DOĞUDA İNANÇLI KİŞİLER GÖREVLENDİRİLMELİ

DOĞUDA İNANÇLI KİŞİLER GÖREVLENDİRİLMELİ
Doğuda hakim olan din ve diyanettir.Doğu insanı kendisi dindar olmasa da kendisini idare edeni dinine bağlı bir kişi olarak görmek ister.
Bediüzzaman bir tesbitinde şöyle der:
“Bu millet-i İslamın cemaatleri, her ne kadar bir cemaat namazsız kalsa, hatta fasık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hatta, umum Şarkta, umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: “Acaba namaz kılıyorlar mı?” derler. Namaz kılarsa, mutlak emniyet ederler, kılmazsa, ne kadar muktedir olsa, nazarlarında müttehemdir.bir zaman, beytüşşebap aşairinde isyan vardı. ben gittim, sordum: “sebep nedir?” dediler ki: “kaymakamımız namaz kılmıyordu; öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?” halbuki, bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkıya idiler.
5. Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garbda gelmesi Kader-i Ezelinin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değildir. Madem Şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa, sa’yiniz ya hebaen mensura gider veya sathî kalır.”
Yıllarca toplumun en serseri,suçlu insanları cezalandırılmak amacıyla doğuya sürüldü.Aslında bu hareketle doğunun insanı cezalandırılmış oldu.
Amirler memurlarını doğuya sürmekle tehdit ettiler.İnsanlar doğuya sürülme korkusuyla görevlerinde bir çok yanlışlıklara tevessül ettiler ve ettirildiler.
Böylece devlet doğuda dini her şeyin önünde birinci unsur olarak ele almalı,uygulamalara hızla koyulmalıdır.Dini okullar açmalı,özellikle İmam-Hatiplerin orta bölümünü devreye sokarak,insanların özellikle kız çocuklarını bu okullara kendi istekleriyle göndererek cehalete çözüm bulunmalıdır.
*Zira doğuda eksik olan üç unsur ve üç tedavi yöntemi vardır. Bediüzzaman tesbitinde:
“İstanbul’da yirmi bine yakın hemşehrilerimi (hamal ve gafil ve safdil olduklarından) bazı particiler onları iğfal ile vilayât-ı şarkiyeyi lekedar etmelerinden korktum. Ve hamalların umum yerlerini ve kahvelerini gezdim.
Geçen sene anlayacakları suretle Meşrutiyeti onlara telkin ettim. Şu mealde:
İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve Şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halîfedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tabi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı; sanat, marifet, ittifak silahiyle cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükümetin işine karışmayacağız. Zira, hikmet-i hükümeti bilmiyoruz.”
Bunu yüzüne gözüne bulaştırıp,kendisinde olmayan inancı toplumdan da almak amacıyla pkk devreye girmiş,halkın inancının yerine materyalizmi ve inançsızlığı yerleştirmeye çalışmıştır.
Dini kullanmaya çalışmışsa da,dinin içinden gelmedikleri için sırıtmaya başlamış,çabucak anlaşılmıştır.
*Pkk solun devamı olup,doğuda hakim olan dinin pkk-nın kürt milliyetçiliğini öne sürerek dinin üstünü kapatmaya çalışma faaliyetidir.Solcu olan Abdullah Öcalın, solculuğunu, ergenekonun destek ve anlaşmasıyla pkk perdesi altında sürdürme faaliyetidir.
Rusyada biten kominizm,sosyalizm,batıda biten sol,bizde hala varlığını değişik adlarla sürdürmektedir ki,ergenekon bunun şemsiyeliğini yapmakta ve tüm kirli faaliyetleri de içerisine almaktadır.
Bunun en büyük güç noktaları ise;askeriye,hukuk,yök yani üniversiteler ve ahtapot gibi devletin tüm kademelerine kollarını sarmasıyla rahatça sürdürmekte,çözümlerini aşmakta,problem çıktığında işi suyun başından halletmektedir.
Ergenekon başa cumhurbaşkanlığı makamı gibi devletin önemli birimlerinde vaatleriyle bulunmaktadır.En büyük yerleşimini de Mhp-Dsp-Anap ortaklığının seçmesiyle,üçünün ürün ve marifeti olan cumhurbaşkanı ahmet necdet sezer döneminde gerçekleştirmiştir.
Ergenekon 1990-dan sonra 17 binden fazla faili meçhullerle pkk-yı dağa çıkarttı ve ona olan destekleri bir yandan arttırırken,diğer yandan da ordudan baskı yoluyla baskılar oluşturulmasına ve halkı iki kıskaç arasında bıraktırarak korku saldırarak paniğe neden olmasına,bir kısmının da pkk-ya destek olmasını sağlamış oldu.
Pkk-yı ergenekonun kurdurduğu resmen de belgelendi.
*Doğuda bir asırdan fazla ırkçılık unsuru sürekli işletilmeye çalışılmaktadır,doğu insanı istemediği ve taraftar olmadığı halde.
Irkçılığı öne sürmek doğuyu anlamamaktır.Doğuda Türkçülüğü işlemek,antipati olarak kürtçülük unsurunu canlandırmaktır.
Zira bu milletin ortak mayası dindir.
“Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da, ekser enbiyanın Asya’da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve filozofların garpta gelmelerinin delâletiyle Asya’yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garplılaşmak namıyla an’ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi, dört beş büyük milletlerin merkezinde olan vilâyat-ı şarkiyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyetin hakaikine kat’iyen tarafdar olmak, size lâzım ve elzemdir. Binler misallerinden bir küçük misal size söyleyeceğim:
Ben Van’da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” dedim.
Dedi: “Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.
Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülâmel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum.”
Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.
Ey sual soran meb’uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırktaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan, sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum.”
Özetle;-Doğuya inançlı memur ve amirler,doktor ve mühendisler,vali ve kaymakamlar, öğretmen ve müdürler gönderilmeli ve görevlendirilmelidir.
Üç hastalık olan;Fakirlik,kabileler arası ihtilaflar ortadan kaldırılıp, cehaletin kaldırılması gerekir.
Buna karşılık olarak yani fakirliğe karşı fabrikalar,iş yerleri açılarak hem halk meşgul edilmeli,hem başkalarının oyununa gelmemeli,fakirlikle tehlikeye düşmesi engellenmelidir.
Kabileler arasındaki ihtilaflar kardeşlik telkinleri,iman duygusunun kalblere kuvvetli yerleştirilmesiyle,kendilerini kontrol etmeleri sağlanmalıdır.
Okullar açılarak,sanat dallarıyla zenginleştirerek belli bir seviye kazandırılmalıdır.
MEHMET ÖZÇELİK
01-08-2009




BERAT KANDİLİ

BERAT KANDİLİ

Âyette:” Ha, Mim. Apaçık Kitab’a andolsun ki, Biz onu mübarek bir gecede indirdik. Çünkü Biz, insanları uyarmaktayız. Her hikmetli iş o mübarek gecede ayırd edilir.”
Âyette geçen ‘Mübarek gece’ ile kasdedilen Berat gecesidir.
Kadir gecesinden sonra ikinci kadir olarak değerlendirilen Berat gecesi önemi itibarıyla;
Kur’an-ı Kerim o gecede toplu olarak dünya semasına inmiş,kadir gecesinden itibaren ise 23 sene de Mekke-Medine de tamamlanmıştır.
“Bu gelen gece olan Leyle-i Berat, bütün senede bir kudsî çekirdek hükmünde ve mukadderat-ı beşeriyenin programı nev’inden olması cihetiyle, Leyle-i Kadrin kudsiyetindedir. Herbir hasenenin Leyle-i Kadirde otuz bin olduğu gibi, bu Leyle-i Beratta herbir amel-i salihin ve herbir harf-i Kur’ân’ın sevabı yirmi bine çıkar. Sair vakitte on ise, şuhûr-u selâsede yüze ve bine çıkar. Ve bu kudsî leyâli-i meşhurede on binler, yirmi bin veya otuz binlere çıkar. Bu geceler elli senelik bir ibadet hükmüne geçebilir. Onun için, elden geldiği kadar Kur’ân’la ve istiğfar ve salâvatla meşgul olmak büyük bir kârdır.”
Bir çekirdek nasılki bir ağacın tümünü içinde barındırıyorsa,bir çekirdek mesabesinde olan Berat gecesi de bir yıllık oluşumu ve gelişimi bir çip gibi içerisinde barındırmaktır.
Berat gecesi varlıkların özellikle insanların yıllık mukadderat proğramıdır.
Yıllık bütçe toplantılarında nasılki bakanlıkların genel giderleri ve onlara ayrılan paylar taksim edilirse,berat gecesi de özellikle insanların o yılda doğum-ölüm,rızık,hastalık,savaş vs gibi olayların yıllık proğramlanarak,onların uygulayıcısı olan dört büyük meleklere tevdi edilir.
Mesela ecel süre ve müddet demektir.O senede süresi belirlenen insanın süresinin dolduğunda ölmesidir.
Mevlananın Mesnevisinde anlatılan bir olayda;Süleyman peygamber zamanında hocanın birisi evden çıkınca Azraili görür.Bakar ki Azrail kendisine bakıp gülmekte.Bu korku ve telaş ile aralarının iyi olup tanıştığı Süleyman peygamberin yanına gider ve kendisini buradan uzaklaştırmasını söyler.Süleyman peygamberin sebebini sorması üzerine verdiği cevapta;
Azrailin kendisine güldüğünü,bununda hayra alamet olmadığını söyler.Süleyman peygamber nereye göndermesini sorduğunda da hoca bizzat kendi isteğinde,Hindistanın,lahor’un,Sinca kasabasına göndermesini ister.
Maddi her güç yani cinler,rüzgar ve hayvanlar emrinde olan Süleyman peygamber üç aylık yola yani Filistinden Hindistanın Lahorun Sinca kasabasına üç saat içerisinde ulaştırır
Aradan geçen bir hafta sonra Azrail bir sebeble Süleyman peygamberin yanına uğradığında geçen haftaki hocaya gülüş sebebini sorar.
Azrail bir daha gülerek meseleyi kendisinin de daha hala çözemediğini söyleyerek şöyle anlatır;
Allah bana geçen hafta ruhunu alacağım insanların listesini vermişti. Listede hocanın da ismi vardı.Ancak Allah bana hocanın ruhunu Hindistanın,Lahor’un,Sinca kasabasında almamı söylemesi üzerine,hocanın bu üç aylık yola üç saatte nasıl ulaşabileceğini düşünerek hayretimden güldüm ve Allahın hikmetinden sorulmaz diye de düşündüm.Ve bana verilen adrese gittiğimde hocanın orada hazır bulunduğunu görünce ruhunu aldım.Ancak oraya nasıl geldiğini hala çözmüş değilim,diyerek ilahi hikmeti dile getirmesi üzerine olayın diğer yönünü Süleyman peygamber özetle;Kendisinin gülmesinden dolayı hocanın telaşa kapıldığını,yanına gelip bizzat kendi isteğiyle oraya ulaştırmamı istemesi üzerine ben de onu oraya gönderdim diyerek kaderi planın eksik bilinen noktasını da tamamlamış oldu.
İnsanlar hayat ve yaşantılarıyla,kaderin hesabını kendi iradeleriyle tamamlamaktadırlar.

Düşündürmesi açısından bir fıkra anlatılır:
Adamın birisine Azrail ruhunu almak üzere gelir.Adam bir süre verilmesini,bazı yapması gereken işlerinin olduğunu söyler.Bu arada süre dolduğunda öyle bir işte bulunmalıdır ki,Azrail ruhunu alamasın.
Karada,denizde bulunan işleri düşünür ve sonunda havada pilot olmaya karar verir.Böylece pilotken Azrailin gelipte arkasında bulunan üç yüz kişinin de ruhunu alamayacağını ve böylece kurtaracağını düşünür.
Nitekim pilotken Azrail gelir ve ruhunu alacağını söyler.Bunun üzerine pilot;
Tamam da,arkamda üç yüz kişi var,onların durumu ne olacak?
Azrail cevaben;
Biliyor musun,ben bu üç yüz kişiyi buraya toplayana kadar,bu zaman süresi içerisinde neler çektim?der.

7 sene önce komşumuzdan biri,diğer sene bir diğeri,diğer sene de benim pederim ölmüştü.Her sene mukadderat gereği birisi gitmekteydi.
Pederim anlatmıştı;
Abdurrahman Efendi inançlı ve ibadetine ihtimam gösteren bir insan idi.
O gece mübarek gecelerden,berâate vesile olacak Beraat gecesi idi. Böylece o geceyi değerlendirecek,cemaatla ibadete iştirak edecekti. Bu amaçla abdestini aldı. Namaza hazırlanmıştı. Yatsı ezanının okunmasını beklemekte idi.
Komşusu Cemal ise kendisinin tam tersine ilgisiz bir insan idi.
Ezanı beklemekte olan Abdurrahman bir anda komşusu Cemalle karşılaşır. Onunla konuşmaya başlayan Cemal,çok da lafazan biridir. Sürekli konuşur. Abdurrahman Bey ise sırf saygısından ve komşuluk hürmetinden dolayı onu dinler. faydalı olabilirim düşüncesiyle sorularını da cevaplayıp,bir şeyler anlatır.
Sohbet o kadar koyulaşmıştır ki;ne kadar bir zamanın geçtiğinden sadece Abdurrahman Bey habersizdir. Cemal ise işi önceden planladığından,o pal çerçevesinde konuşmasını bitirir.
Bu anda Cemal Abdurrahman Beye sorar:
-Abdurrahman,sen hiç şeytan gördün mü?
O da gayet saf ve masum bir şekilde;Allah korusun Cemal! Allah kimseye göstermesin!
Söze devam eden Cemal;işte şeytan benim,görmediysen gör,der. Ve sebebini de açıklamaya başlar:
-Ben bu gecenin Beraat gecesi olduğunu bildiğimden dedim ki;Bu gece beraat ve namaz gecesi,dur ki ben şu Abdurrahmanı namazdan alıkoymak için lafa tutayım,ibadetten alıkoyayım,dedim ve işte yaptım.
Abdurrahman Bey ise gerçekten saatine bakar ki,epeyce de vakit geçmiş. Yine de Cemalden ümidini kesmez ve ona;-Namaza ne zaman başlayacağını,sorar.
Cemal ise daha genç olduğunu,belki ilerde kılabileceğini söyler ve ayrılırlar.
Biri şeytanlığını yapmış onu ibadetten alıkoymuş iken,öbürüde aldanmanın hüznünü yaşamaktadır.
Bir şer bütün hayırların şuursuzca ortaya çıkmasına sebeb olmakta ve bir şer binlercesini kendisiyle meşgul edip uğraştırmaktadır. Mesela bir hırsız için hapishaneler,polisler,kilitler,kasalar ve yalanlar ile güvensizlikler oluşmaktadır.
Bu düşünceyle Abdurrahman Bey eve gelir. Cemalden ayrılalı 15-20 dakika ancak olmuştur. Hanımı kendisine,Cemalin öldüğü haberini verince önce irkilir,sonra da inanmak istemez. Çünkü daha az önce beraberlerdi.
Bu şaşkınlık ile hanımına bir yanlışlığın olabileceğini söylerse de hanımı;gerçekten öldüğünü,evlerinden de hala ağıtların gelmekte olduğunu söyler.
Cemal gerçekten de ölmüştür. Böylece ölüm her şeyden insana daha yakın olduğunu bir daha göstermiş olmaktadır. Hem ölüm ona ulaşmış,hem de yaşı ölüme yanaşmıştır. Diyebiliriz ki;Hala ne diye oyunda oynaştasın.
Sen ki artık ölecek yaştasın.
Kişi kendisinin de ölecekler listesinde olduğunu düşünerek,hiç vakit geçirmeden Allah’ın rızasına uygun yaşamasıdır.

Bu gecede yıllardır dikkatimi çeken bir nokta da;Yağmurun yağması,en azından çiselemesidir.
Bu gecede maddi ve manevi rahmet beraber yağmaktadır.
Bu gecede rahmet kapıları açıktır.

Bu geceyi Kur’an okuyarak,Peygamber Efendimize salavat getirerek ve varsa kaza namazını kılarak değerlendirmek gerektir.
Veya bin ihlas okumalı,Cevşen okumalı,İman Hakikatlarından okuyarak o geceyi ihya etmelidir.

Başka zamanda yapılan iyiliklere bire on sevab verilirken kadir gecesinde bire otuz bin,berat gecesinde ise yirmi bin sevab verilmektedir.

“Kim izzet ve şeref istiyor idiyse, bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır. O’na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah’a amel-i sâlih ulaştırır. Kötülüklerle tuzak kuranlara gelince, onlar için çetin bir azap vardır ve onların tuzağı bozulur.”
Bu gecede ve bu sene süresi içerisinde yapılan manevi atmosferler otomatikman değişimde önemli roller oynayacaktır.Şöyle ki;
Kelime-i Tayyibe denilen güzel sözler,dualar,manevi hizmetler göğe doğru yükselir.Ağırlığıyla beraber kelime-i habise de göğe yükselir.İkisi bir mücadeleye girer.Hangi hangisine galebe ederse,o durum yer yüzüne akseder.yani iyi kelimeler kötü kelimelere galib gelirse,aynı durum yer yüzüne aksedip,yer yüzünde iyiler kötülere hakim pozisyonuna gelir.
Aksi durumda ise,aksi olup,kötüler iyilere üstün gelir.

(Şaban ayının 15. gecesini ibadetle, gündüzünü de oruçla geçirin! O gece Allahü teâlâ buyurur ki: “Af isteyen yok mu, affedeyim. Rızk isteyen yok mu, rızk vereyim. Dertli yok mu, sıhhat, afiyet vereyim. Ne isteyen varsa, istesin vereyim.” Bu hâl, sabaha kadar devam eder.) [İbni Mace]
(Allahü teâlâ, Şabanın yarısının [Berat] gecesinde, dünya semasına tecelli eder. Benikelb kabîlesinin koyunlarının kıllarından daha çok kimsenin günahlarını affeder.) [İbni Mace, Tirmizi]
Recep, Allah’ın ayıdır. Şaban, benim ayımdır. Ramazan, ümmetimin ayıdır.
Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam bu gece Rabbine şöyle dua etmiştir:
“Allahım, azabından affına, gazabından rızana sığınırım, Senden yine Sana iltica ederim. Sana gereği gibi hamd etmekten âcizim. Sen Kendini sena ettiğin gibi yücesin.”
“Şaban ayının on beşinci gecesi kılınacak olan namaz ; yüz rekattır. Bu namazın her rekatında, Fatihadan sonra on kere ihlas süresi okunur. Yüz rekat kılan kişi bin defa ihlas süresini okumuş olur.
Bu namaza hayır namazı da denmiştir. Geçmiş büyükler bu namazı toplu halde cemaatle de kılmışlardır. Bu namazın çok fazileti olduğu gibi, hesaplanama-yacak kadarda çok sevabı vardır.
Hasan-ı Basri Rahmetullahı Aleyh’den gelen rivayete göre:
“Otuz sahabeden dinledim, bu namaz için şöyle dediler: “Her kim bu namazı, berat gecesi kılar ise. Allah-u Teala’nın yetmiş rahmet nazarı ona ulaşır. Her nazarda, kendisinin yetmiş ihtiyacı yerine gelir. Bunların en küçüğü, Allah-u Teala’nın mağfiretidir. “
Mehmet ÖZÇELİK
17-08-2008




AVRUPA VE AMERİKA İSLÂMİYETLE HÂMİLEDİR

AVRUPA VE AMERİKA İSLÂMİYETLE HÂMİLEDİR
“Nev-i beşer, bu son Harb-i Umuminin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdâdı ile ve merhametsiz tahribâtı ile; ve birtek düşmanın yüzünden yüzer mâsumu perişan etmesiyle; ve mağlûpların dehşetli me’yusiyetleriyle; ve gâliplerin dehşetli telâş ve hâkimiyetlerini muhâfaza ve büyük tahribâtlarını tâmir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azablarıyla; ve dünya hayatının bütün bütün fânî ve muvakkat olması ve medeniyet fantâziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olduğu umuma görünmesiyle; ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidâdâtın ve mahiyet-i insaniyesinin umumi bir sûrette dehşetli yaralanmasıyla; ve gaflet ve dalâletin, sert ve sağır olan tabiatın, Kur’ân’ın elmas kılıcı altında parçalanmasıyla; ve gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyâset-i rûy-i zeminin pek çirkin, pek gaddarâne hakiki sûreti görünmesiyle; elbette ve elbette, hiç şüphe yok ki, Şimâlde, Garbda, Amerika’da emâreleri göründüğüne binâen, nev-i beşerin mâşuk-u mecâzîsi olan hayat-ı dünyeviye böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtrat-ı beşerin hakiki sevdiği, aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak; ve elbette, hiç şüphe yok ki, bin üç yüz altmış senede, her asırda üç yüz elli milyon şâkirdi bulunan; ve her hükmüne ve dâvâsına milyonlar ehl-i hakikat tasdik ile imza basan; ve her dakikada milyonlar hâfızların kalbinde kudsiyet ile bulunup, lisânlarıyla beşere ders veren; ve hiçbir kitapta emsâli bulunmayan bir tarzda, beşer için hayat-ı bâkiyeyi ve saadet-i ebediyeyi müjde veren; ve bütün beşerin yaralarını tedâvi eden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtıyla, belki sarîhan ve işareten, on binler defa dâvâ edip haber veren; ve sarsılmaz katî delillerle, şüphe getirmez hadsiz hüccetleriyle, hayat-ı bâkiyeyi katiyetle müjde ve saadet-i ebediyeyi ders vermesi, elbette nev-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya mânevî bir kıyâmet başlarına kopmazsa, İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’ân’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika’nın Din-i Hakkı arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi, rûy-i zeminin geniş kıtaları ve büyük hükümetleri, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü, bu hakikat noktasında, katiyen Kur’ân’ın misli yoktur ve olamaz; ve hiçbir şey bu mu’cize-i ekberin yerini tutamaz.”
“Mesmuata göre, bugünkü Amerika, aktar-ı aleme tetkikat için gönderdiği dört heyetten birisini, bugünkü beşeriyetin saadetini temin edecek salim bir din taharrisine memur etmiştir. Bu ise, müceddidliğini mahkeme lisanıyla her tarafa ilan eden Risale-i Nur, bu muztarip, perişan beşeriyetin en büyük bir saadeti olacağına imanımız pek kuvvetlidir.”
“”Elbette, nev-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya mânevî bir kıyamet başlarına kopmazsa, İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’ân’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika’nın din-i hakkı arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi, rû-yi zeminin geniş kıt’aları ve büyük hükûmetleri, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh-u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında kat’iyen Kur’ân’ın misli yoktur ve olamaz. Ve hiçbir şey bu mucize-i ekberin yerini tutamaz.”
“İşte Amerika ve Avrupa tarlaları böyle dâhi muhakkikleri (Mister Carlyle ve Bismarck gibi) mahsûlât vermesine istinaden, ben de bütün kanaatimle derim: Avrupa ve Amerika İslâmiyetle hâmiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak.”
“Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına (inkisafına) ve beşeri tenvir etmesine mümânaat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümânaat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel o fecrin emaresi göründü. ’71’de fecr-i sadıkı başladı veya başlayacak.”
“Amerika gibi din lehinde ciddî çalışan muazzam bir devleti kendine hakikî dost yapmak, İmân ve İslâmiyetle olabilir.”
“Mısır Camiü’l-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahîd Efendi İstanbul’a bir seyahat için geldiğinde, Kürdistan’ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek İstanbul’da bulunan Bediüzzaman Said Nursî’yi ilzam edemeyen İstanbul uleması, Şeyh Bahîd’den bu genç hocanın ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahîd de bu teklifi kabul ederek, bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti, Ayasofya Camiinden çıkıp çayhaneye oturulduğunda, bunu fırsat telakki eden Şeyh Bahîd Efendi, yanında ulema hazır bulunduğu halde Bediüzzaman’a hitaben, yani “Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir?” der.
Şeyh Bahîd Efendinin bu sualden maksadı, Bediüzzaman’ın şek olmayan bir bahr-i umman gibi ilmini ve ateşpare-i zekasını tecrübe etmek değil, belki zaman-ı istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i alemdeki siyasetini anlamak idi.
Buna karşı Bediüzzamanın verdiği cevap şu oldu:

Yani, “Avrupa, bir İslam devletine hamiledir, günün birinde onu doğuracak; Osmanlılar da Avrupa ile hamiledir, o da onu doğuracak. “
Bu cevaba karşı Şeyh Bahîd Hazretleri, “Bu gençle münazara edilmez; ben de aynı kanaatteyim. Fakat, bu kadar vecîz ve beliğane bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman’a hastır” Haşiye demiştir.
Haşiye: Nitekim Bediüzzaman’ın dediği gibi, ihbaratın iki kutbu da tahakkuk etmiş; bir iki sene sonra Meşrutiyet Devrinde şeair-i İslamiyeye muhalif çok adat-ı ecnebiyeyi ahzetmek ve gittikçe Türkiye’de yerleştirmek; ve şimdi Avrupa’da Kur’an’a ve İslamiyete karşı gösterilen hüsn-ü alaka ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde fevc fevc İslamiyeti kabul etmek gibi hadiseler, o ihbarı tamamıyla tasdik etmişlerdir.”
Bir anda göğü bulutlarda doldurup dağıtan Allah,alemide bir anda değiştirmeye kadirdir ve hikmeti de onu göstermektedir.
Nitekim bir asır öncesine kadar Amerikada adam yerine konulmayan,aynı okul,aynı arabada yer almayan zenciler bu gün Obama Hüseyin barak ile devlet başkanlığını üstlenmiş ve devleti yönetir hale gelmişlerdir.
Yılların birikimi bir andaki bir patlayışı beklemektedir.
Ve bu günlerde Hz.isa-nın 12 havarisinden birisi olan Barnabas incilinin de gün yüzüne çıkma durumu tüm hristiyanlığı kökten sarsıp değiştirecek bir hadisedir.
Zira barnabas incilinde Allahın üç değil bir olduğu,kendisinde sonra gelecek olan peygamberin haber verilişi gibi bir çok ifadeler hristiyanlığın şimdiye kadar papazların tasallut ve baskısı altında sürdürülüp,Hz.isanın dinini temsil etmediği ortaya çıkacaktır.
Kur’an-ı Kerimin bir çok ayetinin sonunda:”Âkibet müttakilerindir.” buyurulur.Sonuç Allahtan korkan,günahlardan kaçınan insanların lehinedir.
Allah dünya sahnesini elbetteki kendi lehine kapatacaktır.
“Ümmetim mübarek bir ümmettir, evveli mi yoksa sonu mu daha iyidir bilinmez.”
İslamiyet ahirzamanda bütün haşmetiyle tahakkuk ve tecelli edecektir.İnşaallah…
MEHMET ÖZÇELİK
23-01-2009




PERDELERİN AÇILDIĞI DÖNEM 2008

PERDELERİN AÇILDIĞI DÖNEM 2008
2008 yılı bir asırlık oynanan oyunların ve gizli kalmış işlerin perdelerinin açıldığı önemli geçiş dönemidir.
‘Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.’ Uygulamasız sözün gerçekleştiği dönemdir 2008.
*Her ne kadar 2007-de de olsa,ilk defa milletin iradesiyle,bir çok engellemeler sonucu bir cumhurbaşkanı halk tarafından tasvib görüp, çoğunluğun kabulüne mazhar oldu.Bu da ancak 2008-de yerine oturdu.
Yani; Şimdiye kadar Turgut özal hariç hiçbir cumhurbaşkanının halk tarafından,halkın onayına sunulupta iradesiyle getirdiği ve memnun olduğu kimseler olmamasıdır.Özal da zaten farklılıkları görmek için çıktığı o noktada partisinin başsız kalıp iş yapamaz hale gelmesi,kendisine su-i kast düzenlenmesine rağmen kurtulması ancak sonunda zehirlenmesiyle de ideallerini gerçekleştirememesiyle sonuçlanmıştır.Bundan dolayı 2008 –de öne çıkan en önemli iki olay;Cumhurbaşkanının kahir ekseriyetle,bir çok engellemelere rağmen halkın tasvibine mazhar olmuş bir kimsenin gelmesi, diğeri ise asrın davası olan Ergenekon terör örgütünün asırlık çok yönlü,dünya çapındaki başlantılarının ortaya çıkartılmasıyla,italyadaki gladyo operasyonundan daha büyük ağ başlantılarının deşifre edilmesidir.Bütün faili meçhuller,pkk gibi Türkiyenin temel sorunlarının bağlantı noktalarının deşifresine adım atılmış oldu.
*Daha önce başbakanlığı engellenen Tayyib Erdoğanın gelmesinden sonra,her zamanda olduğu gibi,bir türlü iki dönem başbakanlık yapamayan veya yaptırılamayanların yoluna Erdoğan-da eklenmek istendi.
*Yargıtayın google-den veya mesnedi pekde araştırılmayan tamamen şahsi yorumlara dayanan partinin kapatılması ve başbakanın devre dışı bırakılması çabaları,Akıl almaz senaryolar,Anayasa mahkemesinin yetkisi yokken,yetkisini aşarak,Chp ile işbirliği yapması sonucu, meclisde 411 milletvekilinin kararıyla çıkan başörtüsü serbestliğine tepki olarak,Anayasa mahkemesi tarafından kale alınmamış,meclisin üzerine çıkarak,keyfi uygulamalar sonucu bir oyla kapatılmaktan kurtulmuş ancak partiye verilen para kesim cezası ile sonlandırılmıştır.
*Millet rejime feda edildi.Rejimi koruma uğruna,millete rejim yaptırıldı,o da kıtlık derecesinde…Bu konuda askeriye ve hukuk,anayasa mahkemesi perestijinin kaybolmasını da göze alarak,bir yandan yanlışlıklar yapıldı,bir yandan da milletin hassasiyeti dikkate alınmadı.
*Hepsinden de önemlisi zira hepsinin bir asırlık keyfi uygulamaların temelini oluşturan,menfiliklerin şemsiyeliğini yapan Ergenekon 8 yıl önce konuşulmuş iken kapatılmış ancak 2008 yılında üzerine gidilmiştir.
Bunun hakkında:””MÖ 800, Ergenekon- MS 2000, Bolu civarı
Orta Asya’daki eski Türklerin dilinde “sarp dağ yamacı” anlamına gelen Ergenekon’la ilgili destanı bilmeyen yoktur. Türklerin yeniden doğuşunu ve çoğalarak Orta Asya’ya egemen oluşlarını anlatan bu efsanenin adı aynı zamanda Soğuk Savaş döneminde NATO ülkelerinde kurulan gizli anti-komünist örgütün,kontr-gerillanın Türkiye’deki kolunun adı olarak da gündeme gelmiştir,ama şu anda konumuz bu değil.”
*İrinle dolu torbaya susurlukta iğne batırıldı ancak delinme olmadı. Ergenekonda bu irinler dışa akmaya,kokusu etrafa yayılıp herkesi bir yandan rahatsız ederken,bir yandan da ümitlendirmeye başladı.
*Kâfir rusun çektirmediğini Ergenekon terör örgütü ve çetesinde ortaya çıkan zihniyet ve uygulamalar çektirmiştir.
Tam birt şebeke..menfaat şebekesi..para,makam,rütbe,kariyer,üniversite hocalığı,bedava profluk ve makamlar,vaadler üzerine vaadler..kandırmaca ve aldatmacalar…
Kaos uğruna her şey meşru..1970 yıllarının sol zihniyetinin basit ve değişik versiyonu..ortaklık,ortak noktalarda bir-leş-me.
1970-lerin sağ-sol kavgasının bir kısım ve kesimi işi yer altında sürdürmek üzere,yerin altına inme faaliyetidir.Sağın solu,solun sağı vurarak,ortak noktalarda birleşerek millete vurma çabasıdır.
Ne kadar hazin ve düşündürücüdür ki;Ergenekon terör örgütünün içindeki tüm kollar,pkk-yı savunanlar,milliyetçi olduğunu söyleyenler,ve daha sayılamıyacak tüm farklı gruplar;Hep Atatürkçülükten dem vurmaktadırlar. Atatürkçü olduklarını söylemekte ve Atatürkçü olduğu için bunların kendisine yapıldığı perdesini kullanmaktadırlar.
Ergenekonun meşrulaştırılması için bir yerlere dayanıldı ve özellikle Atatürkçülük…
Atatürk en çok solcular tarafından kullanılırken,bir kısım sağcılar, Ergenekoncular,uyuşturucular,devleti soyanlar,kısacası başta her su-i istimale bulaşmış olanların en çok kullanıldığı kişidir Atatürk?
Şaibeli kişilerin her şeylerini getirip ona isnad etmeleri,onun üzerindeki şaibeleri de arttırmaktadır.
*Ergenekon terör örgütünün iskeletinin ayağını ayak takımı,bedenini askeriyeden bir kesim ve para babaları,kafasını ve fikrini sol zihniyet,üniversite ve medya oluşturmaktadır.
Daha evveline gidersek,bir asrı aşan Ergenekon terör örgütü,Osmanlıyı kötülemekle başladı.Şöyle ki;
“Profesör Lowther (Eli Kidor) rapor bahsine şöyle giriyor:
«Osmanlı aleyhtarı peşin hükümler 1880’lerden itibaren İngiliz politikasının temel unsurudur. (Lowther)in mektubu, yeni Osmanlı devlet adamlarının meş’um dalaveracı bir yönetim olduğu inancını desteklemekle bu peşin hükmü doğrulayarak ona yeni bir kuvvet vermiş oluyor… -Asırlık İngiliz politikasının, Türk’ü maddede ve ruhta imha etme gayesi, son merhalesine Lozan antlaşmasiyle ermiş olarak bu satırlarda plânını apaçık ortaya dökmüş bulunuyor.
……..”Bilindiği kadariyle, Türk Farmasonluğu şimdi uyuyor ve muhtemelen de öyle kalacaktır. Tâ ki, halen Türkiye’nin başında olan grup kuvvetten düşürülsün ve gelecek Türk rejimine veya yabancı bir muzaffer kuvvete karşı yeraltı faaliyetlerine yeniden başlansın…”
………Bildiğin gibi, Paris’teki (Jön Türk) hareketi Selânik’lidir. Selanik’te 140.000 nüfusun 80.000 kadarı İspanyol yahudisi, 20.000’i ise dışta müslüman görünen ve Sabetay Sevi tarikatına bağlı Farmason… Roma’nın yahudi belediye başkanı (Natham), Mason localarında yüksek bir mevkie ulaşmıştır ve yahudi Bakanlar (Luzzatti) ve (Sonnino) ve diğer senatör ve milletvekilleri de anlaşıldığına göre masondur. “Kadim İskoç”tan temellendikleri iddiasındalar.
Birkaç yıl önce, Selânik’li yahudi mason (Emannuele Carasso) – ki, halen de Osmanlı Meclisinde Selanik temsilcisi- orada Makedonya (Risorta) isimli İtalyan Farmasonluğuna bağlı bir loca kurdu. Bu adam görünüşte Sultan Hamîd’in casuslarını aldatmak maksadiyle, fakat aslında Türkiye’de yahudi tesirini kuvvetlendirmek için (Jön Türk)leri Farmasonluğu kabule teşvik etmiştir… [6] Evinde onlara toplantı izni sağlamıştır. Abdülhamîd’in casusları bunu haber almış ve 1908 Temmuz ihtilalinden sonra esrarengiz bir şekilde öldürülen İsmail Mahir Paşa, durumu Yıldız Sarayı’na bildirmiştir. Evin dışına yerleştirilen casuslar, girip çıkanların isimlerini kaydetmekle vazifelendirilmiştir. Fakat Farmasonlar casusları “kardeş” ilân edip aralarına almıştır. Selanik’teki hareketin temeli yahudidir…..”
*Çorap söküğü gibi bir asırlık irin ve pislikler dünyayı kokutacak derecede etrafa saçılmış ve yıllarca da saçılmaya devam edecektir.
Ancak gocunanların çokluğu,kirliliğin boyutlarını da net olarak göstermekteydi.
Al kaşağıyı gir ahıra
Yarası olan at gocunsun…
En çok kirletilen yerler;
Ordu…Bazen haberleri okuyunca kahroluyorum fakat bu pislikleri de tarihe havale hatırına sabrediyorum.
‘5’i irticai 24 kişi ordudan ihraç edildi’
İrtica derken adı konulmalı yani namaz kıldığı için,dini inancının gereğini yaptığı için mi?Eğer bunun için ise Allah onu atanı veya cezalandıranı her iki dünyada da rezil,kepaze ve perişan etsin,ıslah değil,kahretsin.Çünkü açıkça ve cahiliye asrının gerisinde kalan bir cehalet ve ahmaklıktır.
Ordudan irtica adına inançlı insanlar ihraç edildi,yeri ergenekona bırakıldı.
*İçki içmeyenler tenkid edildi.Bu durum basına kadar yansıdı.
Hilmi Özkök eski genelkurmay başkanı iken içmediği için arkadaşları tarafından tenkid edilmiş.İşte hazin konuşma;
’Emekli komutanların şarap tartışması sürüyor’
Oysa Bulanık kafayla vatan korunmaz,emanet edilmez.
*Tuncay güney,Ergenekonun kaynağının askeriye olduğunu söylemektedir.Bu da yabana atılacak bir durum değildir.
*Askerin basireti mi bağlanmış?30 yıldır pkk-yı bitiremiyor?İçindeki ele başılarını göremiyor?Subay kademesinden tuğgeneral seviyesine kadar…
*Milli güvenlik kurulunun bir alt kurulu olduğunu,hizbullahı kurduranın askeriye olduğunu Tuncay Güney ifade etmekte ve artık bu da herkes tarafından da bilinmektedir.
*Elbette hepsinin yanlışlığı söz konusu olmamakla beraber yine de ümit varız.
“Rahmet-i İlâhiyeden ümid kesilmez. Çünki: Cenab-ı Hak, bin seneden beri Kur’anın hizme¬tinde is¬tihdam ettiği ve ona bayraktar tayin et¬tiği bu vatan¬daş¬ların muhteşem ordu¬sunu ve muazzam cemaatini, mu¬vakkat ârızalarla in¬şâ¬allah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir…”
“Kılıncını ayağına vurdurmaz, düşmanına vurur. Kur’ana hizmetkâr eder. ağlayan Âlem-i İslâmı güldürür.”
*Hukuk…2008-de en çok yıpranan ve kendini yıpratan iki kurum;1-Türk Silahlı kuvvetleri 2-Anayasa mahkemesi ve siyasallaşan hukuk…
*Yarsav ihsası reyde bulunmuş,yargıtayda böyle bir hataya düşeceği sırada Cemil Çiçek-in uyarısıyla son anda geri adım atmıştır.Aksi durumda Ergenekon terör örgütüne taraf olmuş olacaktı resmen…
*Üniversiteler ise,ilim yuvası olma vasfını yitirmiş,hayatı kazananların değil,kaybedenlerin ve de kaybettirenlerin yeri haline gelmiş ve de getirilmiştir.
Tüm bunlar ile ilgili haberlerin arşivimizde örnek ve belgelerini görebilirsiniz.
*İsrailin filistinde yaptığı katliam ve vahşet,hayvanlara rahmet okutur cinsdendi.
“Zulüm kıyamet gününün karanlıklarındandır””Ez-zulmü zulemâtü yevm el-kıyâme”
Filistinde yüzde 65-i kadın ve çocuk,1200-den fazla insan şehid oldu,beş binden fazla yaralı ve trilyonlarca maddi zarar oluştu.Yakıcı olan Fosfor bombası kullanarak bir yasağı daha çiğnemiş oldu.
Tarihe israilin vahşeti olarak geçti.Hitlere rahmet okutturdu.
“Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (ahiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür: Allah onlara gazabetmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar!”
“Şüphe yok ki o, düşündü, ve ölçtü biçti. Artık kahrolası, nasıl ölçtü biçti.
Sonra kahrolası, nasıl ölçtü biçti. Sonra bakıverdi.
Sonra kaşını çattı, suratını astı. Sonra gerisine döndü ve böbürlendi.
Artık dedi ki: «Bu, naklolunagelen, bir sihirden başka değildir. Bu başka değil, ancak insan lâkırdısıdır.
Onu ben, cehenneme sürükleyip-atacağım.”
*İmam Ebu Davud, Sünen’inde Hz. Peygamber’in azadlı cariyesi Meymûne’den şu rivayeti nakletmektedir:
Birgün Meymûne Hz. Peygamber’e gelir ve: “Ya Rasulallah! Beytu’l-Makdis’e (Mescid-i Aksâ’ya) gidip gitmeme hakkında bize ne buyurursunuz?” der. Allah Rasulü:
“Gidin ve orada namaz kılın!” diye cevap verir. Fakat o zaman orada (Bizans ile Persler arasında) savaş vardır ve bunu dikkate alan Peygamberimiz hemen şunu ekler:
“Şayet oraya gidemez ve orada namaz kılmazsanız, bari oranın kandillerini aydınlatacak yağ gönderin!” buyurur. “
İmam Buhari, et-Tarihu’l-Kebir adlı meşhur eserinde “Bişr b. Akrabe el-Filistinî” hakkında şu rivayeti naklediyor:
Babam, Hz. Peygamber ile birlikte katıldığı bir savaşta şehit düşmüştü. Birgün Peygamber (as) yanıma uğradı. Ben, ağlıyordum. (Ey sevimli çocuk!) diye seslenerek benden ağlamayıp susmamı istedi ve bana yasımı unutturacak şu teklifte bulundu:
“Benim, senin baban; Aişe’nin de annen olmasını istemez misin?” Bu teklifi duyar duymaz ben:
– “Anam babam sana feda olsun elbette isterim yâ Rasulallah!” dedim.
İmam Buhari, burada adı geçen Bişr’in “Filistin” olarak bilindiğini de kaydetmektedir.”
MEHMET ÖZÇELİK
19-01-2009




ALEVİLİK AÇILIMI

ALEVİLİK AÇILIMI

Güzel fikirler nur gibidir,çabuk alınmazsa,uçar gider.
Aklın ürünü ışık gibidir,alınmazsa söner gider.

***
Eğer Hz.Aliyi sevmek,onun yolunda gitmek ve onu İslamiyetle eş değerde değerlendirmek ise;
Onun yaşadığı ve kendisi için hayatını ortaya koyduğu dine bîgane kalmak ve Din derslerinin kaldırılmasını istemek samimilik midir?
Ve onu kaldırırken onun yerine ne konulacak,konulacak bir şey yokken onları boşluğa itmek,onları koruduğunu iddia etmek samimilik midir?
Yoksa onun boşluğunu ehli sünnete düşmanlık ile doldurmak hizmette samimilik midir?
Alisiz Alevilik veya İslamiyetsiz bir Ali ve Alevilik ile,adeta Hz.Alinin ruhunu çıkarıp,bedenini alet etmek samimilik midir?
Sürekli siyasetten kaçan Hz.Aliyi ısrarla siyasetin içine çekmek,siyaset midir? Samimilik midir?
Müslümanların din ihtiyacını karşılayan –yeterliliği tartışılsa da-Diyanete cephe almak dindarlık mıdır,kindarlık mıdır yoksa ne kadar samimilikdir?
Yeni yetişen gençleriniz dinle ne kadar barışıktır?Ne kadar biliyor ve bildiriliyor? Onları bilgilendirip terbiye edecek ne gibi kurum ve faaliyetleriniz bulunmaktadır?
Bir yandan cahil bırakılırken,diğer yandan okullarda onlara dinlerinin öğretilmemesini istemek samimilik midir?
Başta dedeler çocukların ve etbalarının akıllarını tatmin edecek,kalblerini doyuracak ne yapılmakta,ne örnekler oluşturulmaktadır?
Hiç araştırıp düşündünüz mü?Hissi davranıp oyuna mı gelmektesiniz?ne kadar samimisiniz?
Genelde bu insanlar neden özellikle namaz,oruç,hac,zekat gibi islâmın temeli olan ibadetlere soğuk ve ilgisiz davranmakta ve mesafeli yaklaşmaktadırlar?Bir bilgiye mi,yoksa körü körüne bilmeden yapanları taklide mi dayanmaktadır?Samimi söyleyin.
Kur’an-ı Kerim-le ne kadar barışık yaşanılmaktadır?Geçerli mazeretler nelerdir?
Hassas bir dönemden geçiyoruz.Türkiyede dış ve iç güçlerin ve özellikle –geçmişte olduğu gibi-şimdilerde de en fazla kaşınılan,tedavi edilmeyen irinlerin deşildiği ve siyasete alet edilen süreçteyiz.Basiretli olmamız gerekir.
Bî-taraf olanlar ber-taraf olurlar.
Kimden tarafayız?Hz.Aliden mi yoksa Hz.Alinin şimdi hazır olsa asla yüz vermeyeceği ve tasvib etmeyeceği bir yaşantıdan mı?
Taraf,İslâmiyetten yana taraf olmaktır.Yoksa istenilmese de başkasının taraftarlığına bilinçsizce taraf olunmuş olunur.
Geçmişteki samimilik canlandırılmalı ancak bilgisizlik giderilmelidir.
Eline-Beline-Diline gerçeği ve –Gelin canlar bir olalım-diri olalım-iri olalım-gerçeğini ne kadar gerçekleştiriyoruz?
Alevilere elbette hakları verilmeli.Daha doğrusu haksızlık yapılmamalı.Aleviliğinin gereğini yapan bir alevi,gereğini yapmayan binlerce aleviden üstündür.Tıpkı Sünni olduğunu söyleyip gereğini yapan birisinin,yapmayan binlerceden üstün olduğu gibi.
Aleviler alt yapısını kurmalıdırlar.
Osmanlının büyüklüğü içinde yaşayan herkese inandığı gibi yaşama hakkını vermesindendi.Hristiyan ve Yahudilere kendi mahkemelerini kurma yetkisini bile vermişti. Gerisini varın siz düşünün.
Alevilerin ellerinden tutulmalı,destek olunmalı,yol gösterilmeli,diyalog sağlanmalı, konuşarak çözüme gidilmelidir.
En sağlıklı çözüm ortamı,siyasetten uzak ortamdır.
Gerekirse enstitüler kurulmalı,Alevilik belgeleriyle ta Hz.Aliye kadar belgelendirilerek araştırılmalıdır.
Çünkü bu su sürekli sulandırılmakta ve bulandırılmaktadır.
Küçük düşünenler korkar,korkanlar saldırır,çözümsüzlüklerle varlığını sürdürmeye çalışır.
Toplumun gerçeği göz ardı edilmemelidir.
Sağlıklı ortamda her şey düşünülmeli,konuşulmalı,çözümler aranmalı,doğrular ortaya konmalıdır.
Bu milletin dar bir alanda koşması isteniyor.Dar ve despot olan rejim bunu başaramıyor,başarılmasına da izin vermiyor.Yolları açmıyor.Huzursuzluğu toplumun maddi manevi büyümesinden dolayı daha da darlaşarak,daha da huzursuzluklara ve kaoslara zemin hazırlıyor.
Başkasının özgürlüğüne zarar vermeden,özgürlükler genişletilmelidir.
Büyük oynamayanlar,büyük kazanamazlar.
Küçük kalanlar yok olmaya mahkumdurlar.
Herkes kucaklanmalı.
Özgürlük,sulh,güven hem İslâmın ve hem de insanlığın yararınadır.

Cümleler doğrudur sen doğru isen
Doğruluk bulunmaz sen eğri isen.(Yunus Emre)

MEHMET ÖZÇELİK
24-11-2008




BU DÜNYADAKİ HANGİ ŞEY ÂHİRETTE EDEVAM EDECEKTİR.

BU DÜNYADAKİ HANGİ ŞEY ÂHİRETTE EDEVAM EDECEKTİR.
Gerçekten bu dünyada olupta çok değer verdiğimiz,bazen hayatımızı ortaya koyduğumuz,bir ömür boyu elde etmeye çalıştığımız hangi şey orada devam edecek,kıymet alacak,yüzüne bakılacak,ulaşılmasına çalışılıp taleb edilecektir.
Çok afedersiniz;yüzüne bile bakmayıp çöpe attığınız bir kemiği elde etmek için bir çok köpek birbirleriyle kavga ederler.Saatlerce onun üzerinde uğraşırlar.
Şimdi acaba;onlar mı kemiğin kıymetini çokça bilmektedirler?Yoksa insan mı kemiği bilmeyip,kıymetini anlamayıpta takdir mi etmemektedir?
Onların bu hırlaşmalarını gören insan,’Bunlar zaten köpektir’deyip normal görerek çekip gider.
Kendisi ise onu elde etmeye değil,elden çıkarmaya çalışmıştır.
Aslında dünya ve içindekilere baktığımızda acaba bizim pozisyonumuz nedir? Uğraştığımız ve de elde etmeye çalıştığımız şeylerin kıymeti nedir?Neden bazılarının çokça kıymet verdiklerine diğer bazıları hiç kıymet vermemektedirler?
Her şeyin kıymeti de kıymet verenlerin vermesine göre kıymet almaktadır?Peki ya gerçekteki kıymeti nedir?
Kediler için en kıymetli şey farelerdir.Sırtlanlar için ise leşlerdir.
Herkes kendi kıymetinde kıymetlenmekte ve değer vermektedir!
İnsan karpuzun içini yerken,işlek onun kabuğunu yemektedir.
Çocuğun dünyası,oyuncak dünyasıdır.Büyükler hiç ona iltifat etmezler.
Acaba büyüklerin burada iltifat ettiklerine gerçek manada ne kadar kıymet biçilmektedir?Yoksa bizlerde mi çocuk durumuna düşmüş oluyoruz?
Hadisde:” Dünyanın Cenab-ı Hakkın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kafirler bir yudum su ondan içemeyeceklerdi”
Yani ebedi ve sonsuz ahret hayatına nisbeten dünyanın bir sivrisinek kanadı kadar dahi bir değeri yoktur.Zira biri fani ve kısa,diğeri ise baki ve ebedidir.
Dünya kelime anlamı itibarıyla aşağı ve düşük demektir.O halde aşağı ve düşük olanın kıymeti de aşağı ve düşüktür.
O halde hiç mi kıymeti yoktur?
Dünyanın tek kıymeti ahret için bir Pazar,ekin yeri,bir fabrika gibi ahrete iman-ibadet-ihsan gibi güzel şeyleri üretmesi cihetiyledir.
Dünya ahrette ne kadar yüz bulacak,yüz verilecek,yer alacaktır?
Bazen cirmi,bazen de cürmü kadar.Belki bir hatırlanması amacıyla müze görevi görecektir…
Hadisde:”Dünya cifedir.”denilmesi,köpeklerin üzerinde kavga ettikleri kemik misali cihetiyledir.
İbni Abbasdan rivayet edilen mealen bir Hadisde:Dünya ahrette acuze –yaşlı-bir kadın suretinde getirilir.İnsanlar bir ömür boyu peşinden koştuğumuz dünya bu mu?diye hayret ederler.
Dünya herkesle nişanlanır ancak kimseyle evlenmez.Evlense foyası meydana çıkacaktır…
Cennette yüzüne bile bakmayacağımız bir şeye burada hayatımızı bile feda etmek ne kadar mantıklıdır?
İman ve marifet cennette de sürekli devam edecek olan hakikatlardandır. Allah ezeli ve ebedi olduğundan O’nu ebediyyen bilme orada da devam edecektir.
Cennet geçici,kısır ve noksan şeyleri kabul etmez.Ebedi ve ebede namzet olanları kabul eder.
Herkesin kıymeti kıymet,himmet ve değer verdiği şey nisbetindedir…

MEHMET ÖZÇELİK
23-01-2009




ABDULAZİZ BAYINDIR’IN TUTARSIZLIĞI

ABDULAZİZ BAYINDIR’IN TUTARSIZLIĞI
Her şey 2008-in yazında başladı.Malatyalı Mehmet isminde bir meslektaş gönderdiği a-mailde;Bayındırın 4 dvd-sinden oluşan 250 kişiye adreslerini göndermeleri halinde tefsirini göndereceğini söylemesi üzerine bende adresimi gönderdim ve bir müddet sonra bir zarfta 3 dvd,zarf biraz açık olduğundan dördüncüsü herhalde düşmüştü,bana ulaştı.
Bir çok sesli,arapça ve türkçe tefsirlere hayran duyup incelediğimden dolayı kavuştuğuma sevinmiştim.
Ancak durum hiç de öyle olmadı.Kendimi sıkarak,zorlayarak,bizzat kaynağından duymak amacıyla kahrolarak 3 dvd-yi dinledim.Kendime yarar ve not alacağım bir yer bulamadım.Sadece dvd-lerin içerisinde İlahiyat Prof-u Mehmet Çelik beyin 5 yıl kaldığı kilisedeki tecrübelerini anlatan konuşmalarını dinledim ve oradan faydalandığım izahlar doğrultusunda güzel de bir makale yazdım.
Hangi ayette nasıl izahta bulunmakta ve buna karşılık cevap vermek üzere teker teker tahlil etmeyi düşündüm.Ancak o konuda Avni (Avnullah) ÖZMANSUR Hocanın yazdığı eser,beni teker teker tahlil etmenin gerekliliğinden vazgeçirdi.
Artık kendimden şüphe eder olup,acaba bu zatın bu yanlışını ve tutarsızlığını sadece ben mi görüyorum deyip,bana dvd-yi gönderen arkadaşla mesajlaşarak,Bayındırı tenkid etmek üzere bir yazı kaleme alacağımı söylediğimde,acele etmememi söyledi.Onu anlamaya çalışmamı tavsiye etti.
İnternette yani Google-de ‘Abdulaziz Bayındır-ın Tutarsızlıkları’başlığında bir araştırma yaptım.
Karşıma çıkan sonuçlar beni gerçekten ürküttü.Özelikle Avni (Avnullah) ÖZMANSUR Hocamızın bu konudaki açıklamaları beni rahatlattı.
Yine de yazmayı zamana bırakmayı düşündüm.
Ancak hoca ehli olan Bediüzzamanı ebced-cifir hesabı konusunda ehliyetsizce tenkid edince yazmaya karar verdim.
Ebced cifir hesabı islamiyetten önce de kullanılmış ve en fazla Hz.Ali-nin kullandığı ilmi bir yöntemdir.
Hurufilik manasındaki olur-olmaz her şeyi uydurmanın zaten ilmi ve mantıki hiç bir ciheti yoktur.
Bediüzzaman Hazretlerinin ‘Sikke-i Tasdik-i Gaybi’ ve diğer eserlerinde bahsettiği ilmi cifir tahlilleri hem çıkmış,hem çıkmaktadır.
Tamamen mesnedli ve bilimsel ifadelerdir.
Hacı bayramı Velinin ‘Beldetün Tayyibetün’ayetine dayanarak İstanbulun fethedileceği tarihi vermesi bu ebced-cifir hesabına dayanaraktır.Ve de bu ilmi ilk ve tek kullanan kişi de Bediüzzaman değildir.Bu konuda yazılmış bir çok eserler mevcuttur.
Abdulaziz Bayındır-ı tanımak fikirlerini daha da iyi tanımaya vesiledir.
Avni (Avnullah) ÖZMANSUR-un araştırmamda şu ifadesi çok dikkatimi çekmiş ve işin önemini,hassasiyetini ortaya koymuştu.
“İkinci kitab sonlara yaklaşmışken; bu defa: beni derinden yaralayan bu yanlışlara, hiç tahammül edemediğimden ikinci kitabı öyle bırakıp Ahmet Hulusi’nin yanlışlarına cevap olan üçüncü kitabın yazımı devam ederken; Abdülaziz Bayındır’ın “Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış” ile “Din ve Devlet İlişkileri”.isimli iki kitabını getirdiler. O kitapları okudum. Ne göreyim: Tarikat şeyhleri ile yani; meşhur Mahmut efendi, Esat Coşan hoca efendi ve Mehmet Zahit Kotku efendinin kitaplarını eleştirerek ve Mehmet Zahit Kotku’nun dışında ki her iki şeyh efendi ve meşhur cübbeli Ahmet hoca efendi ile yüz yüze tartışırlarken: (Banda alınan bu konuşmaları sonra kitap haline getirdiğini bildirmektedir.) bu zatları tenkit ederek; solu gösterip sağa vururcasına tüm resullerin ve peygamberimiz efendimizin itibarını o kadar düşürmeye çaba sarf ediyordu ki, ancak resulullaha rakip olan bir kişi bunu yapabilirdi.
İstanbul müftülüğünde 9 sene fetva dairesinde başkan olarak görev yapan ilahiyatçı Doçent Doktor sayın Abdülaziz Bayındır can evimize el atarak; tüm resullerin yani peygamberlerin ve kainatın efendisinin, görev ve yetkisini tanzim edercesine, yetkili olduğu konular ve yetkisiz olduğu konuları belirtmeye çalışarak kitaplarında “Resulullahın yetkisi dışında kalan hususlar” başlığı altında: Resulullahın görevini tanzim ediyor ve kendisine göre sınırlama getiriyor.
Rahmeten lil alemin olan; Allah Resulünün şahsında diğer insanları uyaran ne kadar tehdit ayetleri varsa hepsini sıralıyor ve nihayet öfkesi geçmeyince, daha da ileri giderek, “Resullerde aynen bizim gibi birer insandır. Mucize onlara verilen bir belgeden ibarettir, onlara olağanüstü kişilik vermek için değildir.” Daha da ileri giderek, “Resulullah Allah’ın kölesidir” diyerek; herhangi bir kimsenin kendisine söylemesine müsaade etmeyeceği bu küçültücü sıfatı, peygamberimiz efendimize layık görüyor, o ulu zatı mele-i ala’dan indirip sıradan bir köle durumuna düşürüyordu:
Tabi Ahmet Hulusi’ye karşı hazırlanan kitabımın yazımını yarıda kesip sayın Bayındır’a cevap yazmaya başladım:
Bundan dolayı ikinci kitab gecikti. Ama Rabbime sonsuz şükürler olsun bu üç kitabın, aynı anda yayınlanması nasib oldu. Büyük lütuflarını esirgemeyen Rabbime sonsuz hamdü senalar olsun. Bütün övgülerin hepsi O’na mahsustur. O’nun Resul-ü Kibriyasına; temiz ve yüce aile halkına, Ehl-i Beytine ve Ashab-ı Kiramına sonsuz salat-ü selamlar, esenlikler olsun. O’nun sünnetini takip eden tüm inananlara, sonsuz kurtuluşlar ve Rabbime yakınlıklar diler, bu yanlışlıklara düşmüş kardeşlerimize ve bütün insanlığa hidayetler dilerken; bu kitabın dizgisinden baskısına kadar maddi ve manevi yardımlarını esirgemeyen bütün dostlarımıza teşekkürlerimi bildirir, değerli okurlarımın olumlu tenkitlerimi beklerim.”
Bayındır ‘doğru bildiğimiz islamiyet budur’sözüyle,Kur’an-ı Kerim-e dayandırarak ifade ettiği şeyler,aslında tamamen kendi kariha ve yorumunun bir sonucudur.
Böylece kendisi Kur’an-a göre konuşmaktan ziyade,Kur’an-ı Kerim-i kendine göre konuşturmaktadır.
Sonuç olarak da ona göre,ne şimdi ne de şimdiden öncesine kadar doğru bir islamiyet söz konusu olmamıştır.
Buna yenilikçilik denilmiş,bir yandan,eskilere,eser vermiş insanlara bağlanmayı bırakıp,tek delil olarak Kur’an gösterilmekte,kendileri de ön plana çıkarılmış olmaktadır.
Oysa İslamın temel esasları dörttür;Kur’an-Sünnet-İcma-Kıyastır.
Aslında bu insanları Efendimiz asırlar ötesinden bildirmiştir.Şöyle ki;
*Ebu Râfi radıyallahu anh, Peygamberimiz Efendimiz”in şöyle buyurduğunu naklediyor:
* “Sakın sizden birinizi, benim emrettiğim veya nehyettiğim bir konu kendisine iletildiğinde, koltuğuna yaslanmış olarak:
“- Biz onu bunu bilmeyiz; Allah”ın kitabında ne bulursak ona uyarız, işte o kadar” derken bulmayayım.”
*Ahmed, Ebu Davud ve Hakim’in Sahih senedle tahric ettikleri ve Mikdam b Ma’di Kerib’in rivayetine göre Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vessellem) şöyle buyurdu:

“Biliniz ki Allah Kur’an-ı Kerim ile beraber onun mislini bana vahyetmiştir Mütenebbih olunuz ki karnını doyurmuş bir adam koltuğuna yaslanarak “Yalnız Kur’an’a sarılırız Onda helal olanı helal, haram olanı haram kılınız diyeceği günler yakındır ”(Ahmed, Ebu Davud, Hakim)
*Ebu Davud ve ibn-i Mace’nin sahih senedle Ebu Rafi’in oğlundan çıkardıkları onun da babası Rafi’den, onunda Peygamber Kavl’den rivayet ettiği hadise göre Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vessellem) şöyle buyurdu:

“Sizden biriniz koltuğuna yaslandığı halde, kendisine emrettiğim veya yasak ettiğim hususlardan bir husus tebliğ edildiğinde, “Biz bunu tanımayız, biz ancak Kur’an-ı kerim’de olanlara tabi oluruz ”diyerek bunu alışkanlık haline getirmesin ” (Ebu Davud, İbn-i Mace)
*Hasan b Cabir dedi ki; Mikdam b Madi Kerib’in şöyle dediğini işittim
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vessellem) Hayber günü bazı şeyler haram kıldıktan sonra şöyle buyurdu “Sizden birinizin koltuğuna yaslanarak: ”Aramızdaki hakem Allah’ın kitabıdır Ondan helaldan ne bulduysak helal, haramdan ne bulduysak da haram kılarız,” sözünü sarfetmesinin yakın olmasından korkulur İyi biliniz ki Allah Rasulünün bir şeyi haram kılması Allah’ın o şeyi haram kılması gibidir ” (Hakim,Tirmizi, İbn-i Mace)
Bunun örneğini bir beldede duymuştum.Lise çağındaki gençler bir araya gelir,mealden kısa bir yer okuduktan sonra,birbirlerine sen bu ayetten ne anlıyorsun,sen ne anlıyorsun diyerek,adeta dört mezheb imamı oturmuş ve onların talebeleri olan İmam-ı Yusuf,Muhammed,Züfer gibi çok rahat içtihatta bulunurlar.

**Ebû Davud ve Beyhâki Resûlullah (s.a.vj’ın şöyle buyurdu¬ğunu rivayet ettiler.
«Yemek yiyenlerin çanağı hazırlama da yardimlaştığı gibi, ümmetle¬rin sizin aleyhinize yardımlaşması yakındır. Birisi:
— O gün sayıca az olmamızdan dolayı mıdır? Resulullah:
— Bilâkis o gün sayıca çok olacaksınız. Fakat selin köpüğü gibi ola¬caksınız. Muhakkak ki Allah o gün, düşmanlarınızın göğsünden size karşı olan korkuyu çıkarır. Sizin kalplerinizi de gevşeklikle doldurur.
Birisi:
— Ya Resûlullah, gevşekliğin (nedeni) nedir? dedi. Resûlullah:
— Dünya sevgisi ve ölümü çirkin görmektir, buyurdu.»
*”Bir hadiste Ebû Hureyre (R.A.) Hz. Peygamberin (S.A.V.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir.”İleride bazı fitneler olacaktır. O dönem¬de, oturan kimse ayakta olandan, ayakta olan yürüyenden, yürüyen ise ko¬şandan daha hayırlıdır. Kim o fitnelere yönelirse onlar da ona yönelir. O zaman sığınacak bir yer bulan ona sığınsın.”

*Şeytanı taşlamaktan Rahmanı anmaya,şeytanı lanetlemekten peygambere salavat getirmeye vakit bulamıyoruz.
*Yıllar öncesi Malatyalı Said çekmegil-in ‘tenkid ibadettir.”sözünden dolayı kendisine itiraz edip ileride buna dair bir tenkid yazısı yazacağımı söylemiş ve yazmıştım..ağırıma gitmişti.
Peki ya Abdulaziz Bayırdır hocanın kiler???
*Çok patavatsız konuşmalar..ölçüsüz ifadeler..tamamen yoruma yönelik beyanlar ve en tehlikelisi onun tamamen Kur’an-dan olduğunu söyleyerek,adeta Kur’an-ı kendi hesabına bir konuşturma durumu.
-Ölçü yok,ölçüsüz ifadeler..ölçü kendi..bunca ölçüleri reddedip kendisini ölçü gösteren bir hal.
-Mealleri beğenmezken,kendi mealini öne çıkarıp kabul edilebilecek kendisininkini önerir.Farklılığıyla değil,başkalarının tenkidiyle öne çıkmaya çalışır.
-Kendisine hep ihtiyatlı yaklaştım.DVD gönderildiğinde araştırıcı bir kimse olmasaydım,keşke istemeseydim,diye de düşünmeden edemedim.Üç DVD-sini dinledim.Biraz daha ilmi boyutta bir tefsir anlatımı yapılabilirdi.
-İfratları düzeltirken tefrit etmektedir.İfrat tefriti doğuruyor.
Mesela kabir ziyaretlerindeki ölçüsüzlüğü kendisine ölçü alıp,ölçüsünü ölçüsüzlük üzerine bina ediyor.
Bin yıldır islamiyete hizmet etmiş olan tarikat ve ehli tarikatları,zihninde oluşturduğu olumsuzluklar üzerine bina ederek,çürük temellere bina ettiriyor.
-İcma için;delilsiz delil,bulaşıcı hastalık örneğine benzetmektedir.
-Cin suresindeki ayette ‘min dûni-yi ‘aşağısında diye anlamlandırırken, ğayrı,diğeri manasına hiç hak tanımaz.
-Peygamberlerin beş sıfatından olan İsmeti kabul etmez.
-Kur’an-da olmayan şeyi kabul etmeme düşüncesiyle,bununda Kur’an-da olup olmadığına da kendisi karar verir.
*Akif’in;Doğrudan doğruya Kur’andan alıp ilhamı/Asrın idrakine sunmalıyız İslamı…manasına zıt olarak,asrın anlayışına uzak yorumlarda bulunulmaktadır.
-Geçmişlerin görüşlerine gelenek deyip ’Gad halet min kablikum’işte onlar gelip geçmişler,deyip onları ve hizmetlerini basite alır.Bu anlamda meal ve tefsirleri bir problem olarak görür.
-Tarikat ve kerameti ilmi,dini,mantıki açıdan ve islamın içinde bir kurum olarak değerlendirmekten öte,basite irca edip,önemsiz olarak değerlendirir.
-İstifade edilebilinir ancak ihtiyatlı davranılmasında fayda vardır.
Sık sık kendisinin herkes tarafından tenkid edildiğini ifade etmektedir.Demek ki ortada bir problem var.Ancak herkesin kendisini tenkid ettiği kişi de bu problem vardır.
Konuştuğunda bazılarının kalkıp gittiğini,sorular sorulup başkaları cevap verdikten sonra kendisine sıra geldiğinde,önce cevap verenin kalkıp gittiğini, sürekli söyleyip tekrar etmek dengeli bir davranış değildir.
Veya neden herkeste olmasın diye düşünülürse,bu daha da kötü olur ki,şeytani bir kibir devreye girmiş olur.Yapılacak en güzel iş,kendini başkası hesaba çekmeden evvel,kendini hesaba çekmektir.
-Şeyhe olan teslimiyeti,ona tanrı deyip tapmayla aynı olarak değerlendirmektedir.
Şeyhin önündeki mürit,Gasilin önündeki meyyit gibidir,sözünün ilah edinme gibi olduğunu söyler.
Beni bende deme ben bende değilem,bir ben vardır bende,benden içeru,sözünü hulul olarak değerlendirir.
-Çok rahat tenkid etmektedir.Hz.Osmanı rahatça tenkid edebilmekte ve bunu yaparken de bunu Kur’an-a isnad edip,orada görmediğinden kaynaklandığını söylemektedir.Onu orada nasıl görüyorsa?
-Hazreti bile kullanmaya hurafe denir.Hazır anlamına olup,eğer Hazret derse o insanın ruhu hemen orada hazır olur olup,bu da hurafe diye nitelendirir.
-Gelenekleri yok etmeye adeta kendisini adamış bir kahraman görür.
-ÂL-İ İmran 7-de;’Alimlerde bilir’diyene,niyetine göre kafir denilir,diye rahatça tekfir edebilmektedir.
-Kandil gecelerini kutlamanın önemli olmayıp,o zamanlarda yapılan ibadeti de hafife alıp yaptığı kıyas,kıyası maal farık kabilindendir.
-Müslümanların elinden diğer kitapları almak,Kur’anı vermek,diyerek islama neşir yoluyla yapılan hizmeti görmezden gelmekle kalmayıp,o boşluğa kendi yazdıklarıyla oturmaya başlar.
-Kur’an-ı kendine kalkan yaparken,adeta kendi söz ve yorumlarını Kur’an-dan bir ayet gibi göstermeye çalışır.Kendi sözünün Kur’andan olduğunu söyleyip kuvvetlendirmeye çalışırken,Kur’an-ı zayıflattığının farkında değildir.
-Eyüp Sultandan istemeyi sağlıklı yolunu söylemekten uzaklaşarak,kısa yoldan onu şirklikle değerlendirir.Tamamen kökten reddederek,ucuz tekfirde bulunur.
-Başkalarını tenkid etmekten Kur’anı anlatmaya vakit kalmamaktadır. Böylece derslerini başkalarının tenkidi üzerine bina etmektedir.
-Hz.Musa-nın arkadaşlık yaptığı kişinin Hızır olmayıp bir melek olduğunu, o üç olayında bir insan tarafından yapılamayacağını iddia etmektedir.Sırf velayetteki farklılığı kerameti göstermemek amacıyla böyle bir tekellüfe kendisini zorlar.
Bütün müfessirlerin Hızır olarak kabul ettiği bu kişiyi,Allah’ın emriyle yaptığı işi katillikle değerlendirir,oysa savaşta öldürmeyi de cinayet ve katillik olarak değerlendirmesi gerekir,bu mantığa göre…
-Mezheblerin Kur’anın dışında oluştuğunu iddia eder.Bu durumda onlara uymanın da din dışı olduğuna da zehab etmektedir.
-Tabiin döneminden itibaren insanların Kur’andan koptuklarını söyler.Oysa üçüncü asır en fırtınalı asır olsa da islamın en çok yayılmaya ve islami tedvinin en çok yapıldığı,Kur’an hakikatlarının daha vuzuha kavuştuğu,tefsir-hadis-fıkıh-kelam ilimlerinin islami ilimlere resmen katıldığı dönemlerdir.
-Vehhabilik islamın kimliğini ve İslami şeairi ortadan kaldırıyor.İslamı asırlardır gittiği yerde dalgalandıran,onun simgeliğini yapıp yine ona çağıran dış göstergeleri ve özellikleri ortadan kaldırıyor.

Doç. Dr. Mehmet Ali Büyükkara’nın kitabında Vehhabilik hakkında şu bilgiler verilmiş:

“Uyeyne’ye bağlı tüm beldelerdeki türbeler, yüksek mezarlar ve kendilerine kutsallık atfedilen mağaralar ve ağaçlar, İbn Abdülvehhab, Osman b. Hamad ve adamları tarafından tek tek ortadan kaldırıldı. Sahabeden Zeyd b. Hattab’ın Cübeyle’deki türbesini ise İbn Abdülvehhab bizzat kendi elleriyle tahrip etti.” (s.22)

“Vehhabi görüşleri kabul etmeyenler müşrik kabul edilerek canları ve malları helal sayılır. Cihad sırasında, şirk ve bid’at alameti saydıkları yapıları da hedef alan Vehhabiler, özellikle Hicaz’daki bu tür eylemlerinden dolayı bazı tarih kayıtlarında ‘mezar yıkıcılar’ olarak tavsif edilmişlerdir.” (s.27)

“Vehhabiler şiddetli çatışmalar neticesinde 18 Şubat 1803’de Taif şehrini ele geçirdiler. Çok sayıda Taifli öldürüldü ve malları talan edildi. Türbe ve mezarlar tahrip edildi. Abdullah b. Abbas’ın türbesi de yıkılan binalar arasındaydı. Mekke ise, 30 Nisan 1803 günü Vehhabilerin eline geçti….Başta Hz. Hatice’nin evi olmak üzere ileri gelen sahabilere ait oldukları bilinen ve hatıra olarak korunan evler yıkıldı.” (s.32)

“[1805’de Medine’yi ele geçirdiler ve] Başta Baki kabristanındakiler olmak üzere şehirdeki türbeler ve mazar taşları yıkıldı. Hz. Peygamber’in türbesindeki tezyinat yağmalandı, değerli eşyalar gasp edildi.” (s.33)

“İhvan, 1912’den, tasviye edildikleri tarih olan 1930’a kadar Abdülaziz bin Suud’un askeri kuvvetlerinin belkemiğini oluşturdu.” (s.75)

“Kendilerinden olmayan veya kendileri gibi olmayan insanlar, Vehhabi ulema ve İhvan açısından kafir veya en azından kınanmayı haketmiş mücrim ve fasık kişilerdir.” (s.66)

“Önlerine çıkan kadın, erkek, yaşlı, çocuk, kim olursa olsun genellikle sağ kurtulamazdı. Esir alma adetleri yoktu.” (s.78)

Prof. Dr. Erman Artun da şu bilgileri veriyor :

“Vehhabiler, pek çok sünni ve şii ulemayı, halktan binlerce kişiyi kılıçtan geçirdiler. Kuran ve Hadisler dışındaki kaynakları bidat kabul ettikleri için dini, tarihi ve edebi eserleri parçaladılar, İslam büyüklerini ve ashabın mezarlarını yıktılar. … Kerbela, Taif, Mekke, Medine ve Hicaz’ı alıp yağmaladılar.”

Prof. Dr. Z. Kurşun şunları yazıyor :

“İbn Suud’un, kendilerine uymayan Mekke ve Medine ahalisini “mezhebi muktezasınca şirk ile ittiham ederek tecdid-i imana davet ettiğini” kaydeden Harem-i Nebevî müderrisi Abdurrahman, daha sonra “Yapılan münazara ve görüşmelerden elde edilen bilgilere göre; Vehhabîler, bu mezhebe mensub olmayan diğer ehl-i İslâm’a müşrik nazarıyla bakmakta ve bunların mezheblerine girmeleri için zorlanmalarını kendilerine vacib görmektedirler. Ayrıca, davetlerine uymayanların katlinin de gerekliliğine inanmaktadırlar”demektedir.”

*Hocada burada islamın sadeliğini ve uygulanan yanlış uygulamaları kökünden kaldırayım derken,İslami çağrı ve şeairi de yaraladığının farkında ve bilincinde değildir.
Ortada olup hakikat olan bir yanlış ve ifrat hareketi veya bazılarının yanlışını umuma ve umumi uygulamalara şümullendirerek kendiside tefritle ayrı bir yanlışa düşmektedir.Oysa yapılacak yanlışı ve uygulayanları tekfir veya tahkir değil tashih ve bilinçlendirme olmalıdır.
En büyük kendisini haklı çıkartmaya çalıştığı hedefin,doğrularını yalan üzerine bina etmesindendir.Yalanı ve yanlışı referans göstermesidir.Oysa tenkid ettiği yanlış tashihe ihtiyacı olduğu gibi,kendi ifadelerinin de fazlasıyla tashihe ihtiyacı vardır.
Aslında selefliği savunup geçmişe ve geçmişte ortaya konulan eserlere itiraz ederken,kendisi de ortaya koyduğu eserlerle selefin tarzına aykırı hareket etmektedir.
Eyüp Sultana giden insan manevi özelliğinden oraya gitmektedir.Oraya gitmeyi ortadan kaldırmaktansa,doğrusunu söylemeli,onun manevi atmosferini izah etmeli.
Oysa kendisini ziyarete gelen veya kendisinden dua isteyen bir kimse bile tenkid ettiği noktaya düşmüş olabilir.

Birde kör bir nokta olan Gelenek kavramı içerisinde içi boş bir ifadeyle tenkidte bulunulmaktadır.
Oysa insanlar o gelenekle iç içedir,onunla hayatlarını yönlendirirler,bir vakıayı ve realiteyi iptal ne kadar mümkün olur?

*Selefilik neticede tehlikeli yola götürür.
Selefilikte esas alınan;”En hayırlı asır benim asrım-sahabe asrı-,onsan sonra gelen –tabiin asrı-ve ondan sonra gelen –tebe-i tabiin asrı-dir.”
Oysa islamın ve islamı ilimlerin organizesi bundan sonraki dönemde gerçekleşmiştir.
Ve yine İmam-ı Azam tabiin döneminin alimlerinden ve müçtehidlerindendir.
“Ebubekir Sifil bu konuda:” Selefilik, İslam’ı, yukarıda tanıttığımız Selef-i Salihin’in anlayıp yaşadığı gibi anlayıp yaşama iddiasının vücut verdiği bir akımdır. İlk defa Mısır’da Cemaleddin Efgani ve öğrencisi Muhammed Abduh tarafından başlatılan ‘İslami ıslah’ hareketi, daha sonra Selefilik adıyla anılan zümrenin doğmasına kaynaklık etmiştir. Aşağı-yukarı aynı dönemde bugünkü Suudi Arabistan’ın sınırları içinde bulunan Necid bölgesinde ortaya çıkan ve Mısır’daki hareket ile benzer söylemleri dillendiren Muhammed b. Abdulvehhab’ın yürüttüğü ‘Vehhabilik’ hareketine de daha sonra ‘Selefilik’ denmiştir. Bu iki hareket arasında temelde önemli farklılıklar bulunmamakla birlikte, söz konusu iki akım şu noktalarda birbirlerinden ayrılır :

1. İ’tikadi sahada vehhabiler kelam mezheplerini kabul etmezler. Ehl-i Sünnet’in iki büyük kelam alimi Ebu Mansur el-Maturidi ve Ebu’l-Hasan el-Eş’ari, vehhabilere göre, saf İslam akidesini kelami deliller kullanmak ve aklı nakle (ayet ve hadislere) hakem kılmak suretiyle bulandırmışlardır. Özellikle müteşabih ayet ve hadislerin Allah Teala’nın şanına ve yüceliğine uygun olarak te’vil edilmesine şiddetle itiraz eden vehhabiler, tasavvufa da aynı şiddetle karşı çıkarlar. Efgani-Abduh çizgisi ise i’tikadi sahada kelam alimlerinin kullandığı metoda temelde itiraz etmez. Felsefe, mantık ve kelam gibi ilimleri reddetmez ve müteşabih ayet ve hadislerin, Allah Teala ile mahlukat arasında benzerlik kurulmaması için te’vil edilmesi taraftarıdır.

2. Vehhabiler, fıkhi mezhep olarak İbn Teymiyye ve öğrencisi İbn Kayyım’ın çizgisini izler. Diğer mezhepleri ise istihsan, ıstıslah, mesalih-i mürsele… gibi delillere yer verdikleri için bid’atçilikle itham ederler. Efgani-Abduh çizgisi ise genel olarak bir tek mezhebe mensubiyeti reddederek, bütün fıkhi mezhepleri birleştirme eğilimindedir. Aralarındaki ihtilafları kısaca zikrettiğimiz bu iki cereyan, zaman içinde birbirine yaklaşarak ‘selefi’ diye anılmışlardır. Ortaya çıkış döneminden günümüze doğru ilerledikçe, selefilik akımının içine başka görüşler de katılmıştır. Dolayısıyla ‘selefilik’ dendiği zaman akla her ferdinin aynı şekilde düşündüğü homojen bir gruptan ziyade, aşağıda zikredeceğimiz görüşleri benimseyen kozmopolit bir kitle gelmektedir.
….Selefiliğin en bariz vasıflarından birisi, müteşabih ayet ve hadisleri lügat anlamını esas alarak olduğu gibi kabul etmek şeklinde kendisini göstermektedir. Buna göre Kur’an’da ve hadislerde Allah Teala hakkında zikredilen ‘el, yüz, gelme, oturma, inme, Arş’a istiva etme, gazaplanma, gülme…’ gibi sıfatlar, mahlukat hakkında neyi ifade ederse, Selefiler’e göre Allah Teala hakkında da aynı şeyi ifade eder. Oysa Kur’an’da yer alan pek çok ayet, Allah Teala’nın bu gibi sıfatlarını mahlukatın sıfatlarına benzetmenin doğru olmadığını ortaya koymaktadır.

…. Günümüzde selefiler olarak anılan grup içinde, kıyasın şer’i bir delil sayılamayacağını, çünkü kıyasın, ‘Allah’ın dininde şahsi görüş ile hüküm vermek’ olduğunu söyleyenler mevcuttur. Oysa fıkıh usulü kitaplarında ayrıntılı bir şekilde açıklandığı gibi, gerek Kur’an ayetleri, gerekse hadisler, vakıa olarak sınırlıdır ve insanlığın karşılaştığı her olayın hükmünün, ayetlerde ve hadislerde zikredilmiş olması mümkün değildir. Kur’an ve Sünnet konusunda biraz malumatı olan herkes bu noktayı kabul ve itiraf eder.
… Kıyas’ı inkar eden İbn Hazm, bu iddiası sebebiyle, bırakalım bir ‘İslam alimi’ni, aklı başında sıradan bir kimsenin bile gülüp geçeceği şeyler söylemiştir. Mesela Kur’an ve Sünnet’te domuz etinin haram olduğu zikredilmiştir. Ama domuzun yağının haram olduğuna dair ne Kur’an’da, ne de Sünnet’te herhangi bir hüküm yoktur. Sırf bu gerekçeyle İbn Hazm, domuzun yağının haram olmadığını söylemiştir. İşte kıyasın reddedilmesi sonucunda varılacak komik nokta budur.“

Önce fıkıhın insan sözü karışmasıyla reddedilmesine başlanırken, arkasından peygamberimizin de sözüne insan sözü karıştığı söylenerek basitleştirilmeye ve sonunda inkarına ve delil olmayacağına kadar gidilmektedir.

*Selefilik islamın ve İslami ilimlerin zenginliğini öldürmektir.Hüseyin Atay’in İmam-ı Neveviye küfredip hakaret etmesi,onun zenginliğine karşı çıkmasıdır.Oysa aynen kendisi de o yolda yürümekte bir başkasının da kendisine hakaret etme yolunu açmaktadır.

*Mustafa Özcan:” Muhammed Abduh birçok şaz ve aykırı fetva vermiştir. Bunlardan birisi şapka ile alakalıdır. İskilipli Atıf Hoca da İbni Teymiyye´ye hayran olmasına rağmen şapka meselesine dair yazdığı Frenk Mukallitliği kitabından dolayı idam edilirken Muhammed Abduh maslahatçılık veya tarihselcilik anlayışıyla şapkaya cevaz vermiştir. İttihat ve Terakki´nin kural ve kanun haline getirmek istediği şekilde taaddüdü zevcatın sınırlandırılması ve kadının boşanmasının zorlaştırılmasına dair bazı içtihadlarda da bulunmuştur. İctihad kapısını açmış ve Hanefi olmasına rağmen hiçbir mezheple tam olarak mukayyet olmamış ve teflik-i mezahibi hem fıkıhda hem de fıkh-ı ekber´de yani akaid alanında uygulamıştır. Sigorta ve faiz meselelerinde de buna benzer bazı görüşleri vardır. Bunlar da İslam fıkhının arzileştirilmesinden başka bir şey değildir. Mekasıd anlayışını talak meselesine uygulamıştır. Daha önce fakihler sarahaten talakın geçerli olduğunu kinayelerde ise niyete bakılacağını söylerler. İkisi arasında ayırım yaparlar. Muhammed Abduh ise ister sarih isterse kinaye olsun boşamalarda niyetin geçerli olduğunu ve ayrıca boşama sırasında şahit veya mezun´u şer´i ( yargıç veya benzeri) bulundurulması gereğinden sözeder.
……… Cemaleddin Afgani ile Muhammed Abduh´un birçok noktada kaderleri benzeşmiştir. Taraftarları onları çığır açan bir müceddit olarak nitelendirirken hasımları da din kaçkını ve zındık ve dinden çıkmış olmakla suçlamışlardır. Son yıllarında hem Hidiv´le hem de ulema ile bu yüzden arası açılan Muhammed Abduh inzivaya çekilmiş ve gamından kederinden kısa bir süre içinde vefat etmiştir. Ezher´in Maliki ulemasından, eski tüfeklerden ve kadimci muhafızlardan Şeyh Muhammed Aliş gibiler yenilikçilerin ve ceditçilerin canına okumakta ve onları zındıklıkla itham etmektedirler. Merhum Şeyhülislm Mustafa Sabri ve akabinde Ahmet Davudoğlu Türkiye´de bu akımın devamı olmuşlardır.”

*Hadisler üzerinde şüphe iras etmek isteyen ve hadisleri Kur’an bahane gösterilerek kaynak kabul etmeyenler;Fazlurrahman,Mısırlı Mirza Bakır,Tevfik Sıdkı,Mısır müftüsü Muhammed Abduh dahi bu rüzgardan etkilenmiş,ittifak edilenlerin kabul edilerek,çoğunun reddini savunur.Ebu Reye sahih hadislerin azlığından bahseder.En çok hadis rivayet eden Ebu Hureyre olup,tüm şüpheler onun üzerine çekilir.O dışarıya atılmaya çalışılarak,hadislerin büyük bir bölümü inkar edilmiş olur.
Hadislerin inkarındaki en önemli sebeblerin başında,akla aykırılığı,
zamana ters düşme kuruntusu,hadisleri zamana uydurma düşüncesi,dinde reformu savunma,batı dünyasının etkisi,hadisleri gayet sınırlı sayıda tutma,kısa ömre kısa hadisleri yerleştirip,bu kadar ömre bunca hadisin sığdırılamıyacağını düşünme,rasulullahı kendi zamanıyla sınırlayıp,diğer zamanlarda delil ve kaynak alınamıyacağı,tek kaynağın Kur’an olacağı,böylece kendileride onu çok rahatlıkla yorumlayarak istedikleri yorumu yapmanın önünü açmaya çalışmakta,her şeyi maddi ölçüler ve kalıblarla muvazene etme düşünceleridir.
-“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’la berâberliği fazla olanlardan Hz. Câbir (radıyallahu anh)’in de tek bir hadîs için Mısır’a kadar gitmesi meşhurdur. Sâd İbnu’l-Müseyyib gibi Tâbiînden olan büyüklerin de tek bir hadîs için günler geceler boyu devam eden meşakkatli seyahatler yaptıkları, bir hadîs dinleme fırsatı elde edebilmek için hadîs bilen büyüklere “hizmetçilik” ettikleri rivâyetler arasında mevcuttur.
Selef âlimlerinin, sâdece “tek bir hadîs” değil, yerine göre bir “kelime” ve hattâ tek bir “harf” için bile meşakkatli seyahatleri göze aldıkları bilinmektedir. Sünnet’e hizmet aşkıyla yola düşen öyle âlimlerimiz olmuştur ki uzun yıllar gurbette kalmış, Mâverâünnehr, Bahreyn, Mısır, Remle, Tarsus, Hicaz, Yemen gibi ilim merkezlerini yaya dolaşmış, aç kalmış, susuz kalmış, üzerindeki elbiselerini satacak kadar maddî sıkıntılar çekmiş, eşkiyalarca yağmalanmış… ama şevkinden bir şey kaybetmemiştir. İslâm medeniyetinin mimarları Sünnet’e bu nazarla baktılar. “

*Yaşar Nuri Öztürk’ün Yorumu:

Maide suresinin 38. ayetinde geçen “Elin Kat’ı” deyimini tefsir etmek için Yusuf suresinin 31 ve 50. ayetlerini tercih ediyor Yaşar Nuri Öztürk. Ve bu ayetlere dayanarak şöyle diyor: “Maide 38’deki el kesmenin anlamı, hırsızın elinin bir şekilde kanatılıp hırsızlığına tanık olacak biçimde işaretlenmesidir.”

*Tefsir:Allah benim gibi düşünüyor veya ben Allah gibi düşünüyorum!!!
Bazen kendi kendime soruyorum.Böyle bir şeye radyo ve televizyonda devam etsem mi.16 yıldır radyo sohbeti yapmama rağmen,muradı ilahinin ne olduğu konusunda ne kadar isabet edeceğiz?Düşünmek gerek.Allahu A’lem bissevab.

*İbni Mesud bunu ifade etmiştir; “Kur’an kıyamete kadar anlaşıl¬maya devam edecektir.”
Kur’an hakkında anlatılacak olan son değildir.sadece benimki demek de değildir.

*”Bilinen ilk Türkçe Kur’an meali Samanoğulları lideri Mansur bin Nuh’un döneminde yapılmıştır.”
…Türkçe tefsir ve meal geleneği Tanzimatla başlamış ve Farsçadan Türkçeye çeviri ile başlamış ve ilk olarak Elmalı tefsiri 1935-39 yıllarında basılmıştır.

*”İbn Vehhâb, ‘bir kimse Peygamber’e tevessül ederse kâfir olur’, der. Kardeşi Şeyh Süleyman İbn Abdilvehhâb, âlim bir adamdı. Birgün kardeşine sordu: “Erkân-i İslâm kaçtır?” O da, “beştir”, cevabını verdi. O da, “sen bunlara altıncısını ilâve ediyorsun, sana tâbi olmayı din erkânından sayıyorsun”, dedi. Bir diğeri ona “İslâm’ın şartı müslümanları tekfir etmek değildir”, demişti.”

*Bayındır,Aslında Kur’an-ı Kur’an-la yorumladığını söylese de yine de ayrı olarak yorumlamaktadır.Şefaat konusu gibi.

* Bayındır,Kendisi için sorulan;Vehhabi misin?,sorusuna,bu konuda bir çok vehhabi kaynağı eser aldığını ancak okuyamayıp arkadaşının okuduktan sonraki tahlilde görüşlerinin % 10-15 civarında uyduğunu söylemektedir.

*Rasulullahın sevgisi öyle bir sevgidir ki,ihlaslı,samimi olup kesinlikle şirke mecal bırakmaz.Hayatında kendisinin o üstün özelliklerine rağmen Allah denilmemiş,Hz.Aliye denilmiş,ona ilahlık isnadında bulunulmamış.O Hz.İsa gibi de değildir.Ona olan sevgi arttıkça o sevgi kişiyi doğrudan Allaha götürür ve Allah sevgisini arttırır.

*Her şeyin ifrat ve tefriti mezmumdur..her türlü ifrat insanı helakete ve de zarar götürür..aksi maksadıyla tokat yer.
Ancak bir muhabbet varki,Allahın resulü Muhammed Aleyhis selatu vesselama yapılan muhabbetin ifratı da tefrittir.
-Rabbım affetsin-O zat bize yakın ve de bizden olduğu içindir ki,Allaha muhabbetten önce gelir.Onu sevmeyen Allahı da sevmez ve de sevemez…
O ne kadar sevilirse,Allaha olan muhabbet de o nisbette artar.
O’nu seven her şeyi de sever.
Her şey O’na muhabbetten geçer.
İlahi sevgiye hiçbir zaman gölge olmaz.
Bayındır,-n bu noktada Peygamber Efendimizi normal gösterip,diğer insanlarla eşdeğerde değerlendirmesi,değer ölçüsünün değersizliğini gösterir.

*Resulullah (asm.) birgün sahabelerine:
“Ah keşke bana doğru, havuza gelen kardeşlerimi bir görsem de, içlerinde şerbetler olan kaselerle onları karşılasam. Cennet’e girmeden önce, onlara (Kevser) havuzumdan içirsem.”

Bu sözleri üzerine ona denildi ki:
“Ey Allah’ın Resulü biz senin kardeşlerin değil miyiz?”

O şöyle cevap verdi:
“Sizler benim ashabımsınız (arkadaşlarımsınız). Benim kardeşlerim de beni görmedikleri halde bana inananlardır. Mutlaka ben Rabbimden sizinle ve beni görmeden iman edenlerle gözlerimi aydınlatmasını istedim”

Bir başka benzer hadis-i şerifte de şöyle buyurur:
“Mutlaka kardeşlerime kavuşmamı arzuladım.” (Bunun üzerine kendisini dinleyenler) şöyle dediler:
“Biz senin kardeşlerin değil miyiz?”

O şöyle cevap verdi:
“Sizler benim ashabım ve kardeşlerimsiniz. Benden sonra da beni görmedikleri halde bana inanan bir topluluk gelecektir”.

Bir zaman geçtikten sonra da şöyle buyurdu:
“Ey Ebû Bekir, senin beni sevdiğini duyduklarından dolayı seni seven bir kavmi sevmek istemez misin? Sen de Allah’ın kendilerini sevdiği kimseleri sev.” buyurdu.

*Rasulullah kâinatın ön-sözü ve son sözüdür.Söz onunla başlar ve onunla biter.Onsuz söz başlamaz ve de bitmez.Söz onunladır ve ondadır.Söz odur..söz ondadır..ses onunladır…

*Bayındır ve diğerleri Hakkındaki tenkidler:

*İnsanın cennetten çıkarılışındaki cennetin dünya bahçesinin olduğu yorumu,tekellüflü bir yorumdur.Zira Âyette ‘İniniz’ifadesi yüksek bir yerden inmeyi ifade etmektedir.Dünya kelimesinin de aşağı ve alçak anlamına olması,cennetin bu dünya olmadığını göstermektedir.
Birde kıyamet vakti bu yer başka bir yere tebdil edilirken,cennet burada nasıl kurulacaktır.Ve de cennetin el’an mevcut olması onun bu dünyada olmadığının da bir göstergesidir.Cennet imtihan yeri değildir,dünya ise bir imtihan yeridir.
Eğer dünya olmuş olsaydı,Şeytanın onları cennetten çıkarma uyarısı neden gerekli olmuş olsun ki,zaten dünyadalar!

*”Sayın Öztürk’ün hocam diye takdim ettiği Sayın profesör Hüseyin Atay: Ceviz Kabuğu programında ve Sayın Öztürk’ün yanında; “Akıl Kur’an’dan üstündür” iddiasında bulunurken birisi çıkıp da: Allah, (c.c.) Tevbe sûre’sinin 28. ayetinde: “ Ey iman edenler! Müşrikler ( Allah’a ortak koşanlar) necistir (pistir.) Bu yüzden bu yıldan sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar…” buyurmaktadır. Nasıl oluyor da, bu müşriklerin kafirlerin, canilerin, teröristlerin, zanilerin, ateistlerin uyuşturucu tutkunlarının akılları Kur’an’dan üstün oluyor? demediler. Kaldı ki; Kur’an kelamullah’tır, Allah kelamıdır, Allah’ın sözüdür. Kadimdir, ezelidir, ebedidir, hiçbir akıl ondan üstün olamaz.
………..Zaten bunların dışında Edip Yüksel gibi: Hz. Peygamber (s.a.s.) kitab’ı getirmiş görevi bitmiş diyorlar. Hatta Tv Kanal 6 da Ceviz Kabuğu programına; telefonla iştirak eden bir konuşmacı sayın Öztürk’e hitaben: “ Ne diyorsunuz! Resulullah’ı bir müvezzi’ye (postacıya)mı benzetiyorsunuz?” demişti de sayın Öztürk de: “ Ne diyorsun Kur’an’a müvezzi (postacı)olmak az bir şeymi?” demişti. Aynı konuşmaya Metin Yüksel de Amerika’dan telefonla iştirak etmiş: “hocam artık reformu başlatalım.” demiş sayın Öztürk ise, tebessümlü bir sukutla cevap vermişti…”KUR’AN’DAKİ ASIL İSLÂM BU-YAŞAR NURİ ÖZTÜRK’e CEVAP-1-M.Avni (Avnullah) ÖZMANSUR)
(…Y.Nuri Öztürk ve Süleyman Ateş-in reenkarnasyona inandıkları ve bunun yanlışlığı eserde anlatılır.(Kur’andaki İslam-Y.N.Öztürk- adlı eserYazar Süleyman ateş için:” ayetlerde yanlış ve sapık yorumları çoktur..”der.(age)
*”Hayrettin Karaman Kanal 7’de, Sayın Ahmet Hakan ile yaptığı bir programda; izleyicilerden biri telefonla –“Hocam insanlar cinlerle ilişki kurabilir mi? diye sormuş, hoca efendi de, “Hayır katiyen böyle bir şey olamaz. Ne Kur’ân-da, ne de hadiste böyle bir şey yoktur.” demişti.
Birkaç gün sonra Sayın Karaman hoca efendiye telefonla ulaştığımda, “bu verilen cevabın doğru olmadığını söyleyerek ilgili ayetleri bildirdiğimde; biz onu öyle anlamıyoruz, bazı müfessirler de öyle anlamamışlardır.” demişti.
Tabi Kur’an ve hadisi şerifler söz konusu olunca: Var olana yok demek, yahut yok olana var demek, büyük sorumluluk yükleyeceğinden, çok sevdiğimiz hoca efendinin bu görüşünün doğru olmadığını izah etmek durumunda kaldık. Çünkü bu görüşün yanlışlığı o kadar bariz ve açık ki, bunun inkârı mümkün değil. Önce ayetleri görelim:”Diyerek Avnullah Özmansur-KUR’AN’DAKİ ASIL İSLÂM BU!- İKİNCİ KİTAP ve aynı kitapta şu isimlerin yanlışlarına da cevaplar verilmektedir.
Prof. Yaşar Nuri ÖZTÜRK-prof. Hüseyin ATAY-prof. Süleyman ATEŞ-Edip YÜKSEL-prof. Zekeriya BEYAZ-prof. Hüseyin HATEMİ-Kezban HATEMİ-prof. Hayrettin KARAMAN-İskender EVRENESOĞLU-prof. Bayraktar BAYRAKLI vb.’lere Cevap …
*Problemli ilahiyatçılar,ilahiyatın problemleridirler.Mesela:
1-Abdestsiz Kur’anın ele alınır,ifadesindeki tutarsızlık.Sebeb olarak insanların faydalanmasının gerekçe olarak gösterilmesi.Almasın diyen;ta ki gitsin abdest almış olsun,böylece nur üstüne nur olsun.
2-Kadınların cumaya gitmesi veya kıldırması.
3-Faiz konusu,yüzdesi az olanlarda cevaz verilmesi.
4-Telfik.
4-Dar-ı harb.Delil olarak Rasulullahın darı İslam olmayan Kubada Cuma namazını kıldırması.

MEHMET ÖZÇELİK
www.tesbitler.com




ESNAFIN KAYBI,DÜRÜSTLÜK KAYBI

ESNAFIN KAYBI,DÜRÜSTLÜK KAYBI
Evet esnaf ekonominin iyi gitmemesinden,piyasanın hareketli olmamasından kaybetmemekte,dürüstlükten kaybetmektedir.
16 yıldır radyo sohbetlerim ve mahalli gazetelerimdeki yazılarımda zaman zaman esnaflara tavsiyelerde bulundum,okullarda lise ve ortaokul öğrencilerine iki önemli tavsiyede bulundum;
Dürüstlük ve Cesaret.
Dürüst esnaf en uzak yerde de bulunsa,ona güvenen müşteri her şeyi göze alıp,o kişiden alış veriş yapar.
Cesaret gösterip risk almayan bir esnafta yerinde sayar.
Esnaf bu iki esasın kayıp ve eksikliğinden kaybetmektedir.
Gerek ihtiyaçtan ve gerekse de tavsiyeler üzerine evin pencere ve balkon kapılarını plastik yapmaya karar verdim.Sorup soruşturdum uygun gördüğüm yerle anlaştım.Ödemeyi o kişinin faydalanacağı yönde yaptım ve ödemede de ısrarcı oldum.Bunu şaşkınlıkla esnafta ikrar etti.
Ancak sözünü tutmadı..zamanında gelmedi..bir aydan fazla beni uğraştırdı..aramalarıma cevap vermedi..bir ara bunu utancından yaptığını ifade etti..kısaca beni yaptıracağıma pişman etti.
Bu esnaf mı böyleydi?
Hayır,sorduğum kaç kişi olduysa hepsi de şikayetçiydi..ya kışta günlerce soğukta bırakmışlar..zamanında asla gelmemişler..memnun olduğunu söyleyen olmadı.
Aslında bunu anlatmamdaki bir sebeb yıllarca anlattığıma belki bir kazanım sağlar ve de yaptıracak olanlar gerekirse noter huzurunda anlaşma yapar gibi işi daha da sıkı tutar-benim kadar da biraz zor tutar ya-düşüncesiyledir.
Zira arabamla gidip aldım,götürdüm,getirdim,yine de arzu ettiğim şekilde olmadı.
Bu birazda onların bir işi bitirmeden başka bir işe yönelmelerinden, müşteri kazanmak değil de para kazanmak sevdasından,esnaflığı çekirdekten yetişme değil de,sonradan öğrenme yöntemiyle kazanmış olduklarından kaynaklandığını gördüm.
Memleketimizdeki esnaf müşteri odaklı çalışmamakta..kazanç sağlanan bir alan görüldüğünde gereğinden fazla o alanda esnafların dükkan açmalarından,farklılıkları ve ihtiyaçları göz ardı etmelerinden,büyüme düşüncesinden ziyade kendi yağında kavrulma kısırlığından, kıskançlıktan, kolaycılıktan,bilgisizlikten,projesizlikten,yönlendirici mekanizmaların olmamasından dolayı esnaflık sektörü gelişmemektedir.
Kayseri esnafında gördüğüm güzel bir uygulama şu ki,esnaf trilyonluk dükkanı on yaşındaki çocuğuna bırakmış,çekirdekten yetişmesini sağlamış, müşteriyle bire bir ilgilenmeyi ısrarla sürdürmüş,sormak için giren kişi adeta almak mecburiyetinde kalmıştır.
Esnaf güler yüzlü ve nezaket sahibi olmalıdır.
Herkes görür ve görmektedir ki;iki esnaftan güven sağlamış olan da müşteri eksik olmazken,hatta öğrendiğime göre daha kaliteli satan yanındaki dükkan da müşteri bulunmamaktadır.
83 yaşındaki amcam Ahmet Özçelik-in eskiden beri memleketimizdeki uygulanan tecrübelerinden yararlanmak için eski esnafın durumunu sordum.Şöyle anlattı;
-Eskiden esnafların başında yaşlı esnaf biri bulunur,onun dediğini ve tavsiyelerini diğer esnaflar yerine getirirdi.Bir başları olup,başlarına buyruk değillerdi.
-Bir mal bir yerde on kuruşa satılıyorsa,her yerde aynı fiyata satılıp,ne 9 olur nede on olurdu.
-Her esnafın müşterisi belliydi.O müşteri sürekli oradan alış veriş yapardı.Başa bir esnafa alış veriş yapmak için gittiğinde o esnaf o kişiye;
Beyefendi siz falan kişiden alış veriş yapmıyor muydunuz?Neden oradan alış veriş yapmıyorsunuz?Bir problem mi var?diye problemi öğrenir ve o esnafa giderek;
Bak kardeşim,senin esnafın geldi benden alış veriş yaptı.Senini şu şu yanlışların varmış,bunları terket diyerek esnaf arasında ve esnafla müşteri arasında tam bir uyum ve bağlantı söz konusu idi.
-Esnaf başı olan yaşlı esnafın öncülüğünde belirli zamanlarda esnaflar toplanır pikniğe gidilirdi.Her bir esnaf bölümü ayrı günlerde dükkanlarını kapatır,toplu olarak birlikte esnafların pikniği olup,kaynaşma olurdu.
Bakkallar ayrı,ayakkabıcılar,terziler ayrı ayrı gider,özellikle tatil günü olan Cuma gününü seçerlerdi.
Zaman zaman esnaflarla konuşur,durumlarını öğrenmeye çalışırım.Hatta pencereyi yaptırırken de sorduğumda esnaf şunu söyledi;
Aslında millette para çok,fakat bazen durum ne olacak veya bankaya mı yatırsak gibi düşüncelerle paralarını yastık altına saklamayı düşünüyorlar.
Her memleketin kendi bankalarında yatan trilyonları var.Bunların yüzde onu piyasalara yansımış oldu,piyasalar adeta çıldırır.
Ekonomik kriz kerizlerden ve kerizliklerden çıkmaktadır.
Dürüst esnaf her zaman için kazanır.
Esnafın kaybı,dürüstlük kaybıdır.
Siz siz olun pencerelerini plastik yaptırmadan önce çok düşünün.Ben biraz fazla güvenip itimat ettim,güvenimin karşılığını güven olarak görürüm düşüncesine kapıldım,yoruldum.
MEHMET ZÖÇELİK
03-06-2009




FERDİYYET-VAHİDİYET-EHADİYET

FERDİYYET-VAHİDİYET-EHADİYET

Bir,tek,yekta,eşsiz,tek ve bir,iki ve ikincisiz bir tek olan,müstakilli bizzat..bizzat müstakil,istiklal ve hakimiyet sahibi.
İki tane sonsuz düşünülemez..biri birisini sonlandıracaktır..son olan yok ve fani olmaya mahkumdur.
Ferdiyet sahibi ikinci bir teki,ferdi kabul etmez.Sonsuzlukta tek olup,bir başkasının kendisini sonlandırmasını kabul etmeyendir.
Ferdiyette nihayetsiz kemal vardır..gölge ve zgölgeliliği kabul etmez.
Ferdiyet halikiyet,uluhiyet,rububiyet gibi bütün sıfatlarda başkasının müdahalesini reddeder.
“İnnallahe vitrun,yuhibbul vitre.”’Muhakkak ki Allah tektir,teki sever.”
Ferdiyet vahidiyet ve ehadiyetle kaimdir.
Bu isme mazhar olan şahsiyetlerde Allahın izniyle eşsiz ve tek başına büyük şahsiyetlerdir.Başkasının tasarrufu altına girmezler.
Bu isme mazhar olan Muhyiddin-i Araba,Veysel Karani asırlarında tektirler.Ferdiyet ismine mazhar olup adeta başkasının hükmü altında değil,ferdiyetin hakimiyeti altında süluk etmişlerdir.
Adeta özel terbiye edilmiş,o ismin tecellisine öncelikle ve galiben mazhar olmuşlardır.
Muhyiddin-i Arabî Hazretleri eşya arasındaki farklılıkları, a’yan-ı sabitelerin farklı oluşlarıyla izah eder.
Bundandır ki biraz ifratta olsa,O’nun dışındaki varlıkları kabul etmez,reddeder..kendine has makamın gereği olarak.
Muhyiddin İbnü Arabi ”Kâinatta ne varsa hepsi vehim ve hayal…yani aynalara vuran akisler veyahud gölgeler…
..” bir de riyazet halindeyken Allah a hitaben “ne kadar merhametli olduğunu halka yayarsam ibadet edecek kul bulmazsın” dediği anlatılır ve naz makamının olağanlarından addedilir ki havassa dairdir. “
“Vefat ettiğinde kabre konulup da insanlar yanından ayrılınca kendisi gibi Allah Dostu keşif ehli bir zat yanından ayrılmaz ve –Allah’ın izni ile- O’nun Münker ve Nekir ile diyaloğuna şahit olur.
“Rabbin kim?” sorusuna Muhyiddin şu cevabı verir:
“Biz bizle beraberken bizi bize sordular. Biz bizden hiç ayrıldık mı ki bizi bize sorarlar? Biz, bizden başka mıyız ki bizi bize sorarlar?”
Melekler, kaydı nasıl tutacaklarını şaşarak Allah katına başvurduklarında Cenab-ı Hak şöyle nida eder:
“Muhyiddin kulumu dünyada kimse anlamadı. Ölünce de melekler anlamadı. Onu bana bırakın. Ben anladım. Cevap tamamdır”..

Ferdiyet makamının şahsiyetlerinden olan Bediüzzaman,asırlar içerisinde gelen tarzdan farklı,fark edilen bir tarzla ortaya çıkmıştır.Öncekilere benzememektedir.Bu şahsında görüldüğü gibi,hizmetinde ve eserlerinde de kendini göstermektedir.
“Fâş etmek hâtırıma gelmeyen bir sırrı, fâş etmeye mecbur oldum. Şöyle ki:

“Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mânevîyi temsil eden has şakirdlerinin şahs-ı mânevîsi “Ferîd” makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki -ekseriyet-i mutlaka ile- Hicaz’da bulunan kutb-u âzamın tasarrufundan hariç olduğunu.. ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımağa mecbur olmuyor. Ben eskide Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini, o imamlardan birisini zannediyordum.
Şimdi anlıyorum ki; Gavs-ı A’zam’da kutbiyet ve gavsiyetle beraber “ferdiyet” dahi bulunduğundan, âhirzamanda şâkirdlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o ferdiyet makamının mazharıdır. Bu gizlenmeye lâyık olan bu sırr-ı azîme binaen, Mekke-i Mükerreme’de dahi -farz-ı muhal olarak- Risale-i Nur’un aleyhinde bir itiraz kutb-u âzamdan dahi gelse; Risale-i Nur şakirdleri sarsılmayıp, o mübarek kutb-u âzamın itirazını iltifat ve selâm suretinde telâkki edip, teveccühünü de kazanmak için, medar-ı itiraz noktaları o büyük üstadlarına karşı izah etmek, ellerini öpmektir.
O ferdiyet makamının sahibi kendi izni olmayan bir başkasının o zamanda tasarrufu ve revacı mümkün olmaz.
“Ben Üstadımdan işittim ki: “Hazret-i Mevlana (k.s.) Hindistan’dan tarik-ı Nakşiyi getirdiği vakit, Bağdat dairesi, Şah-ı Geylani’nin (k.s.) badel-memat, hayatta olduğu gibi, tasarrufunda idi. Hazret-i Mevlana’nın (k.s.) manen tasarrufu cay-ı kabul göremedi. Şah-ı Nakşibend’le (k.s.) İmam-ı Rabbani’nin (k.s.) ruhaniyetleri Bağdad’a gelip Şah-ı Geylani’nin ziyaretine giderek rica etmişler ki: ‘Mevlana Halid (k.s.) senin evladındır, kabul et. Şah-ı Geylani (k.s.) onların iltimasını kabul ederek, Mevlana Halidi’ kabul etmiş. Ondan sonra birden Mevlana Halid (k.s.) parlamış. Bu vakıa ehl-i keşifçe vaki ve meşhud olmuştur. O hadise-i ruhaniyeyi o zaman ehl-i velayetin bir kısmı müşahede etmiş, bazı da rüya ile görmüşler.”
Vahidiyet;Allah’ın tüm varlıklarda umumen tekliği,hepsinde birden bir ve tek olarak görülmesidir.Tıpkı güneşin hiçbir şey hariç kalmaksızın tüm varlıklarda bir ve birden görünmesi ve onlarda bir birlik ve bütünlük içerisinde varlığını sürdürmesidir.
Vahidiyette kesretten vahdete bir gidiş vardır.Kesretin mayasını oluşturur.. kesretin tutkalıdır..vahdet gitse,kesret dağılır.
Kesrette vahdet ve vahidiyet öndedir..hakimiyet külli manada tam tecelli eder.Herkes tarafından görüşür,ihata edilemez.
Vahidiyet eşyanın ruhudur.Ruh gitse bir çok şeyden teşekkül etmiş olan cesed dağılır,ölür.
Eşyaya hayat veren vahdettir.
İslamiyet Tevhid esası üzerine kurulmuştur.

‘Ben tevhid meyveleriyle yüklü bir ağaç dalıyım. Tevhid incileriyle dolu bir denizin damlasıyım.’

Vahdette hep vahid görünür..Muhyiddin-i Arabi her şeyde vahdeti gördüğünden, kesreti inkâra kadar gitmiştir.
Kesretteki gidişler hep biri ve bir şeyi bulmak için değil midir?Biri bulan Muhyiddin,başkaları bulmaya ihtiyaç duymamıştır.
Kur’an da bazen Cenâb-ı Hak kendisini Vahidiyet kipiyle ifade edip,ben yerine biz der.Orada Vahidiyetin hakimiyeti vardır.
Bazende ben der,Orada ise ehadiyet tecellisi vardır.

Ehadiyyet ise her bir varlıkta ayrı ayrı olan hakimiyet ve terbiyedir.Umumunda birden olmayıp,teker teker her birinde ayrı ayrı görülmesidir.
Ehadiyyet sonunda vahidiyyete gider.Vahidiyyette ferdiyette son bulur.
İhlas,’Sülüsühül Kur’an’dır..Kur’anın üçte biri..üç ihlas bir Kur’an..
İhlasta Ehadiyyet sırrı vardır.
‘De ki O Allah Ehaddir,Sameddir.Ne kendisi bir başkasından doğmuştur,ne de kendisinden bir başkası doğmamıştır.Hiç bir şey de O’nun misli,meseli,küfvü,şebihi ve benzeri değildir.
Her bir varlıkta ayrı ayrı hatta her bir varlığın her bir ahvalinde ayrı ayrı tecelli eder.
Sameddir zira hiçbir varlığın,hiçbir şeyine muhtaç değildir belki her bir varlık başlı başına O’na muhtaçtır.
Varlıklardaki farklılıkla beraber bütünlük O’nun ehadiyet tecellisindendir.
Heme ost değil,heme ezost-tur.Yani her şey O değil,her şey O’ndandır.Her bir şeyde ayrı ayrı görülür,bilinir,anlaşılır.
Güneşin bir olduğu halde,ışığıyla,rengi ve özellikleriyle her bir varlıkta ayrı ayrı tecelli etmesi gibi…
Hepsinin bir kaynaktan beslenmeleri,aralarındaki uyumu da oluşturur.
Varlıklar arasında ehadiyet tecellisi azalıp gittikçe,bağlantısı kesildikçe varlıklar ölüme giderler..o bütünlüğü muhafaza edemezler.

*’ La ‘ süpürgesi ile , yolu temizlemeden,’ İllallah ‘ Sarayına varamazsın !
‘Uful edip sönenleri,kaybolup varlığını devam ettirmeyenleri sevmem’diyor İbrahim Peygamber…
Yıldız,ay,güneş hep gidip kayboluyor,demekki gidip kaybolmayan,birliğini ve tekliğini koruyan birsi var ki,işte ben ancak O’nu severim ve sevmeye ve de sevilmeye layık ancak O’dur.

Akşemseddin der:
Gördüm çü Hakkın vechini aynel yakin Ya Hu derim.
Ki,sufi La’dan dem vurur,ben herdem İlla Hu derim.

Vahidiyyet,Ehadiyyet,Ferdiyet süpürge gibi O’nun gayrını süpürüp,O’nun bir ve tekliğini şüphesiz ifade eder.Hiç bir şeyde,hiçbir şeyi O’na şerik yapmaz.
Allahın affetmediği tek suç,kendisine olan şerik ve şirktir..ortak koşulmasıdır.
‘İnnallahe lâ yağfiru en yüşreke bihi ve yağfiru ma dune zalike limen yeşâ’’Muhakkakki Allah kendisine eş ve ortak koşulmasını affetmez,onun dışında ise dilediğini bağışlar.’
Zıddı yönüyle en aşağı dereke şirk olduğu gibi,yükseklik ve yücelik yönüyle de en yüksek makam,ferdiyet,ehadiyet ve vahidiyyettir.

Kalblerde ancak O Bir-le tatmin olurlar.

Sadi-i Şirazî’nin dediği gibi,
( Uyanık ve zeki gözler nazarında, her yaprak Allah’ın marifetine dair bir delildir.)
Bir-den gelen her şey,yine Bir’e gider ve Bir’i gösterirler.

O Vahidir,Ehaddir,Ferddir.

MEHMET ÖZÇELİK
11-08-2008




FETTAHİYYET HAKİKATI VE SIRRI

FETTAHİYYET HAKİKATI VE SIRRI

Fettah;Arapça gramer olarak,Mübalağalı ismi faildir.
Çok çok,çok-ca açan,fetheden anlamınadır.Açılımları gerçekleştiren.Her şey açan,maddi manevi fetheden…
Fettahiyyet diğer isimlerin de tecellisiyle beraber tezahür eder.Yani her şeye layık bir suret açar.
Arslana verdiği kafa ve pençe ile, kediye verdiği kafa ve el bir birine mütenasib bir açılım gösterirler.
Kabağın yapraklarının açılımı ile,gülün yapraklarının açılımı farklı farklıdır.
Allah bilerek açar ve bildiği gibi açar.
Bu açılımlarda mükemmellik vardır.Eksiklik ve kusur söz konusu değildir.Her şey mükemmel olarak açar ve açılır.
Besmelenin tüm açılımların ve başlangıçların başı ve ilki olmasındaki sır;Allah adı ve müsaadesiyle olan açılımların mükemmel olmasındandır.O’nun irade ve takdiri ile olan açılım,memnun olunacak bir açılımdır.
Önce insanın ve onun duygularının fethinden başlayalım.
İnsan yani ilk tohum,yumurta ve çekirdek durumunda olan –ki tüm varlıklar için bu geçerlidir- ilk atamız ve babamız Hz.Ademin toprak unuyla hayat suyunun karıştırılmasından,varlık ateşlinde pişerek kendisine hava üflenmesiyle belli bir hava kıvamı verilmiş oldu.
O insanlığın ilk açılmamış tohumu idi.
Allah fettah ismiyle Ademi açtı ve Hz.Havva, ondan da insanlık çıktı.Ve bu açılım hala sürmekte ve öyleki dünyanın sınırsız bir ömrü olsa bu açılım sonsuza dek fettah ismiyle açıla açıla sürecektir.
Bütün varlıklar için de durum aynıdır.
Bu açılımlar kendi içinde kopyalama suretinde bir açılım olmayıp,tamamen kendi çapında ve kendi içinde de bir çok açılımları oluşturacak bir açılmadır.
Hz.Adem kendi şahsiyeti içerisinde bir açılım gerçekleştirirken,başka şahsiyetlerinde açılımında rol oynamaktadır.
Bunu bir insanın münferid olarak açılımı şeklinde ele alalım;

*Ana rahmine bir damla su ölerek düşen insan;Fettah ismiyle hem zahiri hem de batini duyguları beraber ve birbiriyle münasebettar olarak gelişime göstermektedir.
Bu açılım süreklilik gösterirken,belli bir noktaya gelerek sıkışıp kalmamaktadır.
Fettahiyyet ismi gibi,onun tezahürü de sınırsız olarak açılımı devam etmektedir.
Ana rahminde suyun açılı ile belli bir noktaya gelen insanın duyguları görevini yapmadığından bu açılım tam gerçekleşmemektedir.
Zira o duyu ve duyguların büyük bir kısmı başka aleme bakıp,orada açılımı gerekmekte ve gerçekleşmektedir.
Su açıldı göz oldu ancak o göz kendi içerisinde bir çok açılımlara muhtaçtır.
Dünyaya gelerek etrafı gören göz aynen soğanın katmanları gibi sürekli açılım göstermektedir.
Önce gülün zahirini görür,zamanla kokusunu,rengini ve araştırma sonucunu marifet ile gülün oluşumundan içerisinde onunda açılımları hakkındaki bilgisinde açılımlar olur.Göz bundan ibret ve dersler çıkarır.
Zamanla bu madde alemini de aşan göz maneviyat alemlerinin pencere ve perdesini de aralar.Şöyleki;
Talebeleriyle bir mezardan geçen Bediüzzaman hazretleri talebelerine ayrılmalarını söyler.Sadece kendisinden iki yaş büyük olan Molla Resul adındaki talebesi nazdarlığından ayrılmaz.Bir müddet sonra mezara bakan Bediüzzaman tebessüm eder.Molla resul ısrarla sebebini sorunca cevaben;
Bu yeni gömülmüş bir kadın mezarı idi.Kadın ölmeden önce elinde ipe boncuk saplamakta idi.Ve şu anda mezarda da ipe boncuk saplamakla meşgul.Öyle ki kıyamet kopunca kadın diyecek ki;Ya Rabbi,kıyamet ne de çabuk koptu,daha ipe boncuklarımı bile saplamadım.
Bu Fettah isminin gözdeki açılımı olup,onu müşahede etmekte,kulağıyla söylediğini ve söyleyeceğini duymaktadır.
Bediüzzamanın o tebessümü,yüzün fettah ismiyle ayrı bir açılımıdır.

O göz peygamber gözü olduğunda cennet ve cehennemi görür,Allah’ı müşahede eder.Tüm perdeler fettah isminin şiddetli tezahürüyle ve parlamasıyla parlaklığı nisbetinde önünü açar,görür ve gösterir.
Fettah ismiyle o peygamber zamanın açılmasıyla kıyamete kadar olacak işlerin kendisine fettah simiyle bildirilmesi ve gösterilmesiyle görür ve haber verir.
Fettah ismiyle Kur’an-ın açılımı onun içerisindeki tüm sırların zahir olmasıdır.
Ve hakeza,göz fettah isminin insanlarda farklı tezahürleri sonucu farklı görmeler ve görüşler meydana getirir,isme mazhariyet ve ismin o insandaki inkişafı nisbetinde,eşyada da açılımlar olur.

*Anne karnında kulak açılımı ile başlayan fettah hakikatı sadece annenin kalb sesini işitmekle sınırlıdır.
Dünyaya gelen o çocuk önce yakındakilerinin,daha sonra tanıdıklarının ve zaman içerisindeki açılımın artmasıyla sesler dünyasını keşfeder.
20 desibelin altındaki ve üstündekileri duymayıp yine sınırlı sesleri duyan o insan;hayvanların seslerini,bitkilerin,rüzgarın,başlı başına bir alem olan sesler dünyası fettah isminin kulaktaki inkişafı ve mazhariyeti nisbetinde açılımları gerçekleştirir.
İlim ile,teknoloji ile bu sefer düşük sesleri de cihazlarla keşfetmeye,sesleri ayrıştırmaya ve kaydetmeye başlar.Sesler dünyasına hükmederek,kontrol etmeye başlar
Bütün alemlerden alınan çekirdeklerle bir bütün olan insan,fettahiyyet hakikatının inkişafıyla bütün duyguları alındığı alemin büyüklüğü nisbetinde açılmaya başlar.Böylece o alemin bütün özellikleri o insanda görünür ve o alemin özelliklerine ve zenginliklerine o insan sahib olmuş olur.

Fettah ismiyle burun kokular dünyasını,dil tatlar dünyasını,vücut hisler dünyasını,akıl kayıtlar alemini açar ve o ismin onda inkişafı ve mazhariyeti nisbetinde kendisine keşfolunmuş ve görünmüş olur.
Tüm dışımızda sahib olduğumuz duygularımız gibi,içimizde olan ruh,vicdan,kalb ve sırlar alemi de o nisbette inkişafa başlar.
Duygular inkişaf ettikçe,alemler de inkişaf eder.Birbiriyle orantılı olarak açılımlar gerçekleşir.

*Yarı ölüm olan uyku ile kapanan duygulara karşı bu sefer başka alemin yani misal aleminin kapıları açılır.Suretleri görür,hafızasında depolananların kaydıyla uğraşır.
Her bir alemin kapanışı,yeni alemlerin açılışına kapı açar.
Ölüm ile zahiren kapanan duyguların yerine başka alemlerin perdeleri ve kapıları aralanırken,o alemin şartları ve yaşantısına bir geçiş olmuş olur.Tıpkı ölümle biraz daha hür olan vücut kabir aleminde müsaadesi nisbetinde daha geniş alemlere bir açılış ve açılımı gerçekleştirmiş olur.

Allah zatı itibarıyla ezeli ve ebedi olduğu gibi,sıfatları itibarıyla da ezeli ve ebedidir.
Fettahiyyet hakikatının açılımının da sınırı yoktur.Bu açılım insan kabiliyetinin açılımıyla orantılıdır.

*”Meselâ: – – âyet-i kerimesi, beşerin birinci tabakasına şu mânâyı ifham ve ifade ediyor:
Semâvat, ayaz, bulutsuz, yağmuru yağdıracak bir kabiliyette olmadığı gibi, arz da kup kuru, nebatatı yetiştirecek bir şekilde değildir. Sonra ikisinin de yapışıklıklarını izâle ve fetk ettik. Birisinden sular inmeye, ötekisinden nebatat çıkmaya başladı. Mezkûr âyetin ifade ettiği şu mânâya delâlet eden – – âyet-i kerimesidir. Çünkü, hayvanî ve nebatî olan hayatları koruyan gıdalar ancak arz ve semânın izdivacından tevellüd edebilir.
Mezkûr âyetin tabaka-i avâma ait safhasının arkasında şöyle bir safha da vardır ki, nur-u Muhammediyeden (a.s.m.) yaratılan madde-i acîniyeden, seyyarat ile şemsin o nurun mâcun ve hamurundan infisal ettirilmesine işarettir. Bu safhayı delâletiyle teyid eden – – olan hadis-i şerifidir. “
Kâinatta başlangıçta bir acin yani hamur halinde idi.Allah o kâinat hamurunu fettah ismiyle açtı,içine tüm varlık tohumlarını ekti.

“Göğe gelince, onu biz ellerimizle kurduk. Hiç kuşkusuz, biz, genişleticileriz”

Fettah ismiyle bu açılım hala sürmekte..hamur genişlemektedir.

İşte Efendimizi farklı kılan en önemli nokta burada devreye girmektedir;
Efendimizde tüm varlıkların hamurunu,çekirdeğini,tohumunu oluşturmakta,Allah Fettah isminin gereği olarak onun açılımından kâinatı meydana getirmektedir.
Nasıl ki Hz.Âdem insanlığın ilk hamurunu oluşturup,o hamurun açılımıyla insanlık oluşmuşsa,o hamurun da hamuru olan Efendimizin fettah isminin açılmasıyla da Allah kâinatı oluşturmuştur.
Efendimiz;”Âdem su ile toprak arasında yani daha balçık halinde iken Allah benim ruhumu yaratmıştı.”buyurarak kendisinin kâinatın ruhu mesabesinde olduğunu ifade etmektedir.

Kur’an-ı fettah isminin tezahürü olan Fatiha ile açan Allah,Kâinat kitabının Fatihası olan Efendimiz ile de varlıklar alemini açmıştır.
Kur’an için Fatiha ne ise,kâinat için Efendimiz de odur…

Kâinatta bütün isimlerin belirtilerini görebiliriz.Ancak kâinat ve tüm alemler fettah isminin bir tezahürüdür desek,mübalağa etmiş olmayız.

Fettah hakikatını her şey de görebiliriz.Hiç bir şey yoktur ki fettah isminin haricinde kalsın,açılımı söz konusu olmasın!

*”Nasıl toprak suya, havaya, ziyâya nisbeten kesâfetli, karanlıklıdır; fakat, masnuât-ı İlâhiyenin bütün envaına menşe’ ve medâr olduğundan bütün anâsır-ı sâirenin mânen fevkıne çıktığı gibi; hem, kesâfetli olan nefs-i insaniye, sırr-ı câmiiyet itibâriyle, tezekkî etmek şartıyla bütün letâif-i insaniyenin fevkıne çıktığı gibi; öyle de, cismâniyet, en câmi’, en muhît, en zengin bir âyine-i tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiyedir. Bütün hazâin-i rahmetin müddeharâtını tartacak ve mîzana çekecek âletler, cismâniyettedir. Meselâ, dildeki kuvve-i zâikâ, rızık zevkinde enva-ı mat’umât adedince mîzanlara menşe’ olmasaydı, herbirini ayrı ayrı hissedip tanımazdı, tadıp tartamazdı.”
Allah her şeye fettahiyyet hakikatının açılımını yerleştirmiştir.sadece onu tetikleyecek diğer bir hakikata muhtaçtır.

Birinci Hakikat: “Fettâhiyet” hakikatıdır.
Yani Fettâh isminin tecellîsiyle, basit bir maddeden ayrı ayrı, çeşit çeşit, hadsiz muntazam suretlerin, beraber, her tarafta, bir anda, bir fiil ile açılmasıdır.
Evet, nasıl ki umum kâinatın bağistanında ayrı ayrı hadsiz mevcudatı, çiçekler misilli, Fettâh ismiyle her birisine münasip bir tarz-ı muntazam ve bir şahsiyet-i mümtâze kudret-i fâtıra açmış, vermiş. Aynen öyle de, fakat daha mu’cizâtlı olarak, zemin bahçesinde dört yüz bin enva-ı zîhayata dahi, her birisine gayet san’atlı ve hikmetli bir suret-i mevzune ve müzeyyene ve mümtâze vermiş.

âyetlerin ifadesiyle, tevhidin en kuvvetli delili ve kudretin en hayretli mucizesi, suretleri açmasıdır. Bu hikmete binaen, feth-i suver hakikati tekrarla birkaç suretlerde Risaletü’n-Nur’da ve bilhassa bu risalenin İkinci Makamının Birinci Babında, Altıncı ve Yedinci Mertebelerinde ispat ve beyan edilmesinden, onlara havale edip, burada bu kadar deriz ki:

Fenn-i nebatat ve fenn-i hayvanatın şehadetiyle ve tetkikat-ı amîkasıyla, bu feth-i suverde öyle bir ihata ve şümul ve san’at var ki, birtek Vâhid-i Ehadden ve herşeyde herşeyi görebilecek ve yapabilecek bir Kadîr-i Mutlaktan başka hiçbir şey bu cemiyetli ve ihatalı fiile sahip olamaz. Çünkü, bu feth-i suver fiili ise, her yerde ve her anda bulunan, nihayetsiz bir kudretin içinde nihayet derecede bir hikmet, bir dikkat, bir ihata ister. Ve böyle bir kudret ise, ancak bütün kâinatı idare eden birtek Zâtta bulunabilir.
Evet, meselâ mezkûr âyetlerin ferman ettikleri gibi üç karanlık içinde bütün validelerin erhamında insanların suretlerini ayrı ayrı, mizanlı, imtiyazlı, ziynetli ve intizamlı olarak, hem şaşırmadan, yanlış etmeden, karıştırmadan, basit bir maddeden açmak ve yaratmak olan fettâhiyet; ve umum rû-yi zeminde aynı kudret, aynı hikmet, aynı san’atla umum insanları ve hayvanları ve nebatları ihata eden bu feth-i suver hakikatı, vahdâniyetin en kuvvetli bir bürhanıdır.
Çünkü, ihata etmek bir vahdettir; şirke yer bırakmaz. Ve Birinci Babda vücub-u vücuda şehadet eden on dokuz hakikat, nasıl ki vücutlarıyla Hâlıkın vücuduna delâlet ederler; öyle de ihatalarıyla da vahdete şehadet ederler.”
“ihatalı olan fettâhiyet hakikatiyle bütün mevcudatın muntazam suretlerini basit maddeden yapmak ve açmak, vahdeti bedahetle ispat eder.”

“Ya Müfettihal ebvab!İftah kulûbena ya hayrel bâb.”
“Ey kapıları açan Müfettih!Kalblerimizi ve kalblerimize hayırlı kapıları aç.Kalblerimiz sonsuz açılımlara mazhar olsun.Önünde kapalı bir şey olmasın,önü kapalı olmasın.”
Ey kapıları açan Allahım!Bizimde tüm duygularımızın kapılarını fettah ismin hürmetine aç.
Ey her şeye layık kapıları açan Allahım!Bize layık ve layık gördüğün kapıları da aç.

Mehmet ÖZÇELİK
06-09-2008




GÜLLERDE ARTIK GÜLMÜYOR

GÜLLERDE ARTIK GÜLMÜYOR
Güller ihanete uğradı..güllere ihanet ettik..
Güller gülmüyor..gül-müyor gül-ler.
Güller ihanetimize ihanet ediyor..kokmuyor..artık koku vermiyorlar.
Görüntü var,olması gereken kokusu yok.
Dökülmüş güller..
Gül döküntüleri.
Ağla..
Gül-de ağla-ma
Gül-sem-mi?
Ağla-sam mı?
Gül semli yani zehirli..tat vermiyor.
Gül demeti değil,gül kırıntısı!
Güllerin hali,bülbülün halini de bozdu.
Artık bülbüller de eski bülbül değil.
Onlarda eski bülbülleri aratıyor.
Veya çok dijital…
Tıpkı birinci gün yem yeşil olan domateslerin,ikinci gün kıp kırmızı olmaları gibi,güllerde çok büyük,renkli ancak kokusu yok.
Domateslerin çekirdeğinden soy-ları türemiyor.
Domatesler de soy-suzlaştırıldı.
Güllerde soy-suzlaştırılıyor.
Meydan kargalara kaldı.
Bülbülü altın kafese koymuşlar,ah seyahat demiş.
Kargayı altın kafese koymuşlar,ah leşim demiş.
Kargalara kalan dünya!
Güllerin dikeni bile artık gülleri koruyamaz olmuş…
Gül isimlerinin çokluğu bile,gülleri ve gülleri kokanları pek güldürmüyor.
Gül-beyaz,gül-peri,gül-şen,gül-zar,gül-ay…
Gül-laç;sütlaçların da adı kaldı.
Sütlerde bozulmaya başladı.
Sütlerde bozulursa,südü bozuklara gün doğar..gün onların olur..dikenler güllere hakim olur.
Gül niye kok muyordu?Niye solmuştu?
Genleriyle oynandığından mı?Yoksa gül-ü temsil eden Hz.Muhammed-e olan hasretten mi?
Yoksa onu solduranların saldırmasının hüznünden mi?
O’ndan uzak olmak mıdır onu bu hale,hal-i pür-melâle getiren?
Bir şeyler var!
Hasret mi?Hüsran mı?
Güller eskisi gibi kokmuyor..kokmuyorlar..kötü kokuyorlar!
Belkide bizim koku duygumuzun duygusu kör oldu,köreldi?
Güller yüzümüze gülüyor.
Bizdeki değişiklikler onları da değiştirdi.
“Sizden önce ilahi yasaların değişmezliğini kanıtlayan birçok olaylar gelip geçti. Yeryüzünü geziniz ve Allah’ın ayetlerini yalan sayanların akıbetini görünüz.”
“Ne zaman insanlara bir rahmet tatdırdı isek onunla şımarmışlardır. Kendi ellerinin öne sürdükleri (günâhlar) yüzünden onlara bir fenalık isaabet edince de hemen onlar ümîdlerini kesiverirler. “
“Başınıza gelen her musîbet, ellerinizle işleyip kazandığınız (günah ve kötülükler) yüzündendir. (Bununla beraber) çoğunu affeder.”
“Nefse ve onu şekillendirene… Ona bozukluğunu ve korunmasını ilham edene andolsun ki nefsini temizleyen iflâh olmuş, onu kirletip örten ziyana uğramıştır. Semûd, azgınlığından yalanlandı… Rableri de günahları yüzünden azabı başlarına geçirdi, orayı dümdüz etti”
*Gül sevgiydi..sevgiyi kaybettik..gülü kaybettik..kokusunu kaybettik.
Kül-hanları gül-hanı yapanlara karşı,bizler gül-hanları külhan yaptık..gülle değil,külle uğraştık..gül ve gül gibi değil,kül gibi olduk.
Gül olmak için kul olmak gerek..kul olamadık,kül olduk.
Muhammed-i gül-le nişan-ladık çünkü o tam kul idi,tam gül oldu.
Gülü kaybettik çünkü kulu kaybettik.
Gül küstü..kulu bulursak,gül gelir..güle güle gelir.
Tıpkı lalezarın kaybıyla,laleyi kaybedişimiz gibi
‘Gül âteş gülbün âteş gülşen ateş cûybâr ateş
Semender-tıynetân-ı aşka besdir lâlezar ateş’
Gül ateş oldu..ateşimiz gül olmuşken.
Gül baharı olmadı..gülü kaybettik..baharı bulamadık..gül bahar sadece isim olarak kaldı…
Gül-ümse..gülüm-se…
“Gül bahçelerinde bülbüller öter ya
Bizde dün gece rüyamızda
Bülbül sesi kadar güzel gülüşünü gördük

Sesin bizden uzakta olsa ne fayda
Hayal gülüşün . . . hep bizimle”(B. İmzaoğlu)
*”GÜL ‘ ü kokladım Terindir diye,
Seyrine daldım, Yüzündür diye,
Yaprağına dokundum, Tenindir diye,
Ben GÜL’ e vuruldum, SANA benziyor diye…”
“ ”

MEHMET ÖZÇELİK-21-05-2009




Twitter




Facebook




MUSTAFA İSLAMOĞLU’NUN MEAL-TEFSİRİNİN TENKİDİ

MUSTAFA İSLAMOĞLU’NUN MEAL-TEFSİRİNİN TENKİDİ
*Her asırda İslam’a yapılan saldırının tehlikesi dıştan değil içten, batıdan ziyade doğudan.Yani İran ve İran menşeli olmuştur. Kominizmin temelini oluşturan İbahiyye’ den siyasi entrikaların kaynağı Şiaya, inanç ve amelden tarihi değerlere kadar yapılan saldırıların kaynağı hep İran olmuştur.
*Hacı Bektaş-ı Veli,İranın kuzeydoğusunda Horasan eyaletinin Nişabur kentinde doğmuştur.
Türkiye-deki menfilik,ayrımcılık ve olumsuzluk,olumlu da olsa,olumsuzluklarda o Zat alet edilmeye çalışılmaktadır.
Bunun gibi de,olumsuz ve istikametsiz insanlara baktığımızda kuvvetli ihtimalle İran menşeli veya oranın etkisinde kaldığı görülmektedir.
İranın İslam dünyasındaki etkisi,kolayca suyun bulandırılmasında etkili olarak kullanılmaktadır.
20’ nin üzerinde tarihte İran’ la karşı karşıya gelmişiz.
*İslamoğlu’ndan İran konusuna geçişin sebebi, oranın İslam’ a olumsuz geçişi sebebiyledir.
İslami alanda ayrık otlarını toplamaktan , İslami tarlayı ekmeye vakit bulunamamaktadır.Veya tarladan çıkan ürünler verimsiz ve arızalı olmaktadır.
Tefsir-Meal içerisinde kitaptan çıkardığım argo kelime kadar hiçbirisi benim o derece ağırıma gitmemişti. Zira, “ Batıl şeyleri iyice tasvir , safi zihinleri idlâldir.” hakikatınca , hem zihinleri bulandırıp kirletmekte ve hem de kişiyi o çirkin ortama sevk edip atmış olmaktadır.
İslamoğlu, kaba sözler sözlüğüne bakmaya ihtiyaç bırakmamıştır.Mahalle, sokak ağzını ulvi bir tefsir cennetine taşımakla , bahçedeki çiçekleri soldurmuştur. Asıl vebal budur.
İlâhi kelâm, kendisini nezih olarak ifade etmekten ve edilmekten aciz değildir.
Herhalde gül dikensiz olmaz diye düşünmüş olsa gerek!Aslında araştırabilir ! Cennette diken var mı ? Güller nasıl olacak.
*Abdulaziz Bayındır’ ın tutarsızlığı ile ilgili bir araştırma yapıyordum.
Onun hakkında M.Avnullah Özmansur elinde bulunan bir araştırmayı bırakarak Bayındır-a cevap vermek için yazmaya koyulduğunu sitesinde belirtince, teker teker tahlil etmekten vazgeçtim , o Zâtın delillerine atıfta bulundum.
Telefonla kendilerini arayarak yazıma bir takdim yazısı yazmasını teklif ettim.
Umre’ ye gideceğini, yaşlı olduğunu müsait olursa yazacağını söyleyerek; ısrarla şöyle bir teklifte bulundu: Hemen elindeki çalışmayı bırak , Mustafa İslamoğlu-nun ; “ Hayat Kitabı Kuran – Meal – Tefsir” ini al ve incele.İçinde epey yanlış bulunmaktadır. Gerçi pahalı “ 36 Tl” , para vermeni istemem.Ancak bir incelemende yarar var, teklifinde bulunmuştu.
Ben de bu düşünce ile kitabı aldım, tenkid ve tahlilini yaparak okumaya başladım.
*İslamoğlu’ nun Hilal Tv’ deki tefsir sohbetini ve bunları aynı zamanda internetten indirerek ve de sitesinden notlar almak suretiyle tamamen faydalanmaya yönelik olarak takip etmeye başladım.
Faydalandım da …
Kendisini 1980’ lerden itibaren özellikle Kayseri’nin eşrafından Merhum Ali Mutlu abimizin kendisiyle görüşme bilgilerini bize aktarması sonucu bildirmesiyle bir malumatım vardı.
Daha önceki tenkit yazılarımda da kendilerini az da olsa ele aldım.Bu Meal – Tefsir münasebetiyle önemli bulduğum tenkitlerimi kaleme aldım.
*İslamoğlu var olmayı farklı olmaya bağlamaktadır.
1970’ lerde Ali Bulaç’ ın Meal cemaatı’ nın boşluğunu doldurmaya, farklı bir cemaat oluşturmak için farklılaşmaya çalışmaktadır.
*Tefsir ilmi, ilâhi kelâmın beşerin üstün seviyesiyle ortaya konulmalıdır.Ancak argo kelimelerle o ulvi hakikatlar basitçe ifade edilmemelidir.Öyle zannediyorum ki ; bizim yaptığımız gibi bir çok tenkit alan Mustafa İslamoğlu kendisini test ediyor, sığaya çekiyordur.Dilerim bu tenkitte kendisi açısından yapıcı ve düzeltici bir katkı sağlar.En azından muhiblerini teyakkuza sevk etmiş olur.
Uydurukçaların bir kısmını Türkçe öğretmeni arkadaşlara gösterdim. Biraz durakladılar. Cevaplamada zorlandılar.
Bu durumda gel de diğerlerinin anlamalarını düşün ve bekle !
*Öğretmenler odasında bu durum gündeme gelip tenkit yazacağımı söylediğimde arkadaşlarımın tavırlarında şu durum ortaya çıktı : Değmez , zaten biliyoruz, der kabilinden olmakla kalmadı, hepsi dolmuşluğunu ve olumsuz hatıralarını anlatmaya başladılar.
Seçtiğim uydurukçalar ise şunlardır:
– “ Okumak manasındaki tilavetle kökteş olduğu (Sh . 98)
– “Burada İşteşli eylem bağlamında “ (Sh . 126,865)
– “ Tabiat kitabını okuması salık veriyor. ( Sh. 224)
– “ Varsıl görünen gerçekte yoksul olabilir.(sh. 337)
– “ Hem de görülemeyen içkin hakikatıdır.( Sh.790)

Kaba kelimeler ise :
– “Bu Allah’ tan rol çalmaktır.” ( Sh.82,236,790)
– “Ayartıcı cazibe” ( Sh.82,264,533)
– “Allah’ a ayaklaşacak kadar şaşar.” ( sh. 105,224,260,589,665)
– “ Üzerinde bulunduğumuz halin sebebiyle ayartamazsınız.” ( sh.373)
– “ Bu dingin anın ,insanın manevi potansiyeline” ( sh.405)
– “ İnsan benliği kötülüğün daniskasını işletebilir.” ( sh.462,639)
– “ Çocuğunu öldüren anasını ağlatır. (Sh.478)
– “ Allah ile aldatmak” ( Sh. 533)
– “ Allah’ ın bir emrine Kadük muamelesi yapıldığı için vebaldir.” ( Sh. 864)
( Burada Kadük’ ün çirkinliği ve kabalığı ile , vebalin düzgünlük ve nezihliği hiç de bağdaşmamaktadır.Sirke’ nin üzerine şerbet içmeye benziyor.)
Bu kelimeler insanı alıyor,adeta (söylemekte bile zorluk çekiyorum) kirli bir ortama sevk ediyor.Bunu tefsir sohbetinde de yapmaktadır.Hiç de yakışmıyor.
Beş yıl kaldığım Kayseri ağzının farklı olduğunu,ağzını yediğim,gibi ifadeler kullandığını biliyorum ancak böyle nezih ve İslami olmayan kelimeleri duymamıştım.Sayesinde duymuş ve iğrenmiş oldum.
Bazen bilgiç!liğini ortaya koymak için,gereksiz yerlerde de kulaç atmaya başlıyor.Biraz dağıtıyor.
Tenkidimizde de aynı hatalara ve düşüncelere başkalarının da düşmemesini sağlamak amaçlıdır.
*Genel olarak Meal Tefsirinde ; bulandırdığı, içinden çıkamayıp zorlandığı, merkezine doğru gidemeyip çevresinde dolaştığı birkaç nokta sırıtmakta ve öne çıkmaktadır:
1- Cinlerin Varlığı. Adeta cin dememek için elli dereden su getirmektedir. Kelimeler üzerinde çok rahat oynayıp te’vil’de bulunmaktadır.
2- Cehennemin ebediliği konusunu adeta kendi şefkat ve merhametini, Cenab’ ı Hakkın şefkat ve merhametinden fazla gösterircesine öne sürerek; ya kendisinin yorumlamasından kaynaklanan bir sebeple veya zayıf görüşleri delilmiş gibi göstererek kendisini tenzih makamında isnatlarda bulunmaktadır.
3- Hz Adem’ in cennetten ihracı konusunda zikredilen cennetin, kelimede boğularak Türkçe karşılığı olan “ bahçe “ ile dünya bahçesinin olduğunu öne çıkarmaktadır.
Ancak şunu düşünememektedir ki: Ayetteki –İhbitu- “ İniniz” ifadesi, yukarıdan aşağıya inişi ifade etmektedir.Eğer dünyada olsaydı, neden’ ininiz’ denilmiş olsun ?
Hem dünya kelimesi de anlam olarak aşağı ve düşük manasınadır.
Şaibe uyandıran diğer husus ise: Ehli Beyt Okulu kavramının içini boş bırakmasıdır.Bununla Şia’ yı mı kastetmektedir? Bu durum Şia’ nın etkisinde kaldığı ve etkilendiği görüşünü hatıra getirmektedir.
Başkalarının kendisi hakkında hiç de hoş olmayan duyduğum ve okuduğum sözlerini söylemeyi uygun bulmuyorum.
Sadece , vâkıf olduğum merhum Ali Mutlu abimizin kendisine faydalı olmak amacıyla 1984 yıllarında yanımıza gelir giderken ona da uğradığını , telkinlerde bulunup yararlı olmaya çalıştığını söylemesidir.
Demek ki problem o zamandan başlamıştı.
*Peki hiç mi olumlu tarafı yok? denilecek olursa : Yiğidi öldür hakkını yeme kabilinden, hakkını teslim etmek gerekirse ;
Kendisinin tefsir sohbetlerinden faydalandım.Abdulaziz Bayındır ‘ ın 3 Dvd-yi oluşturan sohbetini dinlerkenki gibi hiç de kahredici bir durum içerisinde olmadım.
Kelimelerin tahlilini çok güzel yapmakta futbolcunun topla oynadığı gibi kelimelerle oynayabilmektedir.
Meal tefsirini okurken tamamen teslim olmadan, mayınlı tarlada yürür hassasiyeti içinde yürünürse , faydalı olunabileceğini düşünüyorum.
Bilgi ile istikameti karşılaştırdığımızda ; aynı oranda olmadığı görülecektir.Saf zihinleri bulandırır, araştırmacılar için ise bir araştırma alanı oluşturur.

CİNLER
Hocanın Belli ki cinlerle bir problemi var! Cin konusunda bir netliğe sahip olmadığı gibi , ısrarla kelimenin lafzında boğulup kalmakta, bir türlü cin ifadesini gerçek manasında kolayca izah etmekte zorlanmaktadır.
Sanki bir lafız-perestlik içerisinde dönüp dolaşılmaktadır.Bu da onun lafızlarla çok oynamasından kaynaklanmış olsa gerek.
Meal tefsirindeki tesbit ettiğim yanlışlıkları şöylece sıralayabilirim:
-248,349,351,496,538,640,642 sayfalarıdır.
Bir yandan onların cisim olduklarını söylerken, diğer yandan da görünmez içi doldurulmayan bir ifadeyle ve gözden uzak kavramıyla ifade etmektedir.Kıt görülen varlıklar diyerek sürekli kapalı ifadeler kullanılmaktadır.
Bununla da yetinilmeyip Peygamberimize iman eden Nusaybin cinnilerinin insan olduğu ve uzak mekânların insanları olduğunu ifade etmektedir.
Daha da ötesi; Hz. Peygamberin onlardan haberdar olmadığını ve kendilerini görmeden dinlediklerini söylemekle ayrı bir garabette bulunmaktadır.
Efendimizin Rasulü’s Sakaleyn yani cinlerinde peygamberi olmasının üzeri setredilmektedir.
Hep manadan uzaklaşarak onları gözden uzak, nadirattan , garip ve adeta ne idüğü belirsiz varlıklar olarak nitelemektedir.
Belli ki hocanın zihninde netlik olmayınca zihinleri de bulandırmaktadır.
Mesela: En masum gibi görünen En’am 100. âyeti yorumlarken farklılık olma ve oluşturma adına kelime üzerinde her türlü oynama içerisine girilmektedir;
“Fakat görünmez varlık türlerine Allah’ a denk bir makam yakıp yakıştırdılar, oysa ki onları da o yaratmıştı. Bir de cehaletleri yüzünden ona oğullar ve kızlar peydahladılar.
O’ nun aşkın ve yüce olan zatı, insanların her tür tasavvur ve tahayyüllerinin üzerindedir.”
Sadeleştirmiş olan Elmalı Mealindeki karşılığı ise şöyledir:
“Onlar Allah’ a cinlerden de ortak koştular.Halbuki onları yaratan odur.Bilgileri olmadan ona oğullar , kızlar uydurdular.Onun şanı onların uydurdukları sıfatlardan münezzeh ve yücedir.”
Ancak ‘avuca sığmayan’ , diye tanımladığı bu varlıkları anlatırken; geçmişteki tüm bilgileri bir çırpıda reddetme iddiasında bulunmaktadır.
“Cin Fikirli” deyimini sarih manasıyla değerlendirip, manadan uzaklaştırmaktadır.
Zariyat 56’ daki gayet açık, net ve varlıkların tek sorumlu iki varlığı olan insanlar ve cinler açıkça ifade edilmesine rağmen mâna tahrif edilmektedir.Şöyle ki;
“ Ben cinleri ve insanları yalnızca Bana kulluk etsinler diye yarattım.”âyetini,
“ Yani görünür görünmez hiçbir iradeli varlık , bir anlam ve amaçtan yoksun yaratılmamıştır.”şeklinde anlatmıştır.

CEHENNEM VE CENNET
Hocanın netleşmemiş yanlışlarından biri de cehennem bahsidir.
Bu da başta onun varlığı ve de ebediliği konusunda bir netlik görülmemekte ve zihinleri özellikle de saf ve safi düşünceleri bulandırmaktadır.
Tekasür suresi ayet 7’ de gramer olarak geleceği de ifade eden; “ Siz cehennemi göreceksiniz, âyetini basite ve dar alana irca ederek: “ Elbet (Dünyayı) cehenneme “ çevirdiğinizi” de görürdünüz.” der.
Cehennem konusunda netlik olmayan yerler ise şunlardır:
-63,211,447,448,529,924,707 sayfalarıdır.
-Nebe 23’ te ; “ Onlar orada uzun zamanlar boyu kalacaklar.”
Cehennemin ebedi olmadığını veya en azından bu yönde zihinleri bulandırdığı görülmektedir.Bu konunun tartışılmakta olduğunu söylerken, taraf olduğunu da göstermektedir.
Oysa hem “Huld” kelimesi ve hem de “ Ebeden” ifadesiyle te’yit edilmesi ve hem de Cenâb- ı Hakkın ; “ Allah kendisine eş ve ortak koşulmasının dışında, dilerse diğer günahları bağışlar” ifadesi , şirkin hiçbir surette bağışlanmayacağını , bu da suçun cezasının sürekli olduğunu göstermektedir.
Cenab- ı Hak,şirk koşanları affetmeyeceğini belirtip, bunu istisna ederken, kendisi bu istisnayı ilgisi olmayan hatta kendisi öncekiyle istisna edilen Hud . 107. âyeti delil getirir.
Bununla da kalmaz cennet ve cehennemi ebedi olarak kabul etmenin küfür olduğunu kabul ettirme çabası içerisine girer.Zayıf görüşü benimseyenleri otoriter olarak göstermekle, kendisine destek aramakta, görüşünü kuvvetlendirmeye çalışmaktadır.
İbni Teymiye- yi ön plana çıkararak ehl-i sünnetin dışından kendisine destek aramaktadır.
Ve o sonsuz olan cennet ve cehennemi dünyanın şu dar kalıpları içerisine sığdırmaya çalışır.
Hadislerde ; “ Her bir kişiye verilecek olan 500 sene genişliğindeki bir cenneti”, bu dünyaya kurma iddiasında bulunur.
Okyanusu bir bardağa sığdırma tekellüfü içerisine girer.
O kadar bir tezat içerisine girilmektedir ki ; Allah ‘ın rahmetini ön plana çıkarmak amacıyla cennetin ebedi , cehennemin ise bundan hariç tutulduğu iddiasında bulunur.
Oysa, Allah’ ın rahmetinden fazla rahmet , rahmet değildir.
Allah’ ın rahmeti, adaletiyle rahmet olur.Adaletsiz rahmet, rahmet değildir.
Günahkâr mü’min için cehennemden çıkmanın zaten garanti olduğu garantisini verdikten sonra ( Aşere-i Mübeşşere dışında Peygamber bile verememişken),inanmayan insanları cehennemden çıkarma gayreti içerisine girer.
Hz. Adem’ in cennetten indirilişiyle ilgili olarak; indirildiği yerin yine her zamanki yaptığı gibi lafızda boğularak bahçeye atfetmekte,zayıf delilleri kuvvetli deliller olarak sunmaya çalışmaktadır.
İslamoğlu cehennem ebedi değil derken,bu durumda demek ki niyeti cehennemde bulunan Firavun,Nemrud,Ebu Cehil ve milyonlarca insanları öldürenleri de oradan çıkarmak niyetindedir.
Bu durumda sormazlar mı,kimlerden yanasın?
Öyle zannediyorum k,ebedi olmayan cehennemden bu durumda şeytan bile çıkar.
En basit ifadeyle bu,kırk bin insanı öldüren apoyu hapisten çıkarmaktan daha beter bir zulümdür.
Bu şefkat adaletsiz bir şefkattir.
Su-i istimal edilen bir şefkattir.Allahın şefkatinden daha öte şefkati ileriye sürmek gibi tam bir zulümdür.
Şefkatini bu kadar ileri götürdüğüne göre,bari birde ana rahmine insan olmak için atılan milyarlarca atılan spermleri de insan yaparsa şaşmamak gerekir.
Cehennem hapishanesini kapatıpta firavun ve hatta şeytanları bile çıkartacak bir zihniyete sahip olmak,nasıl bir zihniyet ve nereden çıkarılan bir hükümse,böyle bir hüküm insanlar dünyasında verilecek bir hüküm değildir…
Bu durumda insanın dünyaya gelip,imtihana tabi tutulmasının da bir anlamı olmayacaktır.
Bu insanları cennetin neresine koyacaksınız?
Ebu Cehille Peygamber Efendimizi nasıl yan yana getireceksiniz?
Muhal olan bir şeye kılıf uydurmakta en az o kadar muhal ender muhal bir durumdur.
Oysa küfür insanı tedavisi mümkün olmayan,tamamen tefessüh ettirmişken o insanı hangi vasıfla cennete koyacaksınız?
Elmaslarla kömürler nasıl bir arada bulunacaktır?
-Kur’an-ın kısas cezasında öldürenin de öldürülmesi,öldürülenin hakkını korumaktır.Bu durumda öldürenin hayatını sağlamak,öldürüleni bir daha öldürmek demektir.
Bu kısas cezasının haksız bir uygulama olduğunu da iddia etmesi gerekir!!
Ya Rabbi nasıl bir mantıktır bu?
Böyle bir iddia sadece Allaha bir iftira olmakla kalmaz,hukuksuz bir yola girerek,masumların hakkını gözetmeden canileri affetmek demektir.Bir kişinin olmayan hatırına,milyarlarca,sayısız hatırları kırmak,yok saymak demektir.
Böyle bir iddiadan ve iddia sahibinden ancak Allaha sığınılır…
Eğer mesele direk olarak herkesi değerlendirmeden imtihansız ve de imtihanın sonucunu kale almadan cennete götürmek idiyse; Allah bunu doğrudan yapabilirdi. Kimsede buna itiraz edemezdi.
Bu durumda Allah bu insanları cehenneme atıp zevk mi almaktadır yoksa adaleti mi uygulamaktadır?
Bediüzzaman Hazretleri matematiksel olarak da onların cehennemde ebedi kalacaklarını şu veciz ifadeleriyle izah etmektedir.Öyle zannediyorum ki;insaf ve vicdanla okunsa kabul edilecektir:
“SUAL: Kısa bir zamandaki küfre mukabil, hadsiz bir zaman Cehennem’de hapis nasıl adalet olur?
ELCEVAB: Sene, üçyüz altmışbeş gün hesabıyla, bir dakikada katl, yedi milyon sekiz yüz seksen dört bin dakika hapis iktizası kanun-u adalet iken; bir dakika küfür, bin katl hükmünde olduğundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfür ile ölen bir adam, kanun-u adaletle elli yedi trilyon ikiyüz bir milyar iki yüz milyon sene beşerin kanun-u adaletiyle hapse müstehak olur. Elbette خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا adalet-i İlahî ile vech-i muvafakatı bundan anlaşılıyor.
Birbirinden gayet uzak iki adedin sırr-ı münasebeti şudur ki: Katl ve küfür, tahrib ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal zahirî âdete göre onbeş sene maktulün hayatını selbeder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, binbir esma-i İlahîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemalâtını inkâr ve hadsiz delail-i vahdaniyeti tekzib ve şehadetlerini reddetmek olduğundan.. kâfiri, binler seneden ziyade esfel-i safilîne atar, خَالِدِينَ de hapseder.”
“Madem küfür hadsiz hukuka bir tecavüzdür, elbette hadsiz bir cinayettir. Öyle ise hadsiz bir azaba müstehak eder. Madem bir dakika katl, onbeş sene cezada (sekiz milyona yakın dakikada) hapis azabını çekmesini adalet-i beşeriye kabul edip maslahata ve hukuk-u âmmeye muvafık görür. Elbette bir küfür bin katl kadar olması cihetiyle, bir dakika küfr-ü mutlak, sekiz milyara yakın dakikalarda azab çekmesi, o kanun-u adalete muvafık geliyor. Bir sene ömrünü o küfürde geçiren, iki trilyon sekizyüzseksen milyara yakın dakikada azaba müstehak ve خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا sırrına mazhar olur. Her ne ise…

EHLİ BEYT OKULU
Sanki bu ifade kamufle edilmiş, muhataba güven aşılama amacıyla icad edilmiş bir kurum olsa gerek.
İçeriye girmek sizi korkutmasın, şaibeli kimseler sizi tedirgin etmesin kılıfına sarılmış…
Acaba bu Şia’nın ayrı bir kolu mudur?
Meal ‘ de geçtiği yerler ise; 81,324,609 Sayfalarıdır.
“ Vahyin İki hedefi vardır:” Tevhid ve Adalet.”
Buradaki Şia’ da ön plana çıkan ve Ehl_i sünnetten ayrılan ve bizdeki iman esasları gibi olan adalet mi ?
Zira bütün dinlerde esas olan Tevhid’ dir.Arkasından , mütemmimi olan ibadet ve ahlak gelir.
İmam’ ı Cafer ‘ e atfedilen şöyle bir söz vardır:
“Peygamber insanın dışındaki akıl, akıl insanın içindeki peygamberdir.”
Acaba bu ifade ile Peygambere ihtiyaç olmayacağı vehmi mi verilmektedir. Açılmaya ihtiyacı vardır.

DİĞER TENKİTLER
*Örtü Konusu; müphem diye ifadelendirdiği mânayı daha da müphem kılmaktadır.(sh.802)
* Namaz Konusu: Hatalı olan yerlerin sayfası ise: 60,64,65,760.
* Namaz konusunda sarih manayı, işari bile olmayan mananın dışına tevcih ederek, tağyir etmiştir.
– Kevser.2. “ Öyleyse Rabbin için Namaz kıl ve Kurban kes.” Sarih manasını ;“O halde desteğini Rabbine tahsis et ve (İnkârcılara göğüs ger).” manasıyla basitleştirmiştir.
– Musallileri korumaya çalışırken mâna,mânanın dışına kaydırılmaktadır.
Oysa burada gerçek huşu içinde namaz kılanla kılmayanlar birbirinden ayrıştırılmış olmaktadır.
Tüm ulema’ nın ittifak ettiği ; “ Salat’ il Vusta” nın orta namaz, yani ikindi namazı olduğu söz konusu iken , bu mâna ,” İdeal Namaz” ifadesiyle hem tağyir,tahrif edilmiş ve içi boşaltılmış olmaktadır.
*İsra Olayının net bir şekilde beden ruh ortaklığı ile olduğu belirtilmemiş,Miraç’ ın ruhani bir seyir içerisinde sürdürüldüğü yönüne çekilmiştir.
Yine her zaman da yapıldığı gibi lafızda boğulunulmuş, Mescid-i Aksa bile yerinden kaldırılarak , zihinlerden uzaklaştırılan bir mescitle yorumlanmıştır.
Oysa Mesela Kudüs’ teki mescit olması bütün deliller ışığında zahir iken batini mânaya bile uymayan bir noktaya çekilmiştir. (Sh. 89,390)

İNSAN
*Sh 111.-İnsan.2. “ İnsanoğlunu katmerli bir karışım olan hayat tohumundan biz yarattık.”
Elmalı’ da ise : “ Şüphesiz biz insanı imtihan etmek için karmaşık bir damla sudan yarattık.”âyetini izah ederken;
“İnsan türüne giren herkesi kapsadığı için Adem’ inde Nutfe’den yaratıldığı anlaşılır.” (Bkz.106/Nisa.1 , Krş. Elmalılı)
Nisa . 1 : “ Ey İnsanlık! Sizi bir tek canlı varlıktan yaratan , ondan da eşini var eden… “
Elmalı Mealinde ise; “ Ey İnsanlar ! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan eşini yaratıp…”
Hz. Adem’ in bütün âyet , hadis ve İslam bilginlerinin icmaıyla; topraktan, balçıktan yaratıldığı ifade edilirken , Adem’ in de “ Nutfe” den yaratıldığını iddia etmek; ona da bir baba arama çabasından kaynaklanmış olsa gerektir.
Önceki Cin probleminde de dile getirildiği üzere; Hz. Adem’ in ilk baba olmayıp, ondan önceki var olan bir babanın devamı olduğunu iddia etmiş , meleklerinde buna dayanarak kan dökeceklerini söylemiş olduğu iddiasında bulunur.
Farklılaşma çabaları sürekli sürçmeye neden olmaktadır.
Oysa Hz.Adem insanlığın ilk babası ve insanlık onunla başlamıştır.
Hoca İnsanlığı Hz. Adem’ le başlatmaz.Onu başka bir babanın ve zincirin devamı olarak kabul eder.
*İnsanın yaratılışı:(706)
Sütten ağzımız yanınca,ayranı üfleyerek içmek mecburiyetinde kalıyoruz.
İnsanın yaratılışında;gerek başlangıç olarak ve gerekse de devam eden süreçte Kur’an-ın haber verdiği ifadede devreler belirtilmiş,aşama aşama yaratılışı nazara verilmiştir.
-Mealde:”Kuran-da beşerin insanlaşma sürecinin sudan başlayıp çok uzun bir aşamada (etvar) gerçekleştiği ifade edilir.”(64/Nuh.14)
Elmalı Mealindeki karşılığı ise;”Oysa O sizi aşama aşama yaratmıştır.”
Burada insanlaşma! Sürecinden bahsedilmemekte,sadece su,toprak karışımındaki süreçlerle,Nutfe,alaka,mudğa dönemleri anlatılmıştır.
Süleyman Ateş-in,evrimden gelme iddiasını desteklerken,evrimcilere de bir kapı açılmış olmaktadır.
Birde;”Gerçekleştiği ifade edilir.”ifadesiyle mutlak,muğlak ve faraziye ile hüküm verilmeye çalışılmıştır.
Yukarıdakinden daha büyük bir hata ise;”İnsan adlı canlı,kendisini insan yapan “ruh” üflenmeden önce kan dökmüş,fesad çıkarmış olabilir.Eğer durum böyleyse, melekler bu tecrübeye dayanarak bunları söylemiş olmalıdırlar.
Bu açıklamadan bir değersizleştirme indirgeme operatörü olan Darwine asla bir pay çıkmaz.”Allahu a’lem”
Yine problem cinin anlaşılıp kavranılmamasından kaynaklanan bir sebeble, küpten cin çıkarılmaya çalışılmaktadır.
Eğer insan daha önceden var idiyse,neden bir daha yaratılmasına ihtiyaç duyuldu?Yoksa bir eksiği mi kalmıştı?
Oysa insanın halifeliği,selefinden dolayıdır.Yani kendisinin selefi olan cinlerden bir topluluğun isyan etmesinden kaynaklanan ve de insana ek olarak kuvve-i akliyenin -akıl duygusunun- yanında,kuvve-i şeheviyye ve gadabiyye (istek ve kızma) duygusunun verilmesinden kıyasla ve aynı zamanda levhi mahfuzda görerek istifsar yani açıklanmasını isteme makamında Cenâb-ı Hakka cevapta bulunmuşlardır.
İnsan bir noktada tökezleyince,diğerleri kaçınılmaz oluyor.
Bizim yorumda bulunmamıza gerek bırakmadan,girdiği yolun çıkmazlığını bilmese de hissetmiş olacak veya bir kapı açmış olduğunun farkına varmış olacak ki;”Darwine pay çıkarılmamasını” ikrar etmiştir,çıkardığı paydan sonra!!!

*Sahide-547:
Önceki Âdem-in yaratılışı (nutfeden yaratıldığı iddiası ve ilk baba olmasında varılan yanlış),aynı iddianın sürdürülmesi inadına başka yanlışları da beraberinde getirmektedir.
-Zümer-6-daki;”O,sizi bir nefisten yarattı.Hem sonra onun eşini de ondan var etti.”âyeti sarih bir şekilde ilk yaratılışı belirtirken;
Kendisi buradaki Nefsin Âdem olmadığını ve dolayısıyla ondan yaratılan eşinin de Havva olmadığını ifade eder.
Kadın kaburga kemiği gibidir,zorlarsan çabuk kırılır”(Buhari ve Müslim) hadisini zikrederken bunun;”Yahudi kültüründen Araplara geçtiğini” söylemekle de Efendimize gölge düşürmüş,Yahudi kültürünün etkisinde kalarak söylemiş olacağı düşüncesinde bulunmuş olmaktadır.
Devamında yapılan,kadının hassas ve nazik olmasıyla ilgili teşbih ve yorumda bulunulabilir.Bu diğerini inkar etmeyi gerektirmez.

*Sh. 159,827.
-Suyu övmeye çalışırken, aklı ve akıllıyı yermiş olmaktadır. Şöyle ki; “Su akıllıdır, su canlıdır ve su mucizedir.”
Buradaki suyun akıllılığının izaha ihtiyacı vardır.
*Sh.168:
“ Hz. Peygamberin ardından Risalet kesintiye uğramamış , sadece ferdi risaletten içtima-i risalete geçilmiştir. “ Öyle ise sizler, hayra çağıran meşru ve iyi olanı öneren ve kötü ve yanlış olandan da sakındıran bir ümmet olun!” (sh.898/Al’ i İmran 104) Ayeti bunu ifade eder.”
Risaletin kesintiye uğramaması, vahyin devamını gerektirir.
“İçtima-i risalet” ifadesi,meseleyi izah için ihdas edilmiş bir terim olsa gerek.
Oysa peygamberimizin peygamberliği cihan-şümul olup,risalet halkası,”Hatem-ul enbiya”olmasıyla,onunla beraber son bulmuştur.
Dininin hükümleri varlığını ve geçerliliğini sürdürmektedir.
Hadisteki:”Muhakkak ki Allah bu ümmete her yüz sene de dini tecdid eden (zamanın anlayışına uygun olan hakikatları Kur’an-dan alarak aktaran) bir müceddid gönderir.”
“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.”
Bu noktada din kemale ermiş,izahı tecdid hareketleriyle devam etmektedir.

*Sahife-225:
Vakıa-79:”Ona ancak temizler dokunabilir.”
“Bu ayetin mushafa abdestli dokunmama hükmüyle herhangi bir alakası yoktur.”ifadesiyle muhalif bir hüküm belirlerken,muvafık bir görüş olarak belirtip sunmaktadır.
Oysa abdestsiz Kur’an-a dokunulamayacağı ile ilgili hükümler,kendisinin serdettiklerinden daha kuvvetli görüşlerdir.
Hükme delil getirilen Şuara 211-212. Ayetler ise,hükmü desteklememektedir.
Zaten şeytanların recmedilmelerinden dolayı oraya çıkmaları söz konusu olmadığı ve o kapı kapalı olduğu için,Cebrail-den başkasının da yani temizlerden de olsa diğer meleklerinde ona ulaşması söz konusu değildir.
Eğer bu konu insaf düsturları içerisinde ele alınmış olsaydı;meselenin fetva ve takva cihetleriyle değerlendirilmesi gerekirdi.
*Sahife-342:
“İşte alanında böylesine uzman olan Zahiri mezhebinden olan İbn Hazm bu konuda (Hz.Musa-Hızır yolculuğu konusunda) şu hükümde bulunur:”Mehdilik de,Hızır teleakkisi de Yahudi kökenlidir.Hızır ve İlyasın bu güne kadar yaşadığı varsayımı Yahudi telakkilerine dayanır.”
Meğer problemin alanı pek de genişmiş…
Bediüzzamanın şu tesbiti bir çok sorularını halledecektir;
Birinci Sual: Hazret-i Hızır Aleyhisselâm hayatta mıdır? Hayatta ise niçin bazı mühim ülema hayatını kabul etmiyorlar?
Elcevab: Hayattadır, fakat meratib-i hayat beştir. O, ikinci mertebededir. Bu sebebden bazı ülema hayatında şübhe etmişler.
Birinci Tabaka-i Hayat: Bizim hayatımızdır ki, çok kayıdlarla mukayyeddir.
İkinci Tabaka-i Hayat: Hazret-i Hızır ve İlyas Aleyhimesselâm’ın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yani bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla daimî mukayyed değillerdir. Bazan istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde ehl-i şuhud ve keşif olan evliyanın, Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı tenvir ve isbat eder. Hattâ makamat-ı velayette bir makam vardır ki, “Makam-ı Hızır” tabir edilir. O makama gelen bir veli, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bazan o makam sahibi yanlış olarak, ayn-ı Hızır telakki olunur.
Üçüncü Tabaka-i Hayat: Hazret-i İdris ve İsa Aleyhimesselâm’ın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüd ile, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letafet kesbeder. Âdeta beden-i misalî letafetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semavatta bulunurlar. Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelecek, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile amel edecek mealindeki hadîsin sırrı şudur ki: Âhirzamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı uluhiyete karşı İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılab edeceği bir sırada, nasılki İsevîlik şahs-ı manevîsi, vahy-i semavî kılıncıyla o müdhiş dinsizliğin şahs-ı manevîsini öldürür; öyle de Hazret-i İsa Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı manevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı manevîsini temsil eden Deccal’ı öldürür.. yani inkâr-ı uluhiyet fikrini öldürecek.

Dördüncü Tabaka-i Hayat: Şüheda hayatıdır. Nass-ı Kur’anla şühedanın, ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet şüheda, hayat-ı dünyevîlerini tarîk-ı hakta feda ettikleri için, Cenab-ı Hak kemal-i kereminden onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı Âlem-i Berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar.. yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar.. kemal-i saadetle mütelezziz oluyorlar.. ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kuburun çendan ruhları bâkidir, fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saadet, şühedanın lezzetine yetişmez. Nasılki iki adam bir rü’yada Cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rü’yada olduğunu bilir. Aldığı keyf ve lezzet pek noksandır. “Ben uyansam şu lezzet kaçacak” diye düşünür. Diğeri rü’yada olduğunu bilmiyor. Hakikî lezzet ile hakikî saadete mazhar olur.
İşte Âlem-i Berzahtaki emvat ve şühedanın hayat-ı berzahiyeden istifadeleri, öyle farklıdır. Hadsiz vakıatla ve rivayatla şühedanın bu tarz-ı hayata mazhariyetleri ve kendilerini sağ bildikleri sabit ve kat’îdir. Hattâ Seyyid-üş şüheda olan Hazret-i Hamza Radıyallahü Anh, mükerrer vakıatla kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi ve dünyevî işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vakıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve isbat edilmiş. Hattâ -ben kendim- Ubeyd isminde bir yeğenim ve talebem vardı. Benim yanımda ve benim yerime şehid olduktan sonra, üç aylık mesafede esarette bulunduğum zaman, mahall-i defnini bilmediğim halde, bence bir rü’ya-yı sadıkada, taht-el Arz bir menzil suretindeki kabrine girmişim. Onu şüheda tabaka-i hayatında gördüm. O, beni ölmüş biliyormuş. Benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor; fakat Rus’un istilasından çekindiği için, yer altında kendine güzel bir menzil yapmış. İşte bu cüz’î rü’ya, bazı şerait ve emaratla, geçen hakikata, bana şuhud derecesinde bir kanaat vermiştir.
Beşinci Tabaka-i Hayat: Ehl-i kuburun hayat-ı ruhanîleridir. Evet mevt; tebdil-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir. İ’dam ve adem ve fena değildir. Hadsiz vakıatla ervah-ı evliyanın temessülleri ve ehl-i keşfe tezahürleri ve sair ehl-i kuburun yakazaten ve menamen bizlerle münasebetleri ve vakıa mutabık olarak bizlere ihbaratları gibi çok delail, o tabaka-i hayatı tenvir ve isbat eder. Zâten beka-i ruha dair “Yirmidokuzuncu Söz” bu tabaka-i hayatı delail-i kat’iyye ile isbat etmiştir.”

*Sahife-424-
Tufan hadisesinin bazı zayıf görüşler doğrultusunda,genel değil de,belli bir yerde olduğu iddiasında bulunulmuş.
Ancak zayıf da olsa bu görüşte bulunanlar da vardır.

*Sahife:464:
Hz.Yusufun kardeşi Bünyamini geçerli bir yöntem,diğerlerinin reddedemeyeceği bir hile ile alışı,adeya Hz.Yusuf-un tebrie edilmesi veya O’na olumsuz gibi görünen şeyler isnad edilmemesi düşüncesiyle hilesiz,hesapsız,plansız,ilahi bir planı reddedercesine bir yorumda bulunulmuştur.
“Hz.Yusuf,kardeşine değerli bir hediye vermek istemiş,bunu ise ondan ve diğerlerinden habersiz yapmıştır. Bu,öz kardeşine bir sürpriz yapma isteğinden kaynaklanmış olabilir.Diğerlerinin kıskançlık duygularını kabartmamak için,bu durumdan onları haberdar etmemesi gayet doğal karşılanmalıdır.Onun bu tasarrufundan haberdar olmayan saray görevlileri,krala ait kayıp bir su kabı olan es-sikaye-yi ararken Hz.Yusuf-un gizlice hediye olarak koyduğu su kabı olan suva’ı bulmuş olmalıdırlar.Hz.Yusuf-un tek yaptığı,her anında ilahi müdahalenin açıkça görüldüğü bu olayın gelip dayandığı noktada,olana bitene müdahale etmemek için,işin aslını açıklamamış olmasıdır.”
Aslınca kolayca ilahi bir proğram ve Hz.Yusuf-un ailesini getirmek için meşru bir bahane ile müdahale ettiği olay,yuvasından çıkarılınca uzunca faraziyeleri de ortaya çıkarmaktadır.
Garib bir durumdur kihediyeyi vermek için,gizlice iş yapmanın ne mantığı vardır?
Oysa Yusuf-69-70.ayetler olayı açıkça ortaya koyarken,Yusuf-76-da da:”…Melik-in kanunlarına göre,kardeşini alıkoymasına imkan yoktu.Ancak Allah dilerse o başka…”
Bu konuya açıklık getiren Bediüzzaman,şu isabetli yorumuyla izah eder:
“Bir sual: “Bazen ehemmiyetli bir hakikat sathî nazarlara görünmediğinden ve bazı makamlarda cüz’î ve âdi bir hadiseden yüksek bir fezleke-i tevhidi veya küllî bir düsturu beyan etmekte münasebet bilinmediğinden, bir kusur tevehhüm edilir. Meselâ, Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm kardeşini bir hile ile alması içinde – – diye gayet yüksek bir düsturun zikri belâgatça münasebeti görünmüyor. Bunun sırrı ve hikmeti nedir?”
Elcevap: Herbiri birer küçük Kur’ân olan ekser uzun sûre ve mutavassıtlarda ve çok sayfa ve makamlarda yalnız iki üç maksat değil, belki Kur’ân, mahiyeti hem bir kitab-ı zikir ve İmân ve fikir, hem bir kitab-ı şeriat ve hikmet ve irşad gibi, çok kitapları ve ayrı ayrı dersleri tazammun ederek rububiyet-i İlâhiyenin herşeye ihatasını ve haşmetli tecelliyatını ifade etmek cihetiyle, kâinat kitab-ı kebîrinin bir nevi kıraati olan Kur’ân, elbette her makamda, hattâ bazen bir sayfada çok maksatları takiben marifetullahtan ve tevhidin mertebelerinden ve İmân hakikatlerinden ders verdiği haysiyetiyle, öbür makamda, meselâ zâhirce zayıf bir münasebetle başka bir ders açar ve o zayıf münasebete çok kuvvetli münasebetler iltihak ederler, o makama gayet mutabık olur, mertebe-i belâgatı yükselir. “

*Sahife-15,483:
Müddessir-1- Elmalı mealinde:”Ey bürünüp örtünen.”
Hocanınkinde ise;”Sen ey içine kapanan kişi.”
Yorumlar tamamen gerçekten uzaklaşarak,lafız odaklı yorumlardır.
Lafızlar irdelenerek netice alınılmaya çalışılmaktadır.Bu da manayı setretmekte,yuvasından çıkarmaktadır.
Tıpkı:””İçine kapanan “ifadesinde,dışa kapalı,böylece içine kapalı,soyutlanmış bir kişi olduğu hissi verilmektedir.

*Sahife-534:
Lokman-34-“Yağmurun yağdırılması konusunda bilgiyi Allaha hasreden bir mana yoktur.Aynı şey bir sonraki “Rahimlerde yer tutanı o bilir.”cümlesi içinde geçerlidir.Diğer üç husustaki bilgi Allah-a tahsis edilirken,bu iki husus tahsis olmadan zikredilir.”
Âyetin sonunda zaten;”Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilir,her şeyden haberdardır.
Buradaki her şeyi bilmesi ve her şeyden haberdar olması,hepsini de kapsamaktadır.
“Ve Biz, semadan takdir edilmiş miktarda su indirdik. Böylece onu(nla) yeryüzünde (göller, nehirler, denizler) oluşturduk. Ve muhakkak ki Biz, onu elbette (buharlaştırarak) gidermeye kadiriz.”
Buradaki kader,ilim nevinden olup,ilmi çerçevesinde indiğini ifade etmektedir.
“Hem biz gökten bir su indirdik de orada her güzel çiftten (veya her hoş çeşitten) bitkiler yetiştirdik.”
Zaten atıf harfi kendisini öncekine bağlamış,oradaki bilgi manasını vermiş olmaktadır.
Makam gereği inen şeyler miktar ile takdir edildiğinden,sonuç olarak o da ilim ile bağlantılıdır.
Kıyametin kopma saatini bilmek,ana rahmindeki çocuğun said mi şaki mi olduğunu bilmek gibi,yağmurun miktarını bilmek de bir ilim iledir.
Bediüzzaman tesbitinde;
“Mugayyebat-ı Hamse”ye dair Sure-i Lokman’ın âhirindeki âyetin hakkında mühim sualinize gayet mühim bir cevab isterken, maatteessüf şimdiki halet-i ruhiyem ve ahval-i maddiyem o cevaba müsaid değildir. Yalnız sualinizin temas ettiği bir iki noktaya gayet mücmel işaret edeceğiz. Şu sualinizin meali gösteriyor ki, ehl-i ilhad tarafından tenkid suretinde mugayyebat-ı hamseden yağmurun gelmek vaktine ve rahm-ı maderdeki ceninin keyfiyetine itiraz edilmiş. Demişler ki: “Rasadhanelerde bir âletle yağmurun vakt-i nüzulü keşfediliyor. Onu da, Allah’tan başkası da biliyor. Hem röntgen şuaıyla rahm-ı maderdeki ceninin müzekker, müennes olduğu anlaşılıyor. Demek mugayyebat-ı hamseye ıttıla kabildir?”

Elcevab: Yağmurun vakt-i nüzulü bir kaideye merbut olmadığı için, doğrudan doğruya meşiet-i hâssa-i İlahiye ile bağlı ve hazine-i rahmetten hususî iradeye tâbi’ olduğunun bir sırr-ı hikmeti şudur ki: Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymetdar mahiyet; nur, vücud ve hayat ve rahmettir ki, bu dört şey perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i İlahiye ve meşiet-i hâssa-i İlahiyeye bakar. Sair masnuatta zahirî esbab, kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete hicab oluyor. Fakat vücud, hayat ve nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünki perdelerin sırr-ı hikmeti o işde cereyan etmiyor. Madem vücudda en mühim hakikat, rahmet ve hayattır; yağmur, hayata menşe ve medar-ı rahmet, belki ayn-ı rahmettir. Elbette vesait perde olmayacak. Kaide ve yeknesaklık dahi, meşiet-i hâssa-i İlahiyeyi setretmeyecek; tâ ki her vakit, herkes, herşeyde şükür ve ubudiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir kaide dâhilinde olsaydı, o kaideye güvenip şükür ve rica kapısı kapanırdı. Güneş’in tulûunda ne kadar menfaatler olduğu malûmdur. Halbuki muttarid bir kaideye tâbi’ olduğundan, Güneş’in çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî o kaidenin yoluyla yarın Güneş’in çıkacağını bildiği için, gaibden sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz’iyatı bir kaideye tâbi’ olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ı İlahiyeye ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî, vakt-i nüzulünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hâssa telakki edip hakikî şükrediyorlar.
İşte bu âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzulünü, mugayyebat-ı hamseye idhal ediyor. Rasadhanelerdeki âletle, bir yağmurun mukaddematını hissedip vaktini tayin etmek, gaibi bilmek değil, belki gaibden çıkıp âlem-i şehadete takarrübü vaktinde bazı mukaddematına ıttıla suretinde bilmektir. Nasıl, en hafî umûr-u gaybiye vukua geldikte veyahud vukua yakın olduktan sonra hiss-i kabl-el vuku’un bir nev’iyle bilinir. O, gaybı bilmek değil; belki o, mevcudu veya mukarreb-ül vücudu bilmektir. Hattâ ben kendi a’sabımda bir hassasiyet cihetiyle yirmidört saat evvel, gelecek yağmuru bazan hissediyorum. Demek yağmurun mukaddematı, mebadileri var. O mebadiler, rutubet nev’inden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin gaibden çıkıp daha şehadete girmeyen umûra vusule bir vesile olur. Fakat daha âlem-i şehadete ayak basmayan ve meşiet-i hâssa ile rahmet-i hâssadan çıkmayan yağmurun vakt-i nüzulünü bilmek, ilm-i Allâm-ül Guyub’a mahsustur.
Kaldı ikinci mes’ele: Röntgen şuaıyla rahm-ı maderdeki çocuğun erkek ve dişisini bilmek ile وَ يَعْلَمُ âyetinin meal-i gaybîsine münafî olamaz. Çünki âyet yalnız zükûret ve ünûset keyfiyetine değil, belki o çocuğun acib istidad-ı hususîsi ve istikbalde kesbedeceği vaziyetine medar olan mukadderat-ı hayatiyesinin mebadileri, hattâ sîmasındaki gayet acib olan sikke-i Samediyet muraddır ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâm-ül Guyub’a mahsustur. Yüzbin röntgen-misal fikr-i beşerî birleşse, yine o çocuğun umum efrad-ı beşeriyeye karşı birer alâmet-i farikası bulunan yalnız hakikî sîma-yı vechiyesini keşfedemez.
Nerede kaldı ki sîma-yı vechî sikkesinden yüz defa daha hârika olan istidadındaki sîma-yı manevîyi keşfedebilsin.
Başta dedik ki: Vücud ve hayat ve rahmet, bu kâinatta en mühim hakikatlardır ve en mühim makam onlarındır. İşte onun için o câmi’ hakikat-ı hayatiye, bütün incelikleriyle ve dekaikiyle irade-i hâssaya ve rahmet-i hâssaya ve meşiet-i hâssaya bakmalarının bir sırrı şudur ki: Hayat, bütün cihazatıyla ve cihatıyla şükür ve ubudiyet ve tesbihin menşe ve medarı olduğundandır ki, irade-i hâssaya hicab olan yeknesaklık ve kaidelik ve rahmet-i hâssaya perde olan vesait-i zahiriye konulmamıştır.
Cenab-ı Hakk’ın rahm-ı maderdeki çocukların sîma-yı maddî ve manevîlerinde iki cilvesi var:
Birisi: Vahdetini ve Ehadiyetini ve Samediyetini gösterir ki, o çocuk âza-yı esasîde ve cihazat-ı insaniyenin enva’ında sair insanlarla muvafık ve mutabık olduğu cihetle, Hâlık ve Sâni’inin vahdetine şehadet ediyor. O cenin bu lisan ile bağırıyor ki: “Bana bu sîma ve âzayı veren kim ise, bütün esasat-ı âzada bana benzeyen bütün insanların sâni’i dahi O’dur. Ve hem bütün zîhayatın sâni’i O’dur.”
İşte rahm-ı maderdeki ceninin bu lisanı, gaybî değil, kaideye ve ıttırada ve nev’ine tâbi’ olduğu için malûmdur, bilinebilir. Âlem-i şehadetten âlem-i gayba girmiş bir daldır ve bir dildir.
İkinci cihet: Sîma-yı istidadiye-i hususiyesi ve sîma-yı vechiye-i şahsiyesi lisanıyla Sâni’inin ihtiyarını, iradesini ve meşietini ve rahmet-i hâssasını ve hiçbir kayd altında olmadığını, bağırıp gösteriyor. Fakat bu lisan, gayb-ül gaybdan geliyor. İlm-i ezelîden başkası, kabl-el vücud bunu göremiyor ve ihata edemiyor. Rahm-ı maderde iken bu sîmanın binde bir cihazatı görünmekle, bilinmiyor!
Elhasıl: Ceninin sîma-yı istidadîsinde ve sîma-yı vechiyesinde hem delil-i vahdaniyet var, hem ihtiyar ve irade-i İlahiyenin hücceti vardır.”

*Şefaat:(552)
Zümer.43.”Yoksa onlar,Allah-ı bir tarafa bırakıp da (hayali) şefaatçiler mi buldular!”
-Sadeleştirilen Elmalı mealinde ise:”Yoksa Allahtan başka şefaatçiler mi edindiler?
Burada adeta Allaha karşı taraf olma,rakib durumda gibi gösterilmeye çalışılmış,diğer âyet ve hadislerin önü kapatılarak açıklamasında;
“Tüm şefaat ayetleri bu âyet ışığında anlaşılmalıdır.”diyerek,âyetin mâna ve hükmünü takyid etmiş,kısırlaştırmıştır.
*Şefaat yoktur,diyenler;Allahın iznine aid bir tercihi de,Allah-dan alma gibi bir tavır içerisine girmiş olmaktadırlar.
*Gerçek din budur,demek veya doğru bildiğimiz yanlışlar-deyib de,şimdiye kadarki yaşanan dinin gerçek bir din olmadığını veya 1400 senedir bilip yaşadığımızı yanlış olarak değerlendirmek,bu sadece insanlara bir hakaret değil,Allaha ve rasulüne de bir ithamdır.
Şöyle ki;Allah ve Rasulü kendilerini ifade edememişler,açık ve net açıklayamamışlar, insanların yanlış anlayıp düşünerek yaşadıklarının yanlış olup, yanlışa yönlendirdiğini iddia etmek demektir.

*Sh.71-
Ebu Leheb-in karısının “odun hamallığını”izah ederken;”Karısı da;o odun hamalı olan (karısı)”;ya da bunu laf taşımaktan kinaye sayarak;”Laf taşıyan (karısı) “En’am.31 âyetini delil getirmiştir.
Veya kitap yüklü merkeplerde diyebilirdi;yani her yüklenmeyi ona isnad ettirebilirdi.
Ancak böyle bir laf taşımadan ziyade ortada dikenli dalları taşıma söz konusudur.Vakıa budur.Laf taşıma gibi bir durum var mıydı?
Veya Bursevi-nin tasavvufi tefsirinde;Fir’avun nefse,Musa kalbe benzetilmiştir.
Burada biraz zorlanma görülmektedir.

*Sh.73-
Tayr,kuş diğer ifadeyle ebabil kuşları;”onların üzerine katar katar bilinmeyen nitelikte uçan taşıyıcı varlıklar saldı.”(Fil.3)
Elmalı mealindeki karşılığı ise;Üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi.”
Manayı meçhullendirmekle kalmamış,tayr-ı;”Volkanik bir püskürtünün yakıp kavuran lavlarıdır.”yorumuyla da mana gizlenmiştir.
Adeta normal bir volkanik patlama diye nitelendirilmektedir.

Not: Meali okumadan önce işin bu kadar ciddi olacağını hiç düşünmemiştim.
İstifade ettiğim tenkit ettiğimden az değil. Ancak vereceği zarar faydasından daha büyük zarardır.

MEHMET ÖZÇELİK
20-05-2012




ZULÜMLE BERBAD OLAN İSRAİL

ZULÜMLE BERBAD OLAN İSRAİL
*Zulüm bir yandan kendisini boğacak kanını elde ederken,diğer yandan sönmüş ve sönük.küllenmiş ve donuk duyguları harekete geçiriyor.
Hadiste:-Ez zâlimu seyfullah yentekimu bihi sümme yuntekemu minhu.-
-Zalim Allahın kılıncıdır,onunla intikam alır,sonra dönülür ondan intikam alınır.-
*İşte İsrail ve Işid,filistine vuruyor.Işid kimin işi?
*Hitler Yahudilere zulmetti,Kader ise adalet etti.
-“Hani Rabbin meleklere, ben yeryüzünde mutlaka bir halife yaratacağım demişti. Demişlerdi ki: Orada bozgunculuk edecek ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Biz, sana hamd ederek noksan sıfatlardan arılığını söylemede, seni kutlamadayız ya; ben, sizin bilmediğinizi bilirim demişti.”

Meleklerin bu dediği,fesad çıkaracak,kan dökecek varlıklar’
Yeminle ifade edebilirim ve de kefaret gerekmeksizin söyleyebilirim ki; BUNLAR YAHUDİLERDİR.
MELEKLER BİLE ONLARIN ALEYHİNDE,ONLARA LANETTE…
-“ Haziran ayından bu yana Irak’ın önemli şehirlerinin kontrolünü ele geçiren IŞİD, Filistin bayrağı yaktı. Suriye’nin Halep kentinde oldukları anlaşılan IŞİD militanlarının Filistin bayrağını tekbirler eşliğinde yakmaları dikkat çekti.”
Işid- de israilin sağ koludur.
Orta doğudaki Işid çıkışı İse,tıpkı hariciler gibi.
-“ABD Ulusal Güvenlik Dairesi eski çalışanı Edward Snowden, IŞİD adlı terörist grubu kuran üç istihbarat örgütünü açıkladı.
FarsNews’te yer alan bir habere göre; ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı ve ABD Ulusal Güvenlik Dairesi eski çalışanı Edward Snowden, Amerika, İngiltere ve İsrail istihbaratlarının, terörist Irak Şam İslam Devleti’ni (IŞİD) kurmak için beraber çalıştıklarını iddia etti.
Snowden; ABD, İngiltere ve İsrail istihbaratlarının dünyadaki bütün terör aşırılıklarını “The Hornet’s Nest” yani “Eşekarısı Yuvası” adlı bir strateji ile bir araya getirmeye çalıştıklarını ifade etti.
Eski ajan; İsrail’i korumak için tek yöntemin, Ortadoğu’da İsrail’le fikirleri ters olan grupları kendi kontrollerinde tutarak ,İslam’a karşı yeni düşmanlar yaratmaktan geçtiğini belirtti.
Ayrıca söz konusu haberde, ABD istihbaratına dayandırılan bilgiyle beraber şu ifadeler yer aldı: “IŞİD lideri Ebubekir El Bağdadi bir yıl boyunca MOSSAD tarafından yoğun bir askeri eğitim , Din’i kurslar ve konuşma becerisi kursları aldığı meydana çıktı”
*İçten Türkiye-yi kuşatamıyanlar,dışarıdan ve çevreden yıpratmaya çalışmaktadırlar.
* DUYGUSUZLAŞTIRILMIŞLARDANMIYIZ?
-Arap dünyası,İslam dünyası büyük bir sınav vermektedir.
İslam dünyası israilin yaptıklarına sessiz hatta alkışlamakta ve destek olmaktadır.
*İsrailin yaptığı bu zulümler içte ve dışta ve de dünyada bir yandan kirli çamaşırların ortaya çıkmasına sebeb olmakta,bir yandan da ehli imanın ittifakına ve ittihad-ı islâmın ne kadar gerekli olduğunu göstermektedir.
*’2023′te İsrail olmayacak!’/Kissinger: 10 yıl içinde İsrail olmayacak.
-“ABD’nin 17 istihbarat örgütünün yaptığı açıklamalarda 2020′den sonra İsrail’in olmayacağını söylemektedir.
-Şeyh Ahmet Yasin-de aynı tesbitte bulunmakta.2021-25 yılları arasında israilin olmayacağını bildirmektedirler.
*”İsrailli milletvekili Ayelet Şaked’in Facebook’ta Filistin halkını düşman ilan edip “Filistinli anneler de oğulları gibi ölmeliler” sözlerini paylaşması büyük tepki çekti.
İsrail Parlamentosu’nun aşırı dinci Evimiz Yahudi Partisi üyesi Ayelet Şaked (38), Filistin halkına savaş ilan ettiği sözleriyle büyük tepki çekti. Şaked, önce Facebook’taki kişisel sayfasına şöyle yazdı: “Bu bir savaş, teröre, aşırılığa ve hatta Filistin yönetimine karşı verilen bir savaş değil. Aslında bu iki kişi arasında gerçekleşen bir savaş. Düşman kim? Filistin halkı. Neden? Bu savaşı çıkarttıkları için onlara sorun”.
Bu sözlerden bir hafta sonra İsrailli üç gencin ölümüne “misilleme” olarak Filistinli 17 yaşındaki bir genç Doğu Kudüs’te kaçırılıp diri diri yakıldı. Şaked, geçen pazartesi ise Facebook’tan İsrailli gazeteci Uri Elitzur’ın şu sözlerini paylaştı: “Bütün teröristlerin arkasında onları destekleyen onlarca kadın ve erkek var. Hepsi bizim düşmanımız ve onların kanı elimizde olmalı. Bu oğullarını çiçeklerle cehenneme yollayan anneler için de geçerli. Onlar da oğullarının izinden gitmeli. Yılanların yetiştikleri evler de yıkılmalı ki, daha fazla yılan yetişmesin.”
*Bununla kalmamışlar ve;”Müslüman kadının karnına ateş et, bir kurşun ile iki can” diye tişört yaptırmışlar.
*”Haham Dov Lior, İsrail ordusuna verdiği mesajında ‘Keşke tüm Filistinlileri öldürseler. Gazze’yi tamamıyla yok etseler.’ İfadelerini kullandı. Acımasız İsrail ordusunun yaptığı katliamlara ve akıttığı kana doymayan Lior, Tevrat’taki ‘savaş’ kavramına dikkat çekerek, ‘Tevrat bize, savaşlarda nasıl muamele edeceğimizi öğretiyor’ diyerek yaptığı ırkçı açıklamaları tevrata isnad etti.
Lior, İsrail haber portallarına verdiği röportajda, Kassam Tugayları’nın Gazze halkı içinden çıktığını hatırlatarak, ‘Bu askerler Gazze halkının içinden çıkmışsa bütün Gazze bizim için düşmandır. Her birisini öldürmeliyiz, Kassam ile savaş halinde olduğumuz için Gazze halkının elektriğini kesmek, onlara her türlü zulüm ve baskı uygulamak mübahtır, onlar bunu hakediyor’ şeklinde konuştu.”
-Başbakan Erdoğan, “terör devleti” diye nitelediği İsrail’in Ramazan ayında Gazze’ye saldırdığını ve masum insanları katlettiğini söyledi. Bir İsrailli kadın milletvekilinin de çıkıp “Bütün Filistinli anneler ölmeli” dediğini hatırlatan Erdoğan, Hitler’den dem vuran İsrail’in barbarlıkta onu geçtiğini söyledi.”
*”Gazze’deki soykırıma karşı vicdanını ilikleyen Batı dünyası, İsrail terörünün protesto edilmesine bile izin vermiyor. ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa gibi ‘medeni’ ülkeler iki haftadır bebek, çocuk ve kadın ayırımı yapmadan Filistinlileri katleden barbarlara toz kondurmuyor. Bundan cesaret alan Netanyahu, Erdoğan’ı yine ABD’ye şikayet etti. BM’nin harekete geçmesini bloke eden Amerikan yönetimi, bütün kurumlarıyla İsrail’i korumaya aldı. Medyada eleştirel tek satıra bile izin verilmiyor. Fransa’da Gazze protestolarına katılan 38 kişi tutuklanırken İngiltere Başbakanı, ölen İsrailli askerler için başsağlığı diledi. Kızılhaç ise Filistinliler yerine Yahudilere yardım ediyor.”
*İsrailli akademisyen Dr. Mordechai Kedar, İsrailli üç gencin cesetlerinin bulunduğu 1 Temmuz’da bir radyo programında “Teröristleri caydıracak tek şey, mesela gençleri kaçırıp öldürenleri, onların annelerine veya kız kardeşlerine tecavüz etmek” dedi.
Arllan Üniversitesi’nde öğretim görevlisi Kedar’ın, katıldığı “Hakol Diburim” adlı programda, “Hamas liderlerini caydıracak tek şey kafaları ve omuzları arasındaki bağlantıyı tehdit etmek” sözleri üzerine sunucu Yossi Hadar, “Peki sizce bu Hamas’ın rütbelerinde elenmeye yardımcı olur mu?” sorusunu sordu.
Kedar ise soruyu şu şekilde yayınladı: “Hayır, çünkü aşağılara indikçe anlayış tamamen farklı. “Teröristleri caydıracak tek şey, mesela gençleri kaçırıp öldürenleri, onların annelerine veya kız kardeşlerine tecavüz etmek. Ne yapacaksınız, bu içinde yaşadığımız kültür.”
Programın sunucusu Yossi Hadar, Kedar’ın sözlerinin ardından şaşkınlığını gizleyemedi ve “Biz böyle önlemler alamayız tabii ki” dedi. Kedar ise düşüncesini, “Ben ne yapmamız veya yapmamamız gerektiği hakkında konuşmuyorum. Ben gerçekler hakkında konuşuyorum. Bir intihar bombacısını caydıracak tek şey, eğer bu eylemi gerçekleştirirse kız kardeşinin tecavüz edileceğini bilmek. Yalnızca bu şekilde o terörist evine döner ve kız kardeşinin onurunu korumak” sözleriyle savunmaya devam etti. İfadeleriyle İsraillilerin de tepkisini çeken Kedar, konu hakkında yorum yapmayı reddetti. (Haaretz)
-*”Başbakan Erdoğan, Şaron’un İsrail’in başında bulunduğu dönemde bir İsrail ziyareti yaptığını belirterek, şunları kaydetti:
“Bu İsrail ziyaretinde konuşuyoruz, hiç unutamıyorum o zaman Ariel Şaron’un şu ifadesi çok manidardı. ‘Hayatımda en mutlu olduğum an, Filistin topraklarında tankların üzerinde Filistinlileri öldürmekti’ dedi. Şok oldum, dedim ‘Ne diyorsun sen ya?’ Bununla mutlu olunur mu? Bununla şeref duyulur mu? Ama bak 6-7-8 yıl biliyorsunuz nasıl yaşadı. Çünkü o mazlumların ahı yerde kalmayacaktı.”
Aynı şeyi yine bir başka İsrailli’den dinlediğini vurgulayan Erdoğan, “İsmini onun da ayrıca veremeyeceğim. O da ‘tanklarla gireceğiz’ dedi. Bunlar aynı kafada çünkü genler aynı, bunların genlerinde ne yazık ki ciddi manada Müslüman düşmanlığı var. Onlar ahlaklarının meşreplerinin gereğini yapıyorlar” diye konuştu.”
-İslâm dünyası tükürse,tükürüğünde boğacağı israilin başarısının ve varlığının sırerı nedir denilirse?
-” Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeğe müstehak olmuşlar. Fakat bu Filistin mes’elesinde, hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi değil, belki Enbiya-i Benî İsrailiyenin mezaristanı olan Filistin o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle bir cihette bir ehemmiyetli hiss-i millî ve dinî olmasından çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa koca Arabistan’da az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete girecekti.”
MEHMET ÖZÇELİK
26-07-2014