[96]

             “Efkâr için kapıları açmak, duhûle davet etmek lâzımdır. Nasılki Şeriat-ı Garra öyle yapmıştır.”[97]

 

Mehmet   ÖZÇELİK

26-10-2004

 

[1] Sözler.391.

[2] Mesnevi-i Nuriye.105.

[3] Age.180.

[4]Sözler.Age.207.

[5] Lem’alar.89.

[6] Sözler.15.

[7] Age.19.

[8] Age.27-28.

[9] Age.28.

[10] Age.29.

[11] Age.32.

[12] Age.32-33.

[13] Age.38-39.

[14] Age.72-73.

[15] Age.76.Haşiye.1.

[16] Age.88.

[17] Age.142.

[18] Age.142.

[19] Age.143.

[20] Age.147.

[21] Age.151.

[22] Age.170.

[23] Age.172,341,344,587.

[24] Age.201.

[25] Age.204.

[26] Age.210.

[27] Age.267.

[28] Age.270.

[29] Age.273.

[30] Age.318,Mektubat.300.

[31] Age.319.

[32] Age.325.

[33] Age.333.

[34] Age.339.

[35] Age.409.

[36] Age.423.

[37] Age.428.

[38] Age.458-459.

[39] Age.480-482.

[40] Age.501.

[41] Age.514.

[42] Age.522,560.

[43] Age.536.

[44] Age.540,544.

[45] Age.578.

[46] Age.579-580.

[47] Age.614.

[48] Age.634.

[49] Age.635.

[50] Age.635.

[51] Age.652.

[52] Age.716,Mektubat.473.

[53] Age.721.

[54] Age.722.

[55] Age.730.

[56] Age.734.

[57] Age.745.

[58] Mektubat.11.

[59] Age.26.

[60] Age.70.

[61] Age.71.

[62] Age.225.

[63] Age.226.

[64] Age.228.

[65] Age.228.

[66] Age.269.

[67] Age.344.

[68] Age.346-347.

[69] Age.465.

[70] Lem’alar.80.

[71] Age.129.

[72] Age.130.

[73] Age.145.Haşiye.

[74] Age.145.Haşiye.1.

[75] Age.146.

[76] Age.214.

[77] Şualar.32.

[78] Age.121-122.

[79] Age.154.

[80] Age.217.

[81] Age.229.

[82] İşarat-ül İ’caz.77.

[83] Mesnevi-i Nuriye.33.

[84] Age.58.

[85] Age.129.

[86] Age.199.

[87] Kastamonu Lahikası.242.

[88] Age.266.

[89] Emirdağ Lahikası.1/200.

[90] Age.1/206-210.

[91] Tarihçe-i Hayat.56.

[92] Age.75.

[93] Age.85.

[94] Muhakemat.22.

[95] Age.48.

[96] Age.69.

[97] Age.161.




BERZAH ŞAHSİYETLER

                            BERZAH           ŞAHSİYETLER

         Bitişler başlangıçların habercisidirler. Son’lar ilk’lerin habercisidirler. Gündüzün bitişi geceden,gecenin bitişi sabahtan haber vermektedir. Her zevalin bir kemali,her kemalin bir zevali vardır.

            Bir asırdır müslümanlar bitmişti. Son idiler,bitirilmiş,bitirilmeye çalışılmıştı. fakat görünen o ki;tükettik,bitirdik diyenler;olmayan değerlerini tüketmiş,kaybettikleri sermayelerini bitirmiş idiler ve bu olayda devam etmektedir.

            Bu durumlar,ızdıraplar,birer dönüm noktalarıdır. Çok şeyler olur,çok şeyler de kaybolabilir. Bu bazılar için –köşe dönme –diye nitelendirilirken,bazıları içinde hakka dönmedir.

            Berzahlar da insanların dönüm noktalarıdır. O dönüm noktasında menfi yönden ara veya berzah şahsiyetler çıktığı gibi,(Nemrut,Fir’avun,Deccal,Kezzab,Zalim olarak diğerlerinin mümessilliğini yaparlar.) Müsbet manada da berzah şahsiyetler,işte bu dönüm noktasında kendilerini gösterirler,bir can kurtaran gibi…Nitekim;Peygamberler,sahabi,İmam-ı Gazali,İmam-ı Rabbani,Bediüzzaman gibi şahsiyetler bu kabildendir.

            Berzah şahsiyetler farklı ve mümtaz şahsiyetlerdir. Bir imtiyaz noktaları ve tarafları vardır. Nitekim Rasulullahın döneminde yaşayıp,onu görmeye geldiği halde görmeden,ömür boyu o aşk ateşini söndürmeden yakan Veysel Karânî tam bir berzah şahsiyettir. Manevi mertebeler arasında mesafe katedip,büyük bir boşluğu doldurmuştur. O asır ile ondan sonraki asır arasında bir köprü kurmuştur. Rasulullah onun için hırkasının verilmesini söylemiş,arada özel bir hat tesis edilmiştir. Allah’ın ümmi olan peygamberimizle irtibatı nevinden,peygamberimizde Veysel Karani ile o Üveysi tarzdaki hattı kurmuştur. Müstakil bir hat. Özel hat. Aşk ve muhabbet hattı. Kalbi bağlantı.

            Saltanatını ve malını Allah yoluna feda eden,bunun mukabilinde ebedleri elde eden İbrahim Edhem bunlardandır. Ayağına bağ olan maddeyi çözüp,manaya ulaşan maneviyat adamıdır. O’na bunlarsız gidilebileceğinin isbatıdır o. Maveraya,Metafizik aleme ışınlanma yöntemi… Dünya sultanlığından,gönüller sultanlığına ışınlanma…

            İslamın yükseliş döneminde felsefe akımının ve aklının İslâmı boğmaya çalışmasına karşı,İslâmın bürhanı olan Hüccet-ül İslam İmam-ı Gazali,İslâmın alemi olan minare gibi yüksek ve ulvi şahsiyyet.. O da mümtaz ve berzahtaki kurtarıcı şahsiyyettir.

            Üveysi tarzda Hz. Ali’den dersini almış ve vermiştir.

            İmam-ı Rabbani bin yılın başında dönemeçte köşe taşı gibi olup,yeni dönülecek ve gidilecek yolda olacakları doğru olarak haber veren hikmet ehli büyük veli.

            Buda velayet yolunun sahibi Hz. Ali’den icazetini almış ve ders vermiştir. Üveysi tarzda..

            İslâmın,tüm değerlerinin silinmeye ve sindirilmeye çalışılıp,kökten imha hareketlerinin bütün cephelerde faaliyete başladığı dönemde,İslam kalesine bayrak olup dalgalanan Bediüzzaman hedefi göğüsleyerek,son karanlık dönemlerin İlk aydınlık adamıdır. Bediüzzaman; İmam-ı Gazali’nin fenni ve mantıki tarzını,İmam-ı Rabbani’nin kalbi tarzını üveysi olarak kendisinde cem etmiştir.

            Dönemeçteyiz,kavşaktayız. Kavşaklarda çok yavşaklar kafası karışıkları beklemekte,sırf yavaşlatmak için..köpeklerine aş yapmak için..sırp canavarı gibi kapmak için..için için yakmak için…başka ne için? evet,ne için? Buyurun,seçeneklerden birini seçin,hangisini seçerseniz seçin,aklınızda varsa onu seçin..hepsi zulmetmek için…

            Kavşaklar tehlikelidir. 40 kişinin,80 kişinin sorumluluğunu sırtlarına yüklenenler hep bu kavşaklardaki hadiselerle karşılaşmışlardır. Takla atmışlar. Çünkü pusuya elverişli,çünkü levhadaki okun yönü çevrilmeye müsaid.. istikametten çıkabilir,uçuruma uçabilir,uçurulabilir.

            İşte derecesine göre;Rabbimiz bu dönem ve dönüm noktalarında,rasulünün önderliğinde kavşaklarda nöbet tutan şahsiyetleri göndermiş,onları önemli bir görevle tavzif etmiştir.

            Kaynağın başında Peygamber Efendimiz durmakta,komutayı elde tutmakta,ikinci kavşağı İmam-ı Rabbani,Üçüncü kavşağı ise Bediüzzaman Hazretleri tutarak,böylece oralarda meydana gelebilecek külli tehlikeleri,aza indirmekte,akim bırakmaktadır. Bu noktalar insanlığın dönüm ve ölüm noktalarıdır.

            Bu dönüm noktalarında yetişen ve yetiştirilen talebeler etrafı aleme salınır. Bulunulan noktadan yeni bir atak ile yükselişe geçilir. Bu noktalar berzah noktalardır,geçiş dönemleridir. Tıpkı hayata gözünü açmak,hayata geçmek için anne karnında üç berzah,üç devre geçiren çocuğun yaratılışı gibi. Her geçirilen devre,bir sonraki devreden daha hafif kalmada.Şöyle ki;çocuk anne karnında birinci devre olan sulu araziden,sulak bir yerden,ikincide;sık ormanlarla çevrili ağaçların arasından geçmek mecburiyetindedir. Üçüncüde;zifiri karanlık bir tünelden geçme ile karşı karşıyadır. Geçmese,hayata geçemiyecek,geçse;geçemiyecek kadar zor durumlarla,tehlike ve badirelerle karşı karşıyadır. Her iki durumda da ölüm var. Tıpkı 20. asırdaki müslümanların maruz kaldıkları durumlar gibi…

            “İki denizi salıverdi,birbirine kavuşuyorlar. Aralarında bir engel vardır,birbirlerine geçip karışmıyorlar. Şimdi rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz. İkisinden de inci mercan çıkar.”[1]

            “O,iki denizi birbirine salmıştır. Bu,tatlı ve susuzluğu giderici;şu tuzlu ve acıdır. Ve ikisinin arasına birbirine kavuşmalarına engel olan bir perde koymuştur.”[2]

            Tatlılığı temsil eden iman ve iman ehli ile,acılığı temsil eden küfür ve küfür ehli arasında bir perde ve berzah vardır. İşte bu dönemde çıkan üstün şahsiyetler;tatlı olanların acı olanlara,ehli imanın ehli küfre katılımını engellerler. Bununla kalmayıp cehenneme ehil ve odun olabilecek insanların içlerinde bulunan inci ve mercan özellik ve sıfatındaki kişileri de çıkarırlar. Bu iki sınıf insanlar,Hz.Âdem’den beri büyük bir deniz gibi salınmış,aralarına perde çekilmiş,hile yapmayı engelleyecek şekilde,engeller ve berzahlar koyularak yarış pistine salınmıştır. Ve yarış hala sürmektedir. Sonuçta ip göğüslenecektir. Bayrak kapılacaktır. Sancak dikilecektir. Allah ise bunu ehli imanın başaracağına yemin etmiş,ahdetmiş,parmak basmış,iddia değil,davasında bulunmuştur.

            Şeytan ise elbet kendi elemanlarının başaracağı üzerine her şeyini ortaya koymuştur. Olmayan değerlerinin kendisinin,olmayan canın sahibi olmayıp,sahiblenmeye çalıştığı tüm insanları ortaya atarak,onlar üzerine yemin edip kumar oynamaktadır,yüz de yüz,yüzde trilyon kaybedeceğine rağmen…

            “Ta ki boşa geçirdiğim dünyada iyi iş (ve hareketler) yapayım” Hayır! Onun söylediği bu söz (boş) laftan ibarettir. Onların gerisinde ise,yeniden dirilecek güne kadar (süren) bir berzah vardır.”[3] Artık geriye dönme istekleri yersiz kabul edilip,dönüşsüz bir yola girilmiştir.

            Ehli iman ise müjdelidirler.[4] Öyle ki Hadisin hükmünce:”Peygamberler kabirlerinde diri olup,namaz kılarlar.”,”Nebiler,kabirlerinde namaz kılarlar,oruç tutarlar,(mecburi olmaksızın,nafile nevinden) Kur’an okurlar,hatta izdivaç ederler.”

            Zorluklar zorlu insanları yetiştirir. Zorlu insanlar zorluklarda,zorlu zor dönemlerde çıkarlar. Bu aynı zamanda rakibinin de zorluğundan kaynaklanır. Allah’ın adaletindendir ki,sıklete göre rakib çıkarır.

            Ulül azim peygamberler diğer peygamberlerden farklı özelliğe sahib kimselerdir. Suhuf gönderilmiştir,kitab gönderilmiştir,insanlığın dönüm noktasında dünyaya gelmişlerdir. Karşısındaki kişiler zulüm ve küfürde doruk noktada olan kişilerdir.

            Hz. İbrahimin karşısında nemrud,Hz. Musa’nın karşısında fir’avn,Hz. Muhammed (ASM) ‘in karşısında Ebu Cehil,Ebu leheb ve tüm müşrikler…

            Bazen bu küfür, sefâhet ve inad olarak simgelenmiştir. Lut kavmi livatasıyla,Yunus kavmi inadıyla,Eyyub peygamber belalarla,şeytanla,Yusuf Aleyhisselam kardeşleriyle,Züleyha ile,zindan ile. Yakub peygamber evlatlarıyla,gözüyle. İsa peygamber müfterilerle. Ve hakeza. Zamanımızda ise hepsi ve hepsiyle…Her seferinde kaldırılan halterler artmakta,ağırlaşmakta.. Çünkü son raunda doğru gidilmektedir.

            Şu anda millet olarak,İslam alemi çapında zorlu bir geçit dönemindeyiz. Bu geçitleri imanla,azimle,ibadetle,şuurla,basiretle,tarihe ve geçmişe bağlılıkla,mukaddes değerlere sarılmakla,imanda olduğu gibi her durumda tevhid ile yani birlik ve beraberlik ile aşılır ve de aşılabilir. İstesek de istemesek de bu gemi kısa duraklamalar ve demir atmalarla da olsa yürüyecektir,gidecektir. Ancak bizimde bunda bir hissemiz olsun. En azından içten gedik ve delikler açılmasın,açılmasına müsaade edilmesin…

            “Ümitvâr olunuz. Şu istikbal inkilâbatı içinde en yüksek gür sadâ İslâmın sadâsı olacaktır.”

 

                                                                                                          26-7-1994

                                                                                              MEHMET   ÖZÇELİK

[1] Rahman.19-22.

[2] Furkan.53.

[3] Mü’minun.100.

[4] Al-i İmran.169-170.




ZAMANIN MÜSTESNASI BEDİ’ÜZZAMAN

        ZAMANIN   MÜSTESNASI     BEDİ’ÜZZAMAN

            Herkesin olduğu gibi hasseten aydınlarımızın veya aydın geçinenlerimizin en fazla istifade etmesi gereken bir şahsiyettir,Bediüzzaman.

            Zira elindeki aydınlatıcı esaslar ve şifa verici reçeteleri sunmuş olması,karanlıkta bulunan asrımızın insanına,hasta asra lüzumu bilinmesi ve uygulanması gereken kaynaklık rolünü oynamaktadır.

            Yine her kesimden,hangi meslek erbabı olursa olsun şu bir gerçektir ki;Bediüzzaman hazretlerinin şemsiyesi altına girip de,tesirini görmeyen,maddi veya manevi yönden istifade etmemiş bir kişi gösterilemez.

            Zira o;talebesini inişe değil,çıkışa sevk etmektedir. Yücelerde bulunan ve gezen o zat,mensublarını da yücelerde gezdirir,elinden tutarak,bırakmaksızın,ihmal edip unutmaksızın. Elli sene sonra bile olsa… Yeter ki,o kabiliyet,meyil ve kapasite ile beraber samimiyet olsun…

            Gezib gittiği yerlere gitmiş bir kimse olarak şunu gördüm ki;hep yüksekleri tercih etmiş. Mesela;İsparta,Burdur,Van gibi beldelerde,oraların en yüksek olan dağının da,en yüksek yerine çıkmış.

            Aşağıda bulunan aşağıları daha net görmüş ve onun ızdırabıyla bir asır yanmıştır. Sırf bu insanlar yanmasın diye… Yangından kurtardığı o insanlar teşekküre bedel,her vesile ile onu yakmaya,yandırmaya gitmişler. O ise yanmış ama asla kül olmamış. Küllenmemiş.. küllenmişlerin küllerini silmiş,süpürmüş…

            Onu bitiremeyince mahkum etmişler. O ise zaten kaderin mahkumu. Müşahede edilmiş,belgeleri mevcuttur. Hapishanede olması gereken o zat,camide savcı tarafından görülmüş. Ancak hapishaneye geldiklerinde,secdede olduğu görülünce yanılma,göz yanılması olarak kabul edilmiş.

            Bir çok onu mahkum eden hakimler,şu anda ölümün,kaderin,vicdanının mahkumu olarak yatmakta,Bediüzzaman ise;sürekli yükseliş de,maddenin mahkumu kılınsa da,manen hakim durumda,hükmetmekte… İnsanları,hakimleri de kurtarmaktadır.

            Üstad Bediüzzaman;Hz. Ali-yi kendisine üstad edinmiştir. Bir çok noktada benzerlik yanları mevcuttur.

            Hz. Ali;Hikmet sahibidir ve mezarı meçhuldür. Bediüzzaman da Hikmet sahibi olup,mezarı meçhuldür. Hayatta insanların teveccühünden sıkılan bu zat,vefatından sonra dahi istememektedir.

            Celal Bayar:”Huzur yok”diyerek,huzur aradığını,huzursuz olduğunu ifade ettiğinde;Konya hapishanesinde Bediüzzamanla beraber yatmakta olan Osman Yüksel Serdengeçti bu söze cevaben:”Huzur bulmak isteyen,Konya hapishanesinde,Bediüzzamanın koğuşunda var,bulabilir.”demesi…

            Evet,huzur onun olduğu yerde,onun gösterdiği yönde…

            “Zamanın Dili” olarak ifade edilen Bediüzzaman;zamanı çok iyi tanımlamış,zamanı çok iyi değerlendirmiş,zamanın çarkları arasında erimemiş,eritmemiş… İmanın nurunu,İslamın ışığını söndürtmemiş,ne kalblerden,ne de akıllardan sildirtmemiş…

Bütün asırların imamları bu zamanda olmalıki kâfi gelsin.Üstadın Ben Mevlâna zamanında gelseydim,Mesnevi yazar ve onun tarzında hizmet ederdim,demesi.hastalık umumi.onların cazibesi ise ferdi ve şahsi,yara ve tedavi ise külli.

            Bediüzzaman 14 asırdır meydana gelen problemleri çözmüş,hizmetini tağyirde değil,tashihde yürütmüştür. Tefrik değil,umum farklılık ve fırkaları bir hakikatta cem etmiştir…

 

                                                                                              15-3-1996

                                                                                  MEHMET   ÖZÇELİK




DOKUZUNCU LEM’A

DOKUZUNCU LEM’A

  Bu lem’ayı herkes okumasın. Vahdetü’l-vücudun ince kusurlarını herkes göremez ve muhtaç değil.

Aziz, sıddık, muhlis, halis kardeşim,

Kardeşimiz Abdülmecid’e ayrı mektup yazmadığımın sebebi, size yazdığım mektupları kâfi gördüğümdendir ki, Abdülmecid, benim için Hulûsi’den sonra kıymettar bir kardeşim, bir talebemdir. Her sabah akşam Hulûsî ile beraber, bazen daha evvel duâmda ismiyle hazır oluyor. Size yazdığım mektuplardan, evvel Sabri, sonra Hakkı Efendi istifade ediyorlar. Onlara da ayrı mektup yazmıyorum. Cenâb-ı Hak seni onlara mübarek büyük bir kardeş yapmış. Sen benim yerime Abdülmecid ile muhabere et, merak etmesin, Hulûsî’den sonra onu düşünüyorum.

BİRİNCİ SUÂLİNİZ: Cedlerinizden birisinin imzası “es-Seyyid Muhammed” e dair mahrem sualiniz var.

Kardeşim buna ilmî ve tahkikî ve keşfî cevap vermek elimde değil. Fakat ben arkadaşlarıma derdim ki: “Hulûsî ne şimdiki Türklere ve ne de Kürtlere benzemiyor. Bunda başka bir hâsiyet görüyorum.” Arkadaşlarım da beni tasdik ediyordular.   Sırrıyla “Hulûsî’de büyük bir asâlet tezahürü bir dâd-ı Hakdır” derdik. Hem kat’iyyen bil ki; Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın iki âli var. Biri: Nesebî âldir. Biri de Şahs-ı mânevîsi ve nûrânisinin risalet noktasındaki âli var. Bu ikinci âlde kat’iyyen sen dahil olmakla beraber, birinci âlde dahi delilsiz bir kanâatim var ki ceddinin imzası sebepsiz değildir.

ba

Aziz kardeşim,

SENİN İKİNCİ SUALİNİN HÜLÂSASI: Muhyiddin-i Arabî demiş: “Rûhun mahlûkıyeti, inkişâfından ibarettir.” O sual ile, benim gibi zayıf bir bîçâreyi, Muhyiddin-i Arabî gibi müthiş bir hârika-i hakikat, bir dâhiye-i ilm-i esrâra karşı mübârezeye mecbur ediyorsun. Fakat madem nusûs-u Kur’ân’a istinâden bahse girişeceğim; ben sinek dahi olsam o kartaldan daha yüksek uçabilirim.

____________________

1 “Ey Rabbimiz, unutur veya hataya düşer de bir kusur işlersek bizi onunla hesaba çekme.” Bakara Sûresi, 2:286.

2 “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” Bakara Sûresi, 2:32.

3 Keramet-i Gavsiye Risalesidir. Sikke-i Tasdik-i Gaybî’de yer almaktadır. bk. s. 2083-2083-2-10.

 

Kardeşim, bil ki: Hazret-i Muhyiddin aldatmaz, fakat aldanır. Hâdîdir, fakat her kitabında mühdî olamıyor. Gördüğü doğrudur, fakat hakikat değildir. Yirmi Dokuzuncu Sözde, ruh bahsinde, medâr-ı sualiniz olan o hakikat izah edilmiştir.

Evet, ruh, mâhiyeti itibarıyla bir kanun-u emrîdir. Fakat vücud-u hâricî giydirilmiş bir nâmus-u zîhayattır ve vücud-u hâricî sahibi bir kanundur. Hazret-i Muhyiddin, yalnız mâhiyeti noktasında düşünmüştür. Vahdetü’l-vücud meşrebince, eşyanın vücudunu hayal görüyor. O zât, hârika keşfiyâtıyla ve müşâhedâtıyla ve mühim bir meşreb sahibi ve müstakil bir meslek ihtiyar ettiğinden, bilmecburiye, zayıf te’vilâtla, tekellüflü bir surette, bazı âyâtı meşrebine, meşhûdâtına tatbik ediyor, âyâtın sarâhatini incitiyor. Sâir risalelerde cadde-i müstakîme-i Kur’âniye ve minhâc-ı kavîm-i Ehl-i Sünnet beyan edilmiştir. O zât-ı kudsînin kendine mahsus bir makamı var; hem makbûlîndendir. Fakat mîzansız keşfiyâtında hudutları çiğnemiş ve cumhûr-u muhakkıkîne çok meselelerde muhâlefet etmiş.

İşte, bu sır içindir ki, o kadar yüksek ve hârika bir kutup, bir ferîd-i devrân olduğu halde, kendine mahsus tarikatı gayet kısacık, Sadreddin-i Konevîye münhasır kalıyor gibidir ve âsârından istikametkârâne istifade nâdir oluyor. Hattâ çok muhakkıkîn-i asfiyâ, o kıymettar âsârını mütalâa etmeye revaç göstermiyorlar; hattâ bazıları men ediyorlar.

Hazret-i Muhyiddin’in meşrebiyle ehl-i tahkikin meşrebinin mâbeynindeki esaslı fark ve onların me’hazlarını göstermek, çok uzun tetkikata ve çok yüksek ve geniş nazarlara muhtaçtır. Evet, fark o kadar dakîk ve derin ve me’haz o kadar yüksek ve geniştir ki, Hazret-i Muhyiddin hatâsından muâheze edilmemiş, makbul olarak kalmış. Yoksa, eğer ilmen, fikren ve keşfen o fark o me’haz görünseydi, onun için gayet büyük bir sukut ve ağır bir hatâ olurdu. Madem fark o kadar derindir; bir temsil ile o farkı ve o me’hazları, Hazret-i Muhyiddin’in o meselede yanlışını göstermeye muhtasaran çalışacağız. Şöyle ki:

Meselâ, bir aynada güneş görünüyor. Şu ayna, güneşin hem zarfı, hem mevsûfudur. Yani, güneş bir cihette onun içinde bulunur ve bir cihette aynayı ziynetlendirip parlak bir boyası, bir sıfatı olur. Eğer o ayna, fotoğraf aynası ise, güneşin misâlini sâbit bir surette kâğıda alıyor. Şu halde, aynada görünen güneş, fotoğrafın resim kâğıdındaki görünen mâhiyeti, hem aynayı süslendirip sıfatı hükmüne geçtiği cihette, hakikî güneşin gayrıdır. Güneş değil, belki güneşin cilvesi başka bir vücuda girmesidir. Ayna içinde görünen güneşin vücudu ise, hâriçteki görünen güneşin ayn-ı vücudu değilse de, ona irtibâtı ve ona işâret ettiği için, onun ayn-ı vücudu zannedilmiş.

İşte bu temsile binâen, “Aynada hakikî güneşten başka birşey yoktur” denilmek ve aynayı zarf ve içindeki güneşin vücud-u hâricîsi murad olmak cihetiyle denilebilir. Fakat aynanın sıfatı hükmüne geçmiş münbasit aksi ve fotoğraf kâğıdına intikal eden resim cihetiyle güneştir denilse, hatâdır; “Güneşten başka içinde birşey yoktur” demek yanlıştır. Çünkü, aynanın parlak yüzündeki akis ve arkasında teşekkül eden resim var. Bunların da ayrı ayrı birer vücudu var. Çendan o vücudlar güneşin cilvesindendir; fakat güneş değiller. İnsanın zihni, hayâli, bu ayna misâline benzer. Şöyle ki:

İnsanın âyine-i fikrindeki mâlûmâtın dahi iki veçhi var: Bir vecihle ilimdir, bir vecihle mâlûmdur. Eğer zihni o mâlûma zarf saysak, o vakit o mâlûm mevcud, zihnî bir mâlûm olur; vücudu ayrı birşeydir. Eğer zihni o şeyin husûlüyle mevsuf saysak, zihne sıfat olur; o şey o vakit ilim olur, bir vücud-u hâricîsi vardır. O mâlûmun vücud ve cevheri dahi olsa, bununki arazî bir vücud-u hârîcisi olur.

İşte bu iki temsile göre, kâinat bir aynadır. Her mevcudâtın mâhiyeti dahi birer aynadır. Kudret-i Ezeliye ile îcâd-ı İlâhîye mâruzdurlar. Herbir mevcud, bir cihetle Şems-i Ezelînin bir isminin bir nevi aynası olup bir nakşını gösterir. Hazret-i Muhyiddin meşrebinde olanlar, yalnız aynalık ve zarfiyet cihetinde ve aynadaki vücud-u misâli, nefiy noktasında ve akis, ayn-ı mün’akis olmak üzere keşfedip, başka mertebeyi düşünmeyerek, “Lâ mevcûde illâ Hû” diyerek, yanlış etmişler. “Hakàiku’l-eşyâi sâbitetün” kaide-i esâsiyeyi inkâr etmek derecesine düşmüşler.

Amma ehl-i hakikat ise, verâset-i Nübüvvet sırrıyla ve Kur’ân’ın kat’î ifâdâtıyla görmüşler ki, âyine-i mevcudatta kudret ve irâde-i İlâhiye ile vücud bulan nakışlar Onun eserleridir. “Heme ez ost”HAŞİYE 1 tur; “Heme ost”HAŞİYE 2 değil. Eşyanın bir vücudu vardır ve o vücud bir derece sâbittir. Çendan o vücud, vücud-u Vâcibe nisbeten vehmî ve hayâlî hükmünde zayıftır; fakat Kadîr-i Ezelînin îcad ve irâde ve kudretiyle vardır.

Nasıl ki, temsilde, ayna içindeki güneşin hakikî vücud-u hâricîsinden başka bir vücud-u misâlîsi var.

____________________

 H A Ş İ Y E 1 Yani herşey Ondandır. O îcad eder.

 H A Ş İ Y E 2 Herşey O değil ki; “Lâ mevcûde illâ Hû” denilsin.

Yani, en evvelki pederleri âdetâ Âdem’leri hükmünde, iki yüz bin o evvelki pederler, kanun-u tenâsülü hark etmişler. Peder ve valideden gelmemişler ve o kanun hâricinde vücud verilmiş.

Hem her baharda gözümüzle gördüğümüz, yüz bin envâın kısm-ı âzamı, hadsiz efradları, kanun-u tenâsül hâricinde-yaprakların yüzünde, taaffün etmiş maddelerde-o kanun hâricinde îcâd edilir. Acaba mebdeinde ve hattâ her senede bu kadar şâzlarla yırtılmış, zedelenmiş bir kanunu, bin dokuz yüz senede bir ferdin şüzûzunu akla sığıştıramayan ve nusûs-u Kur’âniyeye karşı bir te’vîle yapışan bir akıl, kaç derece akılsızlık ettiğini kıyâs et.

O bedbahtların kanun-u tabiî tâbir ettiği şeyler, emr-i İlâhî ve irâde-i Rabbâniyenin küllî bir cilvesi olan âdetullah kanunlarıdır ki, Cenâb-ı Hak, o âdâtını bazı hikmet için değiştirir. Herşeyde ve her kanunda irâde ve ihtiyârının hükmettiğini gösterir. Hârikulâde bazı fertlerde hark-ı âdât eder. fermânıyla bu hakikati gösterir.

Ömer Efendinin o doktora dâir ikinci suali:

O doktor, o meselede o kadar eblehâne hareket ediyor ki, sözlerini dinlemek yahut ehemmiyet verip cevap vermekten çok aşağıdır. Bu bîçâre, küfür ve îmân ortasını bulmak istiyor. Onun ehemmiyetsiz bahsine karşı değil, belki yalnız Ömer Efendinin istifsârına göre derim:

Me’mûrât ve menhiyât-ı şer’iyede illet, emr-i İlâhîdir ve nehy-i İlâhîdir. Maslahatlar ve hikmetler ise, müreccihtirler; emir ve nehyin taallûklarına ism-i Hakîm noktasında sebep olabilir.

Meselâ, sefer eden, namazını kasreder. Bu namazın kasrına bir illet ve bir hikmet var. İllet, seferdir; hikmet, meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat olmasa da, namaz kasredilir. Sefer olmasa, hânesinde yüz meşakkat görse, yine namaz kasredilmez. Çünkü meşakkat filcümle bazan seferde bulunması, kasr-ı namaza hikmet olmasına kâfidir ve seferi illet yapmasına da yine kâfidir.

İşte, bu kaide-i şer’iyeye binâen, ahkâm-ı şer’iye hikmetlere göre tegayyür etmiyor, hakikî illetlere bakar. Meselâ, o doktorun bahsettiği gibi, hınzırın etinden bildiği zarardan, hastalıktan başka, “Hınzır eti yiyen bir cihette hınzırlaşır”HAŞİYE kaidesiyle ve o hayvan, sâir hayvânât-ı ehliye gibi zararsız yapılmıyor. Etinden gelen menfaatten ziyade, çok zarar îrâs etmekle beraber, etindeki kuvvetli yağ, kuvvetli soğuk memleketi olan firengistandan başka tıbben muzır olduğu gibi, mânen ve hakikaten çok zararlı olduğu tahakkuk etmiş.

İşte bu gibi hikmetler, onun haram olmasına ve nehy-i İlâhî taallûkuna da bir hikmet olmuştur. Hikmet her fertte ve her vakitte bulunmak lâzım değildir. O hikmetin tebeddülü ile illet değişmez. İllet değişmezse hüküm değişmez. İşte bu kaideye göre, o bîçâre adamın ne kadar şeriatın rûhundan uzak konuştuğu anlaşılsın. Şeriat nâmına onun sözüne ehemmiyet verilmez. Hâlikın çok akılsız filozoflar suretinde hayvanları vardır!
ba
Muhyiddin-i Arabî hakkındaki sualin cevabına zeyldir.

SUAL: Muhyiddin-i Arab, vahdetü’l-vücud meselesini en yüksek bir mertebe telâkki ettiği gibi, ehl-i aşk bir kısım evliyâ-i azîme dahi ona ittibâ etmişler. Bu meslek en yüksek mertebe olmadığını, hem hakikî olmadığını, belki bir derecede ehl-i sekir ve istiğrâkın ve ashâb-ı şevk ve aşkın meşrebi olduğunu söylüyorsun. Öyle ise, muhtasaran sırr-ı verâset-i Nübüvvetle ve Kur’ân’ın sarâhatiyle gösterilen Tevhîdin yüksek mertebesi hangisidir? Göster.

Elcevap: Benim gibi hiç ender hiç, âciz bir bîçârenin kısa fikriyle bu yüksek mertebeleri muhâkeme etmek, yüz derece haddimin fevkindedir. Yalnız, Kur’ân-ı Hakîmin feyzinden gelen gayet muhtasar bir iki nükteyi söyleyeceğim; belki bu meselede faydası olacak.

BİRİNCİ NÜKTE: Vahdetü’l-vücudun meşrebine ve saplanmasına çok esbab var. Onlardan bir ikisi kısaca beyan edilecek.

Birinci sebep: Mertebe-i Rubûbiyetin hallâkıyetini âzamî derecede zihinlerine sığıştıramadıklarından ve sırr-ı Ehadiyet ile herşeyi bizzat kabza-i Rubûbiyetinde tuttuğunu ve herşey kudret ve ihtiyar ve irâdesiyle vücud bulduğunu kalblerine tam yerleştiremediklerinden, “Herşey Odur” veyahut “yoktur” veya “hayaldir” veya “tezâhüriyetidir” veya “cilveleridir” demeye kendilerini mecbur bilmişler.

____________________

 H A Ş İ Y E Acaba firengistanın bu kadar harika terakkiyât-ı medeniyetiyle ve kemâlât-ı fenniyesiyle ve insaniyetperverâne ulûmuyla ileri gittiği halde, o terakkiyat ve kemâlâta ve o ulûma bütün bütün zıt olan maddiyyunluk ve tabiiyyunluk zulümâtında hınzırcasına saplanmalarında, hınzır etinin yemesinin medhali yok mudur? Soruyorum. İnsan, beslendiği şeyle mizâcı müteessir olduğuna delil, “kırk günde hergün et yiyen kasâvet-i kalbiyeye dûçâr olduğu” darbımesel hükmüne geçmesidir.

İkinci sebep: Firâkı hiç istemeyen ve firaktan şiddetle kaçan ve ayrılıktan titreyen ve bu’diyetten Cehennem gibi korkan ve zevâlden gayet derece nefret eden ve visâli, rûhu ve canı gibi seven ve kurbiyeti Cennet gibi hadsiz bir iştiyakla arzulayan aşk sıfatı, herşeydeki akrebiyet-i İlâhiyenin bir cilvesine yapışmakla, firak ve bu’diyeti hiçe sayıp, likâ ve visâli dâimî zannederek “Lâ mevcude illâ Hû” diye, aşkın sekriyle ve o şevk-i bekà ve likà ve visâlin muktezâsıyla, gayet zevkli bir meşreb-i hâli vahdetü’l-vücudda bulunduğunu tasavvur ederek, müthiş firaklardan kurtulmak için, o vahdetü’l-vücud meselesini melce’ ittihâz etmişler.

Demek birinci sebebin menşei, aklın gayet geniş ve gayet yüksek olan bazı hakàik-ı îmâniyeye yetişmediğinden ve ihâta edemediğinden ve aklın îmân noktasında tamamıyla inkişâf etmediğindendir. İkinci sebebin menşei, kalbin aşk noktasında fevkalâde inkişâfından ve hârikulâde inbisâtından ve genişliğinden ileri gelmiştir.

Amma sarâhat-i Kur’âniye ile verâset-i Nübüvvetin evliyâ-i azîmesi ve ehl-i sahv olan asfiyânın gördükleri mertebe-i uzmâ-yı Tevhid ise, hem çok yüksektir, hem rubûbiyet ve hallâkıyet-i İlâhiyenin mertebe-i uzmâsını, hem bütün esmâ-i İlâhiyenin hakikî olduklarını ifade ediyor. Ve esâsâtı muhâfaza edip, ahkâm-ı Rubûbiyetin muvâzenesini bozmuyor. Çünkü derler ki:

Cenâb-ı Hakkın ehadiyet-i zâtiyesiyle ve mekândan münezzehiyetiyle beraber, herşey bütün şuûnâtıyla, doğrudan doğruya ilmiyle ihâta ve teşhis edilmiş ve irâdesiyle tercih ve tahsis edilmiş ve kudretiyle ispat ve îcâd edilmiştir. Bütün kâinatı birtek mevcud gibi îcâd ve tedbir ediyor. Bir çiçeği kolaylıkla halk ettiği gibi, koca baharı dahi o suhûletle halk eder. Birşey birşeye mâni olmaz. Teveccühünde tecezzî yoktur. Aynı anda, her yerde, kudret ve ilmiyle tasarruf noktasında bulunuyor. Tasarrufunda tevzi ve inkısam yoktur. On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Sözün İkinci Mevkıfının İkinci Maksadında bu sır tamamıyla izah ve ispat edilmiştir.

“Lâ müşâhhate fi’t-temsîl” kaidesiyle temsildeki kusura bakılmadığından, gayet kusurlu bir temsil söyleyeceğim-tâ iki meşrebin bir derece farkı anlaşılsın.

Meselâ, hârika ve emsalsiz, gayet büyük ve gayet ziynetli, şark ve garba bir anda uçacak ve şimalden cenuba ulaşan kanatlarını kapayıp açacak, yüz binler nakışlarla tezyin edilmiş ve kanadının herbir tüyünde gayet dâhiyâne san’atlar derc edilmiş bir tavus kuşu farz ediyoruz. Şimdi seyirci iki adam var. Akıl ve kalb kanatlarıyla bu kuşun yüksek mertebelerine ve hârika ziynetlerine uçmak istiyorlar.

Birisi, bu tavus kuşunun vaziyetine ve heykeline ve hârikulâde herbir tüyündeki kudret nakışlarına bakar ve gayet aşk ve şevk ile sever. Dakik tefekkürü kısmen bırakır ve aşka yapışır. Fakat görür ki, hergün o sevimli nakışlar tahavvül ve tebeddül eder. Sevdiği ve perestiş ettiği o mahbublar kaybolur, zeval buluyor. O adam kendine tesellî vermek ve aklına sığıştıramadığı vahdet-i hakikî ile rubûbiyet-i mutlaka ve ehadiyet-i zâtî ile hallâkıyet-i külliyeye mâlik bir nakkâşın bir nakş-ı san’atıdır demek lâzım gelirken, o itikad yerine, “Bu tavus kuşundaki ruh o kadar âlîdir ki, onun sânii onun içindedir veya o olmuş. Hem o ruh, vücuduyla müttehid, vücudu ise sûret-i zâhiriye ile mümteziç olduğundan, o rûhun kemâli ve o vücudun yüksekliği, bu cilveleri böyle gösterir, her dakika başka bir nakşı ve ayrı bir hüsnü izhâr eder. Hakikî ihtiyar ile bir îcad değil, belki bir cilvedir, bir tezâhürdür” der.

Diğer adam der ki: “Bu mîzanlı ve nizamlı, gayet san’atkârâne nakışlar, kat’î bir surette, bir irâde ve ihtiyar ve kasd ve meşîeti iktizâ eder. İrâdesiz bir cilve, ihtiyarsız bir tezâhür olamaz. Evet, tavusun mâhiyeti güzel ve yüksektir; fâili ile hiçbir cihette ittihâd edemez. Rûhu güzel ve âlîdir, fakat mûcid ve mutasarrıf değil, belki ancak mazhar ve medardır. Çünkü herbir tüyünde, bilbedâhe, nihâyetsiz bir hikmetle bir san’at ve nihâyetsiz bir kudretle bir nakş-ı ziynet görünüyor. Bu ise irâdesiz, ihtiyarsız olamaz. Bu kemâl-i kudret içinde kemâl-i hikmeti ve kemâl-i ihtiyar içinde kemâl-i rubûbiyeti ve merhameti gösteren san’atlar, cilve milve işi değil. Bu yaldızlı defteri yazan kâtip onun içinde olamaz, onunla ittihâd edemez. Belki, yalnız o defter, o kâtibin yazı kaleminin ucuyla temâsı var. Öyle ise, o kâinat denilen misâlî tavusun hârikulâde ziynetleri, o tavus Hâlikının yaldızlı bir mektubudur.”

İşte şimdi o kâinat tavusuna bak, o mektubu oku, Kâtibine “Mâşâallah, Tebârekâllah, Sübhânallah” de. Mektubu kâtip zanneden veya kâtibi mektup içinde tahayyül eden veya mektubu hayal tevehhüm eden, elbette aşk perdesinde aklını saklamış, hakikatin hakikî suretini görmemiş.

Vahdetü’l-vücudun meşrebine sebebiyet veren aşkın envaından en mühim ciheti, aşk-ı dünyadır. Mecâzî olan aşk-ı dünya, aşk-ı hakikîye inkılâb ettiği zaman, vahdetü’l-vücuda inkılâb eder.

 

Nasıl ki insandan şahsî bir mahbûbu muhabbet-i mecâzî ile seven, sonra zevâl ve fenâsını kalbine yerleştiremeyen bir âşık, mahbûbuna aşk-ı hakikî ile bir bekà kazandırmak için “Mâbud ve Mahbûb-u Hakikînin bir âyine-i cemâlidir” diye kendini tesellî eder, bir hakikate yapışır. Öyle de, koca dünyayı ve kâinatı hey’et-i mecmuasıyla mahbub ittihâz eden, sonra o muhabbet-i acîbe dâimî zevâl ve firak kamçılarıyla muhabbet-i hakikîye inkılâb ettiği vakit, o çok büyük mahbubunu zevâl ve firaktan kurtarmak için vahdetü’l-vücud meşrebine ilticâ eder. Eğer gayet yüksek ve kuvvetli îmân sahibi ise, Muhyiddin-i Arabın emsâli gibi zâtlara zevkli, nûrânî, makbul bir mertebe olur. Yoksa, vartalara, maddiyâta girmek, esbapta boğulmak ihtimâli var. Vahdetü’ş-şuhud ise, o zararsızdır, ehl-i sahvın da yüksek bir meşrebidir.

 

ON SEKİZİNCİ LEM’A

Bu Lem’a Sikke-i Tasdik-i Gaybî’de yer almaktadır.

 

 

Mahremdir, herkese gösterilmez

Otuz Birinci Mektubun On Sekizinci Lem’ası

Risale-i Nur şakirtlerine işaret eden Hazret-i Ali’nin (r.a.) bir keramet-i gaybiyesidir.

Cay-ı dikkat: Şu acip lem’anın ehemmiyeti üç noktadan geliyor.

Birincisi ve en mühimi: Gizli kalmış gaybî mühim bir mucize-i Ahmediyeyi (a.s.m.)HAŞİYE 2 beyan eder ki, cevamiu’l-kelim nev’inden iki cümleden ibaret bir hadis-i şerifi iki sayfa kadar hakaik-i tarihiyeyi ve iki devlet-i azime-i İslâmiyenin hatimelerini ifade ediyor.

İkincisi: Keramet-i evliya hak olduğuna kat’i bir burhan gösteren Hazret-i Ali’nin (r.a.), latin harfinin kabulünü tam tarihiyle ve tarz-ı tatbikini iki kelimeyle göstermesidir.

Üçüncüsü: Risale-i Nur şakirtlerine ve naşirlerine karşı Hazret-i Ali’nin (r.a.) irşadkârane ve teveccühkârane bakması ve işaret etmesidir.

Hazret-i Gavs-ı Âzam Şeyh-i Geylanî’nin (r.a.), sarahat derecesindeki keramet-i gaybiyesini teyid ve takviye eden Hazreti Esedullahü’l-Galib Ali İbni Ebu Talib (r.a.) ve kerremallahu vechehû kaside-i ercüze-i meşhuresinde aynen ihbarat-ı gavsiyeyi tasdik edip işaret ediyor.

Mecmuatü’l-Ahzab’ın beş yüz seksen ikinci sayfasından, beş yüz doksan yedinci sayfasına kadar o Ercüzedir. O Ercüze’nin mevzuu ve içindeki maksad-ı aslı İsm-i Âzamı tazammum eden altı ismin ehemiyetini beyan etmek, hem o münasebetle istikbaldeki bir kısım umur-u gaybiyeye ve tesis-i İslâmiyette bir kısım mücahedata işaret etmektir.

Evet, Hz. İmam (r.a.), üstadı olan Habibullah Aleyhisselatü Vesselamdan aldığı dersin bir kısmını işarî bir surette zikrediyor. Feth-i Hayber’deki hem mucize-i Nebeviye, hem keramet-i Aleviye olan harika vakıayı bahsettiği gibi, tesis-i İslâmiyete temas eden mühim noktaları da bahsediyor. Sonra istikbale bakıyor. Peygamber-i Zişandan (a.s.m.) aldığı dersle bir kısım Arabın ona karşı isyanlarından hiddet ederek demiş:

____________________

 H A Ş İ Y E 1 Bu keramet-i Aleviye ya tafsilatıyla ona gösterilmiş, o da ihbar etmiştir ki: Zahir de budur. Veyahut icmali bildirilmiş, tafsilatı bildirilmemiş. Belki intak-ı bil-hak nev’inden Cenab-ı Hak ona söylettirmiş. O halde ona bir keramet ve Risale-i Nur’a bir ikram-ı İlahi olarak kelamında bu ihbar-ı gaybi bulunmuş.Evet keramet iki kısımdır. Elinde zahir olan zat bazen bilir, bazen tafsilen bildirilmez. İkisi de keramettir, belki bildirilmezse daha selametlidir.”Allahümme salli a’lâ men kâle: Ene medînetü’l-ilmi ve aliyyun bâbuha. Ve alâ âlihi ve sahbihi ecmaîn. Âmîn. Velhamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîne” (Allah’ım, salât ve selâm “Ben ilmin şehriyim. Ali ise onun kapısıdır.” diyen zâtın ve onun bütün âl ve eshabın üzerine olsun. Âmin. Bütün hamd, övgü ve senâlar âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.)

 H A Ş İ Y E 2 Mucizat-ı Ahmediyeye (a.s.m.) dair olan On Dokuzuncu Mektubun cüz’ü evvelinde zikredilen hadsiz ihbarat-ı gaybiye-i Ahmediye (a.s.m.) nev’inden seksen mucize-i Ahmediye (a.s.m.) bununla seksen bir olur.

Yani dokuz karn sonra Furs, yani akvam-ı Şarkiye, Arap üzerine hücum edecek, galebe edip hayvan gibi Arabı kesecek. Öyle müthiş fitneler, karanlıklı musibetler ki, en karanlıklı geceden daha ziyade karanlık olacak. İşte Hz. Ali’nin (r.a.) bir keramet-i bahiresi ki kendinden beş yüz sene sonra gelen ve Arap Devlet-i Abbasiyesini mahveden ve hadsiz kütüb-ü İslâmiyeyi nehr-i Fırat’a dken ve Arabı gayet zalimane katleden Hülagû vakıa-i meşhuresini haber veriyor. Çünkü, meşhur olan karn kırk sene değil o zaman istilahınca ağleb-i mür olan altmış seneden ibarettir. Çünkü bir devir altmış senede değişir. Bu surette İmam-ı Ali’nin (r.a.) hicretten otuz sene sonra Kûfe’de yazdığı bir Ercüze’deki dokuz defa altmış, otuza ilave edilse beş yüz yetmiş oluyor ki, Cengiz’in ve Hülagû’nun hücum ve tahribat zamanıdır. Sonra Hazret-i Cebrail’in, Âlâ Nebiyyina (a.s.m.) huzur-u Nebevide getirip Hz. Ali’ye Sekine namıyla bir sayfada yazılı İsm-i Âzam, Hz. Ali’nin (r.a.) kucağına düşmüş. Hz. Ali diyor: “Ben Cebrail’in şahsını yalnız alâimü’s-sema suretinde gördüm. Sesini işittim, sayfayı aldım, bu isimleri içinde buldum” diyerek bu İsm-i Âzamdan bahs ile bazı hadisatı zikirden sonra tahdis-i nimet suretinde diyor ki:

yani “Evvel-i dünyadan kıyamete kadar ulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş, kim ne isterse sorsun, szümüze şüphe edenler zelil olur.” Sonra yine İsm-i Âzam içinde bulunan o altı Esma-i Hüsna’dan bahsedip birdenbire aynen Gavs-ı Geylanî’nin ihbar-ı gaybisi gibi Hülagû asrından bu asrımıza bakıyor. İkinci bir keramet-i gaybiyeyi izhar ediyor. Ve diyor ki:

HAŞİYE

yani on dördüncü asr-ı Muhammedîde (a.s.m.) bin üç yüz kırk dokuz (1349) ve Rûmice bin üç yüz kırk yedi (1347)’de Arabî hurufunu terk edip, ecnebi ve acemi hurufuna İslâmlar içinde başlanacak. Hem umum, hem fakir ve zengin emir ve işçi, çoluk ve çocuk gece dersleri ile o hurufu cebren ğrenecekler. Çünkü bir nüshada dir. ise gece çalışmasıdır. ise kat’i ve cebri ifade ediyor.

fıkrasındaki ise o zamanın istılahınca Arabın gayri Lâtince ve Frenkî huruf demektir. Sonra diyor.

yani, “Kim inayet-i ilahiyeye mazhar ise Hz. Cebrail’in tabiri ile bu Sekine-i Kudsiye olan İsm-i Âzamı Cenab-ı Hak ona hediye eder. Onunla o zamanın şer ve fitnelerinden kurtarır.” Bu sözden dört sayfa evvel yine demiş:

yani, “Kim saadete mazhar ise… said ise… şaki değilse… o İsm-i Âzam onun boynunda mübarek bir gerdanlık hükmünde bir nüsha olur.” Sonra diyor

yani, “O bid’alar ve acemî ve ecnebi hurufunun intişarı zamanı olan o ahirzamanın fena adamları bir kısım ülemaü’s-su’dur ki; hırs sebebiyle batınlarını haramla doldurmak için bid’alara yardım ve fetva verenlerdir.” Sonra bir kısım ülemaü’s-su’u tokatlamak için de birisiyle konuşuyor. Der:

yani, “Yâ o zamana yetişen ve alimlerden olan insan! Cenab-ı Haktan o fitnenin şerrinden muhafaza için sana ders verdiğim İsm-i Âzam ile dua et.”

yani “Biz Al-i Beyt’ten her kurbet ve şiddet zamanında birer Gavs çıkıp imdat ediyor.” Esedullahü’l-Galib Hz. Ali (r.a.), İbn-i Ebu Talib keramullahü vechehü ihbarat-ı gaybiyeye ait şu kasidesinin bir kısmında Risale-i Nur şakirtlerine bilhassa baktığına müteaddit emareler var. O da Gavs-ı Geylanî gibi Risale-i Nur’un makbuliyetini imza ediyor ve alkışlıyor.ü

____________________

 H A Ş İ Y E Hz. Ali’nin (r.a.) şu kerameti pek zahirdir. Çünkü: Huruf-u ecnebiyenin İslâm içinde cebren kabul ettirildiği zamanı “Süttırat testîrâ” cümlesiyle tam tamına aynı tarihini gösteriyor. Cifirle ve hesab-ı ebcedle fıkranın mânâsını takviye ediyor. Şöyle ki: İki “Sin” yüz yirmi (120), iki “Te” on sekiz (18), iki “Te” sekiz yüz (800), iki “Re” dört yüz (400), bir “Ye” on (10), bir “Elif” bir (1), bin üç yüz kırk dokuz (1349)’dur. Şimdi Arabî bin üç yüz elli üç (1353)’tür. Bu hurufun cebren kabulü ve Ramazan gecelerinde çoluk ve çocuk ve kadınlara okutturulması dört sene evveldir.

 

Birinci emare: Latin hurufunun İslâmlar içinde cebren kabul ettirildiğini teessüfle bahsedip ve ulemaü’s-su’u tokatladığı yerde birdenbire birisiyle irşadkârane konuşuyor ve diyor ki, “Sana verdiğim ders ile hıfz duasını et.” İşte bu “müdrik” aynen Hz. Gavs’ın kaside-i meşhuresinde “mürîdî” dediği adamın aynıdır. Çünkü ikisi de aynı fitneden bahs edip umum içinde hususi bir adama iltifat gösteriyorlar. Kaside-i Gavsiyede “mürîdî” ilm-i cifr ve on yedi emare ile “Molla Said”dir. Hem “el-Kürdî” oluyor. Tahakkuk etmiş Risale-i Nur’un bir vasıta-i naşiri olan Üstadımızın hem ismi hem lakabı “mürîdî” lafzında olduğu gibi aynen Hz. Ali’nin (r.a.) HAŞİYE 1 ilm-i cifirle ve hesab-ı ebcedle aynen hem hem oluyor. Her birisi iki yüz altmış beş ediyor. üstündeki tenvin vakfta elif‘e inkılap ettiği için oluyor. lafzı mim‘siz yukarıdan okunmasıyla “kürd” olduğu gibi lafzı da ın bir parçasını okumakla bu emareyi letafetlendiriyor. Demek o zamana yetişenlerin arasında Hz. Ali’nin (r.a.) hitabına mazhar çok efrad içinde Risale-i Nur naşirine hususi bir iltifatı var.

İkinci emare: Hz. Ali (r.a.) hırs ve tama’ yolunda bid’alara tâbi olan bir kısım ulemaü’s-su’u tokatladığı vakit ulema içinde birisiyle merhametkârane konuşmaya başladı. Üstadımızı bilenlere malumdur ki Ankara rüesası İstanbul’da onu İngilizlere karşı mücahedatını takdir ederek onu istediler. Ankara’ya gitti. Van’da Medresetü’z-Zehra namında kendi darü’l-funununa yüz elli bin banknot, iki yüz meb’ustan yüz altmış üçünün imzasıyla i’tası kararlaştırılan layiha-ı kanuniye kabul edilmekle beraber Şeyh Sinûsî makamında vilayat-ı Şarkiyeye vaiz-i umumiliği ve hem Darü’l-Hikmetin azaları orada Diyanet Riyasetinin azaları olmakla, o da içinde bulunmakla beraber meb’us olmak ve daha ne isterse yapılacak diye teklif ettikleri halde sırf sünnet-i seniyeye muhalif hareket etmemek için o teklifleri kabul etmeyip on dokuz sene, belki yirmi iki sene işkenceli bir esareti kabul eden Üstadımıza elbette Hz. Ali’nin (r.a.) ulemaü’s-su’a hiddet ettiği zaman ona karşı hususi iltifatı olacak ve o mânevî mecliste onu okşayacak. Onun için bu hal bir emaredir ki Hz. Ali (r.a.), Hz. Gavs-ı Geylanî (r.a.) gibi umum muhatapları içinde bu Risale-i Nur’un bir vasıtası olan Hocamıza işareten iltifat ediyor. fıkrasında gavs lafzıyla Gavs-ı Geylanî’nin müridine şefkatle bakmasına, Hz. Ali’nin (r.a.) baktığını ima ediyor.

Üçüncü emare: Ulema bahsinin evvelki satırında diyor.

HAŞİYE 2
HAŞİYE 3

İsm-i Âzam bahsinde

yani, “Kim inayete ve saadete mazhar ise o ahirzaman fitnelerinden bu altı ismi verdiğim ders tarzında vird edenler mahfuz kalır.”

Hz. Ali (r.a.) huruf-u ecnebiyi İslâmlar içinde cebren kabul ettirmek hadisesi ile ulemaü’s-su’un bid’alara yardımlarından teessüfle bahsedip bu iki hadise ortasında irşadkârane bazılarından bahsediyor ki, o Sekine olan İsm-i Âzamla ecnebi

____________________

 H A Ş İ Y E 1″Yâ müdriken” tenvin, nun sayılmak şartıyla üç yüz yirmi beş olup “Nursî” bir fark ile üç yüz yirmi altı ediyor. O fazla elif bine işaret ettiği için üç yüz yirmi beş kalıp, hem “Müdriken”e tam tevafuk ediyor. Hem fitnelerin başlangıcı ve o “Nursî”nin mücahedesinin başlangıcı tarihini gösteriyor.

 H A Ş İ Y E 2 Bu satırda Gavs’ın “Taî’şu saî’den” fıkrasındaki “Saî’den” lafzı “Yuî’nehu” dahi aynen “Sekîne” yine aynen gösteriyorlar. Her birisi “Saî’den” oluyor. Demek Gavs gibi bu fıkra Said ile konuşuyor. “He” harfi beştir. Dördü “Dal” dır. Biri “Dal” üstündeki tenvinden gelen vakf için elif’e mukabildir.

 H A Ş İ Y E 3 Cay-ı dikkattir ki: Bu iki satır mânâ itibariyle doğrudan doğruya Risale-i Nur naşirine baktığı gibi cifir ve ebced hesabıyla yine bakıyor. Çünkü “Ethafehu bi hâzihi’s-sekîne” cifir ve ebced hesabıyla bin üç yüz kırk dokuz (1349) tarihini gösteriyor ki, Risale-i Nur’un galibane intişar ve tekemmül tarihidir. İkinci satır “Fe küllü men lâhat lehu’s-seâtetu kâne lehu fi’l-cîdi ke’-kılâdeti” yine cifir ve ebced hesabıyla bin üç yüz yirmi dokuz (1329) ediyor ki, Risale-i Nur naşirinin hakiki mebde-i mücahedesi tarihidir. Yalnız bu “Esseâdetu” ve “El-kılâdeti” deki iki “Te”vakfa rastgeldikleri için kaideten “He”sayılırlar. Elhasıl bu iki satır üç cihet ile Risale-i Nur naşirine bakıyor. Birincisi: İsm-i Âzamı tazammum eden altı ismin ona hediye edildiğini ve onunla muhafaza edilmesi aynen vakıa olmuş ve olmaktadır. İkincisi: “Yuî’nehu”cifirce Said, “Essekîneti” yine Said “Es-seâdetu” mânâ ve lafızca yine Said oluyor. Üçüncüsü: Evvelki satır Risale-i Nur’la mücahedenin bugününü, ikinci satır mücahedenin mebdeini tam tamına tarihiyle gösteriyor. İşte bu iki satır Risale-i Nur naşirinin yirmi senelik mücahedatının biri mebdei, diğeri müntehasını göstermesi elbette tesadüf olamaz. Belki mücahedenin makbuliyetine bir işaret-i gaybiyedir. Ve Hz. Ali’nin (r.a.) bir sikke-i tasdikidir. Süleyman Rüştü, Hüsrev

 

hurufuna karşı mukabele ediyor. Hem ulemaü’s-su’a muhalefet ediyor. İşte bu zamanda o adamlar Risale-i Nur şakirtleri ve naşirleri oldukları şüphesizdir. Çünkü onlardır ki hatt-ı Kur’ân’ı muhafaza ediyorlar ve bid’akâr bir kısım ulemalara karşı da mukavemet ediyorlar.

Evet biz hocamızdan anlamışız ki, On üç sene evvel Hz. Ali’nin (r.a.) bu kasidesinin sırrını bilmeden yedi sene evvel bu altı ismi İmam-ı Gazali’den ders alarak ve kendine daima vird ederek bütün evradları tebeddül ve tahavvül ettiği halde bu Sekine tabir edilen Hz. Ali’nin (r.a.) verdiği ders tarzında mütemadiyen terk etmeden devam etmiş. Bu tarzda devam edenleri işitmemişiz. Hem hilaf-ı adet bir tarzda yirmi sene zarfında yirmi fitne-i azimeye düştüğü gibi ve tesirli bir surette hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye karıştığı halde harika bir mahfuziyet altında olduğunu gözümüzle gördüğümüzden Hz. Ali’nin (r.a.) ahirzamandaki hitap ettiği dostları içinde bilhassa ona ruy-i iltifatı olduğunu hissediyoruz.

Hem lafzıyla, yani, Said (r.a.) olmak ve ulema bahsine muttasıl birisine inayete mazhar olduğunu ve fıkrası hesab-ı ebcedle on üçüncü asrı gösterip o asırda dünyaya gelen ulemadan Said (r.a.) isminde birisine lâtifane bir îma bu emareyi zînetlendiriyor.HAŞİYE  

Dördüncü emare: Hz. Gavs-ı Geylani fitne-i ahirzamanda sünnet-i seniyeyi ve esrar-ı Kur’âniyeyi muhafazaya ve neşre çalışan bir mürîdine on beş emare ile iltifat eder. Ve onunla konuşursa, elbette İslâmiyetin tesisinde Esedullah ünvanını alan ve ulûm-u esrariyede 1 hadisine mazhar bulunan ve keramat-ı harika ile iştihar eden ve Vehhabilerin ecdadı olan Haricileri kılıçtan geçiren ve Gavs-ı Âzam’ın ceddi ve üstadı olan Hz. Ali (r.a.) elbette Al-i Beytine bir cihette düşman olan Vehhabilerin Haremeyn-i Şerifeyni istilası hengâmında ve Haricilerden daha berbat bir tarzda sünnet-i seniyeye muhalefet eden bir kısım ulemaü’s-su’ ve zalimlerin istilası zamanında Risale-i Nur vasıtası ile Risale-i Nur şakirtleri bütün kuvvetleriyle sünnet-i seniyenin muhafazasına ve Al-i Beyt’in hürmetine ve meveddetine çalışmaları ve o müthiş mehalike karşı sarsılmadıkları halde imdad-ı ruhaniye ve kuvve-i maneviyenin takviyesine pek çok muhtaç oldukları bir zamanda o ulûm-u evvelîn ve ahirîni bildiğini müftehirane iddia eden Hz. Ali (r.a.) hiç mümkün müdür ki, evladından olan Gavs-ı Geylani’den geri kalsın. Şeceat-ı Haydaranesiyle Risale-i Nur şakirtlerinin imdadına yetişmesin. Elbette bu suretle yetişir ve yetişti.

Malumdur ki: Meselâ, umum bir cemaat içinde biri hareket etse, biri dese, “Ey insan bana bak” o insan lafz-ı umumisinde karine-i hal ile o muayyen adama hitaptır. Madem mukteza-yı hal ve karine-i hal ile Hz. Ali’nin (r.a.) umum muhatapları içinde en ziyade muhtaç ve en ziyade Hz. Ali’nin (r.a.) maksadı lehinde hareket eden Risale-i Nur şakirtleridir. Elbette o zat istikbale bakıp tabiriyle konuştuğu cemaat içinde en ziyade müteharrik ve kuvve-i maneviyenin takviyesine muhtaç olanlara hususiyetle bakar.

Beşinci emare: Ecnebi hurufatını ehl-i İslâmın en mühim hükümeti resmi bir surette kabul ve neşir ve cebrettiği halde Risale-i Nur şakirtleri bütün kuvvetleriyle hatt-ı Kur’âniyeyi neşir ve tamim ve muhafazasına çalıştıkları bir zamanda Hz. Ali (r.a.) tarihiyle ondan haber vermekle gaybî keramatı beyan ettiği yerde ulema içinde birisine iltifat gösteriyor. Elbette bu iltifatın gerçi çok efradı olabilir. Fakat bu karine-i hal gösteriyor ki Risale-i Nur şakirtleri bir hususiyet kesbetmiş ki Hz. Ali (r.a.) iltifatla Risale-i Nur’u alkışlıyor.

Altıncı emare:… Kuvvetlidir, fakat yazamayız.

Yedinci emare:… Zahirdir, fakat gösteremiyoruz.

Elhasıl: Hz. Ali (r.a.) keremallahü vechehü ecnebi hurufuna karşı şiddetli teessüf ve hiddet ettiği ve bid’aya taraftarlık eden bir kısım ulemaü’s-su’a karşı şiddetli nefret ve hiddet ettiği yerde irşadkârâne bazılarla konuşuyor. Ve Hz. Cibril’in tabiriyle Sekine ismi verilen ve İsm-i Âzam sandukçası olan Esma-ı Sitteye devam edeni irşad ediyor, taltif ediyor. İşte o Esma-i Sittenin devamından tereşşüh eden ve Esmanın lemeatı olan Risale-i Nur, ve o Risale-i Nur kendi şakirtleri ile lâakal yüzer kalemle yüz parça Risale-i Nur’un eczalarıyla ve intişar eden yirmi bin nüshasıyla lâakal yüz bin adamı huruf-u Kur’âniye lehine ve sünnet-i seniyeye ittibaa ve imanlarının takviyesine ve Hz. Ali’nin (r.a.) hiddet ettiği iki cereyana karşı tamamıyla mukavemet ettiklerinden elbette Hz. Ali’nin (r.a.) tabir ettiği ihvanları içinde hususî bir surette onlara bakıyor.

____________________

 H A Ş İ Y E “Yâ Saî’du müdriken li zâlike’z-zamâni” tenvin nun sayılmak şartıyla bin üç yüz yirmi beş (1325) tarihi olan hürriyetin ikinci ve üçüncü senelerinde hilafet-i İslâmiyeyi kaldırmaya teşebbüsle o hilafetin kırılmasından fitnelerin kapısı açıldığının zamanıdır. Hz. Ali (r.a.) o zamana dehşetli bakıyor.

1 “Ben ilmin şehriyim. Ali ise, onun kapısıdır.” Tirmizî, Menâkıb: 20; el-Hakim, el-Müstedrek, 3:126.

 

Sikke-i Tasdik-i Gaybî – s.2082

Evet, Hz. Ali’nin (r.a.) bu zahir keramat-ı gaybiyesi Hz. Peygamberin (a.s.m.) irşadıyla olduğu için başka şekilde bir mucize-i Peygamberiye olduğu münasebetiyle aynı keramet-i Gavsiye ve işarat-ı harika-i Aleviye gibi beşinci asırla, on dördüncü asrın fitnelerine işaret eden ve gizli kalıp mânâsı anlaşılmayan bir mucize-i gaybiye-i Nebeviyeyi beyan etmeye münasebet geliyor.

Şöyle ki: Hadis-i sahihte vardır ki Resul-i Ekrem (a.s.m.) ferman etmiş:

evkemakâl…

Şu hadis-i şerife her nasılsa kıyamete işaret suretinde mânâ verilmiş, mucize-i Nebeviye gizlenmiş, anlaşılmamış. Hem Şeyh-i Geylani hem Hz. Ali’nin (r.a.) irşad-ı Nebevi ile beşinci ve altıncı ve on dördüncü asırların fitnelerinden kerametkârane bahisleri gösteriyor ki, bu hadis-i şerif onların zamanına bakmak için bir teleskoplarıdır ki bu iki asra bakıyorlar.

Evet hadiste tabiri 1 âyetinin delaletiyle bin seneden ibarettir. Hilafet-i İslamiye ve hükümet-i Arabiye hadis mûcibince tam istikâmetle gitmediği için tam nısf-ı yevm olan beş yüz küsur senedeHAŞİYE  Hülagû hücumuyla hâtime verildi. Üç-dört asır zaman-ı fetretten sonra
2 âyetinin sırrına mazhar olan Osmanlı âdil padişahları hadis-i şerifteki istikâmeti yerine getirmeye çalıştıklarından hadisin hükmüyle ümmet için bin sene hilafet-i İslâmiyeyi ve şer-i şerif üzerinde giden hükümetin idamesine vasıta oldular.

Hadisin ikinci ciheti ki de tahakkuk ediyor. Ve İstanbul’un fethinden takriben yirmi sene evvel yine hilafet-i İslâmiyeye zemin ihzar ve tam umum âlem-i İslâmın merkez-i hükümeti olacak bir vaziyet almaya ve müjde ve sena-i Nebevîye mazhar olan Fatih’in vasıtasıyla İstanbul’un fethi tarihinden fetret zamanını tayyedip, Abbasiler nereden bırakmışlarsa oradan başlayarak âlem-i İslâmın bil-istihkak başına geçtiler. Yine hadis-i şerifin hükmüyle, eğer istikâmetle gitse bin seneden ibaret bir gün, yoksa yarım gün devam edecek. İşte aynen Abbasiler gibi tam yarım gün, yani beş yüz sene devam etti.

Bu Mucize-i Nebeviye pek parlak bir surette tezahür ediyor. İşte hilafet-i Arabiye tam istikâmete mazhar olmadığından yalnız yarım günü aldı. Osmanlı Devleti dahi tek başıyla ahirlerinde ecnebilerin ve münafıkların müdahaleleri yüzünden tam istikameti muhafaza edemediği için o da yarım gün olan beş yüz seneyi aldı. Bu iki kardeş olan iki unsurun ittihadlarından tam istikâmete mazhariyet sırrı vardır ki, bin sene olan bir günü tamam aldılar.

Sual: Rüya-yı sadıka vasıtasıyla veya hakiki keşif cihetiyle, Hz. Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzam (r.a.) gibi zevat-ı kudsiye cüz’i işlere dair âmi adamlarla da temas edebilirler ve bazı şeyleri haber veriyorlar. Nedendir ki bunların bir işaret-i gaybiyelerini gayet ehemmiyetle bin keşif ve binler rüya-yı sadıka kadar tutuyorsunuz, ehemmiyet veriyorsunuz?

Elcevap: Sekiz yüz ve bin üç yüz sene mesafede veraset-i Nübüvvet makamında âlem-i İslâmın istikbali nokta-i nazarında külli bir nazar o uzun mesafede görünen hadisatın elbette çok ehemmiyeti olacak. Dağ gibi bir büyüklüğü olacak ki o uzun mesafede ve o küllî nazarda âlem-i İslâmın menfaati nokta-i nazarında uzakta görünsün ve ona dikkat edilsin ve vücuda gelmeden evvel ondan haber verilsin. Rüya-yı sadıka ve keşif ise cüz’i ve hususidir. Vücuda geldikten sonra yakından bakmaktır. Elbette böyle keşif cihetinde ruhani temessül itibariyle yakından bakıldığı vakit zerreler dahi görünebilir. Adi adamlar da onların ruhani misalleri ile görüşebilirler. Ve gayet ehemmiyetsiz şeyler de medar-ı nazar olabilir.

Evet, bir aynada misalî güneşle münasebettar olmak ve sohbet etmek nerede, hakiki semadaki güneşle münasebettar olmak nerede? Aynadaki güneşi herkes eline alabilir. İltifatına mazhar olabilir. Konuşabilse belki konuşturabilir. Fakat semadaki güneşin iltifatını celbeden ve kendisi ile konuşturan kimse kamere çıkmalı, makamı kamerde olmalı veya kamer gibi bir vazife görmeli yoksa o Sultan-ı Semavinin haşmetli nazarı altında hiç görünmeyecek derecede gizlenecektir.

Risale-i Nur Şakirtleri namına

Kürt Bekir, Asım, Keçeci Mustafa, Mustafa, Ali, Süleyman Rüştü, Abdullah, Hüsrev, Refet, Süleyman, Sabri, Hulusi, Babacan Mehmet Ali, Mesud, Hüseyin, Galib, Hafız Ali, Küçük Lütfi, Zekai, Abdülbaki, Şamlı Hafız Tevfik, Yakub Cemal, vesaire…

ba

____________________

 H A Ş İ Y E Hadisin hükmüyle hükümet-i Arabiye beş yüz sene yaşayacak. Halbuki beş yüzden bir miktar geçer. Bunun sırrı şudur ki: Yezid, Velid, Haccâc-ı Zâlim gibi zalemenin ve Ebû Müslim-i Horasâni’nin tahakkümü ve Emevilerin inkirazından sonra Abbâsilerin tam takarruruna kadar olan zaman hükümet-i Arabiyenin fetret zamanı sayıldığından bu fetret zamanı tayyedilmekle tam beş yüz kalır.

1 “Lâkin Rabbinin katında bir gün, sizin hesabınıza göre bin yıl gibidir.” Hac Sûresi, 22:47.

2 “Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever.” Mâide Sûresi, 5:54.

 

 

 

 

YİRMİ SEKİZİNCİ LEM’A1

(Sadâkatte namdar, safvet-i kalbde mümtaz Süleyman Rüştü ile bir muhâvere-i lâtife münasebetiyle)

Büyük bir âyetin küçük bir nüktesidir.

Şöyle ki:

Güz mevsiminde, sineklerin terhisat zamanına yakın bir vakitte, hodgâm insanlar, cüz’î tâcizleri için sinekleri itlâf etmek üzere hapishanedeki odamızda bir ilâç istimâl ettiler. Benim fazla rikkatime dokunmuştu. Odamda çamaşır ipi vardı. Bilâhare, o insanların inadına, sinekler daha ziyade çoğaldılar. Akşam vaktinde, o küçücük kuşlar, o ip üstünde gayet muntazam diziliyorlardı. Çamaşırları sermek için Rüştü’ye dedim: “Bu küçücük kuşlara ilişme; başka yere ser.” O da, kemâl-i ciddiyetle, dedi ki: “Bu ip bize lâzımdır; sinekler başka yerde kendilerine yer bulsun.”

Her ne ise… Bu lâtife münâsebetiyle, seher vaktinde, sinek ve karınca gibi kesretli küçük hayvanlardan bahis açıldı. Ona dedim ki:

Böyle nüshaları çoğalan nevilerin ehemmiyetli vazifeleri ve kıymetleri vardır. Evet, bir kitap, kıymeti nisbetinde nüshaları teksir edilir. Demek, sinek cinsi de ehemmiyetli vazifesi ve büyük kıymeti var ki, Fâtır-ı Hakîm, o küçücük kaderî mektupları ve kudret kelimelerinin nüshalarını çok teksir etmiş. Evet, Kur’ân-ı Hakîmin

2

yani, “Cenâb-ı Haktan başka, bütün esbab ve ulûhiyetleri ehl-i dalâlet tarafından dâvâ edilen âliheler içtimâ etse, bir sineği halk edemezler. Yani, sineğin hilkati öyle bir mûcize-i Rabbâniyedir ve bir âyet-i tekvîniyedir ki, bütün esbab toplansa, onun mislini yapamazlar, o âyet-i Rabbâniyeye muâraza edemezler, taklidini yapamazlar” meâlindeki âyetine ehemmiyetli bir mevzu teşkil eden ve Nemrud’u mağlûp eden; ve Hazret-i Mûsâ (a.s.) onların tâcizlerine karşı müştekiyâne, “Yâ Rab, bu muacciz mahlûkları ne için bu kadar çoğaltmışsın?” deyince, ilhâmen cevap gelmiş ki: “Sen bir defa sineklere itiraz ettin. Bu sinekler çok defa sual ediyorlar ki: ‘Yâ Rab, bu koca kafalı beşer Seni yalnız bir lisân ile zikrediyor. Bazı da gaflet ediyor. Eğer yalnız kafasından bizleri halk etseydin, binler lisân ile Sana zikredecek bizim gibi mahlûklar olurlardı”‘ diye, Hazret-i Mûsâ’nın (a.s.) şekvâsına bin itiraz kuvvetinde hikmet-i hilkatini müdafaa eden sineğin; hem gayet nezâfetperver, her vakit abdest alır gibi yüzünü, gözünü, kanatlarını temizleyen bu tâife, elbette mühim bir vazifesi vardır. Hikmet-i beşeriyenin nazarı kàsırdır; daha o vazifeyi ihâta edememiş.

Evet, Cenâb-ı Hak, nasıl ki deniz yüzünü temizlemek ve her günde milyarlarla vefiyat bulunan hayvânât-ı bahriye cenazeleriniHAŞİYE toplamak ve deniz yüzünü cenazelerle âlûde, müstekreh manzaradan kurtarmak için, sıhhiye memurları nev’inden gayet muntazam âkilüllâhm bir kısım hayvânâtı halk etmiş. Eğer o bahriye sıhhiye memurları gayet muntazam vazifelerini îfâ etmeseydiler, deniz yüzü ayna gibi parlamayacaktı. Belki hazîn ve elîm bir bulanıklık gösterecekti.

Hem her günde milyarlarla yabanî hayvanlar ve kuşların cenazelerini toplamakla rû-yi zemini o taaffünattan temizlemek ve zîhayatları o elîm, hazîn manzaralardan kurtarmak için, nezafet ve sıhhiye memurları hükmünde olan kartallar misilli, kerâmetkârâne, gizli ve uzak, beş altı saat mesafeden bir sevk-i Rabbânî ile o cenazenin yerini hisseden, giden ve kaldıran âkilüllâhm kuşları ve vahşî hayvanları halk etmiş. Eğer bu berriye sıhhiyeleri gayet mükemmel, intizamperver ve vazifedar olmasa idiler, zemin yüzü ağlanacak bir şekil alacaktı.

Evet, âkilüllâhm hayvanların helâl rızıkları, vefat etmiş hayvanların etleridir. Hayatta olan hayvanların etleri onlara haramdır. Eğer yeseler, cezâ görürler.
3 (ev kemâ kàl). Yani, “Boynuzsuz olan hayvanın kısâsı kıyâmette

____________________

 H A Ş İ Y E Evet, bir balık, binler yumurta, binler yavru ve bazan bir milyon yumurtadan ibâret olan havyardan çıkan tevellüdât-ı semekiyeye nisbeten vefiyatları bulunacak-tâ ki muvâzene-i bahriye muhâfaza edilebilsin. Rahîmiyet-i İlâhiyenin lâtif cilvelerindendir ki, valide balıkların yavrularıyla nisbetsiz bir tefâvüt-ü cismîde bulunduklarından, yavrulara valideleri kumandanlık edemiyorlar. Sokuldukları yere giremedikleri için, Hakîm ve Rahîm, yavrular içinde onlara küçük bir kumandan çıkarıp, validelik vazifesini o küçük kumandancıklara gördürür.

1 Bu lem’anın Birinci Meselesi “İkinci Keramet-i Aleviye”dir ve sikke-i Tastik-i Gaybi’de yer almaktadır. bk. s. 2072-2078-2-3.

2″Ey insanlar, size bir misal getirildi. Şimdi onu dinleyin: Sizin Allah’ı bırakıp da taptıklarınızın hepsi bir araya gelse, bir sinek bile yaratamazlar. Sinek onlardan birşey kapacak olsa, onu da geri alamazlar. İsteyen de âciz, istenen de…” Hac Sûresi, 22:73.

3 Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2: 235.

 

 

boynuzludan alınır” diye ifade-i hadîsiye gösteriyor ki: Gerçi cesetleri fenâ bulur; fakat ervahları bâkî kalan hayvânât mâbeyninde dahi, onlara münâsip bir tarzda, dâr-ı bekàda mücâzat ve mükâfatları vardır. Ona binâen, canavarlara sağ hayvanların etleri haramdır, denilebilir.

Hem küçücük hayvanların cenazelerini ve nimetin küçücük parçalarını ve tanelerini toplamak vazifesiyle karıncaları nezâfet memurları olarak, hem nimet-i İlâhiyenin küçücük parçalarını teleften ve çiğnemekten ve hakàretten ve abesiyetten sıyânet etmekle ve küçücük hayvânâtın cenazelerini toplamakla, sıhhiye memurları gibi tavzif olunmuşlar.

Aynen onlardan daha mühim, sinekleri dahi, insanın gözüne görünmeyen, hastalıkların mikroplarını ve madde-i semmiyeyi temizlemekle, sinekler muvazzaftırlar. Değil mikropların nâkıleleri, bilâkis, muzır mikropları mass, yani, emmek ve yemekle o mikropları imhâ, o madde-i semmiyeyi istihâleye uğratırlar, çok sârî hastalıkların önünü alırlar. Hem sıhhiye neferleri, hem tanzifat memurları, hem kimyager olduklarına ve geniş bir hikmete mazhar bulunduklarına delil ise, onların gayet kesretidir. Çünkü kıymettar, menfaattar şeyler teksir edilir.HAŞİYE 1

Ey hodgâm insan! Sineklerin binler hikmet-i hayatiyesinden başka, sana âit bu küçücük faydasına bak, sinek düşmanlığını bırak: Çünkü, gurbette, kimsesiz, yalnızlıkta sana ünsiyet verdiği gibi, gaflete dalıp fikrini dağıtmaktan seni ikaz eder. Ve lâtif vaziyeti ve abdest alması gibi yüzünü, gözünü temizlemesiyle, sana abdest ve namaz, hareket ve nezâfet gibi vazife-i insâniyeti ihtar eder ve ders veren sineği görüyorsun.

Hem sineğin bir sınıfı olan arılar, nimetlerin en tatlısı, en lâtifi olan balı sana yedirdikleri gibi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânda, vahy-i Rabbânîye mazhariyetle serfirâz olduğundan, onları sevmek lâzım gelirken, sinek düşmanlığı, belki insana dâimâ muâvenete dostâne koşan ve her belâsını çeken o hayvânâta düşmanlığı gadirdir, haksızlıktır. Muzırların yalnız zararlarını def için mücâdele olabilir. Meselâ koyunları kurtların tecâvüzünden korumak için onlara mukàbele edilir. Acaba hararet zamanından vücudun idaresinden fazla olan kanın çoğalması ve bulaşık ve bazı mevâdd-ı muzırrayı hâmil evridede cereyan eden mülevves kana musallat, belki memur olan sivrisinek ve pireler fıtrî haccâmlar olmasınlar mı? Muhtemel…

Nefsimle mücâdele ettiğim bir zamanda, nefsim kendinde gördüğü nimet-i İlâhiyeyi kendi malı tevehhüm ederek gurura, iftihâra, temeddühe başladı. Ben ona dedim ki: “Bu mülk senin değil, emânettir.” O vakit nefis gurur ve iftihârı bıraktı, fakat tembelliğe başladı. “Benim malım olmayana ne bakayım? Zâyi olsun, bana ne?” dedi. Birden gördüm: Bir sinek, elime kondu, emânetullah olan gözünü, yüzünü, kanatlarını güzelce temizlemeye başladı. Bir neferin mîrî silâhını, elbisesini güzelce temizlediği gibi, sinek de temizliyordu. Nefsime dedim: “Bak.” Baktı, tam ders aldı. Sinek ise, mağrur ve tembel nefsime hoca ve muallim oldu.

Sinek pisliği, tıp cihetiyle zararı yok bir maddedir ki, bazan tatlı bir şuruptur. Fakat sinek, yediği binler muhtelif muzır maddelerin ve mikropların ve semlerin menşei olmakla, sinekler küçücük istihâle ve tasfiye makineleri hükmüne geçmeleri hikmet-i Rabbâniyeden uzak değildir, belki şe’nindendir. Evet, arıdan başka sineklerin bazı tâifeleri var ki,HAŞİYE 2 muhtelif ve müteaffin maddeleri yerler, mütemâdiyen pislik yerine katre katre şurup damlatırlar. O semli, müteaffin maddeleri ağaçların yapraklarına yağan kudret helvası gibi tatlı, şifâlı bir şuruba tebdil ederek, bir istihâle makinesi olduklarını ispat ederler. Bu küçücük fertlerin ne kadar büyük bir milleti, bir tâifesi olduğunu göze gösterirler. “Küçüklüğümüze bakma. Tâifemizin azametine bak, ‘Sübhânallah’ de” diye lisân-ı hal ile söylerler.


ba

____________________

 H A Ş İ Y E 1 Bir sineğin kanadı ve vücudu ne kadar hârika bir san’at-ı Rabbâniye olduğuna lâtifâne bir işaret olarak, meşhur Yûnus Emre’nin bu fıkrası ne güzel bildirir: Bir sineğin kanadını kırk kağnıya yüklettim/Kırkı da çekemedi, kaldı şöyle yazılı.

 H A Ş İ Y E 2 Evet, sineğin küçücük bir tâifesini baharın âhirinde, badem ve zerdali ağaçlarının dallarında, siyah bir kütle halinde halk olunup, dala yapışık olup kalırlar. Mütemâdiyen, pislik yerine damlacıklar onlardan akıyor. O katreler bal gibi, sâir sinekler etrafına toplanırlar, emerler. Diğer bir başka tâifesi de nebâtâtın çiçeklerinin ve incir gibi bir kısım ağaçların telkîhinde istihdâm olunuyorlar. Sinek tâifelerinden yıldızlı, mumlu, ışıklı olan yıldız böceğin şâyân-ı temâşâ olduğu gibi, sinek tâifelerinden yaldızlı, altın gibi parlak kısmı da şâyân-ı dikkattir. Mızraklı sinekle, eşkıyaları hükmünde olan yabanî arıları da unutmamalıyız. Eğer Hâlik-ı Rahmân onların dizginini çekmeseydi, bu mızraklı tâifeler, pireler gibi insanlara hücum etseydiler, Nemrud’u öldürdükleri gibi, nev-i insanı da hırpalayacak idiler; “Ve in yeslubhumu’z-zübâbu şey’en lâ yestengizûhu” âyetinin mânâ-yı işârîsini tefsir ederdi. İşte, bunlar gibi yüz namdar hâsiyetli tâifeleri bulunan sinek cinsinin büyük bir ehemmiyeti vardır ki, mezkûr azîm âyet onu mevzu yapmış; “Yâ eyyühennâsu duribe meselun” (ilâ âhir) demiş.

 

1

Âyet-i kerîmenin işaretiyle, emir ile îcâd oluyor. Ve Kudret hazineleri kâf, nun’dadır. Bu sırr-ı dakîkin vücûh-u kesîresinden birkaç veçhi Risalelerde zikredilmiştir. Burada, hurûf-u Kur’ân’ın, hususen sûrelerin başlarındaki mukattaât-ı hurûfun hâsiyetlerine ve fezâillerine ve tesirât-ı maddiyelerine dâir vürûd eden hadisleri, şu asrın nazar-ı maddîsine takrib etmek için, maddî bir misâl üzerinde o sırrın tefhîmine çalışacağız. Şöyle ki:

Zât-ı Zülcelâl olan Sahib-i Arş-ı Âzamın, mânevî bir merkez-i âlem ve kalb ve kıble-i kâinat hükmünde olan küre-i arzdaki mahlûkatın tedbirine medar dört arş-ı İlâhîsi var:

Biri, hıfz ve hayat arşıdır ki, topraktır. İsm-i Hafîzin ve Muhyînin mazharıdır.

İkinci arş, fazl ve rahmet arşıdır ki, su unsurudur.

Üçüncüsü, ilim ve hikmet arşıdır ki, unsur-u nurdur.

Dördüncüsü, Emir ve irâdenin arşıdır ki, unsur-u havadır.

Basit topraktan, hadsiz hâcât-ı hayvâniye ve insâniyeye medâr olan maâdin ve hadsiz muhtelif nebâtâtın basit bir unsurdan, kemâl-i intizam ile, vahdetten hadsiz kesret, basitten nihâyetsiz muhtelif envâ, sade bir sayfada hadsiz muntazam nukùş gözümüzle gördüğümüz gibi; suyun, hususen hayvânât nutfelerinin su gibi basit bir madde iken hadsiz mûcizât-ı san’atın muhtelif zîhayatlarda o su ile tezâhürü gösteriyor ki: Bu iki arş misilli, nur ve hava dahi, besâtetleriyle beraber, Nakkàş-ı Ezelînin ve Alîm-i Zülcelâlin kalem-i ilim ve emir ve irâdesine, evvelki iki arş gibi, acâib-i mûcizâtının mazharlarıdırlar.

Nur unsurunu şimdilik bırakıp, meselemiz münâsebetiyle, küre-i arza göre emir ve irâde arşı olan unsur-u havanın içinde emir ve irâdenin acâibini ve garâibini örten perdenin bir derece keşfine çalışacağız. Şöyle ki:

Biz nasıl ki ağzımızdaki hava ile hurûfat ve kelimâtı ekiyoruz, birden sünbülleniyorlar. Yani, havada, âdetâ zamansız bir anda, bir kelime bir habbe olup hâric-i havada sünbüllenir; küçük büyük hadsiz aynı kelimeyi câmi bir havayı sünbül veriyor. Unsur-u havâiyeye bakıyoruz ki: O derece emr-i kün feyekûn’a mutî ve musahhar ve emirberdir ki, güya herbir zerresi bir nefer gibi, muntazam bir ordunun her dakika emrini bekler; zamansız, en uzak zerreden, emr-i kün’den cilveger olan bir irâdenin imtisâlini, itaatini gösterir.

Meselâ, âhize ve nâkıle radyo makineleri vasıtasıyla, havanın hangi yerinde olursa olsun, bir nutk-u beşerî bütün küre-i arzın her tarafından-radyo âhizeleri bulunmak şartıyla-zamansız, aynı nutuk, aynı anda, herbir yerde işitilmesi, emr-i kün feyekûn’un cilvesine ne derece kemâl-i imtisâl ile herbir zerre-i havâiyede itaat ettiğini gösterdiği gibi; havada sebatsız vücudları bulunan hurûfâtın, kudsiyet keyfiyetiyle, bu sırr-ı imtisâle göre, çok tesirât-ı hâriciyeye ve hâsiyât-ı maddiyata inkılâb ve gaybı şehâdete tahavvül ettirir bir hâsiyet onlarda görünüyor.

İşte bunun gibi, hadsiz emârelerle gösteriyor ki, mevcudât-ı havâiye olan hurûfun, hususen hurûf-u kudsiyenin ve Kur’âniyenin, hususen evâil-i sûredeki şifre-i İlâhiyenin hurûfâtı, muntazam ve nihâyetsiz hassas ve zamansız emirleri dinler ve yapar gibi göründüğünden, elbette zerrât-ı havâiyede kudsiyet noktasında emr-i kün feyekûn’un cilvesine ve İrâde-i Ezeliyenin tecellîsine mazhar hurûfâtın maddî hassalarını ve hârika ve mervî faziletlerini teslim ettirir.

İşte bu sırra binâendir ki, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânda bazan kudret eserini, sıfat-ı irâde ve sıfat-ı kelâmdan gelir gibi tâbirâtı, gayet derecede sür’at-i îcad ve gayet derecede inkıyâd-ı eşya ve musahhariyet-i mevcudattan başka, ayn-ı emir, kudret gibi hükmediyor demektir. Yani, emr-i tekvinden gelen hurûfât, maddî kuvvet hükmünde vücud-u eşyada hükmeder. Ve emr-i tekvînî, âdetâ, ayn-ı kudret, ayn-ı irâde olarak tezâhür eder.

Evet, emir ve irâdenin bu gayet hafî ve vücud-u maddîleri gayet gizli ve havayı âdetâ nim-mânevî, nim-maddî nev’indeki mevcudatta, emr-i tekvînî, ayn-ı kudret gibi âsârı görünüyor; belki ayn-ı kudret olur. Âdetâ mâneviyat ile maddiyâtın mâbeyninde berzahî olan mevcudâta nazar-ı dikkati celb etmek için, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın ferman ediyor.

İşte, evâil-i sûredeki gibi hurûf-u kudsiye-i şifre-i İlâhiye hava zerrâtı içinde, zamansız münâsebât-ı dakika-i hafiye tellerini ihtizâza getirecek birer düğüm ve birer düğme harfi olduklarını ve ferşten Arşa mânevî telsiz telefon muhâberât-ı kudsiyeyi îfâ etmeleri, o şifre-i kudsiye-i İlâhiyenin şe’nindendir

____________________

1 “Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.

 

ve vazifesidir ve gayet mâkuldür.

Evet, havanın herbir zerresi ve bütün zerrâtı, telsiz, telefon, telgraflar gibi aktâr-ı âlemde münteşir o zerreler emirleri imtisâl ettiklerini ve elektrik ve seyyâlât-ı lâtifeye âhize ve nâkılelik vazifesi gibi sâir vezâif-i havâiyeden başka bir vazifesini bir hads-i kat’î ile, belki müşâhede ile ben kendim badem çiçeklerinde gördüm. Ağaçların rû-yi zeminde muntazam bir ordu hükmünde, havâ-yı nesîmînin dokunmasıyla, bir anda aynı emri o âhizeler hükmündeki zerrelerden aldığı vaziyet-i meşhûdesi bana iki kere iki dört eder derecesinde kat’î bir kanaat vermiş.

Demek havanın rû-yi zeminde çevik ve çalak bir hizmetkâr olması ve rû-yi zemindeki Rahmân-ı Rahîmin misafirlerine hizmet ettiği gibi; o Rahmân’ın emirlerini tebliğ etmek için bütün zerrâtı telsiz telefonun âhizeleri gibi emirber nefer hükmünde evâmir-i kudsiyeyi nebâtâta ve hayvânâta tebliğ eder. Nefeslere yelpaze, nüfusa nefes, yani, âb-ı hayat olan kanı tasfiye ve nâr-ı hayatî olan hararet-i garîzeyi iş’âl vazifesini yaptıktan sonra, çıkıp, ağızda hurûfâtın teşekkülüne medâr olduğu gibi; pek çok muntazam vazifeleri emr-i kün feyekûn ile icrâ eder.

İşte, havanın bu hasiyetine binâendir ki, mevcudât-ı havâiye olan hurûfât, kudsiyet kesb ettikçe, yani, âhizelik vaziyetini aldıkça, yani, Kur’ân hurûfâtı olduğundan âhizelik vaziyetini aldığı ve düğmeler hükmüne geçtiği ve sûrelerin başlarındaki hurûfat daha ziyade o münâsebât-ı hafiyenin uçlarının merkezî ukdeleri, düğümleri ve hassas düğmeleri hükmünde olduğundan, vücud-u havâîleri bu hâsiyete mâlik olduğu gibi, vücud-u zihnîleri dahi, hattâ vücud-u nakşiyeleri de bu hâsiyetten hassaları ve hisseleri var. Demek o harflerin okumasıyla ve yazmasıyla, maddî ilâç gibi şifâ ve başka maksatlar hâsıl olabilir.

Said Nursî

ba

1

  Şu âyet-i azîme çok büyük ve çok âlî ve çok geniş bir denizdir. Onun cevherlerini beyan etmek için koca bir cilt kitap yazmak lâzım gelir. Onun o kıymettar cevâhirini başka zamana tâliken, şimdilik yalnız birkaç gün evvel tahattur-u hakàik noktasında, benim için ehemmiyetli bir zaman olan namaz tesbihâtında, uzaktan uzağa fikrin nazarına ilişen bir nüktenin şuâı göründü. O zamanda kaydedemedik; gittikçe tebâud ediyordu. Bütün bütün kaybolmadan evvel o nüktenin bir cilvesini avlamak için, etrafında dâirevâri birkaç kelime söyleyeceğiz.

BİRİNCİ KELİME: Kelâm-ı Ezelî, ilim, kudret gibi bir sıfat-ı İlâhiye olduğu cihetle, gayr-ı mütenâhidir. Nihâyetsiz olan birşeye denizler mürekkep olsa, elbette bitiremez.

İKİNCİ KELİME: Bir zâtın vücudunu ihsâs eden en zâhir, en kuvvetli eser, tekellümüdür. Bir zâtın kelâmını işitmek, bin delil kadar vücudunu, belki şuhud derecesinde, ispat ettiği nokta-i nazarda, bu âyet-i kerîme mânâ-yı işârîsiyle diyor ki: “Rabb-i Zülcelâlin vücudunu gösteren kelâm-ı İlâhînin adedini, denizler mürekkep olsa, ağaçlar kalem olsa, yazsalar, bitiremezler. Yani, bir zâtın böyle bir kelâmı, vücuduna şuhud derecesinde delâlet ettiğine bedel; Zât-ı Ehad-i Samede, kelâmın mütekellime delâleti ve ihsâsı gibi had ve hesâba gelmeyen hadsizdir ki, umum denizlerin suyu mürekkep olsa, yazmasına kifâyet etmez” demektir.

ÜÇÜNCÜ KELİME: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân hakàik-ı îmâniyeyi umum tabakàt-ı beşere ders verdiği için, tesbit ve tahkik ve iknâ etmek hikmetiyle, bir hakikati zâhiren tekrar ettiği için, ehl-i ilim ve ehl-i kitap bulunan o zaman ulemâ-i Yehûd, Peygamber-i Zîşan Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmîliğine ve kıllet-i ilmine gayet haksız bir taarruz ettiklerine mânen bir cevaptır. Şöyle ki:

Âyet-i kerîme der: “Tahkik ve iknâ gibi pek çok hikmetler için ayrı ayrı faydalar nokta-i nazarında çok müteaddit neticeleri bulunan bir hakikati, umûmun, bilhassa avâmın kalbinde yerleştirmek için, erkân-ı îmâniye gibi herbir meselesi bin mesâil kıymetinde ve binler hakàikı tazammun eden meseleleri ayrı ayrı, mûcizâne tarzlarda tekrarını, hasr-ı kelâmî ve kusur-u zihnî ve sermâyenin noksâniyetinden değildir. Belki hadsiz, nihâyetsiz hazine-i ezeliye-i kelâm-ı İlâhîden alınan ve âlem-i gayb hesâbına âlem-i şehâdete müteveccih olup, cin, ins, ruh, melekle konuşan ve her ferdin kulağında

____________________

1″De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, hattâ bir o kadarını daha getirip ilâve etsek, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi.” Kehf Sûresi, 18:109.

 

tanînendâz olan Kur’ân’ın menbaı bulunan Kelâm-ı Ezelînin kelimâtını saymak için denizler mürekkep olsa, zîşuurlar kâtip, nebâtâtlar kalem, belki zerratlar kalem ucu olsalar, yine bitiremezler. Çünkü bunlar mütenâhi, o ise nihâyetsizdir.”

DÖRDÜNCÜ KELİME: Mâlûmdur ki, umulmadık birşeyden kelâmın sudûru, kelâmı ehemmiyetleştirir; kendini dinlettiriyor. Hususen cevv-i semâ ve bulutlar gibi büyük cirmlerde tekellümvâri sadâlar dahi ehemmiyetle herkese kendini dinlettiriyor. Hususen dağ cesâmetinde bir fonoğrafın nağamâtı daha fazla kulağın nazar-ı dikkatini celb eder. Hususen semâvât tabakalarını plâklar ittihâz edip küre-i arzın kafasına işittirmek için sudûr eden sadâ-yı semâvî-i Kur’ânîyi, radyo kuvvetiyle, zerrât-ı havâiye o hurûfâta âhize ve nâkıle oldukları gibi, elbette bu kudsî hurûfât-ı Kur’âniyeye birer ayine, birer lisan, birer ibre ucu, birer kulak hükmüne geçtiğine remzen, Kur’ân-ı Hakîmin hurûfâtının ne derece ehemmiyetli, kıymetli, hâsiyetli, hayatta olduğuna işareten, âyet mânâ-yı işârîsiyle diyor ki: “Kelâmullah olan Kur’ân o kadar hayattar ve kıymettardır ki, onu dinleyen, işiten kulakların adedi ve o kulaklara giren o kudsî kelimelerin sayısını, bütün denizler mürekkep ve melâike kâtip ve zerreler noktalar ve nebatlar ve kıllar kalemler olsa, bitiremezler.”

Evet, bitiremezler. Çünkü Cenâb-ı Hak beşerin zayıf, ruhsuz kelâmının adedini havada milyonlar kadar teksir etse, elbette arz ve semâvâtın Pâdişâh-ı Bîmisâlinin arz ve semâvâta bakan ve arz ve semâvâtta umum zîşuurlara hitâb eden kelâmının herbir kelimesi zerrât-ı havâiye adedince kelimeler olur.

BEŞİNCİ KELİME: İki Harftir.

Birinci Harf: Nasıl ki sıfat-ı Kelâmın kelimeleri var. Öyle de, Kudretin de mücessem kelimeleri var; İlmin de hikmetli kaderî kelimeleri var ki, bütün mevcudattır. Hususen zîhayatlar, hususen küçük mahlûklar, herbiri birer kelime-i Rabbâniyedir ki Mütekellim-i Ezelîye, kelâmdan daha kuvvetli bir surette işaret eder. Ve onların adedini, denizler mürekkep olsa bitiremezler, demek olduğu mânâsına dahi şu âyet-i kerîme remzen bakıyor.

İkinci Harf: Bütün melâikelere ve insanlara, hattâ hayvanlara gelen umum ilhamlar, bir nevi kelâm-ı İlâhîdir. Bu kelâmın kelimâtı elbette gayr-ı mütenâhidir. Saltanat-ı Mutlakanın nihâyetsiz cünûdunun mütemâdiyen aldıkları ilhâm ve o emr-i İlâhiyenin kelimâtı ne derece çok ve nihâyetsiz olduğunu âyet bize haber veriyor demektir.

ba

1

âyetine dâir gayet ehemmiyet kesb etmiş. Mühim ve mütefennin bir adam bu sual ile bazı hocaları ilzâm ettiği bir suale muhtasar bir cevaptır.

SUAL: Deniliyor ki: “Demir yerden çıkıyor; yukarıdan inmiyor ki 2 denilsin. Neden 3 dememiş; zâhiren muvâfık görülmeyen demiş?”

ELCEVAP: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân, kelimesiyle, demirdeki azîm ve çok ehemmiyetli nimet cihetini ihtar etmek için demiş. Çünkü yalnız demirin zâtını nazara vermiyor ki, “ihrac” desin. Belki demirdeki nimet-i azîmeyi ve nev-i beşerin demire ne derece muhtaç olduğunu ihtar içindir. Nimet ciheti ise aşağıdan yukarıya çıkmıyor, belki rahmet hazinesinden geliyor. Rahmet hazinesi elbette âlî, yukarı ve mânen yüksek mertebededir. Elbette nimet yukarıdan aşağıyadır ve muhtaç olan beşerin mertebesi aşağıdadır. Elbette in’âm, ihtiyâcın mâfevkindedir. Onun için, nimetin hazine-i rahmetten beşerin ihtiyâcına imdâd için gelmesinin hak tâbiri, dır, “ihrac” değildir.

Hem tedricî ihrâcat beşerin eliyle olduğu için, “ihrac” kelimesi ihsan cihetini nazar-ı gaflete hissettirmez. Evet, demirin maddesi murad olunsa, mekân-ı maddî itibarıyla ihraçtır. Fakat demirin sıfatı ve burada mânâ-yı maksudu olan “nimet” ise, mânevîdir. Bu mânâ-yı maddî, mekâna bakmıyor, belki mânevî mertebeye bakar. Rahmân’ın hadsiz mertebe-i ulviyetinin bir tecellîsi olan hazine-i rahmetten gelen nimet, elbette en yüksek makamdan en aşağı mertebeye gönderiliyor. Hak tâbiri dır. Bu tâbirle nev-i beşere ihtar eder ki, demir en büyük bir nimet-i İlâhiyedir.

____________________

1″Biz demiri de indirdik ki, onda hem kuvvet ve şiddet, hem de insanlar için faydalar vardır.” Hadîd Sûresi, 57:25.

2″İndirdik.”

3″Çıkardık.”

 

Evet, nev-i beşerin bütün san’atlarının mâdeni ve terakkiyâtının menbaı ve kuvvetinin medârı demirdir. İşte bu azîm nimeti ihtâr için, makam-ı imtinân ve in’âmda, kemâl-i haşmetle ferman ediyor. Nasıl ki Hazret-i Dâvud’a en mühim bir mûcize olarak 1 ferman ediyor. Yani, büyük bir peygambere büyük bir mûcize ve büyük bir nimet olarak demiri yumuşatmasını gösteriyor.

Sâniyen: “Yukarı,” “aşağı” nisbîdir. Küre-i arzın merkezine göre yukarı ve aşağı oluyor. Hattâ bize nisbeten aşağı olan birşey, Amerika kıt’asına nazaran yukarı oluyor. Demek, merkezden sath-ı arz tarafına gelen maddeler, sath-ı arzda olanlara göre vaziyeti değişir.

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân i’câz lisânı ile ifade ediyor ki: Demirin o kadar çok menâfii, o kadar geniş fevâidi vardır ki, insanın hânesi olan küre-i arzın mahzeninden çıkarılacak âdi bir madde değildir. Ve rastgele hâcâtta istimâl edilmiş fıtrî bir mâden değildir. Belki Hâlik-ı Kâinatın tarafından rahmet hazinesinde ve kâinatın büyük tezgâhından ihzâr edilmiş bir nimet olarak, “Rabbü’s-Semâvâti ve’l-Arz” ünvân-ı haşmetiyle de küre-i arz sekenesinin hâcâtına medâr olmak için demiri inzâl etmiş, indirmiş diye, demirdeki umûmî menfaati ifade için, güya demirin gökten gelen rahmet, hararet ve ziyâ gibi öyle şümullü faydaları var ki, kâinat tezgâhından gönderiliyor, küre-i arzın dar anbarından değil. Belki kâinat sarayındaki büyük hazine-i rahmetten ihzâr edilerek gönderilip, küre-i arzın anbarında yerleştirilmiş; o anbardan asırların ihtiyâcına nisbeten parça parça ihraç ediliyor.

Kur’ân-ı Azîmüşşân, bu küçük anbardaki parça parça çıkarılan demiri, yalnız “sarf etmek” mânâsını ifade etmek istemiyor. Belki Hazine-i Kübrâdan o nimet-i azîmeyi küre-i arz ile beraber indirdiğini ifade etmek için; yani, bu küre-i arz hânesine en lâzım şey demirdir ki, Hâlik-ı Zülcelâl, güya küre-i arzı güneşten ayırıp insanlar için indirdiği zaman, demiri de beraber inzâl etmiş ve ekser ihtiyâc-ı beşer onunla temin edilmiştir. Kur’ân-ı Hakîm, “Bu demirle işlerinizi görünüz ve onu çıkarmaya çalışarak istifade ediniz” diye, mûcizâne ferman ediyor.

Bu âyette hem def-i a’dâya, hem celb-i menâfie medâr iki nimet beyan ediyor. Nüzûl-u Kur’ân’dan evvel demirle ehemmiyetli menâfi-i beşeriye temin edildiği görülmüş. Fakat istikbalde demirin gayet hârika ve muhayyirü’l-ukùl bir surette, denizde, havada ve karada gezerek küre-i arzı musahhar edip, mevt-âlûd bir hârika kuvveti gösterdiğini ifade için, 2 kelimesiyle, ihbâr-ı gaybî nev’inden bir lem’a-i i’câz gösteriyor.

ba

Geçmiş nükteden bahsederken hüdhüd-ü Süleymandan bahis açıldı. Israrcı ve sualci bir kardeşimiz:HAŞİYE “Hüdhüdün, Cenâb-ı Hakkı tavsifte
3 diyerek mühim makamda, mühim evsâf-ı İlâhiye içinde, nisbeten hafif bu vasfın zikrine sebep nedir?”

Elcevap: Beliğ bir kelâmın bir meziyeti şudur ki, söyleyenin ziyade meşgul olduğu san’atını, meşgalesini ihsâs etsin. Hüdhüd-ü Süleymanî ise, suyu az olan sahrâ-yı Ceziretü’l-Arabda gizli su yerlerini ferâsetle, kerâmetvâri keşfeden bedevî arîfleri gibi, hayvan ve tuyûrun arîfi olarak ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâma küngânlık eden ve su buldurup çıkarttıran mübârek ve vazifedar bir kuş olmakla, kendi san’atının mikyasçığıyla Cenâb-ı Hakkın semâvât ve arzdaki mahfiyâtı çıkarmakla mâbûdiyetini ve mescûdiyetini ispat ettiğini, kendi san’atçığıyla bilip ifade ediyor.

Evet, hüdhüd pek güzel görmüş. Çünkü, toprak altındaki had ve hesaba gelmeyen tohumların, çekirdeklerin, mâdenlerin muktezâ-yı fıtrîsi, aşağıdan yukarıya çıkmak değildir. Çünkü ecsâm-ı sakîle ihtiyarsız, ruhsuz olduğu için, kendi yukarıya çıkamaz; yukarıdan kendi kendine aşağıya düşebilir. Aşağıdan, hususen toprak sıkleti altında gizlenen bir cisim, câmid omuzundaki ağır yükü silkip çıkmak, kat’iyyen kendi kendine olamaz. Demek bir kudret-i hârika ile çıkarılıyor.

İşte, hüdhüd, berâhîn-i mâbûdiyet ve mescûdiyetin en gizlisini ve en mühimmini kendi arîfliğiyle bilmiş, bulmuş; Kur’ân-ı Hakîm onun hakkındaki ifadesine bir i’câz vermiştir.

ba

____________________

 H A Ş İ Y E Sual etmekte çalışkan, yazmakta tenbellik eden Re’fet’tir.

1 “Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.

2 “Onda kuvvet ve şiddet vardır.”

3 “Göklerde ve yerdeki bütün gizlilikleri meydana çıkaran.” Neml Sûresi, 27:25.

 

 

1

âyeti,2 âyetinde beyan ettiğimiz nüktenin aynını tazammun edip, hem onu te’yid ediyor, hem onunla teeyyüd ediyor.

Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân Sûre-i Zümer’de 3 demeyip, 4 demesiyle ifade ediyor ki: “Sekiz nevi hayvânât-ı mübârekeyi size hazine-i rahmetinden, güya Cennetten nimet olarak indirilmiş, gönderilmiş.” Çünkü o mübârek hayvanlar, bütün cihetleriyle, bütün beşere nimet olduğundan, saçından bedevîlere seyyar hâneler, elbiseler, etinden güzel yemekler, sütünden güzel, leziz taamlar ve derilerinden pabuçlar ve saire, hattâ gübreleri mezrûâtın erzâkı ve insanların mahrûkàtı hükmünde olup, güya o mübârek hayvanlar, tecessüm etmiş ayn-ı nimet ve rahmettirler.

Onun içindir ki, yağmura “rahmet” nâmı verildiği gibi, bu mübârek hayvanlara da “en’âm” nâmı verilmiş. Güya nasılki rahmet tecessüm etmiş, yağmur olmuş; öyle de nimet dahi tecessüm etmiş, keçi, koyun, öküz ile manda ve deve şekillerini almış. Çendan cismânî maddeleri yerde halk olunuyor; fakat nimetiyet sıfatı ve rahmetiyet mânâsı, maddesine tamamiyle galebe ettiğinden, 5 tâbiriyle, doğrudan doğruya bu mübârek hayvanları hazine-i rahmetin birer hediyesi olarak, Hâlik-ı Rahîm, yüksek mertebe-i rahmetinden ve mânevî, âli Cennetinden yeryüzüne indirmiş.

Evet, nasıl ki bazan beş paralık bir maddede beş liralık bir san’at derc edilir. O zaman o şeyin maddesi nazara alınmıyor; san’at noktasında kıymet veriliyor: sineğin küçücük maddesi ve içindeki pek büyük san’at-ı Rabbâniye gibi. Bazan beş liralık bir maddede beş kuruşluk bir san’at bulunur; o vakit hüküm maddenindir.

Aynen onun gibi, bazan cismânî bir maddede o kadar nimet ve rahmet mânâsı bulunur ki, yüz defa maddesinden ziyade ehemmiyetli oluyor. Âdetâ cismânî maddesi gizlenir; hüküm, nimetiyet cihetine bakar. İşte, demirin pek azîm menâfii ve çok semereleri, onun maddî maddesini gizlediği gibi, mezkûr mübârek hayvanların dahi her cüz’ünde nimet bulunması, onların cismânî maddelerini güya nimete kalb ettirmiş. Onun içindir ki, cismânî maddelerinin hükmü nazara alınmış,  , tâbir edilmiştir.

Evet ,  hakikat itibârıyla sâbık nükteyi ifade ettikleri gibi, belâgat noktasında da ehemmiyetli bir mânâyı mûcizâne ifade ediyorlar. Şöyle ki:

Demir gayet sert fıtratıyla ve gizliliği ve derinliğiyle beraber, her yerde hazır bulunmak ve hamur gibi yumuşatmak hâsiyetini ihsân ettiğinden, herkes, her yerde, her işte kolayca elde etmesini ifade etmek için,  tâbiriyle, güya fıtrî ve semâvî nimetler gibi, demir âletlerini yukarı bir tezgâhtan indirip beşerin ellerine verilmiş gibi kolaylıkla elde ediliyor.

Hem hayvânât cinsinden, sivrisinekten tut, tâ yılan, akrep, kurt, arslana kadar insanlara zararlı vaziyetleriyle beraber, hayvânâtın mühimlerinden olan koca manda ve öküz ve deve gibi büyük mahlûkat gayet derece musahhar, mutî; hattâ zayıf bir çocuğa da yularını verip itaat etmek mânâsını ifade için, 6 tâbiriyle, güya bu mübârek hayvanlar dünya hayvanları değil ki, içinde tevahhuş ve zarar bulunsun. Belki mânevî bir Cennetin hayvanları gibi menfaattar, zararsızdırlar. Yukarıdan, yani, rahmet hazinesinden indirilmiştir, diye ifade ediyor.

Muhtemeldir ki, bazı müfessirlerin bu hayvanlar hakkında “Cennetten indirilmiştir” dedikleri, bu mânâdan ileri gelmiştir. ZahrındaHAŞİYE Kur’ân-ı Hakîmin bir harfi için bir sahife yazılsa, uzun

____________________

 H A Ş İ Y E Bazı müfessirler, “Mebde’leri semâvâttan gelmişler” demelerinden muradları şudur ki: Bu en’âm denilen hayvânâtın bekàları rızık iledir ve rızıkları ottur; onların rızkı da yağmurdur. Yağmur ki, âb-ı hayattır ve rahmettir; ve rızık da semâvâttan gelir. “Ve fi’s-semâi rizgukum” âyeti buna işaret eder. Madem o hayvanların devam eden müteceddit vücutları semâvâttan gelen yağmur içindedir; semâdan indirilmiş mânâsını ifade eden “Enzele” tâbiri yerindedir.

1 “Sizin için erkekli dişili sekiz çift ehlî hayvan indirdi. Annelerinizin karnında sizi üç karanlık içinde, bir yaratılıştan diğerine çevirerek yaratıyor.” Zümer Sûresi, 39:6.

2 “Demiri indirdik.”

3 “Sizin için erkekli dişili sekiz çift ehlî hayvan yarattı.”

4 “Sizin için erkekli dişili sekiz çift ehlî hayvan indirdi.”

5 “İndirdik.”

6 “Sizin için sekiz hayvan indirdi.”

 

olmuş denilmemeli. Çünkü kelâmullahtır. Onun için tâbiri için iki üç sayfa yazılmakla israf edilmiş olmaz. Bazan Kur’ân’ın bir harfi, bir hazine-i mâneviyenin anahtarı olur.

ba

Bir düstur

Risale-i Nur talebeleri, Risale-i Nur’un dâiresi hâricinde nur aramamalı ve aramaz. Eğer ararsa, Risale-i Nur’un penceresinden ışık veren mânevî güneşe bedel bir lâmbayı bulur, belki güneşi kaybeder.

Hem Risale-i Nur’un dâiresindeki hâlis, pek kuvvetli ve her ferdine çok ruhları kazandıran ve Sahâbenin sırr-ı verâset-i Nübüvvetle meşreb-i uhuvvetkârânesini gösteren “meşreb-i hıllet ve meslek-i uhuvvet” ise, hâriç dâirelerde o pedere ve o mürşide üç cihetle zarar vermek suretiyle, bir pederi aramaya ihtiyaç bırakmaz; birtek peder yerine, pek çok ağabeyi buldurur. Elbette büyük kardeşlerin müteaddit şefkatleri, bir pederin şefkatini hiçe indirir.

Dâireye girmeden evvel bulduğu şeyhi, her fert o şeyhini, mürşidini, dâirede dahi muhâfaza edebilir. Fakat şeyhi olmayan, dâireye girdikten sonra, ancak dâire içinde mürşid arayabilir. Hem Risaletü’n-Nur’un velâyet-i kübrâ olan sırr-ı verâset-i Nübüvvet feyzini veren ders-i hakâik dâiresindeki ilm-i hakikat dahi dâire hâricindeki tarikatlere ihtiyaç bırakmaz. Meğer tarikati yanlış anlayıp, güzel rüyalar, hayaller, nur ve zevklere müptelâ ve âhiret faziletinden ayrı olan dünyevî ve hevesî zevkleri arzulayan ve merciiyet makamını isteyen nefisperestler ola…

Bu dünya dârü’l-hizmettir; külfet ve meşakkat ile ücret ölçülür-dârü’l-mükâfat değil. Onun içindir ki, ehl-i hakikat keşif ve kerâmetlerdeki ezvâk ve envâra ehemmiyet vermiyorlar. Belki bazan kaçıyorlar, setrini istiyorlar.

Hem Risale-i Nur’un dâiresi çok geniştir; şâkirtleri pek çoktur. Hârice kaçanları aramaz, ehemmiyet vermez, belki daha içine almaz. Her insanda bir kalp var. Bir kalp ise, hem dâirede, hem hâriçte olamaz.

Hem hâriçteki irşâda hevesli zâtlar, Risale-i Nur’un şâkirtleriyle meşgul olmamalı. Çünkü üç cihetle zarar görmeleri muhtemeldir. Takvâ dâiresindeki talebeler irşâda muhtaç olmadıkları gibi, hâriçte kesretli namazsızlar var. Onları bırakıp bunlarla meşgul olmak irşad değildir. Eğer bu şâkirtleri severse, evvelâ dâire içine girsin, o şâkirtlere peder değil, belki kardeş olsun-fazileti ziyade ise ağabeyleri olsun.

Hem bu hâdisede göründü ki, Risale-i Nur’a intisâbın çok ehemmiyeti var ve çok pahalı düştü. Ve buna bu fiyatı veren ve o yolda bütün âlem-i İslâm nâmına dinsizliğe karşı mücâhede vaziyetini alan aklı başında bir adam, o elmas gibi mesleği terk edip başka mesleklere giremez.

Said

ba

Eskişehir Hapishanesinde yazılmış bir parça

Kardeşlerim! Müteaddid defa Risâle-i Nur’un şakirtlerini lâyık oldukları tarzda müdafaa etmişim. İnşâallah mahkemede bağırarak derim. Hem Risâle-i Nur’u, hem şâkirdlerinin kıymetlerini dünyaya işittireceğim. Yalnız size bunu ihtâr ederim ki: “Bu müdâfaamdaki kıymeti muhâfaza etmenin şartı, bu hâdisedeki ağız yanmasıyla Risâle-i Nur’dan küsmemek ve üstâdından darılmamak ve kardeşlerinden-sıkıntıdan gelen bahanelerle-nefret etmemek ve birbirine kusur bulmamak ve isnad etmemektir.” Yalnız tahattur edersiniz ki, Risâle-i Kader’de ispat etmişiz ki: “Başa gelen zulümlerde iki cihet var ve iki hüküm vardır: Biri insanın, biri kader-i İlâhî’nin. Aynı hâdisede insan zulmeder, fakat kader âdildir, adâlet eder. Bu meselemizde, insanın zulmünden ziyade, kaderin adâleti ve hikmet-i İlâhiyenin sırrını düşünmeliyiz.”

Evet, kader, Risâle-i Nur talebelerini bu meclise çağırdı. Ve mücâhede-i mâneviye inkişâf etmesinin hikmeti; onları, bu hakikaten çok sıkıntılı olan medrese-i Yusufiyeye sevk etti. İnsan zulmü ve bahanesi bir vesile oldu. Onun için sakınınız; birbirinize; “Böyle yapmasaydım ben tevkif olmazdım”, demeyiniz.

Said Nursî

ba

Kardeşlerim,

Kalbime ihtâr edildi ki; nasıl ki, Mesnevi-î Şerif, şems-i Kur’ân’dan tezâhür eden yedi hakikattan bir hakikatın aynası olmuş, kudsî bir şerâfet almış; Mevlevîlerden başka daha çok ehl-i kalbin lâyemut bir mürşidi olmuş. Öyle de, Risâle-i Nur şems-i Kur’âniyenin ziyâsındaki elvân-ı seb’ayı ve o güneşteki renk renk, çeşit çeşit yedi nûru birden aynasında temessül ettirdiğinden-inşâallah-yedi cihetle şerîf ve kudsî ve yedi Mesnevî kadar ehl-i hakikata bâkî bir rehber ve bir mürşid olacak.

ba

 

Kardeşlerim,

Maatteessüf başımıza gelen şefkat tokatını, iki üç gündür, kat’i bir kanaatla anladım. Hattâ, ehl-i isyan hakkında gelen bir âyetin çok işarâtından bir işareti bize bakıyor gibi hissettim. O da şudur: 1 yâni: “Onlara ihtar ettiğimiz ders ve nasihatı unuttukları ve amel etmedikleri vakit, onları tutup musîbet altına aldık.”

Evet, en âhirde sırr-ı ihlâsa dâir bir risâle bize yazdırıldı. Elhak, gayet âlî ve nurânî bir düstur-u uhuvvet idi. Ve on binler kuvvetle ancak mukabele edilir hâdiselere, musîbetlere karşı, o sırr-ı ihlâs ile on adamla mukavemet ettirebilir bir düstür-u kudsî idi. Fakat, maatteessüf başta ben, biz o ihtâr-ı mânevî ile amel edemedik. Bu âyetin mânâ-yı işârisiyle: cifrî tarihiyle bin üç yüz elli iki eder. Aynı tarihiyle tutturulduk. Bir kısmımız şefkat tokadına giriftâr olduk. Bir kısmımız hakkında tokat değil, belki tokada mâruz olan kardeşlerimize medâr-ı tesellî ve kendilerine medâr-ı sevab ve istifade olmak için bu musîbetin içine alındı.

Evet, ihtilâttan men olunduğum için üç aydan beri yeniden üç gündür ben, kardeşlerimin dâhilî ahvâline de muttâli oldum. Hiç hatır ve hayâlime gelmez en hâlis zannettiğim kardeşlerimde sırr-ı ihlâsa münâfi hareket vukûa gelmişti. Ondan anladım ki: âyetinin uzaktan uzağa bir mânâ-yı işârîsi bize de bakıyor. Ehl-i dalâlet için nâzil olan bu âyet onlara azaptır. Fakat bizim için terbiye-i nüfûs ve keffáretü’z-zünûb ve tezyîd-i derecât için şefkat tokadıdır. Biz elimizdeki kıymettar nimet-i İlâhiyeyi tam takdir etmediğimizden, tokat yediğimize bir delil şudur ki: En kudsî bir mücâhede-i mâneviyeyi tazammun eden ve sırr-ı verâset-i nübüvvetle velâyet-i kübrânın feyzine mazhar ve sahâbenin sırr-ı meşrebine medâr olan Risâle-i Nur ile hizmet-i kudsiye-i Kur’âniyemize kanâat etmeyip, menfaatı şimdilik bize pek az ve bu vaziyetimize mühim zararı muhtemel tarikat hevesinin birkaç defa şiddetle ihtarımla önü alınmasıdır. Yoksa, hem vahdetimizi bozacaktı, hem dört elifin tesânüdüyle bin yüz on birden dört kıymetine tenzil eden teşettüt-ü efkâr ve bu gayet ağır hâdiseye karşı kuvvetimizi hiçe indiren tenâfür-ü kulûba uğrayacaktı.

Gülistan sahibi Şeyh Sa’di-i Şirâzî naklediyor, der: “Ben bir ehl-i kalbi tekyede, seyr-i sülûk ile meşgul iken görmüştüm. Birkaç gün sonra onu talebeler içinde, medresede gördüm. Ne için o feyizli tekkeyi terkedip, bu medreseye geldin, dedim. O da dedi ki: Orada herkes kendi nefsini-eğer muvaffak olursa-kurtarabilir. Burada ise bu âlî-himmet şahıslar kendileriyle beraber çoklarını kurtarmaya çalışıyorlar. Uluvv-ü cenâb, uluvv-ü himmet bunlardadır. Fazîlet ve himmet bunlardadır. Onun için buraya geldim.”

Şeyh Sa’dî bu vâkıayı, kısaca hülâsasını Gülistan’ında yazmıştır.

Acaba, talebelerin, gibi sarf ve nahvin küçücük meseleleri tekkelerdeki virdlere râcih gelirse, Risâle-i Nur’un:

deki hakaik-ı kudsiye-i imâniyeyi en kat’î ve vâzıh bir sûrette ders verip, en muannid zındıkları ve en mütemerrid filozofları susturup ders verirken, onu bırakıp, yahut sekteye uğratıp, veyahut kanâat etmeyip, tarikat hevesiyle Risâle-i Nur’dan izin almayarak kapanmış hangâhlara girmek, ne derece yanlış olduğunu ve bizim bu şefkat tokadına ne derece istihkak kesbettiğimizi gösteriyor.

Said Nursî


ba

____________________

1 En’âm Sûresi, 6:44.

 

TENBİH

İki küçük hikâye

Birincisi: Bundan on beş sene evvel Rusya’nın şimâlinde esir olduğum zaman doksan esir zabitlerimizle beraber büyük bir fabrika koğuşunda bulunuyorduk. Sıkıntı ve ruh darlığından çok münakaşalar, gürültüler oluyordu. Umumun bana karşı ziyade hürmetleri olduğundan teskin ediyordum. Sonra, sükûneti muhafaza için dört-beş zabiti tâyin ettim. Ve dedim; “Hangi köşede bir gürültü işittiniz, hemen yetişiniz. Hangi taraf haksız ise ona yardım ediniz.” Hakikaten bu tedbir ile gürültünün önü alındı. Benden soruldu: “Ne için haksıza yardım ediniz, diyorsun?”

Cevaben, o zaman demiştim ki: “Haksız insafsızdır. Bir dirhem menfaatını kırk dirhem istirahat-ı umumiye için bırakmaz. Haklı adam ise insaflı olur. Bir dirhem hakkını, sükûnet-i umumiyedeki kırk dirhem arkadaşının menfaatına fedâ eder, bırakır. Gürültü kalkar, sükûnet iade edilir. Bu koğuştaki doksan zât istirâhat eder. Eğer, haklıya muâvenet edilse, gürültü daha ziyadeleşecek. Bu nev’ hayat-ı içtimâiyede, menfaat-ı umumiyenin ehemmiyeti nazara alınır.”

İşte ey kardeşlerim! Bu hayatın, bu içtimaımızda, “Bu kardeşim bana haksızlık etti” diye “küstüm” demeyiniz. Bu pek hatâdır. O arkadaşın sana bir dirhem zarar vermiş ise, sen küsmekle kırk dirhem bizlere zarar veriyorsun. Belki kırk lira Risâle-i Nur’a zarar vermek muhtemeldir. Fakat lillâhilhamd pek haklı ve kuvvetli müdâfaatımız, arkadaşların mükerrer isticvâba gitmelerinin önünü aldığından, fesâdın önü alındı. Yoksa, birbirinden küsmüş kardeşler, bir sinek kanadı kadar küçük bir çöpün göze girmesi gibi veyahut bir kıvılcımın baruta düşmesi gibi, az bir garazla büyük bir zarar verebilirdi.


ba

İkinci hikâye: Bir vakit ihtiyar bir kadının sekiz oğlu varmış. Herbirisine mevcut sekiz ekmekten birer ekmek verdi, kendine kalmadı. Sonra, herbirisi ekmeğinin yarısını ona verdi. Onun ekmeği dört oldu; ötekiler yarıya indi.

Kardeşlerim, ben de kırkınızın herbirinin musîbet hissesinin mânevî eleminin yarısını kendimde hissediyorum. Kendi şahsıma âit elemi, aldırmıyorum. Bir gün fazla muztar bulundum, “acaba hatamın cezâsı mıdır çekiyorum” diye geçmiş hâleti tetkik ettim. Gördüm ki, bu musîbeti kaynatmaya ve tahrik etmeye hiçbir cihette müdahalem olmadığını ve bilâkis kaçmak için mümkün tedbirleri istimâl ediyordum. Demek, bu bir kazâ-yı İlâhîdir. Ve bil-iltizam bir seneden beri müfsidlerin tarafından aleyhimize ihzâr ediliyordu. Kaçınmak kàbil değildi. Alâküllihâl başımıza geçirecek idiler. Cenâb-ı Hakka yüz bin şükür ki, musîbeti yüzden bire indirdi.

İşte bu hakîkata binaen “Senin yüzünden bu belâyı çektik” diye minnet etmeyiniz. Belki beni helâl ediniz. Ve bana dua ediniz. Hem birbirinizi tenkid etmeyiniz. Demeyiniz ki: “Sen böyle yapmasaydın, böyle olmayacaktı.” Meselâ, bir kardeşimiz iki üç imza sahibini söylemesiyle, müfsidlerin pek çok zâtları belâya atmak için düşündükleri plânı küçültüp, çoklarını kurtarmış. Değil zarar, belki büyük menfaat olmuş. Çok mâsumların bu belâdan kurtulmasına bir vesile oldu.

Said Nursî

ba

Kardeşlerimden ricâ ederim ki:

Sıkıntı veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve “Haysiyetime dokundu” demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın, bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete fedâ ederim.

Said Nursî

 

Bu parça çok kıymetlidir. Tâ ikinci Nükteye kadar herkese faydası var.

Eskişehir Hapishanesinde, sû-i ahlâktan değil, belki sıkıntıdan gelen nâhoş bazı haller münâsebetiyle, ahlâka dâir bir nükte ile, meşhur bir âyetin mestur kalmış bir nüktesine dâirdir.

BİRİNCİ NÜKTE

Cenâb-ı Hak kemâl-i kereminden ve merhametinden ve adâletinden, iyilik içinde muaccel bir mükâfat ve fenalıklar içinde muaccel bir mücâzat derc etmiştir. Hasenâtın içinde, âhiretin sevâbını andıracak mânevî lezzetler, seyyiâtın içinde, âhiretin azâbını ihsâs edecek mânevî cezâlar derc etmiştir.

Meselâ, mü’minler mâbeyninde muhabbet, ehl-i îmân için güzel bir hasenedir. O hasene içinde, âhiretin maddî sevâbını andıracak mânevî bir lezzet, bir zevk, bir inşirâh-ı kalb derc edilmiştir. Herkes kalbine müracaat etse bu zevki hisseder.

Meselâ, mü’minler mâbeyninde husûmet ve adâvet bir seyyiedir. O seyyie içinde, kalb ve rûhu sıkıntılarla boğacak bir azâb-ı vicdânîyi, âlicenap ruhlara hissettirir. Ben kendim, belki yüz defadan fazla tecrübe etmişim ki, bir mü’min kardeşe adâvetim vaktinde, o adâvetten öyle bir azap çekiyordum; şüphe bırakmıyordu ki, bu seyyieme muaccel bir cezâdır, çektiriliyor.

Meselâ, hürmete lâyık zâtlara hürmet ve merhamete lâyık olanlara merhamet ve hizmet, bir hasenedir, bir iyiliktir. Bu iyilikte sevâb-ı uhrevîyi ihsâs eder derecede öyle bir zevk, lezzet vardır ki, hayatını fedâ etmek derecesine o hürmeti, o merhameti ileri getirir. Validenin çocuğa merhametindeki şefkat vasıtasıyla kazandığı zevk ve mükâfat için hayatını o merhamet yolunda fedâ etmek dereceye gider. Yavrusunu kurtarmak için arslana saldıran bir tavuk, hayvânât milletinde bu hakikate bir misaldir. Demek, merhamet ve hürmette muaccel bir mükâfat var; âlihimmet ve âlicenap insanlar onları hisseder ki, kahramanâne bir vaziyet alıyorlar.

Hem, meselâ, hırs ve israfta öyle bir cezâ var ki, şekvâlı, meraklı, mânevî ve kalbî bir cezâ insanı sersem eder. Ve haset ve kıskançlıkta öyle bir muaccel cezâ var ki, o haset, haset edeni yakar. Hem tevekkül ve kanaatte öyle bir mükâfat var ki, o lezzetli muaccel sevap, fakr ve hâcâtın belâsını ve elemini izâle eder.

Hem, meselâ, gurur ve kibirde öyle bir ağır bir yük var ki, mağrur adam herkesten hürmet ister; ve istemek sebebiyle istiskal gördüğünden, dâimâ azap çeker. Evet, hürmet verilir, istenilmez. Hem, meselâ, tevâzuda ve terk-i enâniyette öyle lezzetli bir mükâfat var ki, ağır bir yükten ve kendini soğuk beğendirmekten kurtarır.

Hem, meselâ, sûizan ve sû-i te’vilde, bu dünyada muaccel bir cezâ var. “Men dakka dukka” kaidesiyle, sûizan eden, sûizanna mâruz olur. Mü’min kardeşinin harekâtını sû-i te’vil edenlerin harekâtı, yakın bir zamanda sû-i te’vile uğrar, cezâsını çeker.

Ve hâkezâ, bütün ahlâk-ı hasene ve seyyie bu mikyâsa göre ölçülmeli. Ben rahmet-i İlâhiyeden ümid ederim ki, Risale-i Nur’dan bu zamanda tezâhür eden mânevî i’câz-ı Kur’ânîyi zevk eden zâtlar, bu mânevî ezvâkı hissederler; sû-i ahlâka müptelâ olmayacaklar, inşaallah.

ba

Bazı kısımları buraya derc edilen bu risalenin tamamı teksir Lem’alar mecmuasında neşredilmiştir.

 

 

YİRMİ DOKUZUNCU LEM’A

İmana dair âli bir tefekkürname, tevhide dair yüksek bir marifetname.

Kardeşlerim,

Bu tefekkürname çok ehemmiyetlidir. İmam-ı Ali’nin (r.a.) ona bir vecihte “Âyetü’l-Kübrâ” namını vermesi, tam kıymetini gösteriyor. Namaz tesbihatında aynelyakin derecesinde kalbe gelmiş, çok risaleleri netice vermiş, otuz sene akıl ve fikrin gıda ve ilâcı olmuş bir marifetnamedir. Bunu hem Lem’alar’ın başında, hem kırk elli adet müstakil makine ile yazılsa münasiptir.

Said Nursî

Yirmi sene evvel Eskişehir hapsinde tecrid-i mutlakta iken yazılan bir lem’adır.

 

İfade-i Meram

ON ÜÇ SENEDEN BERİ kalbim, aklımla imtizaç edip Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın

1

2

3

gibi âyetlerle emrettiği tefekkür mesleğine teşvik ettiği ve
4 hadis-i şerifi, bazan bir saat tefekkür bir sene ibadet hükmünde olduğunu beyan edip tefekküre azîm teşvikat yaptığı cihetle, ben de bu on üç seneden beri meslek-i tefekkürde akıl ve kalbime tezahür eden büyük nurları ve uzun hakikatleri kendime muhafaza etmek için, işârat nev’inden bazı kelimâtı, o envâra delâlet etmek için değil, belki vücutlarına işaret ve tefekkürü teshil ve intizamı muhafaza için vaz’ ettim. Gayet muhtelif Arabî ibarelerle kendi kendime o tefekkürde gittiğim zaman o kelimâtı lisanen zikrediyordum. Bu uzun zamanda ve binler defa tekrarında ne bana usanç geliyordu ve ne de verdiği zevk noksanlaşıyordu ve ne de onlara ihtiyac-ı ruhî zâil oluyordu. Çünkü bütün o tefekkürat, âyât-ı Kur’âniyenin lemeâtı olduğundan, âyâtın bir hassası olan usandırmamak ve halâvetini muhafaza etmek hassasının bir cilvesi, o tefekkür aynasında temessül etmiştir.

Bu âhirde gördüm ki, Risale-i Nur’un eczalarındaki kuvvetli ukde-i hayatiye ve parlak nurlar, o silsile-i tefekkürâtın lem’alarıdır. Bana ettikleri tesiri başka zatlara da edeceği düşüncesiyle, âhir ömrümde mecmuunu kaleme almak niyet etmiştim. Gerçi çok mühim parçaları risalelerde derc edilmiştir; fakat heyet-i mecmuasında başka bir kuvvet ve kıymet bulunacaktır.

Âhir-i ömür muayyen olmadığı için, bu hapisteki mahkûmiyetim ve vaziyetim ölümden daha beter bir şekil aldığından, âhir-i hayatı beklemeyerek, kardeşlerimin ısrar ve ilhahlarıyla, tağyir etmeyerek, o silsile-i tefekkürat Yedi Bab üstünde yazıldı.

Bu nevi kudsî hakikatlerin ekseriyet-i mutlakası namaz tesbihatında hatıra geldiklerinden, Sübhanallah, Elhamdü lillâh, Allahu ekber, Lâ ilâhe illâllah kudsî kelimelerinin herbirisi bir menba hükmüne geçtiğinden, aynen namaz tesbihatındaki tertip gibi yazılmak lâzım gelirken, o zaman tecritteki müşevveşiyet-i hal o tertibi bozmuş. Şimdi o Lem’anın Birinci Babı Sübhanallah, ikincisi Elhamdü lillâh, üçüncüsü Allahu ekber, dördüncüsü Lâ ilâhe illâllah’a dair olacak. Çünkü Şafiîlerin namaz tesbihatından ve duadan sonra otuz üç defa aynen Sübhanallah, Elhamdü lillâh, Allahu ekber gibi otuz üç defa da Lâ ilâhe illâllah’ı çok Şafiîler okuyorlar.

Said Nursî

____________________

1 Tâ ki tefekkür edin. Tâ ki tefekkür etsinler.

2 “Onlar kendi üzerlerindeki İlâhî san’at mucizelerini hiç düşünmezler mi? Gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri Allah ancak hak ve hikmetle yaratmıştır….” Rum Sûresi, 30:8.

3 Tefekkür eden bir topluluk için deliller vardır.

4 “Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:310; Gazâlî, İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn, 4:409 (Kitâbu’t-Tefekkür); el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 1:78.

 

BİRİNCİ BAB 1

Sübhanallah’a dair. Üç fasıldır.

Birinci Fasıl

Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

Sen her kusurdan ve ehl-i dalâletin efkâr-ı bâtılasından münezzehsin. Sen öyle bir Zât-ı Zülcelâlsin ki,

  • semâ, yıldızlarının ve güneşlerinin ve aylarının kelimeleriyle ve bütün bunlardaki hikmet remizleriyle,
  • dünya semâsı, bulutlarının ve gök gürültüsünün ve şimşeklerin ve yağmurların kelimeleriyle ve bütün bunlardaki faydaların işaretiyle,
  • yeryüzü, madenlerinin ve nebatlarının ve ağaçlarının ve hayvanatının kelimeleriyle ve bütün bunlardaki intizamatın delâletiyle,
  • nebat ve ağaçlar ise, yapraklar ve çiçekler ve meyveler kelimatıyla ve bütün bunların muhtaç zevilhayata menfaatlarinin tasrihatıyla,
  • çiçekler ve meyveler ise, tohumlarının ve kanatçıklarının ve çekirdeklerinin ve onlardaki acaib-i san’atın kelimatıyla,
  • çekirdekler ve tohumlar ise, bilmüşahede sümbüllerinin lisanıyla ve habbeciklerinin kelimeleriyle,
  • herbir nebat ise-tomurcuklarının inkişafı sırasında, müzeyyen çiçeklerinin ve muntazam sümbüllerinin ağzıyla yavrularının tebessümü hengâmında gayet vazıh ve zahir bir surette görüldüğü gibi-ölçülü tohumlarının ve intizamlı habbeciklerinin kelimeleriyle, şekillerinin ve o şekiller içindeki renklerinin ve o renkler içindeki tadlarının ve o tatmaklar içindeki güzel kokularının ve o güzel kokularHAŞİYE içindeki nakışlarının ve o nakış içindeki ziynetinin ve o ziynet içindeki boyasının ve o boya içindeki san’atın ve o san’at içindeki tevzinin ve o tevzin içindeki tanzimin ve o tanzim içindeki mizanın ve o mizan içindeki nizamın lisanıyla, Seni hamdinle tesbih ederler.
  • O nebatlardan herbiri, çiçeklerinin zarif gözlerinden ve sümbüllerinin tazecik dişlerinden takattur eden ve Senin kendini kullarına tanıtıp sevdiren taarrüf ve teveddüdünün cilvelerindeki lemeattan tereşşuh eden bir tarifle, Senin tecelliyât-ı sıfâtını tavsif, cilve-i esmânı tarif ve teveddüdünü tefsir eder.

____________________

 H A Ş İ Y E On iki perde perde üstünde, burhan burhan içinde, delil delil içinde, bir çiçekten muhtelif nağamat ve mütenevvi lemeatla Nakkaş-ı Ezelîyi kalbe gösteriyor, aklın gözünü baktırıyor.

1 Bu tercümenin Arapça aslı için, CD’nin Arapça bölümündeki 29. Lem’a”ya bakınız.

 

Sen her kusurdan münezzehsin, ey Vedûd ve ey Mâruf! San’atın ne kadar güzel, ne kadar süslü, ne kadar mükemmeldir Senin!

Sen her türlü kusurdan münezzeh öyle bir Zât-ı Zülcemalsin ki, bütün ağaçlar, tomurcuklarının açması ve çiçeklerinin inkişafı, yapraklarının tezayüdü, meyvelerinin olgunlaşıp dallarının ellerinde mâsum çocuklar gibi oynaşması hengâmında, kereminle yeşillenen yapraklarının ve lûtfunla tebessüm eden çiçeklerinin ve rahmetinle gülen meyvelerinin ağzıyla, acaib-i hilkat içindeki kesret-i tenevvüünün ve o kesret-i tenevvü içindeki muhtelif etlerinin ve o muhtelif etlerdeki şekillerin ve o şekillerdeki renklerin ve o renkler içindeki güzel kokuların ve o güzel kokular içindeki ayrı ayrı tadların ve o tadlar içindeki nakışların ve o nakışlar içindeki ziynetlerin ve o ziynetlerdeki boyaların ve o boyalar içindeki san’atın ve o san’at içindeki tevzinin ve o tevzin içindeki tanzimin ve o tanzim içindeki mizanın ve o mizan içindeki nizamın lisanıyla,HAŞİYE Seni hamdinle tesbih eder.

Bütün o ağaçlar, Senin kendini mahlûkatına yakından tanıtan ve sevdiren tahabbüb ve taarrüfünün cilvelerindeki lem’alardan tereşşuh eden ve onların ağızlarından damlayan katrelerle Senin sıfâtını tavsif, esmânı tarif ve masnuatına tahabbub ve taarrüfünü tefsir ederler. Öyle ki, güya çiçek açmış herbir ağaç, güzel yazılmış manzum bir kasidedir ki, o kaside Fâtır-ı Zülcelâlin medâyih-i bâhiresini inşad edip, şâirâne, lisan-ı hal ile söylüyor.

Veyahut o çiçek açmış herbir ağaç, binler bakar ve baktırır gözlerini açmış, tâ Sâni-i Zülcelâlin neşir ve teşhir olunan acaib-i san’atını bir iki gözle değil, belki binler gözlerle baksın-tâ ehl-i dikkati öyle baktırsın.

Veyahut o çiçek açan herbir ağaç, umumî bayram olan baharın içindeki hususî bayramında ve resmigeçit-misal bir anda, yeşillenmiş âzâlarını en süslü müzeyyenatla süslemiş-tâ ki, onun Sultan-ı Zülcelâli ona ihsan ettiği hedâyâyı ve letâifi ve âsâr-ı nuraniyesini müşahede etsin. Hem meşher-i san’at-ı İlâhiye olan zemin yüzünde ve bahar mevsiminde, murassaat-ı rahmetini enzâr-ı halka teşhir etsin ve şecerin hikmet-i hilkatini beşere ilân etsin.

Sen her kusurdan münezzehsin. İhsanın ne güzeldir Senin: beyanın ne kadar âşikâr, burhanın ne kadar bâhir, zâhir ve münevverdir. Sen her kusurdan münezzehsin; ne kadar aciptir san’atın Senin!

____________________

 H A Ş İ Y E Bu on beş delil delil içinde, burhan burhan içinde, Sâni-i Zülcelâle işaret ediyor.

 

Hikmetlerinin delâletiyle, ışığın parlaması Senin tenvirin ve Senin teşhirinledir.

Rüzgârın dalgalanması-hususan ses naklindeki-vazifelerinin sırrıyla, Senin tasrifin ve tavzifinledir.

Faydalarının işaretiyle, nehirlerin çağlaması Senin tedhirin ve teshirinledir.

Taşların ve madenlerin süslenmesi-hususan ses ve muhaberatın naklindeki-hassa ve menfaatlerinin remziyle, Senin tedbirin ve tasvirinledir.

Çiçeklerin acaib-i hikmetle tebessümü Senin tahsinin ve tezyininledir.

Faydalarının delâletiyle, meyvelerin süslenmesi Senin in’âmın ve ikramınladır.

Şerâit-i hayatlarındaki intizamın işaretiyle, kuşların ötüşmeleri Senin onları birbiriyle anlaştırman ve konuşturmanladır.

Faydalarının şehadetiyle, yağmur damlalarının ihtizazı, Senin tenzilin ve tafdilinledir.

Harekâtındaki hikmetlerin şehadetiyle, ayların hareketi Senin takdirin, tedbirin, tedvir ve tenvirinledir.

Sen her türlü kusurdan münezzehsin; ne münevverdir burhanın, ne âşikârdır saltanatın Senin!

İkinci Fasıl

Sen bütün kusurlardan, noksan sıfatlardan, aczden ve şerikten münezzehsin. Senin senânı ben ifade edemem, kemal sıfatlarını saymakla bitiremem. Sen ancak Furkan’ında kendi zâtını senâ ettiğin gibi ve Senin izninle Habibinin Seni senâ ettiği gibi ve Senin intakınla bütün masnuatının Seni senâ ettiği gibi bir Zât-ı Zülcelâlsin.

Sen bütün kusurlardan, noksan sıfatlardan, aczden ve şerikten münezzehsin. Biz Sana lâyık bir marifetle Seni tanıyamadık, ey bütün masnuatındaki mucizatıyla ve bütün mahlûkatının tavsifatıyla ve bütün mevcudatının tarifatıyla ancak tarif edilen Mâruf!

Sen bütün kusurlardan, noksan sıfatlardan, aczden ve şerikten münezzehsin. Biz Sana lâyık bir zikirle Seni zikredemedik, ey bütün mahlûkatının lisanıyla ve kitab-ı kâinatının kelimeleri olan bütün mevcudatın nefisleriyle ve mahlûkatın olan bütün zevilhayatın hayatlarıyla Sana sundukları tahiyyelerle ve bütün ağaç ve nebatların ihtizazla zikretmekte olan bütün mevzun yapraklarıyla zikredilen Mezkûr!

Sen bütün kusurlardan, noksan sıfatlardan, aczden ve şerikten münezzehsin. Biz Senin hak şükrünü edâ edemedik, ey herkesin gözü önündeki bütün ihsânâtının senâlarıyla ve kâinat çarşısındaki bütün in’âmâtının ilânâtıyla ve enzâr-ı mahlûkat önündeki rahmet ve nimetinin bütün manzum meyveleriyle ve bütün ağaç ve nebatların dallarına dizilmiş bütün mevzun ve muntazam çiçek ve salkımların tahmidatıyla şükür ve senâsı okunan Mezkûr!

 

Sen her kusurdan münezzehsin. Şânın ne büyük, burhanın ne müzeyyen, ne kadar zâhir ve bâhirdir Senin!

Sen bütün kusurlardan, noksan sıfatlardan, aczden ve şerikten münezzehsin. Biz Sana lâyık bir ibadetle kulluk edemedik, ey bütün melâikenin ve bütün zevilhayatın ve bütün anâsır ve mahlûkatın kemâl-i itaat ve imtisal ve intizam ve ittifak ve iştiyakla ettikleri bütün ibadetlerin mercii olan Mâbud!

Sen bütün kusurlardan, noksan sıfatlardan, aczden ve şerikten münezzehsin. Biz Sana lâyık bir tesbihatla Seni tesbih ve tenzih edemedik, ey “Kendisini hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık bulunmayan ve yedi gök ve yer ve içindekiler tarafından tesbih edilen”1 Zât!

Sen bütün kusurlardan, noksan sıfatlardan, aczden ve şerikten münezzehsin. Gök ve yer, bütün masnuatının bütün tesbihatıyla ve bütün mahlûkatının bütün tahmidatıyla, Seni hamdinle tesbih eder.

Sen bütün kusurlardan, noksan sıfatlardan, aczden ve şerikten münezzehsin. Yer ve gök, bütün peygamberlerinin ve bütün velîlerinin ve bütün meleklerinin-salât ve selâmın onlar üzerine olsun-bütün tesbihatıyla Seni hamdinle tesbih eder.

Sen bütün kusurlardan, noksan sıfatlardan, aczden ve şerikten münezzehsin. Kâinat, Habib-i Ekreminin (a.s.m.) bütün tesbihatıyla ve Resul-ü Âzamının bütün tahmidatıyla-efdal-i salâvat ve etemm-i teslimatın onlar üzerine olsun-Seni hamdinle tesbih eder.

Sen her kusurdan münezzehsin öyle bir Zât-ı Zülcelâlsin ki Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın tesbihatının sadâlarıyla bu kâinat Seni hamd ile tesbih eder. Evet, tesbihatının sadâlarıyla asırları dalga dalga ve milletleri bölük bölük çınlatan odur. Allahım, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın tesbihat sadâlarını, kıyamet gününe kadar kâinatın sayfalarında ve zamanın yapraklarında daim kıl.

____________________

1 İsrâ Sûresi, 17:44.

 

Sen her kusurdan münezzeh öyle bir Zât-ı Zülcelâlsin ki, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın âsâr-ı şeriatıyla dünya seni hamd ile tesbih eder. Allahım, dünyayı kıyamet gününe kadar Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın diyanetiyle dünyayı kıyamet gününe kadar müzeyyen kıl.

Sen her kusurdan münezzeh öyle bir Zât-ı Zülcelâlsin ki, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın lisanıyla dünya Senin azamet-i kudretinin arşı altında bir sâcid olarak Seni hamd ile tesbih eder. Allahım, dünyayı kıyamet ve diriliş gününe kadar Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın lisanıyla, bütün aktarıyla hep böyle konuştur.

Sen her kusurdan münezzeh öyle bir Zât-ı Zülcelâlsin ki, her yerde ve her zamanda bütün mü’min erkekler ve bütün mü’min kadınlar, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın lisanıyla seni hamd ile tesbih eder. Allahım, erkek ve kadın bütün mü’minleri, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın tesbihatının sadâlarıyla kıyamet gününe kadar hep böyle konuştur.

Üçüncü Fasıl

Celâl sahibi olan Allah her türlü kusurdan münezzehtir. O Vâhid-i Ehad ki, zıddan, nidden, şerikten pâk ve berîdir.

Celâl sahibi olan Allah her türlü kusurdan münezzehtir. O Kadîr-i Ezelî ki, kendine muîn ve vezir edinmekten pâk ve berîdir.

Celâl sahibi olan Allah her türlü kusurdan münezzehtir. O Kadîm-i Ezelî ki, sonradan vücuda gelen ve zeval bulup giden mevcudata müşabehetten pâk ve berîdir.

Celâl sahibi olan Allah her türlü kusurdan münezzehtir. O Vâcibü’l-Vücud ki, nazîri mümteni, Ondan başka herşeyin varlığı ve yokluğu müsavi, kendisi ise mümkinatın mahiyetleri icabı olan kusurlardan pâk ve berîdir.

Celâl sahibi olan Allah her türlü kusurdan münezzehtir. O Zât-ı Zülcelâl ki, “Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O herşeyi hakkıyla işiten Semî’ ve herşeyi hakkıyla gören Basîrdir”1 ve kàsır ve hatâlı vehimlerin her türlü tasavvurâtından pâk ve berîdir.

Celâl sahibi olan Allah her türlü kusurdan münezzehtir. O Zât-ı Zülcelâl ki, “Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar Onundur. O kudreti herşeye galip olan Azîz ve hikmeti herşeyi kuşatan Hakîmdir”2 ve nâkıs ve bâtıl akidelerin her türlü tavsifatından pâk ve berîdir.

Celâl sahibi olan Allah her türlü kusurdan münezzehtir. O Kadîr-i Mutlak ki, aczden ve ihtiyaçtan pâk, berî ve müstağnîdir.

____________________

1 Şûra Sûresi, 42:11

2 Rûm Sûresi, 30:27.

 

Celâl sahibi olan Allah her türlü kusurdan münezzehtir. Onun zâtında ve sıfâtında ve ef’âlinde kusurdan ve noksandan pâk ve berî olduğuna kâinatın kemâlâtı şahittir. Çünkü kâinatta kemal ve cemal namına ne varsa, hads-i sâdıkla ve kat’î burhanlarla ve vâzıh delillerle sabittir ki, o kemal ve cemalin hepsi, o münezzeh Zâtın kemaline nisbetle bir zayıf gölgeden ibarettir. Zira tenvir ancak nuranîden gelir, başka türlü olamaz. Aynaların faniliğine ve mazharların seyyaliyetine rağmen cemal ve kemalin devam etmesi bunu gösterdiği gibi; eâzım-ı beşerden meşrepleri muhtelif, keşfiyatları müttefik pek büyük bir cemaatin icmâ ve ittifakıyla da sabittir ki, kâinattaki kemâlât, Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun envâr-ı kemâlinin bir gölgesidir.

Celâl sahibi olan Allah her türlü kusurdan münezzehtir. O ezelî, ebedî ve sermedî Zât-ı Zülcelâl ki, sonradan vücuda gelip teceddüd ve tekâmüle tâbi olan mevcudatın lâzımı olan tagayyür ve tebeddülden pâk ve berîdir.

Celâl sahibi olan Allah her türlü kusurdan münezzehtir. O Hâlık-ı Kevn ve Mekân ki, kesif ve kesir ve mukayyed ve mahdud olan maddî varlıkların lâzımı olan tahayyüz ve tecezzîden pâk ve berîdir.

Celâl sahibi olan Allah her türlü kusurdan münezzehtir. O Kadîm-i Bâkî ki, hudus ve zevalden pâk ve berîdir.

Celâl sahibi olan Allah her türlü kusurdan münezzehtir. O Vâcibü’l-Vücud ki, doğurmak ve doğurulmaktan, başka varlıkların vücuduna girmek ve onlarla birleşmekten, hasr ve tahdit edilmekten, kendisine yakışmayan ve vücub-u vücuduna münasip düşmeyen ve ezeliyet ve ebediyetine muvafık olmayan şeylerden pâk ve berîdir.

Onun celâli pek yücedir ve Ondan başka ilâh yoktur.

 

İKİNCİ BABHAŞİYE

Bu İkinci Bab, “Elhamdü lillâh” hakkındadır.

İkinci Bab ile tâbir edilen şu risalecikte “Elhamdü lillâh” cümlesini insanlara dedirten imanın sonsuz fayda ve nurlarından, yalnız dokuz tane beyan edilecektir.

Birinci nokta:

Evvelâ iki şey ihtar edilecektir.

  1. Felsefe, herşeyi çirkin, korkunç gösteren siyah bir gözlüktür. İman ise, herşeyi güzel, ünsiyetli gösteren şeffaf, berrak, nuranî bir gözlüktür.
  2. Bütün mahlûkatla alâkadar ve herşeyle bir nevi alışverişi olan ve kendisini abluka eden şeylerle lâfzan ve mânen görüşmek, konuşmak, komşuluk etmeye hilkaten mecbur olan insanın sağ, sol, ön, arka, alt, üst olmak üzere altı ciheti vardır.

İnsan, mezkûr iki gözlüğü gözüne takmakla, mezkûr cihetlerde bulunan mahlûkatı, ahvâli görebilir.

Sağ cihet: Bu cihetten maksat, geçmiş zamandır. Binaenaleyh, felsefe gözlüğü ile sağ cihete bakıldığı zaman, mâzi ülkesinin kıyameti kopmuş, altı üstüne çevrilmiş, karanlıklı, korkunç, büyük bir mezaristanı andıran bir şekilde görünecektir. Ve bu görünüşte insan pek büyük bir dehşete, vahşete, meyusiyete maruz kaldığında şüphe yoktur.

Fakat iman gözlüğüyle o cihete bakıldığı zaman, hakikaten o ülkenin altı üstüne çevrilmiş bir şekilde görünürse de, fakat can telefi yoktur. Mürettebatı, sâkinleri daha güzel, nuranî bir âleme nakledilmiş oldukları anlaşılıyor. Ve o kabirler, çukurlar da, nuranî bir âleme girmek için kazılan yeraltı tünelleri şeklinde telâkki edilecektir. Demek imanın insanlara verdiği sürur, ferahlık, itmi’nan, inşirah, binlerce “Elhamdü lillâh” dedirten bir nimettir.

Sol cihet: Yani, gelecek zamana, felsefe gözlüğü ile bakıldığı zaman, bizleri çürütecek, yılan ve akreplere yedirip imha edecek, zulümatlı, korkunç, büyük bir kabir şeklinde görünecektir.

Fakat iman gözlüğüyle bakılırsa, Cenâb-ı Hakkın, Hâlık, Rahmân, Rahîmin insanlara ihzar ettiği çeşit çeşit nefis, leziz, me’külât ve meşrubata zarf olan bir mâide ve bir sofra-i Rahmânî şeklinde görünecektir. Ve binlerce “Elhamdü lillâh” okutturarak tekrar ettirecektir.

Üst cihet: Yani, semâvât cihetine felsefe ile bakan bir adam, şu sonsuz boşlukta, milyarlarca yıldız ve kürelerin at koşusu gibi veya askerî bir manevra gibi yaptıkları pek sür’atli ve muhtelif hareketlerinden büyük bir dehşete, vahşete, korkuya mâruz kalacaktır.

____________________

 H A Ş İ Y E Risale-i Nur’un fikirden sonra en mühim esası şükür olduğundan şükür ve hamdin ekser meratip ve hakikatları Risale-i Nur’un eczalarında kemal-i izah ile beyan edildiğinden burada onlara iktifaen gayet muhtasar bir surette iman nimetine mukabil olan hamdin birkaç mertebeleri zikredilecektir. İman nimetinin mertebelerine göre hamdin mertebeleri var.

 

Fakat imanlı bir adam baktığı vakit o garip, acip manevranın bir kumandanın emri ile nezareti altında yapıldığı gibi, semâvât âlemini tezyin eden ve o yıldızların bize de ziyadar kandiller şeklinde olduklarını görecek ve o atlar koşusunda korku, dehşet değil, ünsiyet ve muhabbet edecektir. Âlem-i semâvâtı şöylece tasvir eden iman nimetine elbette binlerce “Elhamdü lillâh” söylemek azdır.

Alt cihet: Yani, arz âlemine felsefe gözüyle bakan insan, küre-i arzı başıboş, yularsız, şemsin etrafında serseri gezen bir hayvan gibi veya tahtası kırık, kaptansız bir kayık gibi görür ve dehşete, telâşa düşer.

Fakat iman ile bakarsa, arzın Rahmânî bir sefine olup, Allah’ın kumandası altında bütün me’külât, meşrubat, melbûsatıyla beraber, nev-i beşeri tenezzüh için şemsin etrafında gezdiren bir sefine şeklinde görür. Ve imandan neş’et eden şu büyük nimete büyük büyük elhamdü lillâh’ları söylemeye başlar.

Ön cihet: Felsefeci bir adam bu cihete bakarsa görür ki, bütün canlı mahlûkat-insan olsun, hayvan olsun-kafile-bekafile, büyük bir sür’atle o cihete gidip kaybolurlar. Yani, ademe gider, yok olurlar. Kendisinin de o yolun yolcusu olduğunu bildiğinden, teessüründen çıldıracak bir hale gelir.

Fakat iman nazarıyla bakan bir mü’min, insanların o cihete gidişleri, seyahatleri adem âlemine değil, göçebeler gibi bir yayladan bir yaylaya bir intikaldir. Ve fâni menzilden bâki menzile, hizmet çiftliğinden ücret dairesine, zahmetler memleketinden rahmetler memleketine göç etmek olup, adem âlemine gitmek değil diye bu ciheti memnuniyetle karşılar. Fakat yol esnasında ölüm, kabir gibi görünen meşakkatler netice itibarıyla saadetlerdir. Çünkü, nuranî âlemlere giden yol kabirden geçer ve en büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir. Meselâ, Hazret-i Yusuf, Mısır azizliği gibi bir saadete, ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nâil olmuştur.

Ve kezâ, rahm-ı mâderden dünyaya gelen çocuk, mâhut tünelde çektiği sıkıcı, ezici zahmet neticesinde dünya saadetine nâil oluyor.

Arka cihet: Yani geride gelenlere felsefe nazarıyla bakılsa, “Yâhu, bunlar nereden nereye gidiyorlar ve niçin dünya memleketine gelmişlerdir?” diye edilen suale bir cevap alınamadığından, tabiî, hayret ve tereddüt azabı içinde kalınır.

 

Fakat nur-u iman gözlüğüyle bakarsa, insanların kâinat sergisinde teşhir edilen garip, acip kudretin mucizelerini görmek ve mütalâa etmek için Sultan-ı Ezelî tarafından gönderilmiş mütalâacı olduklarını anlar. Ve bunlar o mucizenin derece-i kıymet ve azametine ve Sultan-ı Ezelînin azametine derece-i delâletlerine kesb-i vukuf ettikleri nisbetinde derece ve numara aldıktan sonra, yine Sultan-ı Ezelînin memleketine dönüp gideceklerini anlar ve bu anlayış nimetini kendisine îras eden iman nimetine “Elhamdü lillâh” diyecektir.

Mezkûr zulmetleri izale eden iman nimetine “Elhamdü lillâh” diye edilen hamd dahi bir nimet olduğundan, ona da bir hamd lâzımdır. Bu ikinci hamd’e de üçüncü bir hamd, üçüncüye dördüncü hamd lâzım.

Demek, bir hamd-i vâhidden doğan hamdlerden ibaret gayr-i mütenâhi bir silsile-i hamdiye husule geliyor.

İkinci nokta

Cihât-ı sitteyi tenvir eden iman nimetine de “Elhamdü lillâh” demesi lazımdır. Çünkü, iman cihât-ı sittenin zulümatını izale etmekle def-i belâ kabilinden büyük bir nimet sayıldığı gibi, tabiî o cihât-ı sitteyi tenvir ettiği cihetle de celbü’l-menâfi kabilinden ikinci bir nimet sayılır. Binaenaleyh insan fıtrî bir medeniyete sahip olduğundan, cihât-ı sittede bulunan mahlûkatla alâkadar olur ve iman nimetiyle de cihât-ı sitteden istifade edebilmesi imkânı vardır.

Binaenaleyh, 1 âyet-i kerîmesinin sırrıyla, cihât-ı sitteden herhangi bir cihette olursa insan tenevvür eder. Hattâ mü’min olan bir insanın dünyanın kuruluşundan sonuna kadar uzanan mânevî bir ömrü vardır. Ve insanın bu mânevî ömrü, ezelden ebede uzanan bir hayat nurundan medet ve yardım alır.

Ve kezâ cihât-ı sitteyi tenvir eden iman sayesinde, insanın şu dar zaman ve mekânı geniş ve rahat bir âleme inkılâp eder. Bu büyük âlem bir insanın hanesi gibi olur ve mâzi, müstakbel zamanları, insanın ruhuna, kalbine bir zaman-ı hal hükmünde olur. Aralarında uzaklık kalkıyor.

Üçüncü nokta

İmanın istinad ve istimdat noktalarını hâvi olmasından, “Elhamdü lillâh” demesi iktiza eder.

____________________

1 “Her nerede kıbleye yönelirseniz Allah’ın rızâsı oradadır.” Bakara Sûresi, 2:115.

 

Evet, nev-i beşer, aczi ve düşmanların kesreti dolayısıyla dayanacak bir nokta-i istinada muhtaçtır ki, düşmanlarını def için o noktaya iltica etsin. Ve kezâ, kesret-i hâcât ve şiddet-i fakr dolayısıyla da istimdat edecek bir nokta-i istimdada muhtaçtır ki, onun yardımıyla ihtiyaçlarını def etsin.

Ey insan! Senin nokta-i istinadın ancak ve ancak Allah’a olan imandır. Ruhuna, vicdanına nokta-i istimdat ise ancak âhirete olan imandır. Binaenaleyh, bu her iki noktadan haberi olmayan bir insanın kalbi, ruhu tevahhuş eder, vicdanı daima muazzep olur. Lâkin, birinci noktaya istinad ve ikincisinden de istimdat eden adam, kalben ve ruhen pek çok zevk ve lezzetleri, ünsiyetleri hisseder ki, hem mütesellî, hem vicdanı mutmain olur.

Dördüncü nokta

İman nuru, lezâiz-i meşrûanın zevâle başladıkları zaman hasıl olan elemleri, emsalinin vücut ve gelmekle olduklarını göstermekle izale eder.

Ve kezâ, nimetlerin devam edip tenakus etmemesini, nimetlerin menbaını göstermekle temin eder.

Ve kezâ, firak ve ayrılmaların elemlerini, teceddüd-ü emsalinin lezzetini göstermekle izale eder. Yani zeval düşüncesiyle bir lezzette çok elemler olur ki, iman o elemleri teceddüd-ü emsaliyle ihtar ve izale eder. Maahâzâ, lezzetlerin teceddüdünde de başka lezzetler vardır. Evet, bir semerenin şeceresi olmasa, o semerede münhasır kalan lezzet, onun yemesiyle zâil olur ve zevâli de mûcib-i teessür olur. Fakat o semerenin şeceresi mâruf ise, o semerenin zevâlinden elem hasıl olmuyor; çünkü yerine gelen var. Ve aynı zamanda, teceddüd haddizâtında bir lezzettir.

Ve kezâ ruh-u beşeri en ziyade sıkan, ayrılmalardan neş’et eden elemlerdir. Nur-u iman o elemleri teceddüd-ü emsal ve tahaddüs-ü visâl ümidiyle izale eder.

Beşinci nokta:

İnsan şu mevcudatta kendisine düşman ve ecnebî tevehhüm ettiği veya ölüler, yetimler gibi hayatsız perişan vehmettiği şeyleri nur-u iman, ahbap ve kardeş sıfatıyla gösterir ve hayattar tesbihhân (tesbih eden) şeklinde irâe eder.

 

Yani, gafletle bakan adam, âlemin mevcudâtını düşman gibi muzır telâkki ederek tevahhuş eder. Ve eşyayı ecnebîler gibi görür. Çünkü, dalâlet nazarında mâzi ve istikbâl zamanlarındaki eşya arasında uhuvvet, kardeşlik rabıtası ve bağlanış yoktur. Ancak eşya arasında küçük, cüz’î bir alâka olur. Binaenaleyh, ehl-i dalâletin yekdiğerine olan uhuvvetleri, binler senelik uzun bir zamanda bir dakika kadardır.

Ve kezâ, iman nazarında bütün ecrâmı, hayattar ve birbirine ünsiyetli olduklarını görüyor. Ve her bir cirmin lisan-ı haliyle Hâlıkına tesbihat yapmakta olduğunu gösteriyor. İşte, bu itibarla, bütün ecramın kendilerine göre bir nevi hayat ve ruhları vardır. Binaenaleyh imanın şu görüşüne nazaran o ecramda dehşet, vahşet yoktur, ünsiyet ve muhabbet vardır.

Dalâlet nazarı, matluplarını tahsil etmekten âciz olan insanların sahipsiz, hâmîsiz olduklarını telâkki eder ve hüzün, keder, aczlerinden dolayı ağlayan yetimler gibi zanneder. İman nazarı ise, canlı mahlûkata, ağlar yetimler gibi değil, ancak mükellef memur, muvazzaf zâkir ve tesbihhân ibâd sıfatıyla bakar.

Altıncı nokta

Nur-u iman, dünya ve âhiret âlemlerini çeşit çeşit nimetlere mazhar iki sofra ile tasvir eder ki, mü’min olan kimse iman eliyle ve zâhirî, bâtınî duygularıyla ve mânevî, ruhî olan letaifiyle o sofralardan istifade ediyor. Dalâlet nazarında ise, zevilhayatın daire-i istifadesi küçülür, maddî lezzetlere münhasırdır.

İman nazarında, semâvât ve arzı ihâta eden bir daire kadar tevessü eder. Evet, bir mü’min, güneşi kendi hanesinin damında asılmış bir lüküs, kameri bir idare lâmbası addedebilir. Bu itibarla şems, kamer, kendisine bir nimet olur. Binaenaleyh mü’min olan zâtın daire-i istifadesi semâvâttan daha geniş olur.

Evet, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan

1
2

âyetlerin belâgatı ile, imandan neş’et eden şu harika ihsanlara, in’âmlara işaret ediyor.

____________________

1 “Güneşi ve ayı da sizin hizmetinize verdi.” İbrahim Sûresi, 14:33.

2 “Yerde olanları da sizin hizmetinize vermiştir.” Hac Sûresi, 22:65.

 

Yedinci nokta

Nur-u iman ile bilinir ki, Allah’ın varlığı bütün nimetlerin fevkinde öyle büyük bir nimettir ki, sonsuz nimetlerin envâını, nihayetsiz ihsanların cinslerini, sayısız atiyyelerin sınıflarını hâvi bir menba, bir kaynaktır. Binaenaleyh, zerrât-ı âlemin adedince iman nimetlerine hamd ü senâ etmek bir borçtur. Risale-i Nur’un eczasında bir kısmına işaretler yapılmıştır. Maahâzâ, iman-ı billâhdan bahseden Risale-i Nur’un cüzleri, bu nimetten perdeyi kaldırarak gösteriyor.

“Elhamdü lillâh” lâm-ı istiğrakla işaret ettiği umum hamdlerle hamd edilmesi lâzım olan nimetlerden birisi de, Rahmâniyet nimetidir. Evet, Rahmâniyet, zevilhayattan rahmete mazhar olanların sayısınca nimetleri tazammun etmiştir. Çünkü bilhassa insan, her bir zîhayatla alâkadardır. Bu itibarla insan her zîhayatın saadetiyle saidleşir ve elemleriyle müteessir olur. Öyleyse, herhangi bir fertte bulunan bir nimet, arkadaşlarına da bir nimettir.

Ve kezâ, validelerin şefkatleriyle nimetlenen çocukların sayısınca nimetleri tazammun edip ona göre hamdlere, senâlara kesb-i istihkak edenlerden birisi de rahîmiyettir. Evet, annesiz aç bir çocuğun ağlamasından müteessir ve acıyan bir vicdan sahibi, elbette validelerin çocuklarına olan şefkatlerinden zevk alır, memnun ve mahzuz olur. İşte, bu gibi zevkler birer nimettir, hamd ve şükürler ister.

Ve kezâ, kâinatta mündemiç hikmetlerin bütün envâ ve efradı adedince hamd ve şükürleri iktiza edenlerden birisi de hakîmiyettir. Zira insanın nefsi, Rahmâniyetin cilveleriyle, kalbi de Rahîmiyetin tecelliyatıyla nimetlendikleri gibi, insanın aklı da hakîmiyetin letaifiyle zevk alır, telezzüz eder. İşte, bu itibarla ağız dolusu ile “Elhamdü lillâh” söylemekle hamd ü senâları istilzam eder.

Ve kezâ, Esmâ-i Hüsnâdan “Vâris” isminin tecelliyatı adedince ve babalar gibi usulün zevâlinden sonra bâki kalan fürûatın sayısınca ve âlem-i âhiretin mevcudatı adedince ve uhrevî mükâfatları almaya medar olmak üzere hıfzedilen beşerin amelleri sayısınca, sadâsı ile şu fezayı dolduracak kadar büyük bir “Elhamdü lillâh” ile hamd edilecek hafîziyet nimetidir. Çünkü, nimetin devamı, nimetin zâtından daha kıymetlidir. Lezzetin bekası, lezzetten daha lezizdir. Cennette devam, cennetin fevkindedir. Ve hâkeza…

 

Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakkın hafîziyeti tazammun ettiği nimetler, bütün kâinatta mevcut, bütün nimetlerden daha çok ve daha üstündedir. Bu itibarla dünya dolusu ile bir “Elhamdü lillâh” ister.

Şu zikredilen dört isme, bâki kalan Esmâ-i Hüsnâyı kıyas et ki, herbir isimde sonsuz nimetler bulunduğu için sonsuz hamdleri, şükürleri istilzam eder.

Ve kezâ, bütün nimet hazinelerini açmak salâhiyetinde olan, nimet-i imana vesile olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm dahi öyle bir nimettir ki, nev-i beşer ilelebed o zâtı (a.s.m.) medh ü senâ etmeye borçludur. Ve kezâ, maddî ve mânevî bütün nimetlerin envâına fihriste ve kaynak olan İslâmiyet ve Kur’ân nimeti de gayr-ı mütenâhi hamdleri bil’istihkak istilzam eder.

Sekizinci nokta

Öyle bir Allah’a hamd olsun ki, kâinat ile tâbir edilen şu kitab-ı kebîr ve onun tefsiri olan Kur’ân-ı Azîmüşşanın beyanına göre bütün babları ile fasılları ve bütün sayfaları ile satırları ve bütün kelimatı ile harfleri, o Zât-ı Akdese, sıfât-ı cemâliye ve kemâliyesini izhar ile hamd ü senâhandır. Şöyle ki:

O kitab-ı kebîrin herbir nakşı, küçük olsun, büyük olsun, karınca kaderince, Vâhid ve Samed olan Nakkaşının evsaf-ı celâliyesini izhar ile hamd-ü senâlar eder. Ve kezâ, o kitabın herbir yazısı, Rahmân ve Rahîm olan Kâtibinin evsâf-ı cemâlini göstermekle senâhan oluyor. Ve kezâ, o kitabın bütün yazıları noktaları, nakışları, Esmâ-i Hüsnânın tecelliyat ve cilvelerine mâkes ve mazhar olmak cihetiyle, o Zât-ı Akdesi takdis, tahmid, temcid ile senâhandır. Ve kezâ, o kitabın her bir nazmı, kasidesi, Kadîr, Alîm olan Nâzımını takdis ile tahmid eyler.

 

Dokuzuncu nokta HAŞİYE 1

Hamd Allah’tan gelir, Allah ile kaimdir, Allah için ve Onun vücudu sebebiyledir. Dünyanın evvelinden hilkatin âhirine kadar bütün zerrât-ı kâinatın, ezelden ebede bütün zamanlardaki dakikaların âşirelerine darbı adedince, Allah’a hamd olsun.

“Elhamdü lillâh” nimeti için dahi, nâmütenâhi bir devir ve teselsülleHAŞİYE 2 Allah’a hamd olsun.

Bana ve kardeşlerime ihsan ettiği Kur’ân nimeti için, zerrât-ı vücudumun, dünyadaki ömrümün dakikalarının âşireleriyle ve âhirette benim ve kardeşlerimin bekalarıyla darbı adedince hamd olsun.

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” (Bakara Sûresi, 2:32.)

“Bizi bu saâdete eriştiren Allah’a hamd olsun. Yoksa Allah hidâyet etmeseydi biz kendiliğimizden buna erişemezdik.” (A’râf Sûresi, 7:43.)

Allahım, ümmetinin hasenâtı adedince, Efendimiz Muhammed’e ve âl ve ashabına salât ve selâm et. Âmin.

Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.

____________________

 H A Ş İ Y E 1 Bu gibi şifrelerin anahtarı bende yoktur ki açayım. Maahâzâ, oruçlu bir kafa, ne o şifreleri açabilir ve o darbları yapabilir. Kusura bakmayınız, bu kadarı da, ancak müellifinin mânevî yardımıyla ve Leyle-i Kadrin bereketiyle ve Mevlânâ’nın komşuluğundan istifade ile yapabildim. Mütercim Abdülmecid Nursî

 H A Ş İ Y E 2 Devir ve teselsül, mümkinat dairesinde muhaldirler. Çünkü ikisi nihayetsizlik iktiza ettiklerinden ve mümkinat dairesi mütenahi olduğundan, gayr-ı mütenâhi yerleşmez. Fakat daire-i vücuba taallûk eden hamd ise, o gayr-ı mütenâhidir. Devir ve teselsülle gayr-ı mütenâhi bir daireye girer, yerleşir.

 

ÜÇÜNCÜ BAB

Allahu ekber’in mertebelerine dairdir.

[Otuz üç mertebesinden yedi mertebeyi zikredeceğiz. O mertebelerden mühim bir kısmı Yirminci Mektubun İkinci Makamında ve Otuz İkinci Sözün İkinci Mevkıfının âhirinde ve Üçüncü Mevkıfının evvelinde izah edilmiştir. Şu mertebelerin hakikatini anlamak isteyenler o iki Söze müracaat etsinler.]

BİRİNCİ MERTEBE

“De ki: ‘Hamd olsun o Allah’a ki, evlât edinmekten münezzehtir, mülkünde ortağı bulunmaz ve hiçbir şeyden de âciz değildir ki yardımcıya ihtiyacı olsun.’ Ve hürmet ve tâzimle Onun yüceliğini an.” İsrâ Sûresi, 17:111.

Lebbeyk ve sa’deyk. Celâli yüce olan Allah, ilmi ve kudretiyle herşeyden nihayet derecede büyüktür. Zira O öyle bir Hâlık ve Bâri’ ve Musavvirdir ki, kudretiyle insanı bir kâinat gibi tasnî etmiş; ve insanı nasıl kader kalemiyle yazmışsa, kâinatı da aynen o kalemle yazmıştır. Çünkü şu büyük âlem olan kâinat, aynen bu küçük âlem olan insan gibi, Onun kudretinin masnuu ve kaderinin mektubudur. Sâni-i Hakîm şu büyük âlemi öyle bir surette ibdâ etmiştir ki, onu bir mescid şekline döndürmüş; ve bu küçük âlemi de öyle bir surette icad etmiştir ki, onu bir abd-i sâcid yapmıştır. Şu büyük âlemi bir mülk şeklinde inşa etmiş, bu küçük âlemi de bütün mülke muhtaç bir memlük olarak bina etmiştir. Onun âlem-i ekberdeki san’atı bir kitap şeklinde tezahür etmiş, insandaki sıbğası ise hitap çiçekleri açmıştır. Onun kudreti, âlem-i ekberde haşmet-i rububiyetini gösterirken, âlem-i asgar olan insanda da nimetleri tanzim ediyor. Onun haşmeti âlem-i ekberde vahdâniyetine şehadet ederken, rahmeti de âlem-i asgarda ehadiyetini ilân ediyor. O Sâni-i Zülcelâl, Âlem-i ekberin heyet-i mecmuasına ve envâ ve eczâlarının hareket ve sükûnetlerine birer sikke-i vahdet koyduğu gibi, şu insanın cisim ve âzâlarına ve hücre ve zerrelerine dahi öylece birer hâtem-i vahdet basmıştır.

Şimdi Onun eserlerine toplu bir halde bak: Nasıl gün gibi âşikâr bir şekilde, bir sehâvet-i mutlaka ile beraber bir intizam-ı mutlak göreceksin. Onu dahi sür’at-i mutlaka ile beraber mutlak bir ittizan içinde göreceksin. Onu dahi bir itkan-ı mutlakla beraber suhulet-i mutlaka içinde göreceksin. Onu dahi mutlak bir hüsn-ü san’atla beraber vüs’at-i mutlaka içinde göreceksin. Onu dahi bu’d-i mutlakla beraber ittifak-ı mutlak içinde bulacaksın. Onu dahi ihtilât-ı mutlak ile beraber imtiyaz-ı mutlak içinde göreceksin. Onu dahi, gayet kıymettarlıkla beraber mebzuliyet ve ruhsat-ı mutlaka ile hadsiz mahlûkatın istifadesine arz edilmiş bir şekilde bulacaksın.

 

İşte bu gözle görünen keyfiyet, akıl sahibi bir ehl-i tahkik için bir şahit olduğu gibi, ahmak bir münafığı dahi, bütün bunların Alîm-i Mutlak olan bir kudret-i mutlaka sahibinin eser-i vahdeti olduğunu kabul etmek zorunda bırakır.

Vahdette suhulet-i mutlaka, şirk ve kesrette ise içinden çıkılması imkânsız bir suubet vardır.

Eğer bütün eşya tek bir zâta isnad edilse, kâinatı hiç yoktan icad etmek bir hurma fidanını icad etmek kadar, bir hurma fidanı da bir meyve kadar kolay olur. Kesrete isnad edildiğinde ise, meyveyi ağaç kadar, ağacı ise kâinat kadar zorlaştıran bir imtinâ ortaya çıkar. Zira birtek zat, pek çok eşya için birtek netice ve vaziyeti, birtek fiil ile, külfetsiz ve mübaşeretsiz bir şekilde elde eder. Eğer bu vaziyet ve netice kesrete havale edilse, o neticeye ancak pek çok tekellüfat, mübaşeret ve nizâ ile ulaşılabilir: bir zabitin vazifesini neferata, ustanın vazifesini binanın taşlarına, arzın kendi etrafındaki dönüşüyle hasıl olan yıldız ve seyyarelerin mevkilerindeki değişmeleri o yıldız ve seyyarelerin hareketlerine, daire merkezinin vazifesini o dairenin çevresindeki noktalara bırakmak gibi…

Vahdette, intisap sırrıyla, gayr-ı mütenâhi bir kudret bulunur. Bu suretle, bir sebep bütün menâbi-i kuvvetini kendisi taşımak zorunda kalmaz ve o sebepten hasıl olan eser, onun istinad ettiği şey nisbetinde büyük olur. Şirkte ise, herbir sebep, kendi menâbi-i kuvvetini kendi belinde taşımaya mecburdur; eseri de kendi cirmi kadar küçük olur. Bir karınca ve bir sinek, işte bu intisap kuvvetiyle mütekebbir zalimlere galebe eder; bir küçük çekirdek, bu sırla koca bir ağacı üzerinde taşır.

Bütün eşya birtek zâta isnad edildiği takdirde, icad etmek, “adem-i mutlaktan çıkarmak” mânâsına gelmez. Birtek zâtın eşyayı icadı, tıpkı camdaki misalî sureti kemâl-i suhuletle fotoğraf kâğıdına aksettirerek ona bir vücud-u haricî vermek gibi, yahut görünmez bir mürekkeple yazılmış bir yazıyı, gizli yazıları ortaya çıkaran bir madde vasıtasıyla görünür hale getirmek gibi, bir mevcud-u ilmîyi vücud-u haricîye çıkarmak mânâsını taşır.

Eşyanın esbaba ve kesrete havale edilmesi halinde ise, birşeye vücut vermek için, o şeyi adem-i mutlaktan çıkarmak gerekir. Bu ise, eğer muhal olmazsa, suubetin en nihayet mertebesi olur. Demek, vahdette vücub derecesine varan bir suhulet, kesrette ise imtinâ derecesinde bir suubet vardır.

 

Vahdette, maddeye ve zamana ihtiyaç olmadan, bir mevcudu adem-i sırftan ibda’ ve icad etmek mümkün olur ki, o mevcudun zerreleri külfetsiz bir şekilde ve hiçbir karışıklığa meydan vermeden bir ilmî kalıba dökülür. Şirkte ve kesrette yoktan var etmek ise, bütün ehl-i aklın ittifakıyla, imkân haricidir. Çünkü bir zîhayatın vücudu için, yeryüzüne yayılmış zerrelerin ve anâsırın toplanması kaçınılmaz olur; ayrıca, ilmî bir kalıbın mevcut olmayışı sebebiyle, o zîhayatın cismindeki zerrelerin muhafazası için, her zerrede küllî bir ilmin ve bir irade-i mutlakanın bulunması gerekecektir. Bununla beraber, şerikler müstağniyetün anhâ ve mümteniatün bizzat, yani hiç onlara ihtiyaç olmadığı gibi ve vücutları muhal oldukları halde, onları dâvâ etmek sırf tahakkümîdir ve mevcudattan hiçbir şeyde böyle bir ihtimal için ne bir emare, ne bir işaret mevcut değildir. Zira kâinatın hilkati, bizzarure, gayr-ı mütenâhi bir kudret-i kâmile icap ettirir; şeriklere hiç ihtiyaç yoktur. Eğer şerik bulunsa, mütenâhi diğer bir kuvvet, hiçbir zaruret olmadan, hattâ zaruret bunun tam aksi iken, o nihayetsiz ve gayet kemaldeki kudreti, nihayetsiz olduğu bir vakitte tahdit edip ona nihayet vermek lâzım gelir ki, bu, beş vecihle muhaldir. İşte, şerikler böylece mümtenidirler; ve kâinatın mevcudatından hiçbir şeyde, mezkûr vecihlerle mümteni bulunan şeriklerin varlığına dair bir işaret yahut tahakkukuna dair bir emare yoktur.

Bu mesele, Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfında zerrattan seyyârâta, İkinci Mevkıfta semâvattan teşahhusât-ı veçhiyeye kadar, hepsi de üzerlerindeki sikke-i tevhidi göstererek şirki reddeden mevcudatın cevaplarıyla izah edilmiştir.

Onun şeriki olmadığı gibi, muîni ve veziri de yoktur. Esbab ise, kudret-i ezeliyenin tasarrufuna ince bir perdeden ibarettir, hakikatte tesir-i icadî sahibi değildir. Zira, esbab içinde en eşref ve ihtiyarı en geniş olan insan olduğu halde, yemek ve içmek ve düşünmek gibi en zâhir ef’âl-i ihtiyariyesinden onun elinde bulunan, ancak yüz cüzden bir meşkûk cüzdür. En eşref ve en geniş ihtiyar sahibi sebebin eli, böyle gördüğün gibi tasarruf-u hakikîden bağlanmış olursa, sair hayvânat ve cemâdat, Hâlık-ı Arz ve Semâvâta icad ve rububiyette nasıl şerik olabilirler? Nasıl ki bir padişahın içine hediyesini koyduğu zarf yahut hediyesini sardığı mendil yahut hediyesini eline verip sana gönderdiği nefer o padişahın saltanatına şerik olamaz. Öyle de, elleriyle bize nimetlerin gönderildiği sebepler ve bizim için iddihar edilen nimetlerin sandukçalarından ibaret olan zarflar ve bize hediye gönderilmiş atâyâ-yı İlâhiyenin sarıldığı esbab, şerik veya muin veya müessir birer vasıta olamazlar.

 

İKİNCİ MERTEBE

Celâli yüce olan Allah, ilmi ve kudretiyle herşeyden nihayet derecede büyüktür. Zira O öyle bir Hallâk-ı Alîm ve Sâni-i Hakîm ve Rahmânü’r-Rahîmdir ki, kâinat bostanındaki şu mevcudat-ı arziye ve ecrâm-ı ulviye, bilbedâhe, o Hallâk-ı Alîmin mucizat-ı kudretidir. Ve şu yeryüzü bağında serilmiş rengârenk müzeyyen nebâtat ve açılıp saçılmış ve yayılmış mütenevvi hayvânat, bizzarure, o Sâni-i Hakîmin havârık-ı san’atıdır. Ve bu bağın bahçelerindeki şu tebessüm eden çiçekler ve süslenmiş meyveler, bilmüşahede, o Rahmânü’r-Rahîmin hedâyâ-yı rahmetidir. O mucizât-ı kudret şöyle şehadet ediyor; şu havârık-ı san’at nidâ ediyor; ve bu hedâyâ-yı rahmet ilân ediyor ki: Evvelkinin Hallâkı ve diğerinin Musavviri ve âhirkinin Vâhibi olan Zat herşeye kadîr, herşeye alîmdir. Onun rahmeti ve ilmi herşeyi kuşatmıştır. Kudretine nisbeten zerreler ve yıldızlar, az ve çok, küçük ve büyük, mütenâhi ve gayr-ı mütenâhi, herşey müsâvidir. O Sâni-i Hakîmin mucizâtı olan mâzinin bütün vukuat ve garâibi şehadet eder ki, o Sâni, Hallâk-ı Alîm ve Azîz-i Hakîm olduğundan, istikbalin bütün imkânât ve acâibine kadirdir.

Her türlü noksandan ve kusurdan münezzehtir o Zat ki,

  • ilminin mucizeleri, san’atının harikaları, cûd ve sehâsının hediyeleri ve lûtfunun burhanları olan
  • müzeyyen hayvânâtı, münakkaş kuşları, meyveli ağaçları ve çiçekli nebâtâtı ile,
  • yeryüzü bahçesini san’atının meşheri, mahlûkatının mahşeri, kudretinin mazharı, hikmetinin medarı, rahmetinin çiçekliği, Cennetinin tarlası, mahlûkatının resmigeçit meydanı, mevcudatının seyelângâhı, masnuatının ölçeği yapmıştır.
  • Bu yeryüzü bahçelerinde
  • meyvelerin ziynetiyle gülen çiçeklerin tebessümü, seher yeliyle şakıyan kuşların sec’aları, çiçeklerin yaprakçıklarındaki damlaların şıpıltısı ve validelerin küçük yavrulara olan terahhumu
  • cin ve insana ve hayvânat ve ruhaniyat ve melâikeye bir Vedûd’un kendisini tanıttırması, bir Rahmân’ın kendini sevdirmesi, bir Hannân’ın terahhumu, bir Mennân’ın en lâtif rahmet cilvelerini izhar etmesidir.

 

Bütün meyve ve tohumlar, birer hikmet mucizesi, birer san’at harikası, birer rahmet hediyesi, birer vahdet burhanı, dâr-ı âhiretteki eltâf-ı İlâhiyenin birer şahididir. Onlar birer şahid-i sadık olarak ilân ederler ki, kendilerinin Hallâkı herşeye kadîr ve herşeye alîmdir. Onun rahmeti ve ilmi ve halk ve tedbiri ve sun’ ve tasviri herşeyi ihata etmiştir. Onun halk ve tedbirine ve sun’ ve tasvirine nisbetle güneş bir tohumcuk gibi, yıldız bir çiçek gibi, arz bir habbe gibidir; hiçbir şey Ona ağır gelmez.

Meyve ve tohumlar, âlem-i kesretin aktârında vahdetin aynaları, kaderin işaretleri, kudretin remizleridir ki, bu kesretli mevcudatın menbalarının vahdetini gösterirler. Onlar, bir menbadan sudurları sırasında Fâtırlarının sun’ ve tedbirdeki vahdetine şehadet ettikleri gibi, tekrar vahdette nihayet bulmalarıyla da Sânilerinin halk ve tedbirindeki hikmetini zikrederler.

Hem o meyve ve tohumlar hikmet-i Rabbâniyenin telvihâtıdır ki, Hâlık-ı Külli Şeyin, o cüz’î mevcutlara müteveccih küllî nazarının, onların cüzlerine dahi baktığını gösterir. Çünkü o ağacın halk edilmesinden en zâhir maksat, onun meyvesidir. İşte, beşer de şu kâinatın meyvesidir ve Hâlık-ı Kâinat nazarında en zâhir maksut odur. Kalb de bir tohumcuk gibidir ve Sâni-i Mahlûkatın en münevver aynası odur. İşte şu hikmettendir ki, bu kâinattaki şu küçücük insan, bu mevcudatta haşir ve neşir gibi muazzam inkılâplara ve kâinatın tahrip ve tebdil ve tahvil ve tecdidine en zâhir bir medar olur.

Allahu ekber. Sen, akılların künh-ü azametine erişemediği bir Zât-ı Zülcelâlsin, ey Kebîr!

Çünkü: Bütün eşya deyip kâinatın azîm halka-i zikrinde beraber zikrederek çalışıyorlar.

Vakit-bevakit lisan-ı istidat ile Cenâb-ı Haktan hukuk-u hayatını “Yâ Hak” deyip hazine-i rahmetten istiyorlar. Baştan başa da hayata mazhariyetleri lisaniyle “Yâ Hayy” ismini zikrediyorlar.

 

ÜÇÜNCÜ MERTEBEHAŞİYE

İzahı, Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfının başındadır.

Allahü Teâlâ ilim ve kudretiyle herşeyden nihayet derecede büyüktür. Zira o öyle bir Kadîr, Mukaddir, Alîm, Hakîm, Musavvir, Kerîm, Lâtif, Müzeyyin, Mün’im, Vedûd, Mütearrif, Rahmân, Rahîm, Mütehannin, Cemîl-i Zülcelâl, Kâmil-i Mutlak ve Nakkaş-ı Ezelîdir ki, bu kâinatın sahaif ve tabakatıyla, küll ve cüz olarak hakikati ve bu mevcudatın külliyet ve cüz’iyet ve vücut ve beka itibarıyla hakikati,

  • Onun kazâ ve kader kaleminin ilim ve hikmetle tanzim ve takdir ettiği hatları;
  • ilim ve hikmet pergelinin sun’ ile tasvir nakışları;
  • sun’ ve tasvirinin yed-i beyzâsıyla, lütuf ve keremle tezyin ve tenvir ettiği tezyinatı;
  • lütuf ve kereminin ve teveddüd ve taarrüfünün lâtifelerinden rahmet ve nimetle tebessüm eden çiçekleri;
  • rahmet ve nimetinin ve terahhum ve tahannününün feyzinden cemal ve kemal ile tezahür eden semereleri;
  • ve, aynaların fâniliği ve mazharların seyyâliyetiyle beraber, onlarda tecellî eden o mücerred ve sermedî cemâlin bâki kalarak, gelip geçen mevsimler ve asırlar ve dehirler üzerinde tecelliyat ve zuhurâtının ve gelip geçen mahlûkat ve günler ve seneler üzerindeki in’âmâtının devam etmesinin şehâdetiyle, Onun cemal ve kemâlinin tecelliyat ve lemeâtından başka birşey değildir.
  • Evet, aynaların fâniliği ve mevcudatın zevaliyle beraber tecelliyâtın ve füyuzâtın devam etmesi, bütün zuhurattan daha zâhir bir surette, onlarda görünen cemâlin mazharlara ait olmadığına delâlet eder ve en fasih bir lisanla ve en vâzıh bir burhanla gösterir ki, o tecelliyat, Vâcibü’l-Vücudun ve Bâkî-i Vedûdun mücerred cemâlinin ve mazharlar üzerinde daimî yenilenen ihsânâtının cilveleridir.
  • Evet, eserin mükemmelliği, akıl sahipleri için, fiilin mükemmelliğine delâlet eder. Mükemmel fiil ise, fehim sahipleri için, ismin mükemmelliğine delâlet eder. İsmin mükemmelliği, bilbedâhe sıfatın mükemmelliğine; sıfatın mükemmelliği ise, bizzarure şe’nin mükemmelliğine; şe’nin mükemmelliği ise, hakkalyakîn derecesinde bir kat’iyetle ve o zâta lâyık bir şekilde, zâtın mükemmelliğine delâlet eder.

____________________

 H A Ş İ Y E Bu Üçüncü Mertebe, cüz’î bir çiçeği ve güzel bir kadını nazara alıyor. Koca bahar bir çiçektir. Cennet dahi bir çiçek gibidir. O mertebenin mazharlarıdırlar. Ve âlem, güzel ve büyük bir insan; ve huriler nev’i ve ruhanîler taifesi ve hayvanlar cinsi ve insan sınıfı, herbiri mânen güzel bir insan hükmünde, bu mertebenin gösterdiği esmâyı safahâtıyla gösteriyor.

 

DÖRDÜNCÜ MERTEBE

Celâli yüce olan Allah, herşeyden nihayet derecede büyüktür. Zira O öyle bir Adl-i Âdil ve Hakem-i Hâkim-i Hakîm-i Ezelîdir ki, şu kâinat şeceresinin binasını, meşiet ve hikmetinin asılları üzerinde altı günde tesis etmiş; ve onu kazâ ve kaderinin düsturlarıyla tafsil etmiş; ve âdet ve sünnetinin kanunlarıyla tanzim etmiş; ve inâyet ve rahmetinin namuslarıyla tezyin etmiş; ve, masnuatındaki intizamatın, mevcudatındaki tezyinatın, kâinatın eczasındaki teşabüh, tenasüb, tecavüb, teâvün ve teânukun, ve herşeyde o şeyin kamet-i kabiliyetine göre kader tarafından şuurlu bir şekilde takdir edilmiş itkan-ı san’atın şehadetiyle sabit olduğu üzere, esmâ ve sıfâtının cilveleriyle tenvir etmiştir.

  • Kâinatın tanzimâtındaki hikmet-i âmme,
  • tezyinâtındaki inâyet-i tâmme,
  • taltifâtındaki rahmet-i vâsia,
  • terbiyesindeki erzak ve iâşe-i şâmile,
  • Fâtırının şuûnât-ı zâtiyesine mazhariyetiyle acip bir san’at izhar eden hayatı,
  • tahsinâtındaki mehâsin-i kasdiye,
  • mevcudatının zevâliyle beraber onlarda in’ikâs eden tecelliyât-ı cemâliyenin devam etmesi,
  • kâinatın kalbinde, Mâbuduna karşı sadık aşk,
  • cezbelerinde zâhir olan incizap,
  • kâinattaki bütün kâmillerin, onun Fâtırının vahdetine dair ittifakları,
  • eczâsında fayda ve maslahatları gözeten tasarrufat,
  • nebâtâtındaki hakîmâne tedbir,
  • hayvânâtındaki kerîmâne terbiye,
  • erkânının tagayyürâtındaki mükemmel intizam,
  • külliyetinin intizamında gözetilen cesîm gayeler,
  • maddeye ve zamana muhtaç olmayarak ve gayet kemaldeki bir hüsn-ü san’atla def’aten icad edilmesi,
  • sınırsız imkânat içinde mütereddit mevcudatına verilen hakîmâne teşahhusat,
  • gayet kesretli ve mütenevvi hâcetlerinin, ellerinin yetişmediği en küçük matlaplarına kadar, umulmadık tarzda ve hesapsız bir şekilde, lâyık ve münasip vakitte kaza edilmesi,
  • zaafında tecellî eden kuvvet-i mutlaka,
  • aczinde tecellî eden kudret-i mutlaka,
  • cumudunda tezahür eden hayat; cehline rağmen herşeyi her şe’niyle ihata eden küllî şuur,
  • tagayyürden münezzeh bir tağyir edicinin vücudunu istilzam eden tagayyüratındaki intizam-ı mükemmel,
  • bir merkez etrafındaki mütedahil daireler gibi müttefik tesbihatları,
  • istidat lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve ıztırar lisanıyla edilen üç nevi duaların makbuliyeti.
  • mevcudatın münacatları ve ibadetleriyle mazhar oldukları şuhudat ve füyuzatları,

 

  • mukadderatındaki intizam,
  • Fâtırını zikretmekle mutmain oluşları,
  • mevcudatın mebde ile müntehâlarını birleştiren hayt-ı vuslatın ibadet oluşu ve ibadet vasıtasıyla kemâlâtlarının zuhur edişi ve Sâniinin o mevcudu halk etmekteki makasıdının tahakkuk etmesi,
  • Ve hâkezâ, kâinatın sair şuûnat ve ahval ve keyfiyâtı şehadet eder ki, bütün bunlar birtek Müdebbir-i Hakîmin tedbirinde ve Ehad-i Samed olan bir Mürebbî-i Kerîmin terbiyesi altındadır. Ve bunların hepsi, birtek Seyyidin hizmetinde ve birtek Mutasarrıfın tasarrufundadırlar. Ve hepsinin de masdarı öyle bir Vâhidin kudretidir ki, mektubatından herbir mektup üzerinde ve sahâif-i mevcudatından herbir sayfa üzerinde vahdet hâtemleri kesretle tezahür etmiştir.

Evet, herbir vâdi ve dağdaki ve herbir sahrâ ve ovadaki herbir çiçek ve meyve, herbir nebat ve ağaç, belki herbir hayvan ve taş, belki herbir zerre ve toprak, nakışla eser mâbeyninde bir hâtemdir ve dikkatle nazar edenlere gösterir ki, o eserin sahibi kim ise, o nâmeyi ihtivâ eden şu mekânın kâtibi de odur; ve yeryüzünün ve denizaltının kâtibi de odur; ve böyle nâmelerle dolu semâvat sayfasına şems ve kameri nakşeden de odur. O Nakkaşın celâli herşeyden nihayet derecede yücedir. Allahu ekber!

Âlem bütün eczâsıyla hep birlikte Lâilâhe İllallah hakikatini terennüm ederler.

BEŞİNCİ MERTEBEHAŞİYE

Allah herşeyden nihayet derecede büyüktür. Zira O öyle Kadîr bir Hallâk ve öyle Basîr bir Musavvirdir ki, şu ecrâm-ı ulviye ve inci-misal yıldızlar Onun ulûhiyet ve azametinin burhanlarından birer nur ve rububiyet ve izzetinin şahitlerinden birer şuadır. Bütün bunlar Onun saltanat-ı rububiyetinin şâşaasına şehadet ve hikmet ve hâkimiyetinin vüs’atini ve azamet-i kudretinin haşmetini nidâ edip ilân ederler.

Şimdi âyet-i kerîmeye kulak ver: “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı, onu nasıl bina edip süsledik.” Kaf Sûresi, 50:6.

Sonra semânın yüzüne bak ki, nasıl bir sükûnet içinde sükût, hikmet içinde bir hareket, haşmet içinde bir parlamak, ziynet içinde bir tebessümü, intizam-ı hilkat ve ittizan-ı san’atla beraber göreceksin.

Semânın lâmbası olan güneşin parlamasıyla mevsimleri tebdil etmek, kandili olan ayı semânın yüksek burcuna asıp aydınlatmak, yıldızları ışıl ışıl yakıp âlemleri süslendirmek, bu âlemi tedbir eden nihayetsiz bir saltanatın varlığını ehl-i fikre ilân eder.

____________________

 H A Ş İ Y E Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfının Zeylinde ve Yirminci Mektubun İkinci Makamında izah edilmiştir.

 

İşte o Hallâk-ı Kadîr herşeyi her şe’niyle bilir. Onun iradesi herşeye şâmildir; dilediği olur, dilemediği olmaz. Herşeyi ihata eden zâtî ve mutlak kudretiyle herşeye kadirdir. Nasıl şu günkü günde güneşin ziyasız ve hararetsiz vücudu mümkün ve mutasavver değilse, öyle de, semâvâtın hâlıkı olan bir İlâhın ilm-i muhit ve kudret-i mutlaka sahibi olmaması mümkün değildir ve tasavvur olunamaz. Demek, bizzarure, zâtının lâzımı olan muhit ilmiyle O herşeyi her şe’niyle bilir. Öyle bir ilmin herşeye taallûku lâzımdır ve hiçbir şeyin ondan gizlenmesi mümkün değildir; çünkü huzur ve şuhud ve nüfuz ve nuranî ihata vardır.

Mevcudatta müşahede edilen mizanlı intizamlar ve intizamlı mizanlar, hikmet-i âmme ve inâyet-i tâmme, muntazam kader ve müsmir kazâlar, muayyen eceller ve mukannen erzaklar, düsturlarının sağlamlığıyla kâinattaki fenleri netice veren itkanat ve herşeyi süslendiren ihtimamat ve gayet kemaldeki imtiyaz ve ittizan ve intizam ve itkan ve herşeyin hilkatinde görülen suhulet-i mutlaka nâmına hiçbir şey yoktur ki, herşeyi bilen bir Allâmü’l-Guyûbun ilminin ihatasına şahit olmasın.

“Yaratan bilmez olur mu? Onun ilmi herşeyin inceliklerine nüfuz eder ve O herşeyden hakkıyla haberdardır” (Mülk Sûresi, 67:14) âyetinin delâletiyle, birşeyin vücudu, o şeye taallûk eden ilmi istilzam eder. Ve eşyadaki nur-u vücut, eşyaya taallûk eden nur-u ilmi istilzam eder.

İnsanın hüsn-ü san’atının onun şuuruna delâletiyle, hilkat-i insanın ilm-i Hâlıka delâleti arasındaki nisbet, karanlık gecedeki yıldız böceğinin ışıkçığının, günün ortasında yeryüzünde parlayan güneşin şâşaasına nisbeti gibidir.

O Hâlıkın ilmi nasıl herşeyi muhit ise, iradesi de öylece herşeyi muhittir. Çünkü meşiet olmadan birşeyin tahakkuku mümkün değildir. Kudret tesir ettiği ve ilim temyiz ettiği gibi, irade de tahsis eder; ondan sonra eşya vücuda gelir.

Hak Sübhanehû ve Teâlânın irade ve ihtiyarına dair şahitler, eşyanın keyfiyat ve ahval ve şuûnâtı adedincedir.

Evet, hadsiz imkânat ve akîm yollar ve müşevveş ihtimaller arasından ve karma karışık seller altında bu dakik ve rakik nizamla ve bu gözle görünen hassas ve cessas mizanla mevcudatın tanzimi ve muayyen sıfatlarının onlara tahsis edilmesi; ve basit ve câmid unsurlardan muntazam ve muhtelif zîhayat mevcudatın halk edilmesi (insanın bütün cihazatıyla nutfeden, kuşların bütün âzâlarıyla yumurtadan, ağacın muhtelif âzâlarıyla tohumdan halk edilmesi gibi); herşeyin tahsis ve tayini, Hak Sübhanehunun irade ve ihtiyar ve meşietiyle olduğuna delâlet eder.

 

 

Nasıl bir cinsten olan eşyanın tevafuku ve bir nev’in efradının âzâ-yı esasiyede tevafukları onların Saniinin Vahid ve Ehad olduğuna bizzarure delâlet ederse, bütün o efradı şümulüne alan ve muntazam alâmet-i farikalarla tezahür eden hakîmâne teşahhusatlarındaki temayüz de, şânı herşeyden yüce olan o Sâni-i Vâhid-i Ehadin Fâil-i Muhtar ve Mürîd olduğuna ve dilediği gibi iş görüp dilediği gibi hükmettiğine delâlet eder.

Hem o Hallâk-ı Alîm-i Mürîd nasıl ki alîm-i külli şey ve mürîd-i külli şeydir, yani ilmi herşeyi muhit ve iradesi herşeye şâmil ve ihtiyarı tam ve ekmeldir. Öyle de, Onun kudreti dahi kâmildir, zarurîdir, zâtîdir, zâtından neş’et eder ve zâtının lâzımıdır. O kudrete acz tedahül etmesi muhaldir; aksi takdirde bil’ittifak muhal olan cem-i zıddeyn lâzım gelir.

O kudrette merâtib de bulunmaz.

  • Nuraniyet, şeffafiyet, mukabele, muvazene, intizam ve imtisal sırrıyla,
  • sür’at ve suhulet ve kesret-i mutlaka içinde müşahede edilen intizam-ı mutlak ve ittizan-ı mutlak ve imtiyaz-ı mutlakın şehadetiyle,
  • imdad-ı vâhidiyet ve yüsr-ü vahdet ve tecellî-i ehadiyet sırrıyla,
  • vücub ve tecerrüd ve mübayenet-i mahiyet hikmetiyle,
  • adem-i takayyüd ve adem-i tahayyüz ve adem-i tecezzî sırrıyla,
  • hiç ihtiyaç yok, faraza ihtiyaç olsa-avâik ve mevâniin dahi, insandaki âsab gibi yahut seyyâlât-ı lâtifeyi nakleden madenî hatlar gibi, bir vesile-i teshile inkılâp etmesi hikmetiyle,
  • cezâlet itibarıyla zerre yıldızdan, cüz neviden ve küllden, cüz’î küllîden, az çoktan, küçük büyükten, insan âlemden ve tohum ağaçtan daha aşağı olmadığı hikmetiyle,
  • o kudrete nisbeten zerreler ve yıldızlar, az ve çok, küçük ve büyük, cüz’î ve küllî, cüz ve küll, insan ve âlem, tohum ve ağaç müsavidir. Onları halk edenin, bunları dahi halk etmesi istib’âd olunamaz. Zira ihata olunan mevcudat, o küllî ve muhit mevcudatın misal-i musaggarı olan küçücük mektuplar yahut onlardan sağılmış ve süzülmüş noktalar hükmündedir. Demek, ihata olunan şeyin Hâlıkı kim ise, ihata eden dahi, bizzarure, o Hâlıkın kabza-i tasarrufunda olmak zarureti vardır-tâ ki, ihata edenin küçük misali, Onun ilminin desâtiriyle o ihata olunanlarda derc edilsin ve Onun hikmetiyle süzülüp hülâsası çıkarılsın. İşte cüz’iyatta şunu gösteren kudrete, külliyatta dahi bunu göstermek ağır gelmez.

 

 

Hem nasıl ki cevâhir-i ferd üzerine esir zerrâtıyla bir kur’ân-ı hikmet yazmak, semâvat sayfaları üzerine yıldızlar ve güneşler mürekkebiyle bir Kur’ân-ı azîm yazmaktan cezalet itibarıyla daha aşağı değildir. Öyle de, bir arı veya karınca, hilkatçe ağaçtan veya filden aşağı olmadığı gibi, bir çiçek dahi san’atça bir yıldızdan aşağı değildir. Ve hâkezâ, kıyas et.

Hem icad-ı eşyada görülen kemâl-i suhulet, nasıl ehl-i dalâleti, aklın reddettiği ve hattâ vehmin dahi ondan kaçtığı muhâlât ve hurafeleri istilzam eden bir iltibasla teşkili teşekkül zannetmelerine sebep olmuşsa; ehl-i hak ve hakikat nazarında da, zerrat ve seyyârâtın müsavi şekilde Hâlık-ı Kâinatın kudretine nisbet edilmesi icap ettiğini, kat’î ve zarurî bir şekilde ispat etmiştir.

Onun celâli pek yüce, şânı pek büyüktür ve Ondan başka ilâh yoktur.

ALTINCI MERTEBE HAŞİYE

Onun celâli pek yüce, şânı pek büyüktür. Allah ilim ve kudretiyle herşeyden büyüktür. Zira O öyle bir Âdil-i Hakîm ve Kadir-i Alîm ve Vâhid-i Ehad ve Sultan-ı Ezelîdir ki, bütün bu âlemler Onun nizam ve mizanının, tanzim ve tevzininin, adl ve hikmetinin ve ilim ve kudretinin kabza-i tasarrufundadır ve, şuhud derecesinde bir hads ile, belki bilmüşahede, Onun Vâhidiyet ve Ehadiyet sırrına mazhardır. Çünkü mükevvenatta nizam ve mizan ile tanzim ve tevzin dairesinden hariç hiçbir şey yoktur. Bunlar ise, İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübinden iki babdır. Ve şunlar dahi, biri o Alîm-i Hakîmin ilim ve emrine, diğeri de o Azîz-i Rahîmin kudret ve iradesine iki ünvandır. Ve şu imam ile beraber şu kitaptaki şu mizanlı nizam, başında iz’an ve yüzünde gözü bulunan kimse için iki parlak burhandır ki, kâinatta hiçbir şeyin hiçbir zaman o Rahmân’ın kabza-i tasarrufundan ve o Hannânın tanziminden ve o Mennânın tezyininden ve o Deyyânın tevzininden hariç kalmadığını gösterir.

Elhasıl: Mevcudatın hilkatinde ism-i Evvel ve Âhirin tecellîsi mebde ile müntehâya, asıl ile nesle, mazi ile müstakbele, emir ile ilme bakar ve İmam-ı Mübine işaret eder. Eşyanın hilkati zımnında tecellî eden ism-i Zâhir ve Bâtın ise, Kitab-ı Mübine işaret ederler.

____________________

 H A Ş İ Y E Bu Mertebe-i Sâdise sair mertebeler gibi yazılsaydı, pek çok uzun olacaktı. Çünkü İmam-ı Mübin, Kitab-ı Mübin, kısa ifade ile beyan edilemez. Otuzuncu Sözde bir nebze zikredildiğinden, burada kitabeten kısa kesip, derste izahat verdik.

 

Zira kâinat büyük bir ağaç gibidir. Kâinatın herbir âlemi dahi bir ağaca benzer. Binaenaleyh, cüz’î bir ağacı, bütün envâ ve âlemleriyle beraber kâinatın hilkatine kıyas edebiliriz. İşte şu cüz’î ağacın bir aslı ve mebdei vardır ki, ağaç o çekirdekten neş’et eder. Ve kezâ, ağacın ölümünden sonra onun vazifesini idame ettiren bir de nesli vardır ki, o dahi ağacın semeresindeki çekirdektir.

İşte, mebde ile müntehâ, ism-i Evvel ve Âhirin tecellîsine mazhardır. Ağacın mebde ve çekirdek-i aslîsi, intizam ve hikmetle, ağacın teşekkülâtına dair bütün düsturları ihtiva eden bir fihriste ve tarife hükmündedir. Ağacın nihayetinde bulunan meyvenin çekirdeği ise, ism-i Âhirin tecellîsine mazhardır. Kemâl-i hikmetle halk edilen meyvedeki çekirdek, kendisine o ağacın benzerinin teşekkülü için bir fihriste ve tarife tevdi edilmiş bir sandukça hükmündedir. Onda, kalem-i kaderle, gelecek ağacın teşekkülâtına dair düsturlar yazılmıştır.

Ağacın dış yüzü ise, ism-i Zâhirin tecellîsine mazhardır. Kemâl-i intizam ve tezyin ve hikmetle tanzim edilen o ağacın zâhiri, sanki o ağacın kametine uygun şekilde kemâl-i hikmet ve inayetle biçilmiş muntazam, müzeyyen ve murassâ bir elbisedir.

O ağacın bâtını ise, ism-i Bâtının tecellîsine mazhardır. İntizam ve tedbirindeki kemal ile akılları hayrette bırakan ve hayat için lüzumlu maddeleri muhtelif âzâlara kemâl-i intizamla tevzi eden o ağacın bâtını, gayet intizam ve ittizanla tanzim edilmiş harika bir makine gibidir.

Nasıl ağacın acip bir tarifesi olan evveli ile harika bir fihristesi olan âhiri İmam-ı Mübine işaret ediyorsa, pek acip bir san’at eseri olan zâhiri ile nihayet derecede muntazam bir makine olan bâtını da Kitab-i Mübine işaret eder.

Bunun gibi, insandaki kuvve-i hafızalar dahi Levh-i Mahfuza işaret eder ve onun vücuduna delil teşkil eder. Yine bunun gibi, herbir ağacın çekirdek-i aslîsi ve meyveleri İmam-ı Mübine işaret eder, zâhir ve bâtını ise Kitab-ı Mübini gösterir. İşte bu cüz’î ağaca, mazi ve müstakbeliyle şecere-i arzı, evveli ve âtisiyle şecere-i kâinatı, ecdadı ve nesliyle şecere-i insanı kıyas et. Ve hâkezâ…

O şecerenin Hâlıkının şanı pek yücedir ve Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur.

Ey Kebîr! Sen öyle bir Zât-ı Zülcelâlsin ki, azametini tavsif etmekte akıllar âciz, ceberûtunun künhüne erişmekte fikirler çaresiz kalır.

 

DÖRDÜNCÜ BAB

İki Fasıldır.

Birinci Fasıl

Hazret-i Hızır’ın meşhur ve mühim bir virdi, mebde ve esas olarak marifetullahta ve tevhidin meratibinde altmış üç mertebeye işaret ediyor. O altmış üç mertebenin herbirisi iki cümledir.

Lâ ilâhe illâllah vahdaniyeti ispat ettiği gibi, Hüve ile başlayan isimler vücud-u Vâcibi ispat ediyor. Adeta birinci cümle vahdaniyeti gösterdiği zaman, bir sual-i mukadder hatıra geliyor. “O Vâhid kimdir, nasıl bileceğiz?” diye vaki olan suale, meselâ Hüve’r-Rahmânü’r-Rahîm ile cevap veriyor. Yani, kâinatı dolduran âsâr-ı şefkat ve merhamet Onundur, o Rahmân’ı tanıttırıyor. Ve hâkezâ, kıyas et.

Said Nursi

Bismillâhirrahmânirrahîm

Allahım,

Bütün mevcudatta ve zerrât-ı mevcudatta müşahede olunan herbir nimet ve rahmet ve hikmet ve inayetin önünde, herbir hayat ve memat ve hayvan ve nebatın önünde, herbir çiçek ve meyve ve çekirdek ve tohum önünde, herbir san’at ve sıbgat ve nizam ve mizan önünde, herbir tanzim ve tevzin ve temyiz önünde, işte bu şehadeti Sana takdim ediyorum:HAŞİYE

Şahidiz ki Allah’tan başka ilâh yok; Odur Hayy ve Kayyûm.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Bâkî ve Deymûm.
Allah’tan başka ilâh yok; birdir O, şeriki yok.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Aziz ve Cebbâr.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Hakîm ve Gaffâr.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Evvel ve Âhir.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Zâhir ve Bâtın.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Semî ve Basîr.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Lâtîf ve Habîr.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Gafûr ve Şekûr.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Hallâk-ı Kadîr.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Musavvir ve Basîr.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Cevvâd-ı Kerîm.

____________________

 H A Ş İ Y E Bu şehadetlerde iki hüküm var. Biri vahdaniyeti gösterir, Lâ ilâhe illâllah’tır. Diğeri, o Vâhidin vücubunu ispat eder ki, Hüve ile başlayan isimlerdir. Herbir Hüve geldiği vakit, bir sual-i mukaddere cevaptır. Güya deniliyor ki, “O İlâh-ı Vâhidi nasıl tanıyacağız?” Cevap veriliyor ki: Meselâ, Hüve’s-Semîu’l-Basîr. Bunda diyor ki: Bu mevcudatın dertlerini görüp dinleyen birisi var ki, istediklerini yapıyor. Böyle âsâr, ef’âl-i İlâhiyeyi; ve o ef’âl, Semî, Basîr gibi isimleri ispat eder. O isimler, mevsuflarının vücudunu gösterirler. İşte, bütün bu cümleler bu tarzdadır. Âsâr ile ef’âli, ef’âl ile esmâyı, esmâ ile vücud-u Vâcibi ispat ederler.

 

Allah’tan başka ilâh yok; Odur Muhyî ve Alîm.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Muğnî-yi Kerîm.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Müdebbir-i Hakîm.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Mürebbî-yi Rahîm.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Aziz ve Hakîm.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Alî ve Kavî.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Velî ve Ganî.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Şehîd ve Rakîb.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Karîb ve Mücîb.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Fettâh-ı Alîm.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Hallâk-ı Hakîm.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Metîn ve kuvvet-i mutlaka sahibi Rezzâk.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Ehad ve Samed.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Bâkî ve Emced.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Vedûd ve Mecîd.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Fa’âl-i limâ Yürîd.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Melik ve Vâris.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Bâkî ve Bâis.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Bâri’ ve Musavvir.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Lâtîf ve Müdebbir.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Seyyid ve Deyyân.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur HannânHAŞİYE 1 ve Mennân.HAŞİYE 2
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Sübbûh ve Kuddûs.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Adl ve Hakem.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Ferd ve Samed.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur Nûr ve Hâdî.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur her ârifin Mârûfu.HAŞİYE 3
Allah’tan başka ilâh yok; Odur her âbidin hak Mâbudu.

____________________

 H A Ş İ Y E 1 Hannân, rahmetlerin en lâtif cilvesini gösterendir.

 H A Ş İ Y E 2 Mennân, nimet verici demektir.

 H A Ş İ Y E 3 Hüve’l-Ma’rûfu likülli’l-ârifîn fıkrasından sonraki fıkraların meâli şudur ki: O İlâh-ı Vâhidi tanımak istiyorsan, bak: Bütün nev-i beşerde gelen âriflerin ayrı ayrı yollarla, delilleriyle tanıdıkları bir Mâruf var. İşte o Mâruf Odur. O İlâh-ı Vâhid, böyle had ve hesaba gelmez ehl-i marifet, had ve hesaba gelmez ayrı ayrı tarzda tanıdıkları bir Zâtın vücudu güneş gibi zâhir olur. Hem nev-i beşerdeki had ve hesaba gelmez âbidlerin birtek Mâbuda ibadet ettikleri ve o ibadetin karşısında mukabele-i mâneviye görmeleri ve münacat ve füyuzata mazhar olmaları, güneş gibi, o Mâbudun vücudunu muzaaf tevatürle gösteriyorlar. Ve hâkezâ, öteki fıkraları kıyas et.

 

Allah’tan başka ilâh yok; Odur her şâkirin Meşkûru.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur her zâkirin Mezkûru.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur her hâmidin Mahmûdu.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur her tâlibin Mevcudu.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur her muvahhidin Mevsufu.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur her muhibbin hak Mahbûbu.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur her mürîdin Mergubu.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur her münîbin Maksudu.HAŞİYE
Allah’tan başka ilâh yok; Odur her kalbin Maksudu.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur her mahlûkun Mûcidi.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur her zamanda Mevcud.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur her mekânda Mâbud.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur her lisanda Mezkûr.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur her ihsan için Meşkûr.
Allah’tan başka ilâh yok; Odur minnetsiz in’âm eden.
Allah’tan başka ilâh yok; Allah’a iman ile,
Allah’tan başka ilâh yok; Allah’tan emân ile,
Allah’tan başka ilâh yok; şehadetim Allah katına emanet,
Allah’tan başka ilâh yok, hakkan ve hakikaten,
Allah’tan başka ilâh yok, iz’ânen ve sıdkan,
Allah’tan başka ilâh yok; kulluk ve ibadet Ona.
Allah’tan başka ilâh yok; Melik, Hak ve Mübîn O. Muhammed Resulullah; Sâdıku’l-Va’di’l-Emîn O.

____________________

 H A Ş İ Y E Münîb: kâinattan yüzünü çeviren ve Bâkî-i Hakikîye müteveccih olan kimse.

 

İkinci Fasıl

Ekser aktâbın ve bilhassa Gavs-i Geylânî’nin her sabah virdlerinin fâtihası hükmünde beş altı satır-ı temcid ve tâzim, benim için uzun bir silsile-i tefekkürün çekirdeği hükmüne geçip, doksan dokuz mertebe-i marifet ve tevhide işaret nev’inden bir sünbül-ü mânevî vermiş. O doksan dokuz mertebesinden yetmiş dokuz mertebesi burada zikredildi. O işârâtın herbir fıkrasında iki cihetle Zât-ı Akdese bakar:

Biri, hazır, meşhud vaziyetiyle şehadet eder mânâsıyla, lillâhi şehîd tabiriyle ifade ediliyor. Ve emsallerinin birbiri arkasından gelip geçmesinden tezahür eden silsilenin işaretine, alâllahi delîl diye delâlet eder, mânâsında ifade edilmiştir.

Said Nursî

Bismillâhirrahmânirrahîm

Biz sabaha girdik.HAŞİYE 1 Mülk Allah’a şahit, kibriya Allah’a delildir.

Azamet Allah’a şahit, heybet Allah’a delildir.

Kuvvet Allah’a şahit, kudret Allah’a delildir.

Nimetler Allah’a şahit,HAŞİYE 2 daimî in’âmlar Allah’a delildir.

Güzellik Allah’a şahit, cemâl-i sermedî Allah’a delildir.

Celâl Allah’a şahit, kemal Allah’a delildir.

AzamûtHAŞİYE 3 Allah’a şahit, ceberûtHAŞİYE 4 Allah’a delildir.

Rububiyet Allah’a şahit, ulûhiyet-i mutlaka Allah’a delildir.

Saltanat Allah’a şahit, yer ve göklerin orduları Allah’a delildir.

KazâlarHAŞİYE 5 Allah’a şahit, takdirHAŞİYE 6 Allah’a delildir.

Terbiye Allah’a şahit, tedbir Allah’a delildir.

Tasvir Allah’a şahit, tanzim Allah’a delildir.

Tezyin Allah’a şahit, tevzin Allah’a delildir.

İtkanHAŞİYE 7 Allah’a şahit, vücut Allah’a delildir.

Halk Allah’a şahit, daimî icad Allah’a delildir.

Hüküm Allah’a şahit, emir Allah’a delildir.

Mehasin Allah’a şahit, letâifHAŞİYE 8 Allah’a delildir.

MehâmidHAŞİYE 9 Allah’a şahit, medâih Allah’a delildir.

İbâdât Allah’a şahit, kemâlâtHAŞİYE 10 Allah’a delildir.

____________________

 H A Ş İ Y E 1 Asbahnâ: Biz sabaha girdik. Bu sabahın mülkü de Allah’a şahittir. Bu babda iki nükte var. Birinci nükte şudur ki: Herşey, hal-i hazır vücuduyla Cenâb-ı Hakkın vücuduna ve vahdetine şehadet ettikleri gibi, muntazaman tebeddül edip arkasında emsallerine yer vermek için gitmesiyle bir teceddüd sureti altında azîm bir silsileyi göstermekle, Cenâb-ı Hakkın vücud ve vahdaniyetine delil demektir. Elhasıl, şehîdün fıkrasıyla hal-i hazır vücudunu ve delîlün cümlesiyle de gelip geçen emsallerinin terkibinden teşekkül eden silsilesini gösterir. İkinci nükte: Kaide-i nahviye ile, el-âlâü lillâhi şehîdetün demek lâzım gelirken, lillâhi şehîdün deniliyor. Çünkü, herbir âlâ’ tek başıyla bir şahittir. Şehîdün mezkûr lâfzıyla, herbir ferdi şehadet ediyor mânâsını ifade ediyor. Eğer şehîdetün denilseydi, cemaatin mânâsını ifade ederdi. Meselâ, ve’r-rubûbiyyetü lillâhi şehîdün deniliyor. Çünkü rububiyetten murad, Cenâb-ı Hakkın rububiyetiyle ettiği terbiyeler, tedbirler şehadet ediyor demektir. Nefs-i rububiyet görünmüyor; fakat onun eseri olan terbiyeler ve tedbirler görünüyor ki, görünen şeyleri şahit yapmak için şehîdün denilmiş. Eğer şehîdetün denilseydi, doğrudan doğruya rububiyete râci olurdu. “İnne rahmetallâhi karîbun mine’l-muhsinîne” âyetinin dahi, rahmete, müennes iken karîbetün denmeyip karîbün denmesinin nüktesi, güneş hükmündeki âli, küllî rahmetin yakınlığını ifade etmekten ziyade, o güneşin şuaları olan hususî ihsanlar murad edildiğinden, herbir muhsine yakın bir ihsan görülür. İhsan lâfzı ise müzekkerdir; onun hakkı karîbün’dür. Hem Cenâb-ı Hakkın muhsinlere rahmetiyle karîb olduğunu ifade içindir ki, karîbetün denilmedi.

 H A Ş İ Y E 2 Bunun emsalinde şehîdetün lâzım gelirken müzekker lâfzı bulunması, “İnne rahmetallâhi karîbun mine’l-muhsinîne”deki karîbetün yerine karîbün‘deki nükte içindir. bazı yerde cemaat gelse de, küllü vâhid murad olduğundan, müzekker lâfzı olan şehîdün zikredilmiştir.

 H A Ş İ Y E 3 el-azamût: mübalâğalı azamet.

 H A Ş İ Y E 4 el-ceberût: azamûtun daha bâtını ve daha dâimîsi.

 H A Ş İ Y E 5 el-akzıyetü: hal-i hazır ve cüz’iyâtın mahsus ve muntazam miktarları, Fâtır-ı Hakîmin vücuduna şehadet ettikleri gibi.

 H A Ş İ Y E 6 et-takdir: Küllî şeylerin ve cüz’iyâtın zevâliyle başka bir takdirin ve muntazam bir miktarın tezahürüne, o Fâtır-ı Hakîmin vücuduna delâlet ederler. Adeta hayattaki intizamat-ı kazaiye şehadet ve hayat ve mevtin münavebeleri içindeki tecellî-i kader ve muntazamane takdire, ihya ve imate delâlet ediyor demektir. Meselâ, terbiye, vücudunu şeraiti dahilinde idare etmek; ve tedbir, onu değiştirmek; ve herbiri ayrı ayrı delâlet eder. Sair fıkraları buna kıyas et.

 H A Ş İ Y E 7 el-itkan, ehemmiyetli ve san’atlı yapılmasıdır.

 H A Ş İ Y E 8 el-letâifü: görünen mehasinin zevâliyle mânevî ve misalî suretlerine “letâif” irade edilmiştir. Veyahut o gelip geçen silsilenin mehasini muraddır.

 H A Ş İ Y E 9 mehâmid hazır hamdleri murad edip, medâih daimî ve sabit senâlardır ki, güya hazır hamdlerin mazi ve müstakbeli ihata eden silsile-i emsalinden tezahür eden senâlardır.

 H A Ş İ Y E 10 Kemâlât, mâbudiyeti iktiza eden kemâlât demektir. Yani, âbidler ibadetleriyle gitse de, mâbudiyeti iktiza eden kemâlât bâkidirler. Bütün gelen silsilelerin geçenler yerine ibadete sevk eder.

 

cümlesinin şehadetine dair

Allahım,

Ey âlemlerde seçilmiş Muhammed’in Rabbi,

Ey Cennet’in ve Cehennem ateşinin Rabbi,

Ey peygamberlerin ve en hayırlı kulların Rabbi,

Ey sıddıkların ve ebrârın Rabbi,

Ey âlemlerde küçük ve büyük herşeyin Rabbi,

Ey habbelerin ve meyvelerin Rabbi,

Ey nehirlerin ve ağaçların Rabbi,

Ey sahrâların ve ovaların Rabbi,

Ey kölelerin ve hürlerin Rabbi,

Ey gecenin ve gündüzün Rabbi,

Akşama erdiğimizde ve sabaha çıktığımızda Seni şahit tutarız; Senin bütün mukaddes sıfatlarını şahit tutarız; Senin bütün Esmâ-i Hüsnânı şahit tutarız; Senin yüce âlemlerdeki bütün meleklerini şahit tutarız; Senin türlü türlü mahlûkatının hepsini şahit tutarız; Senin büyük peygamberlerinin hepsini şahit tutarız; Senin büyük evliyalarının hepsini şahit tutarız; Senin bütün yüksek asfiyalarını şahit tutarız; Senin had ve hesaba gelmez tekvinî âyetlerinin hepsini şahit tutarız; Senin hilkatte birbirine benzeyen bütün müzeyyen, mevzun ve manzum masnuatını şahit tutarız; kendileri âciz, câmid ve câhil oldukları halde Senin havl ve kuvvetinle ve emir ve izninle pek acip ve muntazam vazifeleri kaldıran bütün zerrât-ı kâinatı şahit tutarız; basit ve camid zerrelerden yapılan mütenevvi, muntazam, itkanlı ve san’atlı hadsiz mürekkebatın hepsini şahit tutarız; hayat maddeleri nihayet derecede karışıklık içinde olduğu halde nihayet derecede imtiyazla ve def’aten birbirinden ayırd edilerek neşvünema bulan muhtelit mevcudatın bütün terekkübatını şahit tutarız; enbiya ve evliyanın sultanı, mahlûkatının en efdali ve bâhir mucizelerin sahibi olan Habib-i Ekremini-salât ve selâmın en üstünü onun ve âlinin üzerine olsun-şahit tutarız; ap açık âyetler ve nurlu burhanlar ve vazıh deliller ve parlak nurlar sahibi Furkan-ı Hakîmini şahit tutarız; ve hepimiz birden şehadet ederiz ki:

Sen Vâcibü’l-Vücud, Vâhid, Ehad, Ferd, Samed, Hayy, Kayyûm, Alîm, Hakîm, Kadîr, Mürîd, Semî’, Basîr, Rahmân, Rahîm, Adl, Hakem, Muktedir ve Mütekellim olan Allah’sın ve bütün güzel isimler Sana âittir.

 

  • zâtında güzel hasletlerin en nihayet merâtibini, vazifesinde ahlâk-ı ulviyeyi, şeriatinde en yüksek seciyeleri câmi,
  • Kur’ân’ı indiren Zât-ı Zülcelâlin tevfiki ve Kur’ân’ın i’câzı ve kendisine Kur’ân inen zâtın ona kuvvet-i imanı ve Kur’ân’ın muhatabı olan ümmetinin keşif ve tahkikatının icmâıyla, vahy-i Rabbânînin mazharı,
  • âlem-i gayb ve âlem-i melekûtu seyir ve temâşâ eden,
  • ervâhı müşahede ve melâikeye refakat eden ve cin ve insin mürşidi olan,
  • şecere-i hilkatin en münevver meyvesi,
  • hakkın sirâcı, hakikatin burhanı, muhabbetin lisanı, rahmetin timsali, kâinat tılsımının keşşâfı, muammâ-yı hilkatin halledicisi, saltanat-ı Rububiyetin dellâlı,
  • Hâlık-ı Kâinatın, bu mevcudatın hilkatindeki makasıdının medar-ı zuhuru,
  • kâinatın kemâlâtının vasıta-i tezahürü,
  • şahsiyet-i mâneviyesinin remz-i ulviyetiyle, Fâtır-ı Âlemin bu kâinatı onu nazara alarak halk ettiği anlaşılan (öyle ki, Sâni-i Âlem ona bakmış, onun ve emsâlinin hürmetine bu âlemi yaratmış),
  • düsturlarıyla, saadet-i dâreynin desatirine bir enmuzec olan din ve şeriat ve İslâmiyetin sahibidir. Öyle ki, o din, âdetâ kitab-ı kâinattan süzülmüş bir fihriste, Kur’ân ise bu kâinat âyâtını okumak için ona inmiş gibidir. Onun getirdiği din-i hak şu vaziyetiyle, Kâinat Nâzımının nizamı olduğuna işaret eder. Çünkü şu nizam-ı etem ve ekmel olan kâinatın nâzımı kim ise, bu nizam-ı ahsen ve ecmel olan dinin nâzımı da Odur.

Yer ve gökler var oldukça salâvâtın en efdali ve selâmetin en etemmi, biz Âdemoğulları topluluğunun efendisi ve biz mü’minler topluluğunun imana hidayet edicisi olan Abdullah ibni Abdilmuttalib oğlu Muhammed’in üzerine olsun.

Bu vahdaniyet şahidi, kendisi âlem-i şehadette iken, âlem-i gayba dair herkesin gözü önünde öyle haberler verir ki, hali ve tavrı, âlem-i gaybı bizzat gören bir kimsenin tavrıdır.

Evet, görülüyor ki, kendisi görür, sonra da, asırların ve kıt’aların arkasından, en yüksek bir sadâ ile beşer taifelerine seslenerek şahitlik eder.

Evet, mazi derelerinden istikbal tepelerine kadar bütün kuvvetiyle işitilen sadâ, onun sesidir.

 

Evet, o ses yerin yarısını kapladı; benî Âdemin beşte birini semâvî sıbgasıyla boyadı. Saltanatı 1350 senedir devam ediyor ve her zaman 350 milyon sadık ve mutî raiyeti üzerinde, seyyid ve sultanlarının emirlerine nefis ve kalb ve ruh ve akıllarının kemâl-i inkıyadla hem zâhiren, hem bâtınen hükmediyor.

Asırların sarp kayalıklarına ve kıt’aların geniş meydanlarına sapa sağlam bir şekilde nakşedilen düsturlarının kuvveti şehadet eder ki, o nihayet ciddiyetiyle sesleniyor.

Fevkalâde zühdü ve dünyadan istiğnâsı şehadet eder ki, o dâvâsında nihayet derecede vüsuk sahibidir.

Onun bütün hayatı şehadet eder ki, o nihayet derecede bir itminan ve vüsuk ile dâvâ eder.

Herkesin ittifakıyla, herkesten fazla ibadet ve takvâ sahibi oluşu şehadet eder ki, nihayet derecede bir kuvvet-i iman ile, kat’î bir şekilde ve mükerreren şahitlik eder ve der:

“Bilin ki, Allah’tan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur.” 1

Hem o şahitlik ettiği Zâtın vücub-u vücuduna, onun elindeki Furkan-ı Hakîm dahi dellâllık eder, Onun celâl ve cemal ve kemal sıfatlarını tasrih eder ve Onun Vâhid-i Ehad ve Ferd-i Samed olduğuna şehadet eder-öyle bir Furkan-ı Hakîm ki, bütün enbiyanın ve meşrepleri ve meslekleri muhtelif, kalbleri ve akılları müttefik bütün evliya-yı muvahhidînin bütün kitaplarının sırr-ı icmâını hâvidir. Zira bütün o kitapların hakaiki, altı ciheti münevver olan Kur’ân’ın esasatını tasdik ederler.

Evet, Kur’ân’ın üstünde sikke-i i’câz, içinde hakaik-i iman, altında berahin-i iz’ân vardır. Hedefi saadet-i dâreyndir. Nokta-i istinadı ise, onu indiren Zâtın âyet ve delilleriyle, indirilen Kur’ân’ın i’câzıyla, kendisine Kur’ân indirilen zâtın kuvvet-i imanı ve ümmîliğiyle ve kemâl-ı teslimiyet ve safvetiyle ve nüzulü sırasında mâlûm bir vaziyette bulunmasıyla sabittir ki, mahz-ı vahy-i Rabbânîdir. O, bilyakîn, mecma-i hakaiktir; bilbedâhe, envâr-ı imanın menbaıdır; bilyakîn, saadete isal edicidir; meyveleri, bilmüşahede, beşerin kâmilleridir. Muhtelif emarelerden neş’et eden bir hads-i sadıkla sabittir ki, meleklerin ve ins ve cinnin makbulüdür. Âkıl ve kâmil insanların ittifakıyla sabittir ki, bütün delâil-i akliye onu teyid eder. Vicdanın Kur’ân ile itminan bulması şehadet eder ki, fıtrat-ı selime onu tasdik eder. O, bilmüşahede, ebedî bir mucizedir.

____________________

1 Muhammed Sûresi, 47:19.

 

BEŞİNCİ BAB

mertebelerine dairHAŞİYE 1  Beş Nüktedir.

BİRİNCİ NÜKTE

Bu kelâm, acz-i beşer marazına ve fakr-ı insan hastalığına mücerreb bir devadır. Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.HAŞİYE 2

O Mûcid, Mevcud-u Bâkî olduğundan, mevcudatın zevâlinde bir beis yoktur. Çünkü mahbubun vücudu daimîdir.

O Sâni ve Fâtır-ı Bâkî olduğundan, masnuâtın zevâli hüznü mucip değildir. Çünkü medâr-ı muhabbet olan, onların Sâniinin esmâ ve sıfâtı bâkîdir.

O Melik ve Mâlik-i Bâkî olduğundan, mülkün zevâl ve gidiş gelişlerle yenilenmesinde mucib-i teessüf bir hal yoktur.

O Şâhid ve Âlim-i Bâkî olduğundan, sevilen şeylerin dünyadan kaybolup gitmeleri tahassüre sebebiyet vermez. Çünkü o mahbubatın vücudu, Şahid-i Ezelînin daire-i ilminde ve nazarında beka bulmaktadır.

O Sahib ve Fâtır-ı Bâkî olduğundan, güzel şeylerin zevâli keder vermez. Çünkü onların güzelliklerinin menşei olan Fâtırlarının esmâsı bâkîdirler.

O Vâris ve Bâis-i Bâkî olduğundan, ahbâbın firakından âh ü vâh etmek gerekmez. Çünkü bütün onlar kendisine dönen ve onları tekrar diriltecek olan Zât Bâkîdir.

O Cemîl ve Celîl-i Bâkî olduğundan, güzel şeylerin zevâliyle mahzun olmak gerekmez. Çünkü o güzeller, güzel olan Esmânın aynalarıdırlar; Esmâ ise, aynaların zevâlinden sonra, kendi güzellikleriyle beraber bâkîdir.

O Mâbud ve Mahbub-u Bâkî olduğundan, mecazî mahbupların zevâlinden elem çekilmez. Çünkü Mahbub-u Hakikî bâkîdir.

O Rahmân, Rahîm, Vedûd ve Raûf-u Bâkî olduğundan, zâhirî nimet verici ve şefkat edicilerin zeval bulmasının ehemmiyeti yoktur; onlar için gam çekilmez ve ye’se düşülmez. Çünkü rahmet ve şefkati herşeyi ihâta eden Zât bâkîdir.

O Cemîl, Lâtif ve Atûf-u Bâkî olduğundan, lütuf ve şefkat sahiplerinin zevâli azap sebebi olmadığı gibi, ehemmiyet dahi verilmez. Çünkü onların hepsine bedel olan ve bütün bunlar, Onun tecelliyâtından birtek tecellînin yerini tutamayan Zât bâkîdir.

____________________

 H A Ş İ Y E 1 Ben on üç sene evvel yüksek bir yer olan Yûşa tepesinden dünyaya baktım, birbiri içindeki mevcudat tabakatına ve mehasinine herkes gibi meftun idim. Adeta şedit bir muhabbetle alakadar idim. Halbuki, pek zahir bir surette fena ve zevalde yuvarlanmalarını aklen müşahade ettim. Dehşetli bir elem ve firak; belki hadsiz firaklardan gelen bir zulmet hissettim. Birden “Hasbünallahi ve ni’me’l-vekîl” ayeti otuz üç mertebesi ile imdadıma yetişti. Ben de gelecek tarzda remizli okurdum. Mağrip ve yatsı ortasında devam ettiğim yedi cümle-i mübarekenin herbirisi birer lem’a olarak Otuz Birinci Mektup’un Lemeât’ına girecekti. Beş cümlesi girdi, bu ikisi kalmıştı. Bunun için Dördüncü, Beşinci Lem’alar’ın yerleri açık kalmıştı. Biri, “Hasbünallahi ve ni’me’l-vekîl” diğeri, “Lâ havle velâ kuvvete illâ billahi’l-aliyyi’l-azîm”in meratibine dair olacaktı. Bu iki mübarek kelamın meratibi ilimden ziyade fikir ve zikir olduğundan Beşinci Bab olarak Arabî zikredildi.

 H A Ş İ Y E 2 Bir zaman bu cümle-i mübarekenin çok envarını ve makamatını gördüm. Beni çok müthiş zulümattan ve vartalardan kurtardı. Ben o ahval ve makamata işaret için gayet muhtasar birer fıkra, bazan birer kelimesiyle kendi tahatturum için işaretler koymuştum. O baştaki fıkra ise herkes gibi benim de bir mahbubum olan koca dünyanın zevalini ve fenasını ve içindeki zihayatın ölmesini düşündüğümden çok elim ve derin dertlerime merhem olarak “Hasbünallahi ve ni’me’l-vekîl”  buldum. Baştaki cümleler bu sırra göre gidiyor.

 

Onun, bütün bu sıfatlarıyla beraber bâkî oluşu, dünyadaki herbir ferdin fenâ ve zeval bulan her nevi mahbubuna bedeldir. Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.

Evet, dünyanın ve içindekilerin bekası için, onun Mâlikinin ve Sâniinin ve Fâtırının bekası bana yeter.

İKİNCİ NÜKTE

Beka için Allah bana yeter.HAŞİYE 1 Çünkü O benim bâkî olan İlâhım ve bâkî olan Hâlıkım HAŞİYE 2 ve bâkî olan Mûcidim ve bâkî olan Fâtırım ve bâkî olan Mâlikim ve bâkî olan Mâbudum ve bâkî olan Bâisimdir. Öyleyse, benim vücudumun zevâlinde beis yok, hüzün yok, teessüf yok, tahassür yoktur. Zira benim Mûcidim bâkîdir ve Onun esmâsıyla icadı dahi bâkîdir. Benim şahsımdaki vasıflar dahi, Onun bâkî olan isimlerinden bir ismin bir şuâsından başka birşey değildir. O sıfatlar, Hâlıkının daire-i ilminde mevcut ve nazar-ı şuhudunda bâkî olduğundan, onlar zeval ve fenâya gitmekle idam olmuyorlar.

Kezâ, bâkî olan İlâhımın bâkî isminin benim mahiyetimin aynasındaki şuâsının bâkî olduğuna; benim mahiyetimin hakikatinin dahi o ismin bir gölgesinden başka birşey olmadığına; ve o ismin, benim mahiyetimin aynasında temessülü sırrıyla, benim hakikatim dahi bizzat mahbup değil, onda olan ve onda bâkî kalan şeylerin çeşit çeşit bekalar olması hasebiyle mahbup olduğuna dair ilmim ve iz’ânım ve şuurum ve imanım, beka ve lezzet-i beka itibarıyla bana yeter.

ÜÇÜNCÜ NÜKTEHAŞİYE 3

Allah bize yeter; O ne güzel vekildir. Zira O öyle bir Vâcibü’l-Vücuddur ki, bu mevcudat-ı seyyâle Onun icad ve vücudunun tecelliyatına birer mazhardan başka birşey değildir. Onunla ve Ona intisapla ve Onun marifetiyle, hadsiz envâr-ı vücut hasıl olur. Ona iman ve intisap olmazsa, had ve hesaba gelmeyen adem zulümatı ve firak elemleri ortaya çıkar.

Bu mevcudat-ı seyyâle ancak birer aynadır ve zeval, fenâ ve bekalarında taayyünat-ı itibariyelerinin değişmesiyle altı cihetten teceddüde mazhardır.

Birincisi: Güzel mânâlarının ve misalî hüviyetlerinin bekası.

İkincisi: Suretlerinin elvah-ı misaliyede bâkî kalması.

Üçüncüsü: Uhrevî semerelerinin bekası.

Dördüncüsü: Onun için bir nevi vücut demek olan, elvâh-ı mahfuzada mütemessil Rabbânî tesbihatının bekası.

____________________

 H A Ş İ Y E 1 Nasıl ki afakın ve dünyanın fena ve zevalinin arkasında Bakî-i Zülcelal’in Baki esmasının cilvelerini gördüm tam teselli buldum. Öyle de şahsıma baktım, şahsımdaki müteaddit, muhtelif tabaka-i mevcudat-ı nefsiye ve meftun olduğum sıfât ve hakaik-i şahsiye gayet sür’atle zeval ve fenaya koştuklarından insanın fıtratındaki aşk-ı beka sırrıyla o fânilerde bir beka aradım. Halıkımın bakî cilve-i esmasını gördüm. Her bir sıfatımın zevalinde ona temessül eden bir ismin cilvesini baki gördüm. Ve kat’iyyen anladım ki, fıtrat-ı insaniyedeki aşk-ı beka muhabbet-i ilâhiyeden teşa’ub eden bir muhabbettir. Mahbubunu yanlış bir surette arıyor. Aynada temessül edeni de sevmek, aramak lâzımken aynayı veya aynanın ziyneti hükmüne geçen temessülün keyfîyetini sevmeye başlıyor. “Huve” yerine “Ene” ye perestiş eder. Zevalinden sonra yanlışını anlıyor. Kalb ve mahiyet-i insaniye zişuur bir aynadır. Onda temessül edeni şuur ile hisseder. Aşk-ı beka ile sever.
H A Ş İ Y E 2 Şu gelecek sekiz kelimedeki “Ye” harfleri mütekellim zamiri olup, kendini gösteriyor.
H A Ş İ Y E 3 Kâinatın en mühim muamması mütemadiyen mevt ve hayat, zeval ve fena içindeki faaliyet-i daimenin tılsımını keşfeden Yirmi Dördüncü Mektup’ta beş remiz ve beş işaretle izah edilen mühim bir hakikatın meratibine gayet icmalli işaretler nev’inden eskiden beri tahatturla tefekkür ediyordum. Ve fena ve zeval ve adem ise başka başka vücutların ünvanları olduğunu ve kesretli vücutları semere verdiğini ve zevale giden birşey kendine bedel çok vücutları bıraktığını gösterir bir nüktedir. Bir zihayatın mevti ve zevali birçok vücutları meyve verip arkasında bırakır, sonra gider. Evet, bir fânî, çok cihetlerle bâkî kalır. Bir dane çürümekle ölür, yüz daneyi camî bir sümbülü yerinde bırakır. İşte bu sırra binaen mevt ve ademden ürkmek ve zevalden teessüf etmek yerinde değildir.

 

Beşincisi: Meşâhid-i ilmiye ve menâzır-ı sermediyede bekası.

Altıncısı: Eğer zîruhlardan ise ruhunun bekası.

 

HAŞİYE

Zira onun mevtinde, fenâsında, zevâlinde, ademinde, zuhurunda ve sönüp gitmesindeki muhtelif keyfiyet ve vazifeleri, esmâ-i İlâhiyenin mukteziyatını izhar etmekten ibarettir. Bu vazife sırrıdır ki, mevcudatı, gayet sür’atle mevt ve hayat, vücut ve adem dalgaları arasında gayet sür’atle cereyan eden bir sel haline getirmiştir. Kâinattaki faaliyet-i daimenin ve hallâkıyet-i müstemirrenin tezahürü, işte bu vazife sırrından neş’et eder.

Öyleyse, ben ve herbir fert, “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir” demeliyiz. Yani, Vâcibü’l-Vücudun âsârından bir eser olmak bana vücut olarak yeter. Surî ve akîm bir vücutta milyonlar sene geçirmektense, böyle mazhar ve münevver bir vücutta bir ân-ı seyyâle bana kâfidir.

Evet, intisab-ı imanî sırrıyla bir dakikalık vücut, intisab-ı imanîden mahrum binlerce seneye mukabil gelir. Hattâ o bir dakika, merâtib-i vücut itibarıyla diğer binler seneden daha etem ve daha geniştir.

Kezâ, semâda azameti ve arzda âyetleri görünen ve gökleri ve yeri altı günde yaratan Zâtın san’atı olmam, bana vücut ve kıymet-i vücut itibarıyla yeter.

Kezâ, semâyı kandillerle süsleyip nurlandıran ve zemini çiçeklerle göz kamaştırıcı bir şekilde tezyin eden Zâtın masnuu olmam, bana vücut ve kemâl-i vücut itibarıyla yeter.

Kezâ, kâinat bütün kemâlât ve mehasiniyle Onun kemâl ve cemâline nisbetle bir zayıf gölgeden ve Onun âyât-ı kemâlinden ve işarat-ı cemâlinden ibaret olan Zâtın mahlûku ve memlûkü ve abdi olmam, bana fahr ve şeref için yeter.

Kezâ, had ve hesaba gelmeyen nimetlerini kâf ve nun arasındaki lâtif sandukçalarda iddihar eden ve milyonlarla kantarı tohum ve çekirdek denilen bir avuç dolusu lâtif sandukçalarda kudretiyle toplayan Zât, herşey için bana yeter.

Kezâ, bütün cemal ve ihsan sahipleri yerine, bana o Cemîl ve Rahîm olan Zât yeter ki, bu güzel masnuat, mevsimlerin ve asırların ve dehirlerin müruruyla Onun envar-ı cemâlini tazelendirmek için fenâya mazhar olan aynalardan başka birşey değildir; ve bu bahar ve yaz mevsimlerinde tekrarlanan nimetler ve birbirini takip eden meyveler, mahlûkatın ve günlerin ve senelerin gelip geçmesiyle Onun daimî nimetlerinin teceddüdü için mazharlardan ibarettir.

____________________

 H A Ş İ Y E Meâli: Ruhun bekasına dair Yirmi Dokuzuncu Risalede kat’î ve zarurî bir şekilde ve bâhir burhanlarla ispat edildiği gibi, eğer zîruhlardan değilse, hakikatinin kanunları ve mahiyetinin namusları ve teşekkülâtının düsturları beka bulur. Zira o kanun ve namus ve düstur, o fert ve nevi için bir ruh-u emrî hükmündedir. Nasıl ki bir incir ağacı ölür ve yok olur; onun teşekkülâtının kanunlarından ibaret olan ruh-u emrîsi ise beka bulur ve zerre gibi çekirdeklerinde devam eder. İşte o ruh-u emrî ölmemiş; belki suretler onun üzerinde yenileniyor, belki mahiyet-i hayatı devam ediyor. Zira onun mahiyeti, bâkî olan Esmâ-i Hüsnâdan bir ismin bir gölgesidir ki, o mahiyet, o bâkî ismin şuâsı altında beka bulur ve onun hüviyeti dahi pek çok misalî levhalarda devam eder. Öyleyse, adem, zâil bir vücuttan daimî vücutlara geçiş için bir ünvandan başka birşey değildir.

 

Kezâ, Hâlık-ı Mevt ve Hayatın esmâsının cilvelerine bir harita ve fihriste ve fezleke ve mizan ve mikyas olmam, bana hayat ve mahiyet-i hayat itibarıyla yeter.

Kezâ, bütün Esmâ-i Hüsnânın müsemmâsı olan Fâtırımın şuûnât-ı zâtiyesine hayatımın mazhariyeti sırrıyla, kalem-i kudretle yazılan ve o Kadîr-i Mutlak ve Hayy-ı Kayyûmun esmâsını gösterip anlatan bir kelime olmam, hayat ve vazife-i hayat itibarıyla bana yeter.

Kezâ, beni, hedâyâ-yı rahmetinin müzeyyenatını muhtevî vücut hullemin ve fıtrat kaftanımın ve muntazam hayat gerdanlığımın murassaatıyla tezyin eden Hâlıkımın esmâsının cilveleriyle süslenerek kardeşlerim olan mahlûkata ilân ve teşhirim ve Hâlık-ı Kâinatın nazar-ı şuhuduna ilân ve izharım, hayat ve hukuk-u hayat itibarıyla bana yeter.

Kezâ, hukuk-u hayatım itibarıyla, zîhayatların Vâhib-i Hayata olan tahiyyatlarını fehmetmem ve onlara şahit olup şahitlik etmem bana yeter.

Kezâ, Sultan-ı Ezelîmin nazar-ı şuhuduna arz olunmanın şuur ve imanında olarak Onun cevâhir-i ihsânâtının murassaatıyla süslenip güzelleşmem, hayatımın hukuku olarak bana yeter.

Kezâ, Onun mahlûku ve masnuu ve mahlûku olduğuma ve Ona muhtaç bulunduğuma ve Onun, hikmetine ve rahmetine lâyık bir surette beni terbiye eden ve bana lütufta bulunup nimetlerini ihsan eden Hâlık-ı Rahîmim ve Rabb-i Kerîmim olduğuna dair iz’ânım ve şuurum ve imanım, hayat ve lezzet-i hayat itibarıyla bana yeter.

Kezâ, acz-i mutlak ve fakr-ı mutlak ve za’f-ı mutlakımın misaliyle o Kadîr-i Mutlakın meratib-i kudretine ve o Rahîm-i Mutlakın derecat-ı rahmetine ve o Kaviyy-i Mutlakın tabakat-ı kuvvetine mikyas teşkil etmem, hayat ve kıymet-i hayat itibarıyla bana yeter.

Kezâ, cüz’î ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarımın cüz’îliğinin mâkesiyetiyle Hâlıkımın muhit sıfatlarını fehmetmem bana yeter. Nitekim benim cüz’î ilmimin mizanıyla Onun muhit ilmini fehmederim.

Hâkezâ, benim İlâhımın Kâmil-i Mutlak olduğuna ve kâinatta kemâlât olarak ne varsa Onun kemâlinin âyetlerinden bir âyet ve Onun kemâlinin işaretlerinden bir işaret olduğuna dair ilmim, kemal olarak bana yeter.

Kezâ, nefsimde kemâlât olarak iman-ı billâh bana yeter; çünkü beşer için iman bütün kemâlâtın menbaıdır.

Kezâ, muhtelif cihazatımın lisanıyla istenilen envâ-ı hâcâtımın hepsi için, bütün Esmâ-i Hüsnânın müsemmâsı olan, beni yediren ve içiren ve terbiye ve tedbir eden ve benimle konuşan, celâli herşeyden nihayetsiz derecede yüce olan ve lütuf ve ihsanı herşeyi kuşatan İlâhım ve Rabbim ve Hâlıkım ve Musavvirim bana yeter.

 

DÖRDÜNCÜ NÜKTE

Benim suretimi ve emsalim olan zîhayatların suretlerini basit bir sudan lâtif san’atıyla ve herşeye nüfuz eden kudreti ve hikmetiyle ve herşeyi her şe’niyle ihata eden rububiyetiyle açan Zât, bütün metalibim için bana yeter.

Kezâ, beni inşa eden, kulağımı ve gözümü açan, cismime lisanımı ve kalbimi derc eden, vücuduma ve cihazatıma, rahmet hazinelerinin çeşit çeşit müddeharatını tartacak hesapsız mizanlar yerleştiren ve kezâ lisanıma ve kalbime ve fıtratıma, esmâsının çeşit çeşit definelerini anlamaya yarayacak hesapsız hassas âletler yerleştiren Zât, benim bütün makasıdıma yeter.

Kezâ, bana bütün enva-ı nimetini ihsas etmek ve ekser tecelliyat-ı esmâsını tattırmak için, celîl ulûhiyetiyle ve cemîl rahmetiyle ve kebîr rububiyetiyle ve kerîm re’fetiyle ve azîm kudreti ve lâtif hikmetiyle benim küçük ve hakir şahsımda ve zayıf ve fakir vücudumda bu âzâ ve âlâtı ve bu cevârih ve cihazatı ve bu havâss ve hissiyatı ve bu letaif ve maneviyatı derc eden Zât bana yeter.

BEŞİNCİ NÜKTE

Ben ve herbir fert, halen ve kàlen, müteşekkir ve müftehir olarak, şöyle demeliyiz:

Beni halk eden ve adem zulmetinden çıkararak bana vücut nurunu in’âm eden Zât bana yeter.

Kezâ, sahibine herşeyi veren ve onun elini herşeye uzatan hayat nimetini bana bağışlayarak beni hayat sahibi yapan Zât bana yeter.

Kezâ, insanı, âlem-i kebîrden mânen daha büyük bir küçük âlem yapan insaniyet nimetini bana bağışlayarak beni insan yapan Zât bana yeter.

Kezâ, dünya ve âhireti nimetlerle dolu iki sofra haline getirerek iman eliyle mü’mine takdim eden iman nimetini bana bağışlayarak beni mü’min yapan Zât bana yeter.

Kezâ, beni habibi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmeti yaparak, imanda bulunan ve bütün kemâlât-ı beşeriye meratibinin fevkinde olan muhabbet ve mahbubiyet-i İlâhiye nimetini bana bağışlayan ve bu muhabbet-i imaniye ile, mü’minin istifadesini imkân ve vücub dairelerinin nihayetsiz müştemilâtına kadar genişleten Zât bana yeter.

 

Kezâ, beni câmid kılmayıp, hayvan yapmayıp, dalâlette bırakmayarak, cins ve nevi ve din ve iman itibarıyla mahlûkatının pek çoğundan üstün kılan Zât bana yeter ki, hamd de Ona, şükür de Ona mahsustur.

Kezâ, “Ne yere, ne de göğe sığmadım; Ben bir mü’min kulumun kalbime sığdım” meâlindeki hadisin sırrıyla, yani, bütün kâinatta tecellî eden esmâ-i İlâhiyenin bütün tecelliyatına insanın câmi bir mazhar olması sırrıyla, kâinata sığmayan bir nimeti bana bağışlayarak beni esmâsının tecelliyatına câmi bir mazhar yapan Zât bana yeter.

Kezâ, bende bulunan mülkünü muhafaza etmek üzere benden satın alarak sonra bana iade eden ve karşılığında bize Cenneti veren Zât bana yeter. Vücudumun zerrelerinin zerrât-ı kâinatla darbı adedince Ona şükür ve hamd olsun.

Hasbî Rabbî Cellallah.
Nûr Muhammed Sallallah.
Lâilâhe illallah.
Hasbî Rabbî Cellallah.
Sirru kalbî zikrullah.
Zikrü Ahmed Sallallah.
Lâilâhe illallah.

 

ALTINCI BAB

hakkındadır.HAŞİYE

Bismillahirrahmânirrahîm.

Ey İlâhım ve Seyyidim ve Mâlikim,

Fakrım nihayetsizdir. Hâcâtım ve metâlibim had ve hesaba gelmez. Benim elim ise, matlaplarımın en ednâsına yetişmez. Havl ve kuvvet ancak Senindir, ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerîmim! Ey Hasîb, ey Vekîl, ey Kâfi!

İlâhî, İhtiyarım zayıf bir kıl gibi; emellerim ise hesaba gelmez. Hiçbir zaman onlardan müstağnî kalamayacağım şeylere ulaşmaktan ise her zaman âcizim. Havl ve kuvvet ancak Senindir, ey Ganî, ey Kerîm, ey Kefîl, ey Hasîb, ey Kâfî!

Ey İlâhım ve Seyyidim ve Mâlikim,

Benim iktidarım bir zayıf zerre gibidir. Düşmanlar, illetler, evhamlar, korkular, elemler, hastalıklar, zulmetler, dalâletler ve uzun seferler ise hesaba gelmez. Bütün bunlardan beni kurtaracak havl ve onlara mukabele edecek kuvvet ancak Senindir, ey Kavî, ey Kadîr, ey Karîb, ey Mücîb, ey Hafîz, ey Vekîl!

İlâhî! Tıpkı emsâlim gibi, benim de hayatım çabuk söner bir şuleciktir. Emellerim ise hesaba gelmez. Bütün bunların talebinden beni müstağnî kılacak havl ve onların tahsiline yetecek kuvvet ancak Senin havl ve kuvvetindir, ey Hayy-ı Kayyûm, ey Hasîb-i Kâfî, ey Vekîl-i Vâfî!

İlâhî! Tıpkı akranım gibi, benim ömrüm de tükenip gidecek bir dakikadan ibarettir. Maksat ve matlaplarım ise had ve hesaba gelmez. Onlara karşı havl ve onlara yetecek kuvvet, ancak Senin havl ve kuvvetindir, ey Ezelî ve Ebedî, ey Hasîb-i Kâfî, ey Vekîl-i Vâfî!

İlâhî! Şuurum, sönüp giden bir lem’acıktır. Senin envâr-ı marifetinin muhafazası ve zulmet ve dalâletlerden muhafaza için bana lâzım olan şey ise, had ve hesaba gelmeyecek kadar çoktur. O zulmet ve dalâletlerden muhafaza edecek havl ve o hidayet ve envâra beni eriştirecek kuvvet, ancak Senin havl ve kuvvetindir, ey Alîm, ey Habîr, ey Hasîb, ey Kâfî, ey Hafîz, ey Vekîl!

____________________

 H A Ş İ Y E Çok risalelerde beyan etmişiz ki, insanın fıtratında hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr bulunmakla beraber, hadsiz a’dâsı ve nihayetsiz metalibi vardır. İnsan, bu acz, bu fakrdan fıtraten bir Kadîr, bir Rahîme ilticaya muhtaçtır. Nasıl ki, Hasbünallahü ve ni’me’l-Vekîl birinci cümlesini aczine merhem ve bütün a’dâsına karşı bir melce gösterir. Ve ni’me’l-Vekîl cümlesi de fakrına deva ve bütün metalibine bir vesileyi gösterdiği gibi, Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi’l-Aliyyi’l-Azîm dahi başka bir surette, aynen Hasbünallah gibi, acz ve fakr-ı beşerînin ilâcı, ve lâ havle kelimesi a’dâsına karşı nokta-i istinadı kendi kuvvetinden teberrî etmekle kuvve-i İlâhiyeye iltica, ve lâ kuvvete kelimesiyle metalibine, hâcâtına vesile-i mutlak tevekkül ile kudret-i İlâhiyeye itimaddır. Bu lâ havle ve lâ kuvvete cümlesinin pek çok meratibini kendimde tecrübeyle hissetmiştim. O mertebeleri birer birer kısa kelimelerle işaretler koymuşum. O işaretler vasıtasıyla o meratipleri mülâhaza ediyorum. Bu babda kısmen o mertebeleri remzeden kelimeler aynen zikredilecektir.

 

İlâhî! Nefsim sabırsızdır, kalbim feryad eder durur. Sabrım zayıf, cismim nahif, bedenim alîl ve zelîldir. Buna mukabil üzerimdeki maddî ve mânevî yükler ağır, hem pek ağırdır. Bütün bu yüklerin ağırlığından beni halâs edecek havl ve onların hamline beni muktedir kılacak kuvvet, ancak Senin havl ve kuvvetindir ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerîmim, ey Hasîb, ey Kâfî, ey Vekîl, ey Vâfî!

İlâhî! Zaman denen ve sür’atle akan azîm bir selden benim nasibim, çabuk akıp giden bir andan ibarettir. Mekândan nasibim ise ancak bir kabir kadardır. Bununla beraber, sair bütün mekânlarla ve zamanlarla benim alâkam var. İşte o alâkadan havl ve bütün o zaman ve mekânlardakine beni isal edecek kuvvet, ancak Senin havl ve kuvvetindir, ey bütün kevn ve mekânların Rabbi, ey bütün asırların ve zamanların Rabbi, ey Hasîb-i Kâfî, ey Kefîl-i Vâfî!

İlâhî! Aczim nihayetsiz, zaafım hadsizdir. Bana elem veren düşmanlarım ve beni korkutan ve tehdit eden belâlar ve âfetler ise hadsizdir. Onların hücumlarına karşı nokta-i istinad olacak havl ve onları def edecek kuvvet, ancak Senin havl ve kuvvetindir, ey Kavî, ey Kadîr, ey Karîb, ey Rakîb, ey Kefîl, ey Vekîl, ey Hafîz, ey Kâfî!

İlâhî! Fakrım hadsiz, ihtiyacım nihayetsizdir. Hâcât ve metalibim ve vazifelerim ise hesaba gelmez. Onlara karşı koyacak havl ve onları kazâ edecek kuvvet ancak Senin havl ve kuvvetindir, ey Ganî, ey Kerîm, ey Muğnî, ey Rahîm!

İlâhî! Kendi havl ve kuvvetimden teberrî edip Senin havl ve kuvvetine sığındım. Beni kendi havl ve kuvvetime terk etme, yâ Rabbi! Benim aczime ve zaafıma ve fakrıma ve ihtiyâcâtıma merhamet et. Göğsüm daraldı, ömrüm gitti, sabrım bitti, fikrim uçup gitti. İçimi de, dışımı da Sen bilirsin. Bana fayda ve zarar verecek şeylerin mâliki Sensin. Üzüntümü sürura, güçlüklerimi kolaylığa çevirmeye kadir olan da Sensin. Bütün sıkıntılarımı gider, benim ve kardeşlerimin bütün güçlüklerini kolaylaştır.

İlâhî! Sevk edilmekte olduğum istikbale ve korkularına nokta-i istinad olacak havl ve alâkadar olduğum mâziye ve lezzetlerine karşı kuvvet, ancak Senin havl ve kuvvetindir, ey Ezelî ve Ebedî!

İlâhî! Korktuğum ve kurtulamadığım zevâle karşı nokta-i istinadım olacak havl ve hayatımdan kaybolup giden ve beni tahassüre sevk eden şeyleri bana tekrar verecek kuvvet, ancak Senin havl ve kuvvetindir, ey Sermedî, ey Bâkî!

 

İlâhî! Adem zulmetinden havl ve vücut nuru için kuvvet, ancak Senin havl ve kuvvetindir, ey Mûcid, ey Mevcud, ey Kadîm!

İlâhî! Hayatla beraber gelen zararlardan beni kurtaracak havl ve hayatın lâzımı olan süruru celb edecek kuvvet ancak Senin havl ve kuvvetindir, ey Müdebbir, ey Hakîm!

İlâhî! Zîşuurlara hücum eden elemlerden koruyacak havl ve his sahiplerinin matlubu olan lezzetlere eriştirecek kuvvet ancak Senin havl ve kuvvetindir, ey Mürebbî, ey Kerîm!

İlâhî! Akıl sahiplerine ârız olan kötülüklerden koruyacak havl ve himmet sahiplerini tezyin eden mehasine eriştirecek kuvvet ancak Senin havl ve kuvvetindir, ey Muhsin, ey Kerîm!

İlâhî! Ehl-i isyana gelen nikmetlere karşı havl ve ehl-i taate erişen nimetler için kuvvet, ancak Senin havl ve kuvvetindir, ey Gafûr, ey Mün’im!

İlâhî! Hüzünlere karşı nokta-i istinad ancak Senin havlin, feraha eriştirecek kuvvet ancak Senin kuvvetindir. Çünkü güldüren de Sensin, ağlatan da, ey Cemîl, ey Celîl!

İlâhî! Hastalıklara karşı nokta-i istinad Senin havlin, âfiyeti veren kuvvet ancak Senin kuvvetindir, ey Şâfî, ey Muâfî!

İlâhî! Elemlere karşı nokta-i istinad ancak Senin havlin, emeller için vesile-i vusul ancak Senin kuvvetindir, ey Müncî, ey Mugîs!

İlâhî! Zulmetlere karşı nokta-i istinad Senin havlin, nuru ihsan eden ise ancak Senin kuvvetindir, ey Nur, ey Hâdî!

İlâhî! Şerden mutlak kurtuluş Senin havlinle, hayırların aslına erişmek ancak Senin kuvvetinledir, ey bütün hayır elinde bulunan Zât, ey gücü herşeye yeten Kadîr, ey kullarını her haliyle gören Basîr, ey mahlûkatının bütün ihtiyaçlarından haberdar olan Habîr!

İlâhî! Senin ismetinden başka mâsiyetten koruyacak havl, Senin tevfikinden başka tâate muvaffak edecek kuvvet yoktur, ey Muvaffık, ey Muîn!

İlâhî! Hemcinsim olan insan nev’iyle pek şiddetli alâkam var. Halbuki, “Her nefis ölümü tadıcıdır”1 âyeti beni tehdit eder ve nev’ime ve cinsime müteallik bütün emellerimi söndürür ve nev-i insanın ölümünü bana haykırır. Bu mevt ve bu feryattan neş’et eden bu hüzn-ü elîme karşı nokta-i istinadım ancak Senin havlindir. Ve zeval bulanların kalb ve ruhumdaki yerini tesellîsiyle dolduracak ancak senin kuvvetindir. Çünkü herşeye kâfi olan ve hiçbir şey Onun yerini tutamayan Sensin.

____________________

1 Âl-i İmrân Sûresi, 3:185.

 

İlâhî! Evim ve menzilim olan dünya ile alâkam pek şiddetlidir. Halbuki “Onun üzerindeki herkes fânidir. Bâkî kalan ise, Celâl ve İkram Sahibi olan Rabbinin zâtıdır”1 âyeti, benim şu evimin harap olacağını ve bu yıkılmaya mahkûm evin sâkinleri olan mahbuplarımın zeval bulacağını ilân ediyor. İşte bu feci musibete ve göçüp giden ahbabımın firaklarına karşı nokta-i istinat ancak Senin havlindir. Ve bu musibet ve firaklara karşı beni tesellî edecek ve bütün onların yerini tutacak olan, ancak Senin kuvvetindir, ey tecelliyât-ı rahmetinden birtek cilve, benden ayrılan herşeyin yerini tutan Zât!

İlâhî! Mahiyetimin câmiiyeti ve bana in’âm ettiğin cihazatımın kesreti itibarıyla pek çok alâkalarımHAŞİYE ve kâinata ve bütün envâına uzanan şiddetli ihtiyaçlarım var. Halbuki, “Onun zâtından başka herşey yok olup gidicidir. Hüküm Ona aittir; siz de Ona döndürüleceksiniz”2 âyeti beni tehdid eder ve mevcudatın pek çoğuyla olan alâkamı keser. Ve herbir alâkanın kesilmesiyle, ruhumda bir yara ve mânevî bir elem tevellüt eder. İşte bu nihayetsiz yaralara karşı nokta-i istinat ancak Senin havlin, onları tedavi edecek ise ancak Senin kuvvetindir, ey herşeye kâfi gelen ve bütün eşya birtek şey için Onun teveccüh-ü rahmetinin yerini tutamayan Zât, ey bir kimse için var olduğunda o kimse için herşey var olan ve bir kimse için var olmayışının yerini bütün eşya tutamayan Zât!

İlâhî! Cismânî şahsiyetime benim çok şiddetli alâkam ve iptilâ ve meftuniyetim var. Öyle ki, zâhirî nazarımda, cismim güya bütün âmâl ve metalibimin tavanına uzanan ve onları ayakta tutan bir direktir. Bende şiddetli bir aşk-ı beka var. Halbuki cismim demirden veya taştan değil ki filcümle devam edebilsin. Belki cismim her an dağılmak üzere bulunan et ve kan ve kemikten yapılmıştır. Hayatım dahi cismim gibi her iki taraftan tahdit edilmiştir ve yakın bir zamanda mevtin hâtemiyle mühürlenecektir. Bana gelince, ihtiyarlıktan saçım tutuşmuş, hastalıktan sırtım ve göğsüm darbelenmiştir. Bu hal bana meşakkat, sıkıntı, ıztırap, elem ve hüzün veriyor. Bu feci vaziyet karşısında nokta-i istinat ancak Senin havlindir; bana hüzün veren şeylere karşı beni tesellî edecek ve kaybettiklerimi telâfi edecek ve elimden gidenlerin yerini tutacak ancak Senin kuvvetindir, ey Bâkî olan Rabbim, ey Onun bâkî esmâsından bir isme yapışan herkes Onun beka ve ibkasıyla beka bulan Bâkî!

____________________

 H A Ş İ Y E Bu Lâ havle ve lâ kuvvete’ye dair mertebelerde, hakikatlerine yalnız işaretler edildi. Burhanlar, deliller zikredilmedi. Çünkü geçmiş bablarda zikredilen yüzer, belki binler vahdaniyet burhanları ve rububiyet delilleri, umumiyetle Lâ havle ve lâ kuvvete’nin hakikatlerine delillerdir. Onun için ayrı ayrı deliller zikredilmedi.

1 Rahmân Sûresi, 55:27.

2 Kasas Sûresi, 28:88.

 

İlâhî! Ben ve bütün zîhayatlar, kendisinden kaçış olmayan mevt ve zevalden şiddetli bir havf ile korkuyoruz. Ve benim, devamı olmayan hayat ve ömre karşı şiddetli bir muhabbetim var. Halbuki ecellerle bizim cisimlerimize hücum eden mevtin sür’ati, ne bende, ne de bir başkasında dünyevî emellerden hiçbir emel bırakmaksızın hepsini kesip atıyor ve hiçbir lezzet bırakmaksızın hepsini tahrip ediyor. Bu feci belâya karşı nokta-i istinat ancak Senin havlin ve buna karşı bizi tesellî edecek ancak Senin kuvvetindir, ey Hâlık-ı Mevt ve Hayat! Ey hayat-ı sermediye sahibi olan Zât! Ey kendisine temessük ve teveccüh edenlerin ve kendisini tanıyan ve sevenlerin hayatını idame eden ve ölümü onlar için teceddüd-ü hayat ve tebdil-i mekân hükmüne getiren Zât! İşte o zaman “Haberiniz olsun ki, Allah’ın dostları için ne bir korku vardır, ne de onlar mahzun olacaklardır”1 sırrıyla, ölüm ne bir hüzün, ne de elem sebebi olur.

İlâhî! Nev’im ve cinsim itibarıyla alâkalarım ve gökleri ve yeri kuşatan teellümat ve temenniyatım var. Fakat hiçbir surette emrimi ne göklere, ne de yere dinletecek ve emellerimi o cirimlere bildirecek bir kuvvetim olmadığı gibi, bu iptilâ ve alâkaya karşı bir nokta-i istinadım da yok. Bütün bunlara yetecek ancak Senin havl ve kuvvetin var, ey Göklerin ve Yerin Rabbi, ve ey gökleri ve yeri salih kullarına teshir eden Zât-ı Zülcelâl!

İlâhî! Benim ve bütün akıl sahiplerinin, geçmiş ve gelecek zamanlarla alâkalarımız var. Halbuki biz daracık bir zaman-ı hazırda mahpusuz; mazi ve müstakbelden en yakınına bile elimiz yetişmez ki bizi sevindirecek birşeyi celb edelim yahut bizi üzen birşeyi kendimizden uzaklaştıralım. Bu hal karşısında nokta-i istinat ancak Senin havlin ve bu halin en güzel bir hale tahviline yetecek kuvvet ancak Senin kuvvetindir, ey asırların ve zamanların Rabbi!

İlâhî! Benim fıtratımda ve herbir ferdin fıtratında, ebedü’l-âbâda uzanan ebedî emeller ve sermedî matlaplar var. Çünkü fıtratımıza acip ve câmi bir istidat tevdi olunmuş; ve öyle bir ihtiyaç ve muhabbet verilmiş ki, dünya ve içindekiler onu doyurmaz; o ihtiyaç ve o muhabbet, bâkî Cennetten başka hiçbir şeye razı olmaz ve o istidat saadet-i ebediyeden başka hiçbir şeyle tatmin olmaz, ey dünya ve âhiretin Rabbi ve ey Cennetin ve dâr-ı kararın Rabbi!HAŞİYE

ba

____________________

 H A Ş İ Y E Lâ havle ve lâ kuvvete’nin meratibindeki yirmi mertebe başta yazılacaktı. Âhirde yazacağım diye tehir ettim. Âhire geldiğimiz vakit, şimdilik taahhur etti. Çünkü izah edilse çok uzun olurdu. Kendime mahsus, yalnız işaretlerle yazılsaydı, az istifade edilirdi. Başka vakte taalluk etti.

1 Yûnus Sûresi, 10:62.