ŞÜPHE Mİ EDİYORSUNUZ?

ŞÜPHE Mİ EDİYORSUNUZ?
“Sizi bir çamurdan yaratan, sonra ölüm zamanını takdir eden ancak O’dur. Bir de O’nun katında muayyen bir ecel (kıyamet günü) vardır. Siz hâla şüphe ediyorsunuz.”
Allah’ın varlığından şüphe duyanların,ahiret konusunda şüphe duymaları normaldir.
Çünkü,sahibini kabul etmiyor.
“Allah’ı bırakıp da sana fayda veya zarar vermeyecek şeylere tapma. Eğer bunu yaparsan, o takdirde sen mutlaka zalimlerden olursun.
Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O’ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun keremini geri çevirecek de yoktur. O, hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Ve O bağışlayandır, esirgeyendir.”
O inanmayan insanlar Allah hakkında yalan söylemektedirler.Bunun karşılığı için bile olsa Allah;
“Hakkında ihtilaf ettikleri şeyi onlara açıklaması ve kâfir olanların da kendilerinin yalancılar olduklarını bilmeleri için (Allah onları diriltecek).”
Âhireti var edecektir.
*Kuranda kuşku ile alakali tahmini 20 ayet geçiyor.
2:147 – O hak, Rabbindendir. Artık şüpheye düşenlerden olma sakın!

3:60 – Bu hak (gerçek) senin rabbindendir, o halde şüphecilerden olma.

6:2 – Sizi çamurdan yaratan, sonra size bir ecel takdir eden O’dur. Tayin edilen bir ecel de (kıyamet zamanı) O’nun katındadır. Sonra bir de şüphe ediyorsunuz.

6:114 – Allah, size Kitab’ı (Kur’ân’ı) açıklanmış olarak indirdiği halde, ondan başka bir hakem mi arayayım? Kendilerine kitap verdiklerimiz, o Kur’ân’ın, gerçekten Rabbin katından hak olarak indirilmiş olduğunu bilirler. O halde sakın şüphe edenlerden olma.

9:45 – Senden izin isteyenler, olsa olsa Allah’a ve ahiret gününe inanmayanlar olabilir. Onların kalbleri hep işkillidir. Bundan dolayı şüphe içinde bocalayıp dururlar.

10:94 – Sana indirdiklerimizde herhangi bir şüpheye düşersen, senden önce kitap okuyanlara sor. Andolsun ki, sana Rabbinden hak gelmiştir. Sakın şüphe edenlerden olma!

10:104 – De ki: “Ey insanlar! Eğer benim dinimde bir şüpheniz varsa, şunu bilin ki, Allah’ı bırakıp da sizin taptıklarınıza tapmam. Lâkin sizin de canınızı alacak olan Allah’a taparım. Bana müminlerden olmam emredilmiştir”.

15:63 – Elçiler dediler ki: “Bilakis biz sana onların şüphe ettiği azabı getirdik.”

24:50 – Kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa şüphe ve tereddüd içinde midirler? Yoksa Allah ve Resulünün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, asıl zalimler kendileridir!

29:48 – Sen bundan önce, ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, batıla uyanlar kuşku duyarlardı.

34:51 – Onları telaşa düştükleri zaman görsen: Artık kaçamak yoktur. Yakın yerden yakalanmışlardır.

34:52 – Ve: “O’na iman ettik” demektedirler. Fakat onlar için (âhiret gibi) uzak bir yerden (imana) el sunmak (ulaşabilmek) nerede?

34:53 – Halbuki daha önce (dünyada) O’nu inkâr etmişlerdi. Uzak yerden gayba taş atıyorlardı.

34:54 – Artık kendileriyle arzularının arasına set çekilmiştir. Tıpkı bundan önce benzerlerine yapıldığı gibi. Çünkü hepsi işkilli bir şüphe içinde bulunuyorlardı.

40:34 – Bundan önce size delillerle Yusuf gelmişti. O zaman da onun size getirdiğihakikatte şüphe edip durmuştunuz. Nihayet vefat ettiğinde de “Bundan sonra Allah asla peygamber göndermez” dediniz. İşte aşırı şüpheci olanları Allah böyle şaşırtır.

43:61 – Gerçekten o, (İsâ’nın yere inişi) kıyâmetin yaklaştığını gösteren bir bilgidir. Sakın kıyâmet hakkında şüpheye düşmeyip, bana uyun, bu doğru yoldur.

44:50 – İşte sizin inkâr edip durduğunuz şey budur.”

49:15 – Gerçek müminler ancak Allah’a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.

57:14 – (Münafıklar) onlara: “Biz sizinle beraber değil miydik?” diye seslenirler. (Müminler) de derler ki: “Evet ama, siz kendi canlarınıza kötülük ettiniz, gözlediniz, şüpheye düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. O çok aldatan (şeytan) sizi, Allah hakkında bile aldattı. Nihayet Allah’ın emri gelip çattı.

74:31 –

Biz o ateşin muhafızlarını hep melekler yaptık. Bunların sayılarını da ancak kâfirler için bir imtihan kıldık ki, kendilerine kitap verilenler kesin bilgi edinsinler, iman edenlerin de imanı artsın. Kendilerine kitap verilenler ve müminler şüpheye düşmesinler. Kalplerinde hastalık bulunanlarla kâfirler de: “Allah bu misalle ne demek istedi?” desinler. İşte böyle, Allah dilediğini şaşırtır, dilediğini de yola getirir. Rabbinin ordularını ancak Rabbin bilir. Bu, insanlar için uyarıdan başka bir şey değildir.
Bir şey ki eğer o Allah-dan ise şek ve şüpheyi ortadan kaldırır.O’nunla şüphe bir arada bulunmaz.
Şüphe şeytana ve nefse aid bir aldatmacadır.Aklın,kalbin ve duyguların bulandırılmasıdır.
İman ve yakîn şüpheyi tardeder.
MEHMET ÖZÇELİK
22-02-2014




ŞÖHRET

ŞÖHRET

Zirvelerde olma sevdası.Fırtınadan,boyrazdan,kar ve tipiden habersiz olarak…
Ancak zirveyle kişi arasında bir tenasübün olmaması,düşüşleri de hızlandırmaktadır.
Bu günlerde şöhretli,3 günde meşhur olmuş sanatçıların emniyetin uyuşturucu operasyonuyla, uyuşturucu kullanan insanların bir arada yakalanması,nazarları meşhurlara !!! çevirdi.
Şöhretle yapılan sanat birbirleriyle bağdaştırılmadı.
Oysa yıllardır görülmektedir ki;insanlar ya meşhur olmak için kaybetmektedirler veya şöhret olduktan sonra kaybetmektedirler.
Kişiye bir alkış uğruna elli takla attırmaktadır şöhret.
Desinler ve alkışlasınlar diye yapılan işler,köksüz ve ağırlığı,kıymeti devam etmeyen ve de kıymet kazandırmayan işlerdir.
Şöhret çok şeyi vermeden ve de bazı şeyleri kaybettirmeden elde edilecek bir meret değildir.

*Şöhret gdo-lu ürün gibidir.Olduğundan veya olması gerekeninden daha fazla şişirmek veya göstermektir.Altı ayda olacak bir ürünü hormon yoluyla altı haftaya belki de altı güne indirerek gerçeği gizlemektir.
Bu bir hızlandırılmış eğitim gibi olmayıp,gizlenmiş bir büyümedir.Gelişmemiş bir insanın aksine fazla gelişmişliği demektir ki;bu da obezite gibi hastalıklara davetiyedir.
Anne karnında dokuz ay on gün de olacak bir çocuğu altı aya indirmek için hariçten yapılan bir müdahaledir.Bu da yumurtanın içten gelişip oluşarak kırılması değil, dışarıdan müdahale ve kırmayla ölümüne sebep olmadır.
Gelişimi kısa olanın,hayatı da kısa olur.Çabuk büyüyen,çabuk ölür.İnsanın da gdo-lusu hastalıklara davetiye çıkarır.
Kısa sürede merdivenleri çıkarak şöhret olanın inişi de kısa sürede olur.

*Şöhret aynı riyadır,riya ve gösterişin ta kendisidir.
Şöhret,makam,mevki,mal;kişinin kendisi olmasına mani ve kendisini kaybetmesine önemli sebeblerdendir.
Kişiyi başkası ve başkaları olmaya sevkeder.
Bir türlü kendisi olamaz.
Hayat boyu başkası olmaya ve başkaları gibi yaşamaya,başkalarının beğenisini kazanmaya çaba sarfeder.
Esas olan ise,kişinin kendisi olması ve kendisi olarak kalmasıdır.
-Şöhret kişiye aid olmayanı kişiye mal eder.Bunu hazmedemeyip taşıyamayan bu kişi,bu yükün altında ezilir.

*Gerçek alim ve sanatçılar –hafâ turabı- altında kendilerini gizlemişler,olmuş ve olgunlaşmışlardır.
Şöhret olgunlaşmaya engeldir.
Riskli ve kaygan bir zemindir.
Şöhret şeytani bir sıfattır.
Gerçek şöhret,gözlere değil,gönüllere taht kurmaktır.

*Aldanma insanların samimiyetine ,
Menfaatleri için gelirler vecde ,
Vaad etmeseydi Allah cenneti ,
O ‘ na bile etmezlerdi secde ..
MEHMET ÖZÇELİK
31-01-2013




ŞEYTAN SAĞDAN GELDİ

ŞEYTAN SAĞDAN GELDİ
*Cemaatın hasenatı seyyiatından gayet çoktur.Hükümde ekseriyete göredir.
*Milli eğitimin devletin değil,cemaatın olmasını bütün gönlümle istemekteyim.
*Cemaatın sayılamayacak kadar başarıları vardır.
*Pandoranın kapağı açıldı.
*Kanalizasyon kapağı aralandı.Kokular ve sızmalar başladı.
*Düşmana gerek yok.Dostun düşmanlığı düşmana ihtiyaç bırakmıyor.
*Şimdi ve bundan sonra da devletin her yaptığı,alıp yerine getirdiği kadroların cemaatle ilişkilendirilmesi yoluna gidilecektir.
*Cemaat üzerlerine oynanan oyundan tam çekilmiş değil,çekileceğe de benzemiyor.
Birileri sürekli ateşe odun taşıyor,üflüyor.
Sıkıntı oynayanda.
*Oyuna gelindi.
Ben takdim ettiğim bu cemaata bu tevakkuf halinden kurtulmaları,durumlarını bir daha düşünmeleri için bir tavsiye niteliğindedir.
Cemaatın şimdi masumca!;”Değerleri hakkıyla temsil eden bütün siyasi partiler tercih sebebidir.” Açıklaması kaçışın bir göstergesi, seviye dışı bir tavırdır.
Bu bir Cibali baba tavrıdır.
Allah elbet bir Akşemseddin gönderir.Biz de amin deriz.
Fethullah Gülen yaptığı bir açıklamada şöyle diyor; “Ahirette eğer Allah imkan verirse Sefaatçı olacağım ilk kişi Ecevit olacak”.
1997 yılında hizmet içi amacıyla Denizliye gittiğimizde hoca efendinin yurtlarını da ziyaret ettik.Bizi bilmelerine rağmen,birbiriyle bağdaşmayan önce Atatürkün sonra da Bediüzzamanın slaytını gösterdiler.
Takiyye mi yaptılar yoksa öyle mi inanıyorlardı.
Dürüst olmak gerekmez mi?
Cemaatın rengi nedir?Yoksa çok renklerden oluşup,şimdi bu renklerin karışıklığı ve renksiz! leşme mi oluyor.!!!?
*Hoca efendi kendisini açık hedef haline getirdi.Ağırlığını korumalı,işi alt seviyeye indirerek hissi ve etrafının dolduruşuna gelerek değerlendirmemeli idi.
*Şimdi ise olur olmaz,doğru yanlış şeyler gündeme getirilerek,kendisi hakkında hüsnü zanlar su-i zanna dönmektedir.
*Önceden hüsnü zannı olanların şimdi söylediklerini buraya taşımak ağır gelir.Yine de yumuşatmaya ve bazı noktalarda müdafaaya mecbur kalıyoruz.
*Kirli işe alet olunuyor.Kirli işin eli ve dili olunuyor.
Bunun vebalini dünya taşımaz.
Sağ kesimi kendisinden koparan cemaat,neredeyse sol kesim tarafından savunulur duruma gelmiştir.
Düşünmek gerekmez mi?
*Operasyon büyük.Amaç devletle cemaatın ötesinde bir durum.
Cemaatle cemaatları karşı karşıya getirmek.Birikmiş hesapları nüksettirmektir.
*Bu iş zaman-sız olmadı.Zaman çok öncesinden hazırlanmıştı.İçtekiler dışa akıtıldı,kan kaybedilmeye başlandı.
*Oradan ayrılacak olan öğretmenlerin durumu ne olacak?
Peki ya,öküzünü satarak birkaç sene üst üste dershaneye göndererek yinede kazanamayan, ekonomik kayıp yaşayan milletin durumu ne olacak?
O halde bırakın eğitime dokunulsun,kapalı yollar açılsın.
Kapalı tutularak birilerine rant sağlanmasın…
Tamda özelleşme,okullaşma,sağlık bakanlığındaki gibi özel cemaatlara aid okulların açılması zamanıdır.
Nimet ve imkân tepiliyor.
*Yine Denizlide Süleyman efendi gilinde yurtlarını ziyaret ettik.Muhteşemdi. Kendilerine;neden burayı üniversite yapmıyorsunuz,dediğimde;
-Üniversiteye bugün izin çıksın,buraları hemen okula çevireceğiz.Yurtlarımızı ona göre yapıyoruz,dediler.
Bu durumu dayıma anlattığımda dayım;sen birde Ankaradakini bir gör, dedi. Sevinmiştim.
İşte imkan ve tam da sırası.
Solcuların itiraz edeceği noktaya cemaat oturdu,Onlara ihtiyaç kalmadı.
şeytan sağdan geldi.
*Mesele dershaneler meselesi olmaktan çıkmıştır.
*Cemaat akp-yi ne kadar etkiler sorusundan daha önemlisi,bu durum cemaatı çok ama çok etkiler.
Akp-nin oyunun her düşmesi,cemaata eksi büyük bir puan olarak yansıyacaktır. Arkasına birde beddua eklenerek.
Kaybeden cemaat olur.
*Sahabeler bile sıffin ve cemel vakasında hata yapmışlar.Binlerce insan şehid olmuş.Bir çok evliya ve alimlerin hak yolda iken saptıklarını ve sapıttıklarını görmekteyiz.Hak namına haksızlığa taraftar olan insanlar az değildir.Her insan hata yapabilir.
Meczub olan cibali babalar –gavurcuklarım-diyerek,dostlarına muhalefet etmiştir.
*Hoca efendi hayattayken yapılan bu kontrolsüz hata,acaba ya gidince nasıl bir hal alır?
Onda külli miras ve onları yönetme kavgaları.İnşaallah olmaz.
Ancak her olmaz olmaz değil.
*Tayyib İsraillilere dokunmakla yanlış yaptı-diyerek buradan vurmaya çalışanlara sormak lazım,kimden yanasınız?Ayıdan mı,dayından mı?
*Şimdiye kadar fitne tohumları ekildi,şimdiden sonra ise sulanacaktır.Bir müddet sonra da dermek için.
Yaralanmalar oldu,bu yaralar gittikçe hemen kapanmazsa daha da açılacaktır.
Bu durum başta cemaatın bölünmesine sebeb olacak,hizmet ehli ile,medya ve ekonomik yönetimdekilerin ayrıştırılması başlayacaktır.
Maddeye çok dalındı.
1970-lerde Süleyman efendigil tenkid edilir,köylerden yiyecek toplamaları kınanırdı.
Bu cemaat onları çoook geride bıraktı.Holdingleşti.Siyasallaştı.
Allah daha ziyade versin,istikamet çerçevesinde…
Basiretli olana düşen ise;ekmemek,ekilmemek,biçilmemek,biçimlenmemek.
*Cemaatten bir dosta şunu söyledim.Erdoğan chp ve mhp-den yüzde bir almak için çok ince noktalara dikkat ediyor.Siz ise oyunuzun yüzde sekiz olduğunu söylüyorsunuz. Erdoğan bunu nasıl göz ardı edebilir?
Erdoğana doğrudan varamayanlar,onun çevresini boşaltmaya çalışıyorlar.
Yandan ateşe başlanmaktadır.
*İstemeyerekte olsa iki yazı kaleme aldım,sırf ateşe odun taşımamak için.Ancak ateşin devam ettiğini görünce karınca misal su taşıyayım dedim.Bu tehlikeler olmayacak değil,izmirde söylentide olsa yapıldı.Ecevite verildiği söylendi
*Cemaatın belki de çok az bir kısmı,biz akp-ye mahkummuyuz, diye diğer partilere işaret etmektedir.Hele hele İstanbul! belediye seçimleri.
Bazı sözlerimi şimdilik mahfuz tutuyorum.Sonraya bırakıyorum.
Eğer gerçekten böyle bir durum olursa,zaten kan kaybetmeye başlayan cemaat bu durumda söner.Chp-ye oy vermesi halinde kendisiyle ters düşmekle kalmaz,şimdiye kadarki gösterdiği kişiliğini,kaybetmiş olur.
Şimdi erken de görünse parti kurma düşünceleri hizmeti hezimete götürür.
Sol partilere vermemeye mahkumsunuz.Düşmanla bir olup mevcut partiyi yıkmamaya mecbur ve de mahkumsunuz.
Bu işin şakası bile insanı ürpertmektedir.
*Cemaatın güç denemesi ve nabız yoklaması mı?Yoksa onun da mı üzerinde bir durum?
*İfrat hareket kimde olursa olsun vasatı bulamaz.Tefrite gider.
*Benim Erdoğana bir oy yakınlığım var.Bir duam var.Biri tesbit ikisi tenkidden oluşan üç tanede yazım var.
*Bu kavgada bir basiret körelmesi görülmekte,basiret bağlanması yaşanmaktadır.
*Cemaatın bir imtihanıdır bu olaylar.Bir silkelenmedir.İçteki arınma ve alınma faaliyetidir.
*Bölünmelere yol açabilir.
Müsbet bir değerlendirme ile bu durum bir görev taksim-idir.
*Münafıklar her boşluğu değerlendirip alevlendirmeye,masumca görünüm altında üfleyerek şişirmeye çalışmaktadırlar.
*Bu kavgadan her iki tarafta zararlı çıkar.Ancak en çok zararı cemaat görür ve de gösterir.
Hükümet yıkılırsa,cemaat onun altında kalır.
Abdulhamidi yıkanlar,bir asırdır onun altında inlemektedirler.
Ne hazin değil mi?Tarih tekerrür ediyor…
At iziyle it izi birbirine karıştı.
Basiretli olmak gerek…
*Bu yazı yazmasını istemediğim.zamana bırakmayı düşündüğüm halde,dostça yazılmış bir yazıdır.
MEHMET ÖZÇELİK
21-12-2013




SÜLEYMAN EFENDİ

SÜLEYMAN EFENDİ
*Devlet gittikçe belli ki olgunlaşıyor.Dersimle başlayan özürler inşallah devam eder.
Ancak kendilerinden özür dilenecek epey yıldız insanlar vardır.bunlar Bediüzzaman Said Nursi,Süleyman Efendi,Nakşisi,Kadirisi gibiler.
Ancak millet devletten çok daha önce olgunlaştı.
*İrinler deşilmeli,tarihle yüzleşilmelidir.Yoksa hastalık ve koku gittikçe artarak yayılır,gelecek nesilleri de hasta eder.
*Kim istemiyor?
Yarası olan.
Suya sabuna dokunmayın,kirli kalsın,diyenler.Yarasa gibi karanlıktan ve kirlilikten medet umanlar.
Veya aşağıya tükürse sakal,yukarı tükürse bıyık,pozisyonunda olanlar.
*Bu gibi zatlardan özür dilenmeli.Hayatlarında iken rahat vermediğimiz bu insanları kabirlerinde dahi rahat bırakmamışız.
Nitekim;O’nun hayatından korkanlar,ölümünden dahi korktular.Fatih camii haziresine gömülecekken bırakmadılar,zorla Karacaahmed-e gömdüler.
*Devletten darbe yiyen bu insanlar devlete kurşun sıkmamış,darbe yapmamışlardır.
*Cemaatları birbirine kırdırmaya çalışanlar bu gün bunun kirli bir örgüt işi,psikolojik hareketlerin bir sonucu olduğu ortaya çıkmıştır.
*Süleyman Efendinin hedefi Kur’an-ı Kerim-i öğretmekti.
*Resmi olanlar devlet adına o ve o gibilerden özür dilesinler,ben de buradan millet adına onu tanıtmam özür yerine geçsin.
*Bu yazı onun ve onun gibilerin ruhaniyetinden istimdad ve bir özür manasınadır.
*Silistreli Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazretleri 1888-1959 (16 Eylül) yılları arasında yaşamıştır.
*Osmanlı medreselerinde yetişmiş alim bir zattır.
*Zahiri ilimler gibi,batini ilimlere de vukûfiyeti tâmdı.
*Cami gibi abide bir şahsiyettir.
*Cami duvarına bevledenlerin hedefi olmuştur.
*Manevi kıtlık döneminde insanları Kur’an etrafında toplamıştır.
*Kendileri Süleyman-cı adını kendilerine vermemiş ve o düşünceyle bir hesaplı cemaat değil,millet tarafından verilen bir addır.
*Bunlara isnad edilen,peygamberlik iddiasında bulunması gibi isnadlar tamamen bir iftira ve cehaletten kaynaklanmaktadır.
*Kendisi Dâr-ul Hilafet-il Âliye-nin Tefsir ve Hadis bölümünü birincilikle bitirir ve Medreset-ül Mütehassisin-den doktorasını tamamlar.
*Cumhuriyetin kuruluşunda geçmişe aid değerler yıkılmaya çalışıldığı gibi,değerliler de değersizlendirilmeye çalışılmıştır.
*Babası oğlunu doğmadan önce gördüğü rüya ile daha da sevmeye ve saymaya başlar.
Rüyasında vücudundan ayrılan bir parçanın göğe yükselerek etrafı aydınlatması,dünyaya gelecek çocuğunun münevver ve münevvir olacağına yorar.Öyle de olur.
*Şehadetname ve icazetnameye sahiptir.
*O şöyle diyordu:”Bizim hiç duracak zamanımız yok.Ümmeti Muhammedin evlatları cehenneme bir sel gibi akıp giderken,biz onlara seyirci kalamayız.Bu selden ne kütük kurtarırsak kârdır.”diyordu.
*Hz.Ebubekir-in;”Ya rab vücudumu öyle büyüt ki,ehli imana yer kalmasın.”
*Bediüzzamanın,” Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.”sözleri gibi…
*Ehli sünnet çizgisindedirler.
*Nakşi tarikatına mensubiyetleri vardır.
*Kendileri 33.soy ağacı zincirinde Hz.Ebubekir-e dayanır.
*15.soyda Muhammed Bahaeddin Nakşibendiye bağlanır.
*23.soyda İmamı Rabbaniye dayanır.
*Eser yazmamış,canlı eserler yetiştirmiştir.
*Yurtlardaki öğrencilerine İbtida-i ve Tekamül dersi verirler.
*1936 yılı onun çile yılıdır.
*Oda Bediüzzaman gibi hapse girdi.
*Vaazlık belgesi elinden alındı.
*Süleyman Efendi;Kur’anın lafzının muhafazasına,Bediüzzaman ise mânanın muhafazasına çalışmıştır.Kuranın etrafındaki surlar yıkılınca bunlar sahip çıkmışlardır.
*1951 yılından itibaren kurslar açılmaya başlanır.İlk Konya ve Üsküdar-da faaliyet gösterir.
*İstanbul-dan Ankara-ya iki bilet alır,gidiş-dönüş bileti ve yolda öğrencilerine Kur’an öğretir.
*Amele pazarından getirttiği işçilere ücretlerini öder,iş yerine onlara Kur’an-ı Kerim-i öğretirdi.
*Bu dönemler Kur’an-ı Kerim-in yasak edildiği,okuyanların ise cürm-ü meşhud gibi yakalanarak hapse atıldığı dönemlerdir.
*Kayserili bir büyüğümüz olan Ali Mutlu abimiz bununla ilgili bir hatırasını şöyle anlatmıştı;
-Babam bize Kur’an-ı öğreteceği zaman ben kapıda durur, gelip gidenin olup olmadığına bakar, babam abime Kur’an öğretirdi.
Sonra abim kapıyı gözler babam bana Kur’an-ı öğretirdi.İşte Kur’an-ı böyle öğrendim.”
Bunlar binlerce örnekten biridir.
*Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, İsmet İnönü döneminde, CHP döneminde yaklaşık 900 caminin yıkıldığının bilindiğini belirterek, ”Mihrişah Sultan tarafından yaptırılan mescit, 1941’de çıkarılan bir kanundan faydalanılarak CHP ocağına dönüştü ve caminin giriş kısmına CHP’nin simgesi 6 ok konuldu” dedi.
*1959-da Süleyman Efendinin,1960-da da Bediüzzaman Hazretlerinin vefatıyla bu memleket iki büyük değerini kaybetti ve bu boşluktan yararlanan yarasa tabiatlı kimseler ilk darbeyi yaptılar.
*16 Eylül 1959 tarihiydi. Bediüzzaman Hazretleri aniden şiddetle rahatsız oldu. Bu rahatsızlığı üç gün devam etti. Gazete okumadığından ve radyo dinlemediğinden hâl-i âlemden haberi yoktu. Üç gün sonra İstanbul’dan Rüşdü Bey isimli talebesi geldi. Onu görünce hemen ahvâl-i âlemden ve İstanbul’da ne olup bittiğinden sordu. O da “Üstadım, Süleyman Efendi vefat etti” deyince, üstad birden kalkarak “Kardeşim, Şeyh Süleyman mı? Şeyh Süleyman mı?” diyerek dikkatle sordu. “Evet üstadım, Şeyh Süleyman” deyince Bediüzzaman şöyle dedi: “Kardeşim ne zaman vefat etti?” Bu soruya verilen cevap bizi daha da hayrete düşürmüştü. Zira tam vefat ettiği saat Bediüzzaman hastalanmış ve bu manevi elemi hissetmişti. Bediüzzaman, devamla “Kardeşim, Allah rahmet eylesin, Allah rahmet eylesin, mübarek veli bir zattı, mühim hizmetler ifa etti. Allah rahmet eylesin.”
Süleyman Efendinin bendelerinden Arif Hikmet Köklü beyefendi 14.09.2001’de şu enteresan hatırayı anlatmışlardır; “Bazı kimseler Bediüzzaman Said Nursi aleyhinde neşriyatta bulunuyorlardı. Onların tesirinde kalarak Şeyh Süleyman Efendi hazretlerine “Biz Said Nursi’yi nasıl bileceğiz?” diye sordum. “Bu Bediüzzaman hazretleri Türkiye’de en sevdiğim zattır” dediler. Yanından bir zat çıkıyordu, onu kast ederek “Siz gelmeden önce bir zat gelmişti. Said Nursi hazretlerinin yanından gelmiş ve sohbetinde bulunmuş. Sohbette bizim bahsimiz olmuş. Ayağa kalkarak: “Ne kadar sevap kazanmışsam yarısını Şeyh Süleyman efendiye veriyorum” dediğini bize nakletti. Biz de o zata dedik:”Biz de bu güne kadar sevap ve hayır namına ne kazandı isek hepsini Said Nursi hazretlerine hediye ediyoruz. Bunu kendisine bildirirsiniz.” …Yine Arif beyin nakline göre Süleyman Efendi şöyle buyurmuş: “Said Nursi’ye makamını bizzat Resulullah vermiştir. En yüksek dereceye çıkmıştır. Hz.Allah’ın ilham ettiği şekilde yazacak, onun hizmeti de öyle…”
Değerli âlimlerimizden Abdullah Tekin Hocaefendi, Konyalı bir büyüğümüz. Süleyman Hilmi Tunahan Efendi’den ders görmüş, Konya’nın medar-ı iftiharı Hacı Veyiszade Efendi’nin de yakınında bulunmuş çok tatlı bir insan. Merhum Şahin Yılmaz Hocaefendinin cenazesinde görüştüğümüzde çok güzel şeyler anlattı. Sizlerle paylaşırken, Cenab-ı Hak’dan kalplerimizin birbirine daha sıkı perçinlemesini niyaz ederiz;Süleyman Efendi-de 56-59 arası okudum. Çamlıca-da, Bediüzzaman Hazretlerinden zaman zaman bahsedilirdi. “Eğer Bediüzzaman Hazretlerinin talebeleri ile aranızda bir ihtilaf çıkarırsanız huzur-u ilahide iki elim iki yakanızdadır derdi. “
“Mehmed Kırkıncı Hoca, dersiamlardan Dursun Efendi’nin Süleyman Efendi hakkındaki bir sözünü de şöyle anlatmaktadır: “1970-li yıllarda dersiamlardan ve Mahmud Efendi’nin hocası olan Of-lu Hacı Dursun Efendi, Erzurum-daki Kümbet Medresemizi ziyaret etmişti. Her yönüyle büyük bir alim olan Dursun Efendi-ye herkesi sordum ve o da anlattı. Mesele Silistreli Süleyman Efendiye gelince, aynen şu cümleleri söyledi:Süleyman Efendi de dersiamdır; ancak o Allah-ın hususi bir inayet ve ihsanına mazhardır ve akranlarından farklı bir simadır. Başından beri onun böyle olduğunu hissediyorduk.”
11-12-2011
MEHMET ÖZÇELİK




SURİYE DUYGUSUZLUĞUN BİR BEDELİDİR

SURİYE DUYGUSUZLUĞUN BİR BEDELİDİR
Suriye-de akan kan,İslam dünyasının,Müslümanların duygusuz,hissiz ve şuursuzluğunun ağır bedelidir.
İslam dünyası bedel ödüyor.
İstiklal savaşında verdiğimiz bedel kadar bir bedel verilmektedir.Ve hala da verilmeye devam etmektedir.
Bedeli hem İslam dünyası ve hem de bil-fiil Suriye yaşayarak ödemektedir.
Suriye-de insanlığın en büyük vahşeti yaşanmaktadır.
Duygularımız adeta yok olmuş..depreşmiyor..Hislerimiz kabarmıyor..aklımız durmuş..vicdanlara kilit vurulmuş.
Meğer ölüymüşüz..kan kaybetmişiz.
Kan-sız-mıyız?
Kan siz-siniz…
İnsanlığın kaldıramayacağı,dünyanın taşıyamayacağı ağır bir yük.
Dünyanın kapanmasına sebeb olacak faktörlerden.
Çocuk-kadın-yaşlı-hasta demeden..55 bin resimle belgeli zulüm örnekleri.. hayvanlar dünyasına rahmet okutacak bir hal var…
Hal-siz-lik…bit-miş-lik…Çürümüş-lük hüküm sürmekte…
Ancak cehennemin temizleyebileceği bir kirlilik…
-İslam dünyası iyi bir imtihan veremezken,batı çok mu temiz?
Bir köpeği için dünyayı ayağa kaldıran batı,bu duruma sessiz,hissiz,sahipsiz…
İnsanın değeri hayvandan çok aşağı düşmüş.
Batı yine medeni değil,deni…
İnsan hakları savunucuları ile,hayvan hakları savunucuları yer değiştirmeli…
-İnsan suriyedeki vahşeti duyup gördükçe söyleyecek kelime bulamıyor.
İnsanlık ve bizler her şeyin bittiği yerdeyiz.
Belanın gelmemesi için hiçbir sebeb kalmamış!!!
Gerçi insanlık daha nasıl belasını bulsun ki?!
Vuranlar ve susanlar…
İslam coğrafyası yanıyor..yangın büyük..efendimizin buyurup haber verdikleri gibi;ahirzamanın en âhirindeyiz.
Belalar hak ettiğimiz için mi geliyor yoksa çöken duygularımızı ayağa kaldırmak için mi?
Göz yaşları denizi yükseltip gemileri götürmek için mi?
Akan kanlar bir kefaret ve bir diyet mi?
Masum ve mazlumu anladım da,ya zalim,ya suskun,ya bir karınca misal olamayan için?
Bütün kapılar kapanmış,sadece sema kapılarının açık olduğu bir zamandayız…
Allahım!rahmetini indir,merhametimizi kabart,basiretimizi aç,kardeşliğimizi pekiştir,ittihad ve ittifakımızı tesis et.
Bizi ayağa kaldır…Amin…
Mehmet Özçelik
16-04-2014




SEVGİ-ANNE ŞEFKATİ VE KÜRTAJ

SEVGİ-ANNE ŞEFKATİ VE KÜRTAJ
*Hz.Alinin:”Kur’an besmelede,besmele ba harfinde,ba harfi de altındaki noktadadır.”der.
Sırrı ise; Kur’an-da Allah lafzı;ötre olarak;980,esre olarak 1125,üstün olarak 592 ve toplam; 2697 defa en çok geçen kelimelerdendir.
Allah-elihe kökünden;şefkat,sevgi manasınadır.
Rahman ve Rahim aynı kökten,sevgi ve şefkat manasınadır.
Rahman rızık veren manasıyla beraber,daha çok dünyada,rahim ise daha çok âhirette tecelli edecektir.
*Ana rahmine bir damla su olarak düşmesi Alak olarak isimlendirilir.
Alak iki manaya gelir;1-Ana cidarına,duvarına yapışma ve asılma.
2-Alaka ve ilgi manasınadır.
İnsan bir alaka ve ilgi,anne babanın sevgisiyle var olur.
-Ana rahmi,rahmı mader.Rahim Allahın isimlerindendir.Anne karnına ana rahmi veya rahmi mader denilmiş zira Allahın rahmetinin en fazla tecelli ettiği,hayata mazhar olunduğu yerdir.
*Güzel adetlerimizden olan sılayı rahim,akraba bağlılıklarının sürdürülmesi de rahmi sürdürmek olarak isimlendirilmiş.Yani aynı ana karnından dünyaya gelenlerin birbirleriyle olan iletişimlerini sürdürmeleri demektir.
*Varlıkların yaratılışı sevgi üzerinedir.
*Efendimiz buyurur;“Evvelu mâ halakallâhu nûri
– Evvelu mâ halakallâhu cevhereten”
-Allahın ilk yarattığı şey benim nurumdur veya bir cevherdir.
O cevher ise maddenin aslıdır.
Fizikteki Big-Bang- büyük patlama o ilk nurun açılımıyla gerçekleşmiştir.
Zira o zat Habibullahtır.Allahın sevdiği zattır.
“Sen olmasaydın,sen olmasaydın alemi yaratmazdım”hadisi kudsisi bu manayı açıklar.
-Bütün İlâhî isimler ilk defa nur-u Muhammedî’de tecelli etmişler. Meselâ, onda Muhyi isminin tecellisi var ve o nur hayat sahibi. Sonraki safhalarda yaratılacak olan bütün hayatlar, ilk defa onda tecelli eden bu ismin ayrı tezahürleridir. O nurlu hayat, bütün hayatların başlangıç noktası ve çekirdeğidir. Ama, bütün hayat çeşitleriyle Resulûllah Efendimizin (asm) o pâk ve münezzeh ruhu arasında bir ilişki kurmaya kalkışmanın da yanlışlığı ortadadır.
Muhabbetten Muhammed oldu hasıl
Muhammedsiz muhabbetten ne hasıl!
*İbrahim peygamberin lakabı,Ebu Rahimdir yani şefkat ve sevgi babası.O halilullahtır,Allahın dostu ve sevdiği.
*Habbe-hububat yani tohum,muhabbet ve sevgi kökünden türetilmiş olup,muhabbetin maddi şekle girmiş halidir.Sevgi ve muhabbet manasınadır.
Bedenimizi devam ettiren şeye habbe yani muhabbet manasına bu ismi vermişiz.
Habbe olan muhabbetle bedenimizi devam ettirmekteyiz.
*Yaratılışın ilk tohumu muhabbettir.Kâinat muhabbet üzerine bina edilmiştir.
*İnsan kelime anlamı yöneyle iki manaya gelir:1-Nisyan kökünden unutan anlamınadır.Yani Ruhlar aleminde Rabbisine vermiş olduğu sözü unutmuştur.
2-Üns,enis ve ünsiyetten gelir.Kendisiyle alışılan,uyumlu,sevimli varlık manasınadır.
*Sevgisi büyük olanın hazmı da büyük olur.
Sevgisiz insanlar hazımsız insanlardır.
Hazımsızlık ise yenilen şeylerden değil,yiyenden ve midesinden kaynaklanır.
*Mevlana-nın;Bâza bâza her an ki çi hesti bâza-Gel gel her ne olursan ol yine gel,deyip tüm insanlığı kuşatması,onun Vedud ,sevgi ve aşk ismine olan mazhariyetindendir.
*Anlatılır;Kayseri-de bir inek çalan şahıs pişman olup sahibini bulamayınca tavsiye üzerine Nevşehir-de bulunan Hacı Bektaş-ı Veliye çalıntı olduğunu söyleyerek kabul etmesini söyler.
O kabul etmez ve Konya-da bulunan Mevlana-ya götürmesini söyler.
Mevlana kabul edince o kişi bunun çalıntı olup neden Hacı Bektaş kabul etmemişken kabul ettiklerini sorunca Mevlana;
-Bir yerde bir leş olunca oraya kargalar hemen üşüşür,işte biz öyleyiz.Şahin ise tenezzül etmez.Hacı Bektaş ise şahin gibidir,der.
Merakını yenemeyip Hacı Bektaş-a vararak Mevlana-nın alıp kendilerinin neden almamalarının sebebini sorunca Hacı Bektaş cevaben;
-Bir okyanusa bir leş düşse,okyanus onu eritir,bir zararda vermez.Mevlana da okyanus gibi olup,ona bir zarar vermez.Biz ise göl gibi olup en küçük bir şey düşse hemen bulanır.Ondan kabul etmedik.
Büyükler kavga insanı değil,sevgi ve yücelik insanıdırlar.
*Atomların bile arasındaki cazibe muhabbetten ileri gelir.
*Peygamberleri başarılı kılan sevgiyi takip etmeleri,firavun gibiler ise kin ve nefreti sürdürmeleridir.
Âyette:”Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet.”
*Toprak ana.Her şey o ananın kucağına sığınır.Orada hayat bulur,sıcaklık bulur.
*İnsanlar niçin dünyayı çok sever?diye sorulduğunda şu cevap verilmiştir;
-İnsanlar dünyanın çocuklarıdır.Çocukta ise yaratılış itibarı ile ana sevgisi vardır.
Toprak ana..İlk yaratılış ondan,hayatı devam ettiren her şey ondan,öldükten sonra dönüştüğümüz şey yine odur.
*Yumurta bile sıcaklıkla civciv oluyor,hayat buluyor.
*Anne şefkati muhabbetle öne çıkar.
*Ailenin temeli muhabbet ve hürmet üzerinedir.
*Kızlar zayıftır ancak anneler kuvvetlidir.
*1989 yılında meşhur bir sanatçının her şeyi varken intihar etmeden bıraktığı son not düşündürücüdür;
‘Eğer anne olsaydım intihar etmeyi düşünmezdim.’
Annelik insanı hayata bağlayan en kuvvetli bağdır.
*Anne kendisi için değil,başkası için,yaratılışa annelik yapması için var edilmiştir.
*Annenin rızası elde edilmelidir.
Efendimizin israiloğulları zamanındaki anlattığı mağarada kalan üç kişinin güzelliklerini vesile ederken,üçüncü kişinin annesine yaptığı iyilik hürmetine kurtarılmalarını istemeleri üzerine mağaranın kapısı açılmıştır.
*Beyazıd-ı Bestami Hazretleri şöyle der:
-Halk bulunduğum mertebeye beni erdiren hususla ilgili olarak değişik yorumlar yapıyorlar. Ne o, ne bu? Ben neye erdimse “annemin rızasını” kazandığım için erdim.
*Şefkat su-i istimal edilmemeli.Dünya hayatını kurtarmaya çalışırken,ebedi hayatının kurtarılmasında anne ihmal etmemelidir.
*Sevgiyi temsil eden Güneşle,şiddeti ve nefreti ifade eden rüzgar mücadelesi sonucunda güneş adeta kişiyi mestetmiş,etkili olmuştur.
*Mevlana;Hamdım-Piştim-Yandım der.Muhabbet insanı hamlıktan kurtarıp pişirir.
*Kürtaj diyanetinde fetvasıyla cinayettir.
Çocuk anne karnında 24-25 günde tamamen teşekkül etmektedir.
Efendimizin hadisinde ise; insanın oluşumu üç kırkta tam teşekkül edip,120 günden sonra ona ruh üflenir.
-Kişi vücut benimdir,istediğimi yapabilirim,diyemez.
Çünkü ne kendisine ne de çocuğa o organları kendi vermemiş,bir yerden de almış değildir.
İstediğimi yaparım diyen kişi ne kendisine ne de karnındaki çocuğa gerçek sahip değildir.Zira o duyguları ona ve kendisine kendisi vermemiş ve takmamıştır.Kontrolü de elinde değildir.
Benim deyip kolunu kesemezsin.Zira hürriyet odur ki;Kişinin ne kendine ne de başkasına zarar vermesin.
*Cehalet asrındakilerin kızlarını diri diri gömüşünü anlatan Kur’an;’Ve izel mev’udetü suilet,bi eyyi zenbin kutilet.’
-Diri diri gömülen kız çocuğunun, hangi günahtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman’
-Yamyamların hep çirkin hareketlerinden bahsettik.Meğer medeni geçinen insanlar kendi çocuklarını dişleriyle parçalar gibi daha doğmadan öldürmekte ve de işin en acibi okumuş ve aydın geçinen doktorlarında bu cinayete ortak olmalarıdır.
*-Japonyada ve Çinde -40-50- dolar karşılığında kadınlar hamile kalıp 4-5 aylıkken cenini lokantalara satarak,müşterilere sipariş etmektedirler.
Tam bir vahşet örneği.
-Anne karnındaki çocuğun feryadına kulak vermeli.
-Akrep kadar da olsa şefkat göstermelidir.
Bu durum çocuğu değil,annenin şefkatini öldürmektir.
*Âyette:”Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da, sizi de biz rızıklandırırız. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır.”
MEHMET ÖZÇELİK
08-06-2012




SIRMA SAÇLIYDI!!!

SIRMA SAÇLIYDI!!!
İnsan, abartmayı seven bir varlıktır. Bundan dolayı kişi, elinden giden basit, kusurlu birçok şeyi çok önemli, çok güzelmiş gibi anlatır.Onu göklere çıkarır.
Kel ölür sırma saçlı olur, kör ölür badem gözlü olur.
Rahmetli çok iyiydi.
O kadar filimde rol aldı ki,yüzlerce defa kendisine tecavüz edildi ancak o bıkmadan sanatını sürdürdü!!!
Rahmetli sanatında taş gibiydi,hep kötü rollerde oynadı ama çok iyi bir insandı.
Ölürken bile şaka yapmaktan geri kalmadı.
Rahmetliyi görseydin ne güzel içki alemlerinde roller aldı,ömrünün yarısından sonrasını ise özellikle okullara giderek içkinin zararlarını anlatmakla geçirdi.
Solcuydu ama tok bir insandı.Ömrünün sonlarına doğru hep günah çıkarmaya çalıştı.
28 şubat ve öncesinde evet hatalar yapmıştı ama bir an boş durmamış,iyilik yapmaya bir an durmadan and içmişti.
Rahmetli olacak koç ve yiğit ve de sevecendi.Hep filimlerde de sevilen ! kişi rollerinde oynardı.
Nice sanatçılarımızın öyle kötü rol oynadıklarına bakılmamalı, arada sırada iyi rolleri oluyor,sonunun iyi bitmesi için mecburen kötü rollerde oynuyorlardı.
Hayat filimlerinin sonlarına yaklaşılınca güzel roller almaya çalışıyorlardı.
Ortasını bir türlü yakalayamayıp,hem ağlayıp hem de gülen bir millet olduğumuzdan;
Kemal-i Şen ve neş-e içerisinde gülen ve güldürülmeye çalışılan,gülmeye hasreti gideren bir millet haline her akşam getirilişimizde işin cabası.
Evlere şenlik bir Kemal!!!
Siyasetçilerimize de öyle kötü bakmayın.Onlarda sırma saçlı!!, al yanaklı !!,badem gözlü!!,inci sözlü!! insanlardı.
Kara kuru bir oğlan olsa da,kalbi çok temizdi!Bazen gürlerdi.Kömür dudaklı,sol bileği kuvvetli Bülent bir deli! Kanlı idi.
Hele biri vardı ki mesut yaşayışlı,derin ! bir kişiliğe sahipti.
Daha çevik gibi olanlarımızı da söylemiyorum.Onlar devamlı yedekte bulunur,yedek parça lazım oldumu kullanılırdı. İşi bitince de bir kenara atılırdı.Ama namı yaşardı.
En zirveye çıkan bile vardı.Sezgisi kuvvetli,her şeyi sezer ve ezer geçerdi.Bir kükredi mi soldan ve sağdan kimseyi bırakmazdı.
Öyle biri vardı ki yumruğunu demir eliyle masaya vurdu mu,kırk yılda topladıklarını bile dağıtırdı.
Türkü koruyan,evreni kuşatanlarımızda sadet harici girmiş kimselerdi.
Özel olarak çıkanlarımızda vardı ancak onlarda çok yaşamıyor ve yaşatılmıyordu.
Hepsinin amacı kadayıf pişirmekti.Kadayıfın altını kızartanlar,yakanlar,şekerini unutanlar,fazla kaçıranlar,velhasılı her bahçenin dikenlerinden,şeyy yanlış söyledim galiba-güller ve gül-de vardı.Ne ararsan….
Tanrı ?! gül-leri dikenlerden korusun!!!
*Kelin sırma saçlı badem gözlü olması için,mutlaka ölmesi lazım!!!.
Hele diğer sanatçılarımız ve siyasetçilerimiz de bir lsün,siz görün o zaman ne de çok sırma saçlılarımız varmış da,hayat-tayken kıymetlerini bilememişiz!!!
Yazık oldu bize,şey yani yazık olsun bize!!!Meğer değerlerimizi!!! Bilememişiz….
-Kimler geldi kimler geçti bu felekten
Kalbur ile un elerken,deve geçti bu elekten…
-Zorlamayın ağlayamam,ölü benden olmadıkça
Birer birer tükenir mi,biner biner ölmedikçe…
-Ben niye sırma saçlı olmuyor muşum?.Bari bir atasözü söyleyeyim de,hiç olmazsa onunla,ata sözlü,badem gözlü olayım.Hiç olmazsa şimdi olmasa da,sonradan hatırlanırım!!!
-Katıra sormuşlar;-Baban kim?
-Dayım attır-demiş.
-İlhamım devam ettiğinden bir tane daha söyleyeceğim;
-Bana geçmişini söyle,sana kim olduğunu söyleyeyim…
MEHMET ÖZÇELİK
20-01-2013




ŞİRKİN HEDEFİ;ALLAH’I ACİZ BIRAKMAK

ŞİRKİN HEDEFİ;ALLAH’I ACİZ BIRAKMAK
Müşrikler Allahı sürekli taciz etmişlerdir.Ta’ciz,aciz bırakmak demektir.
Allahın acziyyetini ifade edip kabul etmek için Allah’a çocuk isnad etmişlerdir.Öyle ki bunu yaparken de kendilerini güçlü,Allah’ı ise güçsüz göstermek amacıyla,Allaha kızlar ve kendilerine ise oğlanlar isnad etmişlerdir.”
Allaha inanıp,putlara ise kendilerini Allaha ulaştıran bir vasıta olarak gördüklerini söylemişlerdir.
Bunu yapmalarındaki önemli sebeplerden biri de;Allahı bilip sıfatlarında hataya düşmelerindendir.Allahın sıfatlarını anlayamadıklarından dolayı,kolay gördükleri inkâr yoluna girmişlerdir.
“Allah’ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah’ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hatâ ediyorlar.”
Oysa tüm” Mevcudat, Cenab-ı Hakkın vücub-u vücud ve vahdetine şehadet ettiği gibi, celâlî, cemalî, kemalî olan cemî sıfâtına da delâlet etmekle, Hâlıkın zatında naks ve kusur olmadığını ve şuûnatında, sıfâtında ve esmâsında ve ef’âlinde de naks ve kusur bulunmadığını ilân ediyor.”
Kendilerinin bir evi idare etmekten aciz kalmalarına rağmen,Allah nasıl oluyor da bütün bu kâinatı birden,hiç yorulmadan,kolaylıkla idare edebiliyor?
Bundan olsa gerek ki;Yahudiler Allahın kâinatı altı günde yarattığını,yedinci günde ise yorulup dinlendiğine inanmışlardır.
Cumartesi gününü kendilerine tatil ve dinlenme günü yapmaları bu düşünceden kaynaklanmaktadır.
Müşrikler Allaha çocuk isnad etmişlerdir.Bir yandan cinleri Allaha ortak kabul etmişler,diğer yandan da kız ve erkek evlat isnadında bulunmuşlardır.Yani hoşa gidenlerini kendilerine,hoşa gitmeyenleri de Allaha vermişlerdir.
Rabbimiz bu konuda:’Em lehul benât ve lekümül benûn.’,”Yoksa kızlar Allahın,erkekler sizin mi?”
*Yahudilerde melekler Allahın kızlarıdır,diyerek O’na evlat ve çocuklar isnad etmişlerdir.
*Hristiyanlar da Hz.İsa’nın Allah’ın oğlu ve hatta daha da ileri giderek,Allah’ın Hz.Âdemin işlemiş olduğu suçtan dolayı,bunu affettirmek amacıyla İsa’nın bedenine hulul edip girmiştir,diyerek Allah’a bir de cesed isnad etmişlerdir.
İsa ibnullah yani Allah’ın oğludur,demişlerdir.
Ehli Sünnet Allahı tüm beşeri sıfatlardan tenzih ederek,tevhide safiyeti esas almış,tüm yaratılmışlardan tecrid ve tenzih etmiştir.
Hatta öyle ki,sebepleri bile devre dışı bırakarak, Mehmet Feyzi Efendi-nin ifadesiyle;”Allah Taala ef’alini bil-esbab değil,indel esbab halk buyurur.”
Yani sebeplerle,sebepler vesilesi ile değil,onların yanında,oluşumu esnasında onlarında yanında bulunmasıyla yaratır.
Yani sebeplere cüz-i bir ücret verilmiştir.
“Hem siz, ne yerde ne de gökte Allah’ı âciz bırakacak kimseler değilsiniz. Ve sizin için Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.
-Allah’ın âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr edenler yok mu; işte onlar, benim rahmetimden ümîdi kesmişlerdir; işte onlar için (pek) elemli bir azab vardır.”

31-10-2011
MEHMET ÖZÇELİK




SIRADAKİLER

SIRADAKİLER
Yaratılışa uygun olmayan hiçbir idare ve yönetim,sürekli iktidarda kalamaz.
Tarihte nice Dakyanuslar,Firavunlar,Nemrutlar,Buhtun-nasırlar gelip geçmiş, kendileri gibi rejimleri de çökmüştür.
Peygamberler sevgiyi,firavun gibiler ise korkuyu esas almışlardır.
Sevgi ve korku merkezli insanlar ise,başkalarına kendilerini sevgi ile bağlatıp geliştirirken,korku ile de sindirirler.
Yetmiş küsur yıl tam bir baskı,takip,tehdit ve ölümle ve öldürdüğü milyonlarla ayakta durmaya çalışan kominizm ve onun temsil ettiği ülke olan Rusya,bugün neredeyse inancın temsilciliğini yapmaya,İslam ülkeleriyle ortak hareket etme yoluna gitmektedir.
Rejimlerin ömürleri,en fazla rejim sahiplerinin ömürleri kadardır.
Kominizm ve sosyalizm düsturları menfaat yönünden kendilerine uygun geldiğini ifade edenlere verdiği cevapta Bediüzzaman şöyle diyor:
” Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkîde muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer. Madem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var; elbette fıtrat-ı beşeriyeyi değiştirmek ve nev-i beşerin hilkatindeki hikmet-i esasiyeyi kaldırmakla, mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir.
Evet, ben neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren, müsavat-ı hukuk mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adaletle, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için, bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.
Fakat nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka kanununa zıttır. Çünkü Fâtır-ı Hakîm, kemâl-i kudret ve hikmetini göstermek için, az birşeyden çok mahsulât aldırır ve bir sayfada çok kitapları yazdırır ve birşeyle çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nevi ile de binler nevin vazifelerini gördürür. İşte o sırr-ı azîmdendir ki, Cenâb-ı Hak, insan nevini, binler nevileri sümbül verecek ve hayvânâtın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvânat gibi kuvâlarına, lâtifelerine, duygularına had konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidat verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.”
*Ancak nifak perdesi altında hareket eden bazı devletler bu varlıklarını biraz daha fazla perdeler altında götürmektedirler.
Bu ise maskelerin düşmesi ve ortaya çıkan gerçek yüzlerin görünmesiyle yıkılmaya mahkum olacaktır.
Arap baharı bu münafık yüzün perdelerinin düşmesidir.
*İslam ülkelerinin başlarına getirilen insanlar,dikkat edilirse görülür ki;o toplumu temsil etmekten uzak kimselerdir.
Sürekli kavga ortamını oluşturacak bu kimselerin getirilmesiyle,o devletlerin güdülmesinin önü açılmış olmaktadır.Türkiye,Mısır,Libya,Suriye,Tunus,Yemen bunların en belirginlerindendir.
Toplum böylece sürekli kavga ortamında tutulmuş,atılacak tüm adımlar baştan kesilmiş olmaktadır.Oraları işgal edip de yüklenmeye gerek kalmadan,siyasi yollardan esir alınmışlardır.
Bu ülkelerde kominizm,sosyalizm denendi ve şu anda pamuk ipliğiyle bağlanmaya çalışılan milliyetçilik sürdürülmeye çalışılmaktadır,kopana kadar.
“Ey sarhoş hamiyetfuruşlar! Bir asır evvel milliyet asrı olabilirdi. Şu asır, unsuriyet asrı değil. Bolşevizm, sosyalizm meseleleri istilâ ediyor, unsuriyet fikrini kırıyor, unsuriyet asrı geçiyor. Ebedî ve daimî olan İslâmiyet milliyeti, muvakkat, dağdağalı unsuriyetle bağlanmaz ve aşılanmaz. Ve aşılamak olsa da, İslâm milletini ifsad ettiği gibi, unsuriyet milliyetini dahi ıslah edemez, ibka edemez.
Evet, muvakkat aşılamakta bir zevk ve bir muvakkat kuvvet görünüyor; fakat pek muvakkat ve âkıbeti hatarlıdır. “
Kanser hastalığı gibi yayılmacı olan milliyetçilik akımı,toplumları bölen, ayrıştırılmaya müsait bir alandır.
Sırada toplumun fıtratına uygun olmayan milliyetçilik ve materyalizm akımları bulunmaktadır.Avrupa-dan gelen çatırtı sesleri,hem materyalizmin ve hem de milliyetçilik akımının dökülüşüdür.
Bu asır fıtrata uygun olmayan ideolojilerin ve rejimlerinin çöküş asrı olacaktır.
Köleliği reddeden insanlık ücretlilik dönemine geçmiş,buradan da tam özgürlüğünü elde ederek,sadece firavunların değil aynı zamanda firavuncukların dönemine de son verecektir.
İnsanlık gerçek çarenin nerede olduğunu büyük bir bedel neticesinde öğrenecek ve onu hayata geçirecektir.Tıpkı şu misaldeki gibi;
“Tito’dan Müthiş İtiraflar:
Ömrünün elli yılını komünist ideoloji yolunda harcayarak bu batıl davasında şöhreti yurt dışına taşmış bir insan olan Salih Gökkaya’nın daha sonra İslam’la müşerref olduğunu, komünizm fırtınalarının bütün dünyayı kasıp kavurduğu o günlerde, Salih Gökkaya’nın da “Türkiye Komünist Talebe Teşkilat Başkanı” sıfatıyla Yugoslavya Devlet Başkanı Mareşal Tito’nun şeref misafiri olarak Belgrad’a gittiğini, Ömrünün son günlerini geçirmekte olanTito’yu ziyaretlerinde, bu ihtiyar liderin büyük bir pişmanlık içerisinde;
“Yoldaş ben ölüyorum artık… Ölümün ne derece korkunç olduğunu size anlatamam. anlatsam bile sihhatli ve genç olan sizler, bu yaşta bunu anlayamazsınız. Düşünün ölmek.. yok olmak.. Toprağa karışmak ve dönmemek üzere gidiş… İşte bu beni çıldırtıyor.
Yoldaşlarım sizlere açık bir kalple itirafta bulunmak istiyorum: Ben öldükten sonra toprak olacaksam, diriliş, ceza veya mükafaat yoksa, benim yaptığım mücadelenin değeri nedir? söyleyin bana? Ha yoldaşlarımın kalbine gömülecekmişim veya unutulmayacakmışımı neye yarar? Ben öldükten sonra sizin alkışlarınız, takdirleriniz yılanları çıyanları insafa getirir mi? Bunun izahını Lenin,Engels,Marks yapamıyor. Artık Allah’a ve Peygambere inanıyorum ben. Dinsizlik çare değil. Düşünün kainatın bir yaratıcısı, şu muhteşem sistemin bir kanun koyucusu olmalıdır. bence ölüm son olmamalıdır..mazlumca gidenlerle, zalimce ölenlerin hesaplaşma yeri olmalıdır. Mazlumların ve haksızlığa uğrayanların “ah”larına kulak verece bir mercii olmalıdır. Marks bu mevzuda halt etmiş, uyuşturmuş beynimizi. Neden ölüm kapımıza dayanmadan bunu idrak edemiyoruz? belki makam, mevki ve şöhret bize engel oluyor. siz ne derseniz deyin ben inançtayım yoldaşlar” demiştir.”
“Benim ümmetim yağmura benzer; onun ilki mi daha hayırlıdır,sonrası mı daha hayırlıdır, bilinmez.”
Bunun içinde dünyadaki kavgaların bitmesi şarttır.
İslâmın zuhuru,dünyanın sulhu ile olacaktır.

13-11-2011
MEHMET ÖZÇELİK




SIR PERDESİ

SIR PERDESİ
*Her şeyin oluşumu intizamla yapılan bir tahrik iledir.
Allah kâinat gibi,insanın da duygularını tahrik ediyor.Bu tahrik bazen musibetlerle, bazen merakla,bazen şeytan ve görevleriyle,menfiliklerle, düşmanlarla, yangın,sel gibi afetlerle gerçekleşiyor.
Bir yandan şeytana kıyamete kadar kulların aldatılmasında müsaade edilmekle, kıyamete kadar bu tahrik,duyguların açılımı devam etmekte,diğer yandan da dünyanın öbür tarafında meydana gelen bir tsunami tüm dünyanın şefkat duygularını tahrik ediyor,onları onlara tahrike koşturuyor.
*Afrika-da açlıktan kırılan insanlara karşı dünyayı ayağa kaldırıp,şefkat ve yardım duygularını müsbet manada tahrik edip ortaya çıkarırken,diğer yandan da duygusuz insanların duygusuzlukları deşifre olmuş oluyor.
Bazen de unutulmuşları bu gibi vesilelerle hatırlatıyor.
Bir anlık şeytanın olmadığı düşünülecek olursa,imtihan fevt olur,ortadan kalkar.
Zira şeytan bir yandan menfi insanları deşifre ederken,diğer yandan da hakka taraf olan insanların Allah’a yakınlaşmalarını ve şeytandan kaçmalarına sebep olmuş oluyor.
Şeytan ve menfilikler olmasaydı,bu durumda da cennet ve cehennem,insanın yaratılması,peygamberlik müessesesi,duygulara ekilen farklı kabiliyetlerin neşv-u neması gerçekleşmemiş olurdu.
Aynı zamanda Peygamber Efendimizin yaratılması gibi,farklılıklar da ortaya çıkmamış olurdu.
Eğer gerçekten yapısı itibarıyla tamamen şer olan şeytan,nice sayısız hayırların ortaya çıkmasına vesile olduğunu idrak etseydi,şeytanlığı bırakırdı.
Bir vakıadır ki;Bir gün öğretmenler toplantısında baş örtüsü meselesinin gündeme getirilerek karıştırılacağını duymuş,durumu müdüre söyleyerek tedbirli olmasını hatırlatmıştım.
Müdür bunu gerçekleştiremedi.Menfi olan insanlar içlerindeki kirleri dışarıya akıttılar.
Sonunda ben kalkarak,birazda ağır ifadelerde suskunluğu sağladım.
O sırada sürekli sessiz kalıp,dinlemekte olan felsefe öğretmeni kalkıp ilk ve son cümle olarak şunu söyledi;
-Müdür bey,lütfen bu meseleleri gündeme getirmeyin.Açıldıkça örtünen insanların sayısı da artıyor.
Doğru söylemişti.Bu tahrik insanların içinde bulunan inanç duygusunun ortaya çıkmasına vesile olmuştu ve hala da olmaktadır.
*Allah alemde her şeyi tahrik ediyor.Yani her şeyi harekete geçiriyor.Hareket neticesinde hayat varlığını sürdürüyor.
Tıpkı kışın şiddetli hareketinin,baharın güzel görünümünü oluşturmaya sebep olması gibi.
Savaş olmasaydı,askeri gelişmeler,hastalık olmasaydı tıbbi gelişimler gerçekleşemezdi.
Böylece hem müsbet ve hem de menfi oluşumların ortaya çıkması,eşyayı tahrik iledir.
*Urfalı büyük şâir Yûsüf Nâbî (vefat 1712), çağdaşı olan Çorlulu Ali Paşa’nın kararıyla evi yıkılıp perîşân olunca aşağıdaki gazeli yazmış.
Derler ki; “Keşke yüz evi olup yüzü de yıkılsaydı da Nâbî’den, böyle yüz eser kalsaydı.”
Bu şiire çok sonraları yapılan nazire ve tahmisler cidden kayda değer evsaftadır.

Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da gâmın da rûzgârın görmüşüz.
“Zaman bağının baharını da gördük güzünü de; üzerimizden neş’e rüzgârları da geçmiştir gam fırtınaları da.”
*Nitekim Mehmet Akif-e tekrar İstiklal Marşı yazıp yazamayacağı sorulduğunda cevaben;
-Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın,der.
Zira öyle bir istiklal marşının bir daha yazılabilmesi için,bir istiklal savaşının daha olması gerektir.
*Kendimde Bosna-Hersek-de Sırpların zulmünün film yapılıp seyretme sonucunda yazmış olduğum –Belene-adlı şiiri bir daha yazmaya çalışsam yazamam.
Yazılabilmesi için bir Bosna savaşı daha olması gerekir.
Kâinatta her şeyde hayrın ortaya çıkmasında,netice ve değer itibarıyla şerrin de çıkmasında bu tahrik durumunun ne kadar önemli olduğunu Bediüzzaman şöyle izah ediyor:
“ Demek bu rahmet ve irade-i nimeti çalıştıran, terahhum ve tahannündür. Yâni “acımak ve şefkat etmek” mânâsı, rahmet ve nimeti tahrik ediyor. Ve o müstağni ve hiç kimseye ihtiyacı olmayan zâtta olan terahhum ve tahannün mânâsını tahrik eden ve izhara sevkeden, elbette o zâttaki mânevî cemâl ve Kemâldir ki, tezahür etmek isterler. Ve o cemâlin en şirin cüz’ü olan muhabbet ve en tatlı kısmı olan rahmet ise, san’at âyinesiyle görünmek ve müştakların gözleriyle kendilerini görmek isterler. “
*Bütün mevcudatın hakaiki, bütün kâinatın hakikati, esmâ-i İlâhiyeye istinad eder. Herbir şeyin hakikati, bir isme veyahut çok esmâya istinad eder. Eşyadaki san’atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ, hakikî fenn-i hikmet Hakîm ismine ve hakikatli fenn-i tıp Şâfî ismine ve fenn-i hendese Mukaddir ismine, ve hâkezâ, herbir fen bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemâlât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatleri esmâ-i İlâhiyeye istinad eder. Hattâ, muhakkıkîn-i evliyanın bir kısmı demişler: “Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir. Hattâ, birtek zîhayat şeyde, yalnız zâhir olarak yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir.”
*“Öyle de: Küfür ve masiyet, adem ve tahrib nev’inden olduğu için, cüz’-i ihtiyarî bir emr-i itibarî ile onları tahrik edip müdhiş netaice sebebiyet verebilir.”
*“İşte “İmam-ı Mübin”in imlâsı ile, yani kaderin hükmüyle ve düsturu ile kudret-i İlahiye, icad-ı eşyada herbiri birer âyet olan silsile-i mevcudatı, “Levh-i Mahv-İsbat” denilen zamanın sahife-i misaliyesinde yazıyor, icadediyor, zerratı tahrik ediyor.”
*” Nasılki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebatatın, tohumların, ağaçların istidadlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar; fıtrî birer vazife başına geçer.”
* Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidadları tahrik edip kamçıladı; “İslâmiyet tehlikededir, yangın var!”
“Güya dest-i kudret, celal ile o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi.”
*“Tergib ve terhibin devamı ancak vicdanda mevcud tahrik edici bir âmirin vücuduyla olur.”
“Akılları; marifete, dikkate tahrik eder.”
“ Nurlar Külliyatının ekserisinde tam bir muharriklik vazifesini deruhde eden Üstad-ı Sâni Hulusi Beyefendimi, teşbih ve tabiri caiz ise, saatçilerde bulunan yıldızvari sekiz-on ağızlı saat anahtarlarına benzetiyorum ki, o müteaddid ağızlı anahtar, âlemde mevcud her saatı tahrik eder, işletir.”
Hulusi abiyi risale-i nurun birinci talebesi kılan olay,bu tahrik meselesidir. Hakikatların ortaya çıkmasına bir muharrik olmuştur.
“O ihtiyaca işaret etmek, hem ihtiyacı uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyakı ve iştihayı tahrik etmek için, Kur’anda bazı kıssalar tekerrür ediyor.”
02-10-2011
Mehmet ÖZÇELİK




TAKSİM-AT/BÖLME İŞLEMİ

TAKSİM-AT/BÖLME İŞLEMİ
*Nemrudun ateşini söndürmeye giden karıncaya nereye gittiği sorulduğunda cevaben;
Nemrudun ateşini söndürüp,İbrahimi kurtarmaya,demiş.
Bu ağzındaki bir damla su ile mi? dediklerinde;
En azından tarafımı ve safımı belli edip,Nemruttan yana olmadığımı gösteririm,demiştir.
-Taksim yürüyüş parkı olayları da safları belli etti.
Kaynak yapanlar hep deşifre oldu.
On yıldır içindeki kirliliklerini biriktirenler,bir defa da kusmuş oldu.
Faiz lobisi,uyuşturucu,pkk,dış sermayedarları,içki sektörü hep aynı noktada birleştiler.
*Dağı terk eden pkk,eğer taksime gitseydi,Kızılay-a girseydi,şimdikinden farklı ne olurdu.Bundan daha korkunç olmazdı.
*Bunlar kendilerini afişle çapulcu tanımlamaktadırlar.
*1960-70 yıllarında kaldığım,1980 ve 2007-de gittiğim İstanbul-da gezilecek gayet çok yer var.Gezi bahane,sessiz darbe şahane!!!
*Maksad Tayyib Erdoğan ve hükümetinin devrilmesi amacıyla kirli ellerin işi karıştırmasıdır.
*On yılda bir darbe yapmaya alışmış olanların,tahammül edememeleriyle, kudurmalarıdır.
*İşin planlı bir senaryo içerisinde yürütüldüğü açıkça görülmektedir.
*Cnn-in 7-9 saat süren tahrik edici haber yapması.Yalan haber sunması,Cıa ajanlarının cirit atıp,işi 4 ay öncesinde planlanması her şeyi gün yüzüne çıkarmaktadır.
*İranda bulunan bir spiker,televizyonda yaptığı konuşmada,Çalıştığı televizyon yöneticisinin,Türkiye-deki olaylar için,-Türkiye Baharı-demesini isteyip,zorlaması üzerine,görevini bırakmak zorunda kalmıştır.
*Taksim olaylarında ilk sevinen,İsrail olmuştur.
*Kuyruğu yakalanan Ergenekon terör örgütünün,baş ve gövdesinin kıpırdanmasıdır.
Taksim talebi,seviyeli bir taleb değil,tam bir oyun ve senaryodur.
Biz bu filimleri bir asırdan fazladır hep seyrediyoruz.Abdulhamid-den beri sahnelenmektedir.
*Özellikle 1950-den beri onar yıllık darbeler,on yıllık gelişmeler hep kesintiye uğramakta,yapılanlar da ortadan kalkmaktadır.
*Orduyla darbe yapamayanlar,sivil darbeye soyundular.
*Dünyaca darbeleriyle meşhur Soros-a,başarısız olan azerbeycan darbe teşebbüsünden sonra,-Kendisinin mi yaptığı sorulduğunda cevaben;
-Ben sadece para veriyorum.-demiştir.
Taksim olaylarında da Soros vardır.Ekibi bulunmaktadır.
*İçki sınırlaması,Bazı kararların alınması,Suriye zulmünün unutturulması,ört bas edilmesine yöneliktir.
*Eğer yüz bin insanı öldürüp,milyonları yerinden eden Esed ,trilyonları ödeseydi bu kadar başarılı olamaz,kendini unutturamazdı.
*Özgürlük hava,su,gıda gibidir.
*Haklar haksızlık yapılarak aranmaz.
*Trilyonlarca maddi zarar verilmiştir.
*Eğer başörtüsü,imam hatiplerin haksızlığa uğramasından dolayı,haksızlığa düşülmüş olsaydı,Taksim olayları gibi olmazdı,daha dehşetli olurdu.
Hak ihlal edilerek, hak aranmaz.
*Maalesef cennette ağaçla başlayan –ağaca yaklaşmama günahı,şeytanın fısıldamasıyla başlamış,yine şeytanın birilerinin kulağına fısıldamasıyla ,dünyanın sonuna doğru yine ağaç bahane yapılmıştır.Her halde kıyamette ağaçtan kopacaktır.
Oysa 2.711.637 ağaç dikilmiştir,on yılda. milyarca ekilen ağaçlar görülmemektedir.
*Bu durumda Başbakan Erdoğan-a yüklenenlerin misali şuna benzer;
Bir mahalle bekçisi her ne kadar tembel ve suçlu da olsa,görevini yapmasa dahi, dağdan saldıran ayı sürülerine karşı tedbir almayıp bekçinin sorgulanması yoluna gitmek,ayılara yardım etmektir.
Şu anda saldıranların unutulması,hırsızın değil,ev sahibinin sorgulanması,tam bir insafsızlık,cehalet ve seviyesizliktir.
Bu olaylardan bir ay önce veya bir ay sonra bazı hatalarının tenkid edilmesi gayet normaldir.
Ancak yapılanları sezmeden,yapanlara manen destek olmak,tam bir basiretsizlik örneğidir.
*Bediüzzamanın dediği gibi;” Biz ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz-fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin; kılıçlarından gelen fayda bize lâzım değil. Zaten o mütemerrid ecnebîlerdir ki, münafıkları ehl-i imana musallat ettiler ve zındıkları yetiştirdiler.”
*Muhalefetin seviyeli bir muhalefet yaparak teklifler vermemesi,hükümetin gazını almaması,taraftarlarının ve muhaliflerinin gazı almaya çalışırken,her tarafı kokutmalarına sebep olmuştur.
Hala da burnumuza pis kokular gelmeye devam etmektedir!!!
Zira muhalefetin iktidar olmasının tek yolu darbelerdi.O da elinden gidince gayrı meşru her yolu,kendince meşru görmektedir.
Pembe devrim.Devrim ve darbe el değiştirdi.
*”Onlar öyle (fâsıklar) ki, Allah’a kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allah’ın, ziyaret edilip hal ve hatırının sorulmasını istediği kimseleri ziyaretten vazgeçerler ve yeryüzünde fitne ve fesat çıkarırlar. İşte onlar gerçekten zarara uğrayanlardır.”
*”Hakîki bir Müslüman, samîmi bir mü’min hiçbir zaman anarşîye ve bozgunculuğa taraftar olmaz. Dînin şiddetle menettiği şey, fitne ve anarşîdir. Çünkü, anarşî hiçbir hak tanımaz; insanlık seciyelerini ve medeniyet eserlerini canavar hayvanlar seciyesine çevirir ki, bunun âhirzamanda ‘Ye’cüc’ ve ‘Me’cüc’ komitesi olduğuna Kur’ân-ı Hakîm işaret buyurmaktadır. “
MEHMET ÖZÇELİK
17-06-2013




TARİH BOYU ARANAN İLÂH

TARİH BOYU ARANAN İLÂH

Allah insanlık tarihi boyunca hep aranır olmuştur.
O’nu kaybetmekten korkulmuş,korkmakta da haklı olduğu anlaşılmıştır.Zira kaybedenlerin akibetlerinin korkunç olarak sonlandığını görmüşlerdir.
Allah-da bu hikmet ve ihtiyaca binaen sürekli kendisiyle irtibatın sağlanması için din bağlantısı,peygamber elçisi ile o irtibat sağlanmıştır.
Zaman içerisinde O’nu gerçek mânada bulamayanlar bu ihtiyacını gidermek için farklı yollara baş vurmuşlardır.
Tevfik Fikret’in “Beşerin böyle dalâletleri var/Putunu kendi yapar, kendi tapar”der.
İlk put perestlikte öyle olmuştur.
Bu da iki sebebten ağırlıklı olarak gerçekleşmiştir;
Korkudan veya aşırı sevgi ve menfaattan dolayı….

*Kimisi de inanmayışını idrak edemeyip anlayamayışına bağlamıştır.
Nihal Atsız;Allaha inanmadığını şöyle dile getirir;İnanamıyorum.
Bir sebebi ise,Kafatascıdır.

*Kimileride aradaki bağlantıların yetersizliğinden hedefe yanlış yoldan gitmeye başlamışlardır.Nitekim;
*Baba İlyas-ın müridi Baba İshak müridleri tarafından son peygamber olarak kabul edilmeye kadar varmıştır.
Baba ishak ise;Şamlı kabul edilip,Adıyaman yöresinde yaşamış ve propağandalarını yürütmüştür.
*Bedreddin,kominizmdeki ortaklığı savunmuştur.
-Akıl ve iradeyi yanılmaz kabul eder.
-İnsanın tanrıyla birliği,vahdeti vücudu kabul eder.
-İnsan tanrıdan parçadır,der.
-İbadette kural kabul etmez.

*O’nu bulma ve buldurma uğruna bazı yanlışlara da tevessül edilmiştir.
* …Ancak O’nun hedefi, öncelikle bütün insanları rahmet ve şefkatle kucaklayıp, ümmeti arasında da, kelime-i tevhidin ikinci yarısını söylemekten kaçınarak kendisini kabul etmese bile “La ilâhe illallah” diyen herkesi buraya getirmekti. Çünkü O, “Kim, Lâ ilâhe illallah derse, cennete girer.” buyuracaktı. Daha baştan O (Sallallahu aleyhi ve Sellem), bunun için yaratılmış ve onun için de, ilk yaratıldığı hâlde gelişi sona denk getirilmiş; peygamberlik güftesine kafiye koyacak Son Sultan olduğu için de, bedeniyle ruhunun buluşması risâlet açısından en sona bırakılmıştı.”

Bazen de inanmamak için veya şeytani bir vesveseden dolayı olmayacak bir hedef gösterilmiştir.
Bu inanmak için ve tatmin olma amacıyla sorulmuşsa,faydalı neticeler alınabilir. İnanmamaya bir mesned oluşturmak amacıyla sorulmuşsa,cevabı imkânsız değildir.
-Birisi soruyor,Allah kendinden daha büyük bir taş yaratabilir mi?
Buna evvela şöyle cevap vermeli.Böyle bir taş niçin yaratılsın ? Buradaki büyükten kasıt nedir?
Mesela,iki sonsuz düşünülemez.Eğer bir sonsuz,bir diğer sonsuz tarafından sonlandırılıyorsa,o takdirde öncekine sonsuz denilemez.
Madem Allah zatında ve sıfatlarında sonsuzdur,elbette kendisini sonlandıracak ikinci bir varlık düşünülemez,düşünüldüğü takdirde O’nu sonlandırmak demek olur ki,bu durumda O’nun sonsuzluğundan bahsedilemez.
Hem sonsuz olan O zatı,sonlandırmaktaki amaç,O’ndan daha büyük birini devreye koymanın sebebi nedir?
Bir rakib mi aranmaktadır?

*Kendimize kimi daha yakın hissediyoruz;Allah-ı mı,Rasulullahı mı,her ikisini mi?
Yoksa bunların ötesinde tabiatta korktuğumuz veya sevip fayda gördüğümüz bir şeyi mi?
Allah rasulüne olan sevgi,Allah-a olan sevgiyi azaltmamakta,tam tersine arttırmaktadır.
Her şeyin ifratı zararlı iken,Rasulullaha olan aşırı sevgi,Allah-a olan sevgiyi de arttırmaktadır.

*Allah Teala ef’alini bil-esbab değil,indel esbab halk buyurur.” Mehmet Feyzi Efendi.
Sebeblere kendi yerine geçecek büyük bir rol biçmez,belki sebeblerin oluşumunun yanında olarak var eder.
İnanmayan kişi ise esbabı görüp,onun arkasındaki kudreti görmemekte ve de görememektedir.

*Sofestailer her şeyi Hâlıkı bulamadıklarından dolayı inkâr etmekle kalmaz, kendi varlıklarından daha kesin olan Allah-ın varlığını inkâr etmeye mecal bulamadıklarından dolayı,O’nun karşısında kendilerini inkâr ederler.
Bir Osmanlı paşasının oğlu sürekli hiçbir şeyin var olmadığını ve de kendisinin de olmadığını söyleyince,sofrada yemek yerken bu duruma dayanamayan baba,tabağı alarak oğlunun kafasına vurur.
Büyük bir bağırtıyla acısından feryad eden oğluna;
Madem yoksun,tabakta yok,olmayan şeyden neden elem ve acı duymaktasın?

*Eğer siz ve eşya yok iseniz,ben size ve değer verdiğiniz eşyalarınıza,söylemiş olduğunuz;”Hiçbir şey yoktur,ben de yokum’gibi olumsuz sözünüze neden itibar edeyim.
Bu durumda,siz,sözünüz ve eşyalarınız muteber değilsiniz!demektir.

*Muhyiddin-i Arabî Hazretleri eşya arasındaki farklılıkları, a’yan-ı sabitelerin farklı oluşlarıyla izah eder.

*Batıl dinlerin çoğunda sapkın bir inanış olarak bedene zarar vermek makbuldür.Bazen bu kızların kurban edilmesi,bazen kurbanların putlara adanması şeklinde olur.

*Bilimin sahibinden ve proğramlayıp yaratanından uzaklaşması ve sonuçları neticesiz kalmaktadır.
Her şey yaratanla değerlendirilirse bir kıymet,değer alır ve ilim adı verilebilir.

*Öyle bir yâr ile yâr ol yâr ola her dü serâ
Hurşid-âsâ her zamanda eyleye irşâd seni**

*Geminin Tek Kaptani Olur,
Gerisi Murettebatir…
Yüreğin Tek Sahibi Olur,
Diğerleri Teferruattir…!
MEHMET ÖZÇELİK
12-12-2012




TARİKAT

TARİKAT
Tarikat gidilecek yollar demektir.Tarikat bir yoldur.
‘Etturuku ilallâhi bi adedil enfâsil halâik.’
‘Allah’a giden yollar mahlukatın nefesleri sayısıncadır.”
Tarîkatlar da,bütün bu yollar içerisinde hakikatlerin yollarıdır.
*’İmam-ı Rabbânî ve Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed-i Farukî (r.a.) demiş: “Hakaik-i imaniyeden birtek meselenin inkişafı ve vuzuhu, benim indimde binler ezvak ve kerâmâta müreccahtır. Hem bütün tarikatlerin gayesi ve neticesi, hakaik-i imaniyenin inkişafı ve vuzuhudur.
*Tarikatın belli bir sistem içinde ortaya çıkması, hicri III. asra dayanır. Cüneyd-i Bağdadî, Bayezid-i Bistami gibi zatlar, tarîkatın ilk önderlerindendir. Daha sonraki dönemlerde gelen Şah-ı Nakşibend, Abdülkadir-i Geylanî, Mevlâna Celaleddin-i Rûmi, İmam-ı Rabbani gibi zatlar ise, tarîkatın en meşhur kahramanlarıdırlar.
*Keramet,süluk-nefsi emmare-nefsi levvame-nefsi mutmaiNne,radiye-mardiyye gibi ifadeler tarikattaki ritüellerdir.
Mürid manevi yolculuğunda süluk edip giderken bazı mertebeleri aşarak, hakikata ulaşmayı esas alır.
‘Şeriat,tarikat yoldur varana
Hakikat marifet andan içeru.’
Tarikatta esas olan;Takva,ihlas ve marifettir.
*Tarikat son makam değildir.Bir vesile ve ilk adımdır.
*Nakşi-Kadiri-Rufai-Şazeli-Mevlevi-Yesevi gib bilinen tarikatlar vardır.
*Bin yıllık tarihimize baktığımız zaman islâmiyetin yayılışı tarikatlar,dergâh, zaviye ve medreseler eliyle olmuştur.
Bunların kaldırılması iyi niyetinde ötesinde büyük bir hata ve cürüm olmuştur.
*Ortada bir yanlış durum var idiyse,bu onun tamamen kaldırılmasını değil,ıslah edilmesini ve tekmil edilmesini gerektirirdi..
*Tarikatta nefis bütün kötülüklerin başı olup,onları emrettiği için öldürülmesi cihetine gidilir.Bu ise isabetli ve doğru bir durum değildir.
Zira çölde devesiyle giden bir insanın devesinin yapabileceği her türlü hırçınlık ve hayvanlığa karşı onu öldürmek demek,yolda aç,susuz ve yayan kalmak demektir.
Nefsin öldürülmesinden çok,terbiyesi önemlidir.Zira insanı esfel-i safiline, aşağıların en aşağısına atan nefsi olduğu gibi,ala-yı illiyyin olan en üstün mertebeye çıkaran da yine nefsidir.
* “Bilin ki, Allah’ın dostları için ne bir korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar.”
Tarikatta Allah’ın emirleri doğrultusunda hareket edilerek,Allah’ın dostluğu aranır.
Hadiste;’Ceddidu imaneküm bi lâ ilahe illallah’yani-İmanınızı Lâ ilahe illallah-ile yenileyiniz.”buyurulur.
Tarikatta zikir ve fikir esastır.
Tarikatlarla ilgili Mektubat adlı eserinde ‘Telvihat-ı Tis’a –namıyla bir eser yazan Bediüzzaman en sağlıklı bilgiyi vermektedir.
‘Bu seyr ü sülûk-i kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin miftahları ve vesileleri, zikr-i İlâhî ve tefekkürdür. Bu zikir ve fikrin mehâsini tâdâd ile bitmez.
Velâyet bir hüccet-i risalettir; tarikat bir bürhan-ı şeriattır. Çünkü risaletin tebliğ ettiği hakaik-i imaniyeyi, velâyet bir nevi şuhud-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakin derecesinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, risaletin hakkaniyetine katî bir hüccettir. Şeriat ders verdiği ahkâmın hakaikini, tarikat zevkiyle, keşfiyle ve ondan istifadesiyle ve istifazasıyla o ahkâm-ı şeriatın hak olduğuna ve haktan geldiğine bir bürhan-ı bâhirdir. Evet, nasıl ki velâyet ve tarikat, risalet ve şeriatın hücceti ve delilidir; öyle de, İslâmiyetin bir sırr-ı kemâli ve medar-ı envârı ve insaniyetin, İslâmiyet sırrıyla bir maden-i terakkiyâtı ve bir menba-ı tefeyyüzâtıdır.”
Daire-i takvâdan hariç, belki daire-i İslâmiyetten hariç bir suret almış bazı meşreplerin ve tarikat namını haksız olarak kendine takanların seyyiâtıyla tarikat mahkûm olmaz. Tarikatin dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız Âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarikatler olduğu gibi, Âlem-i küfrün ve siyaset-i Hıristiyaniyenin, nur-u İslâmiyeti söndürmek için müthiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kale-i İslâmiyeden bir kalesidir. Merkez-i hilâfet olan İstanbul’u beş yüz elli sene bütün Âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da beş yüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde Allah Allah diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır.”
İşte, ey akılsız hamiyetfuruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarikatin, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz.
..Tarikatte “seyr-i enfüsî” ve “seyr-i âfâkî” tabirleri altında iki meşrep var.
Enfüsî meşrebi, nefisten başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, enâniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikati bulur. Sonra âfâka girer. O vakit âfâkı nuranî görür. Çabuk o seyri bitirir. Enfüsî dairesinde gördüğü hakikati, büyük bir mikyasta onda da görür. Turuk-u hafiyenin çoğu bu yolla gidiyor. Bunun da en mühim esası enâniyeti kırmak, hevâyı terk etmek, nefsi öldürmektir.
İkinci meşrep âfâktan başlar, o daire-i kübrânın mezâhirinde cilve-i esmâ ve sıfâtı seyredip sonra daire-i enfüsiyeye girer. Küçük bir mikyasta, daire-i kalbinde o envârı müşahede edip, onda en yakın yolu açar. kalp âyine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vâsıl olur.
…Velâyet yolları içinde en güzeli, en müstakimi, en parlağı, en zengini, Sünnet-i Seniyyeye ittibâdır. Yani, a’mâl ve harekâtında Sünnet-i Seniyyeyi düşünüp ona tâbi olmak ve taklit etmek ve muamelât ve ef’Âlinde ahkâm-ı şer’iyeyi düşünüp rehber ittihaz etmektir.
…İşte bu cadde-i kübrâ, velâyet-i kübrâ olan ehl-i veraset-i nübüvvet olan Sahabe ve Selef-i SÂlihînin caddesidir.”
Sünnet-i Seniyye ve Kur’anın açtığı yol ana yol ise,tarikatlar ona çıkan tali yollardır.
“Tarikat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak gerektir. Eğer maksud-u bizzat hükmüne geçseler, o vakit şeriatın muhkemâtı ve ameliyâtı ve Sünnet-i Seniyyeye ittibâ, resmî hükmünde kalır, kalp öteki tarafa müteveccih olur. Yani, namazdan ziyade halka-i zikri düşünür; ferâizden ziyade evrâdına müncezip olur; kebâirden kaçmaktan ziyade, âdâb-ı tarikatin muhâlefetinden kaçar. Halbuki, muhkemât-ı şeriat olan farzların bir tanesine, evrâd-ı tarikat mukabil gelemez, yerini dolduramaz. Âdâb-ı tarikat ve evrâd-ı tasavvuf, o ferâizin içindeki hakikî zevke medar-ı teselli olmalı, menşe olmamalı. Yani, tekkesi, camideki namazın zevkine ve tâdil-i erkânına vesile olmalı; yoksa, camideki namazı çabuk, resmî kılıp, hakikî zevkini ve kemâlini tekkede bulmayı düşünen, hakikatten uzaklaşıyor. “
NAKŞİLİK
Abdulhalik-ıl Güjdevani tarafından sistemleştirilen, Muhammed Bahauddin Şah-ı Nakşibendi’nin isim babası olduğu İslam dini tarikatı.
*Hz.Ebubekire dayanır.
“Nakış yapan” anlamına gelen Nakşibend; Nakşibendi mürşitlerinin, kalbi dünyadan ahirete bağladığı düşünüldüğü için bu adı almıştır.
Nakşibendi tarikatında sessiz zikir uygulanır.
“Der tarîk-ı Nakşibendî lâzım âmed çâr-ı terk:
Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hesti, terk-i terk. ”
Nakşi tarikatında dört şey terk edilir:Dünya,Allah namına ahiret yani ne cennet sevdası,ne de cehennem korkusu olmaksızın onu ve onu düşünmeyi dahi terk etmek,varlıkları ve mevcudatı ve hatta o terk etme işinin kendisini dahi düşünmeksizin her şeyi terk etmek.
Kalbi direk olarak Allah’a müteveccih kılmaktır.
ABDULKADİRİ GEYLANİ
*Onun dergahında gayri Müslimlerde bulunurdu.
*Onun için;aşk ile doğdu,kemal ile ömür sürdü,kemali aşk ile Rabbine vasıl oldu.
*Tasarrufu hala devam etmektedir.
*’Üstadımız kendisi söylüyor ki: “Ben sekiz-dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî tarikatında, ve oraca meşhur Gavs-ı Hizan namıyla bir zattan istimdat ederken, ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak “Yâ Gavs-ı Geylânî” derdim. Çocukluk itibarıyla elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz birşey kaybolsa, “Yâ Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim bu şeyimi buldur.” Acaiptir ve yemin ediyorum ki, bin defa böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasıyla imdadıma yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle Fâtiha ve ezkâr ne kadar okumuşsam, zât-ı Risaletten (a.s.m.) sonra Şeyh-i Geylânî’ye hediye ediliyordu. Ben üç-dört cihetle Nakşî iken, Kadirî meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. Fakat tarikatla iştigale ilmin meşguliyeti mâni oluyordu.’
*’Bir zaman, Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) Şeyh Geylânî’nin terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın birtek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan zaafiyetiyle, validesinin şefkatini celb etmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs’ın yanına şekvâ için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş:
“Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!”
Hazret-i Gavs tavuğa demiş: “Kum biiznillâh!” O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemet ve mevsuk çok zatlardan, Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zâtın bir kerameti olarak, mânevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: “Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin.”
İşte, Hazret-i Gavs’ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir.”
*’Hazret-i Gavs, o derece yüksek bir mertebeye mâlik ve o derece harika bir keramete mazhardır ki, kâfirlerin bir kısmı demiş: “Biz İslâmiyeti kabul edemiyoruz; fakat Abdülkadir-i Geylânî’yi de inkâr edemiyoruz.” Hem evliyayı inkâr eden Vahhâbînin müfrit kısmı dahi Hazret-i Şeyhi inkâr edemiyorlar. Evliya, onun derece-i celâletine yetişmediği bütün ehl-i tarikatça teslim edilmiştir.’
*Kadiri-de sesli zikir uygulanır.
17-12-2011
MEHMET ÖZÇELİK




TARİKAT-HAKİKAT-MARİFET

TARİKAT-HAKİKAT-MARİFET
Tarikat hakikata giden,marifeti bulmaya çalışan yol.
Hakikata giden yollar,mahlukatın nefesleri sayısıncadır.
Her tarz ve usule göre bir yol.
En kısa ve keskin yol,Kur’an-dan çıkan yol.
Tarikat açık yol,hakikat geniş yol,marifet varış yolu.
Tek başına gidilmeyen yollar.Hakikata toplu gidiş,marifete sınırlı varış.
Tarikat her kişinin yolu,hakikat er kişinin yolu,marifet az kişinin yolu.
İnsanlar irade,kapasite,niyet ve teveccühüne göre;Bu yolda ve davada tamamen istihdam edilmiş.Herkesin nerede istihdam edileceği takdir ve tensib edilmiş.
İnsan ölümsüz olarak bu dünyada kalsaydı,yine o kendi ben-i içerisinde gelişirdi.
Ancak yolcu olan bu insan,tarikat-hakikat ve marifet yolunca gelişmekte ve genişlemektedir.
Tarikat hamlık,hakikat pişmek,marifet yanmaktır.
Hayat pişmek ve yanmaktır.
Tarikat kaynamak,hakikat demlenmek,marifet demini bulmaktır.
Marifet,bilmek değil tanımaktır.
Tanımakla başlayan sevmektir.
Küfür-kâfir-şeytan Allah’ın bilinmesine şuursuzca sebeb oldu.
Zira her şey zıddıyla bilinir.
Allah’ın varlığının zıddı olmadığından,eserleriyle tanınır.
Kâfir küfrüyle Allah’ın varlığının zıddı olan yokluk ve yokluğu olmadığı halde ,hayali bir yokluk üretti.
Aslında o yoklukta da varlığını göstermiş oldu.
Nitekim karanlığın varlığı ve artması,nurun parlaklığını arttırması gibi,küfür karanlığı da arttıkça,O’nun varlığı daha da zahir oldu.
Allah’ın varlığı zatidir.Zıddına ihtiyacı yoktur.Bizler açısından zıtların ortaya çıkması,O’nun varlığını tanımamızda ve bilmemizde bir faktör oluşturdu.
“Gördüm ki Hakkın vechini Aynel yakin Ya Hu derim.
Ki,sufi La’dan dem vurur ben her dem İlla Hu derim.(Akşemseddin)
Hakikat her şeyde O’nu görmek,O’nun vechini görmektir.
O’nun zıddı olan gayrını değil,O’nun hakikatı olan marifetini bilmektir.
Marifet,hakikat okyanusunda kulaç atmaktır.
Tarikat,su yolunu takip ederek,hakikat okyanusuna varmaktır.
Allah’ı akıllarından silmeye çalışanlar,ya Allah tarafından silinirlerse,halleri nice olur?
Hayattan silinirlerse,onları hayata döndürecek kimdir?
Tarikat-Hakikat ve Marifet;Allah’ı zihinlere kazımaktır.
İnsan Allahın yaptığı bir şeye karşı çıkarken,kendi ilmi nedir,boyu ne kadardır,ona bir baksın!
Oysa en basit ifadeyle,Allah bu işleri öncesine gitmeden 15 milyar yıldır yapıyor ve sürdürüyor.
Burada insan boynundan ve ilminden büyük konuşmuş oluyor.
O’na teslim olmadan yola çıkmayan,yolsuz kalır,yolda kalır,azıksız kalır.
Şimdiye kadar hep makro alemde gezildi,şimdi ise mikro aleme geçiş yapılmaktadır,oda hızla.Tıpkı âfaktan enfüse geçiş gibi.
Mikro alem,makro alemden geri değil belki daha da zengin ve esrarengiz.
“Nefsini bilen,Rabbisini bilir.”
Allah’ın isimlerinin farklı yer, zaman ve eşyada değişik tecellileri vardır.Mesela eğer dünyada kudretin ismi tam manasıyla tecelli etseydi,hiçbir insan Allahın rızası zıt bir işte bulunamazdı.Burada hemen Hakim ismi devreye girerek veya öne geçerek onun adeta gücünü dengelemektedir.
Böylece bütün isimler muktezaları gereği iktiza etmekte ve farklı farklı durumlara göre tecelli etmektedir.
Tarikat kapısından girip hakikata yol alanlar,marifetle esmaya mazhar olurlar.
”Beşerin havassü’l-hums-u zahire ve batınadan başka, alem-i gayba karşı açılan pek çok pencereleri var. Gayr-ı meş’ur pek çok hisleri var. Hiss-i samia, basıra, zaika olduğu gibi, bir hiss-i sadise-i sadıka olan saika vardır. Hem bir hiss-i sabia-i barika olan şaika var. O şevk ve sevk yalan söylemez. Yanlış gidemez.” Mesnevi-i Nuriye | Nokta | 215
İnsan bu uzun yolculuğunda,duygu pencerelerini açarak,alemleri seyretmelidir.Yolculuğun silahı,azığı,devamı tefekkür iledir.
Tarikatta tefekkür en son mertebedir.Oysa Risale-i Nura giriş tefekkürle başlar.
Birinde niha-i olan nokta,öbüründe başlangıçtır.
Marifete tefekkür ayağıyla ve vasıtasıyla daha kolay ve daha hızlı varılır.
Biz evliyayıyız..hepimiz evliya ve veliyiz.
O’nun yoluna giden O’nun dostudur.
O’nun dostları birbirlerinin dostlarıdırlar.
MEHMET ÖZÇELİK
22-08-2012




HAPİSHANE MEKTUBLARI

HAPİSHANE MEKTUBLARI
*Gençlik gidecek. Sefâhette gitmiş ise, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle sû-i istimâl ile, israfât ile gelen evhamlı hastalıkla hastahânelere ve taşkınlıklarıyla hapishânelere veya sefâlethânelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhânelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahânelerden ve hapishânelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahânelerin ekseriyetle lisân-ı halinden, gençlik sâikasıyla israfât ve sû-i istimâlden gelen hastalıktan enînler, eyvahlar işittiğiniz gibi, hapishânelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık sâikasıyla gayr-i meşrû dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemâdiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta, ehl-i keşfe’l-kuburun müşâhedâtıyla ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehâdetiyle, ekser azablar gençlik sû-i istimâlâtının neticesi olduğunu bileceksiniz.”
*Risale-i Nur’daki hakikî teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar. Hususan gençlik darbesini yiyip taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin, Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları var.
Evet, gençlik damarı akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder; bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker. Ve bir saat sefahet keyfiyle, bir namus meselesinde binler gün hem hapsin, hem düşmanının endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur. Bunlara kıyasen, bîçare gençlerin çok vartaları var ki, en tatlı hayatını, en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar. Ve bilhassa şimalde koca bir devlet, gençlik hevesatını elde ederek bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünkü âkıbeti görmeyen kör hissiyatla hareket eden gençlere, ehl-i namusun güzel kızlarını ve karılarını ibâhe eder. Belki hamamlarında erkek-kadın beraber çıplak olarak girmelerine izin vermeleri cihetinde bu fuhşiyatı teşvik eder. Hem, serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarını helâl eder ki, bütün beşer bu musibete karşı titriyor.
İşte bu asırda, İslâm ve Türk gençleri, kahramanâne davranıp, iki cihetten hücum eden bu tehlikeye karşı, Risâle-i Nur’un Meyve ve Gençlik Rehberi gibi keskin kılınçlarıyla mukabele etmeleri elzemdir. Yoksa, o bîçare genç, hem dünya istikbâlini, hem mesud hayatını, hem âhiretteki saadetini ve hayat-ı bâkiyesini azablara, elemlere çevirip mahveder. Ve sû-i istimâl ve sefâhetle hastahânelere ve hayatın taşkınlıkları ile hapishânelere düşer. Eyvahlar, esefler ile, ihtiyarlığında çok ağlayacak. Eğer terbiye-i Kur’âniye ve Nurun hakikatleriyle kendini muhâfaza eylese, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mesud bir Müslüman ve sâir zîhayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur.
Evet, bir genç, hapiste, yirmi dört saat her günkü ömründen tek bir saatini beş farz namaza sarf etse ve ekser günahlardan hapis mâni olduğu gibi, o musîbete sebebiyet veren hatâdan dahi tevbe edip sâir zararlı, elemli günahlardan çekilse, hem hayatına, hem istikbâline, hem vatanına, hem milletine, hem akrabâsına büyük bir faydası olması gibi; o on, on beş senelik fânî gençlikle, ebedî parlak bir gençliği kazanacağını, başta Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân, bütün kütüb ve suhuf-u semâviye katî haber verip müjde ediyorlar.
Evet, o şirin, güzel gençlik nimetine istikâmetle, tâatle şükretse, hem ziyâdeleşir, hem bâkîleşir, hem lezzetlenir. Yoksa hem belâlı olur, hem elemli, gamlı, kâbuslu olur gider; hem akrabâsına, hem vatanına, hem milletine muzır bir serseri hükmüne geçirmeye sebebiyet verir.
Eğer mahpus, zulmen mahkûm olmuş ise, farz namazını kılmak şartıyla, herbir saati bir gün ibâdet olduğu gibi, o hapis, onun hakkında bir çilehâne-i uzlet olup, eski zamanda mağaralara girerek ibâdet eden münzevî sâlihlerden sayılabilirler.
Eğer fakir ve ihtiyar ve hasta ve İmân hakikatlerine müştak ise, farzını yapmak ve tevbe etmek şartıyla, herbir saatleri yirmişer saat ibâdet olup, hapis ona bir istirahathâne; ve merhametkârâne ona bakan dostlar için bir muhabbethâne, bir terbiyehâne, bir dershâne hükmüne geçer. O hapiste durmakla, hariçteki müşevveş, her taraftaki günahların hücumuna mâruz serbestiyetten daha ziyâde hoşlanabilir; hapisten tam terbiye alır. Çıktığı zaman, bir kâtil, bir müntakîm olarak değil, belki tevbekâr, tecrübeli, terbiyeli, millete menfaatli bir adam çıkar. Hattâ Denizli hapsindeki zâtların az zamanda Nurlardan fevkalâde hüsn-ü ahlâk dersini alanlarını gören bâzı alâkadar zâtlar demişler ki, “Terbiye için on beş sene hapse atmaktansa, on beş hafta Risâle-i Nur dersini alsalar, daha ziyâde onları ıslâh eder.”
Mâdem ölüm ölmüyor. Ve ecel gizlidir, her vakit gelebilir. Ve mâdem kabir kapanmıyor; kafile kafile arkasında gelenler oraya girip kayboluyorlar. Ve mâdem ölüm, ehl-i İmân hakkında idâm-ı ebedîden terhis tezkeresine çevrildiği, hakikat-i Kur’âniye ile gösterilmiş; ve ehl-i dalâlet ve sefâhet hakkında, gözle göründüğü gibi, bir idâm-ı ebedîdir, bütün mahbubâtından ve mevcudâttan bir firâk-ı lâyezâlîdir. Elbette ve elbette, hiç şüphe kalmaz ki, en bahtiyar odur ki, sabır içinde şükretmek ve hapis müddetinden tam istifade ederek Nurların dersini alarak istikâmet dairesinde imânına ve Kur’ân’a hizmete çalışmaktır.
Ey zevk ve lezzete mübtelâ insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hâdiselerle aynelyakîn bildim ki, hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imândadır ve İmân hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi, hayatın lezzetini kaçırır.
Ey hapis musîbetine düşen bîçareler! Mâdem dünyanız ağlıyor ve hayatınız acılaştı. Çalışınız; âhiretiniz dahi ağlamasın ve hayat-ı bâkiyeniz gülsün, tatlılaşsın; hapisten istifade ediniz. Nasıl, bâzan ağır şerâit altında düşman karşısında bir saat nöbet, bir sene ibâdet hükmüne geçebilir; öyle de sizin, bu ağır şerâit altında, herbir saat ibâdet zahmeti, çok saatler olup, o zahmetleri rahmete çevirir. “
*Azîz, sıddık kardeşlerim,
Hapis musîbetine düşenlere ve onlara merhametkârâne sadâkatle hariçten gelen erzaklarına nezâret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselliyi Üç Noktada beyân edeceğim:
• Birinci Nokta: Hapiste geçen ömür günleri, herbir gün, on gün kadar bir ibâdet kazandırabilir. Ve fânî saatleri, meyveleri cihetiyle, mânen bâkî saatlere çevirebilir. Ve beş on sene ceza ile, milyonlar sene haps-i ebedîden kurtulmaya vesîle olabilir.
İşte ehl-i İmân için bu pek büyük ve çok kıymettar kazanç şartı, farz namazını kılmak ve hapse sebebiyet veren günahlardan tevbe etmek ve sabır içinde şükretmektir. Zâten hapis, çok günahlara mânidir, meydan vermiyor.
• İkinci Nokta: Zevâl-i lezzet elem olduğu gibi, zevâl-i elem dahi lezzettir. Evet, herkes geçmiş lezzetli, safâlı günlerini düşünse, teessüf ve tahassür elem-i mânevîsini hissedip “Eyvah” der. Ve geçmiş musîbetli, elemli günlerini tahattur etse, zevâlinden bir mânevî lezzet hisseder ki, “Elhamdülillâh, şükür, o belâ sevâbını bıraktı, gitti” der, ferahla teneffüs eder. Demek, bir saat muvakkat elem, ruhta bir mânevî lezzet bırakır ve lezzetli saat, bilakis, elem bırakır.
Mâdem hakikat budur. Ve mâdem geçmiş musîbet saatleri, elemleriyle beraber mâdum ve yok olmuş; ve gelecek belâ günleri, şimdi mâdum ve yoktur. Ve yoktan elem yok; ve mâdumdan elem gelmez. Meselâ, birkaç gün sonra aç ve susuz olmak ihtimâlinden, bugün, o niyetle mütemâdiyen ekmek yese ve su içse, ne derece divâneliktir; aynen öyle de, geçmiş ve gelecek elemli saatleri-ki, hiç ve mâdum ve yok olmuşlar-şimdi düşünüp sabırsızlık göstermek ve kusurlu nefsini bırakıp Allah’tan şekvâ etmek gibi, “Of, of!” etmek divâneliktir. Eğer sağa, sola, yani, geçmiş ve geleceklere sabır kuvvetini dağıtmazsa ve hazır saate ve güne karşı tutsa, tam kâfi gelir; sıkıntı, ondan bire iner. Hattâ, şekvâ olmasın, ben bu üçüncü medrese-i Yûsufiyede, birkaç gün zarfında, hiç ömrümde görmediğim maddî ve mânevî sıkıntılı, hastalıklı musîbetimde, hususan Nurun hizmetinden mahrumiyetimden gelen me’yusiyet ve kalbî ve ruhî sıkıntılar beni ezdiği sırada, inâyet-i İlâhiye, bu mezkûr hakikati gösterdi. Ben de sıkıntılı hastalığımdan ve hapsimden râzı oldum. Çünkü, “Benim gibi kabir kapısında bir bîçareye, gafletle geçebilir bir saatini, on adet ibâdet saatleri yapmak, büyük kârdır” diye şükreyledim.
• Üçüncü Nokta: Mahpuslara şefkatkârâne hizmetle yardım etmek ve muhtaç oldukları rızıklarını ellerine vermek ve mânevî yaralarına tesellilerle merhem sürmekte, az bir amel ile büyük bir kazanç var. Ve dışarıdan gelen yemeklerini onlara vermek, aynı o yemek kadar, o gardiyan ve gardiyan ile beraber dahilde ve hariçte çalışanların-bir sadaka hükmünde-defter-i hasenâtına yazılır. Hususan musîbetzede, ihtiyar veya hasta veya fakir veya garip olsa, o sadaka-i mâneviyenin sevâbı çok ziyâdeleşir.
İşte bu kıymetli kazancın şartı, farz namazını kılmaktır; tâ ki, o hizmeti, lillâh için olsun. Hem, bir şartı da, sadâkat ve şefkat ve sevinç ile ve minnet etmemek tarzda yardımlarına koşmaktır. “
*Ey hapis arkadaşlarım ve din kardeşlerim,
Size, hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikati beyân etmek kalbime ihtar edildi. O da şudur:
Meselâ birisi, birinin kardeşini veya bir akrabâsını öldürmüş. Bir dakika intikam lezzetiyle bir katl, milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabını çektirir. Ve maktülün akrabâsı dahi, intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle, hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır; hem korku, hem hiddet azabını çekiyor. Bunun tek bir çaresi var: O da Kur’ân’ın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslâmiyet iktizâ ve teşvik ettikleri olan, barışmak ve musâlâha etmektir.
Evet, hakikat ve maslahat sulhtur. Çünkü, ecel birdir, değişmez. O maktül, herhalde, ecel geldiğinden daha ziyâde kalmayacaktı; o kâtil ise, o kazâ-i İlâhiyeye vâsıta olmuş. Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da dâimâ korku ve intikam azabını çekerler. Onun içindir ki, “Üç günden fazla, bir mü’min diğer bir mü’mine küsmemek” İslâmiyet emrediyor. Eğer o katl, bir adâvetten ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münâfık o fitneye vesîle olmuş ise, çabuk barışmak elzemdir. Yoksa, o cüz’î musîbet büyük olur, devam eder. Eğer barışsalar ve öldüren tevbe etse ve maktüle her vakit duâ etse, o halde, her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar. Bir gitmiş kardeşe bedel, birkaç dindar kardeşleri kazanır; kazâ ve kader-i İlâhîye teslim olup düşmanını affeder. Ve bilhassa, mâdem Risâle-i Nur dersini dinlemişler, elbette mâbeynlerinde bulunan bütün küsmekleri bırakmaya, hem maslahat ve istirahat-ı şahsiye ve umumiye, hem Nur dairesindeki uhuvvet iktizâ ediyor. Nasıl ki Denizli hapsinde birbirine düşman bütün mahpuslar, Nurlar dersiyle birbirlerine kardeş oldular. Ve bizim berâatimize bir sebep olup, hattâ dinsizlere, serserilere de o mahpuslar hakkında “Mâşaallah, bârekâllah” dedirttiler ve o mahpuslar tam teneffüs ettiler.
Ben burada gördüm ki, birtek adamın yüzünden yüz adam sıkıntı çekip, beraber teneffüse çıkmıyorlar. Onlara zulüm olur. Mert ve vicdanlı bir mü’min, küçük ve cüz’î bir hatâ veya menfaatle, yüzer zararı ehl-i imâna vermez. Eğer hatâ etse, verse, çabuk tevbe etmek lâzımdır. “
*Azîz yeni kardeşlerim ve eski mahpuslar,
Benim katî kanaatim gelmiş ki, buraya girmemizin inâyet-i İlâhiye cihetinde bir ehemmiyetli sebebi, sizsiniz. Yani, Nurlar, tesellileriyle ve imânın hakikatleriyle sizi bu hapis musîbetinin sıkıntılarından ve dünyevî çok zararlardan ve boşu boşuna gam ve hüzün ile giden hayatınızı faydasızlıktan bâd-ı hevâ zâyi olmasından ve dünyanızın ağlaması gibi âhiretinizi ağlamaktan kurtarıp, tam bir teselli size vermektir.
Mâdem hakikat budur; elbette siz dahi, Denizli mahpusları ve Nur Talebeleri gibi, birbirinize kardeş olmanız lâzımdır. Görüyorsunuz ki, bir bıçak içinize girmemek ve birbirinize tecavüz etmemek için, dışarıdan gelen bütün eşyanız ve yemek ve ekmeğinizi ve çorbanızı karıştırıyorlar. Size sadâkatle hizmet eden gardiyanlar, çok zahmet çekiyorlar. Hem siz, beraber teneffüse çıkmıyorsunuz; güyâ canavar ve vahşî gibi birbirinize saldıracaksınız.
İşte şimdi, sizin gibi fıtrî kahramanlık damarını taşıyan yeni arkadaşlar, bu zamanda, mânevî büyük bir kahramanlık ile heyete deyiniz ki:
“Değil elimize bıçak, belki mavzer ve rovelver de verilse, hem emir de verilse, biz, bu bîçare ve bizim gibi musîbetzede arkadaşlarımıza dokunmayacağız. Eskiden yüz düşmanlık ve adâvetimiz dahi olsa da, onları helâl edip hatırlarını kırmamaya çalışacağımıza, Kur’ân’ın ve imânın ve uhuvvet-i İslâmiyenin ve maslahatımızın emriyle ve irşâdıyla karar verdik” diyerek, bu hapsi bir mübârek dershâneye çeviriniz. “
* Bediüzzaman’ın bu hâli de, bütün İslâm mücâhidlerine ve umum Müslümanlara bir örnektir. Yani, cihad ile ubûdiyet ve takvâyı beraber yapıyor, birini yapıp, diğerini ihmâl etmiyor. Cebbâr ve zâlim din düşmanlarının plânıyla hapishânelere sevk edilip, tecrid-i mutlakta ve gayet soğuk bir odada bırakılması ve şiddetli soğukların ve hastalıkların ıztırapları ve titremeleri ve ihtiyarlığın tâkatsizlikleri içinde bulunması dahi telifâta noksanlık vermemiştir.”
* Muhlis bir Nur Talebesi, hapishâneden çıkarıldığı vakit, güyâ o kırbaçlı, falakalı, türlü türlü işkenceli hapishâne, ona bir kuvvet, bir enerji kaynağı olmuş, sadâkat ve teyakkuzla Nur hizmetinde koşturmak için bir kırbaç tesiri yapmış gibi, Üstâdına daha ziyâde yakınlaşır ve eskisinden daha fazla Nurlara çalışır, neşriyat yapar.
Afyon hâdisesinde, Bediüzzaman hapiste iken, muallim bir Nur Talebesi, savcılıkta Risâle-i Nur ve Üstâdı hakkında kahramanca cevaplar verdiği için, savcı kızmış, “Şimdi seni hapse atarım” diye tehdit etmiş. O İslâm fedâisi muallim de cevaben, “Ben hazırım, derhal hapse gönderin” demiştir.
Yine Afyon mahkemesinde, bir Nur Talebesi hakkında tevkif kararı veriliyor, fakat adliye bulamaz. O talebe bundan haberdar olur. Diğer Nur kardeşleri gibi, “Üstâdım ve kardeşlerim hapiste iken, nasıl hariçte kalabilirim?” diyerek, savcılığa teslim olup, hapse girer.
Aynı bu hapishânede, bir Nur Talebesini sehven tahliye ederler. O da, “Üstâdım ve kardeşlerim henüz hapistedirler. Hem istinsâhını tamamlayacağım yeni telif edilen Nur Risâleleri var” diye düşünerek, hapishâne müdürüne, “Benim kırk gün sonra tahliye edilmem lâzım. Ceza müddetim daha bitmedi” der. Hesap ederler ki, hakikaten böyledir, tekrar hapse koyarlar. “
* Barla’da, iki üç adamda bir vehhamlık vardı. O vehhamlık sebebiyle bana eziyet verildi. Hattâ o dostlarım, güya istirahatimi düşünüyorlar. Halbuki, o vehhamlık sebebiyle, hem kalbime, hem Kur’ân’ın hizmetine zarar verdiler. Hem ehl-i dünya bütün menfilere vesika verdiği ve cânileri hapisten çıkarıp affettikleri halde, bana zulüm olarak vermediler.”
* Benim hakkımda, müstesna bir surette, pek ziyade ehl-i dünya tevehhüm edip âdetâ korkuyorlar. Bende bulunmayan ve bulunsa dahi siyasî bir kusur teşkil etmeyen ve ittihama medar olmayan şeyhlik, büyüklük, hanedan, aşiret sahibi, nüfuzlu, etbâı çok, hemşehrileriyle görüşmek, dünya ahvâliyle alâkadar olmak, hattâ siyasete girmek, hattâ muhalif olmak gibi, bende bulunmayan emirleri tahayyül ederek evhâma düşmüşler. Hattâ hapiste ve hariçteki, yani kendilerince kabil-i af olmayanların dahi aflarını müzakere ettikleri sırada, beni âdetâ herşeyden men ettiler.”
* Hem hiçbir hükümet iki cezayı birden vermez. Bir katili ya hapse atar veyahut idam eder. Hem hapisle ceza, hem idamla ceza bir yerde vermek hiçbir usulde yoktur.”
* Evet, kelimesiyle Yedinci Şua işareti, kuvvetli karîneler ile ispat edildiği gibi; aynı kelime, diğer bir mânâ ile, elhak Risâle-i Nur’un Âyet-i Kübrâsı hükmünde ve ekser risâlelerin ruhlarını cem’ eden ve Arabî bulunan Yirmi Dokuzuncu Lem’aya, bu kelâm, “müstetbeâtü’t-terâkib” kâidesiyle ona bakıyor, efrâdına dahil ediyor. Öyle ise, Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anh dahi bu fıkradan ona bakıp işaret eder diyebiliriz. Hem sâir işârâtın karînesiyle, hem Mektubat’tan sonra Lem’alar’a başka bir tarz-ı ibâre ile îma ederek; Lem’alar’ın en parlağının telifi, dehşetli bir zamanda ve hapis ve îdamdan kurtulmak ve emniyet ve selâmet bulmak için, mânâ-i mecâzî ve mefhum-u işârî ile, Hazret-i Ali Radıyallâhü Anh, kendi lisânını büyük tehlikelerde bulunan müellifin hesâbına istimâl ederek,
yani, “Yâ Rab! Beni kurtar, emân ve emniyet ver” diye duâ etmesiyle, tam tamına Eskişehir Hapishânesinde îdam ve uzun hapis tehlikesi içinde telif edilen Yirmi Dokuzuncu Lem’anın ve sahibinin vaziyetine tevâfuk karînesiyle, kelâm-ı zımnî ve işârî delâlet ettiğinden, diyebiliriz ki, Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anh dahi, bundan ona işâret eder. “
* SEKİZİNCİSİ
Seyrânî’dir. Bu zat, Hüsrev gibi Nura müştak ve dirayetli bir talebemdi. Esrar-ı Kur’âniyenin bir anahtarı ve ilm-i cifrin mühim bir miftahı olan tevafukata dair Isparta’daki talebelerin fikirlerini istimzaç ettim. Ondan başkaları kemâl-i şevkle iştirak ettiler. O zat başka bir fikirde ve başka bir merakta bulunduğu için, iştirak etmemekle beraber, beni de kat’î bildiğim hakikatten vazgeçirmek istedi. Cidden bana dokunmuş bir mektup yazdı. “Eyvah!” dedim, “bu talebemi kaybettim.” Çendan fikrini tenvir etmek istedim. Başka bir mânâ daha karıştı. Bir şefkat tokadını yedi. Bir seneye karib, bir halvethanede (yani hapiste) bekledi. “
* YEDİNCİ İŞARET
Sual: Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah’a vermiyorlar. Güya onunla Allah’ı takdis ediyorlar! “Beşer kendi ef’âlinin hâlıkıdır” diye dalâlete gidiyorlar. Hem derler: “Bir günah-ı kebireyi işleyen bir mü’minin imanı gider. Çünkü Cenâb-ı Hakka itikad ve Cehennemi tasdik etmek, öyle günahı işlemekle kabil-i tevfik olamaz. Çünkü dünyada gayet cüz’î bir hapis korkusuyla kendini hilâf-ı kanun herşeyden muhafaza eden adam, ebedî bir azâb-ı Cehennemi ve Hâlıkın gazabını nazar-ı ehemmiyete almayacak derecede büyük günahları işlerse, elbette imansızlığa delâlet eder.”
Elcevap: Birinci şıkkın cevabı şudur ki: Kader Risalesinde izah edildiği gibi, halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve icad umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu çok hayırlı neticelere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, neticeler itibarıyla hayır olur, hayır hükmüne geçer. Meselâ ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat bazı insanlar, sû-i ihtiyarlarıyla ateşi kendilerine şer yapmakla, “Ateşin icadı şerdir” diyemezler. Öyle de, şeytanların icadı, terakkiyât-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû-i ihtiyarıyla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûp olmakla, “Şeytanın hilkati şerdir” diyemez. Belki o, kendi kesbiyle kendine şer yaptı.
Evet, kesb ise, mübaşeret-i cüz’iye olduğu için, hususî bir netice-i şerriyenin mazharı olur; o kesb-i şer, şer olur. Fakat icad umum neticelere baktığı için, icad-ı şer, şer değil, belki hayırdır. İşte Mutezile bu sırrı anlamadıkları için, “Halk-ı şer, şerdir; ve çirkinin icadı çirkindir” diye, Cenâb-ı Hakkı takdis için, şerrin icadını ona vermemişler, dalâlete düşmüşler, ve bi’l-kaderi hayrihî ve şerrihî olan bir rükn-ü imaniyeyi tevil etmişler.
İkinci şık ki, “Günah-ı kebireyi işleyen nasıl mü’min kalabilir?” diye suallerine cevap ise:
Evvelâ, sabık işaretlerde onların hatası kat’î bir surette anlaşılmıştır ki, tekrara hâcet kalmamıştır. Saniyen, nefs-i insaniye, muaccel ve hazır bir dirhem lezzeti, müeccel, gaip bir batman lezzete tercih ettiği gibi, hazır bir tokat korkusundan, ileride bir sene azaptan daha ziyade çekinir. “
* Hayat, daima sıhhat ve âfiyette yeknesak gitse, nâkıs bir ayna olur. Belki bir cihette adem ve yokluğu ve hiçliği ihsas edip sıkıntı verir, hayatın kıymetini tenzil eder, ömrün lezzetini sıkıntıya kalb eder. Çabuk vaktimi geçireceğim diye, sıkıntıdan ya sefahete, ya eğlenceye atılır. Hapis müddeti gibi, kıymettar ömrüne adâvet edip, çabuk öldürüp geçirmek istiyor.”
*B ir zaman Emirdağı’nda ikamete memur ve tek başıma, menzilde adeta bir haps-i münferit ve bana çok ağır gelen tarassutlar ve tahakkümlerle bana işkence vermelerinden, hayattan usandım, hapisten çıktığıma teessüf ettim. Ruh u canımla Denizli hapsini arzuladım ve kabre girmeyi istedim. ve “Hapis ve kabir bu tarz-ı hayata müreccahtır” diye, ya hapse veya kabre girmeye karar verirken, inâyet-i İlâhiye imdada yetişti, kalemleri teksir makinesi olan Medresetü’z-Zehrâ şakirtlerinin ellerine yeni çıkan teksir makinesini verdi. Birden, Nurun kıymettar mecmualarından her tanesi, bir kalemle beş yüz nüsha meydana geldi. Fütuhata başlamaları, o sıkıntılı hayatı bana sevdirdi, “Hadsiz şükür olsun” dedirtti.”
* “İnsanların sana ettikleri ayn-ı zulümlerinde, ayn-ı adalet olan kader-i İlâhînin büyük bir hissesi var.
“Ve bu hapiste yiyecek rızkın var; o rızkın seni buraya çağırdı. Ona karşı rıza ve teslimle mukabele lâzım.
“Hikmet ve rahmet-i Rabbâniyenin dahi büyük bir hissesi var ki, bu hapistekileri nurlandırmak ve teselli vermek ve size sevap kazandırmaktır. Bu hisseye karşı, sabır içinde binler şükretmek lâzımdır.
“Hem senin nefsinin bilmediğin kusurlarıyla onda bir hissesi var. O hisseye karşı istiğfar ve tevbe ile, nefsine ‘Bu tokada müstehak oldun’ demelisin.
“Hem gizli düşmanların desiseleriyle bazı safdil ve vehham memurları iğfal ile o zulme sevk etmek cihetiyle, onların da bir hissesi var. Ona karşı Risale-i Nur’un o münafıklara vurduğu dehşetli mânevî tokatlar, senin intikamını tamamen onlardan almış. O, onlara yeter.
“En son hisse, bilfiil vasıta olan resmî memurlardır. Bu hisseye karşı, onların Nurlara tenkit niyetiyle bakmalarında, ister istemez, şüphesiz, İmân cihetinde istifadelerinin hatırı için, düsturuyla onları affetmek bir ulüvvücenaplıktır.”
Ben de bu hakikatli ihtardan kemâl-i ferah ve şükürle, bu yeni medrese-i Yusufiyede durmaya, hattâ aleyhimde olanlara yardım etmek için, kendime mucib-i ceza, zararsız bir suç yapmaya karar verdim. Hem benim gibi yetmiş beş yaşında ve alâkasız ve dünyada sevdiği dostlarından, yetmişten ancak hayatta beşi kalmış ve onun vazife-i Nuriyesini görecek yetmiş bin Nur nüshaları bâki kalıp serbest geziyorlar ve bir dile bedel binler dille hizmet-i imaniyeyi yapacak kardeşleri, vârisleri bulunan benim gibi bir adama, kabir bu hapisten yüz derece ziyade hayırlıdır. Ve bu hapis dahi, haricinde hürriyetsiz tahakkümler altındaki serbestiyetten yüz derece daha rahat, daha faydalıdır. Çünkü, haricinde, tek başıyla yüzer alâkadar memurların tahakkümlerini çekmeye mukabil, hapiste yüzer mahpuslarla beraber, yalnız müdür ve başgardiyan gibi bir iki zâtın, maslahata binaen hafif tahakkümlerini çekmeye mecbur olur. Ona mukabil, hapiste çok dostlardan kardeşâne taltifler, teselliler görür. Hem İslâmiyet şefkati ve insaniyet fıtratı bu vaziyette ihtiyarlara merhamete gelmesi, hapis zahmetini rahmete çeviriyor diye, hapse razı oldum.
Bu üçüncü mahkemeye geldiğim sırada, zaafiyet ve ihtiyarlık ve rahatsızlıktan ayakta durmaya sıkıldığımdan, mahkeme kapısının haricinde, bir iskemlede oturdum. Birden bir hâkim geldi, hiddet etti, “Neden ayakta beklemiyor?” ihanetkârâne dedi. Ben de ihtiyarlık cihetinden bu merhametsizliğe kızdım. Birden baktım, pek çok Müslümanlar, kemâl-i şefkat ve uhuvvetle, merhametkârâne bakıp etrafımızda toplanmışlar, dağıtılmıyorlar. Birden iki hakikat ihtar edildi:
Birincisi: Benim ve Nurların gizli düşmanlarımız, benim istemediğim halde hakkımdaki teveccüh-ü âmmeyi kırmakla Nurun fütuhatına sed çekilir diye, bazı safdil resmî memurları kandırıp, şahsımı millet nazarında çürütmek fikriyle, ihanetkârâne böyle muameleye sevk etmişler. Buna karşı inâyet-i İlâhiye, Nurların İmân hizmetine mukabil, bir ikram olarak, o birtek adamın ihanetine bedel bu yüz adama bak, hizmetinizi takdirle şefkatkârâne, acıyarak, alâkadarâne sizi istikbal ve teşyî ediyorlar. Hattâ, ikinci gün, ben müstantık dairesinde müdde-i umumun suallerine cevap verirken, hükümet avlusunda, mahkeme pencerelerine karşı bin kadar ahali kemâl-i alâka ile toplanıp lisan-ı hal ile “Bunları sıkmayınız” dediklerini, vaziyetleriyle ifade ediyorlar gibi göründüler. Polisler onları dağıtamıyordular. Kalbime ihtar edildi ki: Bu ahali, bu tehlikeli asırda tam bir teselli ve söndürülmez bir nur ve kuvvetli bir İmân ve saadet-i bâkiyeye bir doğru müjde istiyorlar ve fıtraten arıyorlar ve Nur Risalelerinde aradıkları bulunuyor diye işitmişler ki, benim ehemmiyetsiz şahsıma, imana bir parça hizmetkârlığım için, haddimden çok ziyade iltifat gösteriyorlar.
İkinci hakikat: Emniyeti ihlâl vehmiyle bize ihanet etmek ve teveccüh-ü âmmeyi kırmak kastıyla tahkirkârâne, aldanmış mahdut adamların bed muamelelerine mukabil, hadsiz ehl-i hakikatin ve nesl-i âtinin takdirkârâne alkışlamaları var diye ihtar edildi.
Evet, komünist perdesi altında anarşistliğin emniyet-i umumiyeyi bozmaya dehşetli çalışmasına karşı, Risale-i Nur ve şakirtleri, iman-ı tahkikî kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müthiş ifsadı durduruyor ve kırıyor, emniyeti ve âsâyişi temine çalışıyor ki, pek çok bir kesrette ve memleketin her tarafında bulunan Nur talebelerinden, bu yirmi senede alâkadar üç dört mahkeme ve on vilâyetin zabıtaları, emniyeti ihlâle dair bir vukuatlarını bulmamış ve kaydetmemiş. Ve üç vilâyetin insaflı bir kısım zabıtaları demişler: “Nur talebeleri mânevî bir zabıtadır. Âsâyişi muhafazada bize yardım ediyorlar. İman-ı tahkikî ile, Nuru okuyan her adamın kafasında bir yasakçıyı bırakıyorlar, emniyeti temine çalışıyorlar.”
Bunun bir numunesi Denizli Hapishanesidir. Oraya Nurlar ve mahpuslar için yazılan Meyve Risalesi girmesiyle, üç dört ay zarfında iki yüzden ziyade o mahpuslar öyle fevkalâde itaatli, dindarâne bir salâh-ı hal aldılar ki, üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu. Tam merhametli, zararsız, vatana nâfi bir uzuv olmaya başladı. Hattâ resmî memurlar bu hale hayretle ve takdirle bakıyordular. Hem daha hüküm almadan bir kısım gençler dediler: “Nurcular hapiste kalsalar, biz kendimizi mahkûm ettireceğiz ve ceza almaya çalışacağız, tâ onlardan ders alıp onlar gibi olacağız, onların dersiyle kendimizi ıslah edeceğiz.”
İşte bu mahiyette bulunan Nur talebelerini emniyeti ihlâl ile itham edenler, herhalde ve gayet fena bir surette aldanmış veya aldatılmış veya bilerek veya bilmeyerek anarşistlik hesabına hükümeti iğfal edip bizleri eziyetlerle ezmeye çalışıyorlar. Biz bunlara karşı deriz:
“Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapanmıyor ve dünya misafirhanesinde yolcular gayet sürat ve telâşla, kafile kafile arkasında toprak arkasına girip kayboluyorlar; elbette pek yakında birbirimizden ayrılacağız. Siz zulmünüzün cezasını dehşetli bir surette göreceksiniz. Hiç olmazsa mazlum ehl-i İmân hakkında terhis tezkeresi olan ölümün, idam-ı ebedî darağacına çıkacaksınız. Sizin dünyada tevehhüm-ü ebediyetle aldığınız fâni zevkler bâki ve elîm elemlere dönecek.”
Maatteessüf gizli münafık düşmanlarımız, bu dindar milletin yüzer milyon velî makamında olan şehidlerinin, kahraman gazilerinin kanıyla ve kılıcıyla kazanılan ve muhafaza edilen hakikat-i İslâmiyete bazan tarikat namını takıp ve o güneşin tek bir şuâı olan tarikat meşrebini o güneşin aynı gösterip, hükümetin bazı dikkatsiz memurlarını aldatıp, hakikat-i Kur’âniyeye ve hakaik-i imaniyeye tesirli bir surette çalışan Nur talebelerine “tarikatçi” ve “siyasî cemiyetçi” namını vererek aleyhimize sevk etmek istiyorlar. Biz, hem onlara, hem onları aleyhimizde dinleyenlere, Denizli mahkeme-i âdilesinde dediğimiz gibi deriz:
“Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşaallah!”
İşte, ihtiyarlığımın sezgüzeştliğinden gelen ağrılara ve meyusiyetlere, imandan ve Kur’ân’dan imdada yetişen kudsî tesellilerle bu ihtiyarlığımın en sıkıntılı bir senesini, gençliğimin en ferahlı on senesine değiştirmem. Hususan hapiste farz namazını kılan ve tevbe edenin herbir saati on saat ibadet hükmüne geçmesiyle ve hastalıkta ve mazlumiyette dahi herbir fâni gün, sevap cihetinde on gün bâki bir ömrü kazandırmasıyla, benim gibi kabir kapısında nöbetini bekleyen bir adama ne kadar medar-ı şükrandır, o mânevî ihtardan bildim, “Hadsiz şükür Rabbime” dedim, ihtiyarlığıma sevindim ve hapsime razı oldum. Çünkü ömür durmuyor, çabuk gidiyor. Lezzetle, ferahla gitse, lezzetin zevâli elem olmasından, hem teessüf, hem şükürsüzlükle, gafletle, bazı günahları yerinde bırakır, fâni olur, gider. Eğer hapis ve zahmetli gitse, zevâl-i elem bir mânevî lezzet olmasından, hem bir nevi ibadet sayıldığından, bir cihette bâki kalır ve hayırlı meyveleriyle bâki bir ömrü kazandırır. Geçmiş günahlara ve hapse sebebiyet veren hatalara kefaret olur, onları temizler. Bu nokta-i nazardan, mahpuslardan farzı kılanlar, sabır içinde şükretmelidirler.”
* Ben, mahrem ve mühim mecmuaları, hususan Süfyân’a ve Nur’un kerametlerine dair risaleleri kömür ve odunlar altında sakladım, tâ benim vefatımdan veya baştaki başlar hakikati dinleyip akıllarını başlarına aldıktan sonra neşredilsinler diye müsterihâne dururken, birden taharrî memurları ve müdde-i umumun muavini, menzilimi bastılar. O gizli ve ehemmiyetli risaleleri odunların altından çıkardılar. Hem beni tevkif edip Isparta Hapishanesine, sıhhatim muhtel bir halde gönderdiler. Ben pek çok müteellim ve Nurlara gelen o zarardan dehşetli müteessir iken, bir inâyet-i İlâhiye imdadımıza yetişti. O gizlenmiş ve ehl-i hükümet onları okumaya çok muhtaç olan o ehemmiyetli risaleleri kemâl-i merak ve dikkatle okumaya başlayıp, büyük resmî daireler adeta bir dershane-i Nuriye hükmüne geçti. Tenkit fikriyle takdire başladılar. Hattâ Denizli’de, hiç haberimiz yokken, fevkalâde perde altında, matbu Âyetü’l-Kübrâ’yı resmî ve gayr-ı resmî pek çok adamlar okudular, imanlarını kuvvetlendirdiler, bizim hapis musibetimizi hiçe indirdiler.
Sonra bizi Denizli hapsine aldılar. Beni tecrid-i mutlak içinde ufunetli, rutubetli, soğuk bir koğuşa soktular. İhtiyarlık, hastalık ve benim yüzümden mâsum arkadaşlarımın zahmetlerinden bana gelen çok teellüm ve Nurların tatil ve müsaderesinden gelen çok teessüf ve sıkıntı içinde çırpınırken, birden inâyet-i Rabbâniye imdada yetişti. Birden o koca hapishaneyi bir dershane-i Nuriyeye çevirip bir medrese-i Yusufiye (a.s.) olduğunu ispat ederek, Medresetü’z-Zehrâ kahramanlarının elmas kalemleriyle Nurlar intişara başladı. Hattâ o ağır şerâit içinde Nurun kahramanı, üç dört ay zarfında yirmiden ziyade Meyve ve Müdafaat Risalesinden yazdı. Hem hapiste, hem hariçte fütuhata başladılar. O musibetteki zararımızı büyük menfaatlere ve sıkıntılarımızı sevinçlere çevirdi.”
* İşte, Nurun böyle bir mânevî kahramanının vefatı ve gizli münafıkların aleyhimizde desiselerle bizi cezalandırmaya çalışmaları ve benim zehirli hastalığımdan olayı beni de hastahaneye resmî emirle mecbur etmek endişesi bizi sıkarken, birden inâyet-i İlâhiye imdada geldi. Mübarek kardeşlerimin hâlis dualarıyla zehirin tehlikesi geçmiş ve o merhum şehidin, kuvvetli emârelerle, kabrinde Nurlarla meşgul olması ve sual meleklerine Nurlarla cevap vermesi; ve onun bedeline ve onun sisteminde Nurlara çalışacak Denizli kahramanı Hasan Feyzi (rahmetullahi aleyh) ve arkadaşları perde altında tesirli bir surette hizmetler; ve düşmanlarımızın dahi, mahpusların birden Nurlarla ıslah olmaları cihetinde, hapisten çıkmamıza taraftar olması; ve Ashab-ı Kehf misilli Nur şakirtleri o sıkıntılı çilehaneyi Ashab-ı Kehf ve eski zaman ehl-i riyâzâtının mağaralarına çevirmesi; ve istirahat-i kalble Nurların neşrine ve yazmasına sa’yleriyle, inâyet-i Rabbâniyenin imdadımıza yetiştiğini ispat etti.
Hem kalbime geldi ki, madem İmam-ı Âzam gibi eâzım-ı müçtehidîn hapis çekmiş ve İmam-ı Ahmed ibni Hanbel gibi bir mücahid-i ekber, Kur’ân’ın birtek meselesi için hapiste pek çok azap verilmiş ve şekvâ etmeyerek, kemâl-i sabırla sebat edip o meselelerde sükût etmemiş. Ve pek çok imamlar ve allâmeler, sizlerden pek çok ziyade azap verildiği halde, kemâl-i sabır içinde şükredip sarsılmamışlar. Elbette sizler, Kur’ân’ın müteaddit hakikatleri için pek büyük sevap ve kazanç aldığınız halde pek az zahmet çektiğinize binler teşekkür etmek borcunuzdur. Evet, zulm-ü beşer içinde bir cilve-i inâyet-i Rabbâniyeyi kısaca beyan edeceğim:
Ben yirmi yaşındayken tekrarla derdim: “Eski zamanda mağaralara çekilen târikü’d-dünyalar gibi, âhir ömrümde ben de bir mağaraya, bir dağa çekilip insanların hayat-ı içtimaiyesinden çıkacağım.” Hem eski Harb-i Umumîde şark-ı şimalîdeki esaretimde karar vermiştim ki, “Bundan sonra ömrümü mağaralarda geçireceğim. Hayat-ı siyasiyeden ve içtimaiyeden sıyrılacağım. Artık karışmak yeter” derken, inâyet-i Rabbâniye, hem adalet-i kaderiye tecellî ettiler. Kararımdan ve arzumdan çok ziyade hayırlı bir surette, ihtiyarlığıma merhameten, o mutasavver mağaralarımı hapishanelere ve inzivâlara ve yalnızlık içinde çilehanelere ve tecrid-i mutlak menzillerine çevirdi. Ehl-i riyazet ve münzevîlerin dağlardaki mağaralarının çok fevkinde Yusufiye medreseleri ve vaktimizi zayi etmemek için tecridhaneleri verdi. Hem mağara faide-i uhreviyesini, hem hakaik-i imaniye ve Kur’âniyenin mücahidâne hizmetini verdi. Hattâ ben azmetmiştim ki, arkadaşlarımın beraatlerinden sonra bir suç gösterip hapiste kalacağım. Hüsrev ve Feyzi gibi mücerredler benim yanımda kalsın ve bir bahane ile, insanlarla görüşmemek ve vaktimi lüzumsuz sohbetlerle ve tasannu ve hodfuruşlukla geçirmemek için tecrid koğuşunda bulunacağım. Fakat kader-i İlâhî ve kısmetimiz bizi başka çilehaneye sevk ettiler. sırrıyla, ihtiyarlığıma merhameten ve hizmet-i imaniyede daha ziyade çalıştırmak için, ihtiyar ve kudretimizin haricinde bu üçüncü medrese-i Yusufiyede vazife verildi.
Evet, inâyet-i İlâhiye, ihtiyarlığıma merhameten, kuvvetli ve gizli düşmanı bulunmayan gençliğime mahsus olan mağaralarımı, hapishanenin tecrid-i münferit menzillerine çevirmesinde üç hikmet ve hizmet-i Nuriyeye üç ehemmiyetli faydası var:
Birinci hikmet ve fayda: Nur talebelerinin bu zamanda toplanmaları, zararsız olarak, medrese-i Yusufiyede olur. Ve birbirini görüp sohbet etmek, hariçte masraflı ve şüpheli olur. Hattâ benimle görüşmek için bazıları kırk elli lirayı sarf ederek gelip, ya yirmi dakika veya hiç görüşmeden döner, giderdi. Ben bazı kardeşlerimi yakından görmek için hapsin zahmetini severek kabul ederdim. Demek hapis bizim için bir nimettir, bir rahmettir.
İkinci hikmet ve fayda: Bu zamanda Nurlarla hizmet-i imaniye, her tarafta ilânatla ve muhtaç olanların nazar-ı dikkatlerini celb etmekle olur. İşte, hapsimizle, Nurlara nazar-ı dikkat celb olunur, bir ilânat hükmüne geçer. En ziyade muannid veya muhtaç olanlar onu bulur, imanını kurtarır ve inadı kırılır, tehlikeden kurtulur ve Nurun dershanesi genişlenir.
Üçüncü hikmet ve fayda: Hapse giren Nur talebeleri birbirinin hallerinden, seciyelerinden, ihlâs ve fedakârlıklarından ders almalarıyla beraber, Nurlar hizmetinde dünyevî menfaatleri daha aramazlar.
Evet, medrese-i Yusufiyede, çok emârelerle, her sıkıntı ve zahmetin on, belki yüz misli maddî ve mânevî faydalar ve güzel neticeler ve imana geniş ve hâlis hizmetler, gözleriyle gördüklerinden, tam ihlâsa muvaffak olurlar, daha cüz’î ve hususî menfaatlere tenezzül etmezler.
Bu çilehanelerin bana mahsus bir letâfeti ve hazîn, fakat tatlı bir vaziyeti var. Şöyle ki:
Ben gençlik zamanında bizim memlekette gördüğüm eski medresenin aynı vaziyetini görüyorum. Çünkü, vilâyât-ı şarkiyede eski âdet medrese talebelerinin bir kısmının tayınatları dışarıdan geliyordu. Ve bazı medreseler, içinde pişiriyorlardı. Ve daha kaç cihette bu çilehaneye benziyorlardı. Ben de lezzetli bir tahassür içinde buraya baktıkça, o eski gençlik ve şirin zamana hayalen gidiyorum ve ihtiyarlık vaziyetlerini unutuyorum.”
* Refet, âyet-i celilesindeki kelimesinin mânâsını merak edip sorması münasebetiyle ve hapiste sabah namazından sonra sairler gibi yatmasından gelen rehavet dolayısıyla, elmas gibi kalemini atâlete uğratmamak için yazılmıştır.
Uyku üç nevidir.
BİRİNCİSİ: Gaylûledir ki, fecirden sonra, tâ vakt-i kerahet bitinceye kadardır. Bu uyku, rızkın noksaniyetine ve bereketsizliğine hadisçe sebebiyet verdiği için, hilâf-ı sünnettir. Çünkü rızık için sa’y etmenin mukaddemâtını ihzar etmenin en münasip zamanı, serinlik vaktidir. Bu vakit geçtikten sonra bir rehavet ârız olur. O günkü sa’ye ve dolayısıyla da rızka zarar verdiği gibi, bereketsizliğe de sebebiyet verdiği, çok tecrübelerle sabit olmuştur.
İKİNCİSİ: Feylûledir ki, ikindi namazından sonra, mağribe kadardır. Bu uyku ömrün noksaniyetine, yani, uykudan gelen sersemlik cihetiyle, o günkü ömrü nevm-âlûd, yarı uyku kısacık bir şekil aldığından, maddî bir noksaniyet gösterdiği gibi, mânevî cihetiyle de, o gün hayatının maddî ve mânevî neticesi ekseriya ikindiden sonra tezahür ettiğinden, o vakti uykuyla geçirmek, o neticeyi görmemek hükmüne geçtiğinden, güya o günü yaşamamış gibi oluyor.
ÜÇÜNCÜSÜ: Kaylûledir ki, bu uyku sünnet-i seniyyedir. Duhâ vaktinden, öğleden biraz sonraya kadardır. Bu uyku, gece kıyamına sebebiyet verdiği için sünnet olmakla beraber, Ceziretü’l-Arabda, vaktü’z-zuhr denilen şiddet-i hararet zamanında bir tatil-i eşgal, âdet-i kavmiye ve muhitiye olduğundan, o sünnet-i seniyyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir. Bu uyku hem ömrü, hem rızkı tezyide medardır. Çünkü yarım saat kaylûle, iki saat gece uykusuna muadil gelir. Demek, ömrüne hergün bir buçuk saat ilâve ediyor. Rızık için çalışmak müddetine, yine bir buçuk saati, ölümün kardeşi olan uykunun elinden kurtarıp yaşatıyor ve çalışmak zamanına ilâve ediyor.
Said Nursî “
* Nev-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i istikbal ve âkıbetbînlik adesesiyle, gayet şâşaalı bir gece bayramında, hapishane penceresinden bakarken, nazar-ı hayalime inkişaf eden bir vaziyeti beyan ediyorum. Sinemada, eski zamanda mezaristanda yatanların vaziyet-i hayatiyeleri göründüğü gibi, yakın bir istikbalde mezaristan ehli olanların müteharrik cenazelerini görmüş gibi oldum. O gülenlere ağladım. Birden bir tevahhuş, bir acımak hissi geldi. Aklıma döndüm, hakikatten sordum: “Bu hayal nedir?” Hakikat dedi ki:
Elli sene sonra, bu kemâl-i neşe ile gülen ve eğlenen zavallılardan elliden beşi, beli bükülmüş, yetmiş yaşlı ihtiyarlar gibi; kırk beşi, mezaristanda çürümüş bulunacaklar.O güzel simalar, o neşeli gülmeler, zıtlarına inkılâp etmiş olacaklar. kaidesiyle, madem yakında gelecek şeylerin gelmiş gibi görülmesi bir derece hakikattir; elbette gördüğün hayal değildir.
Madem dünyanın gafletkârâne gülmeleri, böyle ağlanacak acı hallerin perdesidir ve muvakkat ve zevâle mâruzdur. Elbette biçare insanların ebedperest kalbini ve aşk-ı bekaya meftun olan ruhunu güldürecek, sevindirecek, meşru dairesinde ve müteşekkirâne, huzurkârâne, gafletsiz, mâsumâne eğlencelerdir ve sevap cihetiyle bâki kalan sevinçlerdir. Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istilâ edip gayr-ı meşru daireye sapmamak için, rivayetlerde, zikrullaha ve şükre çok azîm tergibat vardır. Tâ ki, bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünkü şükür nimeti ziyadeleştirir, gaflet ise kaçırır.”
* – Meâli: Haşiye “Nefis daima kötü şeylere sevk eder” âyetinin, hem de mânâ-yı Şerifi: “Senin en zararlı düşmanyn, nefsindir” hadisinin bir nüktesidir.
Tezkiyesiz nefs-i emmâresi bulunmak şartıyla, kendi nefsini beğenen ve seven adam başkasını sevmez. Eğer zâhirî sevse de samimî sevemez; belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır. Ve kusurunu nefsine almaz, belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. Mübalâğalarla, belki yalanlarla nefsini medih ve tenzih ederek, adeta takdis eder ve derecesine göre, – – âyetinin bir tokadını yer.
Temeddühü ve sevdirmesi ise, aksülâmelle istiskali celb eder, soğuk düşürtür. Hem amel-i uhrevîde ihlâsı kaybeder, riyâyı karıştırır. Âkıbeti görmeyen ve neticeleri düşünmeyen ve lezzet-i hazıraya müptelâ olan hisse ve hevâ-yı nefse mağlûp olup, yolunu şaşırmış hissin fetvâsıyla, bir saat lezzet için bir sene hapiste yatar. Bir dakika gurur veya intikam yüzünden on sene ceza görür. Adeta, ders aldığı Amme cüz’ünü birtek şekerlemeye satan havâi bir çocuk gibi, elmas kıymetinde bulunan hasenâtını, hissini okşamak için ve hevâsını memnun etmek için ve hevesini tatmin etmek için, ehemmiyetsiz cam parçaları hükmündeki lezzetlere, enâniyetlere vesile edip, kârlı işlerde hasâret eder.
– –
Haşiye
Bu parçanın da herkese faydası var. “
* Sual: Kısa bir zamandaki küfre mukabil, hadsiz bir zaman Cehennemde hapis nasıl adalet olur?
Elcevap: Sene 365 gün hesabıyla, bir dakikada katl, 7 milyon 884 bin dakika hapis iktizası kanun-u adalet iken, bir dakika küfür bin katl hükmünde olduğundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfürle ölen bir adam, kanun-u adaletle, 57 trilyon 201 milyar 200 milyon sene, beşerin kanun-u adaletiyle hapse müstehak olur. Elbette adalet-i İlâhî ile veçh-i muvafakati bundan anlaşılıyor.
Birbirinden gayet uzak iki adedin sırr-ı münasebeti şudur ki:
Katl ve küfür, tahrip ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal, zâhirî âdete göre, on beş sene maktulün hayatını selb eder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esmâ-i İlâhîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemâlâtını inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyeti tekzip ve şehadetlerini reddetmek olduğundan, kâfiri, bin seneden ziyade esfel-i sâfilîne atar, ‘de hapseder.”
* Takvâ dairesinde bulunan talebe deli de olsa, acaba Risale-i Nur’un ve kıymetli Elmasın nurundan ayrılabilir mi? Öyle tahmin ederim ki, Risale-i Nur’un, bu âciz talebeniz kadar kerametini, faziletini, lezzetini yiyen, tatlı meyvesinden koparan nâdirdir. Hem bu kadar âcizliğimle beraber, Risale-i Nur’a hizmet edemediğim halde göstermiş olduğunuz teveccühe medyûn-u şükranım. Binaenaleyh, Risale-i Nur’dan bendeniz değil, hiçbir talebeniz o mübarek Elmastan ve lezzetten ayrılamaz.
Affınıza mağruren, Risale-i Nur’un bu defaki taharriyâtında iki kerameti meydana aynen çıkmıştır. Hapishane içerisinde polis, jandarma ve gardiyanlar müthiş arama yaparken, o esnâda hiç kimse görmeden, yedi sekiz yaşında, hemşiremin mahdumu, mektep çantasının içerisine Risale-i Nur’un nüshalarını koyarak alıp gitmiştir. Arama, bendenizin odasındaydı. Çocuk odaya geldi; odada telâş görünce, odanın bir tarafında ayrıca duran Risale-i Nur’ları çantasına koydu ve içerideki memurların hiçbirisi farkına varmadı, çocuğa da bir şey demediler.
Fedakâr çocuk doğruca validesine gidiyor, “Dayımın daima bize okuduğu Risale-i Nur’ları getirdim. Bunları alacaklarmış. Ben onların haberi olmadan, onlar başka mektup, kitap karıştırırlarken aldım, çantama koydum. Bunları iyice bir yere koyunuz, muhafaza ediniz. Ben bunların okunmasını çok seviyorum. Dayım bize bunları okuyordu. O okurken ben başka bir hâlet kesb ediyordum” diye validesine söylüyor ve mektebine avdet ediyor. Bu sayede Elmas, Cevher, Nurlar ele geçmemiş oluyor.
Bu keramet değil de nedir? Kur’ânî bir mucize değil de nedir? Acaba bu fazilet, acaba bu lezzet, acaba bu Elmas, Cevher hangi telifatta vardır ki, bu Elmas, Cevher, Nurlar şimdiye kadar hangi zâtın ağzından dökülmüştür? Ben de, hapis değil, bu Elmas, Cevher, Nurlar için, her an, her dakika, her fedakârlığı memnuniyetle kabul ederim. Benden sonra bu Elmas, Cevher, Nurlar yoluna evlâdım Emin de bütün hayatını sarf etmeye hazırdır.”
* Âhir-i ömür muayyen olmadığı için, bu hapisteki mahkûmiyetim ve vaziyetim ölümden daha beter bir şekil aldığından, âhir hayatı beklemeyerek, kardeşlerimin ısrarı ve ilhahlarıyla, tağyir etmeyerek, o silsile-i tefekkürât Yedi Bâb üstünde yazıldı.
(Bu Lem’anın diğer altı bâbı Teksir Lem’alar- mecmuasında neşredildiğinden burada derc edilmedi.)
* OTUZUNCU LEM’A
Otuz Birinci Mektubun Otuzuncu Lem’ası ve Eskişehir Hapishanesinin bir meyvesi, Altı Nüktedir.
Denizli Medrese-i Yusufiyesinin bir ders-i âzamı Meyve Risalesi olduğu ve Afyon Medrese-i Yusufiyesinin kıymettar bir ders-i ekmeli el-Hüccetü’z-Zehrâ olması gibi, Eskişehir Medrese-i Yusufiyesinin gayet kuvvetli bir ders-i âzamı da, İsm-i Âzamı taşıyan altı ismin altı nüktesini beyan eden bu Otuzuncu Lem’adır.
İsm-i Âzamdan Hayy-ı Kayyûma dair parçada pek derin ve geniş meseleleri herkes birden bilemez ve zevk etmez, fakat hissesiz de kalmaz.
Birinci Nükte:

İsm-i Kuddûsün bir nüktesine dairdir.

Bu Küddûs nüktesi, Otuzuncu Sözün Zeylinin Zeyli olması münasiptir.

– –

ayetinin bir nüktesi ve bir İsm-i Azamın altı nurundan bir nuru olan Kuddus isminin bir cilvesi, Şaban-ı Şerifin ahirinde, Eskişehir Hapishanesinde bana göründü. Hem mevcudiyet-i ilahiyeyi kemal-i zuhurla, hem vahdet-i Rabbaniyeyi kemal-i vuzuhla gösterdi. Şöyle ki gördüm:
Bu kainat ve küre-i arz, daim işler ve büyük bir fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler müzahrefatla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufunetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pekçok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse, içinde durulmaz; insan onda boğulur. “
* Otuzuncu Lem’anın İkinci Nüktesi :

âyetinin bir nüktesi ve bir İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın altı nurundan bir nuru olan Adl isminin bir cilvesi, Birinci Nükte gibi, Eskişehir Hapishanesinde uzaktan uzağa göründü. Onu yakınlaştırmak için yine temsil yoluyla deriz:
Şu kâinat öyle bir saraydır ki, o sarayda mütemadiyen tahrip ve tamir içinde çalkalanan bir şehir var. Ve o şehirde her vakit harp ve hicret içinde kaynayan bir memleket var. Ve o memlekette her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanan bir âlem var. “
* İsm-i Âzamın altı nurundan üçüncü nuruna işaret eden
Üçüncü Nükte
– İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle çağır. (Nahl Sûresi: 16:125) âyetinin bir nüktesi ve bir İsm-i Âzam veya İsm-i Âzamın altı nurundan bir nuru olan ism-i Hakemin bir cilvesi, Ramazan-ı Şerifte Eskişehir Hapishanesinde göründü. Ona yalnız bir işaret olarak, beş noktadan ibaret Üçüncü Nükte acele olarak yazıldı, müsvedde olarak kaldı. “

* Otuzuncu Lem’anın Dördüncü Nüktesi :
– – âyetinin bir nüktesini ve Vâhid ve Ehad isimlerini tazammun eden bir İsm-i Âzam veya İsm-i Âzamın altı nurundan bir nuru olan Ferd isminin bir cilvesi, Şevvâl-i Şerifte Eskişehir Hapishanesinde bana göründü. O cilve-i âzamın tafsilâtını Risale-i Nur’a havale edip, burada muhtasar yedi işaretle, ism-i Ferdin tecellî-i âzamıyla gösterdiği tevhid-i hakikîyi gayet muhtasar beyan edeceğiz. “

* Otuzuncu Lem’anın Beşinci Nüktesi:
– –
âyet-i azîmenin ve – – âyet-i azîmin birer nüktesi ile, İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru olan ism-i Hayyın bir cilvesi, Şevvâl-i Şerifte, Eskişehir Hapishanesinde uzaktan uzağa aklıma göründü. Vaktinde kaydedilmedi ve çabuk o kudsî kuşu avlayamadık. Tebâud ettikten sonra, hiç olmazsa bazı remizlerle o hakikat-i ekberin ve nur-u âzamın bazı şualarını muhtasaran göstereceğiz. “
* kayyûmiyet-i İlâhiyeye işaret eden âyetlerin bir nüktesi ve İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın iki ziyasından ikinci ziyası veyahut İsm-i Âzamın altı nurundan altıncı nuru olan Kayyûm isminin bir cilve-i âzamı, Zilkade ayında aklıma göründü. Eskişehir Hapishanesindeki müsaadesizliğim cihetiyle, o nur-u âzamı elbette tamamıyla beyan edemeyeceğim. Fakat Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) Kaside-i Ercûzesinde “Sekîne” nam-ı âlîsiyle beyan ettiği İsm-i Âzam ve Celcelûtiyesinde yine pek muhteşem isimlerle İsm-i Âzam içinde bulunan o altı ismi en âzam, en ehemmiyetli tuttuğu için ve onların bahsi içinde kerametkârâne bize teselli verdiği için, bu ism-i Kayyûma dahi, evvelki beş esmâ gibi, hiç olmazsa muhtasar bir surette, Beş Şua ile o nûr-u âzama işaret edeceğiz.”
* ON BEŞİNCİ RİCA
Bu ricâ Denizli hapsinden sonra, Nurların teksirle basılarak intişârı üzerine, fütûhat-ı Nûriyeyi çekemeyen gizli düşman münâfıklar, türlü desîse ve iftirâlarla hükûmeti aleyhe çevirerek Nur Risâlelerini müsâdere ettirip, tetkik edilmesi neticesinde, değil tenkit edip düşmanlık göstermek, belki tetkik eden memurların kalblerini de fethederek, tenkit yerine takdir ettirdiğini; ve bu hâdise Nur dershanelerinin genişlemesine sebep olduğunu; ve bir müddet sonra gizli din düşmanları, pek âdî bahânelerle, zemtıeririn en şiddetli günlerinde Üstâdımızı tevkif ettirerek, büyük, gâyet soğuk, sobasız bir koğuşta hapsettiklerini; ve bu hapiste inâyet-i İlâhiye ile bir hakîkat inkişaf ederek, Nurların hapishane dâhilinde ve hâricinde intişar ve fütûhâtından dolayı binlerce şükrettiğini; ve rûhuna, “Sen onların zulmü yüzünden hem sevap, hem fâni saatlerini bâkîleştirmeyi, hem mânevî lezzetleri, hem vazife-i ilmiye ve dîniyeyi ihlâs ile yapmasını kazanıyorsun” diye ihtar edilmesi üzerine, bütün kuvvetiyle “El- hamdülillâh” diye duâ ettiğini gâyet güzel beyân etmektedir.”
* ON ALTINCI RİCA
Mahrem ve mühim mecmualar, hususan Süfyâna ve Nurun kerâmetlerine dâir olan risâleler, zamanı gelince neşredilsin diye saklandığı halde, bir aramada o risâleler bulunduğu yerden çıkarılmış; ve Üstâdımız hasta bir halde tevkif edilerek hapishaneye götürüldüğünü; ve Üstadımız müteellim ve Nurlara gelen zarardan müteessir iken, birden inâyet-i İlâhiye imdâda yetişerek, mahrem risâleleri okuyan resmî dâirelerin bir dershane-i Nuriye hükmüne geçip, risâleleri takdirle karşıladıklarını; ve yine Denizli hapsinde, ihtiyarlık, hastalık ve mâsum arkadaşlara gelen zahmetlerden elem ve teessür içinde iken, birden inâyet-i Rabbâniye yetişerek, hapishaneyi bir dershane-i Nûriyeye çevirip, bir medrese-i Yûsufiye (a.s.) olduğunu ispat ederek, Medresetü’z-Zehrâ kahramanlarının elmas kalemleri ile Nurların intişâra başlamasını; ve gizli düşmanların Üstâdımızı nasıl zehirlediklerini; ve onun yerine merhum Hâfız Ali’nin şehid olarak berzah âlemine seyahat eylemesi üzerine, hepsi müteellim ve müteessir bir halde iken, yine birden inâyet-i İlâhiye imdâda yetişerek, Üstâdımızdan zehir tehlikesinin geçmesi ve merhum şehidin, kabirde Nurlarla meşgul olarak, suâl meleklerine Nurlarla cevap vermesi; ve onun bedeline Denizli kahramanı Hasan Feyzi (rahmetullahi aleyh) ve arkadaşlarının hizmete girmesi ve mahpusların Nurlarla ıslah olmaları gibi çok emârelerle, inâyet-i Rabbâniyenin yetiştiğini ifade ettikten sonra; gençliğinde ahir ömrünü mağarada geçirmek arzusuna mukâbil, bu mağaraların hapishanelere, inzivâlara, çilehânelere, mutlak tecrid hücrelerine çevrilip, Yûsufıye medreseleri olarak Kur’an ve îmânın hakîkatlerine mücâhidâne bir sûrette hizmet ettirdiğini; ve o çileli hapislerde üç hikmet ve hizmet-i Nûriyeye üç ehemmiyetli fayda bulunduğunu beyân eden ehemmiyetli bir ricâdır.”
* İKİNCİ ŞUA:
Eskişehir hapsinin son meyvesi :
Otuz Birinci Lem’a’nın İkinci Şuâı :

On altı sene evvel, Eskişehir Hapishanesi’nde, arkadaşlarımın tahliyeleriyle yalnız kaldığım bir vakitte, şu Şuâ, gayet acele, pek noksan kalemimle, sıkıntılı, rahatsızlık bir zamanda telif edildiğinden bir derece intizamsız olmakla beraber, bugünlerde tashih ederken, İmân ve tevhid noktasında pek çok kıymettar ve kuvvetli ve ehemmiyetli gördüm. “

* ON BİRİNCİ ŞUA:
(Meyve Risalesi)

Denizli Hapsinin Bir Meyvesi :

Zındıka ve küfr-ü mutlaka karşı Risale-i Nur’un bir müdâfaanamesidir. Ve bu hapsimizde hakiki müdâfaanamemiz dahi budur. Çünkü, yalnız buna çalışıyoruz.
Bu risale, Denizli Hapishanesinin bir meyvesi ve hatırası ve iki Cuma Gününün mahsûlüdür. “
* MEYVE RİSALESİ:
– -âyetinin ihbarı ve sırrıyla, Yusuf Aleyhisselâm mahpusların pîridir; ve hapishane bir nevi medrese-i Yusufiye olur. Madem Risale-i Nur şakirtleri iki defadır çoklukla bu medreseye giriyorlar; elbette Risale-i Nur’un hapse temas ve ispat ettiği bir kısım meselelerinin kısacık hülâsalarını, bu terbiye için açılan dershanede okumak ve okutmakla tam terbiye almak lâzım geliyor. İşte o hülâsalardan, beş altı tanesini beyan ediyoruz.
Birincisi:
Dördüncü Sözde izahı bulunan, her gün yirmi dört saat sermaye-i hayatı, Hâlıkımız bize ihsan ediyor; tâ ki, iki hayatımıza lâzım şeyler o sermaye ile alınsın. Biz kısacık hayat-ı dünyeviyeye yirmi üç saati sarf edip, beş farz namaza kâfi gelen bir saati, pek çok uzun olan hayat-ı uhreviyemize sarfetmezsek, ne kadar hilâf-ı akıl bir hata ve o hatanın cezası olarak hem kalbî, hem ruhî sıkıntıları çekmek ve o sıkıntılar yüzünden ahlâkını bozmak ve meyusâne hayatını geçirmek sebebiyle, değil terbiye almak, belki terbiyenin aksine gitmekle ne derece hasâret ederiz, kıyas edilsin.
Eğer, bir saati beş farz namaza sarf etsek, o halde hapis ve musibet müddetinin herbir saati, bazan bir gün ibadet; ve fâni bir saati, bâki saatler hükmüne geçebilmesi ve kalbî ve ruhî meyusiyet ve sıkıntıların kısmen zevâl bulması ve hapse sebebiyet veren hatalara kefâreten affettirmesi ve hapsin hikmeti olan terbiyeyi alması ne derece kârlı bir imtihan, bir ders ve musibet arkadaşlarıyla tesellîdârâne bir hoş sohbet olduğu düşünülsün…
Dördüncü Sözde denildiği gibi, bin lira ikramiye kazancı için bin adam iştirak etmiş bir piyango kumarına yirmi dört lirasından beş on lirayı veren ve yirmi dörtten birisini ebedî bir mücevherat hazinesinin biletine vermeyen halbuki dünyevî piyangoda o bin lirayı kazanmak ihtimali binden birdir; çünkü bin hissedar daha var, ve uhrevî mukadderat-ı beşer piyangosunda, hüsn-ü hâtimeye mazhar ehl-i İmân için kazanç ihtimali binden dokuz yüz doksan dokuz olduğuna yüz yirmi dört bin enbiyanın ona dair ihbarını keşifle tasdik eden evliyadan ve asfiyadan had ve hesaba gelmez sâdık muhbirler haber verdikleri halde, evvelki piyangoya koşmak, ikincisinden kaçmak ne derece maslahata muhalif düşer, mukayese edilsin.
Bu meselede hapishane müdürleri ve sergardiyanları ve belki memleketin idare müdebbirleri ve asayiş muhafızları, Risale-i Nur’un bu dersinden memnun olmaları gerektir. Çünkü bin mütedeyyin ve Cehennem hapsini her vakit tahattur eden adamların idare ve inzibatı, on namazsız ve itikatsız, yalnız dünyevî hapsi düşünen ve haram-helâl bilmeyen ve kısmen serseriliğe alışan adamlardan daha kolay olduğu çok tecrübelerle görülmüş. “
*İkinci Meselenin Hülâsası

Risale-i Nur’dan Gençlik Rehberinin güzelce izah ettiği gibi, ölüm o kadar kat’î ve zâhirdir ki, bugünün gecesi ve bu güzün kışı gelmesi gibi ölüm başımıza gelecek. Bu hapishane nasıl ki mütemadiyen çıkanlar ve girenler için muvakkat bir misafirhanedir; öyle de, bu zemin yüzü dahi acele hareket eden kafilelerin yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır. Herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği var.
İşte bu dehşetli hakikatın muammasını Risale-i Nur hall ve keşfetmiş. Bir kısacak hülâsası şudur:
Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Elbette bu ecel cellâdının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak çaresi varsa, insanın en büyük ve herşeyin fevkinde bir endişesi, bir meselesidir. Evet, çaresi var ve Risale-i Nur Kur’ân’ın sırrıyla o çareyi, iki kere iki dört eder derecesinde kat’î ispat etmiş. Kısacık hülâsası şudur ki:
Ölüm ya idam-ı ebedîdir; hem o insanı, hem bütün ahbabını ve akaribini asacak bir darağacıdır. Veyahut başka bir bâki âleme gitmek ve İmân vesikasıyla saadet sarayına girmek için bir terhis tezkeresidir. Ve kabir ise, ya karanlıklı bir haps-i münferid ve dipsiz bir kuyudur. Veyahut bu zindan-ı dünyadan bâki ve nuranî bir ziyafetgâh ve bağistana açılan bir kapıdır. Bu hakikati Gençlik Rehberi bir temsil ile ispat etmiş.
Meselâ, bu hapsin bahçesinde asmak için darağaçları konulmuş ve onların dayandıkları duvarın arkasında gayet büyük ve umum dünya iştirak etmiş bir piyango dairesi kurulmuş. Biz bu hapisteki beş yüz kişi, herhalde, hiç müstesnası yok ve kurtulmak mümkün değil, bizi birer birer o meydana çağıracaklar. Ya “Gel, idam ilânını al, darağacına çık” veya “Daimî haps-i münferid pusulasını tut, bu açık kapıya gir” veyahut “Sana müjde! Milyonlar altın bileti sana çıkmış. Gel al” diye her tarafta ilânatlar yapılıyor.
Biz de gözümüzle görüyoruz ki, birbiri arkasında o darağaçlarına çıkıyorlar. Bir kısmın asıldıklarını müşahede ediyoruz. Bir kısmı da, darağaçlarını basamak yapıp o duvarın arkasındaki piyango dairesine girdiklerini, orada büyük ve ciddî memurların kat’î haberleriyle görür gibi bildiğimiz bir sırada, bu hapishanemize iki heyet girdi.
Bir kafile ellerinde çalgılar, şaraplar, zâhirde gayet tatlı helvalar, baklavalar var. Bizlere yedirmeye çalıştılar. Fakat o tatlılar zehirlidir, insî şeytanlar içine zehir atmışlar.
İkinci cemaat ve heyet, ellerinde terbiyenameler ve helâl yemekler ve mübarek şerbetler var. Bize hediye veriyorlar ve bil’ittifak beraber, pek ciddî ve kat’î diyorlar ki:
“Eğer o evvelki heyetin sizi tecrübe için verilen hediyelerini alsanız, yeseniz, bu gözümüz önündeki şu darağaçlarda başka gördükleriniz gibi asılacaksınız. Eğer bizim bu memleket hâkiminin fermanıyla getirdiğimiz hediyeleri evvelkinin yerine kabul edip ve terbiyenamelerdeki duaları ve evradları okusanız, o asılmaktan kurtulacaksınız. O piyango dairesinde ihsan-ı şâhâne olarak herbiriniz milyon altın biletini alacağınızı, görür gibi ve gündüz gibi inanınız. Eğe o haram ve şüpheli ve zehirli tatlıları yeseniz, asılmaya gittiğiniz zamana kadar dahi o zehirin sancısını çekeceğinizi, bu fermanlar ve bizler müttefikan size kat’î haber veriyoruz” diyorlar.
İşte bu temsil gibi, her vakit gördüğümüz ecel darağacının arkasında, mukadderat-ı nev-i beşer piyangosundan ehl-i İmân ve tâat için hüsn-ü hâtime şartıyla ebedî ve tükenmez bir hazinenin bileti çıkacağını yüzde yüz ihtimalle; sefahet ve haram ve itikatsızlık ve fıskta devam edenler tevbe etmemek şartıyla ya idam-ı ebedî (âhirete inanmayanlara) veya daimî ve karanlık haps-i münferid (beka-i ruha inanan ve sefahette gidenlere) ve şekavet-i ebediye ilâmını alacaklarını yüzde doksan dokuz ihtimalle kat’î haber veren, başka ellerinde nişane-i tasdik olan hadsiz mucizeler bulunan yüz yirmi dört bin peygamberler ve onların verdikleri haberlerin izlerini ve sinemada gibi gölgelerini, keşifle, zevk ile görüp tasdik ederek imza basan yüz yirmi dört milyondan ziyade evliyalar (kaddesallahü esrârehüm) ve o iki kısım meşâhir-i insaniyenin haberlerini aklen kat’î bürhanlarla ve kuvvetli hüccetlerle, fikren ve müttefiken yakînî bir sûrette ispat ederek tasdik edip imza basan milyarlar gelen geçen muhakkikler, Haşiye müçtehidler ve sıddîkînler, bil’icmâ, mütevatiren nev-i insanın güneşleri, kamerleri, yıldızları olan bu üç cemaat-i azîme ve bu üç taife-i ehl-i hakikat ve beşerin kudsî kumandanları olan bu üç büyük ve âlî heyetlerin fermanlarıyla verdikleri haberleri dinlemeyen, ve saadet-i ebediyeye giden onların gösterdikleri yol olan sırat-ı müstakimde gitmeyenler, yüzde doksan dokuz dehşetli tehlike ihtimalini nazara almayan ve birtek muhbirin bir yolda tehlike var demesiyle o yolu bırakan, başka uzun yolda hareket eden bir adam, elbette ve elbette vaziyeti şudur ki:
________________________________________
Haşiye O muhakkiklerden tek birisi Risale-i Nur’dur. Yirmi senedir en muannid filozofları ve mütemerrid zındıkları susturan eczaları meydandadır. Herkes okuyabilir ve kimse itiraz etmez.
İki yolun, hadsiz muhbirlerin kat’î ihbarları ile en kısa ve kolayı ve yüzde yüz Cennet ve saadet-i ebediyeyi kazandıranı bırakıp en dağdağalı ve uzun ve sıkıntılı ve yüzde doksan dokuz Cehennem hapsini ve şekavet-i daimeyi netice veren yolunu ihtiyar ettiği halde, dünyada iki yolun, birtek muhbirin yalan olabilir haberiyle yüzde birtek ihtimal-i tehlike ve bir ay hapis imkânı bulunan kısa yolu bırakıp, menfaatsiz yalnız zararsız olduğu için uzun yolu ihtiyar eden bedbaht, sarhoş divaneler gibi, dehşetli ve uzakta görünen ve ona musallat olan ejderhalara ehemmiyet vermez, sineklerle uğraşıyor, yalnız onlara ehemmiyet verir derecede aklını, kalbini, ruhunu, insaniyetini kaybetmiş oluyor.
Madem hakikat-i hal budur. Biz mahpuslar, bu hapis musibetinden intikamımızı tam almak için, o mübarek ikinci heyetin hediyelerini kabul etmeliyiz. Yani, nasıl ki bir dakika intikam lezzeti ve birkaç dakika veya bir iki saat sefahet lezzetleriyle, bu musibet bizi on beş ve beş ve on ve iki üç sene bu hapse soktu, dünyamızı bize zindan eyledi; biz dahi bu musibetin rağmına ve inadına, bir iki saat müddet-i hapsi bir iki gün ibadete ve iki üç sene cezamızı, mübarek kafilenin hediyeleriyle yirmi otuz sene bâki bir ömre ve on ve yirmi sene hapiste cezamızı milyonlar sene Cehennem hapsinden affımıza vesile edip, fâni dünyamızın ağlamasına mukabil, bâki hayatımızı güldürerek bu musibetten tam intikamımızı almalıyız. Hapishaneyi terbiyehane gösterip, vatanımıza ve milletimize birer terbiyeli, emniyetli, menfaatli adam olmaya çalışmalıyız. Ve hapishane memurları ve müdürleri ve müdebbirleri dahi, câni ve eşkiya ve serseri ve katil ve sefahetçi ve vatana muzır zannettikleri adamları, bir mübarek dershanede çalışan talebeler görsünler ve müftehirâne Allah’a şükretsinler. “
* Üçüncü Mesele
Gençlik Rehberinde izahı bulunan ibretli bir hadisenin hülâsası şudur:
Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı. Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar kat’î müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: “Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.”
Evet, gördüğüm hakikattır, hayal değil. Nasıl ki bu yaz ve güzün âhiri kıştır; öyle de, gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah kışıdır. Geçmiş zamanın elli sene evvelki hadisatı sinema ile hal-i hazırda gösterildiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbal hadisatını gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i dalâlet ve sefahetin elli altmış sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilseydi, şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru keyiflerine nefretle ve teellümlerle ağlayacaklardı.
Ben o Eskişehir Hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken, sefahet ve dalâleti terviç eden bir şahs-ı mânevî, insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi:
“Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz; bize karışma.”
Ben de cevaben dedim:
Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip dalâlet ve sefahete atılıyorsun. Kat’iyen bil ki, senin dalâletin hükmüyle bütün geçmiş zaman-ı mazi ölmüş ve mâdumdur. Ve içinde cenazeleri çürümüş bir vahşetli mezaristandır. İnsaniyet alâkadarlığıyla ve dalâlet yoluyla, senin başına ve varsa ve ölmemişse kalbine, o hadsiz firaklardan ve o nihayetsiz dostlarının ebedî ölümlerinden gelen elemler, senin şimdiki sarhoşça, pek kısa bir zamandaki cüz’î lezzetini imha ettiği gibi, gelecek istikbal zamanı dahi, itikatsızlığın cihetiyle yine mâdum ve karanlıklı ve ölü ve dehşetli bir vahşetgâhtır. Ve oradan gelen ve başını vücuda çıkaran ve zaman-ı hazıra uğrayan biçarelerin başları ecel cellâdının satırıyla kesilip hiçliğe atıldığından, mütemadiyen akıl alâkadarlığıyla senin imansız başına hadsiz elîm endişeler yağdırıyor. Senin sefihâne cüz’î lezzetini zîr ü zeber eder. “
* İşte ey bu medrese-i Yusufiyede benim ders arkadaşlarım! Madem hakikat budur ve bu hakikati Risale-i Nur o derece kat’î ve güneş gibi ispat etmiş ki, yirmi senedir mütemerridlerin inatlarını kırıp imana getiriyor. Biz dahi hem dünyamıza, hem istikbalimize, hem âhiretimize, hem vatanımıza, hem milletimize tam menfaatli ve kolay ve selâmetli olan İmân ve istikamet yolunu takip edip boş vaktimizi sıkıntılı hülyalar yerinde Kur’ân’dan bildiğimiz sûreleri okumak ve mânâlarını bildiren arkadaşlardan öğrenmek ve kazaya kalmış farz namazlarımızı kaza etmek ve birbirinin güzel huylarından istifade edip bu hapishaneyi güzel seciyeli fidanlar yetiştiren bir mübarek bahçeye çevirmek gibi a’mâl-i saliha ile, hapishane müdür ve alâkadarları, câni ve katillerin başlarında zebâni gibi azap memurları değil, belki medrese-i Yusufiyede Cennete adam yetiştirmek ve onların terbiyesine nezaret etmek vazifesiyle memur birer müstakim üstad ve birer şefkatli rehber olmalarına çalışmalıyız.”
* Ey hapis musibetinde benim yeni kardeşlerim, sizler, benimle beraber gelen eski kardeşlerim gibi Risale-i Nur’u görmemişsiniz. Ben onları ve onlar gibi binler şakirtleri şahit göstererek derim ve ispat ederim ve ispat etmişim ki:
O büyük dâvâyı yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o dâvânın kazancının vesikası ve senedi ve beratı olan iman-ı tahkikîyi eline veren ve Kur’ân-ı Hakîmın mu’cize-i mâneviyesinden neş’et edip çıkan ve bu zamanın birinci bir dâvâ vekili bulunan Risale-i Nur’dur. Bu on sekiz senedir benim düşmanlarım ve zındıklar ve maddiyyunlar, aleyhimde gayet gaddarâne desiselerle hükümetin bazı erkânlarını iğfal ederek bizi imha için bu defa gibi eskide dahi hapislere, zindanlara soktukları halde, Risale-i Nur’un çelik kalesinde yüz otuz parça cihazatından ancak iki-üç parçasına ilişebilmişler. Demek avukat tutmak isteyen onu elde etse yeter.
Hem korkmayınız, Risale-i Nur yasak olmaz. Hükümet-i Cumhuriyenin mebusları ve erkânlarının ellerinde mühim risaleleri, iki, üçü müstesna olarak serbest geziyorlardı. İnşaallah, bir zaman hapishaneleri tam bir ıslahhane yapmak için bahtiyar müdürler ve memurlar, o Nurları mahpuslara, ekmek ve ilâç gibi tevzi edecekler. “
* Beşinci Mesele:
Gençlik Rehberinde izah edildiği gibi, gençlik hiç şüphe yok ki gidecek. Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat’iyetinde, gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecek.
Eğer o fâni ve geçici gençliğini iffetle hayrata istikamet dairesinde sarf etse, onunla ebedî, bâki bir gençliği kazanacağını bütün semâvî fermanlar müjde veriyorlar.
Eğer sefahete sarf etse, nasıl ki bir dakika hiddet yüzünden bir katl, milyonlar dakika hapis cezasını çektirir; öyle de, gayr-ı meşru dairedeki gençlik keyifleri ve lezzetleri, âhiret mes’uliyetinden ve kabir azabından ve zevâlinden gelen teessüflerden ve günahlardan ve dünyevî mücazatlarından başka, aynı lezzet içinde o lezzetten ziyade elemler olduğunu aklı başında her genç tecrübeyle tasdik eder. Meselâ, haram sevmekte, bir kıskançlık elemi ve firak elemi ve mukabele görmemek elemi gibi çok ârızalarla o cüz’î lezzet zehirli bir bal hükmüne geçer. Ve o gençliğin suiistimâliyle gelen hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere ve kalb ve ruhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden neş’et eden sıkıntılarla meyhanelere, sefahethanelere veya mezaristana düşeceklerini bilmek istersen, git hastahanelerden ve hapishanelerden ve meyhanelerden ve kabristandan sor. Elbette, ekseriyetle gençlerin gençliğinin suiistimalinden ve taşkınlıklarından ve gayr-ı meşru keyiflerin cezası olarak gelen tokatlardan eyvahlar ve ağlamalar ve esefler işiteceksin.
Eğer istikamet dairesinde gitse, gençlik gayet şirin ve güzel bir nimet-i İlâhiye ve tatlı ve kuvvetli bir vasıta-i hayrat olarak âhirette gayet parlak ve bâki bir gençlik netice vereceğini, başta Kur’ân olarak çok kat’î âyâtıyla bütün semâvî kitaplar ve fermanlar haber verip müjde ediyorlar.
Madem hakikat budur. Ve madem helâl dairesi keyfe kâfidir. Ve madem haram dairesindeki bir saat lezzet, bazan bir sene ve on sene hapis cezasını çektirir. Elbette, gençlik nimetine bir şükür olarak, o tatlı nimeti iffetle, istikamette sarf etmek lâzım ve elzemdir. “
* Yedinci Mesele:
Denizli hapsinde bir Cuma gününün meyvesidir.

Bir zaman Kastamonu’da “Hâlıkımızı bize tanıttır” diyen lise talebelerine sâbık Altıncı Meselede mektep fünununun dilleriyle verdiğim dersi, Denizli Hapishanesinde benimle temas edebilen mahpuslar okudular. Tam bir kanaat-i imaniye aldıklarından, âhirete bir iştiyak hissedip, “Bize âhiretimizi de tam bildir. Tâ ki, nefsimiz ve zamanın şeytanları bizi yoldan çıkarmasın, daha böyle hapislere sokmasın” dediler. Ve Denizli hapsindeki Risale-i Nur şakirtlerinin ve sabıkan Altıncı Meseleyi okuyanların arzularıyla, âhiret rüknünün dahi bir hülâsasının beyanı lâzım geldi. Ben de Risale-i Nur’dan bir kısacık hülâsa ile derim:
Nasıl ki, Altıncı Meselede biz Hâlıkımızı arzdan, semavattan sorduk; onlar fenlerin dilleriyle, güneş gibi Hâlıkımızı bize tanıttırdılar. Aynen biz de âhiretimizi başta o bildiğimiz Rabbimizden, sonra Peygamberimizden, sonra Kur’ân’ımızdan, sonra sair peygamberler ve mukaddes kitaplardan, sonra melâikelerden, sonra kâinattan soracağız. “
* Ve Kainatı içine alan ve ebede gitmek için yaratıldığına bütün cihazat-ı insaniyesi şehadet eden, böyle yirmi küllî hakikatlerle Cenâb-ı Hakkın Hak ismine bağlanan, Ve en küçük zîhayatın en cüz’î ihtiyacını gören ve niyazını işiten ve fiilen cevap veren Hafîz-i Zülcelâlin Hafîz ismiyle mütemadiyen amelleri kaydedilen ve kâinatı alâkadar edecek ef’âlleri o ismin kâtibîn-i kiramlarıyla yazılan ve herşeyden ziyade o ismin nazar-ı dikkatine mazhar bulunan bu insanlar, elbette ve elbette ve herhalde ve hiçbir şüphe getirmez ki, bu yirmi hakikatın hükmüyle, insanlar için bir haşir ve neşir olacak ve Hak ismiyle evvelki hizmetlerinin mükâfatını ve kusuratının mücazatını çekecek ve Hafîz ismiyle cüz’î-küllî kayd altına alınan her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecek ve dâr-ı bekada saadet-i ebediye ziyafetgâhının ve şekavet-i daime hapishanesinin kapıları açılacak ve bu âlemde çok tâifelere kumandanlık yapan ve karışan ve bazan karıştıran bir zabit, toprağa girip her amelinden sual olunmamak ve uyandırılmamak üzere yatıp saklanmayacaktır.”
* Nev-i insanın üçten birisini teşkil eden gençler, hevesatları galeyanda, hissiyata mağlûp, cüretkâr akıllarını her vakit başına almayan o gençler, âhiret imanını kaybetseler ve Cehennem azabını tahattur etmezlerse, hayat-ı içtimaiyede, ehl-i namusun malı ve ırzı ve zayıf ve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti tehlikede kalır. Bazı, bir dakika lezzeti için bir mes’ut hanenin saadetini mahveder ve bu gibi, hapiste dört beş sene azap çeker, canavar bir hayvan hükmüne geçer. Eğer iman-ı âhiret onun imdadına gelse, çabuk aklını başına alır. “Gerçi hükümet hafiyeleri beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim. Fakat Cehennem gibi bir zindanı bulunan bir Padişah-ı Zülcelâlin melâikeleri beni görüyorlar ve fenalıklarımı kaydediyorlar. Ben başıboş değilim ve vazifedar bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zayıf olacağım” diye, birden, zulmen tecavüz etmek istediği adamlara karşı bir şefkat, bir hürmet hissetmeye başlar. Bu mânânın dahi Risale-i Nur’da bürhanlarıyla izahına iktifaen kısa kesiyoruz.”
* Hem nev-i beşerin ehemmiyetli bir kısmı, hastalar ve mazlumlar ve bizim gibi musibetzedeler ve fakirler ve ağır ceza alan mahpuslar, eğer iman-ı âhiret onların imdadına yetişmezse, her vakit hastalığın ihtarıyla gözü önüne gelen ölüm ve intikamını alamadığı ve namusunu elinden kurtaramadığı zâlimin mağrurâne ihaneti ve büyük musibetlerde boşu boşuna malını, evlâdını kaybetmekle gelen elîm meyusiyeti ve bir-iki dakika veya bir iki saat keyif yüzünden beş on sene böyle bir hapis azabını çekmekten gelen kederli sıkıntı, elbette o biçarelere dünyayı zindan ve hayatı bir işkenceli azaba çevirir. Eğer âhirete İmân imdatlarına yetişse, birden onlar nefes alırlar; sıkıntıları, meyusiyetleri ve endişeleri ve intikam hiddetleri, derece-i imanına göre kısmen ve bazan tamamen zâil olur.”
* Evet, Cehennem ise, hayr-ı mahz olan daire-i vücudun Hâkim-i Zülcelâlinin hakîmâne ve âdilâne bir hapishane vazifesini gören dehşetli ve celâlli bir mevcut ülkesidir. Hapishane vazifesini de görmekle beraber, başka pek çok vazifeleri var. Ve pek çok hikmetleri ve âlem-i bekaya ait hizmetleri var. Ve zebâni gibi pek çok zîhayatın celâldarâne meskenleridir.”
* Evet, nasıl bir serseri âsi ve raiyete tecavüz eden bir adam, oranın izzetli hâkimine dese, “Beni hapse atamazsın ve yapamazsın” diye izzetine dokunsa, elbette o şehirde hapis olmasa da o edepsiz için bir hapis yapacak, onu içine atacak. Aynen öyle de, kâfir-i mutlak, küfrüyle izzet-i celâline şiddetle dokunuyor. Ve azamet-i kudretine inkâr ile dokunduruyor. Ve kemâl-i rububiyetine tecavüzüyle ilişiyor. Elbette Cehennemin pek çok vazifeler için pek çok esbab-ı mucibesi ve vücudunun hikmetleri olmasa da, öyle kâfirler için bir Cehennemi halk etmek ve onları içine atmak, o izzet ve celâlin şe’nidir.
Hem mahiyet-i küfür dahi Cehennemi bildirir. Evet, nasıl ki imanın mahiyeti eğer tecessüm etse, lezzetleriyle bir cennet-i hususiye şekline girebilir ve Cennetten bu noktadan gizli haber verir. Aynen öyle de, Risale-i Nur’da delilleriyle ispat ve baştaki meselelerde dahi işaret edilmiş ki, küfrün ve bilhassa küfr-ü mutlakın ve nifakın ve irtidadın öyle karanlıklı ve dehşetli elemleri ve mânevî azapları var, eğer tecessüm etse, o mürted adama bir hususî cehennem olur ve büyük Cehennemden bu cihette gizli haber verir. Ve bu fidanlık dünya mezraasındaki hakikatçikler âhirette sümbüller vermesi noktasında bu zehirli çekirdek, o zakkum ağacına işaret eder, “Ben onun bir mayasıyım,” der. “Ve beni kalbinde taşıyan bedbaht için o zakkum ağacının bir hususi nümunesi, benim meyvem olur.”
Madem küfür hadsiz hukuka bir tecavüzdür; elbette hadsiz bir cinayettir. Öyleyse hadsiz bir azaba müstehak eder. Madem bir dakika katl, on beş sene cezada (sekiz milyona yakın dakikada) hapis azabını çekmesini adalet-i beşeriye kabul edip maslahata ve hukuk-u âmmeye muvafık görür. Elbette bir küfür bin katl kadar olması cihetiyle, bir dakika küfr-ü mutlak, sekiz milyara yakın dakikalarda azap çekmesi, o kanun-u adalete muvafık geliyor. Bir sene ömrünü o küfürde geçiren, 2 trilyon 880 milyara yakın dakikada azaba müstehak ve sırrına mazhar olur. “
* Ey bu medrese-i Yusufiyede benim ders arkadaşlarım!
Bu dehşetli haps-i ebedîden kurtulmanın kolayı, çaresi, bu dünyevî hapsimizden istifade ederek, elimiz mecburiyetle yetişmeyen çok günahlardan kurtulduğumuzla beraber, eski günahlardan tevbe edip farzlarımızı edâ ederek herbir saat bu hapisteki ömrümüzü bir gün ibadet hükmüne getirmekle o ebedî hapisten necatımız ve o nuranî cennete girmemiz için en iyi bir fırsattır. Bu fırsatı kaçırırsak, dünyamız ağladığı gibi âhiretimiz dahi ağlayacak – O, Dünyada da, Ahirette de ziyana uğramıştır. (Hac Sûresi: 11.)3- tokadını yiyeceğiz. “
* Cenâb-ı Hakka hadsiz şükürler olsun, iki aylık iftirak üzüntülerini ve muhaberesizlik ıztıraplarını hafifleştiren ve kalblerimize taze hayat bahşeden ve ruhlarımıza yeni, sâfî bir nesîm ihdâ eden Kur’ân’ın celâlli ve izzetli, rahmetli ve şefkatli âyetlerindeki tekraratın mehâsinini tâdâd eden, hikmet-i tekrarının lüzum ve ehemmiyetini izah eden ve Risale-i Nur’un bir harika müdafaası olan “Denizli Meyvesinin Onuncu Mes’elesi” namını alan Emirdağ Çiçeğini aldık. Elhak takdir ve tahsine çok lâyık olan bu çiçeği kokladıkça, ruhumuzdaki iştiyak yükseldi. Dokuz aylık hapis sıkıntısına mukabil, Meyvenin Dokuz Meselesi nasıl beraatimize büyük bir vesile olmakla güzelliğini göstermişse, Onuncu Meselesi olan çiçeği de Kur’ân’ın îcazlı i’câzındaki harikaları göstermekle o nisbette güzelliğini göstermektedir.
Evet sevgili üstadım, gülün çiçeğindeki fevkalâde letafet ve güzellik, ağacındaki dikenleri nazara hiç göstermediği gibi, bu nuranî çiçek de bize dokuz aylık hapis sıkıntısını unutturacak bir şekilde o sıkıntılarımızı da hiçe indirmiştir.”
* Sarf ve nahiv ilmini okuyan bir medrese talebesinin vefat edip, kabirde Münker ve Nekir’in: “Men Rabbüke” (Senin Rabbin kimdir?) diye suallerine karşı, kendini medresede zannedip nahiv ilmiyle cevap vererek, “Men mübtedâdır, Rabbüke onun haberidir. Müşkül bir meseleyi benden sorunuz, bu kolaydır” diyerek, hem o melâikeleri, hem hazır ruhları, hem o vâkıayı müşahede eden orada bulunan bir keşfü’l-kubur velîsini güldürdü ve rahmet-i İlâhiyeyi tebessüme getirdi. Azaptan kurtulduğu gibi, Risale-i Nur’un bir şehid kahramanı olan merhum Hâfız Ali, hapiste Meyve Risalesini kemâl-i aşkla yazarken ve okurken vefat edip kabirde melâike-i suale mahkemedeki gibi Meyve hakikatleriyle cevap verdiği misilli, ben de ve Risale-i Nur şakirtleri de, o suallere karşı Risale-i Nur’un parlak ve kuvvetli hüccetleriyle istikbalde hakikaten ve şimdi mânen cevap verip onları tasdike ve tahsine ve tebrike sevk edecekler inşaallah.”
* Ve yazdığı mühim eserlerinden âyetü’l-Kübrânın tab’ıyla kendi zâtına ve talebelerine gelen musibette hapishanelere düşen ve o zindanları Kur’ân’ın irşadıyla ve Risale-i Nur’un dersiyle ve şakirtlerin iştiyakıyla bir medrese-i Yusufiyeye çeviren ve bir dershane yapan ve içimizde bulunan cahil olanların hepsini Kur’ân’ı o dershanede hatmettirerek çıkaran ve o musibette Kur’ân’ın kuvve-i kudsiyesiyle ve Risale-i Nur’un tesellîsiyle ve kardeşlerin tahammülleriyle, ihtiyar ve zayıf olduğu halde bütün ağırlıklarımızı ve yüklerimizi üzerine alan ve yazdığı Meyve ve Müdafaanâme risaleleriyle Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın i’câzıyla ve Risale-i Nur’un kuvvetli bürhanlarıyla ve şakirtlerin ihlâsı ile, izn-i İlâhî ile üzerinden kapılarını açtırıp beraat kazandıran ve o günde bize ve âlem-i İslâma bayram yaptıran ve hakikaten Risale-i Nur’ları nûrun alâ nûr olduğunu ispat ederek kıyamete kadar serbest okunup ve yazılmasına hak kazandıran……”
* Din yalnız İmân değil; belki amel-i salih dahi dinin ikinci cüz’üdür. Acaba katl, zina, sirkat, kumar, şarap gibi hayat-ı içtimaiyeyi zehirlendiren pek çok büyük günahları işleyenleri onlardan men etmek için, yalnız hapis korkusu ve hükûmetin bir hafiyesinin görmesi tevehhümü kâfi gelir mi? O halde, her hanede, belki herkesin yanında daima bir polis, bir hafiye bulunmak lâzım gelir ki, serkeş nefisler kendilerini o pisliklerden çeksinler. İşte Risale-i Nur, amel-i salih noktasında, İmân cânibinden, herkesin başında her vakit bir mânevî yasakçıyı bulundurur. Cehennem hapsini ve gazab-ı İlâhîyi hatırına getirmekle fenalıktan kolayca kurtarır.”
* Efendiler, Reis Bey, dikkat ediniz! Risale-i Nuru ve şakirtlerini mahkûm etmek, doğrudan doğruya küfr-ü mutlak hesabına, hakikat-i Kur’âniye ve hakaik-i imaniyeyi mahkûm etmek hükmüne geçmekle, bin üç yüz seneden beri her senede üç yüz milyon onda yürümüş ve üç yüz milyar Müslümanların hakikate ve saadet-i dâreyne giden cadde-i kübrâlarını kapatmaya çalışmaktır ve onların nefretlerini ve itirazlarını kendinize celb etmektir. Çünkü o caddede gelip gidenler, gelmiş geçmişlere dualar ve hasenatlarıyla yardım ediyorlar. Hem bu mübarek vatanın başına bir kıyamet kopmaya vesile olmaktır. Acaba mahkeme-i kübrada, bu üç yüz milyar dâvâcıların karşısında sizden sorulsa ki, “Doktor Duzi’nin, baştan nihayete kadar serâpâ İslâmiyetiniz ve vatanınız ve dininiz aleyhinde ve frenkçe Tarih-i İslam namındaki eseri ki, zındıkların kütüphanelerinizdeki eserlerine, kitaplarına ve serbest okumalarına ve o kitapların şakirtleri, kanununuzca cemiyet şeklini almalarıyla beraber, dinsizlik veya komünistlik veya anarşistlik veya pek eski ifsad komitecilik veya menfî Turancılık gibi siyasetinize muhalif cemiyetlerine ilişmiyordunuz? Neden hiçbir siyasetle alâkaları olmayan ve yalnız İmân ve Kur’ân cadde-i kübrâsında giden ve kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebedîden ve haps-i münferitten kurtarmak için Kur’ân’ın hakikî tefsiri olan Risale-i Nur gibi gayet hak ve hakikat bir eseri okuyanlara ve hiçbir siyasî cemiyetle münasebeti olmayan o hâlis dindarların birbiriyle uhrevî dostluk ve uhuvvetlerine cemiyet nâmı verip ilişmişsiniz? Onları pek acip bir kanunla mahkûm ettiniz ve etmek istediniz?” dedikleri zaman ne cevap vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz.
Ve sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle vatana ve millete zararlı bir surette meşgul eyleyen muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka “cumhuriyet” nâmı vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka “medeniyet” ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye “kanun” ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükümeti işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar.
Ey efendiler! Dört senede dört defa dehşetli zelzeleler, tam tamına dört defa Risale-i Nur şakirtlerine şiddetli bir surette taarruz ve zulüm zamanlarına tevafuku ve herbir zelzele dahi tam taarruz zamanında gelmesi; ve hücumun durmasıyla zelzelenin durması işaretiyle, şimdiki mahkûmiyetimizle gelen semâvî ve arzî belâlardan siz mes’ulsünüz!
Denizli Hapishanesinde tecrid-i mutlak ve haps-i münferitte mevkuf Said Nursî”
* Yirmişer, otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zâyiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi. Hattâ ben, hapiste muhterem kardeşlerime demiştim: Eğer Ankara’ya gönderilen Risale-i Nur’un şiddetli tokatları için beni idama mahkûm eden zâtlar, Risale-i Nur ile imanlarını kurtarıp idam-ı ebedîden necat bulsalar, siz şahit olunuz, ben onları da ruh u canımla helâl ederim.”
* Evet, bu gizli inayetin bir lâtif zarafetidir ki, bütün buraya gelen Risale-i Nur talebelerine “hocalar” namı verilmiş. Herkes, lisanında “hocalar, hocalar” diye hürmetle yad ediyorlar. Bu zarafet içinde lâtif bir işaret var ki, bu hapis medreseye döndüğü gibi, Risale-i Nur şakirtleri dahi birer müderris, muallim ve sair hapishaneler de bu hocaların sayesinde inşaallah birer mektep hükmüne geçeceklerdir.”
* Aziz, sıddık kardeşlerim,
Sair yerlere nisbeten en sıkıntılı ve en soğuk olan bu hapsin zahmet ve meşakkatini çeken, elbette bu hapsin sebebinde derecesine göre bir kaçınmak meyli olacak. Fakat onun zâhirî sebebi olan Risale-i Nur’un o zahmet çekenlere kazandırdığı iman-ı tahkikî ve iman-ı tahkikî ile hüsn-ü hâtime ve şirket-i mâneviye ile yüzer adam kadar a’mâl-i saliha o acı zahmeti tatlı bir rahmete çevirdiğinden, bu iki neticenin fiyatı, sarsılmaz bir sadakat ve sebatkârlıktır. Onun için, pişman olmak ve vazgeçmek, büyük bir hasârettir. Şakirtlerin dünya ile alâkası olmayan veya pek az bulunanları için bu hapis daha hayırlıdır, bir cihette hürriyet yeridir. Ve alâkası bulunan ve idaresi yerinde olanlara, sarf edilen paraları muzaaf sadakalara ve geçirilen ömür saatleri muzaaf ibadetlere çevirmesinden, şekvâ yerine şükür etmeleri iktiza ediyor. Ve fakir ve zayıf kısmı ise, zaten hapsin haricinde onlara faydasız sevaplar, mes’uliyetli meşakkat verdiğinden, bu hayırlı, çok sevaplı, mes’uliyetsiz ve arkadaşlarının mütekabil tesellileriyle hafifleşen meşakkat, onlar için medar-ı şükrandır.”
* Sizin hapis meyveleriniz, benim nazarımda Firdevs meyveleri gibi hoştur, kıymetlidir. Benim sizler hakkında büyük ümitlerimi ve dâvâlarımı tasdik ve tahkik ettiği gibi, tesanüdün kuvvetini pek güzel gösterdi. O mübarek kalemler birleştikçe, üç dört eliflerin birleşmesi gibi üç-dört yüz kıymetini bu kadar ağır tazyikat altında izhar eyledi. Ve bu müşevveş şerait içinde vahdetinizi muhafaza eden hâlet-i ruhiye, dünkü dâvâmı ispat ediyor.”
* Çok tecrübelerle ve bilhassa bu sıkı ve sıkıntılı hapiste katî kanaatim gelmiş ki, Risale-i Nur ile kıraeten ve kitabeten iştigal, sıkıntıyı çok hafifleştirir, ferah verir. Meşgul olmadığım zaman o musibet tezâuf edip lüzumsuz şeylerle beni müteessir eder. Bazı esbaba binaen, ben en ziyade Hüsrev’i ve Hâfız Ali (r.h.), Tahirî’yi sıkıntıda tahmin ettiğim halde, en ziyade temkin ve teslim ve rahat-ı kalb, onlarda ve beraberlerinde bulunanlarda görüyordum. “Acaba neden?” derdim. Şimdi anladım ki, onlar hakikî vazifelerini yapıyorlar; mâlâyani şeylerle iştigal etmediklerinden ve kaza ve kaderin vazifelerine karışmadıklarından ve enâniyetten gelen hodfuruşluk ve tenkit ve telâş etmediklerinden, temkinleriyle ve metanet ve itmi’nan-ı kalbleriyle Risale-i Nur şakirtlerinin yüzlerini ak ettiler, zındıkaya karşı Risale-i Nur’un mânevî kuvvetini gösterdiler. Cenâb-ı Hak, onlardaki nihayet tevazu ve mahviyette tam izzet ve kahramanlık seciyesini umum kardeşlerimize teşmil ettirsin. âmin.”
* Üçüncü Nokta: Zaten meseleyi uzatacak ehemmiyetli kitapları ve evrakları ve müdafaaları dahi Ankara’ya göndereceğini, mahkeme reisi o gün söyledi. Elbette şimdi yetişmiş. Şimdi benim muntazam ve izahlı iki müdafaanamem gitse, belki meseleyi çabuk halleder, mesele uzanmaz, tâcil eder; çabuk aile sahipleri kurtulurlar. Fakat ben ve benim gibi alâkasızlar kurtulmaya değil, belki hakaik-i imaniyeyi mülhidlere, mürtedlere karşı müdafaa etmek için, en müsait bir yer olan hapiste kalmak lâzımdır.”
* Hastalığına merak etme. Cenâb-ı Hak şifa versin. âmin. Hapiste herbir saat ibadet on iki saat ibadet yerinde bulunmasından, çok kârlısın. İlâç istersen, bir kısım dermanlar bende var, sana göndereyim. Zaten ortalıkta bir hafif hastalık var. Ben mahkemeye gittiğim gün, herhalde hasta oluyorum. Belki sen bana yardım etmek için, eski zamanda birbirinin bedeline hasta olması ve ölmesi gibi harika fedakârlık gösteren zatlar gibi, benim bir parça rahatsızlığımı aldın.”
* Ehl-i dünya, ben onlarla mübareze ediyorum diye asılsız tevehhüm ederek beni hapse attılar. Fakat kader-i İlâhî, ben onlarla konuşmadığım ve ıslah-ı hallerine çalışmadığımdan beni hapse attı. Ve hapiste yalnız birkaç arkadaşımla kalsam, Ankara makamatına karşı âlem-i İslâm’ı alâkadar edecek bir alenî muhakeme isteyeceğim ve dâvâ edeceğim ve Meyve Risalesini ve müdafaat parçalarını yeni harfle müteaddit nüshalar çıkarıp mühim makamata göndereceğiz inşaallah.”
* Bu yakında, bizimle alâkadar bir hanım, üç kardeşimizin öldüğünü görmüştü. Tabiri: Bu iki Ali ve Risale-i Nur’a hapiste tâbi olmak isteyen aslen Mustafa, umumumuzun bedeline âhirete gittiler ve selâmetimizin hesabına feda oldular demektir.”
* İki üç kardeşlerimiz şöyle kendilerine bir güzel teselli bulmuşlar. Diyorlar ki:
“Bu hapiste bir kısım yeni kardeşlerimiz, bir iki saat gayr-ı meşru bir hareket yüzünden, bir iki, belki on sene bu musibet içinde sabır ve tahammül ediyorlar. Hattâ bir kısmı şükrederek başka günahlardan kurtulduk dedikleri halde, biz, Risale-i Nur vasıtasıyla en meşru bir hareket ve hizmet-i imaniye yüzünden altı yedi ay hayırlı bir sıkıntıdan neden şekvâ ediyoruz?” diyorlar. Ben de, “Bin Bârekâllah” onlara derim.
Evet, beş on sene hem imanını, hem başkalarının imanlarını kurtarmak niyetiyle zevkli, tatlı, hayırlı, kudsî bir hizmet ve yüksek bir ubudiyet-i fikriye yüzünden beş on ay zahmet çekmek, medar-ı şükür ve iftihardır.
Bir hadiste ferman etmiş ki: “bir tek adam seninle hidâyete gelse, sahrâ dolusu kırmızı koyun, keçilerden daha hayırlıdır.” İşte burada, mahkemede ve Ankara’da, sizlerin yazılarınız ve hizmetleriniz vasıtasıyla ne kadar insanlar imanlarını dehşetli şüphelerden kurtardığını ve kurtaracağını düşününüz, sabır içinde kemâl-i rıza ile şükrediniz.
Eğer Ankara’da hâkim olan Halk Partisi, oraya giden Risale-i Nur’un kuvvetli kitaplarına karşı inat etse ve musalâha niyetiyle himayesine çalışmazsa, bizim en rahat yerimiz hapistir ve mülhidler, bolşevizmi zındıka ile birleştirdiğine alâmettir ve hükümet, onları dinlemeye mecbur olur. O zaman Risale-i Nur çekilir, tevakkuf eder, maddî ve mânevî musibetler hücuma başlarlar.”
* İkinci cihet: Ben, bu hapisteki kardeşlerimin selâmetleri ve necatları ve zulmetten kurtulmaları için, değil yalnız bir divanelik isnadını, belki kemâl-i fahir ve ferahla tamam aklımı ve hayatımı feda etmesini kabul ediyorum. Hattâ siz münasip görürseniz, o üç zatlara benim tarafımdan bir teşekkürname yazılsın ve onları mânevî kazançlarımıza teşrik ettiğimiz bildirilsin.”
* Benim hakkımda adalet eden o mahkemelerin haysiyetini muhafaza için mahkemenizden rica ederim. O aynı mesele olan “Risale-i Nur” ve “cemiyetçilik” ve “tarikatçılık” ve “ihlâl-i emniyet ve âsâyişi bozmak” ihtimalinden başka bir sebep, bir mesele bulunuz, beni onunla muaheze ediniz. Benim kusurlarım çoktur. Ben de size mesuliyetime dair yardım edeceğime dair karar verdim. Çünkü hapsin haricinde hapisten çok ziyade azap çektim. Şimdi benim için medar-ı rahat ya kabir, ya hapistir. Hakikaten hayattan usandım. Bu yirmi sene haps-i münferitteki tâzip ve işkenceli tarassutlar, ihanetler artık yeter. Sonra gayretullaha dokunur. Bu vatana yazık olur.”
* Dördüncüsü: Eskişehir Mahkemesinde altı ay tetkikten sonra, sebebi de cemiyetçilik, tarikatçılık olduğu ve o evham bahanesiyle büyük reisin ona şahsî garazıyla onun aleyhinde bazı adliyecileri teşvik ettiği halde, cemiyetçilik ve tarikatçılık ve Risale-i Nur cihetinde beraat ettirip, yalnız Risale-i Nur’un bir küçük parçası olan Tesettür Risalesini bahane ederek, kanun ile değil de, yalnız kanaat-ı vicdaniye ile yüz şakirt içinde beş on şakirde altışar ay ceza verdiler ki, tetkik zamanına kadar dört buçuk ay mevkuf, yani bir buçuk ay hapis kaldıkları ve on sene sonra Denizli Mahkemesi yine dokuz ay cemiyetçilik ve tarikatçılık gibi birkaç bahane ile yirmi senelik bütün mektubat ve telifatlarını inceden inceye tetkikle beraber, Ankara’nın Ağırceza Mahkemesine beş sandık kitapları gönderdikleri ve iki sene o kitaplar ve mektuplar Ankara ve Denizli Mahkemelerinde tetkikten geçtikleri halde, o mahkemeler ittifakla cemiyetcilik, tarikatçılık Haşiye vesair bahaneler cihetinde beraat kararı verip o kitap ve mektupları aynen sahiplerine iade ve Said’i arkadaşlarıyla beraber beraat ettirdikleri halde, bir siyasî cemiyetçi nazarıyla ve entrikacı bir adam tarzında onu itham etmek ve adliye memurlarını onun aleyhinde tarikat noktasında sevk etmek ne kadar kanunsuz olduğunu, insaniyeti sukut etmeyen bilir.
Haşiye :
Nurların esası ve hedefi, iman-ı tahkikî ve hakikat-i Kur’âniyedir. Onun için üç mahkeme tarikat noktasında beraat vermişler. Hem bu yirmi senede hiçbir adam dememiş: Said bana tarikat vermiş. Hem bin seneden beri, bu milletin ekser ecdadı bağlandığı bir meslek, sebeb-i mesuliyet olamaz. Hem gizli münafıklar hakikat-i İslâmiyet’e tarikat namını takıp, bu milletin dinine taarruz ettiklerine karşı galibane mukabele edenler, tarikatla itham edilmezler. Cemiyet ise, uhuvvet-i İslâmiye cihetinde bir uhrevî kardeşliktir. Yoksa siyasî cemiyet olmadığına, üç mahkeme hüküm vermişler, o cihette beraat ettirmişler.”
* Üçüncüsü: Ehl-i imandan bütün gelenler, mâziye gidenlere mağfiret dualarıyla ve hasenatlarını onların ruhlarına bağışlamalarıyla yardımlarına binaen Denizli Mahkemesinde demiştim:
“Mahkeme-i kübrâda, milyarlar ehl-i İmân olan dâvâcılar tarafından, Kur’ân hakikatlerine hizmet eden Nur talebelerini mahkûm ve perişan etmek isteyenlerden ve sizlerden sorulsa ki, ‘Serbestiyet kanunuyla dinsizlerin, komünistlerin neşriyatlarına ve anarşiliğe yetiştiren cemiyetlerine müsamahakârâne bakıp ilişmediğiniz halde, vatanı ve milleti anarşistlikten ve dinsizlik ve ahlâksızlıktan ve vatandaşlarını ölümün idam-ı ebedîsinden kurtarmaya çalışan Risale-i Nur ve talebelerini hapisler ve tazyiklerle perişan etmek istediniz’ diye sizlerden sorulsa ne cevap vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz.” Onlara demiştim. O zaman o insaflı, adaletli zatlar bizi beraat ettirdiler, adliyenin adaletini gösterdiler.”
* Müdüre, Müddeiumuma, Mahkeme Reisine bir istida yazdım. Bir kardeşime gönderdim, tâ bilmediğim yeni hurufla yazsın. Ve yazıldı, onlara verildi. Güya büyük bir suç işlemişim diye benim pencerelerimi mıhladılar. Ve duman beni sıkıyordu, bir pencereyi bırakmadım ki mıhlanmasın. Şimdi onu da mıhladılar. Hem hapis usulü tecrit on beş gün kadar olduğu halde, beni üç buçuk ay tecrid-i mutlakta hiçbir arkadaşımla temas ettirmediler. Hem üç aydan beri benim aleyhimde kırk sayfalık bir iddianame yazılıp bana gösterildi. Yeni hurufu bilmediğimden, hem rahatsız ve hattım çok noksan olmasından, çok rica ettim ki, “Bana biri iddianameyi okuyacak ve dilimi bilen talebelerimden benim itiraznamemi yazacak iki adama izin veriniz” dedim; izin vermediler. Dediler, “Avukat gelsin, okusun.” Sonra onu da bırakmadılar. Yalnız bir kardeşe dediler ki: “Eski hurufa çevir, ona ver.” Halbuki, o kırk sayfayı yazmak altı yedi günde ancak olur. Bir saatte bana okumak işini, altı yedi güne kadar uzatmak, tâ benimle kimse temas etmesin fikri ise, pek dehşetli bir istibdat ile benim bütün hukuk-u müdafaamı iskat etmektir. Dünyada, yüz cinayeti bulunan ve asılacak bir adam dahi böyle muamele göremez. Ben hakikaten bu emsalsiz işkencenin hiçbir sebebini bilmediğimden çok azap çekiyorum. Ben haber aldım ki, Mahkeme Reisi vicdanlı ve merhametlidir. Bu kanaate binaen, ilk ve son bir tecrübe olarak makamınıza bu istirhamname ve şekvâyı yazdım.”
* Afyon Mahkemesine ve Ağırceza Reisine beyan ediyorum ki:

Eskiden beri fıtratımda tahakkümü kaldırama-dığım için dünyaya karşı alâkamı kesmiştim. Şimdi o kadar mânâsız, lüzumsuz tahakkümler içinde hayat bana gayet ağır gelmiş, yaşayama-yacağım. Hapsin haricinde yüzler resmî adamla-rın tahakkümlerini çekmeye iktidarım yok. Bu tarz hayattan bıktım. Ben sizden bütün kuvvetimle tecziyemi talep ediyorum. Şimdi kabir elime geçmiyor. Hapiste kalmak bana lâzımdır. Makam-ı iddianın asılsız isnad ettiği suçlar, siz de bilirsiniz ki, yok; beni cezalandırmaz. Fakat beni mânen cezalandıracak, vazife-i hakikiyeye karşı büyük kusurlarım var. Eğer sormak münasipse, sorunuz, cevap vereyim.”
* Bizi kanunsuz hapislere sokmak ve gizli düşmanlarımızın desiseleriyle bizi perişan etmek sırasında o gizli düşmanlarımıza münafıklık, zındıklık, dinsizlik söylediğimizi, iğfallerine kapılmış memurlara atfetmesi hatadır.”
* İddiacı demiş: Said’in gizli düşmanı yok. Ve onu zehirleyen yok. Ve zındık na-mını verdiği ve kırk seneden beri Said onların ehl-i İmân hakkındaki ifsadatına karşı Kur’ân’ın hakikatleriyle mukabele ettiği bir komite yoktur. Belki onu tazyik eden bir kısım memurlara zındık ve münafık diyor.
İddiacının bu ithamı, hem kaç vecihle hatâ ve yalan, hem bîçare ve aldanmış ve vazife itibarıyla Said’i hapis veya tâzip etmiş, bir kı-sım Müslüman ve ehl-i İmân memurlara o münafık ve zındık tabirini vermek büyük bir cinayettir. Ve bu dindar milleti bir tahkir ve ithamdır ki, Said mükerrer demiş: “O vazifeperver Müslümanlar Nurlara zarar vermeyen ve istifade eden adliye memurları beni idamla mahkûm etseler, hakkımı onlara helâl ederim” deyip, mümkün olduğu kadar musalâhakârâne onların vazifelerine dokunacak harekâttan çekinen bir münzevî ve garip adam hakkında bu itham büyük bir günah ve bir iftiradır.”
*Bir zaman meşhur bir allâmeyi, harbin müteaddit cephesinde cihada gidenler görmüşler, ona demişler. O da demiş: “Bana sevap kazandırmak ve derslerimden ehl-i imana istifade ettirmek için benim şeklimde bazı evliyalar benim yerimde işler görmüşler.” Aynen bunun gibi, Denizli’de camilerde beni gördükleri, hattâ resmen ihbar edilmiş ve müdür ve gardiyana aksetmiş. Bazıları telâş ederek, “Kim ona hapishane kapısını açıyor?” demişler. Hem burada dahi aynen öyle oluyor. Halbuki benim çok kusurlu, ehemmiyetsiz şahsiyetime pek cüz’î bir harika isnadına bedel, Risale-i Nur’un harikalarını ispat edip gösteren Sikke-i Gaybî Mecmuası yüz derece, belki bin derece ziyade Nurlara itimat kazandırır ve makbuliyetine imza basar. Hususan Nurun kahraman talebeleri, hakikaten hârika halleri ve kalemleriyle imza basıyorlar.”
*Acaba bir nutukla, isyan eden sekiz taburu itaate getiren ve kırk sene evvel bir makalesiyle binler adamı kendine taraftar yapan ve mezkûr üç dehşetli kumandanlara karşı korkmayan ve dalkavukluk yapmayan ve mahkemelerde, “Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa ve her gün biri kesilse, zındıkaya ve dalâlete teslim-i silâh edip vatan ve millet ve İslâmiyete hıyanet etmem, hakikat-i Kur’âna feda olan bu başımı zâlimlere eğmem” diyen ve Emirdağı’nda beş on âhiret kardeşi ve üç dört hizmetçilerden başka kimse ile alâkadar olmayan bir adam hakkında, ithamnamede, “Bu Said Emirdağı’nda gizli çalışmış, âsâyişe zarar vermek fikriyle orada bir kısım halkları zehirlemiş. Yirmi adam da etrafta onu medhedip hususî mektuplar yazdıkları gösteriyor ki, o adam inkılâp ve hükûmet aleyhinde gizli bir siyaset çeviriyor” diyerek emsalsiz bir adavet ve ihanetlerle iki sene hapse sokmak ve hapiste tecrid-i mutlakla ve mahkemede konuşturmamakla tâzip edenler ne derece haktan ve adaletten ve insaftan uzak düştüklerini vicdanlarına havale ediyorum.”
*Evet, herbir hükûmetin bir kanunu, bir usulü var; o kanuna göre ceza verilir. Hükûmet-i cumhuriyenin kanunlarında, beni ve dostlarımı en ağır bir cezaya müstehak edecek esbâb bulunmazsa elbette takdir ve mükâfat ve tarziye ile beraber tam hürriyetimizi vermek lazım gelir. Çünkü, meydandaki gayet ehemmiyetli hizmet-i Kur’âniyem eğer hükûmetin aleyhinde olsa, böyle bir senelik bana ceza ve birkaç dostuma altışar ay mahkûmiyetle olamaz. Belki yüz bir sene ve idam gibi bana ceza ve en ağır cezaları da benimle ciddî hizmetime irtibat edenlere vermek lâzım gelir. Eğer hizmetimiz hükûmetin aleyhinde olmazsa, o vakit değil ceza, hapis, itham, belki takdir ve mükâfatla karşılanmak lâzım gelir. Çünkü, bir hizmet ki, yüz yirmi risale o hizmetin tercümanları olmuş ve o hizmetle koca Avrupa filozoflarına meydan okuyup esasları zîr ü zeber edilmiş. Elbette o tesirli hizmet, ya dahilde gayet müthiş bir netice verir, veyahut gayet nâfi ve yüksek ve ilmî bir semere verecek. Onun için göz boyamak nev’inde ve efkâr-ı âmmeyi aldatmak tarzında ve hakkımızda zâlimlerin entrikalarını, yalanlarını setretmek suretinde, çocuk oyuncağı gibi, bana bir sene ceza verilmez. Benim emsalim, ya idam olur, darağacına müftehirâne çıkarlar, veyahut lâyık olduğu makamda serbest kalırlar.”
*Evet, fahr ve temeddüh niyetiyle değil, belki mecburiyet ve mahcubiyetle, hodfuruşâne eski bir kısım riyakârlığımı hatırlamakla beni ehemmiyetsiz, vücudundan istifade edilmez, âdi mertebeye sukut ettirmek isteyenlerin yanlışlarını göstermek için derim:
İki Mekteb-i Musibet Şehadetnamesi namındaki matbu, eski müdafaatımı görenlerin tasdikiyle, 31 Mart hadisesinde, bir nutukla isyan etmiş sekiz taburu itaate getiren ve bir zaman gazetelerin yazdıkları gibi, İstiklâl Harbinde Hutuvât-ı Sitte namında bir makale ile İstanbul’daki efkâr-ı ulemayı İngiliz aleyhine çevirip Harekât-ı Milliye lehinde ehemmiyetli hizmet eden ve Ayasofya’da binler adama nutkunu dinlettiren ve Ankara’daki Meclis-i Mebusânın şiddetli alkışlamasıyla karşılanan ve 150 bin banknot 163 mebusun imzasıyla medrese ve darülfünununa tahsisatı kabul ettiren ve Reisicumhurun hiddetine karşı divan-ı riyasette kemâl-i metanetle, fütur getirmeyerek mukabele edip namaza davet eden ve Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede hükûmet-i İttihadiyenin ittifakıyla hikmet-i İslâmiyeyi Avrupa hükemasına tesirli bir surette kabul ettirmek vazifesine lâyık görünen ve cephe-i harpte yazdığı ve şimdi müsadere edilen İşârâtü’l-İ’câz, o zamanın başkumandanı olan Enver Paşaya o derece kıymettar görünmüş ki, kimseye yapmadığı bir hürmetle istikbaline koştuğu o yâdigâr-ı harbin hayrına, şerefine hissedar olmak fikriyle, İşârâtü’l-İ’câz’ın tab’ı için kâğıdını vererek, müellifinin harpteki mücahedatı takdirkârâne yad edilen bir adam, böyle âdi bir beygir hırsızı veyahut kız kaçırıcı ve bir yankesici gibi en aşağı bir cinayetle kendini bulaştırıp izzet-i ilmiyesini ve kudsiyet-i hizmetini ve kıymettar binler dostlarını rezil edip sukut edemez ki, siz onu bir senelik cezayla mahkûm edip âdi bir keçi, koyun hırsızı gibi muamele edesiniz… Ve sebepsiz on sene sıkıntılı bir tarassutla tazip ettikten sonra, şimdi de bir sene hapisle beraber bir senede nezaret altında tutmak suretiyle, Padişahın tahakkümünü kaldıramadığı halde garazkâr bir hafiyenin veya âdi bir polisin tahakkümü altında azap vermektense, idam edilmesini daha evlâ görür. Eğer böyle bir adam dünyaya karışsaydı ve karışmaya arzusu olsaydı ve hizmet-i kudsiyesi müsaade etseydi, Menemen hadisesinin ve Şeyh Said vakıasının onar misli olacak bir tarzda karışırdı. Dünyaya işittirecek bir top sadası, bir sinek sadasına inmeyecekti.”
*İşte beni ve beş on dostlarımı bu âdi ve ehemmiyetsiz cezaya çarpmak, umum memlekette aleyhimize bir şiddetli propaganda ve milleti korkutup bizden nefret ettirmek ve Dahiliye Nazırı Şükrü Kaya, mühim bir kuvvetle, Isparta’da birtek neferin göreceği işi görmek için, yani beni tevkif etmek için Isparta’ya celb edilmesi ve Hey’et-i Vekile Reisi İsmet, vilâyet-i şarkiyeye o münasebetle gitmesi ve iki ay benim hapiste bütün bütün konuşmaktan men edilmem ve bu gurbette kimsesizlikte hiçbir kimsenin halimi sormak ve selâm göndermesine meydan verilmemesi gösteriyor ki, dağ gibi bir ağaçta nohut gibi birtek meyve bulundurup mânâsız, hikmetsiz, kanunsuz bir vaziyettir ki, değil hükûmet-i cumhuriye gibi en ziyade kanunperest ve kanunî bir hükûmet, belki hikmetle iş görmek mânâsıyla hükûmet namı verilen dünyada hiçbir hükûmetin işi olamaz.”
*Benim hakkımda, müstesna bir surette, pek ziyade ehl-i dünya tevehhüm edip âdetâ korkuyorlar. Bende bulunmayan ve bulunsa dahi siyasî bir kusur teşkil etmeyen ve ittihama medar olmayan şeyhlik, büyüklük, hanedan, aşiret sahibi, nüfuzlu, etbâı çok, hemşehrileriyle görüşmek, dünya ahvâliyle alâkadar olmak, hattâ siyasete girmek, hattâ muhalif olmak gibi, bende bulunmayan emirleri tahayyül ederek evhâma düşmüşler. Hattâ hapiste ve hariçteki, yani kendilerince kabil-i af olmayanların dahi aflarını müzakere ettikleri sırada, beni âdetâ herşeyden men ettiler.
Fena ve fâni bir adamın, güzel ve bâki şöyle bir sözü var:

Zulmün topu var, güllesi var, kal’ası varsa,
Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır.

Ben de derim:

Ehl-i dünyanın hükmü var, şevketi var, kuvveti varsa,
Kur’ân’ın feyziyle, hâdiminde de
Şaşırmaz ilmi, susmaz sözü vardır,
Yanılmaz kalbi, sönmez nuru vardır.”
*Aziz, sıddık kardeşlerim ve hapis arkadaşlarım,
Evvelâ: Sureten görüşmediğimizden merak etmeyiniz. Bizler mânen her zaman görüşüyoruz. Benim ehemmiyetsiz şahsıma bedel, Nurdan elinize geçen hangi risaleyi okusanız veya dinleseniz benim âdi şahsım yerine, Kur’ân’ın bir hâdimi haysiyetiyle, beni o risale içerisinde görüp sohbet edersiniz. Zaten ben de sizinle bütün dualarımda ve yazılarınızda ve alâkanızda hayalimde görüşüyorum ve bir dairede beraber bulunmamızdan her vakit görüşüyoruz gibidir.
Saniyen: Bu yeni medrese-i Yusufiyedeki Risale-i Nur’un yeni talebelerine deriz: Kuvvetli hüccetlerle, hattâ ehl-i vukufu da teslime mecbur eden işârât-ı Kur’âniye ile “Nurun sadık şakirtleri imanla kabre girecekler. Hem şirket-i mâneviye-i Nuriyenin feyziyle, herbir şakirt derecesine göre umum kardeşlerinin mânevî kazançlarına ve dualarına hissedar olur. Güya âdetâ binler dille istiğfar eder, ibadet eder.” Bu iki fayda ve netice, bu acîp zamanda bütün zahmetleri, sıkıntıları hiçe indirir, pekçok ucuz olarak o iki kıymettar kârları sadık müşterilerine verir.”
*Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bu iki gün zarfında iki küçük patlak, zâhirî hiç bir sebep yokken acîp, mânidar bir tarzda olması tesadüfe benzemiyor.
Birincisi: Koğuşumda muhkem demirden olan soba birden kuvvetli tabanca gibi ses verip aşağısındaki kalın ve metin demiri bomba gibi patladı, iki parça oldu. Terzi Hamdi korktu; bizi hayret içinde bıraktı. Halbuki çok defa kışta taş kömürüyle kızgın kırmızılaştığı halde tahammül ediyordu.
İkincisi: İkinci gün Feyzilerin koğuşunda, hiç bir sebep yokken, birden su destisi üstünde duran bardak acîp surette parça parça oldu. Hatıra geliyor ki, inşaallah bize zarar dokunmadan, aleyhimizdeki dehşetli bombalar Ankara’nın altı makamatına gönderilen müdafaat nüshaları patlattırdılar; bize zarar vermeden aleyhimize ateşlenen ve kızışan hiddet sobası iki parça oldu. Hem ihtimal var ki, mübarek soba, benim teessüratımı ve tazarruatımı dinleyen tek ve menfaatli arkadaşım bana haber veriyor ki: “Bu zindan ve hapishaneden gideceksin, bana ihtiyaç kalmadı.”
*Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvelâ: Sizin Leyle-i Miracınızı bütün ruh u canımla tebrik ederim.
Saniyen: Yirmi seneden beri bir dâvâmız ki, âsâyişe mümkün olduğu kadar Nur şakirtleri dokunmuyorlar. Ve bize hücum edenlere, en başta emniyeti ve âsâyişi bozmak dâvâlarına bir emâre ve dâvâmızı cerh etmeye bahane olması kuvvetle muhtemel bulunan bu hapis hâdisesi, inâyet-i İlâhiye ile, harika bir tarzda, sizin sadakat ve ihlâsınızın bir kerameti olarak yüzde bire indi, kubbe habbe edildi. Yoksa, hakkımızda habbeyi kubbe yapanlar bundan istifade edip aleyhimizdeki iftiralarını çoklara inandıracaklardı.
Salisen: Beni merak etmeyiniz. Sizinle bir binada bulunmam, her zahmetimi ve sıkıntımı hiçe indirir. Zaten burada toplanmamızın çok cihetlerle ehemmiyeti var. Ve hizmet-i imaniyeye faydaları çoktur. Hattâ bu defa, tetimme-i itirazdaki ehemmiyetli bazı hakikatler o altı makamata gidip, tam dikkatlerini celb edip hükmünü bir derece onlarda icra etmesi, bütün sıkıntılarımızı hiçe indirdi.
Rabian: Mümkün olduğu kadar Nurlarla meşguliyet, hem sıkıntıları izale eder, hem beş nevi ibadet sayılabilir.
Hamisen: Nurun dersleri vasıtasıyla, geçen musibet yüzden bire indi. Yoksa, zemin ve zamanın nezaketi cihetiyle, baruta ateş atmak hükmünde, o tek habbe kubbeler olacaktı. Hattâ resmî bir kısım memurlar demişler ki: “Nur dersini dinleyenler karışmadılar.” Eğer umum dersini dinleseydi, hiçbir şey olmazdı. Siz mümkün olduğu kadar ikiliğe meydan vermeyiniz. Hapis sıkıntısına başkası ilâve olmasın. Mahpuslar dahi Nurcular gibi kardeş olsunlar, birbirinden küsmesinler.”
*Aziz, sıddık kardeşlerim,
Ehemmiyetli bir mânevî ihtara binaen, size şimdilik bir iki vazife-i Nuriye var ki, bütün kuvvetinizle bu üçüncü medrese-i Yusufiyede musibetzede bîçare mahpuslar içinde ikilik ve garazkârâne tarafgirlik düşmemek için Nur dersleriyle çalışmaktır. Çünkü, ihtilâftan ve garaz ve kin ve inattan istifadeye çalışan perde altında dehşetli müfsidler var. Madem bu hapis arkadaşlarımız, çoğu lüzum olsa vatanına ve milletine ve ahbabına fedakârâne ruhunu feda ettiren kahramanlık damarını taşıyorlar. Elbette o civanmertler, inadını ve garazını ve adavetini, milletin selâmeti ve bu hapis istirahatı ve perde altında anarşiliğe çabalayan bolşevizmi aşılayanların ifsadlarından kurtulmak için, hiç menfaati bulunmayan ve bu fırtınalı zamanda zararı çok olan adavetini ve inadını feda etmeleri lâzımdır. Yoksa bu zamanda, baruta ateş atmak gibi, hem yüz bîçare mahpuslara, hem Nurun mâsum talebelerine, hem bu Afyon memleketine ehemmiyetli zahmetlere, sarsıntılara, belki memlekete giren ecnebî komitesi parmaklarının ilişmesine bir vesile olur. Madem bizler onların hatırları için kader-i İlâhî ile buraya girdik ve bir kısmımız onların saadeti ve mânevî rahatları için buradan çıkmak istemiyoruz ve istirahatimizi onlar için feda edip her sıkıntıya sabır ve tahammül ediyoruz. Elbette o yeni kardeşlerimiz dahi, Denizli mahpusları gibi, kardeşliğimiz hatırı için, Şaban ve Ramazan hürmetine birbirine küsmemek ve kardeş olup barışmak lâzım ve elzemdir. Zaten biz ve ben, onları Nur talebeleri dairesinde biliriz ve dualarımıza girmişler.”
*Saniyen: Bu medrese-i Yusufiyenin nâzırına yazdım: Ben Rusya’da esirken, en evvel bolşevizmin fırtınası hapishanelerden başladığı gibi, Fransız İhtilâl-i Kebîri dahi en evvel hapishanelerden ve tarihlerde serseri namıyla yad edilen mahpuslardan çıkmasına binaen, biz Nur şakirtleri, hem Eskişehir, hem Denizli, hem burada mümkün oldukça mahpusların ıslahına çalıştık. Eskişehir ve Denizli’de tam faydası görüldü. Burada daha ziyade fayda olacak ki, bu nazik zaman ve zeminde Nurun dersleriyle geçen fırtınacık Haşiye yüzden bire indi. Yoksa ihtilâftan ve böyle hadiselerden istifade eden ve fırsat bekleyen haricî muzır cereyanlar, o baruta ateş atıp bir yangın çıkacaktı.
Haşiye
Bu fırtına ise, Afyon hapsinde bir isyan çıktı, hiçbir Nur talebesi karışmadı.”
*Eski hapislerimizde birkaç zayıf kardeşlerimizin usanıp daire-i Nuriyeden çekinmeleri onlara pek büyük bir hasâret oldu ve Nurlara hiç zarar gelmedi. Onların yerine daha metin, daha muhlis şakirtler meydana çıktılar. Madem dünyanın bu imtihanları geçicidir, çabuk giderler; sevaplarını, meyvelerini bizlere verirler. Biz de inâyet-i İlâhiyeye itimad edip sabır içinde şükretmeliyiz.”
*Evvelâ: Hem sizin, hem hapisteki arkadaşlarınızın bayramınızı tebrik ederiz. Sizle bayramlaşanı, aynen benimle bayramlaşmış gibi kabul ediyorum. Ve umumuyla bizzat bayram ziyaretini yapmışım gibi biliniz, bildiriniz.
Saniyen: Sebepsiz kalın demir sobamın parçalanmasıyla verdiği haber ve biz dahi o işarete binaen tam bir ihtiyat ve temkinle geçen fırtınacık, yüzden bire indi, barut ateş almadı. Şimdi yine, sebepsiz mataramın acîp bir tarzda küçücük parçalara inkısam etmesi, bize tekrar tam bir temkine ve tahammüle ve ihtiyata sarılmamızın lüzumunu haber veriyor. Aldığım mânevî bir ihtarla, gizli münafıklar, dindarlara karşı namazsız sefahetçileri ve mürted komünistleri istimal etmek istiyorlar; hattâ parmaklarını buraya da sokmuşlar.”
*Aziz, sıddık kardeşlerim,
Ehl-i vukufun insafsızca ve hatâlı ve haksız tenkitleri, Vehhâbîlik damarıyla İmam-ı Ali’nin (radiyallahu anh) Nurlara ciddî alâkasını ve takdirini çekemeyerek ve geçen sene zemzem suyunu döktüren ve bu sene haccı men eden evhamın tesiri altında o yanlış ve hasûdâne itirazları Beşinci Şuaya etmişler. Bu sırada, böyle evhamlı ve telâşlı bir zamanda, bizim için en selâmetli yer hapistir. İnşaallah Nurlar hem kendimizin, hem kendilerinin serbestiyetini kazandıracaklar. Madem emsalsiz bir tarzda, çok ağır şerait altında, pekçok muarızlar karşısında bu derece Nurlar kendilerini okutturuyorlar, talebelerini hapiste çeşit çeşit suretlerde çalıştırıyor, perişaniyetlerine inâyet-i İlâhiye ile meydan vermiyorlar; biz bu dereceye kanaat edip şekvâ yerinde şükretmekle mükellefiz. Benim bütün şiddetli sıkıntılara karşı tahammülüm bu kanaatten geliyor. Vazife-i İlâhiyeye karışmam.”
*Mehmed Feyzi’nin müdafaasıdır
Afyon Ağırceza Mahkemesine,
İddianame beni Üstadım Said Nursî’nin hem sır kâtibi, hem kendisiyle, hem Risale-i Nur’la şiddetli alâkalı, hem çok hizmet ettiğimi bahisle, bu hareketimi medâr-ı mes’uliyet saymış. Ben de buna karşı bütün kuvvetimle bu ithamı kabul edip iftihar ediyorum. Çünkü fıtratımda ilme karşı gayet kuvvetli bir iştiyak var. Bir delili şudur ki: Denizli hadisesinde menzilim taharri edildiği vakit 580 adet mütenevvi kütüb-ü ilmiye ve Arabiye evimde bulunduğu resmen sabit olmuştur. Benim fakr-ı halimle ve gençliğimle ve lisan-ı Arabîde noksaniyetimle beraber bu zamanda binde bir şahısta bulunmayan bu mütenevvi 580 cilt kitabı bana toplattıran, fevkalâde bir talebelik şevki ve harika bir aşk-ı ilmîdir.
İşte bu fıtrî istidatla, daima hakiki bir üstad arıyordum. Cenâb-ı Hakka hadsiz şükrolsun ki, uzakta aradığımı pek yakında elime verdi. Evet, Üstadım olan Said Nursî’nin bütün hayatının gayesi, şevk-i ilimde ve ulûm-u İslâmiyeyi bilmek aşkında geçtiğini bütün hayatı şehadet ediyor. Hem ben müşahedatımla, hem Üstadımın matbu tarihçe-i hayatıyla, hem eski talebelerinden aldığım malûmatla kat’î bildim ki, bendeki fıtrî aşk-ı ilmî, Üstadımda harika bir surette bulunuyor ki, bu zamanda bütün medrese âlimlerinin hilâfına olarak, pek harika, tek başıyla medrese talebeliğini muhafaza edip her belâya tahammül etmiş. Hattâ ehl-i siyaset, Üstadımın bu acip hallerini anlamadıkları için hiç alâkası olmayan bir nevi siyasete temas ettirmeye çalışmışlar. Hattâ hapislere sokmuşlar. Fakat sonra Cenâb-ı Hak, o aşk-ı ilmîyi Kur’ân’ın hakaikine bir anahtar yapmış. Bütün ehl-i ilmi ve filozofları hayrette bırakan Risale-i Nur meydana çıkmış. Ben de o sırada bütün hayatımda aradığım ve kendi fıtratımda ve fakat pek yüksek bulunan bu Üstadı bir ihsan-ı İlâhî olarak Kastamonu’da yanımda buldum. âhir ömrüme kadar da buna teşekkür ediyorum.
Hem Üstadım eskiden beri izzet-i ilmiyeyi muhafaza için sadaka ve hediye gibi şeyleri kabul etmediği gibi, talebelerini de men eder. Kimseye başını eğmez. Hattâ harika vaziyetlerinden, harp içinde avcı hattında oturmaya ve sipere girmeye tenezzül etmeyerek izzet-i ilmiyeyi muhafaza ettiği gibi, üç dehşetli kumandana karşı kahramancasına hocalık ve haysiyet-i ilmiyeyi muhafaza için onların hiddetine karşı ehemmiyet vermeyip onları susturdu. Onun için bu Üstadımı, bu millet ve vatanın ve Türk ulemasının pek büyük şerefini muhafaza etmek için herşeyini feda etmiş bir şahıs bildiğimden, ben de kendime hakikî üstad kabul ettim. Böyle vatan ve millete hakiki fedakâr bir Üstadın – farz-ı muhâl olarak – yüz kusuru da olsa nazar-ı müsamaha ile bakıp itiraz etmemek gerektir.”
*Emirdağlı Mustafa’nın müdafaasıdır
Afyon Ağırceza Mahkemesine,
Makam-ı iddianın, Üstadım Bediüzzaman’ın mevhum suçuna beni iştirak ettirmesine karşı kısaca derim ki:
İntisabımdan zerre kadar pişman olmayarak Üstadıma ve Risale-i Nur’a yaptığım hizmetim, ancak bir derya kadar lütuf ve ihsana karşı bir damla ile mukabele gibidir. Nasıl ki gayet kıymettar elmas hazinelerine sahip olmak yolunda küçük cam parçaları tereddütsüz feda edilirse, ebedî hayatımı kurtarmaya vesile olan Risale-i Nur uğrunda hayatımı feda etmeye her an hazırım. Uhrevî ve dünyevî hadsiz menfaatleri tahakkuk eden Risale-i Nur’dan, fâni ve ehemmiyetsiz hapislerin ve sıkıntıların hatırı için, kısa ve dağdağalı hayat-ı dünyeviyeye zarar gelmemek için o menfaat-ı azîmeyi terk etmek, Risale-i Nur’a ve Üstadıma karşı durgunluk göstermek, o mübarek Üstada, o kudsî allâme-i zamana ve onun birtek gayesi olan İmân ve Kur’ân’a büyük bir ihanet olduğunu biliyorum. Ve onun izin ve emrinden zerre kadar hilâf-ı hareket etmek istemiyorum.
Muhterem heyet-i hâkime,
Zehirli mikroplarını güzel vatanımıza dağıtmak isteyen bolşevizme karşı kuvvetli bir cephe alan büyük bir din âlimine fakirliğimle talebe olmaklığım neden çok görülüyor? Şüphesiz bu vaziyet ispat ediyor ki, Nurlardaki zenginlik, dünyevî zenginliğin pek fevkindedir. Benim gibi milyonları aşan Türk gençliğinin imanlarını kurtarıp vatana nâfi birer uzuv olmaları için, Üstadımı ve Risale-i Nur’u daima serbest bırakınız. Biz Türk gençliğinin Risale-i Nur’a ihtiyacımız, kapalı zindanda kalmış bir kimsenin havaya ve zifirî karanlıkta bulunan bir adamın ziyaya ve çöldeki aç ve susuz kalmış bir insanın suya ve gıdaya ve denizde boğulmak üzere bulunan herhangi bir kimsenin cankurtaran gemisine olan ihtiyacından binler derece daha ziyadedir. İşte yukarıda bir kısmını tâdât ettiğim mezkûr hakikatlerden dolayı fevkalâde hüsn-ü zan ve teveccühümüzü kazanan ve kopmaz bir bağla kendimizi ona bağladığımız Bediüzzaman’ı ve ona hüsn-ü niyetle talebe olan çok biçareleri böyle hapislerde çürütmek adaletin şerefiyle kabil-i telif olamaz.
Afyon Cezaevinde mevkuf Emirdağlı Mustafa Acet”
*Muhterem heyet-i hâkime,
Madem ki böyle dehşetli bir isnatla burada toplanmış bulunuyoruz. Öyleyse, şu ehemmiyetli hakikati beyan etmek, benim için memleket ve vicdan borcu olmuştur. Yalnız kendi muhitimde Risale-i Nur’un gösterdiği fevkalâde ıslahat ile bütün halkın gözü önünde şu on seneyi mütecaviz bir zamanda, başta kendim olmak üzere birçok kimseler var ki, evlerinin yollarını öğrenmişler. Süflî gidişatları aile saadetine dönmüş. Şimdi anaları babaları, sebep olanlara dua ediyorlar. Vilâyetimiz dahil ve civarlarında bu kabilden daha birçoklarının hallerini dinleyiniz. Bâhusus Denizli Hapishanesinde, Risale-i Nur oraya girmesiyle mahpuslar üzerinde öyle bir hüsn-ü tesir yapmıştı ki, halen bu tesir dillerde gezmektedir. Kezâ bu Afyon Hapishanesine dahil olduğum zaman kiminle konuşsam, eski halleriyle şimdiki hallerini zikredip minnet ve şükranla Nur talebelerine dua ediyorlar. Bu hakikatler meydandadır. Ben insan olayım da, bana ve hemcinsime bu derece ahlâkî ve içtimaî ve uhrevî ıslah edici ve bâhusus kitabımız Kur’ân’ın mühim bir tefsiri olan Risale-i Nur’a ve onun muhterem müellifine ve vatandaşlarına Müslümanca muhabbet ve teselli mektubu yazmak, bir siyaset mevzuu olacağına hayret ediyorum. İşte bu hayretle diyorum ki, böyle suç olmaz. Olsa olsa Kur’ân ve dolayısıyla Risale-i Nur’un gizli düşmanları adliye ve zabıtaya evham verip bizleri böyle hapislere doldurmaya sebep oluyorlar. Elbette yüksek hâkimler bu hakikatleri görecekler ve ellerini vicdanlarına koyup ebedî ve İlâhî çok müjdeleri bulunan adaletli kararlarını verecekler ve vatanın dört köşesinde alâka ile bekleyen Müslüman Türk milletini kendilerine minnettar bırakacaklardır.
Afyon Cezaevinde mevkuf İnebolulu İbrahim Fakazlı”
*Rivâyette var ki, “âhirzamanın müstebit hâkimleri, hususan Deccalın yalancı cennet ve cehennemleri bulunur.”
– bunun bir tevili şudur ki: Hükûmet dairesinde karşı karşıya kurulan ve birbirine bakan vaziyette bulunan hapishane ile lise mektebi, “Biri hûri ve gılmanın çirkin bir taklidi, diğeri azap ve zindan suretine girecek” diye bir işarettir.”
*Fatiha-i Şerifenin Bir Muhtasar Hülasası
Üçüncü medrese-i Yüsufiyede muvakkat pek az bir zamanda tecridden temasa naklimde verilen yalnız birtek dersin ikinci kısmı.
Hapiste Nur Şakirtlerine kısacık bir ders nümunesidir. O da şudur:
Fatiha-i Şerife denizinden bir katre ve güneşindeki elvan-ı seb’a, yani ziyasındaki yedi renginden birtek lem’a beyan etmeyi, namazdaki Fatiha kalbe emretti. Gerçi Yirmi Dokuzuncu Mektubun bir kısmında, hususan “nabüdü” nunundaki seyahat-i hayaliye ve Rumuzat-ı Semaniyede ve İşaratü’l-İcaz tefsirinde ve sair Nur eczalarında bu kudsi hazinenin çok tatlı ve güzel nüktelerini yazmışız. Fakat o pek şirin hülâsa-i Kur’aniyeden yalnız imanın rükünlerine ve hüccetlerine işaretini, gayet kısa bir muhtasar hülasasını birinci kısımdaki tarz-ı ifade gibi, kendim namazdaki tefekkürümü yazmasına bir cihette mecbur oldum. “
*Nasıl ki Cenab-ı Hak, Denizli hapsinin sıkıntılarını hiçe indirecek derecede şifabahş olan Meyve Risalesini orada ihsan etmiş ve gülün çiçeğindeki gayet şirin rayihası dikenin acısını hiçe bıraktığı gibi, fani sıkıntılarımızı izale etmişti. Aynen öyle de, yine kerim olan Rahim-i Zülcemal Hazretleri, Denizli hapsinin bir aylık sıkıntısına bir günlük maddi ıztırabı mukabil gelen bu Afyon hapishanesinde siz sevgili Üstadımız eliyle tiryak ve panzehir hükmünde tevhid, tahmid, istiane ve risalet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) tasdik ve muazzam hüccetlerini ihsan etmiş bulunuyor. Okumak ve yazmayı Risale-i Nurun feyziyle öğrenen çok kusurlu talebeleriniz bizler, bu üç küçük risaleyi, çam çekirdeğinin koca çam ağacının fihristesini, programını içinde sakladığı misillü, hem Risale-i Nurun hakkaniyetinin kati bir hücceti, hem bir nevi hülâsatül-hülâsası olarak telakki ettik.”
*Evet, Eskişehir hapishanesinde dehşetli bir zamanda ve kudsi bir teselliye çok muhtaç olduğumuz hengamda, manevi bir ihtarla, “Risale-i Nurun makbuliyetine eski evliyalardan şahit getiriyorsun. Halbuki
sırrıyla, en ziyade bu meselede söz sahibi Kur’andır. Acaba Risale-i Nuru Kur’an kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?” denildi. O acib sual karşısında bulundum. Ben de Kur’andan istimdat eyledim. Birden otuz üç ayetin mana-i sarihinin teferruatı nevindeki tabakattan mana-i işari tabakasından ve o mana-i işari külliyetinde dahil bir ferdi Risale-i Nur olduğunu ve duhulüne ve medar-ı imtiyazına birer kuvvetli karine bulunmasını bir saat zarfında hissettim. Ve bir kısmı bir derece izahlı ve bir kısmını mücmelen gördüm. Kanaatime hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı. Ve ben de ehl-i imanın imanını Risale-i Nur ile takviye etmek niyetiyle o kati kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim. Ve o risalede biz demiyoruz ki, ayatın mana-i sarihi budur. Ta hocalar desin. Hem dememişiz ki, mana-i işarinin külliyeti budur. Belki diyoruz ki, mana-i sarihinin tahtında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da mana-i işar-i ve remzidir. Ve o mana-i işari de bir küllidir. Her asırda cüz’iyatları var. Ve Risale-i Nur dahi bu asırda o mana-i işari tabakasının külliyetinde bir ferddir ve o ferdin kasten bir medar-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ulema beyninde bir düstur-u cifri ve riyazi ile karineler, belki hüccetler gösterilmiş iken, Kur’anın ayetine veya sarahatine, değil incitmek, belki icaz ve belagatına hizmet ediyor. Bu nevi işarat-ı gaybiyeye itiraz edilmez. Ehl-i hakikatin nihayetsiz işaratı Kur’aniyeden had ve hesaba gelmeyen istihraçlarını inkar edemeyen, bunu da inkar etmemeli ve edemez. “
*Eskişehir Hapishanesi’nin bir meyvesi olan Otuzuncu Lem’a namındaki altı esmâ-i İlâhiyeye dair altı nükte risalesine, hiç olmazsa o Lem’adan İsm-i Hayy ve Kayyûm’a dair Beşinci ve Altıncı Nüktelere dikkatle baksa, elbette tasdik eder.”
*Hem sair işârâtın karinesiyle, hem Mektubat’tan sonra Lem’alara, başka bir tarz-ı ibare ile îma ederek Lem’aların en parlağının telifi dehşetli bir zamanda ve hapis ve idamdan kurtulmak ve emniyet ve selâmet bulmak için mânâyı mecazî ve mefhum-u işârî ile Hazret-i Ali (r.a.) kendi lisanını büyük tehlikelerde bulunan müellifin hesabına istimal ederek yani, “Yâ Rab, beni kurtar, emân ve emniyet ver” diye dua etmesiyle, tam tamına Eskişehir Hapishanesinde idam ve uzun hapis tehlikesi içinde telif edilen Yirmi Dokuzuncu Lem’anın ve sahibinin vaziyetine tevafuk karinesiyle kelâm-ı zimnî ve işârî delâlet ettiğinden diyebiliriz ki, Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) dahi bundan, ona işaret eder.”
*İmân nazarıyla bakan bir mü’min, insanların o cihete gidişleri, seyahatleri adem âlemine değil, göçebeler gibi bir yayladan bir yaylaya bir intikaldir. Ve fâni menzilden bâki menzile, hizmet çiftliğinden ücret dairesine, zahmetler memleketinden rahmetler memleketine göç etmek olup, adem âlemine gitmek değil diye bu ciheti memnuniyetle karşılar. Fakat yol esnasında ölüm, kabir gibi görünen meşakkatler netice itibarıyla saadetlerdir. Çünkü, nuranî âlemlere giden yol kabirden geçer ve en büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir. Meselâ, Hazret-i Yusuf, Mısır azizliği gibi bir saadete, ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nâil olmuştur.”
*Saniyen: Madem bayramlaşmamız mahkemenin muvakkat hapis menzilinde oldu; ben de bayram tatlısı olarak, Konya kahramanı Zübeyir’in bana getirdiği zemzemle Nurs karyesinin bence çok mânidar balını gönderdim. Siz bal matarasına su koyun, karıştırınız. Sonra zemzemi içine bırakınız, kemâl-i âfiyetle içiniz.”
*Rusya’da, Kosturma’da, doksan esir zabitlerimizle beraber bir koğuşta idik. Ben o zabitlerimize ara sıra ders veriyordum. Bir gün Rus kumandanı geldi, gördü, dedi: “Bu Kürt, gönüllü alay kumandanı olup çok askerimizi kesmiş. Şimdi de burada siyasî ders veriyor. Ben yasak ediyorum, ders vermesin.” İki gün sonra geldi, dedi: “Madem dersiniz siyasî değil, belki dinîdir, ahlâkîdir; dersine devam eyle” izin verdi.
İkinci esaretimde, bu hapiste iken yirmi sene derslerimi dinlemiş ve benden daha güzel ders veren bir has kardeşimin ve zarurî hizmetimi gören hizmetçilerimin benim yanıma gelmeleri adliye memuru tarafından yasak edildi, tâ benden ders almasınlar. Halbuki Nur Risaleleri başka derslere hiç ihtiyaç bırakmıyor ve hiçbir dersimiz kalmamış ve hiç bir sırrımız gizli kalmamış. Her ne ise, bu uzun kıssayı kısa kesmeye bir hal sebep oldu.”
*Evvelâ: Haccı men eden, zemzemi döktüren, hakkımızda eşedd-i zulme müsâadekâr davranan ve Zülfikar ve Siracü’n-Nur’un müsaderesine ehemmiyet vermeyen ve bizi garazkârâne, kanunsuz, tazip eden memurları terfi ettirip hanemizden çıkan mazlumâne lisan-ı hal ile yüksek ağlamamızı ve sesimizi işitmeyen bir müstebit kabinenin zamanında en rahat yer hapistir. Yalnız mümkün olsa başka hapse naklolsak, tam selâmet olur.”
*Sâlisen: Benim kendi kanaatim, tâ bahara kadar hapiste kalmak gerektir. Zaten kışta herşey tevakkuf eder. İnşaallah inâyet-i İlâhiye yine imdadımıza yetişir.”
*Tahirî’nin müdafaasıdır
Afyon Ağırceza Mahkemesine,
Afyon C. Savcılığınca tarafıma tebliğ edilen, “dinî hissiyatı âlet ederek devletin emniyetini bozacak hareketlere halkı teşvik” maddesinden Üstadım Bediüzzaman Said Nursî ve diğer arkadaşlarıyla birlikte suçlu gösterilmekle mahkemeye veriliyorum.
Ben, gerek Isparta Sulh Mahkemesinde ve gerekse Afyon Sorgu Dairesinde sorulan suallere doğru olarak cevap vermişim. Bizi beraat ettiren Denizli Mahkemesi bütün kitaplarımızı bize iade etmiş, Üstadım Bediüzzaman’ın risalelerini okuyup yazmakta ve kendisine talebe olan kardeşlerimle mektuplaşmakta bize ceza vermemişti. Halbuki, altı sene evvel Üstadımın müsaadeleri olmadığı halde, mârifetimle eski yazıyla İstanbul’da matbaada tab edilen beş yüz adet Bediüzzaman’ın Yedinci Şua kitabını, Denizli Mahkemesi tamamen sandığıyla, 20.7.1945 tarihli kararıyla yedime teslim etmiş, o zaman müştak olan Nur talebelerine tab bedeli mukabilinde tevzi edilmişti.
İşte, bu âlî mahkemenin, Temyizin yüksek tasdikiyle kat’iyet kesb eden hükmüne istinaden, iki sene evvel İstanbul’dan teksir makinesi ve kâğıt alarak Isparta’ya getirdim.
Elinizde olan üç mecmuadan ikisini kardeşim Hüsrev Altınbaşak yazdı, birisini de ben yazdım. Evvelâ Zülfikar: Mucizât-ı Kur’âniye ve Ahmediye mecmuasını bastık. Bunu kısmen sattık. Hâsıl olan parasından Asâ-yı Mûsâ mecmuasının kâğıdını da satın aldım, getirdim. Sonra Asâ-yı Mûsâ mecmuasını bastık, bunu da sattık. Sonra Siracü’n-Nur mecmuasının kâğıdını alıp bastık. Bu müddet bir sene devam etti. Sonra, otuz kadar mecmua Eğirdir’e götürülürken yolda tutularak Eğirdir adliyesine teslim edilmiş, çok geçmeden Isparta adliyesi marifetiyle Hüsrev Altınbaşak’ın evi taharri olunup hem teksir makinesi, hem mecmualar müsadere edilerek bir sene evvel mahkemeye verilmiştik. Neticede, yasak olmayan dinî eserler olmasından, Hüsrev Altınbaşak’la bana ve diğer bir arkadaşımıza ruhsatsız kitap tab ettiğimizden bir ay ceza verildi. Biz de temyiz ettik. Henüz temyizden gelmeden Afyon hapishanesine getirildim.
İşte, yüksek mahkemenizde dinime ve dindaşlarıma olan şu hasbî hizmetim, hususan mahkemenin iade ettiği ve meâli hadis-i şerif muhteviyatı olan Beşinci Şua meseleleriyle, Afyon C. Savcısı, “Hükûmetin emniyetini ihlâl ediyorlar” diye hem beni, hem risalenin müellifini, hem Hüsrev Altınbaşak’la kırk altı talebe kardeşlerimi, bu eserleri yazmışlar, okumuşlar diyerek cezalandırmak istiyor.”
*Temyiz Mahkemesi lâhiyasından bir parçadır
Dinsiz, komitelerin neşriyatlarının vesvese ve şüpheleri neticesinde yıkılan imanları Risale-i Nur eserleri ispatçılıkla imar ediyor.
İşte gençliğimizin Risale-i Nur’a elektriklenmiş gibi sarılmalarının en ince sır ve hikmetlerinden bir tanesi de budur: Senelerden beri feragat-i nefisle ve eşsiz bir fedakârlıkla ihtiyar, hasta ve fevkalâde ihtimama muhtaç bir çağda gizli düşmanları olan komünist ve masonların ve bunlara aldananların çeşitli işkencelerine karşı, tahammülün fevkınde sabrı ile Bediüzzaman Said Nursî; din aleyhindeki birçok sinsi plânları hakikatbîn nazarıyla, realist görüşüyle fark etmiş, dehşetli dessasâne ve perdeli olan bu plânları akîm bırakacak imanî eserleri telif etmiştir.
Fakat, ne hazîn ve acıklı ve binler teessüflere şâyeste bir vaziyettir ki, bu İslâmiyet kahramanı ve harikulâde büyük zat, yirmi beş senedir hapislerde, zindanlarda, tecrid-i mutlaklarda imha edilmeye çalışılmaktadır.
Komünistlerin ihanetiyle meydana gelen evhamın icap ve neticesi olan garazkârlıklarla Risale-i Nur müellifi cezalandırılsa dahi, Risale-i Nur eserleri yine büyük bir iştiyak ve gittikçe artan bir alâka ile okunmakta devam edecektir.
Birinci ve en kuvvetli delili şudur ki: Yeni harfle teksir edilebilen Asâ-yı Mûsâ eserini okuyan gençler, Kur’ân harfleriyle yazılmış mütebâki eserleri de okuyabilmek için kısa bir zamanda o yazıyı da öğreniyorlar. Bu şekilde birçok ilimlerin öğrenilmesine engel olan ve dinden imandan çıkarmak için telif edilen eserleri okumaya mecbur eden Kur’ân hattını bilmemek gibi büyük bir seddi de yıkmış oluyorlar. Bir milletin gençliği ne zaman Kur’ân ve ondan lemean eden ilimlerle teçhiz ve tahkim edilmişse, o vakit o millet terakkî ve teâlî etmeye başlamıştır. Gençlik, İmân ve İslâmiyet ihtiyacıyla yanan ruhlarını Kur’ân tefsiri Risale-i Nur’un füyuzat ve envârıyla doldurmaya başlamıştır. Böylelikle tahkikî bir imana sahip olacak gençliğimiz dinsizliğe, komünistliğe karşı mücadele edip vatanlarını İslâm düşmanlarına asla sattırmayacaklardır. Bunun için, eğer komünistler mürekkep ve kâğıdı yok etmek imkânını da bulsalar, benim gibi birçok gençler ve büyükler fedai olup, hakikat hazinesi olan Risale-i Nur’un neşri için, mümkün olsa derimizi kâğıt, kanımızı mürekkep yaptıracağız.
Evet, evet, evet. Binler defa evet!
Savcı iddianamesinde diyor ki: “Said Nursî eserleriyle üniversite gençlerini zehirlemiştir.” Biz de buna mukabil deriz ki: “Eğer Risale-i Nur bir zehir ise, bizim bu zehirlere tonlarla, binlerce kilo ihtiyacımız vardır. Eğer çoklukla olduğu yeri biliyorsa, bize tayyarelerle sevk etsin.”
Biz Risale-i Nur talebeleri, İmân ve İslâmiyet hizmeti uğrunda zâlimlerin zulmüne mâruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeyi, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikati istibdad-ı mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa, hizmet-i Kur’âniyemizden dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehid olmayı büyük bir lûtf-u İlâhî biliriz.
Afyon hapsinde mevkuf Konyalı Zübeyir Gündüzalp
Not : Bu müdafaa ve temyiz lâyihası Temyiz Mahkemesine gönderildikten sonra, Temyiz Reisliği Zübeyir’in hapisten tahliyesi için telgrafla emir vermiştir.”
*Ve keza, o habbe-i kalb için, pek çok hizmetçi vardır ki, o hâdimler kalbin hayatiyle hayat bulup inbisat ederlerse, kocaman kâinat onlara tenezzüh ve seyrangâh olur. Hattâ kalbin hâdimlerinden bulunan hayal, meselâ en zayıf, en kıymetsiz iken, hapiste ve zindanda kayıtlı olan sahibini bütün dünyada gezdirir, ferahlandırır. Ve şarkta namaz kılanın başını Hacerü’l-Esvedin altına koydurur. Ve şehadetlerini Hacerü’l-Esvede muhafaza için tevdi ettirir.”
*Kur’an’ın ifham ettiği tarik, kainatı, mevcudatı hem idamdan, hem hapisten kurtarır. Esma-i Hüsnaya mazhariyetle aynadarlık etmek gibi vazifelerde istihdam ediyor. Fakat kainatı, istiklaliyetten ve kendi hesabına çalışmaktan azlediyor.”
*gözün nuru, nur-u imanla ışıklanırsa ve kavileşirse, bütün kainat gül ve reyhanlarla müzeyyen bir cennet şeklinde görünür. Gözün gözbebeği de, balarısı gibi, bütün kainat safhalarında menkuş gül ve çiçek gibi delillerinden, bürhanlarından alacağı ibret, fikret, ünsiyet gibi usare ve şıralarından vicdanda o tatlı imanlı balları yapar. Eğer o göz küfür zulmetiyle kör olursa, dünya, genişliğiyle beraber bir hapishane şekline girer. Bütün hakaik-i kevniye, nazarından gizlenir. Kainat ondan tevahhuş eder. Kalbi ahzan ve ekdar ile dolar.”
*Saniyen: Ölüm, muzır hayvanlarla dolu bir hapisten geniş bir sahraya çıkmak gibidir. Binaenaleyh, ruh, ceset kafesinden çıkarsa necat bulur.”
*Emirdağ lâhika mektupları birinci kısmı:
15 Haziran 1944’te Denizli hapsinden beraat ile tahliyeden sonra Heyet-i Vekile kararıyla Emirdağında ikamete memur edilen Risale-i Nur Müellifi Said Nursî Hazretleri 1947 sonlarına kadar, yani üçüncü büyük hapis olan Afyon hapsine kadar Emirdağında ikamet ettiği müddetçe Isparta, Kastamonu, İstanbul, Ankara ve üniversite talebeleriyle Anadolu’da Nurların neşre başlandığı yerlerdeki talebelerine hizmete müteallik bazı mektup ve suallerine cevaben yazdığı mektuplardır. “
*1953’ten sonra ikamet eylediği Isparta’da da ara sıra yazdığı mektuplar da vardır. Eskişehir, Denizli ve Afyon cezaevlerinde iken hapisteki talebelerine yazdığı pek kıymettar hapishane mektupları ise, yine Müellif-i Muhterem Hazret-i Üstadın neşrini tensibiyle Şuâlar mecmuasında aynen neşredilmiştir. Bu lâhikalarda geçen talebelerin mektupları, Nurlardan aldıkları feyz-i iman, ihlâs ve sadâkatlerini, şehamet-i imaniyelerini ifade ile Üstadlarına arz etmek ve teşekküratlarını bildirmekle bu zamanda zuhur eden bu ders-i Kur’âniyenin muhatapları olduklarını izhar ediyor. Ve Risale-i Nur’un hakkaniyetine ve Hazret-i Üstadın dâvâsına birer şahit hükmünde bulunuyor.”
*ÜÇÜNCÜ MESELE
Küfür, mânevi bir cehennemin çekirdeği olduğunu İkinci Sözde ve Sekizinci Sözde ve başka Sözlerde ispat edildiği gibi, maddî bir cehennem dahi onun meyvesidir. Cehenneme duhulüne sebep olduğu gibi, Cehennemin vücuduna dahi sebeptir. Zira küçük bir hâkim, küçük bir izzet, küçük bir gayret, küçük bir celâli bulunsa; bir edepsiz ona dese, “Beni tedip etmezsin ve edemezsin”; herhalde, o yerde hapishane yoksa da, onun için bir hapishane icad edecek, onu içine atacaktır. Halbuki, kâfir, Cehennemi inkârla, nihayetsiz gayret ve izzet ve celâl sahibi ve gayet büyük bir zatı tekzip ve tâciz ediyor, yalancılıkla ve aczle itham ediyor, izzetine şiddetle dokunuyor, celâline serkeşâne ilişiyor. Elbette, farz-ı muhal olarak, Cehennemin hiçbir sebeb-i vücudu bulunmazsa, o derece tekzip ve tâcizi tazammun eden küfür için Cehennemi halk edecek, o kâfiri içine atacaktır.”
*İKİNCİ MESELE
Kardeşlerim, Eskişehir hapishanesinde, ahirzamanın hâdisatı hakkında gelen rivayetlerin te’villeri mutabık ve doğru çıktıkları halde, ehl-i ilim ve ehl-i İmân onları bilmemelerinin ve görmemelerinin sırrını ve hikmetini beyan etmek niyetiyle başladım. Bir iki sayfa yazdım; perde kapandı, geri kaldı.”
*Bana teslim ettikleri Risale-i Nur’un bir kısmını, kardeşlerime cevap vereceğim, bütününü yazsınlar, onlara hediye edeceğim. Çünkü onlar, Risale-i Nur’un bundan sonraki hizmetine tam hissedardırlar. Bu meselede ben Denizli şehrini kendi karyeme arkadaş edip bütün emvatını ve ehl-i imanın hayatta olanlarını hem kendim, hem Risale-i Nur’un talebeleri, manevi kazançlarımıza hissedar etmeye karar verdik. Denizli Hapishanesini de, bir imtihan medresemiz telakki ediyoruz. Ve bizimle alakadar hem Denizli de, hem hapiste umumuna ve hususan tam adaletini gördüğümüz mahkeme heyetine çok selam ve dualar ederiz.”
*Üçüncüsü olan o münafıklar, Rumî bin üç yüz elli dokuz senesinde, tekrar başta sevgili Üstadımız olduğu halde, bize ve Risalei’n-Nur’a hücum ettiler. bir kısmımızı Isparta’dan topladılar, bir kısmını Çivril’den Isparta’ya getirdiler, sevgili Üstadımızı da yalnız olarak Kastamonu’dan Isparta’ya sevk ettiler. Daha başka vilâyetlerden de arkadaşlarımız Isparta’ya getirilmişti. Ehl-i garazın iğfaline kapılan Isparta adliyesiise: İçinde bulunduğumuz Denizli Hapishanesindeki musibetin başımıza gelmesine sebep, Risalei’n-Nur’un gayesi haricinde bulunan cephelerde, bizce mânâsı olmayan ithamlar altında bizi sıkıyordu. Bilhassa kıymettar Üstadımızı daha çok tazyik ettikleri vakit, Üstadımıza lüzumlu lüzumsuz bir çok sualler açan Isparta Müddeiumumîsinin “Bu belâlar dediğin nedir?” diye olan sualine cevaben: Evet, demiş, zındıklar eğer Risalei’n-Nur’a ve şakirtlerine ilişseler, yakında bekleyen belâların hareket-i arz suretiyle geleceğini söylemişti.
Daha sonra bizi Denizli’ye sevk ettiler. Kastamonu, İstanbul, Ankara dahil olmak üzere on vilâyetten adliyelere sevk edilen yüzü mütecaviz Risale-i Nur talebelerinin bir kısmı bırakılmış, yetmiş kişiden ibaret olan bir diğer kısmı da Denizli’de “medrese-i Yusufiye” namını alan hapiste bulunuyordu. Bizim bütün müracaatlarımıza sudan cevap veriliyor, sevgili Üstadımız daha çok tazyik ve sıkıntı içerisinde yaşattırılıyor, ufûnetli, rutubetli, zulmetli, havasız bir yerde bütün bütün konuşmaktan ve temastan men edilmek suretiyle haps-i münferidde azap çektiriliyordu.
İşte bu sıralarda Denizli zindanının bu dehşetli ıztıraplarını geçirmekte idik. Allah’tan başka hiçbir istinadgâhları bulunmayan bu biçarelerin bir kısmı Kastamonu’dan, diğer bir kısmı İnebolu’dan, diğer bir kısmı da İstanbul’dan henüz gelmemişlerdi. Şu vatanın her köşesinde hak ve hakikat için çırpınan ve saf kalbleriyle necatları için Rabb-i Rahimlerine iltica eden pek çok mâsumların semâvâtı delip geçen Arşu’r-Râhmân’a dayanan âhları boşa gitmedi. Allahü Zülcelâl Hazretleri, o mübarek Üstadımızın Isparta’da söylediği gibi, mâsumları Cennete götüren, zâlimleri Cehenneme yuvarlayan dehşetli bir diğer zelzeleyi gönderdi. Karşısında Risalei’n-Nur müdafaa vaziyetinde bulunmamasından çok haneler harap oldu, çok insanlar enkaz altında ezildi, çokları sokak ortalarında kaldı. Henüz memleketlerinin hapishanelerinde bulunan kardeşlerimizden Kastamonu’dan Mehmed Feyzi ve Sadık ve Emin ve Hilmi ve İnebolu’dan Ahmed Nazif, Denizli Hapishanesine sevk edildiklerinde şu mâlûmatı verdiler:
“Zelzele tam gece saat sekizde başladı. Bütün arkadaşlar, Lâ ilâhe illâllah zikrine devam ediyorduk. Zelzele bütün şiddetiyle devam etmekte idi. O sırada hatırımıza geldi: Risalei’n-Nur’u aşkla ve bir sâikle üç-beş defa şefaatçı ederek Cenab-ı Hak’tan halâs istedik. Elhamdü lillâh, derhal sâkin oldu.”
*”Hapishanede birtek ekmek, sekiz ve bazan on gün bana kafi geldiği gibi, burada da aynen o tarzda yaşıyordum. Hem ben, hem kardeşlerim, bunu benim az yemek ve iştihasızlığıma veriyorduk. Halbuki, çok emarelerle katiyen anladık ki; o acib hal, bereket neticeleri imiş. Birkaç defa sekiz günde bana kafi gelen bir ekmeği, aynı iştiha ile, çalışmadığımdan berekete mazhar olmadığım zaman iki günde, bazan bir buçuk günde bitiriyordum. Demek bu on altı ve on yedi seneden beri benim mükemmel tayınatım, Risaletün-Nurun hizmetinden gelen bir bereket idi.”
*”Alimler peygamberlerin varisleridirler” hadîs-i şerifleriyle, alim olmanın pek kolay birşey olmadığını, i’cazkar belagatları ile beyan buyuruyorlar. Zîra, madem ki bir alim, peygamberlerin varisidir; o halde, hak ve hakîkatin tebliğ ve neşri husûsunda, aynen onların tutmuş oldukları yolu takip etmesi lazımdır (her ne kadar bu yol, bütün dağ, taş, çamur, çakıl, uçurum; daha beteri takip, tevkif, muhakeme, hapis, zindan, sürgün, tecrit, zehirlenme, îdam sehpaları ve daha akıl ve hayale gelmeyen nice bin zulüm ve işkencelerle dolu da olsa…)”
*İşte, Bediüzzaman böyle harikalar harikası bir inayete mazhar olan mübarek bir şahsiyettir. Ve bunun içindir ki, zindanlar ona bir gülistan olmuş; oradan ebediyetlerin nurlu ufuklarını görür. İdam sehpaları, birer vaaz ve irşad kürsüsüdür; oradan insanlığa ulvî bir gâye uğrunda sabır ve sebat, metanet ve celadet dersleri verir. Hapishaneler birer Medrese-i Yûsufiyeye inkılap eder; oraya girerken, bir profesörün üniversiteye ders vermek için girdiği gibi girer. Zîra oradakiler, onun feyz ve irşadına muhtaç olan talebeleridir. Her gün birkaç vatandaşın îmanını kurtarmak ve canileri melek gibi bir insan haline getirmek, onun için dünyalara değişilmez bir saadettir.”
*Bitlis’te iken birgün kendilerine vali ile bir kısım memurların içki içtikleri ihbar olununca, hiddetlenerek, “Bitlis gibi dindar bir memlekette hükûmeti temsil eden bir zatın irtikab ettiği bu muameleyi kabul edemem” diyerek, içki meclisine gider. Evvela içki hakkında bir hadîs-i şerif okuduktan sonra, pek acı sözler söyler. Valinin vurdurmak için işaret etmesi ihtimaline binaen de, bir elini rovelverinin bulunduğu yerde tutar. Fakat, vali fevkalade mütehammil ve hamiyetli bir zat olduğundan, katiyen ses çıkarmaz.
Oradan ayrılınca, valinin yaveri, genç Said’e, “Ne yaptınız? Söyledikleriniz îdamınızı mûcibdir,” der.
Genç Said, “Îdam hayalime gelmedi, hapis ve nefiy zannederdim. Her ne ise, bir münkeri defetmek için ölürsem ne zararı var?” cevabında bulunur.
Oradan avdetinden bir iki saat sonra, iki polis vasıtasıyla vali kendisini istetir. Valinin odasına girerken, vali, hürmet ve tazimle genç Said’i karşılayarak elini öpmek ister. İltifatla yer göstererek, “Herkesin bir üstadı vardır; sen de benim üstadımsın” der. “
*Katiyen hiç kimseden hediye olarak para almamak ve maaş bile kabul etmemek. Evet, hayatta hiçbir maddî mülkiyeti olmayıp, fakir ve kimsesiz ve daimî nefiy ve hapislerle çok sıkıntılı ve dehşetli musîbetler içerisinde yaşadığı halde, kimseden para ve mukâbelesiz hediye almadığı bilmüşahede görülmüştür.”
*Vaktaki hürriyet dîvanelikle yad olunurdu; zayıf istibdat, tımarhaneyi bana mektep eyledi. Vaktaki îtidal, istikamet irtica ile iltibas olundu; meşrûtiyette şiddetli istibdat, hapishaneyi mektep eyledi.
Ey şu şehadetnamemi temaşa eden zevat! Lütfen ruh ve hayalinizi misafireten, yeni medeniyete karışmış asabî bir bedevî talebenin hal-i ihtilalde olan cesed ve dimağına gönderiniz; ta tahtie ile hataya düşmeyiniz.
Otuz Bir Mart Hadisesinde Dîvan-ı Harb-i Örfîde dedim ki: Ben talebeyim; onun için herşeyi mîzan-ı Şeriatla muvazene ediyorum. Ben, millîyetimizi yalnız İslamiyet biliyorum; onun için herşeyi de İslamiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum.
Ben hapishane denilen alem-i berzahın kapısında dururken ve darağacı denilen istasyonda ahirete giden şimendiferi beklerken, cemiyet-i beşeriyenin gaddarane hallerini tenkit ederek, değil yalnız sizlere, belki bu zamandaki nev-i
benîbeşere îrad ettiğim bir nutuktur.”
*Mert olan cinayete tenezzül etmez. Şayet isnad olunsa, cezadan korkmaz. Hem de, haksız yere îdam olunsam, iki şehit sevabını kazanırım. Şayet hapiste kalsam, böyle hürriyeti lafızdan ibaret bulunan gaddar bir hükûmetin en rahat mevkii hapishane olsa gerektir. Mazlumiyetle ölmek, zalimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır.”
*Ben ki bir hammalın oğluyum; bu kadar dünya bana müyesser iken kendi nefsimi hammal oğulluğundan ve fakr-ı halden çıkarmadım ve dünya ile kökleşemediğim ve en sevdiğim mevkî olan vilayat-ı şarkiyenin yüksek dağlarını terk etmekle millet için tımarhaneye ve tevkifhaneye ve meşrûtiyet zamanında işkenceli hapishaneye düşmeme sebebiyet veren öyle umûrlara teşebbüs etmekle büyük bir oinayet eyledim ki, bu dehşetli mahkemeye girdim.”
*Sizin işkenceli hapishanenin hali: Zaman müthiş, mekan muvahhiş, mahpusin mütevahhiş, gazeteler mürcif, efkar müşevveş, kalbler hazin, vicdanlar müteessir ve me’yus. Bidayet-i halde memurlar şematetli, nöbetçiler müz’iç olmakla beraber; vicdanım beni tazib etmediği için o hal bana eğlence gibi idi. Musîbetlerin tenevvüü, mûsıkînin nağmelerinin tenevvüü gibi bana geliyordu.
Hem de geçen sene tımarhanede tahsil ettiğim dersi, şimdi bu mektepte itmam ettim. Musîbet zamanının uzunluğundan uzun dersler gördüm. Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn-ü masumane ve mazlûmaneden, zayıfa şefkat ve gadre şiddet-i nefret dersini aldım.”
*Bediüzzaman’ın parası, serveti yoktu; fakirdi, dünya metaıyla alakası yoktu. Risaleleri el ile yazarak çoğaltanlar da, ancak zarûri ihtiyaçlarını temin ediyorlardı. Risale-i Nur’u yazanlar, karakollara götürülüyor, işkence ve eziyetler yapılıyor, hapislere atılıyordu.”
*Risale-i Nur’u gaye-i hayat edinen bir Nur Talebesi, yüz adam kuvvetinde olduğu ve yüz nasih kadar îman ve İslamiyete hizmet ettiği, ehl-i hakîkatçe müsellem ve musaddaktır. Nur Talebeleri, dinsizliğin şaşaalı taarruzlarına, tantanalı yaygaralarına, zulümlerine, hapislerine, Üstadları gibi, kıymet vermeden, korkmadan, lüzûmunda canlarını, mallarını, evlat ve ıyallerini dahi çekinmeden Risale-i Nur’la îman ve İslamiyete hizmet uğrunda feda etmişlerdir.”
*Basîretli Nur naşirleri, otuz beş sene evvel Risale-i Nur’daki yüksek hakîkatleri görmüş, o kudsî dersleri almış ve o zamandan beri ihlas ve sadakatle gizli din düşmanlarına göğüs germiştir. Nur kahramanlarının haneleri müteaddit defalar arandığı ve kendileri defalarca hapislere atılarak orada şiddetli azaplar ve sıkıntılar çektirildiği halde, elmas kalemleriyle Risale-i Nur’un bu kadar senedir naşirliğini yapmışlardır. İstedikleri takdirde dünya nîmetleri kendilerine yar olduğu halde, her türlü şahsî, dünyevî rütbelerden, varlıklardan feragatla, ömürlerini Risale-i Nur’un hizmetine vakfetmişlerdir.”
*Rusya’da esarette iken niyet ettim ve niyaz ettim ki, ahir ömrümde bir mağaraya çekileyim. Erhamürrahimîn, bana Barla’yı o mağara yaptı, mağara faidesini verdi. Fakat sıkıntılı mağara zahmetini, zaif vücuduma yüklemedi. Yalnız Barla’da, iki üç adamda bir vehhamlık vardı. O vehhamlık sebebiyle bana eziyet verildi. Hatta o dostlarım, güya istirahatimi düşünüyorlar. Halbuki o vehhamlık sebebiyle hem kalbime, hem Kur’an’ın hizmetine zarar verdiler. Hem ehl-i dünya bütün menfîlere vesîka verdiği ve canileri hapisten çıkarıp affettikleri halde, bana, zulüm olarak, vermediler.”
*Yüz yirmi talebesiyle Eskişehir Hapishanesine getirilen Said Nursî, tam bir tecrid-i mutlak içerisine alınarak, kendisine ve talebelerine dehşetli işkenceler tatbikine başlanıyor. Bediüzzaman Said Nursî, kendisine yapılan bu işkence ve azaplara rağmen, Otuzuncu Lem’a ve Birinci ve İkinci Şuaları telif ediyor. Hapisteki birçok kimseler Üstad Bediüzzaman hapse girdikten sonra ıslah-ı nefs ederek mütedeyyin bir hale geliyorlar.”
*Bediüzzaman, yüz yirmi talebesiyle beraber 1934’te Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesine sevk ediliyor. Ani yapılan araştırmalarla elde edilen bütün risale ve mektuplar meydanda olduğu halde, mahkûmiyetlerini intac edecek bir delile rast gelinememiş ve neticede kanaat-i vicdaniye ile keyfî bir sûrette Said Nursî’ye on bir ay; ve on beş arkadaşına da altışar ay ceza vererek, mütebakî kalan yüz beş kişiyi beraet ettirmiştir. Halbuki isnad edilen suç sabit olsaydı, Bediüzzaman Said Nursî’nin îdamına ve arkadaşlarının da hiç olmazsa ağır hapsine hükmedilecekti. Nitekim, bu yersiz karara Bediüzzaman îtiraz etmiş ve bu cezanın bir beygir hırsızına veya bir kız kaçırıcısına layık olduğunu belirterek, kendisinin ya beraetine veya îdamına veyahut yüz bir sene hapse mahkûmiyetine hükmedilmesini ısrarla istemiştir.
Burada, harika bir hadiseyi nakletmeden geçemeyeceğiz. Şöyle ki:
Bediüzzaman hapiste iken, birgün o zamanın Eskişehir müdde-i umûmisi Üstadı çarşıda görür. Hayret ve taaccüble ve vazifesine son vereceği ihtarıyla, hapishane müdürüne:
“Ne için Bediüzzaman’ı çarşıya çıkardınız? Şimdi çarşıda gördüm.” Müdür de:
“Hayır, efendim. Bediüzzaman hapishanede, hatta tecriddedir; bakınız” diye cevap verir.”
*Burada, harika bir hadiseyi nakletmeden geçemeyeceğiz. Şöyle ki:
Bediüzzaman hapiste iken, birgün o zamanın Eskişehir müdde-i umûmisi Üstadı çarşıda görür. Hayret ve taaccüble ve vazifesine son vereceği ihtarıyla, hapishane müdürüne:
“Ne için Bediüzzaman’ı çarşıya çıkardınız? Şimdi çarşıda gördüm.” Müdür de:
“Hayır, efendim. Bediüzzaman hapishanede, hatta tecriddedir; bakınız” diye cevap verir.
Bakarlar ki, Üstad yerindedir. Bu harika vakıa adliyede şayi olur. Hakimler, “Bu hale akıl erdiremiyoruz” diye birbirlerine naklederler. Haşiye
Haşiye
Aynen bunun gibi bir vakıa da, Bediüzzaman Denizli hapsinde iken olmuştur. Üstadı, halk, iki-üç defa muhtelif camilerde sabah namazında görür. Savcı işitir; hapishane müdürüne pürhiddet, “Bediüzzaman’ı sabah namazında dışarıya, camie çıkarmışsınız” der. Tahkîkat yapar ki, Üstad hapishaneden dışarıya katiyen çıkarılmamış.
Eskişehir Hapishanesinde iken de, bir Cuma günü, hapishane müdürü, katip ile otururken bir ses duyuyor:
“Müdür Bey! Müdür Bey!”
Müdür bakıyor; Bediüzzaman yüksek bir sesle:
“Benim mutlaka bugün Ak Camide bulunmam lazım.”
Müdür, “Peki Efendi Hazretleri” diye cevap veriyor. Kendi kendine, “Herhalde Hoca Efendi kendisinin hapiste olduğunu ve dışarıya çıkamayacağını bilemiyor” diye söylenir ve odasına çekilir.
Öğle vakti, Bediüzzaman’ın gönlünü alayım, Ak Camie gidemeyeceğini izah edeyim düşüncesiyle Üstadın koğuşuna gider. Koğuş penceresinden bakar ki, Bediüzzaman içeride yok! Hemen jandarmaya sorar.
“İçeride idi; hem, kapı kilitli” cevabını alır.
Derhal camie koşar. Bediüzzaman’ın ileride, birinci safta, sağ tarafta namaz kıldığını görür. Namazın sonlarında Bediüzzaman’ı yerinde göremeyip, hemen hapishaneye döner; Hazret-i Üstadın “Allahü Ekber” diyerek secdeye kapandığını hayretler içerisinde görür. (Bu hadîseyi bizzat o zamanki hapishane müdürü anlatmıştır.)”
*Diyorlar ki: “Sen, şapkayı başına koymuyorsun; mahkeme gibi çok resmî yerlerde başını açmıyorsun. Demek, o kanunları reddediyorsun. O kanunları reddetmenin cezası şiddetlidir.”
Elcevap: Bir kanunu reddetmek başkadır ve o kanunla amel etmemek bütün bütün başkadır. Evvelkinin cezası idam ise; bunun cezası ya bir gün hapis ve bir lira ceza-i nakdî veya bir tekdir veya bir ihtardır. Ben o kanunlarla amel etmiyorum; hem, amel etmekle dahi mükellef olamıyorum. Çünkü münzevî yaşıyorum. Bu kanunlar husûsi menzillere girmez.
Bir ihtar: Bu iki aydır gayet dikkatle ve ince elekle elemek sûretiyle hem Isparta, hem Eskişehir mahkemeleri, hem Dahiliye Vekaleti on seneden beri teraküm eden mahrem kitaplarımı ve husûsi mektuplarımı müsadere edip teftiş ettikleri halde, gizli bir komite ve cemiyet gibi medar-ı itham hiçbir maddeyi tesbit etmediklerini îtirafla beraber, daha tetkike devam ediyorlar. Ben de derim:
Ey efendiler! Beyhûde yorulmayınız! Eğer aradığınız varsa, hiçbir ucunu bu kadar zaman bulamadığınızdan biliniz ki; onu idare eden öyle acîb bir deha vardır ki, mağlûp edilmez ve mukabele edilmez. Çare-i yegane, onunla musalahadır. Yoksa, bu kadar masumlara zarar vermek ve ezmek yeter! Belki Gayretullaha dokunur, gala (kıtlık) ve veba gibi belalara vesîle olur. Halbuki benim gibi asabî ve en gizli olan sırrını yabanî adamlara çekinmeyerek söyleyen ve Divan-ı Harb-i Örfide meşhur ve pek merdane ve fedakarane müdafaatı yapan ve ihtiyarlık zamanında en ziyade akıbeti tehlikeli ve meçhûl sergüzeştlerden sakınmaya mecbur olan bir adama böyle hiç keşfedilmeyecek komiteciliği isnad etmek, belahet derecesinde bir safdilliktir veyahut bir entrikadır.
Heyet-i hakimeden bir hakkımı isterim: Benden müsadere edilen kitaplarımın bence bin liradan ziyade kıymetleri var. Ve onların mühim bir kısmı, on iki sene evvel Ankara Kütüphanesinde iftihar ve teşekkürler ile kabul edilmiş. Husûsan, sırf uhrevî ve îmanî olan On Dokuzuncu Mektup ile Yirmi Dokuzuncu Sözün benim için çok ehemmiyetleri var; benim manevî servetim ve netice-i hayatımdırlar ve i’caz-ı Kur’anînin on kısmından bir kısmının cilvesini göze gösterdikleri için fevkalade bence kıymetleri var. Hem onları, kendime mahsus olarak yazdırıp yaldızlatmışım. Hem, ihtiyarlığımın gayet hazin hatıratına dair olan İhtiyarlar Risalesinin üç-dört nüshalarından bir tanesini kendime mahsus yazdırmıştım. Madem muaheze edilecek hiçbir dünyevî madde içlerinde yoktur; onları ve Arabî risalelerimi bana iade etmenizi bütün rûhumla istiyorum. Hapiste ve kabirde dahi olsam, o kitaplarım bu garip dünyanın bana yüklediği beş elîm ve hazin gurbetlerde enîslerim ve arkadaşlarımdırlar. Onları benden ayırmakla, tahammülsüz bir altıncı gurbete düşeceğim ve bu çok ağır gurbetin tazyikinden çıkan “ah”lardan sakınmalısınız.”
*Ve bir cürüm aleti olmak tevehhümüyle müsadere edilen risalelerimin tazammun ettiği hakaik, ehl-i fen ve felsefeye ve akademi muhakkiklerine karşı ispatıma medar olmak üzere elimde bulunması lazım geleceğinden; bu keşfiyat ve münazarat-ı ilmiye üzerinde hazırlığımı tesbit etmek için, tarafıma iadesini isterim. Beni mahkûm etseniz de, onlar mahkûm olamaz ve hapiste dahi benim arkadaşım olmalıdırlar.”
*Benim hakkımda bu kadar tahkikatla beraber daha tesbit edilmeyen ve tesbit edilse de, adalet-i hakîkiye noktasında bir suç teşkil etmeyen ve bir suç teşkil etse de, yalnız beni mes’ul eden bir madde yüzünden, yirmi kadar masum ve bîgünah kimseleri çoluk çocuğundan, işinden alıkoyup hapiste perişan etmek, elbette adliyenin nazar-ı adaletine uygun gelmez. Benim ile edna bir teması bulunan çok bîçare masumlar, tevkif ile mühim zararlara dûçar oldular….”
*Dahiliye Nazırını mühim bir kuvvetle, Isparta’da birtek neferin göreceği işi görmek için, Isparta’ya celb edilmesi ve Heyet-i Vekile Reisi İsmet, vilayat-ı Şarkiyeye o münasebetle gitmesi ve iki ay benim hapiste bütün bütün konuşmaktan menedilmem ve bu gurbette, kimsesizlikte, hiç kimse halimi sormak ve selam göndermeye meydan verilmemek gösteriyor ki; dağ gibi bir ağaçta, nohut gibi birtek meyve bulundurup, manasız, hikmetsiz, kanunsuz bir vaziyettir ki, değil hükûmet-i cumhuriye gibi en ziyade kanunperest ve kanunî bir hükûmet, belki hikmetle iş görmek manasıyla hükûmet namı verilen dünyada hiçbir hükûmetin işi olamaz. Ben hukûkumu kanun dairesinde istiyorum. Kanun namına kanunsuzluk edenleri, cinayetle ittiham ediyorum. Böyle canilerin keyiflerini, elbette hükûmet-i cumhuriyenin kanunları reddeder ve hukûkumu iade eder ümidindeyim.”
*”Bugün, okumak için Hizb-i Azam-ı Nûrîyi açmıştım, birden karşıma, – -ayeti çıktı; manen, ‘Bana bak!’ dedi.
“Ben de baktım; gördüm ki, manasının çok tabakalarından husûsan mana-i işarîsiyle ve cifrîsiyle hem hapis musîbetine, hem necatımıza işaret ve bize beşaret ediyor” buyurdular. “
*Bediüzzaman Said Nursî ve talebelerinden bir kısmı, hapiste dokuz ay kaldıktan sonra beraet kararı üzerine tahliye ediliyor. Fakat, Said Nursî Hazretlerini hapishanede zehirliyorlar; ölüm tehlikesi geçiriyor. Cenab-ı Hakkın inayetiyle kurtuluyorsa da, tarihte hiçbir kimseye yapılmayan zulüm, işkence ve ihanetlere maruz bırakılıyor.
Bediüzzaman, gizli dinsiz münafıkların tahrikatıyla girdiği bütün mahkemelerde olduğu gibi, bu îdam planıyla verildiği mahkemede de hak ve hakîkati pervasızca ve ölümü hiçe sayarak haykırıyor.
Üstad Bediüzzaman, Denizli hapsinde Meyve Risalesi’ni telif etmiştir. Bu risale, bilahere Asa-yı Mûsa mecmuasının başında neşredilmiştir. Meyve Risalesi’ni iki Cuma gününde telif etmiştir. Hapishanede bulunan bütün Nur Talebeleri ve diğer mahpuslar, Meyve Risalesi’ni yazmışlar, o risalenin hakîkatleriyle iştigal etmişlerdir. Hapishaneye kağıt sokulmuyordu. O eser, gizlice yazılmıştır. Hatta, kibrit kutusuna yazmışlar ve bu gibi şartlar altında çalışmışlardır.”
*”Din yalnız îman değil, belki amel-i salih dahi dînin ikinci cüz’üdür. Acaba katl, zina, sirkat, kumar, şarap gibi hayat-ı içtimaiyeyi zehirlendiren pekçok büyük günahları işleyenleri onlardan menetmek için, yalnız hapis korkusu ve hükûmetin bir hafiyesinin görmesi tevehhümü kafi gelir mi? O halde her hanede, belki herkesin yanında daima bir polis, bir hafiye bulunmak lazım gelir ki, serkeş nefısler kendilerini o pisliklerden çeksinler.”
*Ey efendiler! Dört senede dört defa dehşetli zelzeleler, tam tamına dört defa Risale-i Nur şakirtlerine şiddetli bir sûrette taarruz ve zulüm zamanlarına tevafuku ve herbir zelzele dahi tam taarruz zamanında gelmesi ve hücumun durmasıyla zelzelenin durması işaretiyle, şimdiki mahkûmiyetimiz ile gelen semavî ve arzî belalardan siz mes’ulsünüz.
Denizli hapishanesinde tecrid-i mutlak ve hapsi münferidde mevkuf Said Nursî”
*Yirmişer-otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesîle olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye alet olamayan ve tabî olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi. Hatta ben, hapiste muhterem kardeşlerime demiştim: “Eğer Ankara’ya gönderilen Risale-i Nur’un şiddetli tokatları için beni îdama mahkûm eden zatlar, Risale-i Nur ile îmanlarını kurtarıp îdam-ı ebedîden necat bulsalar, siz şahit olunuz, ben onları da rûh u canımla helal ederim.”
*Bediüzzaman Said Nursî, Nur Talebelerinin menfi propagandalara aldanmamaları ve hem de Nur Talebelerinin, sevgili Üstadlarıyla görüşmek iştiyakı şiddetli olduğundan bu rûhî ihtiyacı tatmin için, sair zamanlarda olduğu gibi, Denizli hapsinde de yazdığı mektuplardan bir kısmını buraya derc ediyoruz. Hapishanelerde yazılan mektup ve eserleri Nur Talebeleri gizlice Üstadlarından getirmeyi temin ederler. Zîra Hazret-i Üstad her hapishanede tecrid-i mutlak içinde bırakılmış ve başkalarıyla görüşmesi yasak edilmiştir.”
*Bediüzzaman Hazretleri Denizli hapsinde iken, gayet mühim dokuz meseleyi ihtiva eden Meyve Risalesi’ni iki Cuma gününde telif etmiştir. Bu eser, Risale-i Nur’un hakîkatlerini hülâsaten cem’ eden kıymettar bir risaledir. Hapis müddetinde Nur Talebeleri bu Meyve Risalesi’ni müteaddit defalar yazmak ve okumak sûretiyle meşgul olmuşlar. Ve ilk önce gayet gizli olarak kibrit kutuları içine yazılıp koğuşlar arasında neşredilen Meyve Risalesi, bilahere gayet kıymetli ve menfaatli ve hapislere tiryak gibi faydalı olduğu anlaşılmasıyla, serbest yazılmış; Denizli Mahkemesine, Temyiz Mahkemesine ve Ankara makamlarına Risale-i Nur’un hakîki müdafaası olarak gönderilmiştir.”
*Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin berâet kararı neticesi olarak, Risâle-i Nur, ekser vilâyet, kasaba ve köylerde yayılmış ve Nur Talebeleri kısa bir zamanda yüz binlerin fevkınde çoğalmıştır. Risâleler teksir ile neşre başlanmış ve kısa bir müddet içinde 947 senesi sonlarında, Üstad ve talebeleri üçüncü defa olarak tekrar hapse alınmıştır.
Evvelâ üç sene kadar Emirdağ’ında ikamet edebilen Said Nursî, hapisten sonra tekrar Emirdağ’ında üç-dört sene kadar kalmış ve sonra Isparta’ya yerleşmiştir.”
*Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin Haziran 944 berâet kararı ile hapisten tahliye olunan Nur Talebeleri memleketlerine gitmişler; Üstad ise, Ankara’dan bir emir alıncaya kadar Denizli’de Şehir Otelinde kalmıştır. Risâle-i Nur talebelerinin hapsi ve muhâkemeleri münâsebetiyle, Denizli halkı Risâle-i Nur’la alâkadar olmuştur. Adliyede iki-üç zât, mahkeme safahâtı esnâsında Nurlara yakından alâkadarlık göstermişler ve Denizli’de neşrine çalışmışlardır. Bilâhere Nur dairesinde “hâkim-i âdil” ünvânıyle anılan mahkeme reisi ve âzâları ve hizmetleri dokunan hamiyetperverler, âdilâne karar ve gayretleriyle bütün ehl-i îmânın sürûruna vesîle olmak gibi mânevî ve ebedî parlak bir makam kazanmışlardır.”
*Evet, şimdiki vaziyetim hapisten çok ziyâde sıkıntılıdır. Bir günü, bir ay haps-i münferid kadar beni sıkıyor. Bu gurbet ve ihtiyarlık ve hastalık ve yoksulluk ve zaafiyetle, kışın şiddeti içinde herşeyden menedildim. Bir çocukla bir hastalıklı adamdan başka kimse ile görüşmem. Zâten ben, tam bir haps-i münferidde yirmi seneden beri azap çekiyorum. Bu halden fazla bana tecrid ve tarassudlarıyla sıkıntı vermek ise, gayretullaha dokunup, bir belâya vesîle olmasından korkulur. Mahkemede dediğim gibi, nasıl ki dört defa dehşetli zelzeleler, bize zulmen taarruzun aynı zamanında gelmesi gibi pekçok vukuât var. Hattâ tahmin ederim ki; benim hukûkumu muhâfaıa ve beni himâye etmek için çok güvendiğim Afyon Adliyesi, Denizli Mahkemesindeki Risâle-i Nur hakkında mürâcaatıma bilâkis ehemmiyet vermedi, beni me’yus etti; adliyenin yangınına bir vesîle oldu ihtimâli var.”
*”Evet, eserler tesirlidir. Fakat, millet ve vatanın tam menfaatine ve hiçbir zarar dokundurmadan yüz bin adama kuvvetli îmân-ı tahkîkî dersi vermekle, saadet ve hayat-ı ebediyelerine tam hizmette tesirlidir. Denizli hapishânesinde, kısmen ağır ceza ile mahkûm yüzler adam, yalnız Meyve Risâlesi’yle, gayet uslu ve mütedeyyin sûretine girmeleri, hattâ iki üç adamı öldürenler, onun dersiyle daha tahta bitini de öldürmekten çekinmeleri ve o hapishâne müdürünün ikrârıryla, hapishânenin bir terbiye medresesi hükmünü alması, bu müddeâya reddedilmez bir senettir, bir hüccettir.
“Evet, beni herşeyden tecrid etmek, işkenceli bir azap ve katmerli bir zulümdür ve bu millete gadirli bir hıyânettir. Çünkü otuz kırk sene, hayatımı bu millet içinde geçirdiğim halde, temasımdan hiç zarar görmediğine ve bu dindar millet çok muhtaç olduğu kuvve-i mâneviye ve tesellî ve kuvvet-i îmâniye menfaatini gördüğüne katî bir delili; bu kadar aleyhimde olan şiddetli propagandalara bakmayarak her tarafta Risâle-i Nur’a fevkalâde teveccüh ve rağbet göstermeleri-hattâ itiraf ederim-yüz derece haddimden ziyâde lâyık olmadığım büyük iltifat etmesidir.”
Ben işittim ki; benim iâşeme ve istirahatime buradaki hükûmet mürâcaat etmiş; kabul cevabı gelmiş. Ben bunların insâniyetine teşekkürle beraber, derim:
“En ziyâde muhtaç olduğum ve hayatımda en esaslı düstur olan, hürriyetimdir. Asılsız evham yüzünden, emsâlsiz bir tarzda hürriyetimin kayıtlar ve istibdatlar altına alınması, beni hayattan cidden usandırıyor. Değil hapis ve zindanı, belki kabri bu hale tercih ederim. Fakat, hizmet-i îmâniyede ziyâde meşakkat ise, ziyâde sevâba sebep olması bana sabır ve tahammül verir. Mâdem bu insâniyetli zâtlar benim hakkımda zulmü istemiyorlar, en evvel benim meşrû dairedeki hürriyetime dokundurmasınlar. Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.
Evet, on dokuz sene bu gurbette yalnız iki yüz banknot ile, şiddetli bir iktisat ve kuvvetli bir riyâzet içinde kendini idare ederek, hürriyetini ve izzet-i ilmiyesini muhâfaza için kimseye izhâr-ı hâcet etmeyen ve minnet altına girmeyen ve sadaka ve zekât ve maaş ve hediyeleri kabul etmeyen bir adam, elbette iâşeden ziyâde adâlet içinde hürriyete muhtaçtır.
Evet, emsâlsiz bir tazyik altındayım. Bir iki cüz’î nümûnesini beyân ediyorum.
Birisi: Mahkemece, Risâle-i Nur’un ilmî bir müdâfaanâmesi ve Ankara’nın yedi makamâtına ve Reis-i Cumhura müdâfaâtımla beraber gönderilen ve neticede Ankara ehl-i vukûfunun takdiriyle berâetimize bir sebep olan ve hapis arkadaşlarımın bana bir yâdigâr ve hâtıra olmak üzere güzel yazılarıyla birkaç nüshası yazılan ve elimde bulunan ve Denizli zâbıtası görüp ilişmeyen ve Afyon polishânesinde bir gece ve buranın zâbıtasında da açık olarak bir gece kalan Meyve Risâlesi ile Müdâfaanâme’yi, hergün endişeler içinde, bunları da elimden almasınlar diye saklıyordum. Belki beni taharrî edecekler telâşı ile, bu gurbette tanımadığım adamlara, bunları sakla diyemediğimden çok üzülüyordum.”
*Ezcümle, hapisteki arkadaşlarımdan selâm-kelâmdan ibâret ve Arabî bir risâlemin fiatı olan on banknotu buradaki bir adama gönderip, tâ Isparta’da tâb’ masrafını veren o nüshalar sahibine verilsin diyen mektubu yüzünden, hem adliye, hem hükümet bana sıkıntılar verip, hem vâsıta olan adamı taharri etti. Bu sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmayan bir âdi mektubu, hem altı ay zarfından birtek âdi muhâbereyi bu kadar büyük bir mesele suretine getirmek, elbette adliyenin şerefine, haysiyetine yakışmaz.”
*Beni hapislere sokan muârızlarımın bir bahaneleri de, o mahkemede ondan berâet kazandığım “tarîkatçilik”tir. Halbuki, Risâle-i Nur’da dâimâ dâvâ edip demişim: “Zaman tarîkat zamanı değil, belki îmânı kurtarmak zamanıdır. Tarîkatsiz Cennete gidenler çoktur; îmânsız Cennete giden yoktur” diye, bütün kuvvetimizle îmâna çalışmışız. Ben hocayım, şeyh değilim. Dünyada bir hânem yok ki, nerede tekkem olacak?”
*Şahsıma âit ehemmiyetsiz ve cüz’î bir maddeyi Haşiye olarak beyan ediyorum:
Mâdem Recep Bey ve Kara Kâzım, seninle dost ve zannımca Eski Said’le de münâsebetleri var; onlardan iyilik istemek değil, belki bana karşı, selefleri gibi mânâsız, lüzûmsuz tazyik ve zulme meydan vermesinler. Hakîkaten buranın maddî ve mânevî havasıyla imtizaç edemiyorum. Sıkıntılarım pek fazla. Ikametgâhımı, hem dışarıdan, hem içeriden kilitliyorum. Her cihetle yalnızım; ve bir cihette de komşusuz, sıkıntılı bir odada, hasta bir halde hayatımı geçiriyorum. Bâzan bir günü, Denizli’de bir ay hapisten fazla beni sıkmış. Bu yirmi sene dehşetli zulüm ile hürriyetime ve serbestiyetime ilişmek artık yeter. Zâten iki sene mahkemelerin tetkikatıyla ve aleyhimdeki münâfıkların plânları akîm kalmasıyla katiyen tebeyyün etmiş ki; şahsımda ve Nurlarda bu vatan ve millete zarar tevehhüm etmekle daha kimseyi kandıramazlar. Ben de herkes gibi hürriyetime sahip olsam, belki tebdil-i hava için mutedil havası bulunan bu kazanın bâzı köylerine gitmeme müsaadekâr bir iş’âr olsa, münâsip olur.
Size ve oradaki Nur dostlarıma çok selâm ve duâ ediyoruz.”
*Hem, bütün tarih-i hayatımda hediyeleri kabul etmek ve minnet altına girip halkın sadaka ve ihsanlarını almaktan çekindiğimi, benimle akradaşlık edenler bilirler. Nurların ve hizmet-i îmâniye ve Kur’âniyenin şerefini ve selâmetini himâye etmek için, dünyanın maddî ve içtimâî ve siyasî bütün ezvâkını ve merâkını terk ettiğim ve îdam gibi ehl-i garazın bütün tehditlerine beş para ehemmiyet vermediğim, yirmi sene işkenceli esâretimdeki iki dehşetli hapislerimde ve mahkemelerimde katî göründü.”
*Hem bilirsiniz ki, hapiste size yazdığım gibi, benim îdâmıma hükmeden adamlar, beni işkence ile tâzib edenler, Risâle-i Nur ile îmânlarını kurtarsalar, şâhit olunuz ki, ben, onları helâl ediyorum. Ve tarafgirlik damarıyla ihlâsa zarar gelmemek için, bu iki üç senede dahilden ve hariçten gelen fırtınalı cereyanlara hiç temas etmedik ve kardeşlerimi de bir derece îkaz ettim.”
*Dördüncüsü: Eskişehir Mahkemesinde altı ay tetkikten sonra ve sebebi de cemiyetçilik ve tarîkatçilik olduğu evham ve bahanesiyle büyük bir reisin ona şahsî garazıyla onun aleyhinde bâzı adliyecileri teşvik ettiği halde; cemiyetçilik, tarîkatçilik ve Risâle-i Nur cihetinde berâet ettirip yalnız Risâle-i Nur’un bir küçücük parçası olan Tesettür Risâlesi’ni bahane ederek kanunen değil de, yalnız kanaat-i vicdâniye ile yüz yirmi şâkirt içinde beş on şâkirde altı ay ceza verdiler ki, tetkik zamanına kadar dört ay mevkuf, bir buçuk ay da hapis kaldıkları ve on sene sonra Denizli Mahkemesi, yine dokuz ay cemiyetçilik ve tarîkatçilik gibi birkaç bahane ile, bütün yirmi senelik mektûbât ve telifâtlarını inceden inceye tetkik ile beraber Ankara’ nın Ağır Ceza Mahkemesine beş sandık kitaplan gönderdikleri ve iki sene o kitaplar ve mektuplar, Ankara ve Denizli Mahkemesinde nazar-ı tetkikte kaldıkları halde, o mahkemeler ittifakla cemiyetçilik ve tarîkatçilik vesâir bahaneleri cihetinde berâet kararı verip, o kitap ve mektupları aynen sahiplerine iâde ve Said’i arkadaşlarıyla beraber berâet ettirdikleri halde; bir siyasî cemiyetçi nazarıyla ve entrikacı bir siyasî adam tarzında onu ittiham etmek ve adliye memurlarını onun aleyhinde cemiyetçilik noktasında sevk etmek ne kadar kanunsuz olduğunu, insâniyeti sukut etmeyen bilir.”
*Bediüzzaman, her girdiği hapisteki hapisleri irşad eder; hapisteki bâzı câniler, koyun gibi bir hâl alır. Hapiste dahi tecrid-i mutlak içinde bırakıldığı halde, hapishâne bir Nur mektebi vaziyetine girer. Bunun için, girdiği hapishânelere “medrese-i Yûsufiye” der. Hattâ Denizli Hapishânesinde bir kısım gençler medrese-i Yûsufiyeden ayrılmak istemeyerek, “Bediüzzaman daha burada kalırsa, biz kendimizi suçlu gösterip ceza alacağız, ondan ayrılmayacağız; Risâle-i Nur’dan ders alacağız” demişlerdir.
Denizli hapsinde Meyve Risâlesi isimli eser telif edildikten sonra, hapishânede tesirli bir ıslahat müşâhede ediliyor. Bu vaziyet, düşmanları dahi takdire sevk ediyor.
Risâle-i Nur’un mâhiyetini dikkat ve tefekkürle okuyarak anlayıp tahkîkî bir îmâna sahip olan hâlis Nur Talebeleri, ölümden, hapisten, zindandan ve hiçbir beşerî ezâ ve cefâdan korkmazlar; mukaddes Kur’ân ve îman hizmetiyle, vatan ve millet ve âlem-i İslâm ve beşeriyetin ebedî kurtuluşuna çalışırken, dinsizlerin dûçâr ettiği bir zulüm ve musîbetle karşılaşırlarsa, aslâ fütûr ve ümitsizliğe düşmezler; hapislere iftihar ve memnuniyetle girerler. Onların tek bir istinad noktaları vardır; o da sırf rızâ-i İlâhî için, ihlâsla, Kur’ân ve îmâna hizmetleridir. Mâsum ve mazlumların muhâfızı Cenâb-ı Haktır. Hiçbir mâniaya ehemmiyet vermeyerek, Risâle-i Nur’u okumaya ve neşretmeye, kahraman Üstadları misillü, ferâgatle çalışırlar. Bunun içindir ki, yirmi beş senelik müthiş bir istibdâd-ı mutlak içinde Nurlara çalışan Nur Talebeleri, îman ve İslâmiyet hizmetinde sarsılmamışlardır.
“Zâhirde zararlı gibi görünen şeyler, hakîkatte nîmettir. Zahmette rahmet vardır. Îman hizmeti uğrunda başımıza ne gelse hayırdır. Biz başımıza geleceği düşünmekle mükellef değiliz, hizmet-i Kur’âniye ile mükellefiz. Biz, Rabb-i Rahîmimizin dâimâ inâyeti altındayız. Ölsek şehidiz, kalırsak Kur’ân’ın hizmetkârıyız. İslâmiyet düşmanları bizi müebbed dünya hapsine de mahkûm etseler, bizler yine Risâle-i Nur’un hizmetindeyiz” diye îman etmişler ve fakat sâdece îmanla kalmamışlar, bilfiil de amel etmişlerdir; meydandadır.
Bu dindar ve vefâkâr millet, Bediüzzaman’ın doğruluk ve büyüklüğünü ve kahramanlığını bilerek ona o derece îtimad etmiştir ki, onun aleyhinde ne propaganda yapılırsa yapılsın, inanmıyorlar. Bediüzzaman’a yapılan zulüm ve işkenceleri işittikçe, ona karşı kalblerinde daha ziyâde bir sevgi ve bağlılık husûle gelmektedir. Ve diyorlar ki: “Bediüzzaman gibi bir din kahramanını ve öyle büyük ve mübârek bir zâtı hapislere koymak, onun eserlerinin serbest okunmasına mânî olmak, dîni Anadolu’dan kaldırmaya çalışmanın ve İslâmiyeti yıkmaya çabalamanın bir ifadesidir” diye, komünist ve dinsizlerin yaptırdıkları işkence ve zulümlerin düşmanı kesiliyorlar. Bunun için, hükûmet, her işten evvel hükûmet aleyhinde çevrilen bu plânı akîm bırakmak için, Bediüzzaman’ı tamamen serbest bırakması lâzımdır.”
*Bediüzzaman ve talebeleri, hüküm katiyet kesb etmeden verilen ceza müddetini hapishânede geçirdikten sonra tahliye edilmişlerdir. Yukarıda anlatıldığı veçhîle, mahkeme, üç seneden beri uzatılmaktadır. Haşiye
Milyarlar defa yazıklar olsun ki; vatana, millete ve gençliğimize ve âlem-i İslâma en mukaddes îman hizmetini yapan, beşerin bütün mânevî ihtiyacını karşılayacak derecede hârikulâde ve muazzam eserler veren bu dâhî ve misilsiz zât, mahkemelerden mahkemelere sürüklenmede, hapishânelerde çürütülmeye çalışılmaktadır.
Bediüzzaman, yirmi senede olduğu gibi, şu üç dört senede de o kadar emsâlsiz bir işkenceye mâruz kalmıştır ki, tarihte hiçbir ilim adamına bu kadar câniyâne bir sû-i kast yapılmamıştır. Denizli hapsinde bir ayda çektiği sıkıntıyı, Afyon’da bir günde çekmiştir. Kendisine, bütün bütün kanunsuz muâmeleler yapılmıştır. Hapishânede, tam yirmi ay, kışın, çok soğuk olan gayr-i muntazam bir koğuş içinde yalnız bırakılarak, tecrid-i mutlak içinde imhâ olmasına intizar edilmiştir. Kışın en şiddetli günlerinde, hapishâne pencerelerinin iki milim buz tuttuğu zamanlarda zehir verilmiş; ihtiyar, çok hasta haliyle, aylarca ıztırap çektirilmiştir. Mübârek yatağında, bir taraftan bir tarafa dönemeyecek bir hale geldiği zamanlarda bile, hizmetine, bir talebesi olsun müsaade edilmemiştir. O korkunç şerâit altında, kendi kendine ölüp gitmesi beklenmiştir. Hastalığı o kadar şiddetlenmiştir ki; günlerce, birşey yiyememiş ve gıdâsız kalmış ve çok zaif bir vaziyete gelmiştir. Böyle olduğu ve çok sıkı bir tarassud ve tazyikat altında bulundurulduğu halde, Risâle-i Nur’un telifinden geri kalmamış, her hapiste olduğu gibi, burada da gizli olarak eser telif etmiştir. Mahpuslar, gizli gizli Risâle-i Nur’u elleriyle yazıp çoğaltmışlar ve hapishâneden dışarı da çıkararak, neşrini temin etmişlerdir. Bediüzzaman, hapiste olduğu günler dahi Risâle-i Nur’un neşriyatı durmamış, perde altında yüz binlerce nüshaları eski yazı ile neşretmeye-Nur kahramanı Hüsrev gibi-Nur Talebeleri muvaffak olmuşlardır.
Hapishânede, zehirlenerek, ölüm döşeğinde iken, fırsat bulup ziyâretine varabilen bir talebesine şöyle demiştir: “Belki hayatta kalamayacağım, bütün mevcudiyetim vatan, millet, gençlik ve âlem-i İslâm ve beşerin ebedî refah ve saadeti uğrunda fedâ olsun. Ölürsem, dostlarım intikamımı almasınlar.”
Bediüzzaman’ın hapishâneye gelmesiyle çok müstefid olan hapislerden birisi, pencereden selâm verdiği zaman “Sen Bediüzzaman’a neden selâm verdin? Neden onun penceresine bakıyorsun?” diyerek, dayak atılmıştır. Çok mübârek ve çok
Haşiye
Bu Afyon Mahkemesi sonra iki defa berâet vermiş ve nihayet 1956’da bütün Risâle-i Nur külliyatını ve umum mektupları bilâistisnâ Bediüzzaman’a iâde etmiştir
sevgili Üstadlarının hasta ve çok elîm vaziyetinde gizlice fırsat bulup görüşmeye çalışan talebeleri, yakalandıkları zaman falakalara yatırılarak dayaktan geçirilmiştir. Fakat onlar bu mezâlimden asla yılmamışlar, îmandan ve izzet-i İslâmiyeden gelen bir salâbetle, o zalimler vurdukça, onlar da her vuruluşlarında, “Vur! Vur!” diye bağırmışlardır. “Düşmanın çizmesi boğazımıza bastığı zaman onun yüzüne tükür; rûhun kurtulsun, cesedin ezilsin” hakîkatini matbuât lisânıyla da beyân eden Üstadları Bediüzzaman’a ittibâ etmişlerdir.
İşte, böyle türlü türlü işkence ve tazyikatlarla, gerek hapishâne dahilinde, gerek haricinde hizmetini dahi yaptırmamaya çalışmışlardır. Dünyada hiçbir kimseye yapılmayan zulüm ve ihânet Bediüzzaman’a yapılmıştır. Nihayet 20 Eylül 1949 günü ceza müddetini hapishânede tamamlayarak tahliye edilmiştir. Bütün hapishânelerde hapisler resmî mesâi saatlerinde tahliye edilirken Afyon Hapishânesinde de saat onda âdet iken, Bediüzzaman’ı fevkalâde bir tezâhürât ile karşılamaya hazırlanan halkın istikbâline mânî olmak için, şafak vakti ile sabah namazı arasında hapishâneden tahliye etmişlerdir.
Bediüzzaman Hazretleri Afyon’da bir müddet ikamet etmiştir. Bu esnâda cezasını çektiği ve Temyiz Mahkemesi mahkûmiyet kararını tamamen lehine bozduğu halde, üç polise, kapısı önünde geceli gündüzlü nöbet beklettirilmiştir. Hapisten çıktığına pişman etmişler ve zulüm ve tazyikat devam ettirilmiştir. Iki senelik ezici ve eritici bir hapisten çıktığı halde, hastalığını sormak için gelenler dahi yanına bırakılmamıştır.”
*Bir zaman Emirdağ’da ikamete memur ve tek başıma, menzilde âdetâ bir haps-i münferit ve bana çok ağır gelen tarassudlar ve tahakkümler ile bana işkence vermelerinden, hayattan usandım, hapisten çıktığıma teessüf ettim. Rûh u canımla Denizli hapsini arzuladım ve kabre girmeyi istedim. Ve “Hapis ve kabir bu tarz-ı hayata müreccahtır” diye, ya hapse veya kabre girmeye karar verirken, inâyet-i İlahîye imdâda yetişti; kalemleri teksir makinesi olan Medresetü’z-Zehrâ şâkirtlerinin ellerine, yeni çıkan teksir makinesini verdi. Birden, Nûrun kıymettar mecmualarından her tânesi, bir kalem ile beş yüz nüsha meydana geldi. Fütûhâta başlamaları, o sıkıntılı hayatı bana sevdirdi, “Hadsiz şükür olsun” dedirtti.”
*”İnsanların sana ettikleri ayn-ı zulümlerinde, ayn-ı adâlet olan kader-i İlâhînin büyük bir hissesi var. Ve bu hapiste, yiyecek rızkın var; o rızkın seni buraya çağırdı. Ona karşı rızâ ve teslim ile mukabele lâzım. Hikmet ve rahmet-i Rabbâniyenin dahi büyük bir hissesi var ki, bu, hapistekileri nurlandırmak ve tesellî vermek ve size sevap kazandırmaktır. Bu hisseye karşı, sabır içinde binler şükretmek lâzımdır. Hem senin nefsinin, bilmediğin kusurlarıyla onda bir hissesi var. O hisseye karşı istiğfar ve tevbe ile, nefsine ‘Bu tokata müstehak oldun’ demelisin. Hem gizli düşmanların desîseleriyle bâzı safdil ve vehham memurları iğfal ile o zulme sevk etmek cihetiyle, onların da bir hissesi var. Ona karşı Risâle-i Nur’un o münâfıklara vurduğu dehşetli mânevî tokatlar, senin intikamını tamamen onlardan almış. O, onlara yeter. En son hisse, bilfiil vâsıta olan resmî memurlardır. Bu hisseye karşı, onların Nurlara tenkid niyetiyle bakmalarında, ister istemez, şüphesiz, îman cihetinde istifâdelerinin hatırı için – -düsturuyla, onları affetmek, bir ulüvvücenâplıktır.”
Ben de bu hakîkatli ihtardan kemâl-i ferah ve şükür ile, bu yeni medrese-i Yûsufiyede durmaya, hattâ aleyhimde olanlara yardım etmek için, kendime mûcib-i ceza, zararsız bir suç yapmaya karar verdim. Hem benim gibi yetmiş beş yaşında ve alâkasız ve dünyada sevdiği dostlarından, yetmişten ancak hayatta beşi kalmış ve onun vazife-i nûriyesini görecek yetmiş bin Nur nüshaları bâkî kalıp serbest geziyorlar ve bir dile bedel, binler dil ile hizmet-i îmâniyeyi yapacak kardeşleri, vârisleri bulunan, benim gibi bir adama, kabir bu hapisten yüz derece ziyâde hayırlıdır. Ve bu hapis dahi, haricinde hürriyetsiz tahakkümler altındaki serbestiyetten yüz derece daha rahat, daha faidelidir. Çünkü, haricinde, tek başıyla yüzer alâkadar memurların tahakkümlerini çekmeye mukabil, hapiste yüzer mahpuslarla beraber, yalnız müdür ve başgardiyan gibi bir iki zâtın, maslahata binâen hafif tahakkümlerini çekmeye mecbur olur. Ona mukabil, hapiste çok dostlardan kardeşâne taltifler, tesellîler görür. Hem İslâmiyet şefkati ve insâniyet fıtratı bu vaziyette ihtiyarlara merhamete gelmesi, hapis zahmetini rahmete çeviriyor diye, hapse râzı oldum. “
*IKINCI HAKÎKAT: Emniyeti ihlâl vehmiyle bize ihânet etmek ve teveccüh-ü âmmeyi kırmak kastıyla tahkirkârâne, aldanmış mahdut adamların bed muâmelelerine mukabil, hadsiz ehl-i hakîkatin ve nesl-i âtinin takdirkârâne alkışlamaları var diye ihtar edildi.
Evet, komünist perdesi altında anarşistliğin emniyet-i umûmiyeyi bozmaya dehşetli çalışmasına karşı, Risâle-i Nur ve şâkirtleri, îmân-ı tahkîkî kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müthiş ifsâdı durduruyor ve kırıyor, emniyeti ve âsâyişi temine çalışıyor ki, pekçok bir kesrette ve memleketin her tarafında bulunan Nur Talebelerinden, bu yirmi senede alâkadar üç dört mahkeme ve on vilâyetin zâbıtaları, emniyeti ihlâle dâir bir vukuâtlarını bulmamış ve kaydetmemiş. Ve üç vilâyetin insaflı bir kısım zâbıtaları demişler: “Nur Talebeleri mânevî bir zâbıtadır. Âsâyişi muhâfazada bize yardım ediyorlar. Îmân-ı tahkîkî ile, Nuru okuyan her adamın kafasında bir yasakçıyı bırakıyorlar. Emniyeti temine çalışıyorlar.”
Bunun bir nümûnesi Denizli Hapishânesidir. Oraya Nurlar ve o mahpuslar için yazılan Meyve Risâlesi girmesiyle, üç dört ay zarfında iki yüzden ziyâde o mahpus lar öyle fevkalâde itaatli, dindarâne bir salâh-ı hâl aldılar ki, üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu. Tam merhametli, zararsız, vatana nâfi bir uzuv olmaya başladı. Hattâ resmî memurlar, bu hâle hayretle ve takdirle bakıyordular. Hem daha hüküm almadan bir kısım gençler dediler: “Nurcular hapiste kalsalar, biz kendimizi mahkûm ettireceğiz ve ceza almaya çalışacağız; tâ onlardan ders alıp onlar gibi olacağız. Onların dersiyle kendimizi ıslah edeceğiz.”
İşte bu mâhiyette bulunan Nur Talebelerini emniyeti ihlâl ile ittiham edenler, herhalde ve gayet fena bir sûrette aldanmış veya aldatılmış veya bilerek veya bilmeyerek anarşistlik hesâbına hükûmeti iğfal edip bizleri eziyetlerle ezmeye çalışıyorlar. Biz bunlara karşı deriz:
“Mâdem ölüm öldürüdmüyor ve kabir kapacımıyor ve dünya misâfirhânesinde yolcular gayet sürat ve telâşla, kafile kafile arkasında, toprak arkasına girip kayboluyorlar; elbette pek yakında birbirimizden ayrılacağız. Siz zulmünüzün cezasını dehşetli bir sûrette göreceksiniz. Hiç olmazsa, mazlum ehl-i îman hakkında terhis tezkeresi olan ölümün îdâm-ı ebedî darağacına çıkacaksınız. Sizin dünyada tevehhüm-ü ebediyetle aldığınız fânî zevkler bâkî ve elîm elemlere dönecek. ”
Maatteessüf, gizli münâfık düşmanlarımız, bu dindar milletin yüzer milyon velî makamında olan şehidlerinin, kahraman gazilerinin kanıyla ve kılıncıyla kazanılan ve muhâfaza edilen hakîkat-i İslâmiyete bâzan “tarîkat” nâmını takıp ve o güneşin tek bir şuâı olan tarîkat meşrebini o güneşin aynı gösterip, hükûmetin bâzı dikkatsiz memurlarını aldatıp, hakîkat-i Kur’âniyeye ve hakaik-ı îmâniyeye tesirli bir sûrette çalışan Nur Talebelerine “tarîkatçı” ve “siyâsî cemiyetçi” nâmını vererek, aleyhimize sevk etmek istiyorlar. Biz, hem onlara, hem onları aleyhimizde dinleyenlere, Denizli Mahkeme-i Âdilesinde dediğimiz gibi deriz:
“Yüzer milyon başların fedâ oldukları bir kudsî hakîkate başımız dahi fedâ olsun! Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakîkat-i Kur’âniyeye fedâ olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşaallah!”
İşte, ihtiyarlığımın sergüzeştliğinden gelen ağrılara ve me’yusiyetlere, îmandan ve Kur’ân’dan imdâda yetişen kudsî tesellîler ile bu ihtiyarlığımın en sıkıntılı bir senesini, gençliğimin en ferahlı on senesine değiştirmem. Husûsan hapiste farz namazını kılan ve tevbe edenin herbir saati on saat ibâdet hükmüne geçmesiyle ve hastalıkta ve mazlumiyette dahi herbir fânî gün, sevap cihetinde on gün bâkî bir ömrü kazandırmasıyla, benim gibi kabir kapısında nöbetini bekleyen bir adama ne kadar medâr-ı şükrandır, o mânevî ihtardan bildim, “Hadsiz şükür Rabbime” dedim, ihtiyarlığıma sevindim ve hapsime râzı oldum. Çünkü ömür durmuyor, çabuk gidiyor. Lezzetle, ferahla gitse, lezzetin zevâli elem olmasından, hem teessüf, hem şükürsüzlükle, gafletle, bâzı günahları yerinde bırakır, fânî olur, gider. Eğer hapis ve zahmetli gitse, zevâl-i elem bir mânevî lezzet olmasından, hem bir nevi ibâdet sayıldığından, bir cihette bâkî kalır ve hayırlı meyveleriyle bâkî bir ömrü kazandırır. Geçmiş günahlara ve hapse sebebiyet veren hatâlara keffâret olur, onları temizler. Bu nokta-i nazardan, mahpuslardan farzı kılanlar, sabır içinde şükretmelidirler.”
*Üçüncüsü: Ehl-i îmandan bütün gelenler, mâziye gidenlere mağfiret duâlarıyla ve hasenâtlarını onların ruhlarına bağışlamalarıyla yardımlarına binâen Denizli Mahkemesinde demiştim: “Mahkeme-i kübrâda milyarlar ehl-i îman olan dâvâcılar tarafından, Kur’ân hakîkatlerine hizmet eden Nur Talebelerini mahkûm ve perişan etmek isteyenlerden ve sizlerden sorulsa ki, ‘Serbestiyet kanunuyla dinsizlerin, komünistlerin neşriyatlarına ve anarşîliği yetiştiren cemiyetlerine müsâmahakârâne bakıp ilişmediğiniz halde, vatanı ve milleti anarşistlikten ve dinsizlik ve ahlâksızlıktan ve vatandaşlarını ölümün îdâm-ı ebedîsinden kurtarmaya çalışan Risâle-i Nur talebelerini hapisler ve tazyiklerle perişan etmek istediniz’ diye sizlerden sorulsa, ne cevap vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz.” Onlara demiştim. O zaman, o insaflı, adâletli zâtlar bizi berâet ettirdiler; adliyenin adâletini gösterdiler.”
*BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’NİN AFYON HAPİSHANESİNDE TECRİD-İ
MUTLAKTA İKEN TALABELERİNE YAZDIĞI
MEKTUPLARDAN BAZI KISIMLAR”
*Sâniyen: Bu medrese-i Yûsufiyenin nâzırına yazdım. Ben Rusya’da esir iken, en evvel bolşevizmin fırtınası hapishânelerden başladığı gibi, Fransız Ihtilâl-i Kebîri dahi, en evvel hapishânelerden ve tarihlerde “serseri” nâmıyla yâd edilen mahpuslardan çıkmasına binâen, biz Nur Şâkirtleri, hem Eskişehir, hem Denizli, hem burada mümkün oldukça mahpusların ıslâhına çalıştık. Eskişehir ve Denizli’de tam fâidesi görüldü.”
* Eski hapislerimizde birkaç zaif kardeşlerimizin usanıp daire-i Nuriyeden çekinmeleri, onlara pek büyük bir hasâret oldu ve Nurlara hiç zarar gelmedi. Onların yerine, daha metîn, daha muhlis şâkirtler meydana çıktılar. Mâdem dünyanın bu imtihanları geçicidir, çabuk giderler, sevaplarını, meyvelerini bizlere verirler; biz de inâyet-i İlahîyeye îtimat edip, sabır içinde şükretmeliyiz.”
* Rusya’da, Kosturma’da, doksan esir zâbitlerimizle beraber bir koğuşta idik. Ben, o zâbitlerimize ara sıra ders veriyordum. Birgün Rus kumandanı geldi, gördü; dedi:
“Bu Kürd, gönüllü alay kumandanı olup, çok askerimizi kesmiş. Şimdi de burada siyasî ders veriyor. Ben yasak ediyorum; ders vermesin!”
Iki gün sonra geldi, dedi:
“Mâdem dersiniz siyasî değil, belki dînîdir, ahlâkîdir; dersine devam eyle.” Izin verdi.
İkinci esâretimde, bu hapiste iken, yirmi sene derslerimi dinlemiş ve benden daha güzel ders veren bir has kardeşimin ve zarûri hizmetimi gören hizmetçilerimin benim yanıma gelmeleri adliye memuru tarafından yasak edildi; tâ benden ders almasınlar. Halbuki, Nur Risâleleri başka derslere hiç ihtiyaç bırakmıyor ve hiçbir dersimiz kalmamış ve hiçbir sırrımız gizli kalmamış. Her ne ise… Bu uzun kıssayı kısa kesmeye bir hal sebep oldu.”
* Üçüncü medrese-i Yüsufiye olan Afyon hapishanesinde Üstad Said Nursî, Elhüccetü z-Zehrâ adlı bir risale telif etti. Tevhid, Risaleti Ahmediye (a.s.m.) ve Fatiha’nın tefsiri hakkında olan bu çok kıymettar risale, hapiste bulunan Nur Talebeleri ve mahpuslar için ilmi ve îmânî dersleri hâvi olmasından, hapiste hayırlı ve nurlu bir meşgale oldu. Mahkeme kararından sonra, Üstadla beraber hapiste bulunan talebelerin yazdıkları bir takrizi, aynen aşağıya derc ediyoruz.”
* Üstad Said Nursî, Afyon hapishânesinden 1949’da, bir Eylül sabahı tahliye edildi; iki komiser arasında, faytonla bir eve geldi. Yanında hizmetine bakan talebeleri de vardı.
… Rahmet-i İlahîye, Afyon hapis musîbetini çok cihetlerle rahmete çevirmişti.”
* Hapisten tahliyeden sonra, Üstadın evinin kapısı önünde bir-iki polis dâimî nöbet bekler ve yanına kimseyi sokmazlardı. Zâten hapis müddetince halka dehşet verecek şekilde yalan yanlış propagandalarla, Bediüzzaman’ın imhâ edileceği gibi haberler etrafa yaydırılmıştı.”
* Afyon hapsinden sonra hizmet-i Nuriye nasıl cereyan etti?
Isparta’da, teksir makinesiyle Nur mecmualarının neşrine devam ediliyordu. Üstad, yine âdeti veçhîle, tashihât ile meşguldü. Yalnız, hapisten sonra, hizmet-i Nuriye birkaç kısma inkısam etmişti; yalnız teksir ile ve el yazısı ile neşre münhasır olmuyordu.”
*A fyon hadisesi başlamadan evvel Diyânet Işleri Reisi Ahmed Hamdi, Said Nursî’den iki takım Risâle-i Nur eserlerini, bir takımını Diyanet Işleri Kütüphânesine koymak, bir takımını da şahsına alıkoymak için istemişti. Fakat hapis hadisesi çıktı, gönderilemedi. Üstad, hapisten sonra Emirdağ’a geldiği vakit, evvelce hazırlanan iki takımı tashih ederek, Ahmed Hamdi’ye gönderdi ve aşağıdaki mektubu kendisine yazdı.”
* “Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. Içinde evlâdım yanıyor, îmânım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmânımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..
“Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin îmânını kurtarmak yolunda dünyamı da fedâ ettim, âhiretimi de. Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki nâmına birşey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esâret zindanlarında, yâhut memleket hapishânelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefâ, görmediğim ezâ kalmadı. Dîvân-ı harblerde bir câni gibi muâmele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyâde, ölümü tercih ettim. Eğer dînim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.”
* Mahkemelerdeki müdâfaalarını okuduk. Bu müdâfaalar bir nefis müdâfaası değildir; büyük bir dâvânın müdâfaasıdır. Celâdet, cesâret, zekâ eseri, şâheseri…
Niçin Sokrat bu kadar büyüktür? Bir fikir uğruna hayatı hakîr gördüğü için değil mi? Said Nur, en az bir Sokrat’tır; fakat İslâm düşmanları tarafından bir mürtecî, bir softa diye takdim olundu. Onlara göre büyük olabilmek için ecnebî olmak gerek. O, mahkemelerden mahkemelere sürüklendi. Mahkûmken bile hükmediyordu. O, hapishânelerden hapishânelere atıldı. Hapishâneler, zindanlar onun sâyesinde medrese-i Yûsufiye oldu. Said Nur, zindanları nur, gönülleri nur eyledi. Nice azılı katiller, nice nizam ve ırz düşmanları, bu îman âbidesinin karşısında eridiler; sanki yeniden yaratıldılar. Hepsi halîm-selîm mü’minler haline, hayırlı vatandaşlar haline geldiler. Sizin hangi mektepleriniz, hangi terbiye sistemleriniz bunu yapabildi, yapabilir?”
* Onu diyar diyar sürdüler. Her sürgün yeri, onun öz vatanı oldu. Nereye gitse, nereye sürülse, etrafı saf, temiz mü’min.ler tarafından sarılıyordu. Kanunlar, yasaklar, polisler, jandarmalar, kalın hapishâne duvarları, onu mü’min kardeşlerinden bir an bile ayıramadı. Büyük mürşidin, talebeleriyle arasına yığılan bu maddî kesâfetler; din, aşk, îman sâyesinde letâfetler haline geldiler. Kör kuvvetin, ölü maddenin bu tahdit ve tehditleri, ruh âleminin ummanlarında büyük dalgalar meydana getirdi. Bu dalgalar, köy odalarından başlayarak, yer yer her tarafı sardı; üniversitelerin kapılarına kadar dayandı.
Yıllardır mukaddesâtları çiğnenmiş vatan çocukları, mahvedilen nesiller, îmâna susayanlar; onun yoluna, onun nûruna koştular. Üstadın Nur Risâleleri elden ele, dilden dile, ilden ile ulaştı, dolaştı. Genç- ihtiyar, câhil- münevver, sekizinden seksenine kadar herkes ondan birşey aldı, onun nûruyla nurlandı. Her talebe, bir makine, bir matbaa oldu. Îman, tekniğe meydan okudu. Nur Risâleleri binlerce defa yazıldı, teksir edildi.
Gözlerinin nûru sönmüş, iç âlemlerinin ışığı sönmüş, harâbeye dönmüş olan körler bu nurdan, bu ışıktan korktular. Bu azîz adamı, dillerden hiç eksik etmedikleri “Inkılâba, lâikliğe aykın hareket ediyor” diye, tekrar tekrar mahkemeye verdiler; tekrar tekrar hapishânelere attılar. Kaç kere zehirlemek istediler. Ona zehirler panzehir oldu, zindanlar dershâne… Onun nûru, Kur’ân’ın nûru, Allah’ın nûru vatan sınırlarını da aştı. Bütün âlem-i İslâmı dolaştı. Şimdi Türkiye’de, her teşekkülün, vatanını seven herkesin önünde hürmetle durması lâzım gelen bir kuvvet vardır: Said Nur ve talebeleri. Bunların derneği yoktur, lokali yoktur, yeri yoktur, yurdu yoktur, partisi, patırdısı, nutku, alâyişi, nümâyişi yoktur. Bu bilinmezlerin, ermişlerin, kendini büyük bir dâvâya vermişlerin şuurlu, îmanlı, inançlı kalabalığıdır.
O. Yüksel “
* Türkiye’de îman ve karakter sahibi her fikir adamına yapıldığı gibi, bu kimsenin muhtelif defalar evi aranmış, mahkemelere verilmiş, bütün eserleri, mektupları en ufak teferruâtına varıncaya kadar müsâdere edilerek suçsuz yere hapishânelerde süründürülmüştür.
Evet, suçsuz yere diyoruz. Çünkü, vâli ve kaymakamından tutunuz da, karakoldaki jandarmasına varıncaya kadar Üstada ezâ ve cefâ etmek, hapishânelerde süründürmek bir vesîle-i iftihar; şefin gözüne girebilmek, terfî-i makam edebilmek gibi süflî hırslarla yanıp kavrulanlar için ise, bulunmaz bir fırsat olmuştur.”
* Millet haklarını çiğneyip, milyonların sırtından ahtapotlar gibi geçinmeyi şiâr edinenler için korkulacak bir haldir bu. Tâkipler, baskılar senelerce devam etti. Onunla konuşanların, mektuplaşanların, hizmetine koşanların evleri arandı, kendileri Afyon hapishânesinde çürütülerek çoluk çocukları sokaklarda sürünmeye mahkûm edildi.”
* “Muhterem hâkimler, yirmi sekiz sene emsâlsiz ihânetlere, işkencelere, tarassud ve hapislere mâruz kaldım. Bütün bu iftira ve isnadların esâsı birkaç noktaya dayanır:
“1. En birinci ithamları, beni rejim aleyhtarı olarak telâkkî etmeleridir. Malûmdur ki, her hükûmette muhâlifler bulunur. Âsâyişe, emniyete dokunmamak şartıyla, hiç kimse vicdânıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes’ul olmaz. Bu hukûkî bir müteârifedir.”
* Rusun Başkumandani kasten önünden üç defa geçtiği halde ayağa kalkmayan ve tenezzül etmeyen ve onun îdam tehdidine karşi izzet-i İslâmiyeyi muhâfaza için ona başini eğmeyen; İstanbul’u istilâ eden Ingiliz başkumandanina ve onun vâsitasiyla fetvâ verenlere karşi, İslâmiyet şerefi için, îdam tehdidine beş para ehemmiyet vermeyen ve “Tükürün zâlimlerin o hayâsiz yüzüne!” cümlesiyle ve matbuât lisâniyla karşilayan; ve Mustafa Kemal’in, elli mebus içinde, hiddetine ehemmiyet vermeyip, “Namaz kilmayan hâindir” diyen; ve Dîvân-i Harb-i Örfînin dehşetli suâllerine karşi, “Şeriatin tek bir meselesine rûhumu fedâ etmeye hazirim” deyip, dalkavukluk etmeyen; ve yirmi sekiz sene, gâvurlara benzememek için, inzivâyi ihtiyâr eden bir İslâm fedâisi ve hakîkat-i Kur’âniyenin fedakâr hizmetkânna maslahatsiz, kanunsuz denilse ki: “Sen, Yahudî ve Hiristiyan papazlarina benzeyeceksin, onlar gibi başina şapka giyeceksin, bütün İslâm ulemâsinin icmâina muhâlefet edeceksin; yoksa ceza vereceğiz” denilse, elbette öyle herşeyini hakîkat-i Kur’âniyeye fedâ eden bir adam, değil dünyevî hapis veya ceza ve işkence, belki parça parça biçakla kesilse, Cehenneme de atilsa, katiyen, yüz rûhu da olsa-bütün tarihçe-i hayatinin şehâdetiyle-fedâ edecek!”
* Bu îtibarla Barla, Risâle-i Nur dershânesinin ilk merkezi idi. Barla’daki hayatı, gerçi nefiy ve inzivâ içinde ve tarassud altında geçmekle acı idi; fakat, Risâle-i Nur hakîkatlerinin telif yeri olduğundan, Üstadın en tatlı ve şirin hayatı da yine Barla hayatıdır denilebilir.
Bu defa Barla’ya nefiy ile değil, hapis ile değil, kendi rızâsı ile ve serbest olarak gidiyordu. Güzel bir bahar günü, Barla’ya geldi.”
* Imtihan ve gazânız geçmiş olsun der, sizi tebrik ederiz. Risâle-i Nur’un tahkîkî îman dersleriyle îman mertebelerinde terakkî ve teâli edip kuvvetli îmânı elden eden Nur Talebeleri için öyle taarruzlar, bir cihetten, bir imtihandır ve kömürle elması tefrik eden bir mihenktir. Nur Talebeleri için, Allah’a îman, Peygambere ittibâ ve Kur’ân-ı Kerîm’le amelden dolayı hapisler, bir medrese-i Yûsufiyedir, zulüm ve işkenceler birer kamçı, birer perçindir. Kader-i İlâhî bize o hücumlarla işaret veriyor ki: “Haydi durma, çalış!” Kur’ân ve îman hizmeti uğrunda mahkemelerde konuşmak, Nur Talebelerince, bir dostu ile sohbet etmektir; karakollara götürülüp getirilmek, çarşı pazara gidip gelmekten farksızdır; kelepçeler, dînî cihâd-ı ekberin birer altın bileziğidirler; beşerin zulmen mahkûm etmesi ise, hakîkatte Hakkın berâet vereceğine bir delildir. Bütün öyle işkence ve zulümler, Nur Talebeleri için birer şeref madalyasıdır. Ne mutlu ki; otuz seneden beri, Nur Talebeleri ağabeylerimiz bu nîmetlere mazhar olmuşlar. Maalesef bizlere ki, bizler bu şereflere nâil olamadık ve olamayacağız da. Zîrâ, bunları kazandıran devir kapanmak üzeredir.”
* Bediüzzaman Said Nursî’nin senelerden beri hapisten hapse, zindandan zindana atılması ve menfâdan menfâya sürülmesi ve kendisine dâimâ tazyikler ve şiddetli zulüm ve dehşetli işkenceler yapılması ve on yedi defa zehir verilmesi, bir günde bir aylık azaplar çektirilmesi, kendisinin ve Risâle-i Nur külliyatının hakkaniyet ve sıdkına birer canlı mühür ve birer parlak delildir.”
* Üstadın kıymetli hayatı hapishânede geçmiştir. Halkçılar ona çok mezâlim revâ gördü. Elhamdülillâh, bunların devr-i istibdâdı gitmiş, Demokratlar gelmiştir. Biz Pâkistanlılar, bunun için Menderes hükûmetinin hâmîsiyiz. Eğer Demokratlar olmasaydı, ne Türk-Pâkistan dostluğu olurdu, ne de Bağdat Paktı ve sizlerle taallûkat-ı îmâniye.
Kusura bakma, Üstadım Hazretlerine çok çok selâmlar ve hürmetlerimi söyle; Nur dostlarıma da selâm. Üstadın büyük ve iyi fotoğrafını gönder.
Yaşasın İslâm kardeşliği ve Türk-Pâkistan dostluğu!”
* Bütün İslâm memleketlerinde Ittihâd-ı İslâm için çalışan İslâmî teşkilâtlar tâdâd edilip, Türkiye’de de Nur Talebeleri bu meyanda zikrediliyor ve en sonra, “Ittihâd-ı İslâm için çalışan ve Pâkistan’ın en iyi dostları olan Nur Talebelerini tanıdık; Nur Talebelerinin Üstadı seksen beş yaşında büyük bir âlim olan Üstad Said Nursî’dir. Hakîkat-i İslâmiye için yaptığı mücâdele, kendi ana vatanında-yani Türkiye’de-otuz sene işkenceli bir hayat ve sık sık hapiste yatmasına sebep oldu ve 1952’de serbest bırakıldı. Fakat bu ihtiyarın bakışları hâlâ ateşlidir. Otuz yıllık hapis ve işkenceler onu mağlûp edemedi. Bu mücâdelesiyle, birbirine çok sıkı bağlı olan Nur Talebeleri kütlesini meydana getirdi. Üstad Said Nursî, Risâle-i Nur eserleri vâsıtasıyla Türk gençliğini İslâm ideolojisinin en büyük düşmanları olan siyonist ve komünistlerin hilekâr tuzaklarına düşmekten kurtarmıştır. Türkiye Başvekili Adnan Menderes Risâle-i Nur külliyatının neşrine müsaade ettiği zaman, Türkiye’nin Pâkistan elçisi Sayın Selâhaddin Rifat Erbil vâsıtası ile bu büyük adama takdir ve tebriklerimizi bildirmiştik ve bu vesîleyle, Üstad Said Nursî ve Nur Talebelerini de selâmlamıştık ve bu mektubumuz Türkiye’de binlerle basılarak dağıtılmıştı. Bizim programımız Türkçeye çevrildi. Biz de, birkaç önemli risâleleri, Orducaya çevirdik.”
* Hazret-i Said Nursî, yılmadan hakîkat-i İslâmiye için mücâdele etmektedir. Kendisi Türkiye’de en büyük cinayet telâkkî edilen Atatürk aleyhtarı olmakla itham ve aleyhinde neşriyat yapılmışsa da, bu zulümler, halkı onun etrafında toplamıştır.130 parça eserin sahibi olan Üstad hapiste iken verilmiş olan zehirlerin tesiriyle ihtiyarlığını geçirmekte olup, bu hal-seksen yaşını geçtiği halde-hakîkat-i İslâmiye ve İslâmların saadeti için mücâdelesine mânî olamamıştır.”
MEHMET ÖZÇELİK
28-12-2011