GARİBLERE MÜJDELER OLSUN

GARİBLERE MÜJDELER OLSUN
“Túba lil ğurebâ”
“Gariblere müjdeler olsun”
Kime?
-Garib;garibane yaşayan,farklı olup,fark atan,fark yapan,eşsiz ve benzersiz olan..
“Yâ Rab, garibem, bîkesem, zaîfem, nâtüvânem, alîlem, âcizem, ihtiyarem,
Bî-ihtiyarem, el-aman-gûyem, afv-cûyem, meded-hâhem, zidergâhet İlâhî! “
-“Eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, hergün biri kesilse, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem.” diyenlere…
-“Bu sarık bu başla beraber çıkar” diyebilenlere…
Başkası gibi değil,başkasından farklı kendisi gibi olan,kendisini yaşayan,kendisi olan ve kendisini bulan…
Kınayanın kınamasına aldırmadan hakikatı tutup kaldıran,hakikatı haykıran…
Çoğunluğa,kalabalıklara ayak uyduran değil,kalabalıkları peşine takan adam..
Zamanın çarkları arasında ezilmeyip,zamanı tanzim edip lehine çeviren kimse…
Zamanın gerisinde kalmayıp,zamanın önüne geçen kişi…
Müjdeye mazhar şahsiyet…
Müjdeci..müjdeleyen..
Yaşantısı benzersiz..konuşması benzersiz..yemesi,içmesi,gezmesi.görüntüsü başkalarına benzemeyen benzersiz…
Kemiyet değil,keyfiyet sahibi..
Dünyanın en fakiri,âhiret cihetiyle en zengini…
Herkes dünyayı ve menfaatını düşünürken,o garib ve gurebadan olup başkalarını düşünür,başkaları için yaşar.
“Cehennemde vücudum o kadar büyüsün ki, ehl-i imâna yer kalmasın.”
Herkes gibi olmak olmamaktır.Benzersiz olmak var olmaktır.
Bütün gayreti milleti olan tek başına bir millet şahsiyet…
“Bir adamın kıymeti, himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.”
Monotom,tek düzey,değişmemek,değiştirilmek,değişken,havaya ve yere göre şekil alan,her yere uyan,gelişi ile gidişi arasında fark olmayan standart bir insan olmayan…
Garib bunların farklısı,farkın ve farklılığın farkında olan kişi…
Garib ve benzersiz olanlara müjdeler olsun…
Onlar evvelden müjdelenmiş olanlar…
Müjde şahsiyetler…
“Hey efendiler! Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok.”
“Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim; karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor, içinde evladım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!.. ”
Asrın yangınından itfaiyecilik görevini yapıp,ebedi yakıcı ateşe göğsünü geren,ondan sakındıran..
Bütün asırların birikmiş tehlikelerine karşı ümidini yitirmeyen…
Gelecek olan nuru gören ve sesini işiten kimse..
“Evet, ümitvar olunuz; şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada, islamın sadası olacaktır!”
O garib kişi kışta donmayan,kışta iken baharı gören,bahar için kışta eken kişi…
“Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Siz inşaallah cennet-âsâ bir baharda gelirsiniz.”
Bütün vazifeleri içinde barındıran tek vazife ile vazifeli…
“Birtek gayem vardır:
O da, mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâmın İmân esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücâdele ederek gençleri ve Müslümanları imana dâvet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedemle inşaallah Allah huzuruna girmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da, korkarım ki bolşevikler olsun. Bu İmân düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız, el birliğiyle, komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına, Allah’ın birliğine hizmet edeyim.”
Tek hedefi bir eseri bırakmaktır.Zira;
“Adem odur ki koymalı her yerde bir eser
Eseri olmayanın yerinde yeller eser…”
“Ölen bir eşek midir geriye kalır semeri
Ölen bir insan mıdır geriye kalır eseri…”
“Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.”
Düşünce ve aksiyon adamıdır o.
“Küçük kafalar kişileri, orta kafalar olayları, büyük kafalar da fikirleri konuşurlar.”
Kısacası;garib adam,müjdelenen şahsiyet gureba;her şeyiyle farklı ve benzersiz olan kimsedir o.
Anlatılan şeyler bilinen şeyler olmayıp,farklı şeylerdir.
“Gariblere müjdeler olsun…”
“İslâm garip olarak başladı. Başladığı gibi yine garip olarak dönecektir. Öyleyse ne mutlu o gariplere!”
İslâmiyet başlangıçta harika,farklı,şaşırtıcı olarak zuhur etti,dönüşü de yine aynı şekilde ve daha harika olacaktır.
Ebû Davud Teyalisi ve Tirmizinin Enes b. Malik (RA) ten aldığı şu hadis-i şerifi nakleder:

“Ümmetim, evveli mi sonu mu daha hayırlıdır kesin bilinmeyen yağmur gibidir” buyrulur.
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız. Ehl-i kitap da inansaydı, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) çoğu yoldan çıkmışlardır.”
“Dinlerini yaşama adına halktan uzaklaşabilenlerdir ki, onlar kıyamet günü Meryem oğlu Îsâ ile haşrolacaklardır.”
“Gurbette garip olarak ölmek şehitliktir.”
“Abdullah bin Amr (r.a) anlatıyor: “Bir gün Peygamberimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yanında bulunuyorduk. Kendisi ‘gariplere müjdeler olsun’ buyurdu. Kendisine ‘garipler kimlerdir ey Allah’ın Resulü’ diye soruldu. O da şöyle cevap verdi: ‘Onlar salih insanlardır. Kalabalıklar içinde azdırlar. Onlara isyan edenler, itaat edenlerden daha çoktur.”
Abdurrahman b. Senne tarikiyle gelen rivâyette, “…Yâ Rasûlallah, garipler kimlerdir?” diye sorulunca, “İnsanların bozduklarını (ifsad ettiklerini) düzelten (ıslah eden) kimselerdir” cevabını vermiştir.
İmam Tirmizi’nin rivayetinde ise: “Benden sonra, insanların ifsat edip bozdukları Sünnet’imi ıslah edip düzeltecek olan o gariplere ne mutlu!”
‘Garipler o kimseledir ki insanların az yaptığı yerde onlar çok yaparlar.”
Müşriklere benzemeyen gariblere müjdeler olsun…
“Ne oluyor bu Peygamber’e, böyle Peygamber mi olur: Yemek yiyor, çarşı pazarda dolaşıyor! Bari yanında heybetli bir melek olsaydı da etrafındaki insanları korkutup uyarıda bulunsaydı!”
Garib gurub etmeyen, zuhur eden kimsedir.
“Zaten cihanda güneş gibi misli bulunmaz bir şey yoktur.

Bâkî olan cân güneşi Öyle bir güneştir ki asla gurub etmez.”Mevlana.
MEHMET ÖZÇELİK
03-09-2014




FOSİLLEŞMİŞ ZİHNİYET

FOSİLLEŞMİŞ ZİHNİYET
Kim mi?
Mahallenin huysuz ve haylaz çocuğu..
Oyun bozmak için, oyun bozan hırçın çocuk yapılı.
Bir asır öncesinden çıkamayan..
Kısır ve herkesi de kısırlaştırmaya çalışan.
Maneviyatın önündeki çin seddi, yecüc-mecüc.
Ne maddi ne de manevi gelişmeye açık değil kapalı.
Geçmişe aid her şeyi bir çırpıda çizen zihniyet.
Kökü bereketsiz.
Kirli çamaşırları içinde barındıran, kirlilerin barındığı tek yer.
Ergenekon Terör Örgütü’nün tek hamisi ve abisi.
Yeni nesilleri kendi gibi fosilleştirme gayreti içerisinde her türlü provakatöre hazır bir zihniyet.
Darbe senaryocusu, darbe babası
Çözümü sokakta ,çözümsüzlüğü de sokakta arayan zihniyet.
Çözmeye değil, çözümsüzlüğe ayarlı.
Azınlıkları çoğunluğa hakim kılma, azla çoğu idare etmeye proğramlanmış topluluk.
Korkulu rüyasında sürekli gördükleri;İmam-Hatip,İmam,Cami,Kur’an Kursları,Maneviyat er ve erenleri, başörtüsü..
Karanlık işlerin adamları..cunta ekibinden..fişleme ile şişleme işlerinin adamları.
Ayak bağı, milletin üstüne giydirilmiş dar elbise..
Tornadan çıkmış tek model, tek şef, tek yönetim savunucusu.
Kim mi?
Miadı dolmuş, fosilleşmiş son zihniyet.. son oyun ve son oyuncusu..
************
*Bazen haberleri okuyunca kahroluyorum fakat bu pislikleri de tarihe ve tarihin çöplüklerine havale hatırına sabrediyorum.
*5’i irticai 24 kişi ordudan ihraç edildi
İrtica derken adı konulmalı yani namaz kıldığı için, dini inancının gereğini yaptığı için mi? Eğer bunun için ise Allah onu atanı veya cezalandıranı her iki dünyada da rezil, kepaze ve perişan etsin, ıslah değil, kahretsin. Çünkü açık ve cahiliye asrının gerisinde kalan bir cehalet ve ahmaklıktır.
Ordudan irtica adına inançlı insanlar ihraç edildi, yeri ergenekona bırakıldı.
*Başörtülü anneler Anıtkabir’e alınmadı
Alınmadı yani aslında ne güzel bir teklif değil mi? Sizde gelmeyin! Çağrılmayan yere gitmeyin!
*Zorlu ve soylu bir nesil geliyor. Haklarını hakkıyla almaya çalışan, haksızlıklara direnen, manevi gelişmiş ortamlarda gelişen, göreneklerde değil de kendi isteğiyle inanıp yaşayan bir nesil geliyor.
Mesela; Geçmiştekilerin örtünmesi bir gelenek ve görenekten kaynaklanırken, şimdikilerin bilinçli bir inançtan kaynaklanmaktadır. Gelecek maddi-manevi açıdan hiçte geçmişten kötü olmayacak. Dünya bir yandan iyiye giderken, bir yandan da içindeki pislikleri, hurdaları, kırpıntıları temizlemekte, bir yandan da hizaya getirmektedir.
İlahi kudret kapanışı kendi lehine çevirerek gerçekleştirecektir.
Surda bir gedik açtık
Mukaddes mi mukaddes
Ey kahpe rüzgar
Her nereden esersen es.
Şairin dediği gibi, açılan gedikler daha da büyümekte, gedikleri yapanlar deşifre olup küçülmektedir.
*Sonuç itibarıyla geçen birkaç nesil ve asır, Kayıp asır ve Kayıp nesil olmuştur.
*Mevlana bugün yaşasaydı, irticadan o da sorgulanırdı.
*Bulanık kafayla vatan korunmaz, emanet edilmez.
Hilmi Özkök eski genelkurmay başkanı iken içmediği için arkadaşları tarafından tenkid edilmiş. İşte hazin konuşma;
Emekli komutanların şarap tartışması sürüyor
Dünyada İslam’la ilgili ‘utanç verici bir anlayış eksikliği’ var

Türk dizileri hem edepsiz hem de boşanma nedeniymiş
Çarşaflı üyeye karşı çıkanlar din istismarcısı
*2008 genel değerlendirmesinde öne çıkan iki kurum, en çok yıpranan kurum oldu; Türk silahlı ve kuvvetleri ve Anayasa mahkemesi yani hukuk ve hukukun siyasallaşması.
En önemli olayı ise; Şimdiye kadar Turgut Özal hariç hiçbir cumhurbaşkanının halk tarafından, halkın onayına sunulupta iradesiyle getirdiği ve memnun olduğu kimseler olmamasıdır. Özal da zaten farklılıkları görmek için çıktığı o noktada partisinin başsız kalıp iş yapamaz hale gelmesi, kendisine su-i kast düzenlenmesine rağmen kurtulması ancak sonunda zehirlenmesiyle de ideallerini gerçekleştirememesiyle sonuçlanmıştır. Bundan dolayı 2008 –de öne çıkan en önemli iki olay; Cumhurbaşkanının kahir ekseriyetle, bir çok engellemelere rağmen halkın tasvibine mazhar olmuş bir kimsenin gelmesi,
Diğeri ise asrın davası olan Ergenekon terör örgütünün asırlık çok yönlü, dünya çapındaki başlangıçlarının ortaya çıkartılmasıyla, İtalyadaki gladyo operasyonundan daha büyük ağ bağlantılarının deşifre edilmesidir. Bütün faili meçhuller, pkk gibi Türkiye-nin temel sorunlarının bağlantı noktalarının deşifresine adım atılmış olmasıdır.
*Bir asırdır Millet içi doldurulmayan bir rejime feda edildi. Rejimi koruma uğruna, millete rejim yaptırıldı, o da kıtlık derecesinde…Bu konuda askeriye ve hukuk, anayasa mahkemesi perestijinin kaybolmasını da göze alarak, bir yandan yanlışlıklar yapıldı, bir yandan da milletin hassasiyeti dikkate alınmadı.
*”Rahmet-i İlâhiyeden ümid kesilmez. Çünki: Cenab-ı Hak, bin seneden beri Kur’anın hizme¬tinde is¬tihdam ettiği ve ona bayraktar tayin et¬tiği bu vatan¬daş¬ların muhteşem ordu¬sunu ve muazzam cemaatini, mu¬vakkat ârızalarla in¬şâ¬allah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir…”
*”Kılıncını ayağına vurdurmaz, düşmanına vurur. Kur’ana hizmetkâr eder. ağlayan Âlem-i İslâmı güldürür.”
Temennisiyle…
MEHMET ÖZÇELİK
01-04-2012




FİTNE KAPISI

FİTNE KAPISI
Hadiste;”Fitne uykudadır, Allah onu uyandıranlara lanet etsin!”
Huzeyfe-den;Hz. Ömer (ra)`in yanında idik: Bize: “Resulullah (sav)`ın fitne hakkındaki hadisini kim hafızasında tutuyor?” dedi. Ben atılıp: “Ben biliyorum!” dedim. “Sen iyi cür`etlisin, nasılmış söyle bakalım!” dedi. Ben de anlattım: “Resulullah (sav)`ı işittim. Demişti ki: “Kişinin fitnesi ehlinde, malında, çocuğunda, nefsinde ve komşusundadır. Oruç, namaz, sadaka, emr-i bi`l-maruf ve nehy-i ani`l-münker bu fitneye kefaret olur!” Ömer (ra) atılıp: “Ben bu fitneyi kastetmemiştim. Ben öncelikle denizin dalgaları gibi dalgalanacak (bütün cemiyeti sarsacak) fitneyi kastetmiştim!” dedi. Bunun üzerine ben: “Ey mü`minlerin emiri! O fitne ile sizin ne alakanız var! Sizinle onun arasında kapalı bir kapı mevcut!” dedim. “Bu kapı kırılacak mı, açılacak mı?” dedi. “Hayır açılmayacak bilakis kırılacak!” dedim. Hz. Ömer (hayıflanarak): “(Eyvah) Öyleyse ebediyen kapanmayacak!” buyurdu.” Ravi der ki: “Biz Huzeyfe (ra)`ye sorduk: “Ömer bu kapının kim olduğunu biliyor muydu?” “Evet,” dedi, “yYarından önce bu gecenin olacağıni bildiği katiyyette onu biliyordu. Ben hadis rivayet ettim; boş söz (ve efsane) anlatmadım.” Huzeyfe (ra)`ye soruldu: “O kapı kimdir?” “Ömer (ra)`dir!” buyurdu.”
*Mekke Şerifi Hüseyin’in oğlu Kral Abdullah’ın hatıratında Sultan II. Abdülhamid’i şu çarpıcı satırlarla anması ilginç olmanın ötesinde çarpıcıdır:
“Bence Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra meydana gelen olaylar, Kufe ve Mısırlıların Hz. Osman’a yaptıklarından sonra meydana gelenlere benzer. Hz. Osman nasıl fitneyle Müslümanlar arasındaki sınır idiyse, Abdülhamid de bu çağda insanlarla fitne arasındaki perdeydi. Bu perde yırtılınca fitneler ortaya çıktı.”
O Abdulhamid ki; Bismark onun hakkında şöyle diyor;Dünyada yüz gram akıl vardır;Bunun doksan gramı Abdulhamid-de,beş gramı bende,diğer beş gramı da tüm diğer insanlardadır.”
*Mazhar Osman bir vesile ile görüştüğü devrin başbakanı İsmet İnönü’ye şöyle bir teklifte bulunur: “Paşam! Bizim hastanelerde yer kalmadı! Çok hasta var! Bunların çoğunluğu bizim hastamız da değiller! Eskiden tekkeler vardı, şeyhler vardı. Onlar bunları nefes eder iyileştirirlerdi. Siz tekkeleri kapattınız, hastaları çoğalttınız. Şunu yapın hiç olmazsa: Dergâhları kapatılan bu şeyh efendileri imtihan ederek, onlardan birer, ikişer, üçer kişi verseniz hastanelerimize, hastanede yatan hastaların dörtte üçü iyileşir çıkar!”
İşte gerçek hamiyet-i milliye budur, böyle olur. Bu sözleri dinleyen İsmet İnönü ise, “Ne bunu sen söylemiş ol, ne de biz bunu duymuş olalım!” diyerek meseleyi kesip atar.
İlk fitnenin kapısı cumhuriyetin kuruluşuyla başlamıştır.Yani fitnenin kapısı kırılmış,diğer bir ifadeyle fitnenin kapısı artık açılmıştır.
İhtilallerle bu fitne resmileştirilmiş,pekiştirilmiştir.
*27 mayıs 1960 darbesinde,darbe ilk defa orduya yapıldı.
1960 darbesi halka karşı yapılmadan önce,orduya yapılmış oldu.
Ordudan atılan 7 bin kadar subay ve bunların içerisinde 250-si general, orgeneral, korgeneral,albay,yarbay gibi üst düzey yapılanları tasvib etmeyen komutanlar ordudan atıldılar.
27 mayıs 1960 darbesinden bir gün önce 26 mayısta ordu adeta tasfiye edilip,yeni bir zihniyetin ve fitnenin temelleri atılmış oldu.
Hz.Ömer-in devre dışı bırakılmasıyla fitnelerin önünün açılması gibi, cumhuriyetin kuruluşunda ilk meclis üyeleri olan hocalar ikinci mecliste devre dışı bırakılmış,1960-larda da ordudaki iyi insanlar emekliye sevkedilmiş;Menderes-gillerde idam edilerek,topluma göz dağı verilmiştir.
Bundan sonra olacak olan 1971,80,97,203 ve sonrasında yapılan ve yapılmaya çalışılan darbelerin temeli atılmış oldu.
-1980 ihtilalinden bir gün önce memleket kan gölüne dönmüş iken,bir gün sonra darbe ile beraber memleket tam bir sessizliğe büründü.
Kenan Evrenin ifadesiyle;darbenin olgunlaşmasını bekledik,diye gerçek niyetini ortaya koymuş oldu.
Bir sağdan,bir soldan astık,diyerek de toplumu kendilerinin sürüklediği oyunu izah etmiş oldu.
12 eylülde bir gecede 40 bin insan içeri alındı.
Nereden biliniyordu bu 40 binin kimler olduğu?
Madem biliniyordu,neden öncesinde böyle bir engellemeye gidilmedi?
***************
*”Samanyolu Haber Filistinliler’e terörist dedi.
İsrail savaş uçakları Gazze’nin değişik yerlerine hava saldırıları düzenliyor. Samanyolu Haber İsrail’in hedeflerinin terör örgütleri olduğunu söyledi.”
*”Eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk, Başbakan Erdoğan’ın İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez’e yönelik Davos’taki çıkışı için Erdoğan’a tepki gösterirken Perez’e övgüler yağdırdı. “
Acaba Sami Selçuk-un bu yüz kızartıcı yorumu,cumhurbaşkanı seçilmesi için bir yerlere verilen mesaj mıdır?
-Sami Selçuk sırf israili ve İsrail cumhurbaşkanını memnun etmek için,dünyanın ve memleketimizin alkışladığı başbakanın –one minute-çıkışını ağır bir dille ve hafifletici bir ifadeyle tenkid etti.
Neden???
Bir yerlere mesaj verip,bir şeyleri almak için illa taviz mi vermek gerekiyor? Kişiliği zedeleyici,hayat boyu utandırıcı çıkışlarda mı bulunmak gerekiyor?
Kişilikli davranmak gerekmez mi?
Türkiye-deki tüm çıkışlar,hep ayrıştırıcı yöntemli davranışlar şeklinde tezahür etmektedir.
Kazanımlara yönelik değil,kayıplara yönelik davranılmaktadır.
*Bir yere gelmek için illa olumsuz bir mesaj vermek veya birilerini rahatlamak veya zulme göz yummak mı gerekir?
Anayasa mahkemesi başkanı Haşim Kılıç cumhurbaşkanları seçimine yakın farklı bir çıkış yaptı.
Birilerine mesaj mı verdi?Bir şeyleri mi umuyor,bekliyordu?
*Diğer yandan;” Aşağıdaki videoda Fethullah Gülen’in “İsrailde,bomba tehdidi altındaki Yahudi çocukları için yüreğimin yağları eriyor,onların başında patlayan bombalar sanki içimde patlıyor.”
Acaba aynı ifadeler mağdur durumdaki Filistin çocukları için ne derece de dile getirilmiştir?Yersiz ve zamansız,ölçüsüz bir ifade.
İsraili güç görenlerin acziyetinin bir ifadesidir.
Belli ki bir kirlenme ve sinsi bir oyun var.Fitne başının önü böylece açılmış oluyor.
Bu ifadeler;gerçekten kirli,çirkin,seviyeden uzak,basiretten beri,ileriyi görmeden yaralayıcı ifadeler.
Bir asırlık ezikliğin,kişilik zedelenmişliğin bir tezahürüdür.
*Cemaatın bir asırdır bu millete kan kusturan Ergenekon gizli terör örgütünü deşifre edip,devre dışı bırakmasına karşı,her şeyi meşru görerek bazı kirli ellerle yerine oturmaya çalışan cemaatı dünya ergenekonu ve içteki ortakları karşı atağa geçerek devre dışı bırakmaya çalışarak,tekrar ortaya çıkmaya mı çalışıyor?
Pislikler temizlenirken,pislik yöntemler kullanıldı.
Bununla yetinilmedi,iktidar sarhoşluğu başta başbakan Erdoğan olmak üzere meşru hükümeti gayrı meşru yolla,gayrı meşru iç ve dış ortaklarda devre dışı bırakmaya, açıkça darbe yapılmaya çalışıldı.
Yanlış duvara toslanıldı.
Şu durumda dış ve iç Ergenekon el birliğiyle hesap peşinde!!!
*Biz hala biz olamadık.Kişiliğimizi bulamadık.Kendimiz olmaya bırakılmadık. Mesela;
“Türk vatandaşı tanımı: İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalyan ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza muhakemesi kanununa göre yargılanan, Fransız idare hukukuna göre idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir.” (Uğur Mumcu-dan)
*******************
*Toplumun ya parçalanması veya eski haline dönülmesi için bazen masumane gibi görülen tüyolar topluma angaje edilmektedir.
Aslında altından gelen koku,hala eski kokulara benzeyen kokulardır.
Bir hak verelim,bir daha verelim,düşüncesiyle toplum adeta deneme tahtası haline getirilmektedir.
Oyunu görmek için az bir basiret yetmektedir.Toplumun alt kesiminde bu var.
Fakat yine de bir basiret bağlanması ve körelmesi yaşanmaktadır.
*Türkiye-ye oluşturulan çatının sürekli üstünün açık olması istenmiş..devamlı yağmur alsın diye..
Rahmet yağmuru mu?
Elbette hayır..Her an müdahale edilmesi için.
Şu anki çatı aday da,öncekinin başının ve idaresinin,başının kapalı ! olmasına tahammül edilmedi.
Çatısı açık! Bir aday arandı ve de bulundu.
Kendisi İslam teşkilatından olsa da,en azından hanımı öncekinin ki gibi kapalı değil ya!!!
Amaç tamamen birini seçmeye,kim olmasına bağlı değildir.Tamamen Erdoğanı devirecek oyuna oynamak.
-Ekmeleddin İhsanoğlu yıllardır İslam teşkilatının başında olumlu bir icraatta bulunmadığı,İslam dünyasının birliğine yönelik bir adım attığı görülmediği gibi, Mısırdaki darbeye karşı da herhangi bir çıkış yapmadı.
-Şaibeli olduğunu düşünüyordum.İlk rahatsızlığı İKÖ-de iken hiç bir şey yapmaması,aslında Ahmet Akgündüz-ün tesbitiyle masonları yerleştirmesiyle meşgulmüş ve de Mısıra suskun kalmasıyla anlamıştım.
“Dünürü Ekmeleddin İhsanoğlu’nu anlattı:

CHP ve MHP’nin çatı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu aynı zamanda Türkiye’nin en çok merak edilen ismi oldu. Hakkında çok az şey bilinen İhsanoğlu’nu İzmir’in Tire ilçesinde yaşayan dünürü Bülent Çerçi anlattı: ‘Sabırla dinler, fikirlere önem verir. Yediklerine dikkat eder, sağlıklı beslenir. İbadetini de dinsel değerlerini de kendi içinde yaşar. Namaz kılarken kendisini hiç görmedim.”
-“Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz / Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde”
********************
*İç piyon ve güçleri yeterli derecede kullanamayan kirli eller,Türkiye-yi dışarıdan kuşatmaya çalışmaktadır.
*Kendi içerisinde fıtri olarak doğup da gelişmeyen hiçbir oluşum,sağlıklı ve davam edecek bir oluşum değildir.
Yamalı bir devlet İslam devleti ise,kendi içinden bir ihtiyaç ve normal gelişim içerisinde olmayıp bir darbe ile ve rast gele bir öldürme içerisinde iseler,o meşru değil hatta şaibelidir.
Yama olarak kurulan devlet,köksüz olduğundan çok rahat sökülebilir.
İşid kurgulanmış olup,meşru değildir.Alevi Sünni çatışmasının tetikleyicisidir.
Boşalabilecek sol terör örgütü pkk-nın yerini,sağ görünen diğer bir örgütle doldurma işlemidir.
*3.dünya savaşı iran ve İsrail (abd) arasında geçecek savaştır.Bu onlar arasında kalmayıp yayılma gücü gösterecek;Suriye,,Irak,Ürdünü de kaplayacak.
Yapılan yanlış hesap ve yanlış uygulamalar sonucu iş dini tehdit alacak,Kudüsün altının oyulması sonucu yıkımının gerçekleştirmesiyle Türkiye ve İslam dünyası da işin içine çekilebilir.
İsrailin dengesiz zulmü ile batıdan ve abd-den desteğini kaybederek,tarihten silinebilir.
Aslında Armegedon hesabına göre,İsa-nın gelişini hızlandırmaya çalışan hristiyan dünyası,dünyayı kıyamete zorlayan Yahudi dünyası yaptıklarıyla kıyametlerini hazırlamaktadırlar.
*****
*Abdullah Gül güzel ve uyumluluğuyla beraber,bir kaç kere dikkatimi çekti;ileriye dönük siyaseti düşünerek hareket etmesi,sivil olduğunda halkın içinde rahat hareket edecek kararlara imza atması gerekir.
Devlet amiyane hareketleri kaldırmaz.Mısır darbesini yapan Sisi-yi kutlaması ona hiç mi hiç yakışmadı.Zulme rıza zulümdür.Seviyeli bir davranış değildir.Oysa Sisi kutlamalara Türkiye-yi çağırmadı.Çağrılmayan yere neden mesaj gönderilir ki?
Oysa çağırsa da gidilmeyeceği halde!!!
MEHMET ÖZÇELİK
23-06-2014




FİR’AVUNUN DÖNÜŞÜ

FİR’AVUNUN DÖNÜŞÜ
Bir sohbetimde dünya şimdiye kadar gelmiş geçmiş üç büyük zalimden bahsetmiştim.Bunlar ise; Buhtun Nasır,Firavun ve Nemrud…
Artık onlar işin temelini de oluşturmuş olsalar,bundan sonra onlardan daha dehşetli olan Mısırın Sisi-si ve Suriyenin Esed-i onları gölgede bıraktı.
Eğer peygamberimizden sonra Musa gibi bir peygamber gelseydi,Mısıra ve Suriyeye gelirdi.
Mısır neredeyse Suriyeyi unutturacak derecede zulümde zirve yaptı.
Bunu destekleyen ve sessiz kalıp darbe demeyen batı bir daha elini kana bulamıştır.Batının dünü gibi,bu günü de karanlık ve kirlidir.
Dürüst olanı ise çok az ve cılız kalmıştır.
-Allah imhal eder fakat ihmal etmez.
Allah yapılan bu zulümlerle zalimin düşüş ve derekesini arttırırken,diğer yandan Musa’ların çıkmasını da tacil edip,hızlandırmaktadır.
Sisi firavundur.Batı firavunun yardımcısı Hamandır.
Hayatta yaşadığım süre içerisinde iki büyük olay benim için kıyametin kopması derecesinde deprem etkisi yapmıştır.
Biri Sırpların Belene-de yaptığı zulümler ve Mısır…
-İslâm dünyası yanıyor.Müslümanlar hala uyanmıyor.-Allah korusun-bu da kanın devam edeceğini göstermektedir.
Köpeği için dünyayı ayağa kaldıran batı ve abd,insanlık ve vicdanlıkla test olmaktadır.
Batı ve abd kof çıktı,menfaatı ise dolu.
Menfaat üzerine dönen siyaset ise bir canavardır.Başkasını yemek ve kanını içmekle beslenir.
-Dünyayı fesada veren ye’cüc-me’cüc hızlı bir şekilde bizde olduğu gibi,mısır ve suriyede de faaliyettedir.
-Herşey bir bedel istemektedir.Bedelsiz olmuyor.
Bu bedel mazlumlar için müsbet neticesi olduğu gibi,zalimler için neticesiz ve de her iki hayatta zillet içinde zillet,karanlıklar içerisinde karanlık ve ağır bir bedel olacaktır.
Biri şehadetle cennete uçarken,diğeri doğuştan getirdiği değer!leri değersizleştirip,bitirerek değersizleşmektedir.
Sisi bunlardan biridir.Sisi ve Esed-i tarihler firavun ve nemrud yerine yazacaktır.
Tükürün zalimlerin o hayasız yüzüne tükürün.
Biz dahi tükürüyoruz.
Zulme rıza zulümdür.Zalime meyleden zalimdir.
Suud kralı zulme ortak olmuş,zalime davetiye çıkarmıştır.
Ben kâhin değilim fakat bu durum çok yakında mekke ve medine gibi o temiz beldenin kirletilmesine sebeb olunmuş,zalime karşı ebabil kuşlarının gelmesine mani olunmuştur.
Doğu-batı devletleri saflarını belli etmişlerdir.
-İslâm dünyasının göz bebeği ezher,darbeye karşı durmayıp,pasif kalmış,sisi-ye moral vermiştir.
Mazlumlara yardımda destekçi olamadı,olmadı.
Ezher asırlık sermayesini ve onca birikimlerini bir çırpıda bitirdi.
-Ortadoğudaki ‘Arap baharını’ milletin iradesiyle idareyi eline almasını hazmedemeyen gizli iç ve dış dinsiz komiteler,baharı kışa çevirmeye çalışıyorlar.
Bunu da dıştan müdahale ile değil de,içten ayaklanmalar ve kutuplar oluşturup karşı karşıa getirme yöntemiyle yürütmektedirler.
-Allah şu dünya teknesinde gece gündüz kepçesiyle sürekli çevirmekte, devirmekte, tecelli edip ayrıştırmaktadır.
Beşer zulmeder,kader adalet eder.
Mevla görelim ne eyler/Neylerse güzel eyler.
Mısır Firavunlarına ve Suriye Nemrudlarına ithaf olunur;
*B E L E N E

Garibler yurdu,mazlumlar beldesi Belene,
Ey Bulgar iti,soyun sopun kana belene.
Ehli iman,necib millet bununla bilene,
Aşk olsun,yazıklar olsun,sana insan diyene…

Mazlumların âhı yükseldi ta arşa dek,
Çekemem bunu sineye kalsam da bir tek,
Dinime,geçmişime bağlıyım,olmam dönek,
Tükürürüm. Muinimdir Allah ve melek…

Gururludur! Zalim olunca,oysa iğreti,
Arslan karşısında,ne yapar Bulgar iti,
Kadın,çocuk,ihtiyar karşısında onun merti,
İmansızca kaçar,yine olur namerti…

Beslenir,insan kanı emmekle,
Pislenir,insan kılığına girmekle,
Hislenir,itinin ölümünü görmekle,
Hırlaşır,cehennemdeki yerini gözetmekle…

Mesleğidir,hıyanet hem de zillet,
Dünyasıdır diyanet,deni millet,
Menfaat da hıllet,menfaatsız illet,
Ya Rab! Ya bunları kahret,ya da kahret…

Birinin hedefi ahiret,diğerinin para,
Sağlam vücutta ufunetli yara,
Kalp kara,dünya ve ahiret kap kara,
Mü’mini gönderir şehadetle ebedi diyara…

Isınmak için dünyayı yakar Bulgar,
Isırmak için hem cinsini yutar Bulgar,
Sallanmak için uygun bacaklar kollar,
Yalanmak için salya akıtır kurtlar…

Zulmüyle rahmet okutur,ite köpeğe,
Soysuzdur,saldırır yaşlı ve bebeğe,
Yazdıklarıyla kendini yazdırır tarihe,
“Zulmetmek için geldim,geldim.”feleğe…

Ocakları,evleri barkları yakar,
Ağlanacak hale zevkle bakar,
Ha yakar insan,ha sigara yakar,
Kan akar,sel olup akar,akar,

Elbet çör-çöpü önüne katar…
Vahşetliklere denktir Belene,
Ölüm ona zevktir Belene,
Ahirete açılır,yakındır Belene,
Ulvi makama basamaktır Belene…

Fir’avun,Bulgar hep aynı Ene,
Birinin yeri Mısır,diğerinin Belene,
Fir’avuna demişti Musa:Bu zulüm ne?
Isırıcı köpeklere diyecek yok mu,gidiş nereye?

Bizde de oynanmasın aynı oyun,
“Arapça isimler değil,başka isim koyun.”
Başörtüsü,Din,Dil,İsim,İrtica,Ezan,Kadın,
Bunlar da oynanan oyun,hep aynı oyun…

Dayan kardeşim dayan aksa da kan,
Boğacaktır o kan sırıtsa da sırtlan,
Ey uyuyan dev artık uyan,
Seni bekliyor Asya,Afrika,tüm müslüman…
(10-06-1987’de Belene filmi üzerine yazılmıştır.)

MEHMET ÖZÇELİK
18-08-2013




Ergenekon-Pkk/Suriye-İsrail/İran-Ermenistan

Ergenekon-Pkk/Suriye-İsrail/İran-Ermenistan
Suriye meselesi,küçük olmasına rağmen,Iraktan daha fazla problem çıkartacağa benziyor.
Bu günlerde eskilerden daha fazla olarak İran gündemde tutuluyor.
Gerçi hiç gündemden düşmedi ve düşürülmedi ki!!
Başta biz, birileri sahaya çekilerek, insanları önüne katıp sürüyecek büyük ateşe doğru sevkediliyor.
Bizde otuz yıldır süren ve sürdürülen pkk illeti suriyede beslenmekte,suriyeden sevkedilmektedir.
On sene öncesinde sesimiz yüksek çıkıp suriyeyi tenkid edince,apo suriyeden çıkarıldı ve sonuçta hapsedilmesine kadar yol aldı.
Türkiye-nin pkk illetinden kurtulması,suriyedeki rejimin değişimi iledir.
İran,Rusya,Çin Suriyeye ekonomik ve fikri açıdan destek olurken,İsrail siyasi açıdan pkk-yı kullanmakta, ortadoğuyu karıştırmaktadır.
Türkiye-deki Ergenekon başta pkk olmak üzere,bir çok menfiliklerin çatısını oluşturmaktadır.
Suriyenin yıkılması,bu köprünün dış bağlantısının yıkılmasıdır.
İkinci bir İsrail devleti oluşturmak demek olan kürt devleti ise,kolay yutulacak bir lokma olup,israilin işine yarar.
Bütün bu maşalar Türkiye-yi Suriye-ye benzetmek için Türkiye-deki başta askeri olmak üzere Ergenekon kanalıyla bir çok kurumlara sızılması, otuz yıldır bunu gerçekleştirmek için her türlü entrikayı devreye koymuş olmasıdır.
Suriye İrana kalkan oluşturmaktadır. Suriyenin yıkılması,İranın bir kolunu kaybetmesi demektir.
Suriye ermeni ayağını da içinde barındırmaktadır.
İsrail, Avrupa ve Amerika, Ortadoğu da çoğunluk ve çoğunluk hakim olduğu bir idareyi istemiyor. Onlar kullanabilecekleri azınlık devletlerin oluşumunu sağlıyor.
-Türkiye içeriden çökertilmeye çalışıldığı gibi, Ermeni soy kırımı gibi meselelerle de yıpratılmaya çalışılıyor.
*Kominizm ve sosyalizm ile doğunun dinini alamayıp müessir olamayanlar,bu sefer Apo gibi bir peygamber ve bayrak üreterek onun etrafında toplamak ve toplanmak suretiyle ateizme çekilmek isteniyor.
İş bununla kalmayıp,Türkiye-nin soy kırımcı bir devlet olduğu suçlamasını da dünya nezdinde kabul ettirmeye çalışılmaktadır.
*Cezayir Başbakanı, Türk yetkililerin Fransa’yla yaşadıkları “soykırım” tartışmalarında Cezayir tarihine gönderme yapmaktan vazgeçmelerini istedi.
Associated Press’in haberine göre, Başbakan Ahmed Uyahya, gazetecilere yaptığı açıklamada, “Türkiye’deki dostlarının Cezayir’in kolonileştirilmesinin ticaretini yapmaktan vazgeçmesini” istedi.”
Tam bir garabet. Kişilikten uzak bir davranış.
*Türkiye İttihat ve Terakki, Jön Türklerden beri kıskaç altında, adeta kuşatılmış.
*Taha Akyol son kitabında cumhuriyetin ilanını Meclis sürecinin 6 saatte bitirildiğini belirterek, “Tasarıya karşı çıkacak bütün muhalifler 29 Ekim’de Ankara dışında olduğu için Atatürk bu tarihi özellikle seçti” diyor.
Akyol değerlendirmesinde, “Daha iyi bir gelecek, daha mutlu ve güçlü bir Türkiye inşa edebilmek için Kemalist devlet hukuk anlayışı değil, demokratik devlet ve hukuk anlayışı rehber olmalıdır. Türkiye’nin artık ihtilal rejimine değil, demokratik bir hukuk devletine ihtiyacı vardır”
*”Peygamber dostlarından Huzeyfe, savaşla ilgili hadisde ; Ebu Hureyre’ nin yanı sıra Hz. Ali ve İbn-i Abbas’ın da bildirdiğini ifade etmiştir.
Bu üç sahabenin bildirdiği hadiste:
“Ahir zaman’ın harbi cihan harbidir. Çok kimselerin öldürüldüğü iki büyük harpten sonra bir üçüncüsü daha olacak. İkinci cihan harbinin ateşini yakan (başlamasına sebep olan) “Büyük Reis” künyesinde bir adamdır…”
MEHMET ÖZÇELİK
10-04-2012




FİNALE DOĞRU.. ÇÖZÜLME.. ÇÖKME..

FİNALE DOĞRU.. ÇÖZÜLME.. ÇÖKME..
Evvela bir yağlama yapayım ta ki bazı cızırtılar çıkmasın…
Cemaatin en az ihtimalle yüzde doksanı samimi,hizmet düşüncesi,iyi niyeti içerisinde bulunan insanlardan oluşur.
Ancak onlar da hizmetin üst kademesinde,bürokraside,yönetimde söz sahibi olan kimseler değildirler.
Onlar koşturanlar,pastayı hazırlayanlar olup,pastayı dağıtan ve yiyenlerden değildirler.
Bazen ağızlarına da bir bal çalınmaktadır.
Onun için ağır olan sözlerim işte bu yüzde bire ve bunu onaylayıp her türlü destekte bulunanlaradır.
-Milli eğitimin düzelmesi için onlara verilmesini savundum.
Ergenekon davasında tamamen arkalarında olup,2007-den itibaren günlük haber toplayıp sitemde yayınlayarak her türlü yazı,videoyu haber yaptım.
Samanyolutv-ye tebrik yazısı gönderdim.
Ancak bu gün yüzde birin hırsı,yüzde doksan dokuza galib geldi.
Koca bir cemaatı çöküşe,finale götürmeye sebeb oldu.
Cemaatın ayarları bozuldu…
İşte itiraf ve gösterilen tavır ve tahliller;
“Geç gelen itiraf;
HADİ ÖZIŞIK;
Gülerce’yi aradım bu sabah.
Üzgün bir ses…
Gülerce’ye göre, “Cemaat 4 önemli yanlış yaptı!”
BİR- Hizmet baştan beri yanlış yaptı. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’na savaş açtı. Gezi’den itibaren Başbakan’a hakaret etmeye başladılar.
İKİ- Üslubumuzu kaybettik. Namus bildiğimiz üslubumuz. Biz bunu bıraktık hükümetle savaşa girdik, diyaloğu bıraktık çatışmacı dil kullandık.
ÜÇ- Siyasallaştık. CHP için kapı kapı dolaşıp oy istedik.
DÖRT- Hizmet hep çoğunlukla hareket etti. Hep öyle yoluna devam etti. İlk defa çoğunluğun karşısına çıktı ve kaybetti. Orijinalini kaybetti, yara aldı.
Gülerce, Cemaat-İktidar kavgasında, inananların kullanıldığı görüşünü de savunuyor. Hizmet’e gönül vermiş insanların bu hisse kapıldığını belirtiyor.
Bu yanlışın Hizmet’i temsil vasfı olmayan kişiler tarafından yapıldığını vurguluyor.
Ve ekliyor:
– İnsanların tanıdığı bildiği Hizmet bu değil!
– Seçimden önce uyardınız, haklı çıktınız.
– Haklı çıkmam neye yarar Hadi Bey? Hizmet yara aldı. Hizmet’i tanınmaz hale getirdiler. İnsanların güveni sarsıldı. Hoşgörü vardı bizde, diyalog vardı bizde, insanların gönlüne girmeyi istiyorduk. Biz ne yaptık peki? Kapı kapı dolaşıp CHP için oy istedik.
– Bundan sonra ne olacak?
Gülerce yıllarca Cemaat’e destek veren belediyelere yapılan vefasızlığa isyan ediyor:
– Bunu yapmamalıydık!
Bundan sonra olacaklara gelince…
Diyor ki:
– Cemaat ayarlarına dönmeli.
Gülerce bu uyarıları yaptı ama, Başbakan Erdoğan’a da, “Cemaat’in tabanını incitme” mesajını vermeyi ihmal etmedi:
– Başbakan’ın bundan sonra Hizmet Hareketi’ne karşı, şefkatli, merhametli ve demokrat tavırlarla sadece hukukun üstünlüğüne riayet edeceğine inanıyorum.”
Gülerce, Cemaat-İktidar kavgasında, inananların kullanıldığı görüşünü de savundu. Hizmet’e gönül vermiş insanların bu hisse kapıldığını belirtti.
Gülerce, 30 Mart’ta AK Parti’nin elde ettiği başarıya rağmen, yanlışta ısrarın sürdüğünü belirtti ve şunları söyledi: Bu yanlış Hizmet’i temsil vasfı olmayan kişiler tarafından yapılıyor. İnsanların tanıdığı bildiği Hizmet bu değil. Hizmet yara aldı. Hizmet’i tanınmaz hale getirdiler. İnsanların güveni sarsıldı. Hoşgörü vardı bizde, diyalog vardı bizde, insanların gönlüne girmeyi istiyorduk. Biz ne yaptık peki? Kapı kapı dolaşıp CHP için oy istedik.
Gülerce bundan sonrası için de ‘Cemaat ayarlarına dönmeli’ ifadesini kullandı.
Ve özetle cemaat içindeki birkaç basiretsiz ve iktidar heveslisinin ve özellikle hoca efendinin burada ilgisiz-bilgisiz-hissi davranışı cemaatı kapanması güç ve tarihe gömücü bir yara almasına sebeb oldu.
Cemaat, gemisinde açılan delikten su almaktadır.
Gemi su aldıktan sonra cemaat birer birer özür beyan ediyor.
Bazılarının hata yapma lüksü yoktur.
*Türkiye-de son darbe girişimi cemaat eliyle yapılmaya çalışıldı.
İnşaallah büyük bir ümitle son darbe kozları da şimdilik bitmiş oldu.
*Cemaat medyası daha önceleri chp-nin sarıldığı kuruntularla teselli olmaya çalışıyor.
*Cemaatı temsil eden ve ergenekonu bitirme noktasına getiren Samanyolu ve Zaman medyasının böyle çarpılır hale gelip de adeta tekrar ergenekona karşı günah çıkarma yoluna gidip,adeta ergenekonla ittifak etmesi hem hazin ve hem de çok düşündürücüdür.
*Bir bedduanın bu kadar etkili olacağını hiç bu kadar düşünmemiş ve de görmemiştim.
Bir peygamber etse etkisini biliriz ancak bir bedduanın neredeyse onlarca yıllar devam eden bir birikimi bitireceğini hiç düşünmez ve hayal bile edemezdim!
Beddua geri tepti!!!
*Bu insanlar nasıl uyuyor veya nasıl kendilerini avutuyorlar?
*Olay gerçekten Erdoğan veya parti meselesi değildir.
*Şu hassas durumda bu kadar Erdoğanı savunacağımı düşünmezdim.
Çünkü mesele Erdoğan meselesi olmaktan çıkmıştır.Millet-din ve bunların geleceği olmuştur.
*Muhalefet edenler yalnızlaşıyor.
*”AK Parti imparatorluğa diz çöktürmedi
30 Mart’ta yapılan yerel seçim sonuçlarının en çok kimi üzdüğü belli oldu.
17 Aralık operasyonundan yalnızca 3 gün sonra gazetecilere demeç veren ABD Büyükelçisi Francis Ricciardone “Uyarılarımız dikkate alınmadı, şimdi bir imparatorluğun çöküşünü izleyeceksiniz” diyerek cemaat ve muhalefetin de karıştığı kirli ittifakın yurt dışından beslendiğini adeta itiraf etmişti.
*Türkiye’de yaşanan her olayla ilgili yorum yapmaktan çekinmeyen Büyükelçi Ricciardone’nin 30 Mart seçim sonuçları sonrası da sessizliğini koruması gözden kaçmadı. Bu durum “Türkiye ile ilgili her konu hakkında fikrini esirgemeyen büyükelçi, seçimde hayal kırıklığına uğradı” şeklinde yorumlandı.”
*“İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan islamiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar!gelen neslin kapsında durmayınız.Mezar sizi bekliyor çekiliniz;ta ki hakikat-i islamiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek nesl-i cedid gelsin!”Bediüzzamanın ifadesiyle,milletin önünden çekilin,yoksa sinsi oyunu millet bozacaktır.
*”Türkiye’de içi sürekli kaşınan unsurların ortadan kaldırıldığını ifade eden Orakoğlu, “Milli İstihbarat Teşkilatı’nın Türkiye’nin içini kaşımak için Türkiye de birlik ve beraberliğin bozulmasına, kamplaşmasına yönelik bir psikolojik harekat uygulanmasına yönelikti. Burda MİT’in içe dönük yapısı, Türkiye’nin en önemli sorununun, dış ülkelerden, küreselleşmeden gelen saldırılara karşı Türkiye’nin korunması gerekirken, Türkiye kendi içerisinde inançlı insanları iç tehdit olarak kabul edip, bunlara yönelik bir çalışma içerisine girmişti. Bunu en bariz 28 Şubat postmodern darbe sürecinde gördük. İsrail 28 Şubat döneminde MİT içerisine sızdı ve o dönem bazı müsteşarları İsrail’in MİT’in kozmik odalarına soktuğu iddia edilmişti. Bu son derece vahim bir durum” olduğunu söyleyerek, AK Parti’nin iktidar olmasından sonra özellikle 2005 yılından itibaren Türkiye’nin Ortadoğu ve dünyada bağımsız ve milli politika izlediğini ifade etti.”
*Bu gün gerek Türkiye ve gerekse de dünya gizli örgütünün tek hedefi,toplumda ihtilafı körükleyerek,kaos oluşturmaktır.
* Ben özür dilerim.Neden mi?
Cemaatın içerisinde en aklı başında kimsenin Abdullah Aymaz olduğunu düşünürdüm. Meğer yanılmışım.Şimdiye kadar suskunluğunun sebebinin olgunluktan kaynaklandığını, ateşi söndürmeye yönelik olabileceğini bekler idim.Meğer suskunluğu ateşini hisle ve hırsla yükseltmek uğruna imiş.Bu bir mahcubiyet ve perişanlığın dışa vurmuş halidir.
Hüseyin Gülerce kadar bile olgunluk gösteremedi.
Meğer basiret başka bir şeymiş!
Kendisine sorarım;Chp-yi daha iyi tanımanız için memleketin başına daha nelerin gelmesi lazım?
Nezih kız çocuklarını ev ev dolaştırarak chp-ye oy istemek hangi seviyenin,kişiliğin, şahsiyetin, ahlakın ve hizmetin işidir.
Hem Türkiye-de ve hem de islam dünyasında özellikle Suriyede yapılan zulümlere karşı,fitnecilerle beraber hareket ettiğinizin yarı himmetini buraya gösterseydiniz, israilde,abd-de,ab-da bu kadar cesur olamazdı.
Şimdiye kadar sizleri hep savunuyorduk ancak savunma haklarınızı kaybettiniz.Varın kendi kendinizi hala hırsla,hisle,mahcubiyetle savunun!!!
Müflis tüccar olmayın!!!
*Sibel Edmond’un “CIA, Gülen’i oyuna dahil etti”
*Aslında yazımın başlığını teyid eden ifadeyi tamda şimdi buldum.
Ali Ünal-ın yazısında.
Finale gidişin,diğer bir ifadeyle çukur oluşun bir göstergesi olan yazısında…
İşte sukutun belgesi içteki ağızdan;
“Hizmet için hep zafer
Allah (c.c.), 17 Aralık’ta başlayan süreçte Hizmet Hareketi’ne kendi çizgisinde zafer üstüne zafer kazandırıyor:
-Hizmet Hareketi, genellikle sağ-muhafazakâr tabana yayılıyor, sol tabanla olması gereken münasebeti kuramıyordu. Cenab-ı Allah (c.c.), bu defa sol tabana, Hizmet Hareketi’nin insanları kesinlikle siyaset temelinde değerlendirmediğini gösterdi ve Hareket’e şimdiye kadar tam açılamadığı sol tabana açılma, sağ-muhafazakâr tabanda da bilhassa son senelerde kendisine kısmen mesafeli duran ANAP-DYP-MHP’li kesimlerle daha sıcak münasebetler kurabilme imkânı verdi. AKP tabanı da, bugün içlerinde particilik faktörüyle mesafe koyanlar bulunsa da, sonunda yine kaçınılmaz olarak Hizmet’e el verecek, çocuklarını yine güven ve itimatla Hizmet Hareketi’ne teslim edecektir.”
(Yalnız işin tezad tarafı,bin yıllık iman ve ameldeki dostu ve dostluğu yıkıp,her türlü entrikaları yaparak,hangi temel noktada ittifak edildiği mevcut olmayan hayali bir dostluk.Batılda dostluk.Mantığın,vicdanın basiretin durduğu ve donduğu nokta)
(İşte 17 aralıkta yapılmak istenenler:Eski istihbaratçı Prof. Dr. Mahir Kaynak, dinlemelerde aynı olguya dikkat çekti. Kaynak, “Türkiye’nin bölgesel güç olmasını istemeyenler kimlerse, dinleyenler ve servis edenler de onlardır. Türkiye önceki dönemlerde pek fazla dinlenmezdi. Çünkü ülkeyi zaten yönetiyorlardı. Türkiye, diğer ülkelerle hep ittifak içinde, müttefik durumdaydı. Dolayısıyla dinleme ihtiyacı duymazlardı. Fakat bugün Başbakan Erdoğan, dünyadaki gelişmelere yönelik farklı bir politika izliyor. Türkiye’yi bölgesel bir güç haline getirmek için çalışıyor. Bundan rahatsız olanlar, Türkiye’nin önünü kesmek istiyorlar” dedi.)
-“Hocaefendi’nin sık sık ikaz buyurduğu ve ihlâsa kesinlikle mâni “Cemaat” ve “Biz gururu”, Hizmet içinde bazılarına yol bulmuş olabilirdi. Söz konusu süreç, bu gurur ve aldanışı da inşaallah izale etmiştir.”
(O zaman kişinin ehli sünnetten olduğunu demekte bu ihlasa münafi bir durum mu oluşturmaktadır?
Batıla giydirilmeye çalışılan hak ! kılıfı.Batılı hakka getirmeden,batıla sapma sapıtmaları…Cemaat demekten ve denilmekten utanıp hareket diyecek kadar bereketsiz bir tavır.Tarifi imkânsız bir tavırdır.Gerçekten söz burada bitmiştir.Çünkü söz bir seviyedir.Hangi seviyeye karşı söz söylenecek ki?)
-“İslâm, özellikle son yıllarda terör suçlamalarıyla büyük yaralar almıştı; İslâm dünyasının perişan hali ve bu dünyadaki özellikle siyasî-İslâmî hareketlerin yanlışları, hem Müslüman kitlelere yılgınlık ve ümitsizlik yaşatıyor, hem de İslâm’ın imajını kararttıkça karartıyordu.”
(Avrupalıların yamaladığı hakikatta olmayan İslami terör ve terörist suçlamalarını üzerine giyerek utanç duyan bir insan tavrı.Bunu düzeltmek için Avrupalıların attığı oltaya tutunan aptal balık tavrı.)
(Ve son olarak batıla hak alet edilmektedir.Kur’an-a iftira edilmektedir.)
-“Evet, Kur’ân buyuruyor: “Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız da o şey hakkınızda hayırlıdır; bir şeyi seversiniz ama, o şey ise hakkınızda şerlidir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (2, 216)”
-Öncelleri 17 aralık terör hareketinin çirkinliğini üstlenmeyen ve dershaneler meselelsini gündemde tutmaya çalışan cemaat,yavaş yavaş buna sahib çıkmakta ve bunun ilahi bir emir bile olduğunu dillendirmektedir
17 aralık darbe ve terör teşebbüsünü dini bir kılıfa bürüyerek meşru göstermeye çalışmak;en az ve hafif tabiriyle çukur ve seviyesizliğin,basiretsizlik ve körlüğün bir yorumu ve göstergesidir.
Bu tıpkı Kürtlerin haklarını koruduklarını söyleyen pkk sol zihniyetinin sağ versiyonudur.
İkisi de aynı yola ve sonuca çıkar.
*Diğer yandan bir yargı mensubu olan Sami Selçuk-un Samanyolu tv.de İsrail cumhurbaşkanı Şimon Peres-i övüp de başbakan Erdoğanı yermesi, bu milletin kazanmaya çalıştığı kişiliğin kaybedilmesidir.
İsrailin övülmesi onların hislerine tercüman olmakla beraber,adeta onların bir yargı mensubu tarafından avukatlığının yapılmasıdır.
Tam çirkin bir tavır olup,zulme ve kan akıtmaya ortak olmaktır.
Bu yargı zihniyetinin de bir yansımasıdır.
Maalesef cemaat medyası da bu İsrail sevdasını bazen dillendirirken,bazen de çanak tutmaktadır.
Diğer yandan hükümeti İran taraftarlığıyla vurmaya çalışanlar,irandaki masum imam,takiyye gibi şii bazı yaşantılarla hareket etmektedirler.
“(Onlara karşı sen) «Allah» de. Sonra onları bırak, boş laflara dalarak oyalansınlar.”
Ortada kirli büyük bir ittifak var.
*İnsan bir kere batılı hak görünce,artık onu savunması kaçınılmaz olur.Cebraili bile takmayan,sonuçta direkmen Allahdan vahiy almakta,zirve zırvalarda aranmaya başlamaktadır.
Sonbaharda aranan bahar..Dökülmeler ve döktürmeler birer birer başlıyor.
*Ekrem Dumanlı, “Nefret dilinin sonu” başlıklı yazısında; “Bugün kullanılan zehirli dil, olsa olsa şiddet doğurur maazallah… Hafta içinde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırı, muhtemel şiddetin işaret fişeğidir!”
Bu da chp-nin hamiliği ve savunuculuğu olsa gerek!
Bu bir çözülme ve dökülmenin başlamasıdır.
Zamanımızı ne kadar güzel tahlil etmektedir:
*”Şah Veliyullah der ki, peygamberlerin hem dinin emirlerini tebliğ, hem bunları gerekirse zorla yaptırma ve hem de bunları inananların kalbine yerleştirme vazifesi vardı. Dört halifeler bu üç vazifeyi hakkıyla yaptı. Onun için râşid diye anıldılar. Sonra insanlar arasında din prensiplerine gönül rızasıyla uyanlar azaldı. İş bölümüne gidildi. Tebliğ, müctehidlere; irşad, mutasavvıflara, saltanat da, idarecilere düştü. Din adamları, aktif siyasete karışmak yerine, icraatını doğru bulmadıkları idarecilere gerektiğinde ikazlarda bulunmakla iktifa ettiler. Osmanlılar da, devleti din kaideleriyle idare etmekle beraber, din adamlarını siyasetten ayrı, ama itibarlı bir pozisyonda tutmayı tercih etti. Yine de zaman zaman darbe oyuncuları arasına karışan din adamları olmadı değil. Bunlar da tarihte kötü bir nam bıraktılar.”
*Cemaat Suriyede,Mısırda,Filistin gibi İslam ülkelerinde yapılan zulümleri yaptıklarıyla,bir yandan israile sıcak mesajlar verip diğer yandan kendi hükümetine darbe teşebbüsünde bulunmasıyla tüm şimşekleri,beslenen kin ve nefretleri üzerine çekmiş oldu.
Başkaları yaparken fatura cemaata çıktı.Bunu ya ödeyecek yada kendisine ödettirilecektir.
Ya da bu işten tevbe ile rücu edecektir.
Bunun altından kalkmak gayet zordur.
Fıtrat fıtri olmayanı reddedip atar.
Fıtrata aykırı hareket eden,fıtrat tarafından,ilahi kader canibinden reddedilir,kabul görmez.
*Hanefi Avcı-nın yazdığı kitabı olan –Haliçte yaşayan simonlar – adlı kitabı bir ifşaattır.Yabana atılmamalıdır.
Koca emniyetin Kozanlı Ömer kod adlı Osman Hilmi Özdil adlı cemaatın en üst düzey imamına feda edilişini ve yapılan gayrı meşru durumları dile getirmektedir.
Bir Ömer kod adlı kişi cemaatı temsilen olumsuz iz bırakabilmektedir.
Fertlerin bu olumsuz durumları cemaatı bağlamasa da,cemaatın bu konudaki suskunluğu,sahiblenmesi ve desteklemesi işin tehlikesini göstermektedir.
Ve bunlar kontrolsüz yapılmaktadır.
-İran üzerinden hükümete yüklenen cemaat maalesef tavırları ve uygulamalarıyla irandaki imamiyyye ve imameti taklid etmektedir.
Cemaattaki imamiyye kolu,en büyük üstü temsil eden kişidir.
-Gayrı meşru şeyleri hizmet adına meşru gösterilerek uygulanmakta olup,bu da patlak vermesine sebeb olmuştur.
Kanalizasyonun kapağı açıldı.Kokular sızmaya,sıkıntılı sesler seslendirilmeye başlandı.
Pandoranın kapağı açıldı.Artık iş zıvanadan çıkar hal aldı.
Hırs,kin ve menfaat öne çıktı,hedef haline geldi.
Hocanın vefatından sonra olabileceğini düşünüp dillendirdiğim bu korkunç hal,maalesef içerisine kendisinin de girmesiyle hayatında baş gösterdi.
Ergenekondan boşalan tatlı ve cazib boşalan yere,cemaat hırsla,her şeyi mübah görerek girmeye,balıklama dalmaya başladı.
-Cemaat –Biz ne yapıyoruz? – diye bir dakikalığına durup düşünmemektedir.
Deli- dolu gitmekte,iç ve dışta herkesle ayırmadan ortaklık yapmakta,gözünü adeta hırs bürümektedir.
Durumun vehameti ise;-Hizmetin başarısı için Türkiye bile gitse ne olur?- düşüncesi ön plana çıkmaktadır.
Kayıplar düşünülmeyerek,cemaat belki de yüzde birin harakirine kurban edilmektedir.
Cemaat bilinçsizce o yüzde birin intiharına sevkedilmektedir.
Diğerleri suskun,bazen cızırtı,bazen kabul etme mecburiyetinde kendini hissetme ancak sonuçta;-Bekle gör –politikası izlemektedir.
Cemaat durum itibarıyla;kavga eden karı kocanın şaşkınlıkla olayı seyreden çocuğunun durumuna benzemektedir.
Cemaat babadan taraf olsa da,anneyi terk edememektedir.
Kaş yapılmaya çalışılırken,gözler çıkarılmaktadır.
Görelim Mevla neyler / Neylerse güzel eyler.
“Beşer zulmeder,Kader adalet eder.”

MEHMET ÖZÇELİK
23-04-2014




FETTAHİYYET

FETTAHİYYET
Eğer Allahın Fettah ismi olmasaydı,her şey kapalı bir halde kalacak,açılma gerçekleşmeyecekti.
Bir tohum başak vermeyecek,bir yumurtadan canlı çıkmayacak,bir çekirdek ağaç olmayacak,bir sperm insan olarak ortaya çıkmayacaktı.
Gelişme kabiliyeti olan her şey,bu Fettahiyyet hakikatı doğrultusunda sonsuza dek uzanıp gitmektedir.
Açılamama veya dar ve sınırlı kalma eşyanın kabiliyetindendir.
Hareket halindeki her şey bu ismin tezahürü olarak açılır.
Fettah ismi maddi manevi,dünyevi uhrevi her şey için geçerlidir.
İnsanın sonsuza namzed olması,Fettah ismiyle önünün açılmasıyla gerçekleşir.
Efendimiz duasında;”Ya müfettihal ebvab,iftah kulubena ya hayrel bab”
“Ey kapıları açan Allahım!Kalbimize de hayırlı kapıları aç.”
Özellikle kalbin açılması,otomatikman diğer organlarında açılmasını sağlamaktadır.
Kalb duyguların ana şartelidir.
Hem Fettâh ve Musavvir isimlerinin tecellîleriyle başta insan olarak bütün hayvanatın su katrelerinden açılan pek çok mânidar suretlerine ve bahar çiçeklerinin habbe ve zerreciklerinden açtırılan çok cazibedar simalarına bak, fettâhiyet ve musavviriyet-i İlâhiyenin mu’cizâtlı cemâlini gör.
İşte, bu mezkûr misallere kıyasen, Esmâ-i Hüsnânın herbirisinin kendine mahsus öyle kudsî bir cemâli var ki, birtek cilvesi koca bir âlemi ve hadsiz bir nevi güzelleştiriyor.
Birtek çiçekte bir ismin cilve-i cemâlini gördüğün gibi, bahar dahi bir çiçektir. Ve Cennet dahi görülmedik bir çiçektir. Baharın tamamına bakabilirsen ve Cenneti İmân gözüyle görebilirsen bak, gör, cemâl-i sermedînin derece-i haşmetini anla. O güzelliğe karşı İmân güzelliğiyle ve ubudiyet cemâliyle mukabele etsen çok güzel bir mahlûk olursun. Eğer dalâletin hadsiz çirkinliğiyle ve isyanın menfur kubhuyla mukabele edip karşılasan, en çirkin bir mahlûk olmakla beraber, bütün güzel mevcudatın mânen menfurları olursun. “
*Şu kâinat yüzünde, hususan zeminin sayfasında, gayet muntazam bir faaliyet görünüyor. Ve gayet hikmetli bir hâllâkıyet müşahede ediyoruz. Ve gayet intizamlı bir fettâhiyet, yani herşeye lâyık bir şekil açmak ve suret vermek, aynelyakîn görüyoruz. Hem gayet şefkatli, keremli, rahmetli bir vehhâbiyet ve ihsânât görüyoruz. Öyleyse, bizzarure, şu hâl ve şu keyfiyet, Fa’âl, Hallâk, Fettah, Vehhab bir Zât-ı Zülcelâlin vücub-u vücudunu ve vahdetini ispat eder, belki ihsas eder.
Birinci Hakikat: “Fettâhiyet” hakikatıdır.
Yani Fettâh isminin tecellîsiyle, basit bir maddeden ayrı ayrı, çeşit çeşit, hadsiz muntazam suretlerin, beraber, her tarafta, bir anda, bir fiil ile açılmasıdır.
Evet, nasıl ki umum kâinatın bağistanında ayrı ayrı hadsiz mevcudatı, çiçekler misilli, Fettâh ismiyle her birisine münasip bir tarz-ı muntazam ve bir şahsiyet-i mümtâze kudret-i fâtıra açmış, vermiş. Aynen öyle de, fakat daha mu’cizâtlı olarak, zemin bahçesinde dört yüz bin enva-ı zîhayata dahi, her birisine gayet san’atlı ve hikmetli bir suret-i mevzune ve müzeyyene ve mümtâze vermiş.
1- Annelerinizin karnında sizi üç karanlık içinde, bir yaratılıştan diğerine çevirerek yaratıyor. İşte Rabbiniz olan Allah Odur; bütün mülk Ona âittir. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. O halde yüzünüz nasıl haktan çevrilir?
2- Ne yerde ve ne de gökte hiçbir şey Allah’tan gizli kalmaz. Annelerinizin rahimlerinde size dilediği gibi bir suret veren Odur. Ondan başka ilâh yoktur. Onun kudreti herşeye galiptir ve hikmeti herşeyi kuşatır.”
âyetlerin ifadesiyle, tevhidin en kuvvetli delili ve kudretin en hayretli mucizesi, suretleri açmasıdır. Bu hikmete binaen, feth-i suver hakikati tekrarla birkaç suretlerde Risaletü’n-Nur’da ve bilhassa bu risalenin İkinci Makamının Birinci Babında, Altıncı ve Yedinci Mertebelerinde ispat ve beyan edilmesinden, onlara havale edip, burada bu kadar deriz ki:
Fenn-i nebatat ve fenn-i hayvanatın şehadetiyle ve tetkikat-ı amîkasıyla, bu feth-i suverde öyle bir ihata ve şümul ve san’at var ki, birtek Vâhid-i Ehadden ve herşeyde herşeyi görebilecek ve yapabilecek bir Kadîr-i Mutlaktan başka hiçbir şey bu cemiyetli ve ihatalı fiile sahip olamaz. Çünkü, bu feth-i suver fiili ise, her yerde ve her anda bulunan, nihayetsiz bir kudretin içinde nihayet derecede bir hikmet, bir dikkat, bir ihata ister. Ve böyle bir kudret ise, ancak bütün kâinatı idare eden birtek Zâtta bulunabilir.
Evet, meselâ mezkûr âyetlerin ferman ettikleri gibi üç karanlık içinde bütün validelerin erhamında insanların suretlerini ayrı ayrı, mizanlı, imtiyazlı, ziynetli ve intizamlı olarak, hem şaşırmadan, yanlış etmeden, karıştırmadan, basit bir maddeden açmak ve yaratmak olan fettâhiyet; ve umum rû-yi zeminde aynı kudret, aynı hikmet, aynı san’atla umum insanları ve hayvanları ve nebatları ihata eden bu feth-i suver hakikatı, vahdâniyetin en kuvvetli bir bürhanıdır.
Çünkü, ihata etmek bir vahdettir; şirke yer bırakmaz. Ve Birinci Babda vücub-u vücuda şehadet eden on dokuz hakikat, nasıl ki vücutlarıyla Hâlıkın vücuduna delâlet ederler; öyle de ihatalarıyla da vahdete şehadet ederler. “
“- Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâhid-i Ehad ki, fenn-i nebatat ve hayvanatın şehadetiyle, dört yüz bin nevi zîhayatın suretlerinin mükemmel ve kusursuz şekilde açılmasında görünen fettahiyet hakikatinin azamet-i ihatasının müşahedesi, kezâ bilmüşahede ve açıkça görünen vüs’atli ve intizamlı Rahmâniyet hakikatinin azamet-i ihatasının müşahedesi, kezâ bütün zîhayatlara şâmil, hatasız ve noksansız, muntazam idare-i muhîta hakikatinin azametinin müşahedesi, kezâ rızık isteyen herkesin birden her hâcet vaktinde sehivsiz ve nisyansız, şümullü bir şekilde rızıklandırılmasında görünen rahîmiyet ve iaşe-i şâmile hakikatinin azamet-i ihatasının müşahedesi, Onun vücub-u vücud içindeki vahdetine delâlet eder. Onun şânı herşeyden yücedir. Bütün onları rızıklandıran, o Rahmân-ı Rahîm, o Hannân-ı Mennândır. Onun in’âmı herşeyi muhît, ihsanı herşeye şâmildir. Ve Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur.”
*”Elhâsıl, nasıl ki ihatalı olan fettâhiyet hakikatiyle bütün mevcudatın muntazam suretlerini basit maddeden yapmak ve açmak, vahdeti bedahetle ispat eder. Öyle de, herşeyi ihâta eden Rahmâniyet hakikatı dahi, vücuda gelen ve dünya hayatına giren bütün zîhayatları ve bilhassa yeni gelenleri kemâl-i intizamla beslemesi ve levazımatını yetiştirmesi ve hiçbirini unutmaması ve aynı rahmet her yerde, her anda ve her ferde yetişmesiyle, bedahetle hem vahdeti, hem vahdet içinde ehadiyeti gösterir. Risale-i Nur ism-i Hakîm ve ism-i Rahîm’in mazharı olduğundan, Risale-i Nur’un birçok yerlerinde, hakikat-i rahmetin nükteleri ve cilveleri izah ve ispat edildiğinden, burada, bu katre ile o bahre işaret edip o pek uzun kıssayı kısa kesiyoruz.”
MEHMET ÖZÇELİK
06-02-2014




FARKINDA MISINIZ?

FARKINDA MISINIZ?
Hayatınız gidiyor..Sona yaklaştı.
Doğumunuzla şu ana kadar ne kadar yıl geçti?
Sona ne kadar kaldı?
Bir de;Yaş otuz beş,yolun yarısı olmuyor…
Şimdiye kadar yaptıklarınızı ve size kazandırdıklarınızı hiç düşündünüz mü?
Buradan ayrıldığınızda ve de geriye baktığınızda,kendinize ne ve kaç not verir siniz?
Kârlı mısınız?
Kârınız ne kadar?
Varlığınız ile yokluğunuz arasında ne fark vardır?
İyi ki doğdum,diyebiliyor musunuz?
Ben olmasaydım,şu şeyler ve şu faydalı durumlar olmayacaktı,diyebiliyor musunuz?
Hayatın,olayların ve kendimizin farkında mıyız?
Her şeyin Allah’ın varlığına bir delil olduğunun farkında mısınız?
Uzun var oluş süresi içerisinde,bu dünya hayatının,sonsuz bir hayatı belirleyeceğinin farkında mısınız?
Bunca sayısız geliş ve gidişlerin ifade ettiği mânanın farkında mısınız?
Yüz sene önce bu yedi milyar insanın olmadığının ve de yüz sene sonra da olmayacağının ve bunların içinde sizinde olacağınızın farkında mısınız?
Her nimet bir suale tabidir,hakikatınca,bize verilen her nimetten sorulacağımızın farkında mısınız?
Farkında mısınız? Neyin mi?
Yapmamız gerekirken yapmadıklarımızdan dolayı bir kazancımızın olmayıp, yaptıklarımızdan dolayı da bir kaybımızın olmadığından…
Dışımızdaki tüm varlıkların bizler ile bağlantılı olarak hareket edip, yönlendirildiklerinin farkında mısınız?
Neyin veya nelerin farkında değil siniz?
Her şeyin ne kadar farkındayız?
Sahip olduklarımızın farkında mısınız?
Sayısız cansızlar,hesapsız,bitkiler,azımsanmayacak hayvanlar var iken insan yaratıldık.
Akıl gibi nimetten mahrum az insan yok,milyonlarca sakat insan var.
Bizim neyimiz yok,sahip olduklarımızın yanında…
Bizde olmayıp başkasında olana bakınca,sende olupda onda olmayan daha kıymetli olana baktın mı?
Tıpkı yerin dibine her şeyi geçirilen Karun-a,bir gün önce insanlar onun gibi,onun sahip olduğu şeylere sahip olmak istemiş,bir gün sonra durumu görünce de,kendilerine yazık ettiklerini,diğer ifadeyle belalarını istediklerini söylemişlerdi.
Bizim için ne olacağını bilmediğimiz,ne istediğimizin farkında mıyız?
Gayret ile kısmete rıza,imanın gereğidir.
Farkında mıyız?
Her şeyin hikmetli yaratılışının ve bizde mükemmel bir işleyişin sürmekte olduğunun farkında mısınız?
Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde,fâni dünyada bıraktığın eserlere de bir kıymet vermenin, sana bir fayda vermeyeceğinin farkında mısın?
Uzun hayat yolculuğumuzun şu anda çok az bir kısmında olduğumuzun farkında mısınız?
Kabre tek başına konulup,amellerimizle baş başa,münker ve nekirle yoldaş olacağımızın farkında mısınız?
Hiçbir şeyin fayda vermediği o mahşer gününde,her kesin birbirinden kaçtığı o günde kaçacak O’nun dışında bir yerimizin olmadığının ve bulunmadığının farkında mısınız?
Temmuz-ağustos gibi değil,güneşin yaklaştırılarak,ağzımıza kadar kan-ter içerisinde bir sorgu ile karşı karşıya kalacağımızın farkında mısınız?
Son-da ebedi bir cennet ile ebedi bir cehennem hayatının bizi beklediğinin, kucağını veya ağzını açtığının farkında mısınız?
Olayların veya gelişmelerin ne kadar farkındayız?
Farkındalığın,farkında mısınız?
MEHMET ÖZÇELİK
27-04-2013




EY ÖRTÜSÜNE BÜRÜNEN!

EY ÖRTÜSÜNE BÜRÜNEN!
Ey örtüsüne bürünen insan,kalk!Gaflet perdesini gözünden kaldır.
Kaderin hikmet penceresinden bak,olaylara abes bakma,çirkin yapma.
Söylemeyip âhirette yakama yapışılmaktansa,söylerim burada yapışılsın.Zira buradaki geçici bir süreyi kapsarken,oradaki ebedi bir zamanı içine almaktadır.
Dünya perdesini kaldır,âhiret penceresinden bak.
Silkelen,günâhlarını,kirlerini burada dök,oraya bırakma.
En büyük örtü;dalâlet,gaflet ve cehalettir.Bunları üstünden at.
Herkes uyurken sen uyanık kal.
Herkes dağılırken sen toparlan,toplu kal.
Herkes gördüğü makro aleme dalarken,sen görünmeyen mikro alemlerde gez.
Herkes halkla meşgul olurken,sen Hak-la meşgul ol.
Herkes aklını dinlerken sen kalbini dinle.
Herkes hissini konuştururken sen aklını konuştur.
Herkes serâda gezerken sen Süreyya-ya uç.
Herkes hayatını cehalette sürdürürken,sen hayatları saadete çevir.
Herkes kendini düşünürken,sen herkesi düşün.
Herkes dünyaya yönelirken sen Rabbine yönel,O’na kullukta bulun,O’nu zikret,O’nu tesbih et,O’na dua et,O’na kulluk da bulun.
Amcanda olsa Hakkın hatırını âli tut,hiçbir hatıra feda etme.
Müdhiş yangın karşısındaki görevinde,atılan çelmelere aldırma,başkalarına saldırma.
Hedefini yüce tut,maksadına odaklan,onlara aldırış etme,mahzun olma,mahzun etme.
O’nun peşinden koş ki,O senin peşinden insanları koştursun.
O’nunla ol ki,herkes seninle olsun.
O’nu bul ki her şeyi bulasın.O’nu kaybedersen her şeyi kaybedersin.
Herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder,sen O’na yâr ol,yarasın.
Hüzne düşme,ümitsiz olma,O seni mahcub etmez,yarı yolda bırakmaz.Zira sen yüce bir ahlak üzeresin.
Herkes kaybederken,sen kazan kazandır.
O senden sen de O’ndan razı ol.Birbirinize kanaat edin.Siz birbirinize yetersiniz.
Ne gam!!!
Ne tasa!!
Ne yas!!!
Her fâni ölücüdür,Sen ölme,bekâya kalbol,bâki ol,bâkide ol,Bâki ile ol.
Allah Bes,Bâki heves…
Minallah ve ilallah…
Hak mabud Allah.
Heme ost değil,Heme ezost.
Herşey O değil,her şey O’ndandır.
O’nu bulan neyi kaybeder ve O’nu kaybeden neyi bulur.
O’nu bulduktan ve O’nunla olduktan sonra…
O’nu bulan ve O’nunla olan her şeyi bulur.O’nsuz kalan her şeyi kaybeder,hiçbir şeyi bulamaz,bulsa da başına bela bulur.
O’nunla ol,O’nunla kal.
Ey örtüsüne bürünen!!!
Sırtındaki yükleri at.
O yüklerle O’na gidilmez,yolda kalırsın,yüklerle kalırsın.
İçinde O olsun,dışında dünya.
Dünyayı içine alırsan batarsın,dışında tutarsan,üstünde yüzersin.
Gemine su koyma,gemini batırma.
Gemini yenile,sağlam yap.
Zira deniz derindir.
Azığını tam al.
Zira sefer uzundur.
Yükünü hafif tut.
Yokuş sarptır.
Amelini ihlaslı yap.
Nakkad olan Allah Basirdir.
Görür ve aslını sahtesinden ayırır.
-Ey dünya ile meşgul olan kişi!
Tûl-i emel,uzun hayal ve hülyalar seni aldattı.
Sen gaflet üzere devam ederken,ölüm sana yaklaştı.
Ölüm ansızın gelir.
Kabir ise amellerin sandukasıdır.
-Ey örtüsüne bürünen!
İnsanlar uykudadır,ölünce uyanırlar.
Sen hayatta iken uyan,Rabbine dayan,O’na kan,her ân…
-Herkes ne derse desin,
O ne der?
O’na kulak ver.
Ey örtüsüne bürünen!
Fezekkir innema ente müzekkirun.
Sen uyan,kalk,açıkla,açıkça söyle,tezekkür ve tefekkürde bulun.
Hem düşün,hem de düşündür.
Nefsini ikna et.
İnsanları inandır…
MEHMET ÖZÇELİK
28-02-2014




GELDİ İSMET GİTTİ KISMET

GELDİ İSMET GİTTİ KISMET
Chp politikalarıyla bu milleti temsil etmeyen bir partidir.
Başbakanın ifadesiyle bu parti;-Kökü bereketsiz-,meclisin hırçın çocuğu,milletin değerlerinden kopuk bir parti görünümünü değiştirmedi.
Her partide yüzde on olumsuz insan bulunurken,bu durum chp-nin içinde belki de yüzde beş ateist, mafya,maneviyattan uzak insan söz konusu olsa da ancak o yüzde beş yüzde doksan beşi kendi kontrolü altında tutmaktadır.
Çok rahat şaibeli kişiler bu partinin kendi çatısı altında toplanmaktadır.
*Avrupa ve Amerika İslam ülkelerini kontrolü altına almak için,evvela orduyu kontrol etmiş ve arkasından kendisine yakın olacak ve azınlıklardan olan bir kişiyi yönetimin başına geçirerek dizginlemeye çalışmıştır.
Bir asırlık süre böyle işledi.
Bizde de önce ordu ele geçirildi ve arkasından ordunun darbesi ve darbe kapısını aralayıp açık bırakarak geleceği de garanti altına alınmaya çalışıldı.
Ya idare edenler bu milletten değildi veya bu millet bu idarecilerden!!!
Bu millet asla ve asla chp ve zihniyetini kendi iradesiyle başa geçirmez.
Bunu çok iyi bilen chp;başta darbeleri teşvik etmiş ve Ergenekon terör örgütü kanalıyla da darbeye zemin hazırlamıştır.
Türkiye-de her erken kalkan darbe yapar olmuştur.
Ordu-Hukuk-Üniversite-Medya kanalıyla kendisini zorla kabul ettirme yoluna gitti.
Rusya-da yıkılan zihniyet,chp-de yıkılmadı,yıkılamadı.
*Bu asrın en büyük hastalığı;ilimle dini,ruh ile bedeni,kalb ile nefsi,madde ile manayı,zahir ile batını birbirinden ayırıp, nisbetsiz ve nasipsiz olarak yaşamasıdır. Kopuk ve eksik bir hayat sürdürmektedir.Artısız eksi kutupların öne çıkarılmasından ibarettir.
Avrupa,batı ve hristiyan dünyasında salgın olarak yayılan bu hastalığa chp müzmin bir şekilde bulaştı ve bulaştırdı.
Birkaç nesli böyle mahvettiler.
Cumhuriyet projesi bir Ergenekon projesidir.
İçinde cumhurun olmadığı bir cumhuriyet.
*Türkiye-de kim memnun?
Çoğunluklar hiç memnun olmadığı gibi,azınlıklar da memnun değil.
Kim memnun?
Azınlıkların azınlığı…
*Cumhuriyet ve partisi chp cami kapamak,baş açmakla kara bir leke olarak anılacaktır.
*Bu memlekete düşman girseydi,bu kadar tahribat yapamazdı.
Sadece Kahramanmaraş-ta bir Fransız askeri,bir Müslüman kadının başını açmak için saldırmış,hürriyet meşalesi Sütçü İmam tarafından yakılmıştı.
Chp ne kadar başlara saldırdı?
Kim Fransız???
*Ya özellikle şimdiye kadarki bu chp-liler ve idarecileri bu milletten değildi,ya da bu millet bunlardan ve idarecilerinden değildir.
Azalsa da aynı terslik devam etmektedir.
*”Gerici,ilerici…Düşünce hürriyeti.Bu mülevves kelimelerin esaretinden kurtulmakla başlar,düşünce hürriyeti ve düşünce namusu.”der Cemil Meriç.
Bu millet hep bu yaftalarla kişilik saldırısına uğradı.
Milletin özgürlüğü elinden alındı.Nasıl mı;
-İşte bu milletin hazin halinin benzer mağduru;
-“Hindistan’da köylüler, yakaladıkları fil yavrularını, önce kalın bir zincirle kalın bir ağaca bağlarlarmış. Fil yavrusu kurtulmaya çalışır, ancak zincir çok kalın olduğu için, onu kıramaz ve kaçamazmış. Yakalandığı ilk günler bunu defalarca dener, ama her seferinde başarısız olur, ağaca ve zincire yenilirmiş. Bir süre sonra ise hiçbir çabanın onu oradan kurtaramayacağını düşünmeye başlarmış. Bu inanç kafasında iyice yerleştiğinde ise ne olursa olsun bir daha kaçma girişiminde bulunmazmış. Onun bu “pes etmiş” halinden emin olan köylüler, bu kez fil yavrusunun ayağına ince bir zincir takar ve onu küçük bir kütüğe bağlarlarmış. Ayağındaki zinciri gören fil, isterse rahatlıkla kaçabileceği halde hiçbir zaman zincirden kurtulamayacağına inandığından kaçma girişiminde bulunmazmış. Böylece fil yavrusu kendini çaresiz görmeye başladığından, bağlı olduğunu düşünerek yaşar ve evcilleştirilmiş olurmuş.”
Cumhuriyeti kuranlar gitti,kanunlar demode oldu fakat hala zincir korkusu devam etmekte ve ettirilmektedir.
*Baş örtüsü bir simgedir,deyip de tenkid eden bir sol zihniyetli kişinin,kendisinin de bulunduğu yerden alınmasını söylemesi gerekir,eğer mert ve dürüst ise.Zira bu söz de bir kimliğin,tasvib görmeyen bir zihniyetin temsilciliğini yapmaktadır.
*Ruslar Türk cumhuriyetlerine şu üç şeyi bıraktı;Kütüphane-İçki-Hırsızlık.
Kütüphanelerdeki ateist kitaplar ile kalbler bozuldu.
İçki ile akıllar devre dışı bırakıldı.Düşünmeleri engellenmiş oldu.
Hırsızlık ile de;bedenlerinin kontrolü bozulmuş oldu.
Bazı farklılıklarla beraber Türkiye-de buna benzemektedir.
Kitap düşmanlığı yapılıp,önce dil sonra da din değiştirildi.
Hülagu-nun yapmadığı kitap düşmanlığı ile milyonlarca kitap imha edildi,bir o kadarı da okunamadığından yok oldu.
Bir farkla ki;Bizde Bediüzzaman,Süleyman Efendi gibi manevi şahsiyetlerin olması buna engel oldu.
MEHMET ÖZÇELİK
29-05-2013




GENÇ CENKTE

GENÇ CENKTE
Genç kendini ifade etmek istiyor..Fayda da değil…
Genç kendini nerde ve nerede ifade ederse,kendisini orada buluyor.
Bulduğu yeri ifade ediyor.
Bulduğu yere fayda veriyor.
Tüm iyilik ve kötülüklerde gencin kendisini ön plana çıkaracak faaliyetlerde yer alıyor ve de almak istiyor.
Bunun için de her şeyini feda etmeye hazır.
*Gençlerin suça düşmelerindeki en önemli sebeblerin başında,bu insanların kendilerini ifade etmelerinden kaynaklanır.
Kendisini müsbet mercide ifade etmemesi,edememesi,ettirilmemesi,direkmen o kişiyi, ortamını bulduğu menfi yöne çekmektedir.
Gençlere müsbet mecralar açmalı.
Müsbete kanalize etmeli.
Gençlerin elinden tutmalı.
His sütlerine,akıl mayası katmalı.
* Bilgisayar tatlı bir problem,internet ise acılı bir çiğköfte gibi,acı bir problemdir.
Gençlere bunu kontrollü tattırmalı.
Bilgisayar gençleri değil,gençler bilgisayarı kontrol etmelidir.
*Kendisini kuş hayal eden kızın rahat halinden sonra rüyada irkilmesiyle,bu durumunu hocasına sorarak;
-Aslında kendimi kuş gibi rahat hissediyorum.
Fakat birden nasıl oluyorsa rüyamda bir avcının beni vurmasını düşünmekle irkiliyorum.
Yataktan korku ile uyanıyorum.
Hoca kıza cevaben;
-Kızım rüya senin.Neden rüyanın içine avcıyı koyuyorsun ki?
-Gençler gençliğin rüyasını yaşıyorlar.
Onların rüyalarından avcıları çıkarmalı,onları avcılara av etmemeli.
Olacaklarsa avcı olmalılar.
-Yemame savaşında Huzeyfe-nin azadlı kölesi Salim ağır yaralanır.
Oruçludur.
Kendisine verilen suyu içmeyip,oruçlu olarak şehid olmayı arzu eder.
Öyle de olur.
-Gençler ebedi hayatlarını bir tas suya değil,bir dünyaya bile değişmemeliler.
MEHMET ÖZÇELİK
23-05-2014




GERÇEK BAYRAM ÂHİRETTEKİ BAYRAMDIR

GERÇEK BAYRAM ÂHİRETTEKİ BAYRAMDIR
Ramazan bayramı hatta öncesi hem Türkiye ve hem Suriye de zehir edilmeye çalışıldı,terör estirildi.
Silivri-ye tıkananların yapamadıklarını dağdan inenler yaptı.
Gizli komite ergenekon Silivri-ye girip dışarıdakileri tahrik edemeyince,bu sefer dağda olanları şehre sürdü.
Fikirleri kanlı olanlar,ellerini ve dillerini de kana buladılar.
Ramazanda şeytanlar zincire vurulup,terörsitler vurulmadığı için,şeytanın görevini üstlenmiş oldular.
Hayat zorluklarla vardır.
Zorlukların insanları da zorlu olmaktadır.
Kahramanlar ve bilginler zorlukların ve zor dönemlerin insanlarıdırlar.
Ondandır ki bu dünyada monotomluk olmayıp,hareket vardır.Harekette hayat vardır.hareketsizlik ise ölümdür.
Tüm varlıklar savaş ve müdafaa haline göre ayarlanmıştır.
Gül bile.
Bir yandan –kontrolsüz- öldürmeye müsaitken, diğer yandan savunma amaçlı koruma kalkanları ile donatılmıştır.
Bu da bir kâsıdın kasdıyla,bir muharrikin tahrikiyle,tetiklemesiyle duyguların gelişimi amaçlıdır.
Varlıklar durgun halden kurtarılıp,hareketli hale geçiş yaptırılarak,tüm vücut çarklarıyla çalışması sağlanmaktadır.
En çok varlıklar melekler olmasına rağmen,onlardan çıt bile çıkmamaktadır.
Bu ise hayra ve gelişime alamet değildir.
Durgun su bulanır.Hareketli ve akıcı su kir tutmaz,paslanmaz!
*Aynı zamanda bu durumlar ayrıştırma amaçlıdır.
Hala Türkiye’de ,Türkiye’nin ortadoğuya yönelmesinden ve dolayısıyla islâmi kimliğinden rahatsız olan kimliksiz ve kişiliği oluşmamış insanlar mevcuttur.
Hatta öyle ki bir asra yakın süredir avrupanın kapısında zilletle bekletilip bir netice almamamıza rağmen,şu günlerde başımıza gelen olayların ortadoğuya ve dolayısıyla İslami kimliği taşımamıza hamleden Agop yapılı insanlar mevcuttur.
Hani Agop hanımına Yahudilikten ayrılıp hristiyan olacağını,beğenmeyip daha sonra Müslüman olacağını söyleyip ancak araştırma yaparken ölmesi gibi.
Bu durumda ortada kalan Yahudi Agop hiçbir mezaristana kabul edilmeyince başında duran hanımı;
-Agop Agop,Musa-yı küstürdün,isa-yı kızdırdın,Muhammed-i bulamadın,kaldın ortada kaldın oratada..
Türkiye-nin sıkıntısı bu ortalık insanlarındandır.
Bir asırdır kopukluktan bir şeyler çıkarmaya çalışan bir zihniyet var…
Bir asra yakındır batıya yönelmesiyle kimliksiz olması,doğuya yönelip kimlikli ve kişilikli olmasına tercih edilmektedir.
“Şüphesiz müslüman erkeklerle müslüman kadınlar, mü’min erkeklerle mü’min kadınlar, itaatkâr erkeklerle itaatkâr kadınlar, doğru erkeklerle doğru kadınlar, sabreden erkeklerle sabreden kadınlar, Allah’a derinden saygı duyan erkekler, Allah’a derinden saygı duyan kadınlar, sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar, namuslarını koruyan erkeklerle namuslarını koruyan kadınlar, Allah’ı çokça anan erkeklerle çokça anan kadınlar var ya, işte onlar için Allah bağışlanma ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”
MEHMET ÖZÇELİK
24-08-2012




GÖZ AYDINLIĞI

GÖZ AYDINLIĞI
Resulullah (s.a.s) buyurdular ki: “Allah Teâlâ Hazretleri ferman etti ki: ‘Ben Azimu’ş-Şan, salih kullarım için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insanın hayal ve hatırından hiç geçmeyen nimetler hazırladım.’ Hadisi rivayet eden Ebu Hureyre (r.a) ilaveten dedi ki: “Dilerseniz şu ayet-i kerimeyi okuyun, (Mealen): ‘İşte onların dünyada yaptıkları makbul işlere mükâfat olarak gözlerini aydın edecek, gönüllerini ferahlatacak hangi sürprizlerin, hangi nimetlerin saklandığını hiç kimse bilemez.’
“Hani kız kardeşin (Firavun ailesine) gidiyor ve “size onun bakımını üstlenecek kimseyi göstereyim mi?” diyordu. Derken, gözü aydın olsun, üzülmesin diye seni annene döndürdük. (Sana baktı, büyüdün) ve (kazara) bir cana kıydın da biz seni kederden kurtardık, seni sıkı bir denemeden geçirdik (ve kaçıp Medyen’e gittin). Medyen halkı içinde yıllarca kaldın, sonra (peygamber olman için) takdir edilmiş bir zamanda (Tûr’a) geldin ey Mûsâ!”
-“Firavun’un karısı (sepetin içinden erkek çocuk çıkınca kocasına:) Benim ve senin için göz aydınlığıdır! Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur, ya da onu evlât ediniriz, dedi. Halbuki onlar (işin sonunu) sezemiyorlardı.”
*” (Ve o kullar): Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl! derler.”
-“Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.”
-“Ey Muhammed! Bunlardan (hanımlarından) dilediğini geri bırakırsın, dilediğini yanına alırsın. Uzak durduklarından dilediklerini yanına almanda da sana bir günah yoktur. Bu onların gözlerinin aydın olması, üzülmemeleri ve hepsinin de kendilerine verdiğine razı olmaları için daha uygundur. Allah, kalplerinizdekini bilir. Allah, hakkıyla bilendir, halîmdir. (Hemen cezalandırmaz, mühlet verir.)”
“Onlar: «Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzün aydınlığı olacak insanlar ihsan et ve bizi, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder yap» derler.”
“Ye, iç, gözün aydın olsun. İnsanlardan birini görecek olursan, “Şüphesiz ben Rahmân’a susmayı adadım. Bugün hiçbir insan ile konuşmayacağım” de.”
-“Hiç kimse, yapmakta olduklarına karşılık olarak, onlar için saklanan göz aydınlıklarını bilemez.”
*Efendimiz olmasaydı Hz.Ebubekir gibi dört halife ve tüm sahabiler olmayacaktı,on dört asırdır gelen mücedditlerden müçtehidlere kadar bir çok maddi ve manevi kahramanlar ortaya çıkmayacaktı.
Asırlar asrı cehaletin cehaletini katmerleştirerek devam ettireceklerdi.
Dünyanın diğer yerleri de aynı durumdan nasiblerini alacaklardı.Zaten o dönemde tüm dünya aynı cehalet karanlıkları içerisinde yüzmekteydi.
Fikirde yetişen milyonlarda insan ortaya çıkmayacak,fikirler sönecekti.
O zat tüm duyguları ateşlendirdi.
Ya Rasulallah,sen oldun bunlar oldu.
Gözler aydın oldu.
Ya olmasaydın!
Neler olurdu!!
Gözler aydınlanmaz,kararırdı.
MEHMET ÖZÇELİK
08-06-2014
Gönül hun oldu şevkinden

Gönül hun oldu şevkinden boyandım ya resulallah,
Nasıl bilmem bu nirana dayandım ya resulallah,
Ezel bezminde bir dinmez figandım ya resulallah,
Cemalinle ferahnak etki yandım ya resulallah….

Yanan kalbe devasın sen, bulunmaz bir şifasın sen,
Muazzam bir sehasın sen, dilersen rehnumasın sen,
Habib-i kibriyasın sen, Muhammed Mustafa’sın sen,
Cemalinle ferahnak etki yandım ya resulallah….

Gül açmaz çağlayan akmaz ilahi nurun olmazsa,
Söner alem, nefes kalmaz felek manzurun olmazsa,
Firak ağlar, visal ağlar ezel mesturun olmazsa,
Cemalinle ferahnak etki yandım ya resulallah…..

Susuz kalsam yanan çöllerde can versem elem duymam,
Yanar dağlar yanar bağrımda ummanlardan nem duymam,
Alevler yağsa göklerden, ve ben messeylesem duymam,
Cemalinle ferahnak etki yandım ya resulallah….

Erir canlar o gül buy-i revan bahşın hevasında,
Güneş titrer yanar didarının bak ihtirasında,
Perişan bir niyaz inler hayatın müntehasında,
Cemalinle ferahnak etki yandım ya resulallah……..

Ne devlettir yumup aşkınla göz rahında can vermek,
Nasip olmazmı sultanım haremgahında can vermek,
Sönerken gözlerim, asan olur ahında can vermek,
Cemalinle ferahnak etki yandım ya resulallah….

Boyun büktüm perşanım bu derdin sende tedbiri,
Lebim kavruldu ateşten döner payinde tezkiri,
Ne dem gönlün murad eylerse, taltif eyle kıtmiri,
Cemalinle ferahnak etki yandım ya resulallah…

Yaman Dede




DİN ADAMLARININ TEMSİLİYET ROLÜ

DİN ADAMLARININ TEMSİLİYET ROLÜ
Bir kısım ilâhiyat camiasında oluşan ve oluşturulmaya çalışılan düşünceler şu yönde gerçekleşmektedir;
-Şimdiye kadar bilip öğrendiklerimiz yanlıştı.Doğrusunu ben söylüyorum.-
Gerçek din,doğru bildiğimiz yanlışlar adıyla,aslında muhalefetle yanlışı doğru olarak yutturmaya çalışılmaktadır.
Bilgi var ancak istikamet yok.
Akıl vahyin önüne geçirilmekte,muhalefetle öne çıkıp farklılaşmaya çalışılmaktadır.
Adeta İslâmın meseleleri bir yandan kuşatma altına alınırken,diğer yandan da zihinlerde şüpheler oluşturularak,şimdiye kadarki inanılanların ve yaşananların boş ve yanlış olduğu ifade edilmektedir.
Bu da insanları bir boşluğa itmektedir.
Din elbette halkın dini değildir.Yani halk bizatihi dinin kendisi değildir.Ancak halk dinin ilk yansımasıdır.
Hadiste:”Ümmetim sapıklık üzerine birleşmez.”hakikatınca,halk ve dini de sapıklık üzerine değildir.
*En çok saldırı hususlarından birisi;şefaat konusudur.
Allahın izni dairesinde başta Peygamberimizin ve bazı özel durumların şefaatı söz konusudur. Hatta öyle ki;alanı geniş olan şefaat konusunda Bediüzzaman;
-Senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabt edip, Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar.
-” Bismillahirrahmanirrahim “‘i de; o rahmetin vüsulüne vesile ve o rahman’ın dergahında şefaatçi yap.
-Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inandım. Hiç şüphesiz öldükten sonra diriliş haktır, Cennet haktır, Cehennem haktır, şefaat haktır, Münker ve Nekîr melekleri haktır. Allah’ın kabirlerdeki ölüleri tekrar dirilteceğine İmân ettim. Allah’tan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh olmadığına ve Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın resûlü olduğuna şehâdet ederim.
-Allahım! Kur’ân’ı, bizim için, onu yazan ve benzerleri için, her türlü hastalıktan şifâ, bize ve onlara hem dünyada, hem de âhirette dost, dünyada yoldaş, kabirde arkadaş, Kıyâmette şefaatçi, Sırat üzerinde nur, Cehenneme karşı perde ve örtü, Cennette arkadaş ve bütün hayırlara bizi sevk eden rehber ve önder kıl. Bunu fazlın, cömertliğin, keremin ve rahmetinle yap ey merhametlilerin en merhametlisi ve ey bütün cömertlerden daha cömert olan! Duâmızı kabul buyur.
-Bir çok örnekleriyle şefaat ve tevessül haktır.
*Bezm-i elest yani insanların yaratılmadan önce ruhlar aleminde,Cenâb-ı Hakkın huzurunda yapılan sözleşmeyi olmamış gibi göstererek,bunu adeta Allah-ı zamanla sınırlayarak dünyaya atfetmek,kısırlık ve madde aleminin ötesine geçememektir.
Âyette:” Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da, “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)” demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir.”
Bezm-i elest,Allah ile yapılan bir mukavele,bir sözleşme ve anlaşmadır.
Hz.Ali böyle bir alemi hatırladığını,Abdullah adında bir veli zatta,sağında solunda,önünde ve arkasında olanların kimler olduğunu hatırladığını söylemektedir.
Aslında Kur’an-ı Kerim o bezm-i elesti hatırlatmak amacıyla gönderilmiştir.
Bu dünyadaki insanların birbirleriyle olan aşinalığı ve dostluğu,bezm-i elest-e dayanmaktadır.
-Seni bir yerlerden tanıyorum-,-Kanım sana ısındı.-
Bu dünyaya gönderiliş,bezm-i elestteki sözleşmenin tesbiti,belgelenmesi, uygulanması,kağıda dökülmesidir.Bezm-i elest ise bunun onaylanma yeridir.
Allah için zaman sınırlılığı söz konusu değildir.Neden Allah adeta zamanla sınırlandırılarak, önceki yaptıklarından ve yapacaklarından aciz bırakılmaya, sorgulanmaya ve her şey dünyaya münhasır kılınmaya çalışılmaktadır.
Bu bakış ise materyalist bir bakıştır.
*Hayrettin Karaman’ın kitabındaki Diyalog ile ilgili iddiaları;
“Bütün insanların Müslüman olmaları’ dinin, Kur’ân’ın hedefi değildir.” ;
“Müslümanların çoğu ‘Peygamberin, bütün din sâliklerini İslâm’a çağırdığına’ inanırlar” ;
“Peygamberimiz ‘Yahudiler mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor, ‘Hıristiyanlar mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor.” ;
“Diyaloğun hedefi, tek bir dine varmak, dinleri teke indirgemek olmamalı” ;
“Kur’ân-ı Kerîm’de Ehl-i Kita-b’la ilgili devamlı vurgulanan şey; Allah’a iman, âhirete iman ve amel-i salihdir. Kur’ân birçok âyette bunu söylüyor; yani ‘Peygambere iman edin’ demiyor.” ;
M. Abduh, Reşîd Riza ve Süleyman Ateş gibi çağımıza yakın veya çağdaş bazı alimlere göre ellerinde, aslı kısmen bozulmuş da olsa bir ilâhî kitap bulunan Hristiyanlar ve Yahudîler gibi Ehl-i kitab da, şirk koşamadan Allah’ın birliğine ve ahirete iman eder, salih amel işlerlerse, Son Peygamber’i de ?bildikleri takdirde- inkar etmemek şartıyla ahirette kurtuluşa ererler.”
Aslında bu iddialara,-kaş yapayım derken,göz çıkarmak-denir.

*En çok kınandığı noktalardan yanlış kıyas yoluyla vermiş olduğu şu hatalı kararıdır;” Enflasyon oranında faiz helal midir? Yoksa faiz yerine altın, döviz vs. mi alınmalı?
Faiz olursa, oran ne olursa olsun helal olmaz. Enflasyon oranında fazlalık faiz değildir. Mesela birine yüz lira ödünç verseniz, alt ay sonra enflasyon yüzde otuz olduğu için yüz otuz lira alsanız bu otuz liralık rakam fazlalığı faiz değildir, alt ay önce verdiğiniz paranın -satın alma gücü bakımından- eşit karşılığıdır.”
-Ve Zarurete bağladığı –nasıl zaruretse – faiz yoluyla ev kredisini hata bir yorumla caiz olarak değerlendirmektedir.
“-lüks olan arzusunu değil, mübrem, gerekli, olmazsa rahatsız edici, zarar verici olan- ihtiyacını gidermek için faizli kredi alabilir. Geçmiş zamanlarda da âlimler bunu -bu şartlarda- caiz görmüşlerdir. “
Oysa içi doldurulmayan ve çerçevesi çizilmeyen ölçüsüz bir zaruret delil olarak gösterilmektedir.

*Karaman hatıratında,iş adamı olmayı düşündüğünü anlatıyordu.Keşke böyle iddialarda bulunacağına iş adamı olsaydı.
Şaibeden uzak bir kişi değildir.İstikamet korunmamaktadır.Bazen bazılarını koruma uğruna çok rahat tehlikeli fetvalar verebilmektedir.
İnternette faydalanılmak üzere yazıları dolaştığı gibi,tenkid edilen yazıları da az değildir.
Diğer tenkid edilecek noktaları zihninizi kirletmemek için tekrarı zaid görüyorum.
Kendisine daha önce cevap vermiş ve diğer dine ekilen ayrık otlarını dile getirmiştim.
Aslında eski fıkıh kitaplarına baktığımızda gayet çoklukla –Kîle – diye zayıf görüş olarak nakledilen ve itibar görmeyen fikirler,bugün birileri tarafından ve maalesef kendini ilahiyatta öğretim görevlisi olarak görünen kimseler tarafından kuvvetli görüş veya normal bir görüşmüş gibi piyasaya sürülmekte,kendisine bir farklılık kazandırılacağı düşünülmektedir.
MEHMET ÖZÇELİK
25-03-2013




EHL-İ BEYT VE ALEVİLİK

EHL-İ BEYT VE ALEVİLİK
HZ.ALİ
” Hazret-i Ali’ye (R.A.) iki cihetle bakılmak gerektir. Bir ciheti; şahsî kemalât ve mertebesi noktasından. İkinci cihet: Âl-i Beytin şahs-ı manevîsini temsil ettiği noktasındandır. Âl-i Beytin şahs-ı manevîsi ise, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir nevi mahiyetini gösteriyor. İşte birinci nokta itibariyle Hazret-i Ali (R.A.) başta olarak bütün ehl-i hakikat, Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer’i (R.A.) takdim ediyorlar. Hizmet-i İslâmiyette ve kurbiyet-i İlahiyede makamlarını daha yüksek görmüşler. İkinci nokta cihetinde Hazret-i Ali (R.A.) şahs-ı manevî-i Âl-i Beytin mümessili ve şahs-ı manevî-i Âl-i Beyt, bir hakikat-ı Muhammediyeyi (A.S.M.) temsil ettiği cihetle, müvazeneye gelmez. İşte Hazret-i Ali (R.A.) hakkında fevkalâde senakârane ehadîs-i Nebeviye, bu ikinci noktaya bakıyorlar. Bu hakikatı teyid eden bir rivayet-i sahiha var ki; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: “Her Nebinin nesli kendindendir. Benim neslim, Ali’nin (R.A.) neslidir.”
“Hazret-i Ali (R.A.), Hulefa-i Raşidîn’i hak görmeseydi, bir dakika tanımaz ve itaat etmezdi. Demek ki onları haklı ve racih gördüğü için, gayret ve şecaatini hakperestlik yoluna teslim etmiş.”
“Evveli dünyadan kıyamete kadar ulum ve esrarı mühimme bize şuhud derecesinde inkişaf etmiş.Kim ne isterse sorsun.Sözümüze şüphe edenler zelil olur.”
*Hem, nakl-i sahihle, İmam-ı Ali için dua etmiş: Yani, “Yâ Rab, soğuk ve sıcağın zahmetini ona gösterme.” İşte şu dua bereketiyle, İmam-ı Ali kışta yaz libasını giyerdi, yazda kış libasını giyerdi. Derdi ki: “O duanın bereketiyle hiçbir soğuk ve sıcağın zahmetini çekmiyorum.”
“İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın, Risale-i Nur hakkında ihbar-ı gaybîsinden bir parça olan bu kısım; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî Mecmuasında dercedilen İşârât-ı Kur’âniye ve üç Kerâmet-i Aleviye ve Kerâmet-i Gavsiye risaleleriyle birlikte, ehl-i vukufların takdirkâr raporlarına müsteniden, mahkemelerce sahiplerine iade edilmiştir.
İmam-ı Ali’nin (r.a.) Celcelûtiyede, Risale-i Nur hakkındaki üç kerâmetinden bir kerâmetinin sekiz remzinden Yedinci ve Sekizinci Remz’in bir parçasıdır. Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî Mecmuasının yüz yirmi beşinci sayfasından, yüz otuzuncu sayfasına kadar olan kısımda münderiçtir.
Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anh, nasıl ki,

diye birinci fıkrasıyla Yedinci Şuaya işaret etmiş; öyle de, aynı fıkra ile, Âlî Bir Tefekkürnâme ve Tevhîde Dâir Yüksek Bir Mârifetnâme nâmında olan Yirmi Dokuzuncu Arabî Lem’aya dahi işaret eder. İkinci fıkrasıyla İsm-i Âzam ve Sekîne denilen esmâ-i sitte-i meşhûrenin hakîkatlerini gâyet Âlî bir tarzda beyân ve ispat eden ve Yirmi Dokuzuncu Lem’ayı takip eyleyen Otuzuncu Lem’a nâmında Altı Nükte-i Esmâ risâlesine
cümlesiyle işaret ettiğinden; sonra akabinde, risâle-i esmâyı tâkip eden Otuz Birinci Lem’anın Birinci Şuayı olarak, otuz üç âyet-i Kur’âniyenin Risâle-i Nur’a işârâtını kaydedip, hesâb-ı cifrî münâsebetiyle, baştan başa ilm-i huruf risâlesi gibi görünen ve bir mu’cize-i Kur’âniye hükmünde bulunan risâleye kelimesiyle işaret edip, derâkab kelâmıyla dahi, risâle-i hurûfiyeyi takip eden ve el-Âyetü’l-Kübrâ’dan ve başka Resâil-i Nuriyeden terekküb eden ve Asâ-yı Mûsâ nâmını alan ve asâ-yı Mûsâ gibi dalâletin ve şirkin sihirlerini ibtâl eden Risâle-i Nur’un şimdilik en son ve âhir risâlesine “Asâ-yı Mûsâ” nâmını vererek işaretle beraber, mânevî karanlıkları dağıtacağını müjde ediyor.
Evet, kelimesiyle Yedinci Şua işareti, kuvvetli karîneler ile ispat edildiği gibi; aynı kelime, diğer bir mânâ ile, elhak Risâle-i Nur’un Âyet-i Kübrâsı hükmünde ve ekser risâlelerin ruhlarını cem’ eden ve Arabî bulunan Yirmi Dokuzuncu Lem’aya, bu kelâm, “müstetbeâtü’t-terâkib” kâidesiyle ona bakıyor, efrâdına dahil ediyor. Öyle ise, Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anh dahi bu fıkradan ona bakıp işaret eder diyebiliriz. Hem sâir işârâtın karînesiyle, hem Mektubat’tan sonra Lem’alar’a başka bir tarz-ı ibâre ile îma ederek; Lem’alar’ın en parlağının telifi, dehşetli bir zamanda ve hapis ve îdamdan kurtulmak ve emniyet ve selâmet bulmak için, mânâ-i mecâzî ve mefhum-u işârî ile, Hazret-i Ali Radıyallâhü Anh, kendi lisânını büyük tehlikelerde bulunan müellifin hesâbına istimâl ederek, yani, “Yâ Rab! Beni kurtar, emân ve emniyet ver” diye duâ etmesiyle, tam tamına Eskişehir Hapishânesinde îdam ve uzun hapis tehlikesi içinde telif edilen Yirmi Dokuzuncu Lem’anın ve sahibinin vaziyetine tevâfuk karînesiyle, kelâm-ı zımnî ve işârî delâlet ettiğinden, diyebiliriz ki, Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anh dahi, bundan ona işâret eder.
Hem Otuzuncu Lem’ a nâmında ve Altı Nükte olan Risâle-i Esmâya bakarak, deyip, sâir işârâtın karînesiyle, hem Yirmi Dokuzuncu Lem’aya tâkip karînesiyle, hem ikisinin isimde ve “esmâ” lâfzına tevâfuk karînesiyle, hem teşettüt-ü hâle ve sıkıntılı bir gurbete ve perişâniyete düşen müellifi onun telifi bereketiyle tesellî ve tahammül bulmasına ve manâ-i mecâzî cihetinde Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anh lisânıyla kendine duâ olan yani, İsm-i Âzam olan o Esmâ Risâlesinin bereketiyle, beni teşettütten, perişâniyetten hıfzeyle yâ Rabbi!” meâli tam tamına o risâle ve sahibinin vaziyetine tevâfuk karînesiyle, “Kelâm-ı mecâzî, delâlet; ve İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anh ise, gaybî işaret eder” diyebiliriz.
Hem mâdem Celcelûtiye’nin aslı vahiydir ve esrarlıdır ve gelecek zamana bakıyor; ve gaybî umûr-u istikbâliyeden haber veriyor; ve mâdem, Kur’ân îtibârıyla, bu asır dehşetlidir ve Kur’ân hesâbıyla, Risâle-i Nur, bu karanlık asırda ehemmiyetli bir hâdisedir; ve mâdem sarâhat derecesinde çok karine ve emârelerle, Risâle-i Nur, Celcelûtiyenin içine girmiş, en mühim yerinde yerleşmiş; ve mâdem Risâle-i Nur ve eczâları, bu mevkie lâyıktır ve Hazret-i İmâm-ı Ali Radiyallâhü Anhın nazar-ı takdirine ve tahsinine ve onlardan haber vermesine liyâkatleri ve kıymetleri var; ve mâdem Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallahü Anh, Sirâcünnûr’dan zâhir bir sûrette haber verdiğinden, sonra ikinci derecede perdeli bir tarzda Sözler’den, sonra Mektublar’dan, sonra Lem’alar’dan risâlelerdeki aynı tertip aynı makam, aynı numara tahtında, kuvvetli karînelerin sevkiyle kelâm delâlet ve Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallahü Anhın işaret ettiğini ispat eylemiş. Ve mâdem, başta

risâlelerin başı ve Birinci Söz olan “Bismillâh” risâlesine baktığı gibi; kasem-i câmi-i muazzamanın âhirinde, risâlelerin kısm-ı âhirleri olan son Lem’alara ve Şuâlara, husûsan bir âyet-i kübrâ-i Tevhid olan Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i hârika-i Arabiye ve Risâle-i Esmâ-i Sitte ve Risâle-i İşârât-ı Huruf u Kur’âniye ve bilhassa şimdilik en âhir Şuâ ve asâ-yı Mûsâ gibi, dalâletlerin bütün mânevî sihirlerini ibtâl edebilen bir mâhiyette bulunan ve bir mânâda Âyetü’l-Kübrâ nâmını alan risâle-i hârikaya bakıyor gibi bir tarz-ı ifâde görünüyor; ve mâdem birtek meselede bulunan emâreler ve karîneler, meselenin vahdeti haysiyetiyle birbirine kuvvet verir, zaif bir münâsebetle bir tereşşuh dahi membaına ilhak edilir; elbette bu yedi adet esaslara istinâden deriz: “Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallahü Anh, nasıl ki meşhur Sözlere tertipleri üzerine işaret etmiş ve Mektubâttan bir kısmına ve Lem’alardan en mühimlerine tertiple bakmış; öyle de, cümlesiyle, Otuzuncu Lem’aya, yani müstakil Lem’alar’ın en son olan Esmâ-i Sitte Risâlesine, tahsin ederek bakıyor. Ve kelâmıyla dahi Otuzuncu Lem’ayı takip eden işârât-ı huruf-u Kur’âniye risâlesini takdir edip, işaretle tasdik ediyor. kelimesiyle dahi şimdilik en âhir risâle ve Tevhid ve îmânın elinde asâ-yı Mûsâ gibi hârikalı, en kuvvetli bürhan olan mecmua risâlesini senâkârâne remzen gösteriyor gibi bir tarz-ı ifâdeden bilâperve hükmediyoruz ki: Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anh, hem Risâle-i Nur’dan, hem çok ehemmiyetli risâlelerinden mânâ-i hakîki ve mecâzî ile, işârî ve remzî ve îmâî ve telvihî bir sûrette haber veriyor. Kimin şüphesi varsa, işaret olunan risâlelere bir kere dikkatle baksın. İnsafı varsa, şüphesi kalmaz zannediyorum.
Buradaki mâna-i işârî ve medlûl-ü mecâzîlere, karînelerin en güzeli ve latîfi; aynı tertibi muhâfaza ile verilen isimlerin münâsebetidir. Meselâ, Yirmi Dokuz ve Otuz ve Otuz Bir ve Otuz İki mertebe-i tâdâdda, Yirmi Dokuz ve Otuz ve Otuz Bir ve Otuz İkinci Sözlere gâyet münâsip isimler ile; başta, Sözler’in başı olan Birinci Söze, aynı Besmele sırrıyla ve âhirde, şimdilik risâlelerin âhirine mâhiyetini gösterir lâyık birer isim vererek işaret etmesi gerçi gizli ise de, fakat çok güzeldir ve letâfetlidir. Ben îtiraf ediyorum ki; böyle makbul bir eserin mazhân olmak, hiçbir vecihle o makâma liyâkatim yoktur. Fakat, küçük ehemmiyetsiz bir çekirdekten, koca dağ gibi bir ağacı halk etmek, kudret-i İlâhiyenin şe’nindendir ve âdetidir ve azametine delildir. Ben kasemle temin ederim ki, Risâle-i Nur’u senâdan maksadım, Kur’ân’ın hakîkatlerini ve îmânın rükünlerini teyid ve ispat ve neşirdir. Hâlık-ı Rahîmime yüz binler şükrolsun ki, kendimi, kendime beğendirmemiş, nefsimin ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş ve o nefs-i emmâreyi, başkalara beğendirmek arzusu kalmamış. Kabir kapısında bekleyen bir adam arkasındaki fânî dünyaya riyâkârâne bakması, acınacak bir hamakattır ve dehşetli bir hasârettir. İşte bu hÂlet-i rûhiye ile, yalnız hakâik-ı îmâniyenin tercümânı olan Risâle-i Nur’un doğru ve hak olduğuna latîf bir münâsebet söyleyeceğim. Şöyle ki:
Celcelûtiye, Süryânice bedî’ demektir ve bedî’ mânâsındadır. İbâreleri bedî’ olan Risâle-i Nur, Celcelûtiye’de mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhâtı göründüğünden, kasîdenin ismi ona bakıyor gibi verilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki, eskiden beri benim liyâkatim olmadığı halde bana verilen “Bediüzzaman” lâkâbı, benim değildi, belki Risâle-i Nur’un mânevî bir ismi idi. Zâhir bir tercümânına âriyeten ve emâneten takılmış. Şimdi o emânet isim, hakîki sahibine iâde edilmiş. Demek, Süryânice bedî’ mânâsında ve kasîdede tekerrürüne binâen, kasîdeye verilen Celcelûtiye ismi işâr”ı bir tarzda, bid’at zamanında çıkan Bediü’l-Beyân ve Bediü’z-Zaman olan Risâle-i Nur’un hem ibâre, hem mânâ, hem isim noktalarıyla bedîliğine münâsebettarlığı ihsâs etmesine ve bu isim bir parça ona da bakmasına ve bu ismin müsemmâsında, Risâle-i Nur çok yer işgal ettiği için, hak kazanmış olmasına tahmin ediyorum. “

*Hasan Feyzi’nin bir mektubu vardır. Hülâsası:
“Ey Risale-i Nur! Senin, hakkın dili ve hakkın ilhamı olup onun izniyle yazıldığına şüphe yok… Ben kimsenin malı değilim. Ben hiçbir kitaptan alınmadım, hiçbir eserden çalınmadım. Ben Rabbânî ve Kur’ânîyim. Bir lâyemutun eserinden fışkıran kerametli bir Nurum…
Sen çok feyizli ve rahmetli bir hak kitapsın. Bazı has ve hâlis talebelerini evliya ve asfiya nişanlarıyla taltif ve tezyin ediyorsun. Hem mahkemelere senin eczaların bir mücrim, bir maznun sıfatıyla değil, belki bir muallim, bir mürebbî ve bir mürşid olarak girmiştir. Her divan-ı adalette en büyük dehşet ve savletini azamet ve izzetine parlak ve şaşaalı bir sûrette gösterdin. Onları da İmân ve Kur’ân suyuyla yıkadın.
“Ey Risale-i Nurun bir hâdimi ve tercümanı olan Üstadım! Allah’ın abdi ve İmam-ı Ali’nin (r.a.) mânevî veledi ve Gavs-ı âzamın (k.s.) müridi olan üstadım! Beni huzur-u âlî-yi irfanına çıkar. İşte ancak bir kilo kadar olan bir aylık erzakı ve zahîresi paket halinde kâğıtta sarılı ve çivide asılı duruyor. O yokluk içinde tükenmez bir varlığa kavuşuyor. Hediye ve behiyeleri almaktan çekiniyor. Zekât ve sadakaları, teberrük ve teberruları alsaydı, bugün bir milyon servet sahibi olurdu.”
*Aziz, muhterem kardeşim,
Evvela zatınızın bir risale kadar cami ve uzun ve müdakkikane hararetli mektubunuzu kemal-i merakla okudum. Peşin olarak size bunu beyan ediyorum ki, Risale-i Nur’un üstadı ve Risale-i Nur a Celcelutiye Kasidesinde rumuzlu işaretiyle pek çok alakadarlık gösteren ve benim hakaik-i imaniyede hususi üstadım, İmam-ı Ali dir (r.a.). Ve – Vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum; sizden istediğim, ancak akrabaya sevgi ve Ehl-i Beytime muhabbettir.- ayetinin nassıyla, Al-i Beytin muhabbeti, Risale-i Nur da ve mesleğimizde bir esastır ve Vehhabilik damarı, hiçbir cihette Nur’un hakiki şakirtlerinde olmamak lazım geliyor. Fakat, madem bu zamanda zındıka ve ehl-i dalalet ihtilafdan istifade edip, ehl-i imanı şaşırtıp ve şeairi bozarak Kur’ân ve İmân aleyhinde kuvvetli cereyanları var; elbette bu müthiş düşmana karşı cüz i teferruata dair medar-ı ihtilaf münakaşaların kapısını açmamak gerektir.”
*Herbir Müslüman tek başıyla bu dehşetli yangından kurtulmaya meyusane çabalarken, Risalei’n-Nur (Risaletü’n-Nur) Hızır gibi imdada yetişti. Kainatı ihata eden son ordusunun gösterip ve ondan mukavemetsuz maddi ve manevi imdat getirmek hizmetinde harika bir emirber neferi olarak Ayetü’l-Kübra risalesini İmam-ı Ali Radıyallahü Anh keşfen görmüş, ehemmiyetle göstermiş.”
*Hem ezvâc-ı tâhirâtına demiş: “İçinizden birisi, mühim bir fitnenin başına geçecek ve etrafında çoklar katledilecek.” -, –
İşte şu sahih, kati hadisler, otuz sene sonra Hazret-i Ali’nin Hazret-i Aişe ve Zübeyir ve Talha’ya karşı vak’a-i Cemel’de; ve Muaviye’ye karşı Sıffin’de; ve Havârice karşı Harûra’da ve Nehruvan’da muharebesi, o ihbar-ı gaybiyenin bir tasdik-i fiilîsidir.
*Hem Hazret-i Ali’ye, “senin sakalını senin başının kanıyla ıslattıracak bir adamı”
ihbar etmiş. Hazret-i Ali o adamı tanırmış; o da Abdurrahman ibni Mülcemü’l-Hâricîdir.
Hem Hâricîlerin içinde “Züssedye” denilen bir adamı, garip bir nişanla alâmet olarak haber vermiştir ki, Havâriçlerin maktulleri içinde o adam bulunmuş, Hazret-i Ali onu hakkaniyetine hüccet göstermiş, hem mucize-i Nebeviyeyi ilân etmiş.
*Şu makamda bir mühim sual vardır ki, denilir ki: “Hazret-i Ali, o derece hilâfete liyakati olduğu ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma karabeti ve harikulâde cesaret ve ilmiyle beraber, neden hilâfette tekaddüm ettirilmedi? Ve neden onun hilâfeti zamanında İslâm çok keşmekeşe mazhar oldu?”
Elcevap: Âl-i Beytten bir kutb-u âzam demiş ki: “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali’nin (r.a.) hilâfetini arzu etmiş. Fakat gaipten ona bildirilmiş ki, murad-ı İlâhî başkadır. O da arzusunu bırakıp murad-ı İlâhîye tâbi olmuş.”
Murad-ı İlâhînin hikmetlerinden birisi şu olmak gerektir ki:
Vefat-ı Nebevîden sonra, en ziyade ittifak ve ittihada gelmeye muhtaç olan Sahabeler, eğer Hazret-i Ali başa geçseydi, Hazret-i Ali’nin hilâfeti zamanında zuhura gelen hâdisâtın şehadetiyle ve Hazret-i Ali’nin mümâşatsız, pervâsız, zâhidâne, kahramanâne, müstağniyâne tavrı ve şöhretgir-i âlem şecaati itibarıyla, çok zatlarda ve kabilelerde rekabet damarını harekete getirip tefrikaya sebep olmak kaviyen muhtemeldi.
Hem Hazret-i Ali’nin hilâfetinin teahhur etmesinin bir sırrı da şudur ki: Gayet muhtelif akvâmın birbirine karışmasıyla, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın haber verdiği gibi sonra inkişaf eden yetmiş üç fırka -1- efkârının esaslarını taşıyan o akvam içinde, fitne-engiz hâdisâtın zuhuru zamanında, Hazret-i Ali gibi harikulâde bir cesaret ve feraset sahibi, Hâşimî ve Âl-i Beyt gibi kuvvetli, hürmetli bir kuvvet lâzımdı ki dayanabilsin. Evet, dayandı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın haber verdiği gibi, “Ben Kur’ân’ın tenzili için harb ettim. Sen de tevili için harb edeceksin.”
*Hem eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur’âniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi.
Eğer denilse: “Neden hilâfet-i İslâmiye Âl-i Beyt-i Nebevîde takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyık ve müstehak onlardı.”
Elcevap: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, hakaik-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’âniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilâfet ve saltanata geçen, ya nebî gibi mâsum olmalı, veyahut Hulefâ-i Râşidîn ve Ömer ibni Abdülâziz-i Emevî ve Mehdî-i Abbâsî gibi harikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki, aldanmasın. Halbuki, Mısır’da Âl-i Beyt namına teşekkül eden devlet-i Fâtımiye hilâfeti ve Afrika’da Muvahhidîn hükûmeti ve İran’da Safevîler devleti gösteriyor ki, saltanat-ı dünyeviye Âl-i Beyte yaramaz; vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki, saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur’ân’a hizmet etmişler.
İşte, bak: Hazret-i Hasan’ın neslinden gelen aktablar, hususan Aktâb-ı Erbaa ve bilhassa Gavs-ı Âzam olan Şeyh Abdülkadir-i Geylânî ve Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelâbidin ve Cafer-i Sadık ki, herbiri birer mânevî mehdî hükmüne geçmiş, mânevî zulmü ve zulümatı dağıtıp envâr-ı Kur’âniyeyi ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler, cedd-i emcedlerinin birer vârisi olduklarını göstermişler.”
*Eğer denilse: “Mübarek İslâmiyet ve nuranî Asr-ı Saadetin başına gelen o dehşetli, kanlı fitnenin hikmeti ve veçh-i rahmeti nedir? Çünkü onlar kahra lâyık değildiler.”
Elcevap: Nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebâtâtın, tohumların, ağaçların istidatlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar, fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de, Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. “İslâmiyet tehlikededir, yangın var!” diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Herbiri, kendi istidadına göre, câmia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemâl-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadislerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-ı îmâniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur’ân’ın muhafazasına çalıştı, ve hâkezâ, herbir taife bir hizmete girdi. Vezâif-i İslâmiyette hummâlı bir surette sa’y ettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin aktârına, o fırtına ile tohumlar atıldı, yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat, maatteessüf, o güller ve gülistan içinde, ehl-i bid’a fırkalarının dikenleri dahi çıktı.
Güya dest-i kudret, celâlle o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziyye ile, pek çok münevver müçtehidleri ve nuranî muhaddisleri, kudsî hafızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâmın aktârına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâmı heyecana getirip, Kur’ân’ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı. Şimdi sadede geliyoruz.
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın umur-u gaybiyeden haber verdiği gibi doğru vukua gelen işler binlerdir, pek çoktur. Biz yalnız cüz’î birkaç misaline işaret edeceğiz.
İşte, başta Buharî ve Müslim, sıhhatle meşhur Kütüb-ü Sitte-i Hadisiye sahipleri, beyan edeceğimiz haberlerin çoğunda müttefik ve o haberlerin çoğu mânen mütevatir ve bir kısmı dahi, ehl-i tahkik onların sıhhatine ittifak etmesiyle, mütevatir gibi kati denilebilir.
İşte, nakl-i sahih-i kati ile, Ashabına haber vermiş ki: “Siz umum düşmanlarınıza galebe edeceksiniz. Hem feth-i Mekke, hem feth-i Hayber, hem feth-i Şam, hem feth-i Irak, hem feth-i İran, hem feth-i Beytü’l-Makdise muvaffak olacaksınız. Hem o zamanın en büyük devletleri olan İran ve Rum padişahlarının hazinelerini beyninizde taksim edeceksiniz.” -1- Haber vermiş. Hem “Tahminim böyle” veya “Zannederim” dememiş. Belki, görür gibi kati ihbar etmiş, haber verdiği gibi çıkmış. Halbuki haber verdiği vakit, hicrete mecbur olmuş, Sahabeleri az, Medine etrafı ve bütün dünya düşmandı.”
*Risale-i Nur dairesi, Hazret-i Ali ve Hasan ve Hüseyin in (r.a.) ve Gavs-ı Azamın (k.s.) ihbarat-ı gaybiyeleriyle, şakirtlerinin bu zamanda bir dairesidir. Çünkü Hazret-i Ali, üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nur dan haber verdiği gibi, Gavs-ı Azam (k.s.) da kuvvetli bir surette Risale-i Nur dan haber verip tercümanını teşci etmiş.”

HZ.FATIMA
Hem Hazret-i Fatıma için dua etmiş: Yani, “Açlık elemini ona verme.” Hazret-i Fatıma der ki: “O duadan sonra açlık elemini görmedim.”
*Meselâ, -4- Muhammed erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir.
Bir kısım, şu âyetten şöyle bir işaret-i gaybiye fehmeder ki, “Peygamberin (a.s.m.) evlâd-ı zükûru, ricâl derecesinde kalmayıp, ricâl olarak nesli bir hikmete binâen kalmayacaktır. Yalnız, ricâl tâbirinin ifadesiyle, nisânın pederi olduğunu işaret ettiğinden, nisâ olarak nesli devam edecektir. Felillâhilhamd, Hazret-i Fâtıma’nın nesl-i mübâreki, Hasan ve Hüseyin gibi iki nurânî silsilenin bedr-i münevveri, şems-i Nübüvvetin mânevî ve maddî neslini idâme ediyorlar.”
*Nakl-i sahih-i kati ile, Hazret-i Fatıma’ya (r.a.) ferman etmiş ki:
– deyip, “Âl-i Beytimden, herkesten evvel vefat edip bana iltihak edeceksin” diye söylemiş. Altı ay sonra, haber verdiği gibi aynen zuhur etmiş. “

*Nakl-i sahih ile, Hazret-i Ali ve Fatımatü’z-Zehrâ velîmesinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Bilâl-ı Habeşîye emretti: “Dört beş avuç un, ekmek yapılsın ve bir deve yavrusu kesilsin.”
Hazret-i Bilâl der: Ben taamı getirdim. Mübarek elini üstüne vurdu. Sonra taife taife Sahabeler geldiler, yediler, gittiler. O yemekten bâki kalan miktara yine bereketle dua etti. Bütün ezvâc-ı tâhirâta, herbirine birer kâse gönderildi. Emretti ki: “Hem yesinler, hem yanlarına gelenlere yedirsinler.
Evet, böyle mübarek bir izdivaçta, elbette böyle bir bereket lâzımdır ve vukuu katidir. ”
*Hazret-i İmam-ı Cafer-i Sadık, pederleri İmam-ı Muhammedü’l-Bâkır’dan, o da pederi İmam-ı Zeynelâbidîn’den, o dahi İmam-ı Ali’den nakleder ki:
Fatımatü’z-Zehrâ, yalnız ikisine kâfi gelecek bir yemek pişirdi. Sonra Ali’yi gönderdi, tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gelsin, beraber yesinler. Teşrif etti ve emretti ki, o yemekten herbir ezvâcına birer kâse gönderildi. Sonra kendine, hem Ali’ye, hem Fatıma ve evlâtlarına birer kâse ayrıldıktan sonra, Hazret-i Fatıma der: “Tenceremizi kaldırdık; daha dolu olup taşıyordu. Meşiet-i İlâhiye ile, hayli zaman o yemekten yedik.
Acaba niçin bu nuranî, yüksek silsile-i rivayetten gelen şu mucize-i berekete, gözünle görmüş gibi inanmıyorsun? Evet, buna karşı şeytan dahi bahane bulamaz. ”

HZ.HASAN VE HZ.HÜSEYİN
“Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani, Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi Arap milliyeti üzerine istinad ettirip, rabıta-i İslâmiyeti rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler.
Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.
Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden, zulmeder, adalet üzerine gitmez. Çünkü, unsuriyetperver bir hâkim, millettaşını tercih eder, adalet edemez.
– Müslüman olduktan sonra, Habeşli bir köle ile Kureyşli bir efendi arasında hiç bir fark yoktur.” – İslam Cahiliyetten kalma ırkçılığı ve kabileciliği ortadan kaldırmıştır. ferman-ı katîsiyle, rabıta-i diniye yerine rabıta-i milliye ikame edilmez. Edilse adalet edilmez, hakkaniyet gider.
İşte, Hazret-i Hüseyin, rabıta-i diniyeyi esas tutup, muhik olarak onlara karşı mücadele etmiş, tâ makam-ı şehadeti ihraz etmiş.
Eğer denilse: “Bu kadar haklı ve hakikatli olduğu halde neden muvaffak olmadı? Hem neden kader-i İlâhî ve rahmet-i İlâhiye onların feci bir âkıbete uğramasına müsaade etmiş?”
Elcevap: Hazret-i Hüseyin’in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arap milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması, Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının sâfi ve parlak mesleklerine halel verip mağlûbiyetlerine sebep olmuş.
Amma kader nokta-i nazarında feci âkıbetin hikmeti ise:
Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem’i gayet müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi-tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı mâneviyeye tayin edildiler. Âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.
Üçüncü Sualiniz: “O mübarek zatların başına gelen o feci, gaddârâne muamelenin hikmeti nedir?” diyorsunuz.
Elcevap: Sabıkan beyan ettiğimiz gibi, Hazret-i Hüseyin’in muarızları olan Emevîler saltanatında, merhametsiz gadre sebebiyet verecek üç esas vardı:
Birisi: Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan, “Hükûmetin selâmeti ve âsâyişin devamı için eşhas feda edilir.”
İkincisi: Onların saltanatı unsuriyet ve milliyete istinad ettiği için, milliyetin gaddârâne bir düsturu olan, “Milletin selâmeti için herşey feda edilir.”
Üçüncüsü: Emevîlerin Hâşimîlere karşı ananesindeki rekabet damarı, Yezid gibi bazılarında bulunduğu için, şefkatsiz bir gadre kabiliyet göstermişti.
Dördüncü bir sebep de, Hazret-i Hüseyin’in taraftarlarında bulunuyordu ki, Emevîlerin, Arap milliyetini esas tutup sair milletlerin efradına “memâlik” tabir ederek köle nazarıyla bakmaları ve gurur-u milliyelerini kırmaları yüzünden, milel-i saire Hazret-i Hüseyin’in cemaatine intikamkârâne ve müşevveş bir niyetle iltihak ettiklerinden, Emevîlerin asabiyet-i milliyelerine fazla dokunmuş, gayet gaddârâne ve merhametsizcesine, meşhur faciaya sebebiyet vermişlerdir.
Mezkûr dört esbab, zâhirîdir. Kader noktasından bakıldığı vakit, Hazret-i Hüseyin ve akrabasına, o facia sebebiyle hasıl olan netâic-i uhreviye ve saltanat-ı ruhaniye ve terakkiyât-ı mâneviye o kadar kıymettardır ki, o facia ile çektikleri zahmet gayet kolay ve ucuz düşer. Nasıl ki bir nefer, bir saat işkence altında şehid edilse, öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası çalışsa ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer şehid olduktan sonra ona sorulabilse, “Az birşeyle pek çok şeyler kazandım” diyecektir.”
*Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ümmü Seleme’nin, daha diğerlerin rivayet-i sahihiyle haber vermiş ki, “Hazret-i Hüseyin, Taff, yani Kerbelâ’da katledilecektir.” Elli sene sonra, aynı vak’a-i ciğersûz vukua gelip o ihbar-ı gaybîyi tasdik etmiş.
Hem mükerreren ihbar etmiş ki: “Benim Âl-i Beytim, benden sonra yani “katle ve belâya ve nefye maruz kalacaklar.” Ve bir derece izah etmiş, aynen öyle çıkmıştır. “
*Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küllî ve umumî vazife-i nübüvvet içinde bazı hususî, cüz’î maddelere karşı azîm bir şefkat göstermiştir. Zâhir hale göre o azîm şefkati o hususî, cüz’î maddelere sarf etmesi, vazife-i nübüvvetin fevkalâde ehemmiyetine uygun gelmiyor. Fakat hakikatte o cüz’î madde, küllî, umumî bir vazife-i nübüvvetin medarı olabilecek bir silsilenin ucu ve mümessili olduğundan, o silsile-i azîmenin hesabına, onun mümessiline fevkalâde ehemmiyet verilmiş.
Meselâ, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan ve Hüseyin’e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî şefkat ve hiss-i karâbetten gelen bir muhabbet değil, belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranîsinin bir ucu ve verâset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir.
Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan’ı (r.a.) kemâl-i şefkatinden kucağına alarak başını öpmesiyle, Hazret-i Hasan’dan (r.a.) teselsül eden nuranî nesl-i mübarekinden, Gavs-ı Âzam olan Şah-ı Geylânî gibi pek çok mehdî-misal verese-i nübüvvet ve hamele-i şeriat-ı Ahmediye (a.s.m.) olan zatların hesabına Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş. Ve o zatların istikbalde edecekleri hizmet-i kudsiyelerini nazar-ı nübüvvetle görüp takdir ve istihsan etmiş. Ve takdir ve teşvike alâmet olarak, Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş.
Hem Hazret-i Hüseyin’e karşı gösterdikleri fevkalâde ehemmiyet ve şefkat, Hazret-i Hüseyin’in (r.a.) silsile-i nuraniyesinden gelen Zeynelâbidin, Cafer-i Sadık gibi eimme-i âlişan ve hakikî verese-i Nebeviye gibi çok mehdîmisal zevât-ı nuraniyenin namına ve din-i İslâm ve vazife-i risalet hesabına boynunu öpmüş, kemâl-i şefkat ve ehemmiyetini göstermiştir.
Evet, zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) gayb-âşinâ kalbiyle, dünyada Asr-ı Saadetten ebed tarafında olan meydan-ı haşri temâşâ eden ve yerden Cenneti gören ve zeminden gökteki melâikeleri müşahede eden ve zaman-ı Âdem’den beri mazi zulümatının perdeleri içinde gizlenmiş hâdisâtı gören, hattâ Zât-ı Zülcelâlin rüyetine mazhar olan nazar-ı nuranîsi, çeşm-i istikbal-bînîsi, elbette Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in arkalarında teselsül eden aktab ve eimme-i verese ve mehdîleri görmüş ve onların umumu namına başlarını öpmüş. Evet, Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmesinden, Şah-ı Geylânî’nin hisse-i azîmesi var. “

ZEYNEL ABİDİN
*İşte, bak: Hazret-i Hasan’ın neslinden gelen aktablar, hususan Aktâb-ı Erbaa ve bilhassa Gavs-ı Âzam olan Şeyh Abdülkadir-i Geylânî ve Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelâbidin ve Cafer-i Sadık ki, herbiri birer mânevî mehdî hükmüne geçmiş, mânevî zulmü ve zulümatı dağıtıp envâr-ı Kur’âniyeyi ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler, cedd-i emcedlerinin birer vârisi olduklarını göstermişler.”
*Hem Hazret-i Hüseyin’e karşı gösterdikleri fevkalâde ehemmiyet ve şefkat, Hazret-i Hüseyin’in (r.a.) silsile-i nuraniyesinden gelen Zeynelâbidin, Cafer-i Sadık gibi eimme-i âlişan ve hakikî verese-i Nebeviye gibi çok mehdîmisal zevât-ı nuraniyenin namına ve din-i İslâm ve vazife-i risalet hesabına boynunu öpmüş, kemâl-i şefkat ve ehemmiyetini göstermiştir.
*Evet, o kadar acip fitneler ve dağdağa-i siyaset içinde, gece ve gündüzde Zeynelâbidin gibi bin rekât namaz kılan ve Tâusu Yemenî gibi kırk sene yatsı abdestiyle sabah namazını edâ eden çok mühim pek çok zatlar sırrını göstermişlerdir.
*Üveysi bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Azamdan (k.s.) ve Zeynelabidin (r.a.) ve Hasan, Hüseyin (r.a.) vasıtasıyla İmam-ı Ali den (r.a.) almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir.
*Yeni Said in hususi üstadı olan İmam-ı Rabbani, Gavs-ı Azam ve İmam-ı Gazali, Zeynelabidin (r.a.) hususan Cevşenü l-Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali Kerremallahü Veche den aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü l-Kebir le daima onlara manevi irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risale-i Nur dan bize gelen meşrebi almışım.

EHL-İ BEYT-ÂL-İ BEYT-ÂL-İ ÂBA
EHL-İ BEYT:” Cadde-i Kübra, elbette velayet-i kübra sahibleri olan sahabe ve asfiya ve tâbiîn ve eimme-i Ehl-i Beyt ve eimme-i müçtehidînin caddesidir ki, doğrudan doğruya Kur’anın birinci tabaka şakirdleridir.”
“Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle Din-i İslâm lehinde edna bir emareyi, kuvvetli bir bürhan gibi kabul eder. Çünki fıtrî tarafdardır. Başkası ise, kuvvetli bir bürhan ile sonra iltizam eder.”
“Madem Ehl-i Beyt’e zulmedenler şimdi âhirette cezasını öyle bir tarzda görüyorlar ki, bizim onlara hücumla yardımımıza bir ihtiyaç kalmıyor. Ve mazlum Ehl-i Beyt, muvakkat bir azab ve zahmet mukabilinde o derece yüksek bir mükâfat görmüşler ki, aklımız ihata etmiyor.”
“Hubb-u Ehl-i Beyt’i meslek yapan Alevîler ne kadar ifrat da etse, Râfızî de olsa; zındıkaya, küfr-ü mutlaka girmez. Çünki muhabbet-i Âl-i Beyt ruhunda esas oldukça, Peygamber ve Âl-i Beyt’in adavetini tazammun eden küfr-ü mutlaka girmezler. İslâmiyete o muhabbet vasıtasıyla şiddetli bağlanıyorlar. Böylelerini daire-i sünnete tarîkat namına çekmek, büyük bir faidedir.”
-ÂL-İ BEYT:”Rivayetlerde ferman etmiş: “Size iki şey bırakıyorum. Onlara temessük etseniz, necat bulursunuz. Biri: Kitabullah, biri: Âl-i Beytim.” Çünki Sünnet-i Seniyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyttir.”
“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-aşina ve istikbal-bîn nazar-ı nübüvvetle otuz kırk sene sonra Sahabeler ve Tâbiînler içinde mühim fitneler olup kan döküleceğini görmüş. İçinde en mümtaz şahsiyetler, abâsı altında olan o üç şahsiyet olduğunu müşahede etmiş. Hazret-i Ali’yi (R.A.) ümmet nazarında tathir ve tebrie etmek ve Hazret-i Hüseyn’i (R.A.) ta’ziye ve teselli etmek ve Hazret-i Hasan’ı (R.A.) tebrik etmek ve musalaha ile mühim bir fitneyi kaldırmakla şerefini ve ümmete azîm faidesini ilân etmek ve Hazret-i Fatıma’nın zürriyetinin tahir ve müşerref olacağını ve Ehl-i Beyt ünvan-ı âlîsine lâyık olacaklarını ilân etmek için o dört şahsa kendisiyle beraber “Hamse-i Âl-i Abâ” ünvanını bahşeden o abâyı örtmüştür.”
“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vazife-i risaletin icrasına mukabil ücret istemez, yalnız Âl-i Beytine meveddeti istiyor.”
“Eğer denilse: Neden hilafet-i İslâmiye Âl-i Beyt-i Nebevî’de takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyık ve müstehak onlardı?”
Elcevab: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, hakaik-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’aniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilafet ve saltanata geçen, ya Nebi gibi masum olmalı, veyahut Hulefa-yı Raşidîn ve Ömer İbn-i Abdülaziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi hârikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın. Halbuki Mısır’da Âl-i Beyt namına teşekkül eden Devlet-i Fatımiye Hilafeti ve Afrika’da Muvahhidîn Hükûmeti ve İran’da Safevîler Devleti gösteriyor ki; saltanat-ı dünyeviye Âl-i Beyte yaramaz, vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur’ana hizmet etmişler.”
“Rahmet-i İlahiye ile her devirde belki her asırda bir nevi Mehdi, Âl-i Beyt’ten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş.”
“Dünyada mütesanid hiçbir hanedan ve mütevafık hiçbir kabile ve münevver hiçbir cem’iyet ve cemaat yoktur ki, Âl-i Beyt’in hanedanına ve kabilesine ve cem’iyetine ve cemaatine yetişebilsin.”
“Âhirzamanın o büyük şahsı neslen Âl-i Beyt’ten olacak. Biz Nur şakirdleri, ancak manevî Âl-i Beyt’ten sayılabiliriz.”
“Biz Âl-i Beyt’ten her kürbet ve şiddet zamanında birer gavs çıkıp imdad ediyoruz.”
“Âhirzamanın o büyük şahsı, Âl-i Beyt’ten olacak. Gerçi manen ben Hazret-i Ali’nin (R.A.) bir veled-i manevîsi hükmündeyim. Ondan hakikat dersini aldım.”
*İkinci sual: Âl-i Abâ hakkındadır.
Kardeşim, Âl-i Abâ hakkındaki cevapsız kalan sualinizin çok hikmetlerinden yalnız birtek hikmeti söylenecek. Şöyle ki:
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, giydiği mübarek abâsını, Hazret-i Ali (r.a.) ve Hazret-i Fatıma (r.a.) ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in (r.a.) üstlerine örtmesi ve onlara bu suretle, – – âyetiyle dua etmesinin – -esrarı ve hikmetleri var. Sırlarından bahsetmeyeceğiz. Yalnız, vazife-i risalete taallûk eden bir hikmeti şudur ki:
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşinâ ve istikbal-bîn nazar-ı nübüvvetle, otuz kırk sene sonra Sahabeler ve Tâbiînler içinde mühim fitneler olup kan döküleceğini görmüş. İçinde en mümtaz şahsiyetler, abâsı altında olan o üç şahsiyet olduğunu müşahede etmiş. Hazret-i Ali’yi (r.a.) ümmet nazarında tathir ve tebrie etmek ve Hazret-i Hüseyin’i (r.a.) tâziye ve teselli etmek ve Hazret-i Hasan’ı (r.a.) tebrik etmek ve musalâha ile mühim bir fitneyi kaldırmakla şerefini ve ümmete azîm faydasını ilân etmek ve Hazret-i Fatıma’nın zürriyetinin tâhir ve müşerref olacağını ve Ehl-i Beyt ünvan-ı âlisine lâyık olacaklarını ilân etmek için, o dört şahsa, kendiyle beraber “Hamse-i Âl-i Abâ” ünvanını bahşeden o abâyı örtmüştür.
Evet, çendan Hazret-i Ali (r.a.) halife-i bilhak idi. Fakat dökülen kanlar çok ehemmiyetli olduğundan, ümmet nazarında tebriesi ve beraati vazife-i risalet hasebiyle ehemmiyetli olduğundan, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o suretle onu tebrie ediyor. Onu tenkit ve tahtie ve tadlil eden Haricîleri ve Emevîlerin mütecaviz taraftarlarını sükûta davet ediyor. Evet, Haricîler ve Emevîlerin müfrit taraftarları Hazret-i Ali (r.a.) hakkındaki tefritleri ve tadlilleri ve Hazret-i Hüseyin’in (r.a.) gayet fecî, ciğersûz hadisesiyle Şîaların ifratları ve bid’aları ve Şeyheynden teberrîleri, ehl-i İslâma çok zararlı düşmüştür.
İşte bu abâ ve dua ile, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali (r.a.) ve Hazret-i Hüseyin’i (r.a.) mesuliyetten ve ittihazdan ve ümmetini onlar hakkında sû-i zandan kurtardığı gibi, Hazret-i Hasan’ı (r.a.), yaptığı musalâha ile ümmete ettiği iyiliğini vazife-i risalet noktasında tebrik ediyor ve Hazret-i Fatıma’nın (r.a.) zürriyetinin nesl-i mübareki, âlem-i İslâmda Ehl-i Beyt ünvanını alarak âli bir şeref kazanacaklarını ve Hazret-i Fatıma (r.a.) – – diyen Hazret-i Meryem’in validesi gibi zürriyetçe çok müşerref olacağını ilân ediyor.
– –

*Aziz, sıddık, müdakkik, meraklı kardeşim Refet Bey,
Namınıza yazılan On İkinci Lem’a’nın izaha muhtaç noktalarının izahına şimdilik ihtiyaç yoktur. Asıl maksat, âyâta gelen evhamın def’ine kifayetidir. Ve bu nokta-i nazarda kâfi derecede herkes fehmeder. Her risalede herkesin hissesi var; fakat herkes herşeyini bilmek lâzım değildir. Mirkatü’s-Sünnet ve vahdetü’l-vücuda dair iki risaleyi nasıl buldunuz? Elbette kıymetşinas nazarın onları takdir etmiş.
Bu defaki sualinizin iki ciheti var: Biri, sırr-ı Âl-i Abâ ciheti ki, o sırdır. Ben o sırrın ehli değilim ki, cevap vereyim. Yahut herbir sırrın izharı kaleme gelmez. Çünkü, hakikat-i Muhammediyenin bir cilvesi o Âl-i Abâda tezahür ediyor. İkinci cihet-i zahirîsi ise zahirdir. Ezcümle: Sahih-i Müslim’de Ümmü’l-Mü’minîn Âişe-i Sıddîka’dan (r.a.) mervîdir ki, demiş:
-“Peygamber (a.s.m.), üzerinde siyah yünden yapılmış nakışlı bir örtüyle sabahleyin evden çıktı. O esnada Hasan bin Ali (r.a.) geldi. Hemen onu örtünün altına aldı. Sonra Hüseyin (r.a.) geldi. O da onunla beraber örtünün altına girdi. Sonra Fâtıma (r.a.) geldi. Onu da içeri aldı. Sonra Ali (r.a.) geldi. Onu da içeri aldı. Ve sonra şöyle dedi: ‘Ey Peygamber âilesi, Allah günahlarınızı giderip sizi ter temiz yapmak istiyor.”
İşte bu hadîs-i şerîf gibi, Kütüb-ü Sitte-i Sahiha’da bu mealde kesretli hadîsler vardır ki Âl-i Abâyı gösterir. Bir zât def-i beliyyât için istişfâ ve istişfa’ için böyle demiş:

*Eğer denilse: “Âl-i Beyte muhabbeti Kur’ân emrediyor. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm çok teşvik etmiş. O muhabbet, Şîalar için belki bir özür teşkil eder. Çünkü, ehl-i muhabbet bir derece ehl-i sekirdir. Niçin Şîalar, hususan Râfızîler o muhabbetten istifade etmiyorlar, belki işaret-i Nebeviye ile o fart-ı muhabbete mahkûmdurlar?”
Elcevap: Muhabbet iki kısımdır.
Biri: Mânâ-yı harfiyle, yani Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hesabına, Cenâb-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyti sevmektir. Şu muhabbet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın muhabbetini ziyadeleştirir, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adâvetini iktiza etmez.
İkincisi: Mânâ-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı düşünmeden, Hazret-i Ali’nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah’ı bilmese de, Peygamberi tanımasa da, yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın muhabbetine ve Cenâb-ı Hakkın muhabbetine sebebiyet vermez. Hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adâvetini iktiza eder.
İşte, işaret-i Nebeviye ile, Hazret-i Ali hakkında ziyade muhabbetlerinden, Hazret-i Ebu Bekri’s-Sıddık ile Hazret-i Ömer’den teberri ettiklerinden, hasârete düşmüşler. Ve o menfi muhabbet, sebeb-i hasârettir. “
* âyetinin bir kavle göre mânâsı: “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vazife-i risaletin icrasına mukabil ücret istemez; yalnız Âl-i Beytine meveddeti istiyor.”
Eğer denilse: “Bu mânâya göre, karâbet-i nesliye cihetinden gelen bir fayda gözetilmiş görünüyor. Halbuki, -“Allah katında en şerefliniz, en ziyade takvâ sahibi olanınızdır.” – sırrına binaen, karâbet-i nesliye değil, belki kurbiyet-i İlâhiye noktasında vazife-i risalet cereyan ediyor.”
Elcevap: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşinâ nazarıyla görmüş ki, Âl-i Beyti, âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek. Âlem-i İslâmın bütün tabakatında, kemâlât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile, Âl-i Beytten çıkacak. Teşehhüddeki, ümmetin âl hakkındaki duası ki, – Allahım! Tıpkı İbrahim’e ve İbrahim’in âline salât ettiğin gibi, Efendimiz Muhammed’e ve Efendimiz Muhammed’in âline de salât et. Muhakkak ki Sen her türlü hamd ve övgüye nihayetsiz derecede lâyıksın ve şan ve şerefin herşeyden nihayetsiz derecede yüksektir. – dir, makbul olacağını keşfetmiş.
Yani, nasıl ki millet-i İbrahimiyede ekseriyet-i mutlaka ile nuranî rehberler Hazret-i İbrahim’in (a.s.) âlinden, neslinden olan enbiya olduğu gibi; ümmet-i Muhammediyede de (a.s.m.), vezâif-i azîme-i İslâmiyette ve ekser turuk ve mesâlikinde, enbiya-yı Benî İsrail gibi, aktâb-ı Âl-i Beyt-i Muhammediyeyi (a.s.m.) görmüş. Onun için, demesiyle emrolunarak, Âl-i Beyte karşı ümmetin meveddetini istemiş.
Bu hakikati teyid eden mükerrer rivayetlerde ferman etmiş:
“Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.” Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir.
İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittibâ ünvanıyla bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyesine ittibâı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.
Hem ümmetini Âl-i Beytin etrafında toplamak arzusunun sırrı şudur ki: Zaman geçtikçe Âl-i Beyt çok tekessür edeceğini izn-i İlâhî ile bilmiş ve İslâmiyet zaafa düşeceğini anlamış. O halde, gayet kuvvetli ve kesretli bir cemaat-i mütesânide lâzım ki, âlem-i İslâmın terakkiyât-ı mâneviyesinde medar ve merkez olabilsin. İzn-i İlâhî ile düşünmüş ve ümmetini Âl-i Beyti etrafına toplamasını arzu etmiş.
Evet, Âl-i Beytin efradı ise, itikad ve İmân hususunda sairlerden çok ileri olmasa da, yine teslim, iltizam ve tarafgirlikte çok ileridedirler. Çünkü İslâmiyete fıtraten, neslen ve cibilliyeten taraftardırlar. Cibillî taraftarlık zayıf ve şansız, hattâ haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gayet kuvvetli, gayet hakikatli, gayet şanlı bütün silsile-i ecdadı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakikate taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedâhe hisseden bir zat, hiç taraftarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle, din-i İslâm lehinde ednâ bir emâreyi kuvvetli bir bürhan gibi kabul eder. Çünkü fıtrî taraftardır. Başkası ise, kuvvetli bir bürhan ile sonra iltizam eder. “
*İkinci Sual: Teşehhüd âhirinde, – Allah’ım, İbrahim’e (a.s.) ve İbrahim’in (a.s.) nesline rahmet ettiğin gibi, Muhammed’e (a.s.m.) ve Muhammed’in (a.s.m.) nesline de rahmet et.” ‘deki teşbih, teşbihlerin kaidesine uygun gelmiyor. Çünkü, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, İbrahim Aleyhisselâmdan daha ziyade rahmete mazhardır ve daha büyüktür. Bunun sırrı nedir? Hem bu tarzdaki salâvatın teşehhüdde tahsisinin hikmeti nedir?
Aynı dua, eski zamandan beri ve bütün namazda tekrar etmeleri… Halbuki bir dua bir defa kabule mazhar olsa yeter. Milyonlarca duaları makbul olan zatlar musırrâne dua etmesi ve bilhassa o şey vaad-i İlâhîye iktiran etmiş ise…
Meselâ, “asâ en yeb’aseke rabbüke makamen mahmûdâ” -“Umulur ki Rabbin, seni övülmüş bir makam olan en büyük şefaat makamına kavuşturur.” –
– Cenab-ı Hak vaad ettiği halde, her ezan ve kametten sonra edilen mervî duada “Vebashu makamen Mahmudeni’lllezi veaddeh.” – Muhammed’i (a.s.m.) vaadettiğin övülmüş bir makam olan şefaat makamına kavuştur.” – deniliyor; bütün ümmet o vaadi îfa etmek için dua ederler. Bunun sırr-ı hikmeti nedir?
Elcevap: Bu sualde üç cihet ve üç suâl var.
Birinci cihet: Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm, gerçi Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma yetişmiyor. Fakat onun âli, enbiyadırlar. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın âli, evliyadırlar. Evliya ise, enbiyaya yetişemezler. âl hakkında olan bu duanın parlak bir sûrette kabul olduğuna delil şudur ki:
Üç yüz elli milyon içinde, âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdan yalnız iki zâtın, yani Hasan (r.a.) ve Hüseyin’in (r.a.) neslinden gelen evliya ekser-i mutlak hakikat mesleklerinin ve tarikatlarının pîrleri ve mürşidleri onlar olmaları – Ümmetimin alimleri İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir.” Bu hadis, kaynaklarda haber-i meşhur olarak geçmektedir. – hadisinin mazharları olduklarıdır. Başta Câfer-i Sâdık (r.a.) ve Gavs-ı Azam (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) olarak herbiri, ümmetin bir kısm-ı âzamını tarik-i hakikate ve hakikat-i İslâmiyete irşad edenler, bu âl hakkındaki duanın makbuliyetinin meyveleridirler.
İkinci cihet: Bu tarzdaki salâvatın namaza tahsis-i hikmeti ise, meşahir-i insaniyenin en nuranî, en mükemmeli, en müstakimi olan enbiya ve evliyanın kafile-i kübrasının gittikleri ve açtıkları yolda, kendisi dahi o yüzer icmâ ve yüzer tevatür kuvvetinde bulunan ve şaşırmaları mümkün olmayan o cemaat-i uzmâya, o sırat-ı müstakimde iltihak ve refakat ettiğini tahattur etmektir. Ve o tahatturla şübehat-ı şeytaniyeden ve evham-ı seyyieden kurtulmaktır. Ve bu kafile, bu kâinat Sahibinin dostları ve makbul masnuları; ve onların muarızları, Onun düşmanları ve merdut mahlûkları olduğuna delil ise, zaman-ı Adem’den beri o kafileye daima muavenet-i gaybiye gelmesi ve muarızlarına her vakit musibet-i semâviye inmesidir. “

*: sırrına mazhar ve salavatlarda Âl-i İbrahim Aleylisselama mukabil olan Âl-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın içindeki büyük evliya (r.a.) ve Ali (r.a.) ve Hasan (r.a.) ve Hüseyin (r.a.) ve Ehl-i Beytin on iki imamı ve Gavs-ı Azam (k.s.) ve Ahmed-i Rüfai (k.s.), Ahmed-i Bedevi (k.s.), İbrahim-i Dessuki (k.s.), Ebül-Hasan-ı Şazeli gibi aktablar ve imamlar; ittifakla, hakkalyakin bir itikadla ve keşfiyat ve müşahedatla ve ümmette gösterdikleri harika irşadat ve kerametlerle, risalet ve hakkaniyet ve sadıkıyet-i Muhammediyeye (a.s.m.) imanları ve şehadetleri ile imza basıyorlar.”

CEMEL VAK’ASI- ADALET-İ MAHZA-ADALET-İ İZAFİYE
*İkinci Suâlinizin meâli: Hazret-i Ali (r.a.) zamanında başlayan muharebelerin mahiyeti nedir? Muhariplere ve o harpte ölen ve öldürenlere ne nam verebiliriz?
Elcevap: Cemel Vak’ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ve Âişe-i Sıddîka (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) arasında olan muharebe, adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir. Şöyle ki:
Hazret-i Ali, adalet-i mahzâyı esas edip Şeyheyn zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muârızları ise, Şeyheyn zamanındaki safvet-i İslâmiye adalet-i mahzâya müsait idi; fakat mürur-u zamanla İslâmiyetleri zayıf muhtelif akvam hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye girdikleri için, adalet-i mahzânın tatbikatı çok müşkül olduğundan, “ehvenüşşerri ihtiyar” denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için muharebeyi intaç etmiştir.
Madem sırf lillâh için ve İslâmiyetin menâfii için içtihad edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüt etmiş; elbette hem katil, hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettir, ikisi de ehl-i sevaptır diyebiliriz. Her ne kadar Hazret-i Ali’nin içtihadı musîb ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azâba müstehak değiller. Çünkü, içtihad eden, hakkı bulsa iki sevap var; bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevap alır, hatasından mazurdur. Bizde gayet meşhur ve sözü hüccet bir zât-ı muhakkik, Kürtçe demiş ki: – –
Yani: “Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kal etme. Çünkü hem katil ve hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettirler.”
Adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki – – ayetin mânâ-ı işarîsiyle, bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir.
Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz’ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahzâ kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.
İşte, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, adalet-i mahzâyı Şeyheyn zamanındaki gibi kabil-i tatbiktir deyip, hilâfet-i İslâmiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri ve muarızları ise, “Kabil-i tatbik değil; çok müşkülâtı var’ diye, adalet-i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab ise, hakikî sebep değiller, bahanelerdir.”
* İşte, hikmet-i Rabbâniye ve rahmet-i İlâhiye böyle iktiza ettiği için, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmetine karşı ziyade hassas merhametini ziyade rencide etmemek ve âl ve ashabına karşı şedit şefkatini fazla incitmemek için, vefat-ı Nebevîden sonra âl ve ashabının ve ümmetinin başlarına gelen müthiş hâdisâtı umumiyetle ve tafsilâtıyla göstermemek, Haşiye mukteza-yı hikmet ve rahmettir.
Haşiye: Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâma, Aişe-i Sıddıkaya karşı ziyade muhabbet ve şefkatini rencide etmemek için, vak’a-i Cemel hadisesinde o bulunacağı kati gösterilmediğine delil ise, ezvâc-ı tâhirâta ferman etmiş ki: “Keşke bilseydim, hanginiz o vak’ada bulunacak.” Fakat sonra, hafif bir surette bildirilmiş ki, Hazret-i Ali’ye (r.a.) ferman etmiş: Seninle Aişe beyninde bir hadise olsa… [“Ona şefkatle muamele et ve onu selâmetle yerine gö-tür.”
* İkincisi: Nakl-i sahihle, Hazret-i Ali’ye (r.a.) demiş: – – Hem vak’a-i Cemel, hem vak’a-i Sıffin, hem vak’a-i Havâriç hadiselerini haber vermiş. “
* Hem ezvâc-ı tâhirâtına demiş: “İçinizden birisi, mühim bir fitnenin başına geçecek ve etrafında çoklar katledilecek.” – –
İşte şu sahih, kati hadisler, otuz sene sonra Hazret-i Ali’nin Hazret-i Aişe ve Zübeyir ve Talha’ya karşı vak’a-i Cemel’de; ve Muaviye’ye karşı Sıffin’de; ve Havârice karşı Harûra’da ve Nehruvan’da muharebesi, o ihbar-ı gaybiyenin bir tasdik-i fiilîsidir.
* Hem, ölmüş insanları zemmetmek, hiç lüzumu yok. Onlar, dar-ı ahirete, mahall-i cezaya gitmişler. Lüzumsuz, zararlı, onların kusurlarını beyan etmek, emrolunan muhabbet-i Al-i Beytin muktezası değildir ve lazım da değildir diye, Ehl-i Sünnet ve l-Cemaat, Sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı menetmişler. Çünkü Vakıa-i Cemelde Aşere-i Mübeşşereden Zübeyir ve Talha ve Aişe-i Sıddika (r.a.) bulunmasıyla Ehl-i Sünnet Velcemaat, o harbi, içtihad neticesi deyip, “Hazret-i Ali (r.a.) haklı, öteki taraf haksız; fakat içtihad neticesi olduğu cihetle affedilir.”

SIFFİN VAK’ASI
Amma Hazret-i İmam-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffin’de Hazret-i Muaviye’nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilâfet ve saltanatın muharebesidir. Yani, Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.”

ŞİA VE HİLAFET
“Üçüncü Nükte münasebetiyle, Şîalarla Ehl-i Sünnet ve Cemaatin medar-ı nizâı, hattâ akaid-i imaniye kitaplarına ve esasat-ı imaniye sırasına girecek derecede büyütülmüş bir meseleye kısaca bir işaret edeceğiz. Mesele şudur:
Ehl-i Sünnet ve Cemaat der ki: “Hazret-i Ali (r.a.) Hulefâ-i Erbaanın dördüncüsüdür. Hazret-i Sıddık (r.a.) daha efdaldir ve hilâfete daha müstehak idi ki, en evvel o geçti.”
Şîalar derler ki: “Hak Hazret-i Ali’nin (r.a.) idi. Ona haksızlık edildi. Umumundan en efdal Hazret-i Ali’dir (r.a.).” Dâvâlarına getirdikleri delillerin hülâsası: Derler ki, Hazret-i Ali (r.a.) hakkında vârid ehâdis-i Nebeviye ve Hazret-i Ali’nin (r.a.) “Şah-ı Velâyet” ünvanıyla, ekseriyet-i mutlaka ile evliyanın ve tariklerin mercii ve ilim ve şecaat ve ibadette harikulâde sıfatları ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ona ve ondan teselsül eden Âl-i Beyte karşı şiddet-i alâkası gösteriyor ki, en efdal odur. Daima hilâfet onun hakkı idi, ondan gasp edildi.
Elcevap: Hazret-i Ali (r.a.) mükerreren, kendi ikrarı ve yirmi seneden ziyade o hulefâ-i selâseye ittibâ ederek onların şeyhülislâmlığı makamında bulunması, Şîaların bu dâvâlarını cerh ediyor. Hem hulefâ-i selâsenin zaman-ı hilâfetlerinde fütuhat-ı İslâmiye ve mücahede-i a’dâ hadiseleri ve Hazret-i Ali’nin (r.a.) zamanındaki vakıalar, yine hilâfet-i İslâmiye noktasında Şîaların dâvâlarını cerh ediyor. Demek Ehl-i Sünnet ve Cemaatin dâvâsı haktır.
Eğer denilse: Şîa ikidir. Biri Şîa-i Velâyettir, diğeri Şîa-i Hilâfettir. Haydi, bu ikinci kısım, garaz ve siyaset karıştırmasıyla haksız olsun. Fakat birinci kısımda garaz ve siyaset yok. Halbuki Şîa-i Velâyet, Şîa-i Hilâfete iltihak etmiş. Yani, ehl-i turuktaki evliyanın bir kısmı Hazret-i Ali’yi (r.a.) efdal görüyorlar, siyaset cihetinde olan Şîa-i Hilâfetin dâvâlarını tasdik ediyorlar.
Elcevap: Hazret-i Ali’ye (r.a.) iki cihetle bakılmak gerektir. Bir ciheti şahsî kemâlât ve mertebesi noktasından, ikinci cihet Âl-i Beytin şahs-ı mânevîsini temsil ettiği noktasındandır. Âl-i Beytin şahs-ı mânevîsi ise Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bir nevi mahiyetini gösteriyor.
İşte, birinci nokta itibarıyla, Hazret-i Ali (r.a.) başta olarak bütün ehl-i hakikat, Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer’i (r.a.) takdim ediyorlar. Hizmet-i İslâmiyette ve kurbiyet-i İlâhiyede makamlarını daha yüksek görmüşler.
İkinci nokta cihetinde, Hazret-i Ali (r.a.) şahs-ı mânevî-i Âl-i Beytin mümessili ve şahs-ı mânevî-i Âl-i Beyt bir hakikat-i Muhammediyeyi (a.s.m.) temsil ettiği cihetle, muvazeneye gelmez. İşte, Hazret-i Ali (r.a.) hakkında fevkalâde senâkârâne ehâdis-i Nebeviye bu ikinci noktaya bakıyorlar. Bu hakikati teyid eden bir rivayet-i sahiha var ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: “Her nebînin nesli kendindendir. Benim neslim Ali’nin (r.a.) neslidir.”
Hazret-i Ali’nin (r.a.) şahsı hakkında sair hulefâdan ziyade senâkârâne ehâdisin kesretle intişarının sırrı şudur ki: Emevîler ve Haricîler ona haksız hücum ve tenkis ettiklerine mukabil, Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak, onun hakkında rivâyâtı çok neşrettiler. Sair Hulefâ-i Râşidîn ise öyle tenkit ve tenkise çok maruz kalmadıkları için, onlar hakkındaki ehâdisin intişarına ihtiyaç görülmedi.
Hem istikbalde Hazret-i Ali (r.a.) elîm hâdisâta ve dahilî fitnelere maruz kalacağını nazar-ı nübüvvetle görmüş, Hazret-i Ali’yi (r.a.) meyusiyetten ve ümmetini onun hakkında sû-i zandan kurtarmak için, – – gibi mühim hadislerle Ali’yi (r.a.) teselli ve ümmetini irşad etmiştir.
Hazret-i Ali’ye (r.a.) karşı Şîa-i Velâyetin ifratkârâne muhabbetleri ve tarikat cihetinden gelen tafdilleri, kendilerini Şîa-i Hilâfet derecesinde mes’ul etmez. Çünkü, ehl-i velâyet, meslek itibarıyla, muhabbetle mürşidlerine bakarlar. Muhabbetin şe’ni ifrattır. Mahbubunu makamından fazla görmek arzu ediyor. Ve öyle de görüyor. Muhabbetin taşkınlıklarında ehl-i hal mâzur olabilirler. Fakat onların muhabbetten gelen tafdili, Hulefâ-i Râşidînin zemmine ve adâvetine gitmemek şartıyla ve usul-ü İslâmiyenin haricine çıkmamak kaydıyla mâzur olabilirler.
Şîa-i Hilâfet ise, ağrâz-ı siyaset, içine girdiği için, garazdan, tecavüzden kurtulamıyorlar, itizar hakkını kaybediyorlar. Hattâ, – Maksat Hz. Ali’ye duyulan sevgi değil; Hz. Ömer’e duyulan kindir. – cümlesine mâsadak olarak, Hazret-i Ömer’in (r.a.) eliyle İran milliyeti ceriha aldığı için, intikamlarını hubb-u Ali suretinde gösterdikleri gibi, Amr ibnü’l-Âs’ın Hazret-i Ali’ye (r.a.) karşı hurucu ve Ömer ibni Sa’d’ın Hazret-i Hüseyin’e (r.a.) karşı feci muharebesi, Ömer ismine karşı şiddetli bir gayz ve adâveti Şîalara vermiş.
Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı Şîa-i Velâyetin hakkı yoktur ki, Ehl-i Sünneti tenkit etsin. Çünkü Ehl-i Sünnet, Hazret-i Ali’yi (r.a.) tenkis etmedikleri gibi, ciddî severler. Fakat hadisçe tehlikeli sayılan ifrat-ı muhabbetten çekiniyorlar. Hadisçe Hazret-i Ali’nin (r.a.) şîası hakkındaki senâ-yı Nebevî, Ehl-i Sünnete aittir. Çünkü istikametli muhabbetle Hazret-i Ali’nin (r.a.) şîaları, ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaattir. Hazret-i İsâ Aleyhisselâm hakkındaki ifrat-ı muhabbet Nasârâ için tehlikeli olduğu gibi, Hazret-i Ali (r.a.) hakkında da o tarzda ifrat-ı muhabbet, hadis-i sahihte, tehlikeli olduğu tasrih edilmiş.
Şîa-i Velâyet eğer dese ki: “Hazret-i Ali’nin (r.a.) kemâlât-ı fevkalâdesi kabul olunduktan sonra Hazret-i Sıddık’ı (r.a.) ona tercih etmek kabil olmuyor.”
Elcevap: Hazret-i Sıddık-ı Ekberin ve Fâruk-u Âzamın (r.a.) şahsî kemâlâtıyla ve veraset-i nübüvvet vazifesiyle zaman-ı hilâfetteki kemâlâtıyla beraber bir mizanın kefesine; Hazret-i Ali’nin (r.a.) şahsî kemâlât-ı harikasıyla, hilâfet zamanındaki dahilî, bilmecburiye girdiği elîm vakıalardan gelen ve sû-i zanlara mâruz olan hilâfet mücahedeleri beraber mizanın diğer kefesine bırakılsa, elbette Hazret-i Sıddık’ın (r.a.) veyahut Fâruk’un (r.a.) veyahut Zinnureyn’in (r.a.) kefesi ağır geldiğini Ehl-i Sünnet görmüş, tercih etmiş.
Hem, On İkinci ve Yirmi Dördüncü Sözlerde ispat edildiği gibi, nübüvvet, velâyete nisbeten derecesi o kadar yüksektir ki, nübüvvetin bir dirhem kadar cilvesi, bir batman kadar velâyetin cilvesine müreccahtır. Bu nokta-i nazardan, Hazret-i Sıddık-ı Ekberin (r.a.) ve Fâruk-u Âzamın (r.a.) veraset-i nübüvvet ve tesis-i ahkâm-ı risalet noktasında hisseleri taraf-ı İlâhîden ziyade verildiğine, hilâfetleri zamanlarındaki muvaffakiyetleri Ehl-i Sünnet ve Cemaatçe delil olmuş. Hazret-i Ali’nin (r.a.) kemâlât-ı şahsiyesi, o veraset-i nübüvvetten gelen o ziyade hisseyi hükümden iskat edemediği için, Hazret-i Ali (r.a.), Şeyheyn-i Mükerremeynin zaman-ı hilâfetlerinde onlara şeyhülislâm olmuş ve onlara hürmet etmiş. Acaba Hazret-i Ali’yi (r.a.) seven ve hürmet eden ehl-i hak ve sünnet, Hazret-i Ali’nin (r.a.) sevdiği ve ciddî hürmet ettiği Şeyheyni nasıl sevmesin ve hürmet etmesin?
Bu hakikati bir misalle izah edelim: Meselâ, gayet zengin bir zâtın irsiyetinden, evlâtlarının birine yirmi batman gümüş ile dört batman altın veriliyor. Diğerine beş batman gümüş ile beş batman altın veriliyor. Öbürüne de üç batman gümüş ile beş batman altın verilse, elbette âhirdeki ikisi çendan kemiyeten az alıyorlar, fakat keyfiyeten ziyade alıyorlar. İşte, bu misal gibi, Şeyheynin veraset-i nübüvvet ve tesis-i ahkâm-ı risaletinde tecellî eden hakikat-i akrebiyet-i İlâhiye altınından hisselerinin az bir fazlalığı, kemâlât-ı şahsiye ve velâyet cevherinden neş’et eden kurbiyet-i İlâhiyenin ve kemâlât-ı velâyetin ve kurbiyetin çoğuna galip gelir. Muvazenede bu noktaları nazara almak gerektir. Yoksa, şahsî şecaati ve ilmi ve velâyeti noktasında birbiriyle muvazene edilse, hakikatin sureti değişir.
Hem Hazret-i Ali’nin (r.a.) zâtında temessül eden şahs-ı mânevî-i Âl-i Beyt ve o şahsiyet-i mâneviyede veraset-i mutlaka cihetiyle tecellî eden hakikat-i Muhammediye (a.s.m.) noktasında muvazene edilmez. Çünkü orada Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın sırr-ı azîmi var.
Amma Şîa-i Hilâfet ise, Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı mahcubiyetinden başka hiçbir hakları yoktur. Çünkü bunlar Hazret-i Ali’yi (r.a.) fevkalâde sevmek dâvâsında oldukları halde tenkis ediyorlar ve sû-i ahlâkta bulunduğunu onların mezhepleri iktiza ediyor. Çünkü diyorlar ki, “Hazret-i Sıddık ile Hazret-i Ömer (r.a.) haksız oldukları halde, Hazret-i Ali (r.a.) onlara mümâşât etmiş, Şîa ıstılahınca takiyye etmiş, yani onlardan korkmuş, riyâkârlık etmiş.” Acaba böyle kahraman-ı İslâm ve “Esedullah” ünvanını kazanan ve sıddıkların kumandanı ve rehberi olan bir zâtı riyâkâr ve korkaklıkla ve sevmediği zatlara tasannukârâne muhabbet göstermekle ve yirmi seneden ziyade havf altında mümâşât etmekle, haksızlara tebaiyeti kabul etmekle muttasıf görmek, ona muhabbet değildir. O çeşit muhabbetten Hazret-i Ali (r.a.) teberrî eder.
İşte, ehl-i hakkın mezhebi hiçbir cihetle Hazret-i Ali’yi (r.a.) tenkis etmez, sû-i ahlâk ile itham etmez, öyle bir harika-i şecaate korkaklık isnad etmez ve derler ki: “Hazret-i Ali (r.a.) Hulefâ-i Râşidîni hak görmeseydi, bir dakika tanımaz ve itaat etmezdi. Demek ki, onları haklı ve râcih gördüğü için, gayret ve şecaatini hakperestlik yoluna teslim etmiş.”
Elhasıl: Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise, hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet ve Cemaat onu ihtiyar etmiş. Fakat, maatteessüf, Ehl-i Sünnet ve Cemaat perdesi altına Vahhâbîlik ve Haricîlik fikri kısmen girdiği gibi, siyaset meftunları ve bir kısım mülhidler, Hazret-i Ali’yi (r.a.) tenkit ediyorlar. Hâşâ, siyaseti bilmediğinden hilâfete tam liyakat göstermemiş, idare edememiş diyorlar. İşte bunların bu haksız ithamlarından, Alevîler Ehl-i Sünnete karşı küsmek vaziyetini alıyorlar. Halbuki, Ehl-i Sünnetin düsturları ve esas-ı mezhepleri, bu fikirleri iktiza etmiyor, belki aksini ispat ediyorlar. Haricîlerin ve mülhidlerin tarafından gelen böyle fikirlerle Ehl-i Sünnet mahkûm olamaz. Belki Ehl-i Sünnet, Alevîlerden ziyade Hazret-i Ali’nin (r.a.) taraftarıdırlar. Bütün hutbelerinde, dualarında Hazret-i Ali’yi (r.a.) lâyık olduğu senâ ile zikrediyorlar. Hususan, ekseriyet-i mutlaka ile Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebinde olan evliya ve asfiya, onu mürşid ve Şah-ı Velâyet biliyorlar. Alevîler, hem Alevîlerin, hem Ehl-i Sünnetin adâvetine istihkak kesb eden Haricîleri ve mülhidleri bırakıp ehl-i hakka karşı cephe almamalıdırlar. Hattâ bir kısım Alevîler, Ehl-i Sünnetin inadına sünneti terk ediyorlar. Her ne ise, bu meselede fazla söyledik; çünkü ulemanın beyninde ziyade medar-ı bahis olmuştur.
Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu mânâsız ve hakikatsiz, haksız, zararlı olan nizâı aranızdan kaldırınız. Yoksa, şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde âlet edip, ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlûp ettikten sonra, o âleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan, uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye mâbeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz’î meseleleri bırakmak elzemdir.”
*Muhît-i zamânî ve mekânînin tesiriyle, hilâfet saltanâta inkılâp edip, istibdat bir parça hayatlandı. Tâ Yezid zamanında, bir derece kuvvet bularak, başını kaldırdığından, İmam Hüseyin Hazretleri hürriyet-i şer’iye kılıncını çekti, başına havâle eyledi. Fakat, ne çare ki, istibdâdın kuvveti olan cehil ve vahşet, cevânib-i âlemde zeynâb gibi Yezid’in istibdâdına kuvvet verdi.”

ALEVİLİK
-ALEVÎ:” O Aliköy’de Alevîler çok olduğunu ve bir kısmı Râfızîliğe kadar gidebilmesi nazarıyla, onların en fenası da, münafık hakikatına dâhil olmamak lâzım gelir.”
”Alevî ve Şiîlerin müfritleri ise; değil Peygamber (A.S.M.) aleyhinde, belki Âl-i Beyt’in muhabbetinden, ifratkârane muhabbet besliyorlar. Münafıkların tefritlerine mukabil, bunlar ifrat ediyorlar. Hadd-i Şeriattan çıktıkları vakit, münafık değil ehl-i bid’a oluyorlar, fâsık oluyorlar; zındıkaya girmiyorlar. Hazret-i Ali Radıyallahü Anh yirmi sene hürmet ettiği ve onlara şeyhülislâm mertebesinde onların hükmünü kabul ettiği Ebu Bekir, Ömer, Osman (Radıyallahü Anhüm)e ilişmeseler, Hazret-i Ali Radıyallahü Anh o üç halifeye hürmet ettiği gibi, onlar da hürmet etseler, farz namazını kılsalar yeter.”
“Galib kardeşimiz Alevîler içinde Kadirî, Şazelî, Rüfaî Tarîkatlarının bir hülâsasını Sünnet-i Seniye dairesinde Hulefa-yı Raşidîn, Aşere-i Mübeşşere’ye ilişmemek şartıyla muhabbet-i Âl-i Beyt dairesinde bir tarîkat dersi vermesini düşünüyor. Hakikat namına ve imanı kurtarmak ve bid’alardan muhafaza etmek hesabına ehemmiyetli üç-dört faidesi var:
Birincisi: Alevîleri başka fena cereyanlara kaptırmamak ve müfrit Râfızîlik ve siyasî Bektaşîlikten bir derece muhafaza etmek için ehemmiyetli faidesi var.
İkincisi: Hubb-u Ehl-i Beyt’i meslek yapan Alevîler ne kadar ifrat da etse, Râfızî de olsa; zındıkaya, küfr-ü mutlaka girmez. Çünki muhabbet-i Âl-i Beyt ruhunda esas oldukça, Peygamber ve Âl-i Beyt’in adavetini tazammun eden küfr-ü mutlaka girmezler. İslâmiyete o muhabbet vasıtasıyla şiddetli bağlanıyorlar. Böylelerini daire-i sünnete tarîkat namına çekmek, büyük bir faidedir.
Hem bu zamanda, ehl-i imanın vahdetine çok zarar veren bazı siyasî cereyanlar Alevîlerin fıtrî fedakârlıklarından istifade edip kendilerine âlet etmemek için Nur dairesine çekmek büyük bir maslahattır. Madem Nur şakirdlerinin üstadı İmam-ı Ali’dir (R.A.) ve Nur’un mesleğinde hubb-u Âl-i Beyt esastır, elbette hakikî Alevîler kemal-i iştiyakla o daireye girmeleri gerektir.”
“Ehl-i Sünnet, Alevîlerden ziyade Hazret-i Ali’nin (R.A.) tarafdarıdırlar. Bütün hutbelerinde, dualarında Hazret-i Ali’yi (R.A.) lâyık olduğu sena le zikrediyorlar. Hususan ekseriyet-i mutlaka ile Ehl-i Sünnet Ve Cemaat mezhebinde olan evliya ve asfiya, onu mürşid ve şah-ı velayet biliyorlar. Alevîler, hem Alevîlerin hem Ehl-i Sünnetin adavetine istihkak kesbeden Haricîleri ve mülhidleri bırakıp, ehl-i hakka karşı cephe almamalıdırlar. Hattâ bir kısım Alevîler, Ehl-i Sünnetin inadına sünneti terkediyorlar…. Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu manasız ve hakikatsız, haksız, zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde âlet edip ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlub ettikten sonra, o âleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye mabeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz’î mes’eleleri bırakmak elzemdir.”
“Sevad-ı a’zama ittiba edilmeli. Ekseriyete ve sevad-ı a’zama dayandığı zaman, lâkayd Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adedce ekalliyette kalan salabetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı.”
“İşte şimdi gizli münafıklar, Vehhabîlik damarıyla en ziyade İslâmiyet’i ve hakikat-ı Kur’aniyeyi muhafazaya memur ve mükellef olan bir kısım hocaları elde edip, ehl-i hakikatı Alevîlikle ittiham etmekle birbiri aleyhinde istimal ederek dehşetli bir darbeyi, İslâmiyet’e vurmağa çalışanlar meydanda geziyorlar.”

RAFİZİLİK
-RÂFİZÍ:” Hem Vehhâbîlik damarı, hem müfrit Râfizîlerin mezhebleri İslâmiyet’e zarar vermesin diye, Sıffîn Harbindeki bâgîlerden de bahs açmayı zararlı görüyorlar.”
“Sual: Enbiya ve evliyaya muhabbet, nasıl faidesiz kalır?
Elcevab: Ehl-i Teslis’in İsa Aleyhisselâm’a ve Râfızîlerin Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’a muhabbetleri faidesiz kaldığı gibi.”
“Hem ferman etmiş ki: (Kaderi inkâr eden Kaderiyye mezhebi;bu ümmetin mecusileridirler.) deyip, çok şubelere inkısam eden ve kaderi inkâr eden Kaderiye taifesini haber vermiş. Hem çok şubelere inkısam eden Râfızîleri haber vermiş.”
“Eğer denilse: Âl-i Beyt’e muhabbeti, Kur’an emrediyor. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm çok teşvik etmiş. O muhabbet, Şîalar için belki bir özür teşkil eder. Çünki ehl-i muhabbet, bir derece ehl-i sekirdir. Ne için Şîalar hususan Râfızîler, o muhabbetten istifade etmiyorlar; belki işaret-i Nebeviye ile o fart-ı muhabbetten mahkûmdurlar?
Elcevab: Muhabbet iki kısımdır. Biri: Mana-yı harfiyle, yani: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hesabına, Cenab-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyt’i sevmektir. Şu muhabbet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın muhabbetini ziyadeleştirir. Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adavetini iktiza etmez.
İkincisi: Mana-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzât onları sever. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ı düşünmeden Hazret-i Ali’nin kahramanlıklarını ve kemalini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah’ı bilmese de, Peygamber’i tanımasa da yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın muhabbetine ve Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine sebebiyet vermez; hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adavetini iktiza eder.
İşte işaret-i Nebeviye ile, Hazret-i Ali hakkında ziyade muhabbetlerinden, Hazret-i Ebu Bekir-is Sıddık ile Hazret-i Ömer’den teberri ettiklerinden hasarete düşmüşler. Ve o menfî muhabbet, sebeb-i hasarettir.”
“Sevad-ı a’zama ittiba edilmeli. Ekseriyete ve sevad-ı a’zama dayandığı zaman, lâkayd Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adedce ekalliyette kalan salabetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı.”
“Abbasîlerin zamanında, o tarihte Mu’tezile, Râfızî, Cebrî ve perde altında zındıklar, mülhidler, İslâmiyeti zedeleyen çok fırak-ı dâlle meydana gelmiştiler.”
“”Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz” mealindeki âyet, o zamandaki ihbar-ı İlahî ile bilinen kat’î münafıklar demektir. Yoksa zan ile, şübhe ile, münafık deyip namaz kılmamak olmaz. Madem “Lâ ilahe illallah” der, ehl-i kıbledir. Sarih küfür söylemese veyahut tövbe etse, namazı kılınabilir. O Aliköy’de Alevîler çok olduğunu ve bir kısmı Râfızîliğe kadar gidebilmesi nazarıyla, onların en fenası da, münafık hakikatına dâhil olmamak lâzım gelir. Çünki münafık itikadsızdır, kalbsizdir ve vicdansızdır, Peygamber (A.S.M.) aleyhindedir. (Şimdiki bazı zındıklar gibi.) Alevî ve Şiîlerin müfritleri ise; değil Peygamber (A.S.M.) aleyhinde, belki Âl-i Beyt’in muhabbetinden, ifratkârane muhabbet besliyorlar. Münafıkların tefritlerine mukabil, bunlar ifrat ediyorlar. Hadd-i Şeriattan çıktıkları vakit, münafık değil ehl-i bid’a oluyorlar, fâsık oluyorlar; zındıkaya girmiyorlar. Hazret-i Ali Radıyallahü Anh yirmi sene hürmet ettiği ve onlara şeyhülislâm mertebesinde onların hükmünü kabul ettiği Ebu Bekir, Ömer, Osman (Radıyallahü Anhüm)e ilişmeseler, Hazret-i Ali Radıyallahü Anh o üç halifeye hürmet ettiği gibi, onlar da hürmet etseler, farz namazını kılsalar yeter.”
“Galib kardeşimiz Alevîler içinde Kadirî, Şazelî, Rüfaî Tarîkatlarının bir hülâsasını Sünnet-i Seniye dairesinde Hulefa-yı Raşidîn, Aşere-i Mübeşşere’ye ilişmemek şartıyla muhabbet-i Âl-i Beyt dairesinde bir tarîkat dersi vermesini düşünüyor. Hakikat namına ve imanı kurtarmak ve bid’alardan muhafaza etmek hesabına ehemmiyetli üç-dört faidesi var:
Birincisi: Alevîleri başka fena cereyanlara kaptırmamak ve müfrit Râfızîlik ve siyasî Bektaşîlikten bir derece muhafaza etmek için ehemmiyetli faidesi var.
İkincisi: Hubb-u Ehl-i Beyt’i meslek yapan Alevîler ne kadar ifrat da etse, Râfızî de olsa; zındıkaya, küfr-ü mutlaka girmez. Çünki muhabbet-i Âl-i Beyt ruhunda esas oldukça, Peygamber ve Âl-i Beyt’in adavetini tazammun eden küfr-ü mutlaka girmezler. İslâmiyete o muhabbet vasıtasıyla şiddetli bağlanıyorlar. Böylelerini daire-i sünnete tarîkat namına çekmek, büyük bir faidedir.”
“Her şeyin bir râfızîsi var. Hürriyetin râfızîsi de süfehadır.”( )

BEKTAŞİLİK
Galip kardeşimiz, Aleviler içinde Kadiri, Şazeli, Rüfai tarikatlerinin bir hülasasını sünnet-i seniye dairesinde Hulefa-yı Raşidin, Aşere-i Mübeşşereye ilişmemek şartıyla, muhabbet-i Al-i Beyt dairesinde bir tarikat dersi vermesini düşünüyor. Hakikat namına ve imanı kurtarmak ve bid alardan muhafaza etmek hesabına ehemmiyetli üç dört faydası var:
Birincisi: Alevileri başka fena cereyanlara kaptırmamak ve müfrit Rafizilik ve siyasi Bektaşilikten bir derece muhafaza etmek için ehemmiyetli faydası var.
İkincisi: Hubb-u Ehl-i Beyti meslek yapan Aleviler ne kadar ifrat da etse, Rafizi de olsa, zındıkaya, küfr-ü mutlaka girmez. Çünkü muhabbet-i Al-i Beyt ruhunda esas oldukça, Peygamber ve Al-i Beytin adavetini tazammun eden küfr-ü mutlaka girmezler. İslamiyete o muhabbet vasıtasıyla şiddetli bağlanıyorlar. Böylelerini daire-i sünnete tarikat namına çekmek büyük bir faydadır.
Hem bu zamanda, ehl-i imanın vahdetine çok zarar veren bazı siyasi cereyanlar Alevilerin fıtri fedakarlıklarından istifade edip kendilerine alet etmemek için Nur dairesine çekmek büyük bir maslahattır. Madem Nur şakirtlerinin üstadı İmam-ı Ali Radıyallahu Anh tır ve Nur’un mesleğinde hubb-u Al-i Beyt esastır; elbette hakiki Aleviler kemal-i iştiyakla o daireye girmeleri gerektir.
Bu zaman, imanı kurtarmak zamanıdır. Seyr-i süluk-ü kalbi ile tarikat mesleğinde bu bid alar zamanında çok müşkilat bulunduğundan, Nur dairesi hakikat mesleğinde gidip, tarikatlerin faydasını temin eder diye o kardeşimize Ramazanını tebrik ve selamımla beraber yazınız. O da bize dua etsin.”
*Nefis, devekuşu gibidir. şeytan Sofestai, heva da Bektaşidir.
*Bir bektaşiye, “Ne için namaz kılmıyorsun?” demişler. O da, “Kur’an’da – var” demiş. Ona demişler: “Bunun arkasını, yani -‘yı da oku” denildiğinde, “Ben hafız değilim” demiş.”

SÜNNİLİK
-EHLİ SÜNNET:” Hem -nakl-i sahih-i kat’î ile- ferman etmiş ki:
(Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılır,ondan biri kurtulur.Onlar,kurtulanlar kimdir ey Allah’ın resulü,denildiğinde;Benim ve ashabımın yolunda olanlardır,buyurdu.) deyip, ümmeti yetmişüç fırkaya inkısam edeceğini ve içinde fırka-i naciye-i kâmile, Ehl-i Sünnet ve Cemaat olduğunu haber veriyor.”
“Âlem-i İslâmda Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen ehl-i hak ve istikamet fırka-i azîmesi, hakaik-i Kur’aniyeyi ve imaniyeyi istikamet dairesinde hüve hüvesine Sünnet-i Seniyeye ittiba’ ederek muhafaza etmişler. Ehl-i velayetin ekseriyet-i mutlakası, o daireden neş’et etmişler.”
“Ehl-i Sünnet Ve Cemaatın davası, haktır.”
“Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet Ve Cemaat onu ihtiyar etmiş.”
“Ehl-i Sünnete göre, İmam-ı Mahfî ve İmam-ı Muntazır akidesi bâtıldır.”
“Ehl-i Sünnet Mezhebi vasattır.”

CELCELUTİYE
-CELCELUTİYE:” Celcelutiye’nin aslı vahiydir ve esrarlıdır ve gelecek zamana bakıyor ve gaybî umûr-u istikbaliyeden haber veriyor.”
“Celcelutiye, Süryanice bedi’ demektir ve bedi’ manasındadır.”
“Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’ın en meşhur Kaside-i Celcelutiyesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî ve cifir ile te’lif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış.”
“Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî (R.A.) diyor ki: “Onlar vahy ile Peygamber’e (A.S.M.) nâzil olduğu vakit İmam-ı Ali’ye (R.A.) emretti: “Yaz.” O da yazdı. Sonra nazmetti.”… İmam-ı Gazalî, İmam-ı Nureddin’den ders alarak bu Celcelutiye’nin hem Süryanî kelimelerini, hem kıymetini ve hasiyetini şerhetmiş.”
“Ben Celcelutiye’yi okuduğum vakit, sair münacatlara muhalif olarak kendim bizzât hissiyatımla münacat ediyorum diye hissederdim. Ve başkasının lisanıyla taklidkârane olmuyordu. Benim için gayet fıtrî ve dertlerime alâkadar ve tefekkürat-ı ruhiyeme hoş bir zemin oluyordu. Birkaç sene sonra kerametini ve Risale-i Nur ile münasebetini gördüm ve anladım ki; o halet, bu münasebetten ileri gelmiş.”

CEVŞEN-ÜL KEBİR
-CEVŞEN-ÜL KEBİR:”Nev-i insanın medar-ı fahri ve elhak en hakikî insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, Cevşen-ül Kebir namındaki münacatında binbir ismiyle dua ediyor; ateşten istiaze ediyor.”
“Hem binler dua ve münacatlarından yalnız Cevşen-ül Kebir ile, öyle bir marifet-i Rabbaniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki; o zamandan beri gelen ehl-i marifet ve ehl-i velayet, telahuk-u efkâr ile beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli yoktur. Risale-i Münacat’ın başında, Cevşen-ül Kebir’in doksandokuz fıkrasından bir fıkranın kısacık bir mealinin beyan edildiği yere bakan adam, Cevşen’in dahi misli yoktur diyecek.”
“Cevşen-ül Kebir münacatında binbir esma-i İlahiyeyi şefaatçi ederek Hâlıkını öyle bir tarzda tavsif ve tarif eder ki, emsali yok.”
“Binbir esma-i İlahiyeye sarihan ve işareten bakan ve bir cihette Kur’andan çıkan bir hârika münacat olan ve marifetullahta terakki eden bütün âriflerin münacatlarının fevkinde bulunan ve bir gazvede “Zırhı çıkar, onun yerine bu Cevşen’i oku” diye Cebrail vahiy getiren “Cevşen-ül Kebir” münacatı içindeki hakikatlar ve tam tamına Rabbine karşı tavsifler, Muhammed’in (A.S.M.) risaletine ve hakkaniyetine şehadet ettiği gibi; Kur’andan tereşşuh eden ve bir cihette Cevşen’den feyiz alan ve tevellüd eden Resail-in Nuriye, yüzotuz parçasıyla risalet-i Muhammediyeye (A.S.M.) birtek hüccet olarak risaletinin bütün hakikatlarını aklen ve mantıken isbatıyla, hattâ felsefenin nazarında akıldan pek uzak mes’elelerini göz önünde gibi gayet kolay ve makul bir tarzda ders vermesiyle Muhammed’in (A.S.M.) sadıkıyetine ve risaletine küllî bir surette şehadet eder.”
“Hem binler dua ve münâcâtlarından Cevşenül-Kebîr ile, öyle bir mârifet-i rabbaniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki; o zamandanberi gelen ehl-i mârifet ve ehl-i velâyet, telâhuk-u efkâr ile beraber, ne o mertebe-i mârifete ve ne de o derece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor ki; duada dahi onun misli yoktur. Risale-i Münâcâtın başında, Cevşenül-Kebîr’in doksandokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir mealinin beyan edildiği yere bakan adam, Cevşen’in dahi misli yoktur diyecek.”
“Bir siyasî memurun iğfali ve “İmhası için yukarıdan emir aldık” demesine aldanan bir bekçibaşı, Üstadın penceresine geceleyin merdivenle çıkarak yemeğine zehir atmış, ertesi gün Üstad zehirlenerek kıvranmaya başlamıştır. Zehirin tesiri çok azîm olduğu halde, kendisi: “Cevşenül-Kebir gibi evrad-ı kudsiyelerin feyziyle ölümden muhafaza olunuyorum. Fakat hastalık, ızdırap çok şiddetlidir” derdi.”

ERCUZE
-ERCUZE:” Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.), Kaside-i Ercuze’sinde “Sekine” nam-ı âlîsiyle beyan ettiği ism-i a’zam ve Celcelutiye’sinde pek muhteşem isimlerle ism-i a’zam içinde bulunan o altı ismi en a’zam, en ehemmiyetli tuttuğu…”
“Mecmuat-ül Ahzab’da Ercuze namındaki kaside-i mübareki, Fethi Bey’de buldum. Birçok yerlerini okudum. Fazla tedkik edemedim. Ancak Sekine namı verilen ve İsm-i A’zam’ı tazammun eden altı isim “Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs Celle Celalühü” olarak buldum.”
SEKİNE
-SEKİNE:”Hz. Cebrail’in -alâ nebiyyina ve aleyhis-selâtü vesselam- huzuru nebevide getirip Hz.Ali’ye (RA) Sekine namıyla bir sahifede yazılı ismi A’zam, Hz.Ali’nin (RA) kucağına düşmüş.Hz. Ali diyor:”Ben Cebrailin şahsını yalınız alâim-us-sema suretinde gördüm,sesini işittim.Sahifeyi aldım,bu isimleri içinde buldum.”
“İsm-i A’zam ve Sekine denilen Esma-i Sitte-i Meşhurenin hakikatlarını gayet âlî bir tarzda beyan ve isbat eden ve Yirmidokuzuncu Lem’ayı takib eyleyen Otuzuncu Lem’a namında Altı Nükte-i Esma Risalesi…”
“Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.), Kaside-i Ercuze’sinde “Sekine” nam-ı âlîsiyle beyan ettiği ism-i a’zam…”
“”Sekine” nam-ı âlîsiyle tabir edilen ve herbiri bir İsm-i A’zam olan veyahud altısı birden İsm-i A’zam bulunan Esma-i Hüsnadan “Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs” ism-i şerifleri…”
“ (Ey kadri yüce olan bu ismi taşıyan kişi.) cifir ve ebcedî hesabıyla bin üçyüz elli üç senesi ki, Risale-i Nur şakirdlerinin en sıkıntılı bir zamanına ve o zamanda “Sekine” tabir edilen İsm-i A’zamı, yetmiş bir âyet ile yüz yetmiş bir defa daimî vird eden Risale-i Nur Müellifinin isimlerine tevafuk sırrıyla parmak basması, o zamanda İsm-i A’zamı hâmil Risale-i Nur Müellifinin hususiyetini ve selâmetle kurtulacaklarını tebşir etmekle işaret ettiğini; Lillahilhamd, selâmet ile kurtulmaları, keramet-i Aleviyeyi tasdik ettiğini…”
“İmam-ı Ali (R.A.) Sekine ile meşgul olan Said’e bakar, konuşur. Akabinde (Ey bu zamana yetişen kişi) der. İki-üç yerde kuvvetli işaret ile Said ismini verdiği şakirdine hitaben “Kendini Sekine ile dua edip muhafazaya çalış.”
“Evvelâ ulvî ve gaybî kerametten bahsedeceğim: Mecmuat-ül Ahzab’da Ercuze namındaki kaside-i mübareki, Fethi Bey’de buldum. Birçok yerlerini okudum. Fazla tedkik edemedim. Ancak Sekine namı verilen ve İsm-i A’zam’ı tazammun eden altı isim “Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs Celle Celalühü” olarak buldum. Bu esma-i mübarekenin vird edilmesine müsaade ve ne suretle devam iktiza ettiğine emrinizi istirham ederim.
Merhum ceddimin Hazret-i Ali Radıyallahü Anh Efendimiz hazretlerine ma’tuf ve evvelce arz ettiğim: (Keramat-ül evliyai hakkun) düsturunu tasdik sadedindeki keramat hadîsinin ifade edildiği bir zamanda, orada da bu mübarek eserin neşredilmiş olması, cidden hayreti mûcib olmakla beraber, işlerimizin tesadüfle alâkası olmadığını gösterecek küçük bir delil ve Risale-i Nur, Mu’cize-i Kübra-i Ahmediye (A.S.M.) olan Kur’an-ı Azîmüşşan’dan nebean ettiği için, i’cazkâr hâdisat eksik olmayacağına işarettir.”

MUAVİYE
-MUAVİYE:”Amma Hazret-i İmam-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffîn’de, Hazret-i Muaviye’nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani: Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise; hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.”
“(Şu benim oğlum Hasan var ya,o Seyyiddir.Ümid ediyorum ki,Cenâb-ı Allah O’nunla müslümanların iki büyük ordusunu ıslah ettirir.)İşte kırk sene sonra İslâmın en büyük iki ordusu karşı karşıya geldiği vakit, Hazret-i Hasan Radıyallahü Anhü, Hazret-i Muaviye (R.A.) ile musalaha edip, cedd-i emcedinin mu’cize-i gaybiyesini tasdik etmiştir.”
“Hazret-i Muaviye ümmetin başına geçeceğini, fermanıyla, rıfk ve adaleti tavsiye etmiş.” ,”Ey Muaviye!Şayet Melikliğe geçersen,onu güzelleştir.Yani güzel tarzda yap!”Başka bir rivayette:”Ya Muaviye!Sana bir iş,bir valilik gelirse,Allah’a karşı takva’yı elden bırakma!”
“Hem ferman etmiş ki: diye, “Bâgî bir taife, Ammar’ı katledecek.” Sonra, Sıffîn Harbi’nde katledildi. Hazret-i Ali, onu Muaviye’nin taraftarları bâgî olduklarına hüccet gösterdi. Fakat Muaviye tevil etti. Amr İbn-ül Âs dedi: “Bâgî yalnız onun katilleridir, umumumuz değiliz.”

NAMAZ
-NAMAZ:”Namaz, ne kadar kıymetdar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masraf ile kazanılır, hem namazsız adam ne kadar divane ve zararlı olduğu…”
“Ey namazsız adam ve ey namazdan hoşlanmayan nefsim!”
“Halbuki namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mubah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü, âhirete mal edebilir. Fâni ömrünü, bir cihette ibka eder.”
“Derd-i maişet için namazını terkeden, o nefere benzer ki: Talimi ve siperini bırakıp, çarşıda dilencilik eder.”
“Beş vakit namazı kılmak, yedi kebairi terketmek; ne kadar az ve rahat ve hafiftir. Neticesi ve meyvesi ve faidesi ne kadar çok mühim ve büyük olduğunu; aklın varsa, bozulmamış ise anlarsın.”
“Evet herbir namazın vakti, mühim bir inkılab başı olduğu gibi, azîm bir tasarruf-u İlahînin âyinesi ve o tasarruf içinde ihsanat-ı külliye-i İlahiyenin birer ma’kesi olduğundan, Kadîr-i Zülcelal’e o vakitlerde daha ziyade tesbih ve ta’zim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnüne karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir.”
“Namazın manası, Cenab-ı Hakk’ı tesbih ve ta’zim ve şükürdür.”
“Namaz dahi bütün ibâdâtın enva’ını şamil bir fihriste-i nuraniyedir ve bütün esnaf-ı mahlukatın elvan-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir.”
“Demek asıl vazife-i fıtrat ve esas-ı ubudiyet ve kat’î borç olan farz namaz, şu vakitlerde lâyıktır ve ensebdir.”
“Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: “Namaz iyidir. Fakat hergün hergün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.”
Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir! Hiç kat’î senedin var mı ki, gelecek seneye belki yarına kadar kalacaksın?
Ey şikem-perver nefsim! Acaba hergün hergün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu? Madem vermiyor; çünki ihtiyaç tekerrür ettiğinden, usanç değil belki telezzüz ediyorsun. Öyle ise: Hane-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı ve latife-i Rabbaniyemin hava-yı nesimini cezb ve celbeden namaz dahi, seni usandırmamak gerektir.
Ey sabırsız nefsim! Acaba geçmiş günlerdeki ibadet külfetini ve namazın meşakkatini ve musibet zahmetini, bugün düşünüp muzdarib olmak, hem gelecek günlerdeki ibadet vazifesini ve namaz hizmetini ve musibet elemini, bugün tasavvur edip sabırsızlık göstermek hiç kâr-ı akıl mıdır?
Ey sersem nefsim! Acaba şu vazife-i ubudiyet neticesiz midir, ücreti az mıdır ki, sana usanç veriyor? Halbuki bir adam sana birkaç para verse veyahut seni korkutsa, akşama kadar seni çalıştırır ve fütursuz çalışırsın.
Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşagil-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun!”
“Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde âlem-i misalde şehadet eder.”
“Eğer namazı kılsan, o namazın ile o âlemin Sâni’-i Zülcelal’ine müteveccih olsan; birden, sana bakan âlemin tenevvür eder. Âdeta namazın bir elektrik lâmbası ve namaza niyetin, onun düğmesine dokunması gibi, o âlemin zulümatını dağıtır…”
“Sakın deme: “Benim namazım nerede, şu hakikat-ı namaz nerede?” Zira bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi, kendi ağacını tavsif eder. Fark yalnız icmal ve tafsil ile olduğu gibi; senin ve benim gibi bir âminin -velev hissetmezse- namazı, büyük bir velinin namazı gibi şu nurdan bir hissesi var, şu hakikattan bir sırrı vardır -velev şuurun taalluk etmezse-. Fakat derecata göre inkişaf ve tenevvürü ayrı ayrıdır. Nasıl bir hurma çekirdeğinden, tâ mükemmel bir hurma ağacına kadar ne kadar meratib bulunur. Öyle de: Namazın derecatında da daha fazla meratib bulunabilir. Fakat bütün o meratibde, o hakikat-ı nuraniyenin esası bulunur.”
“Sen namaz kıldın veya abdest aldın. Halbuki namazını ve abdestini fesada verecek bir sebeb, nefs-ül emirde varmış. Lâkin sen ona hiç muttali olmadın. Senin namazın ve abdestin hem sahihtir, hem hasendir.”
“Kim iki rek’at namazı filan vakitte kılsa, bir hac kadardır.” İşte iki rek’at namaz bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattır. Herbir iki rek’at namazda bu mana külliyet ile mümkündür.”
“Evet çoklar var ki, büyüklerine ve mürşidlerine itimad edip tenbellik eder. Hattâ bazan, “Namazımız kılınmış” der. (Bir kısım Alevîler gibi)”
“Ve bilhassa namazı ta’dil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.”
“Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) Efendimiz, dünyanın en muazzam siyasî hâdisesi olan Bedir Muharebesinde; sahabe-i kirama, nöbet nöbet cemaatla namaz kıldırmıştır. Yani vâcib olmayan, hususan muharebe zamanında terk edilebilen “cemaatla namaz kılmak” gibi bir hayrı, dünyanın en büyük siyasî vak’asına tercih etmiştir, üstün tutmuştur. Ufak bir sevabı, harb cephesinin o dehşetleri içinde dahi terk etmemiştir.”
“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namaz kılarken, hırçın bir çocuk, namazını kat’edip geçtiğinden, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm -Ey Allahım!Sen de onun yürüyüşünü kes.”demiş. Ondan sonra çocuk daha yürümemiş öyle kalmış, hırçınlığının cezasını bulmuş.”
“-Biz,onların boyunlarına bir takım kelepçeler geçirdik.O halkalar çenelere kadar dayanmıştır.Onun için kafaları yukarı kalkıktır.Önlerinden bir sed ve arkalarından bir sed çektik de onları kapattık,artık görmezler.-âyetinin (Yâsin.8-9)sebeb-i nüzulü ve ehl-i tefsir allâmeleri ve ehl-i hadîs imamları haber veriyorlar ki: Ebu Cehil yemin etmiş ki: “Ben secdede Muhammed’i görsem, bu taşla onu vuracağım.” Büyük bir taş alıp gitmiş. Secdede gördüğü vakit kaldırıp vurmakta iken, elleri yukarıda kalmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namazı bitirdikten sonra kalkmış, Ebu Cehil’in eli çözülmüş. O ise; ya Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın müsaadesiyle veyahut ihtiyaç kalmadığından çözülmüş.”
“Hem yine Ebu Cehil kabilesinden -bir tarîkte- Velid İbn-i Mugire, yine Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı vurmak için, büyük bir taşı alıp secdede iken vurmaya gitmiş; gözü kapanmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı Mescid-i Haram’da görmedi, geldi. Onu gönderenleri de görmüyordu, yalnız seslerini işitiyordu. Tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namazdan çıktı, ihtiyaç kalmadığından onun gözü de açıldı.”
“Farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebed’in mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tenbellik, büyük bir sıkıntı veriyor ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve manen diyor ki: “Keşki o vazife-i ubudiyeti bulunmasa idi.” Ve bu arzudan bir manevî adavet-i İlahiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şübhe, vücud-u İlahiyeye dair kalbe gelse, kat’î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder. Büyük bir helâket kapısı ona açılır. O bedbaht bilmiyor ki: İnkâr vasıtasıyla, gayet cüz’î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlar ile o sıkıntıdan daha müdhiş manevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp, yılanın ısırmasını kabul eder.”
“Bir zaman bir tek tesbihin, bir tek namazda, Sahabelerin tarz-ı telakkisine yakın bir surette bana inkişafı, bir ay kadar ibadet derecesinde ehemmiyetli göründü. Sahabelerin yüksek kıymetini onunla anladım.”
“Her mü’minin namazı, onun bir nevi Mi’racı hükmündedir.”
“Evet her mü’min namazlardan sonra, her gün hiç olmazsa yüzelliden ziyade “Elhamdülillah” “Elhamdülillah” şer’an demesi ve manası da ezelden ebede kadar bir hadsiz geniş hamd ü şükrü ifade etmesi, ancak ve ancak saadet-i ebediyenin ve Cennet’in peşin bir fiatı ve muaccel bir bahasıdır.”
“Dördüncüsü: Mahmud. Ona “Meyve”den gençlik ve namaz mes’elelerini okudum ve dedim: “Kumar oynama, namaz kıl.” Kabul etti. Fakat haylazlık galebe etti, namaz kılmadı ve kumar oynadı. Birden, hiddet tokatını yedi. Üç-dört defada daima mağlub olup fakir haliyle beraber kırk lira ve sakosunu ve pantolonunu kumara verdi, daha aklı başına gelmedi.”( Evet, doğrudur.Mahmud)
“İmandan sonra en yüksek namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur.”
“A’mal-i bedeniyenin fihristesi, namazdır.”
“Evet nasılki Fatiha Kur’ana, insan kâinata fihristedir; namaz da hasenata fihristedir. Çünki namaz; savm, hac, zekat ve sair hakikatları hâvi olduğu gibi, idrakli ve idraksiz mahlukatın ihtiyarî ve fıtrî ibadetlerinin nümunelerine de şamildir.”
“Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet ve ulvî bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki, her ruhu celb ve cezbetmek namazın şe’nindendir. Namazın erkânı, Fütuhat-ı Mekkiye’nin şerhettiği gibi, öyle esrarı hâvidir ki, her vicdanın muhabbetini celbetmek, namazın şe’nindendir. Namaz, Hâlık-ı Zülcelal tarafından her yirmidört saat zarfında tayin edilen vakitlerde manevî huzuruna yapılan bir davettir.”
“Namaz, kalblerde azamet-i İlahiyeyi tesbit ve idame ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlahiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbanîye imtisal ettirmek için yegâne İlahî bir vesiledir.”
“Vaktin evvelinde, Kâ’be’yi hayalen nazara almakla namaz kılmak mendubdur ki, birbirine giren daireler gibi Beyt’in etrafında teşekkül eden safları görmekle, yakın saflar Beyt’i ihata ettikleri gibi, en uzak safların da âlem-i İslâmı ihata etmiş olduğunu hayal ile görsün. Ve o saflara girmekle, o cemaat-ı uzmaya dâhil olsun ki, o cemaatın icma ve tevatürü, onun namazda söylediği her davaya ve her bir sözüne bir hüccet ve bir bürhan olsun.”
“Kelime-i tevhid de namazı iktiza ediyor. Namaz dahi ubudiyetin esas bir rüknüdür.”
“Şer’an yedi yaşına gelen çocuğa namaz gibi farzlara peder ve vâlideleri onları alıştırmak için, teşvikkârane emretmek ve on yaşına girse şiddetle namaz kıldırmak ve alıştırmak şeriatta var. Demek vâcib olmadığı halde, nafile nev’inden yedi yaşından hadd-i büluğa kadar büyükler gibi namaz kılıp, oruç tutan çocuklar, mütedeyyin büyükler gibi büyük mükâfatı görmek için otuzüç yaşında olacaklar diye bir kısım tefsir bu noktayı izah etmeden umum çocuklara teşmil etmişler. Has iken âmm zannedilmiş.”
“Bâzan yalnız namazımı kıldım. Cemâatle kılınan namazın yirmibeş sevabından ve hayrından mahrum kaldım.”
“Siz farz namazlarınızı kılsanız, o zaman, fabrikadaki bütün çalışmalarınız ibadet hükmüne geçer. Çünki, milletin zarurî ihtiyacını temin eden mübarek bir hizmette bulunuyorsunuz.”
“Şeriatta vardır: Bir vakitte beş vaktin namazı kılınır. Hem de bir kavim vardır, yatsı namazlarının vakti bazı vakitte yoktur.”

PARTİ
-PARTİ:”Partilerin cereyanları ve komünistlerin perdesinde anarşistlerin tahrikatıyla o evham genişlendi. Bizi tazyik ve tevkif ve ellerine geçen risaleleri müsadereye başladılar. Nur şakirdlerinin faaliyetine tevakkuf geldi.”
“Bu sırada dâhilde o kadar dâhilî, haricî heyecanlı parti cereyanları varken ve bundan tam istifade etmek, yani mahdud birkaç arkadaşına bedel çok diplomatları kendisine taraftar kazanmak için zemin hazır iken, sırf siyasete karışmamak ve ihlasına zarar vermemek ve hükûmetin nazarını kendine celbetmemek ve dünya ile meşgul olmamak için, bütün arkadaşlarına yazıp ki: “Sakın cereyanlara kapılmayınız, siyasete girmeyiniz, asayişe dokunmayınız!” dedi…”
“Nur şakirdleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler. Çünki iman, mâl-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahibleri var. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalalete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü’minlerin uhuvveti esastır.”
“Müteaddid partiler kendine tarafdar bulmak için veya kabahatlarını seddetmek için elbette çok çalışıyorlar. Ve İslâmiyet ve Kur’an aleyhindeki hariçteki cereyanlar elbette dâhilde bazılarını bulmuşlar ki; Kur’an lehinde cidden çalışanları uçurmak, kaçırmak, evham vermek gibi propagandalarla hakikî fedakâr olmayan veya dünya ile ve fazla dostlar ile alâkadar olanları evhamlandırıyorlar ve Nurcuların da kuvve-i maneviyelerini kırmağa çalışıyorlar.”
“Beşerin vahşet ve bedevilik zamanlarındaki bir kanun-u esasîsine medeniyet namına dine hücum edenler, irtica ile o vahşete ve bedeviliğe dönüyorlar. Beşerin selâmet, adalet ve sulh-u umumîsini mahveden o dehşetli vahşiyane kanun-u esasî, şimdi bizim bu bîçare memleketimize girmek istiyor. Garazkârane ve anudane particilik gibi bazı cereyanları aşılamağa başlaması gibi bir ihtilaf görülüyor.”
“Bu vatanda şimdilik dört parti var. Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihad-ı İslâm’dır.
İttihad-ı İslâm Partisi: Yüzde altmış-yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini, siyasete âlet etmemeğe, belki siyaseti dine âlet etmeğe çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeğe mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.”
“Şimdiki siyaset-i hâzırada particilik tarafdarlığı ile, bir câninin yüzünden pekçok mâsumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi şeni’ gıybetler ve tezyifler edilip bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup, kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor. Bu ise, hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır. İran ve Mısır’daki hissedilen hâdise ve buhranlar, bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat, onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. -Allah etmesin- bu hal bizde olsa, pek dehşetli olur.”
“Said Nur ve Talebeleri. Bunların derneği yoktur, lokali yoktur, yeri yoktur, yurdu yoktur, partisi, patırdısı, nutku, alâyişi, nümayişi yoktur. Bu, bilinmezlerin, ermişlerin, kendini büyük bir dâvâya vermişlerin şuurlu, îmanlı, inanlı kalabalığıdır.”
“İslâmın ve ilmin, izzet ü vakarını şerefle muhafaza etmesini bilen ve asla dünya zevkleri için mihnet kabul etmeyen bu şahsın, siyasî hiçbir parti ve teşekkülle de kat’iyyen alâkası yoktur.”

SİYASET
-SİYASET:”Siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki, vesvese-i şeyatîn hükmüne geçmiştir.”
“Siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor.”
“Lisan-ı siyasette lafz, mananın zıddıdır.”
“Eğer uçları ecnebi elinde olan dünya siyasetine karışmak için bir iştiham olsaydı; değil sekiz sene, belki sekiz saat kalmayacak tereşşuh edecekti, kendini gösterecekti.”
“Demek Kur’an-ı Hakîm’in hizmetinin bütün siyasetlerin fevkinde bir ulviyeti var ki, çoğu yalancılıktan ibaret olan dünya siyasetine tenezzüle meydan vermiyor.”
“Kur’an-ı Hakîm’in hizmeti, beni şiddetli bir surette siyaset âleminden men’etti. Hattâ düşünmesini de bana unutturdu.”
“Gördüm ki: Siyaset cereyanlarında hem muvafıkta, hem muhalifte o nurların âşıkları var.”
“Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan: “Hükûmetin selâmeti ve asayişin devamı için, eşhas feda edilir.”
“Eski Said, bir mikdar siyasete girdi. Belki siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu.. ve gördü ki; o yol meşkuk ve müşkilâtlı ve bana nisbeten fuzuliyane, hem en lüzumlu hizmete mani ve hatarlı bir yoldur. Çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebi parmağına âlet olmak ihtimali var. Hem siyasete giren, ya muvafık olur veya muhalif olur. Eğer muvafık olsa; madem memur ve meb’us değilim, o halde siyasetçilik bana fuzulî ve malayani bir şeydir. Bana ihtiyaç yok ki, beyhude karışayım. Eğer muhalif siyasete girsem, ya fikirle veya kuvvetle karışacağım. Eğer fikirle olsa, bana ihtiyaç yok.”
“Evet Hazret-i Ebu Hüreyre bütün hayatını, hadîsin hıfzına vermiş; Hazret-i Ömer, siyaset âlemiyle ve hilafet-i kübra ile meşgul imiş.”
“Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki: Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i sâlihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârane medhetti. İşte siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.”
“Menfaat üzerine dönen siyaset, canavardır.”
“Şimdilik İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır.”
“Şîa-i hilafet ise; ağraz-ı siyaset, içine girdiği için, garazdan, tecavüzden kurtulamıyorlar, itizar hakkını kaybediyorlar.”
“Bir dâhiye-i siyaset olan Amr İbn-ül Âs…”
“Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez.”
“Ben Beşinci Şua aslının verdiği haberin bir kısmını, orada bir adamda gördüm. Mecburiyetle o çok ehemmiyetli vazifeleri bıraktım. Ve bu adamla başa çıkılmaz, mukabele edilmez diye, dünyayı ve siyaseti ve hayat-ı içtimaiyeyi terk edip yalnız imanı kurtarmak yolunda vaktimi sarfettim.”
“Risale-i Nur şakirdlerinin, mümkün olduğu kadar, siyasete ve idare işine ve hükûmetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasîleridir. Çünki hâlisane hizmet-i Kur’aniye, onlara her şeye bedel kâfi geliyor.”
“Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklaliyetini ve ihlasını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek. O hizmetin kudsiyetini bozacak.”
“Elimizde nur var, siyaset topuzu yok.”
“Sırf siyasete karışmamak ve ihlasına zarar vermemek ve hükûmetin nazarını kendine celbetmemek ve dünya ile meşgul olmamak için, bütün arkadaşlarına yazıp ki: “Sakın cereyanlara kapılmayınız, siyasete girmeyiniz, asayişe dokunmayınız!” dediği…”
“Biz aslâ siyasetçi değiliz. Biz siyaseti, bizim gibi siyaset ehli olmayana binbir çeşit veballer, tehlikeler ve mes’uliyetler taşıyan bir meslek biliriz. Fâni zevahire de zâten kıymet vermeyiz.”
“Sakın, sakın! Dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalalet fırkalarına karşı perişan etmesin!”
“Evet bu zamanda siyaset, kalbleri ifsad eder ve asabî ruhları azab içinde bırakır. Selâmet-i kalb ve istirahat-ı ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı.”
“Siyasetle meşgul olan, ehemmiyetli hizmetlerinden geri kalır. Hem de siyaset boğuşmalarına kapılanlar, selâmet-i kalbini kaybeder.”
“Dünya siyasetine karışmadığımın sebebi: O geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder; hakikî ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır; hem her halde bir tarafgirlik meylini verir, zalimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur”
“(güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden, selef-i sâlihînden başka) siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttaki olanlar siyasetçi olmazlar. Yani maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda, din ikinci derecede kalır, tebaî hükmüne geçer.”
“Muvakkat ve mütehavvil siyaset daireleri ebedî, daimî, sabit hizmet-i imaniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olmaz.”
“Evet şimalden gelen küfr-ü mutlak cereyanını durduracak, yalnız Risale-i Nur’dur. Siyaset, diplomatlık, bu vazifeyi göremez. Onun için, vatanperver ve milliyetçi ve siyasetçiler, Nurlara sarılmağa mecburiyet var.”
“Bir derece dar bir dairede bir nur gösterilmişti; geniş bir dairede mana verip, kırk sene evvel “Bir nur göreceğiz” diye müjde veriyordum. Hattâ hürriyetten evvel, eski talebelerime de o müjdeyi mükerrer söylüyordum. Zannederdim ki; geniş siyaset dairesinde olacak. Halbuki bu memleketin en ziyade muhtaç olduğu imanî ve İslâmî ve hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye dairesinde Risale-i Nur’u göreceksiniz diye hakikattan bana ihtar edilmiş; bir hiss-i kabl-el vuku’ ile musırrane ve tekrar ile ben de haber veriyordum, o hak ve hakikatlı mes’elenin suretini değiştiriyordum.”
“Şeair-i İslâmiyeye ve siyaset-i İslâmiyeye darbe vuranlar (1926) oniki, onüç, ondört, onaltı sene zarfında büyük darbeler yiyecekler diye bana ihtar edildi.”
“İttihad-ı İslâm Partisi: Yüzde altmış-yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini, siyasete âlet etmemeğe, belki siyaseti dine âlet etmeğe çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeğe mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.”
“Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zâtların hatırları için otuzbeş seneden beri terkettiğim siyasete bir-iki gün baktım…”
“Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, herşey’i kendi hesabına aldığı için, faraza hakikî beklenilen o zat dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek…”
“Bediüzzaman’ın İstanbul’da hayatı, bir derece siyasîdir. Siyaset yoluyla İslâmiyete hizmet edilecek, diye kanaat besliyordu. Siyasî hayata karışması, İslâmiyete hizmet aşkının bir neticesi idi.”
“Siyaseti dinsizliğe âlet yapan bazı adamlar; kabahatlerini setr için, başkasını irtica ile ve dinini siyasete âlet yapmakla ittiham ederler.”
“Hakikat-ı İslâmiye, bütün siyasâtın fevkindedir. Bütün siyasetler, ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin.”
“Bin siyasetim olsa, hakaik-i imaniyeye feda ediyorum.”
“En sevmediği şey siyasettir. 35 senedir bir gazeteyi eline almış değildir. Dünya şuunu ile alâkasını kesmiştir. Akşam namazından sonra ferdası öğleye kadar kimseyi kabul etmez, ibadetle meşgul olur. Pek az uyur. Talebelerini de siyasetten şiddetle meneder.”
“Ancak yüzde biri, siyasiyyunu irşad tarîkiyle siyasete taalluk edecektir.”
“Tarih-i âlem serapa şehadet ediyor ki, asker neferatının siyasete müdahaleleri, devletçe ve milletçe müdhiş zararları intac etmiştir.”
“Siyasetinin hassa-i mümeyyizesi; fitnekârlık, ihtilaftan istifade, menfaat yolunda her alçaklığı irtikâb etmek, yalancılık, tahribkârlık, hariçte menfîliktir.”
*İşte, eski zamanda bir derece, siyasetin bu gaddar düsturu İslamlar içine girdiğinden, siyasette, bu müthiş düsturlar karşısında, mecburiyetle Selef-i Salihin sükutla ve Ehl-i Sünnet ve l-Cemaatin imamları o kapıları kapamak, – Allah ellerimizi temizlesinki, bizde dillerimizi temizleyelim.-deyip o kapıları açmıyorlar.
Madem Ehl-i Beyte zulmedenler şimdi ahirette cezasını öyle bir tarzda görüyorlar ki, bizim onlara hücumla yardımımıza bir ihtiyaç kalmıyor. Ve mazlum Ehl-i Beyt, muvakkat bir azap ve zahmet mukabilinde o derece yüksek bir mükafat görmüşler ki, aklımız ihata etmiyor. Değil şimdi onlara acımak, belki onları o hadsiz rahmete mazhariyetleri noktasında binler tebrik etmek gerektir ki, birkaç sene zahmetle, milyonlar mertebeler ve baki saadetler ahirette kazandıkları gibi, dünyada da kaldıkları zamanda, ehemmiyetsiz, dünyanın fani saltanatı ve muvakkat hakimiyeti ve karışık siyasetine bedel manevi birer sultan ve hakikat aleminde birer şah, birer manevi padişah makamını kazandılar. Valiler yerine, evliyalar, aktablara kumandan oldular. Kazançları bire bin değil, milyonlardır.
İşte bu sır içindir ki, Yeni Said in hususi üstadı olan İmam-ı Rabbani, Gavs-ı Azam ve İmam-ı Gazali, Zeynelabidin (r.a.) hususan Cevşenü l-Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali Kerremallahü Veche den aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü l-Kebir le daima onlara manevi irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risale-i Nur dan bize gelen meşrebi almışım. Zalimlerin gaddarlıklarını değil deşmek, bakmak, belki düşünmek de meşrebimize gelmiyor. Çünkü onlar mücazatını ve mazlumlar mükafatını, aklımızın fevkinde görmüşler. O meselelerle meşgul olmak, şimdiki bu hazır musibet-i diniyeye karşı mükellef olduğumuz vazife-i Kur’âniyeye zarar verir.
Ulema-i ilm-i kelamın ve usulü d-din allamelerinin ve Ehl-i Sünnet ve l-Cemaatin dahi muhakkiklerinin İslami akidelere dair çok tetkik ve muhakematla ve ayat ve hadisleri müvazene ile kabul ettikleri usulü d-din düsturları, şimdiki Risale-i Nur’un meşrebini muhafazaya emrediyor, kuvvet veriyor. Hatta, hiçbir yerde, hatta ehl-i bid a kısmı da bu meşrebimize ilişemiyorlar. Hakikat-i ihlas tam muhafaza edildiği için, her nevi ehl-i İslam içine giriyor. Şialıkta mutaassıp ve Vehhabilikte de müfrit, filozofların en maddisi ve mütefennini ve mutaassıp hocaların en enaniyetlisi, beraber Nur dairesine girmeye başlamışlar ve kısmen şimdi de kardeşçe bulunuyorlar. Hatta bazı misyonerler de, din-i İsa nın (a.s.) hakiki ruhanisi de o daireye gireceklerine emareler var. Birbirine hücum değil, belki bir tesanüt, bir musalaha lüzumunu hissedip medar-ı münakaşa meseleleri ortaya atmıyorlar. Demek İmam-ı Ali nin (r.a.) otuz kırk işaretiyle sarahat derecesinde haber verdiği Risale-i Nur, bu zamanın müthiş yaralarına tam bir ilaçtır. Onun için, o daire bize kafi gelmiş, harice çıkmıyoruz.”

ŞİA-ŞİÍLİK
-ŞİA-ŞİÍLİK:”Mehdi hakkında Şiîlerin oniki imamdan birisi, hayatta iken gizlenmiş, âhirzamanda çıkacak demelerine mukabil Ehl-i Sünnetin bir kısmı, İmam-ı Muntazır akidesi bâtıldır demişler. Az bir kısım Hanefî üleması da, (Mehdi ancak İsa’dır.” demişler.”
“Alevî ve Şiîlerin müfritleri ise; değil Peygamber (A.S.M.) aleyhinde, belki Âl-i Beyt’in muhabbetinden, ifratkârane muhabbet besliyorlar. Münafıkların tefritlerine mukabil, bunlar ifrat ediyorlar.”

YEZİD-VELİD
-YEZİD-VELİD:” Emevîlerin Hâşimîlere karşı an’anesindeki rekabet damarı, Yezid gibi bazılarda bulunduğu için, şefkatsiz bir gadre kabiliyet göstermişti.”
“Hem -nakl-i sahih-i kat’î ile- Emeviye Devleti’nin zuhurunu ve onların padişahlarının çoğu zalim olacağını ve içlerinde Yezid ve Velid bulunacağını ve Hazret-i Muaviye ümmetin başına geçeceğini, ”Melik olduğunda rıfk ve adaletle muamele et.” fermanıyla, rıfk ve adaleti tavsiye etmiş.”
“Hem ferman etmiş ki: ”Benim ümmetimin helâketi,Kureyş’in sefihlerinin elleriyle olacak.” diye, Emeviye’nin Yezid ve Velid gibi şerir reislerinin fesadını haber vermiş.”
“Haccac-ı Zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere İlm-i Kelâm’ın büyük allâmesi olan Sa’deddin-i Taftazanî, “Yezid’e lanet caizdir” demiş; fakat “Lanet vâcibdir” dememiş. “Hayırdır ve sevabı vardır” dememiş.”
“Seyyid Şerif-i Cürcanî gibi Ehl-i Sünnet Velcemaat’in allâmeleri demişler: “Gerçi Yezid ve Velid, zalim ve gaddar ve fâcirdirler; fakat sekeratta imansız gittikleri gaybîdir. Ve kat’î bir derecede bilinmediği için, o şahısların nass-ı kat’î ve delil-i kat’î bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihtimali ve tövbe etmek ihtimali olduğundan, öyle hususî şahsa lanet edilmez.”

MUHARREM
” Nasıl maddî hava fena ise, fena tesir ediyor. Manevî hava da bozulsa, herkesin istidadına göre bir sarsıntı verir. Şuhur-u selâse ve muharremede Âlem-i İslâm manevî havası, umum ehl-i imanın âhiret kazancına ve ticaretine ciddî teveccühleri ve himmetleri ve tenvirleri o havayı safileştiriyor, güzelleştiriyor. Müdhiş ârızalara ve fırtınalara mukabele ediyor. Herkes o sayede ve sayesinde derecesine göre istifade eder.”
“Maddî hava bozulduğu vakit nasılki sıkıntı veriyor, asabî sînelerde inkıbaz hali başlıyor; öyle de, bazan manevî hava bozuluyor. Hususan maneviyattan yabanileşmiş bu asırda ve bilhassa hevesat ve müştehiyat-ı nefsaniyeyi taammüm etmiş memleketlerde ve hususan şuhur-u muharreme ve şuhur-u mübarekede manevî havayı tasfiye eden âlem-i İslâmın intibah ve teveccüh-ü umumîsi, o mübarek şuhurun gitmesiyle tevakkuf etmesinden fırsat bulup havayı bozan dalaletlerin tesirleri zamanında ve bilhassa kış tazyikatı altında, bir derece hayat-ı dünyeviye ve hevesat-ı nefsaniyenin tasallutlarının noksaniyetinden, ehl-i İslâm ve ehl-i imanda, hayat-ı uhreviyeye çalışmak iştiyakı, baharın gelmesiyle hayat-ı dünyeviyenin ve hevesat-ı nefsaniyenin inkişafıyla o iştiyak-ı uhreviyeyi gizlemesi ânında elbette böyle kudsî evradlarda zevk, şevk yerinde esnemek ve fütur gelir.”

İÇİNDEKİLER
HZ.ALİ
HZ.FATIMA
HZ.HASAN-HZ.HÜSEYİN
ZEYNEL ABİDİN
EHL-İ BEYT-ÂL-İ BEYT-ÂL-İ ÂBA
CEMEL VAK’ASI- ADALET-İ MAHZA-ADALET-İ İZAFİYE
SIFFİN VAK’ASI-ŞİA-HİLAFET
ALEVİLİK
RAFİZİLİK
BEKTAŞİLİK
SÜNNİLİK
CELCELUTİYE
CEVŞEN-ÜL KEBİR
ERCUZE
SEKİNE
MUAVİYE
PARTİ
SİYASET
ŞİA-ŞİİLİK
YEZİD-VELİD
MUHARREM

15-10-2011
MEHMET ÖZÇELİK