K Ü T Ü P H A N E

K Ü T Ü P H A N E

İnsanlık hayatı kitapla başlar ve kitapla noktalanır. Kur’an-ın ilk emri”Oku”dur. İşte bu ilahi kaynağın esasındandır.

Bizlerde o kitaplara göre hayatımızı kitaplaştırmalıyız. Zira her bir insan okunulacak veya okunulması gereken bir kitaptır. Okuduğu sürece..okuyan okunulur.

Bizler kültürümüzü hep kitaplarla süsledik. Sürekli o süs bizden,bizler o süsten hep koparıldık ve şimdi de koptuk.

Lüzumluluğuna binaen matbaanın kurulması Şeyhul İslâm Abdullah Efendinin bir fetvasıyla,birkaç asırdır gerçekleşmiş[1] olmasına rağmen,istifade yeterli olmamıştır.

Medeniyetin matbaası,Bilgisayarı,İnterneti,fotokopisi,faksı gibi tüm imkanları olan bizler,bu imkanlardan mahrum olanlara bile yetişemedik. Yoksa bu gidişle yetişemeyecek miyiz?

İlim-kültür-kütüphane;bunlar birbirinden ayrılması mümkün olmayan değerlerdir.

Çocuğun hayatını kitaplar fethetmeli,eğlenceler işgal etmemelidir.

Hayatımızdan kitap çıkarsa,hayat da çöker. İşte çöküntülerimiz=

-Moğol istilasında Bağdat yakılmış,kitaplar ve kütüphaneler nehirlere dökülerek aylarca su yerine mürekkeb akmıştır. Hafızamız kaybettirilmiş.

-Bir gün Adıyaman-da kütüphane müdürü arkadaşımızın ibretli hatırası bizi düşündürmüştü. bizi kütüphaneye çağırarak,bir odayı açıp,torbalarda dolu olan kitapları göstererek olayın iç yüzünü şöyle anlatmıştı;

Bu torbadaki kitaplar Adıyaman-ın ilk okulu olan Cumhuriyet İlkokulunun çatısında bulunup getirilmiş. Torbanın birisini açıp baktığımızda özellikle Tefsir,hadis,fıkıh gibi kitapların olduğunu gördük.

Daha bunların az bir kısmı olduğunu,daha önceki müdürün İstanbula tayini çıkıp giderken yanında benimdi diyerek götürdükleri de cabası..

-Cumhuriyetin ilk dönemlerinden itibaren,bir asra yaklaşan dönem içerisinde insanlar okumaktan men edilip yasaklanmış,böylece ya yakılıp imha edilmiş veya toprağa gömülmüş veyahut çatı gibi gizli yerlere saklanarak muhafaza edilmeye çalışılmıştır. Okuyanlar cezalandırılmış,hapse atılmıştır.

Masumane insanların okudukları masumane kitaplar suç organı sayılmış,suçlu ilan edilmiş.

-Yatılı okulda,Karslı bir talebemin babası ziyarete gelmişti. konuşma esnasında adam şunu anlattı;

Hocam,ben İstanbul-da bir müteahhidin yanında ustalık yapmaktayım. Bir gün deniz kenarında bir paşanın yaptırdığı kütüphanenin yerine Apartman inşa edecektik.

Müteahhit bana,bizim bu kitaplarla uğraşacak zamanımız yok. Sen gizlice bu kitapları denize dökersin,burayı hemen yıkar,yerine binanın temelini atarız.

Ancak buna vicdanım razı olmadığından,İstanbulun birkaç camisine giderek imamlara yarın erkenden-arkadaşlarına da söyleyerek-gelmelerini,kendilerine bu kitapları dağıtacağımı söyledim.

Ertesi gün gittiğimde,büyük bir kalabalıkla karşılaştım. Kütüphaneyi açarak,kasa kasa kitapları onlara verdim. kendimde hatıra olarak büyük bir uzunlukta ve kalınlıkta bir kitabı aldım,diye anlatmıştı.

Son anda önlenen büyük bir dehşet ve vahşet.. ya engellenmeyen ve engellenemeyenler?

-Kayseri’de bir gün bir halifleksçi arkadaş,babalarından kalan eski kitapları vermek üzere çağırmıştı. Geciktirmeden birkaç arkadaş kalkıp gittik işyerine. Büyükçe bir sandığın dibinde birkaç kitapla karşılaşınca,biraz da şaşırarak;Hepsi bunlar mı?dediğimizde bizlere şöyle demişti;

“Bu sandık doluydu. Atölyede sobada yakıyoruz. Bunlar kaldı.”

Bizleri de yakan bu söze karşı,bir kaçını da kurtararak,yanık ve hazin olarak oradan ayrıldık.

Yakılan,yanan ve yandırılan bir tarih…

-Bin yıllık bir tarihi ve dili harf inkilabıyla devirdik. Ve kalan mirasımızı balyalarla,vagonlarla Bulgaristana kağıt fiyatına sattık. Oda okkası üç kuruş 10 paraya sattık [2]Kağıt kadar da kıymet vermedik. Kese kağıdı yaptık. Yapılan inkilapla muhteşem bir mazi ters yüz edildi. Birikimler heba edildi,bitirildi.

İnkilap uğruna yitirilen,sökülen değerler…

-Odasının her tarafı kitaplarla kaplı İbrahim Hakkı-ya bunları nasıl elde ettiği sorulduğunda;derinden derine,hüzünle ve ağlayarak içini çekip;

Yakılmak üzere meydana konulan kitaplardan yanmayıp da kurtarabildiğim az bir kısmıdır.”der.

Yakılan,yıkılan,bitirilmeye çalışılan bir tarih…

-Yüzlerce örnekleriyle beraber,bizlerin ilgisizlik ve bilgisizliği de yara üzerine dökülen bir kezzab durumundadır.

İnsanlara değerlerimiz,her şeyimizi,milletlere arşivlerimizi,hafızalarımızı çalmayı kim öğretti? Kimden öğrenildi?

İnsanlar ya kahvelerden veya oyun salonlarından kütüphanelere çekilmeli veyahut da kahvehaneler birer kütüphane haline getirilmelidir.

Doğunun sıkıntısı bununla giderilebileceği gibi,batının ekonomi ve tekniği de bununla kalkındırılabilecektir.

İşte güzel bir uygulama;”Ürgüplü kütüphane memuru Mustafa Güzelgöz 1952-de merkeple köy köy gezici kütüphaneleri uyguluyordu.”[3]

Gelmeyene gidilmeli.

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bkn.Babinger Stanbuler Bachwesen,Leipzig,1919.Sh.9,Diyanet Der.Eylül.1991,sayı.9,sh.6.

[2] İnönü dönemi. A.Dilipak.269.

[3] Bkn.Zaman gaz.31-03-1995.




İNSANLAR EŞİT DEĞİL

İNSANLAR EŞİT DEĞİL

İnsanlar aynı tornadan çıkmış değillerdir. Bu farklılık,farklılığındandır,eksikliğinden değil.

Eğer insanların bir birinden farklılığı eşitsizlik olarak addedilecek olursa; Dört ayaklı varlıklarla insanların mahkemelik ve onların insanlardan davacı olması gerekir.

Sınıftaki öğrencilerin farklılığı,bir yandan onların farklılıktaki zenginliklerinden olmakla beraber,kabiliyetlerini farklı geliştirmelerindendir.

Farklılıklar;sınıflar arası soru farklılığındandır. Neticede imtihan devam etmektedir.

Devlet kademelerindeki farklılık eşitsizlik olmayıp,adaletin ta kendisidir. Vali ile kapıcısı eşit mi olmalı? Eşit mi kalmalı? farklılık devam mı etmeli? Ta ki kabiliyetler tezahür etsin..

Bütün insanların giyimde,yiyim de,yaşadıkları ev şekillerinde ,her şeyde,işlerinde,geliş ve gidişlerinde,vs,vs..eşitliğin olduğu bir dünya; sessiz ve sakin bir mezar hayatı olur. Orada kimse konuşmamakta,herkes suskun. Bir değişiklik ve farklılık yok.

Eşitlik;hukukta ve adalette olub,onun dışındaki eşitlik ve eşitleme adaletsizliktir. Seviye ile seviyesizlik,seviyeli ile seviyesiz bir birinden tefrik edilmelidir. Oda farklı kabiliyetlerin devreye girmesi ile mümkün olur.

13-12-98

MEHMET ÖZÇELİK




İNSAN VE YARATILIŞI

İNSAN VE YARATILIŞI

“İnsan,Cenâb-ı Hakkın antika bir sanatıdır.”

Muamma ve meçhul varlık insan.

İnsan maddesi ve manasıyla en mükemmel bir varlık. Ancak gerçek mahiyeti ebede uzanan manevi boyutuyladır.

Kapsamlı,kabiliyetli tek varlık. Kendisine eşyanın isimlerinin talim edilmesiyle ayırabilen,fark edip kıymetlerini takdir edebilen tek varlık.

Kendini çözemeyen insan kainattaki ortaya çıkan harikalıkları görmekle de harika mahiyetini anlayabilir. Kainatta,kendi galaksimiz içerisinde güneşimiz ve ondan büyük 200 milyar tane bulunmaktadır. Bize en yakın olan Andromeda galaksisinin ışığı bize 2,2 milyon sene de ancak ulaşabilmektedir. Ve bunun gibi milyonlarca bulunmaktadır.

İnsan ise onların içerisinde bir toz ve bir nokta gibi kalmaktadır. Değer itibariyle ise hepsinden daha büyüktür. Çünkü kainat fabrikası her bir çarlıyla dev bir fabrika olarak çalışması insanı netice vermektedir. O halde netice vasıtalardan daha kıymetli ve büyüktür.

O yıldızlar milyarlarca yıl yaşarken insan 60 yıl gibi ortalama bir hayat sürmektedir. Bu hayat sırf gübre halini almak için diğer varlıklarla aynı seviyede kalması düşünülemez.

Biz bu dünyaya gelmeden bize burayı hazırlayan zat,buradan da gideceğimiz yeri hazırlayan zat olacaktır.

Umum varlıklar içerisinde en önemli bir kul oluşundandır. Tabiri caizse;Allah’ın adam yerine koyduğu,onun kelâmını düşünebilen tek muhatab olması…

En büyük ve parlak bir varlık olan güneş de Allah’ın (Cemal,Azim gibi) sekiz ismi görülürken,insanda bin bir ismi temaşa edilen ve görülen okyanus misal bir varlık olması. Ona ayinedarlık etmesi…

Cenâb-ı Hakkın kudretiyle en güzel bir surette,Kur’an-ın ifadesiyle:”Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.”[1] ayetinin görüldüğü tek varlık.

Cenâb-ı Hakkın rahmetinin hazinelerini,nimetlerinin kıymetini en ince ölçülerle ölçen,ince ölçülere sahib tek varlık.

Nihayetsiz nimetlere en ziyade muhtaç olanı,muhtaçlığında,ihtiyacının çokluğunda zengin olan bir varlık. Zira bir hizmetçinin ihtiyacı ile,bir cumhurbaşkanının ihtiyacı bir değildir. İkincisinin ihtiyacının çokluğu onun kıymet ve büyüklüğünden ileri gelir. Bunun gibi de bir koyuna bir-iki yiyeceğin olması yeterken,insan kıymetliliğinden çok şeye muhtaç.

Büyük emanet denilen Emanet-i Kübra’yı yüklenen tek varlık. Kur’an-ın ifadesiyle:”Biz emaneti,göklere,yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi (bununla beraber onun hakkını tam yerine getirmedi.) Çünkü o,çok zalim,çok cahildir.”[2]

Yani Kur’an,İman,Din,sorumluluk gibi yükleri yüklenmekle cennet veya cehenneme namzed bir varlık. Küçük duygu ve kabiliyetleriyle Allah’ın sonsuz sıfatlarını,işlerini ve tecellilerini ölçebilen tek varlıktır o…

İnsan nefis ve şeytanı dinlerken zalim,Cenâb-ı Hakkın emirlerini unuttuğundan ve hayat şartlarını bilemeyip,öğrenmeye muhtaç olarak,her ne kadar öğrenirse öğrensin yine de bazı şeyleri bilmemesiyle de çok cahildir. Bununla beraber Hak ve Kur’an-ı dinlemesiyle de en mükerrem bir varlıktır.

İnsan yer yüzünün halifesi olup,seçkin olmasıyla meleklere karşı tercih edilerek,melekler tarafından secde ve hürmet edilen varlıktır o…

İnsan garib ve acib cevherlerden yapılmış Cenâb-ı Hakkın antika ve harika bir varlığıdır. Mesela;İnsan,garib cevherlerden yapılmış bir binayı görse;onun cevherlerinin bir kısmı Çin’de,bir kısmı Endülüs’de,Yemen’de,Sibirya’dan başka yerde bulunmuyor. Elbette bu mükemmel bir ustanın varlığını gösterir.

İşte her bir hayvan Allah’ın ilahi bir sanatıdır,sarayıdır. Özellikle insan,onun vücud binasının bir kısmı ruhlar aleminden,Misal aleminden,levhi mahfuzdan,diğer bir kısmı da hava aleminden,ışık ve elementler aleminden gelmiş ve istekleri ebede ve sonsuzluğa uzanan bir varlıktır.

Kâinatı bir ağaca benzetirsek;insan o ağacın en mükemmel bir meyvesidir. Peygamber Efendimiz açısından bakacak olursak hem çekirdeği,hem meyvesi, yani hem başlangıcını,hem de neticeyi oluşturmaktadır.

Dünyada kendisine,diğer varlıklardan farklı olarak yapılan ikrama karşı,ahirette de ebedi olarak ikram edilecek ebedi bir misafirdir o…

Böyle bir insanda iki yön vardır: Biri;kulluğu,gerçek yaratılış sebebi,yaratılmasındaki gaye olan yaratıcısını bilmek ve ona iman edip ibadet etmektir. Böylece gerçek vazifesini yapan bu insan bu yönüyle A’lâ-yı illiyyin dediğimiz en yüce seviyeye çıkar.

Diğeri ise;Kibir ve enaniyet ki,buda onun enayilik yönüdür. Şeytan misal,esfeli safiline düşer.

İnsan yüz odalı bir saray gibidir. Onun ancak bir odası açılmış olup,diğer odaları keşfedilemeyen kapalı bir muamma varlıktır.

Hz. Ali’nin ifadesiyle insan;kâinatın küçültülmüş bir nümunesidir. Yani kâinat küçültülse bir insan,insan büyültülse bir kâinat olacaktır. Kâinatı ne derece keşfettik ki,insanı da keşfetmiş olalım? Kâinata bir anahtar deliğinden bakan insan,insana da ancak o kadar bakmaktadır. Âdem’den beri incelenen bu insan,hala muammalığını devam ettirmektedir. her bir organı için,maddi yapısı için bir ilim teşkil ettiği halde yinede maddesiyle çözülememektedir. Maddesi böyle olursa,ya onun ebede uzanan boyutlarıyla manevi ciheti acaba nasıldır? Ebede kadar incelense yeri vardır. Zira ebedi olmamakla beraber,ebedi yaratıcının,ebedi sıfatlarını yansıtmaktadır.

GERÇEK DEĞERİ

İnsanın gerçek kıymeti maddesiyle değil,manevi cephesiyledir. Bir kimyagerin araştırmalarına göre;bir insanın değeri (1970 birim fiyatıyla) 500 liradır. şöyle ki;vücudumuzda 7 kalıb sabun yapacak kadar yağ,orta boyda bir çivi yapacak kadar demir,ancak bir kahve fincanı dolduracak kadar şeker,bir tavuk kümesini badanalayabilecek kadar kireç,2000 kibrit (50 kutu) yapacak kadar fosfor,ufak bir ramazan topunun atımına yetecek kadar barut için potasyum bulunmaktadır.

Şimdi maddesi itibarıyla bu kadar ucuz olduğu halde,bir organına dünyaları değişmeyen insan olan insan düşünmelidir. Kendisini bir kitab gibi okumalıdır.

Hakiki değerini elmastan kömür derecesine düşürmek istemeyen her akıl sahibi,dünyaya gönderilişindeki gayeyi ve maksadı düşünmelidir?

Evet,ona binlerce duygular takan ve kainatın dilenciliğinden kurtarıp,bütün yaratıkların sultanı yapan o yüce zat olan Allah’ın ondan elbette çok daha fazla istediği olacaktır.

Antika bir demir,demir yönünden birkaç bin lira kıymet ederken,antika oluşu yönünden milyarlara değmektedir.

Bir hat sanatı kağıt itibariyle 100 lira iken,sanat itibarıyla milyonlara değmektedir.

Meşhur ressam Leonarda da Vinci’nin bin liralık bir kağıda yapmış olduğu bir resim hakiki kıymeti yönüyle milyarlara satılmaktadır.

İnsan da maddesiyle bir gübre durumunda iken,gerçek kıymet ve değer bakımından kainata değişilmemektedir. Yani hem Allah’ın sanatı olması ve de onun sanatı olduğunu bilmesi yönüyledir. Zira bir resim ki,Leonarda da Vinci’nin değil de normal birinin elinden çıkıp,ona ait olduğu bilindiğinde kıymeti düşecektir.

İmanı ile terazinin bir kefesine oturan bir insan,terazinin öbür kefesine oturan bütün hayvanlardan daha ağır basacaktır.

Anlatıldığı üzere,Hattat’ın biri karşı sahilde bulunan evine gitmek üzere bir kayığa biner. Parasını vermek istediği sırada,parasının yanında bulunmadığını görünce,kayıkçıya kayık ücretinden daha fazla olacak bir hat yazısı yazar. Kayıkçı için bir Elif direkten ve mertekten farklı değildir. Onun için o bir mana ifade etmez. Diretir,ancak olmayınca canını alacak değil ya!

Kayıkçımız bir gün Hattatlar çarşısından geçerken,önceden dürüp,istemeye istemeye cebine attığı hattı çıkartıp,hiç olmazsa birkaç kuruş dahi verseler kardır diye düşünerek,hattata buruşturduğu kağıdı uzatır. Hattat bir kağıda,bir de kayıkçıya bakarak;-İste kardeşim,ne istersin,vereyim? Bu hattat Hüseyin Efendinin hattıdır.-deyince bizim kayıkçı şaşkınlıkla beraber,ummadığı durumla karşılaşınca şaşkınlığı artar.

Sanattan anlamayan kayıkçımız;-Ne verirsen,ver.-der. Avucuna konulan parayı açıp gören kayıkçı,kayık fiyatının on katını elinde görünce hem şaşırır,,hem de memnun olur.

Aradan zaman geçer,tevafuk ya. Aynı hattat,aynı kayığa biner. Bir müddet sonra elini cebine atıb,para vereceği sırada kayıkçımız adamın elini tutar ve-Yoo,ben senden para istemiyorum. Bana bir tane daha hat yaz.-der. Hattat ise;-O bir kere olur,o zaman yanıma almamışım. İşte paran.-der ve verir.

İşte maddenin değeri olan kağıdın fiyatı ile,sanatın değeri arasındaki fark…

Herbert J. Muller’in ifadesiyle:”İnsanın bir takım kimyevi elementlerden meydana geldiğini söylemek,sadece onu gübre olarak kullanmayı düşünenleri tatmin edecek bir tariftir.”der.

Bütün alemlerin anahtarı insanın elindedir ve onun eliyle açılır.

Alemler için böyle olduğu gibi,alemlerin yaratıcısı olan Allah’ın keşfi,meçhuller meçhulü olan Allah’ın da bilinmesi yine anahtar niteliğinde olan insan iledir. Hadis-i Kudsi’de:”Küntü kenzen mahfiyyen fe halaktül halke li ya’rifûnî”-Ben gizli bir hazine idim,mahlukatı (özellikle insanı) yarattım. Ta ki bilineyim,kendimi bildireyim.-

Nitekim her sanatkâr yapmış olduğu sanata önce kendisi bakıp değerlendirdiği gibi,başkasının da kendi sanatına bakarak,eksiksiz olan sanatını takdir etmesini ve onların gözleriyle sanatına bakmayı ister.

İşte Cenâb-ı Hak’da yaratmış olduğu mahlukatını ve özellikle onların kalbini oluşturan insanı yaratmakla hem sanatına kendisi bakmakta,birde başkasını gözüyle bakmaktadır. Yani insanların onun o azim sanatını seyrederek,-Maşaallah,Barekallah- diyerek takdirleriyle de sanatına bakmaktadır.

Allah insanlarla bilinmektedir.

İnsansız Allah,meçhuller meçhulü…

Allah ve İnsan;Halık ve mahluk münasebeti. Zatı ve sıfatları o insanla bilinmekte. Zira hasta eder Şâfi ismi,rızık verir Rahman ve Rezzak ismi,kudretiyle her şeyi onun emrine verir Kadir ismi,kainatı sofra yapıp, güneşi lamba,ayı başımız üzerinde gece lambası yapmakla Ğani ismi,çeşitli,nakış nakış onu işler ve şekillendirir Nakkaş ve Musavvir ismi,güzellik verir,güzel eder Cemil ismi,Gökte,yerde,dağlarda büyüklüğü görülür ve anlaşılır Celal ve Azamet ismiyle…

İnsan düşünebilen,tefekkür edip,kâinatı lime lime edip inceleyen,araştıran,terkib ve tahlil yapabilen,küçük,cüz’i,ince ve sınırlı ölçüleriyle yaratıcısının sonsuz sıfatlarını ölçmeye çalışan kapsamlı bir varlık…

Ezeli olmayıp,Allah’ın ebedi kılmasıyla ebediyete,sonsuzluğa namzed tek varlık.

İNSANIN YARATILIŞI

İnsanın atası ve ilk insan olan Hz. Âdem topraktan yaratılmış olup ondan sonrakiler Nutfe (bir damla su,meni,sperm),Alaka (kan pıhtısı),Mudğa (et parçası) ‘dan yaratıldığı âyetlerle sabittir.[3]

Hz. İsa’nın durumu ise;kendisini topraktan,hem annesiz hem de babasız olarak yaratmış olduğu,-ol-diyerek var ettiği Âdem’in durumu gibidir.[4]

“Kendisiyle konuştuğu arkadaşı ona:”Seni topraktan,sonra nutfeden yaratanı,sonunda da seni insan kılığına koyanı mı inkar ediyorsun?”[5]

“Ey insanlar! Öldükten sonra tekrar dirilmekten şüphede iseniz bilin ki,ne olduğunuzu size açıklamak için,biz sizi topraktan,sonra nutfeden,sonra pıhtılaşmış kandan,sonra da yapısı belli belirsiz bir çiğnem etten yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız;sonra sizi çocuk olarak çıkartırız,böylece yetişip erginlik çağına varırsınız. Kiminiz öldürülür,kiminiz de ömrünün en fena zamanına ulaştırılır ki,bilirken bir şey bilmez olur. Yer yüzünü görürsün ki kupkurudur,fakat biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçer,kabarır,her güzel bitkiden çift çift yetiştirir.”[6]

“Sizi topraktan yaratması onun varlığının delillerindendir,belgelerindendir. Sonra hemen bire insan olup yeryüzüne yayılırsınız.”[7]

Allah sizi topraktan,sonra nutfeden yaratmış,sonra da sizi çiftler halinde var etmiştir. Dişinin gebe kalması ve doğurması,ancak onun bilgisiyledir. Ömrü uzun olanın çok yaşaması ve ömürlerinin azalması şüphesiz kitabtadır. Doğrusu bu Allah’a kolaydır.[8]

“Sizi topraktan,sonra nutfeden,sonra kan pıhtısından yaratan;sonra erginlik çağına ulaşmanız,sonra da yaşlanmanız için sizi bebek olarak dünyaya çıkaran O’dur. kiminiz daha önce öldürülür. Kiminizde belirtilmiş bir süreye ulaşırsınız. Belki artık düşünürsünüz.”[9]

Çamurdan ve (Tıyn) Balçıktan yaratıldığına dair:”Yarattığı her şeyi güzel yaratan,insanı başlangıç da çamurdan yaratan (odur)”[10]

Adem’in soy ve sopu ise:”Sonra onun soyunu bayağı bir suyun özünden yapan,sonra onu şekillendirip ruhundan ona üfleyen Allah’dır. Size kulak,gözler,kalbler vermiştir. öyleyken pek az şükrediyorsunuz.”[11]

Yaratılışın başlangıcından sonuna kadar geçirdiği devreler ise:”Andolsun ki insanı süzme çamurdan yarattık. Sonra onu nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra nutfeyi kan pıhtısına çevirdik,kan pıhtısını bir çiğnemlik et yaptık,bir çiğnemlik etten kemikler yarattık,kemiklere de et giydirdik. Sonra onu başka bir yaratık yaptık. Yaratanların (en mükemmel bir şekilde yaratmada) en güzeli olan Allah ne uludur.”[12]

Kibirli ve gururlu şu hakir,kıymetsiz insanın neden yaratıldığına bir bak ki:”Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın. O,erkek ve kadının beli ile göğüsleri arasından atıla gelen bir sudan (meniden) yaratılmıştır.”[13]

Topraktan gelip yine toprağa dönüşen ve sahib olduğu elementler itibarıyla,topraktaki elementlerle aynı elementlere sahib olan ve topraktan elde dilenlerle beslenib,hayatını devam ettiren şu insana bak ki:”O,insanı pişmiş çamur gibi kuru balçıktan yaratmıştır.”[14]

“And olsun ki insanı kuru balçıktan,işlenebilen kara topraktan yarattık.”[15]

“Rabbin meleklere:Ben,balçıktan,işlenebilen kara topraktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın,demişti.”[16]

“O (şeytan,balçıktan işlenebilen kara topraktan yarattığın insana secde edemem,dedi.”[17]

Nutfenin vasfı,karışık ve dağınık halde yaratılışı ise:”Biz insanı katışık bir nutfeden yaratmışızdır,onu deneriz;bu yüzden,onun işitmesini ve görmesini sağlamışızdır.”[18]

Kainatta her neye bakarsak bakalım,her şey çift olarak yaratılmıştır. Yer-gök,iyi-kötü,aşağı-yukarı,güzel-çirkin,insan-hayvan,erkek-kadın gibi…[19]

Hz. Âdem’e kendi eğe kemiğinden,kendisiyle hususi bir cennet hayatı yaşayacağı bir zevce yani Havva yaratılmıştır.

“Sizi bir nefisden (Âdem’den) yaratan ve bu nefisten de gönlü kendisine meyledip rahat etsin diye zevcesini (Havvayı) yaratan odur.”[20]

“Ey Adem sen ve zevcen dilediğinden yemek üzere cennette oturun.”[21]

Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan,ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren rabbinize hürmetsizlikten sakının.”[22]

“Doğrusu,atıldığında meniden erkek ve dişiyi,iki çifti yaratan O’dur.”[23]

Bediüzzamanın ifadesiyle:”Cenâb-ı Hak Âdemi halk etti (yarattı). Tesviye etti. Nefh-i ruh etti,terbiye etti,esmayı (varlıkların isimlerini) talim etti (öğretti) ve hilafete namzed kıldı.”[24]

Hadiste ayetleri açıklayıcı mahiyette şöyle açıklanmakta:”Her birinizin maye-i hilkati,ana rahminde nutfe olarak 40 gün toplanır. Sonra o nutfeler o kadar zaman içinde(ikinci 40’da) Aleka (kan pıhtısı) olur. Sonra yine o kadar zaman içinde (üçüncü 40’da,120. günde) Mudğa (et parçası) olur. Ondan sonra Allah bir melek gönderir,o mudğaya ruh üfler.”[25]

Hadisten de anlaşılacağı üzere;anne karnındaki bir cenin bu üç devreyi atlattıktan sonra,tabiri caizse,bu üç zor aşamayı aştıktan sonra var olmaktadır. Haluk Nurbaki’nin ifadesiyle;”İnsan üç devrede yaratılmıştır.

a)Birinci devre ki; İnsanın ilk bedensel çizgilerinin irade-i ilahiye ile tesbit edildiği devre ki,Nutfe’yi oluşturur. (Anne karnının dışındaki cidar,yani Amniyon zarı.)

b)İkincisinde;çeşitli organlara ait ilk temel yapıların yaratıldığı devre ki,Alak’dır.(Rahim cidarı.Yani onun dışındaki Koriyon zarı.)

c)Sıra ile organlarımız ve sistemlerimiz gelişir ki,Mudğa dönemidir. (Üç karanlık bölgenin üçüncüsü ise;Doğrudan cenini ihata eden zar,Rahim duvarıdır.)

-Birinci karanlık mekan,hücreye göre dev,karanlık bir tüneli hatırlatmaktadır.

-İkinci karanlık mekan ise;ışıksız kapkaranlık bir ormanı hatırlatır.

-Üçüncü karanlık mekan ise;yine ışıksız bir denizin altını hatırlatır.

Üç devre birbirine geçerken kompitör hesabını gösterir. Biri bittimi hemen diğeri devreye girer. 1)Hücre Safhası. 2)Doku Safhası. 3)Organlar Safhası.

Bu safha ve devreler birbirini tamamlayarak vücudun oluşumu sağlanır.”[26]

“Onların zürriyetlerini dopdolu bir gemide taşımamızda onlar için büyük bir ibret ayetidir.”[27]

Bu âyeti Dr. Fritz Kalan şöyle açıklar:”Tohum hücresinin (Sperm gemilerinin,meninin) bir torpil şeklinde yapılmış nakil vasıtası olduğu anlaşılır. Bunun da babanın irsiyet kitlesini,zürriyet ve soy özelliğini taşımakta olduğu ve bu irsiliği de annenin vücuduna nakletmektedir.

“Her şey bir anda Allah’ın –ol- demesiyle var olmuştur. Bundan 15 milyar yıl önce küçük bir enerji yumağının Big-Bang –büyük patlama- neticesinde var olmuştur. Yani yaratılış;maddenin,anti-maddenin,enerjinin,zamanın,boyutun,boşluğun olmadığı,hiçbir şeyin mevcut olmadığı bir an-dan sonra,yaratılışın birden bire olduğunun,oluştuğunun,vücut bulduğunun ifadesidir.”[28]

İlk maddenin yaratıldığı andan 10 (üzeri 43) saniye önce hiç ama hiçbir şey yoktu.

Ebu Hüreyre’den rivayet edildiği üzere:”Efendimiz Cebraile kaç yaşında olduğunu sordular. Cebrail’de Ya rasulallah,pek bilmiyorum. Yalnız,4. Hicab’da bir yıldız var ki,70 senede bir kere doğar. İşte ben o yıldızın 70 bin iki defa doğduğunu gördüm. Bunun üzerine Peygamberimiz:

“Ey Cebrail,Rabbimin izzetine yemin ederim ki,o 70 bin iki defa doğduğunu gördüğün yıldız ben idim.”[29]

Nutfe;Erkeğe ait bir damla sıvıdır. İnsan bu sıvıdaki hayvancıkların,kadının yumurtasıyla birleşmesinden hasıl olur. İşte bu hayvancıklar ve yumurtacıklar hep kandan hasıl olmaktadır. Kan ise külisden doğan süt gibi bir maddenin emilmesiyle meydana geliyor. Külis;bitki,hayvan ve sudan ibaret olan gıdanın sindirilmiş durumudur. Bu gıdalarda toprağın unsurlarından meydana gelmektedir. Binaenaleyh hepsinin aslı topraktır.”

Böylece Hz. Âdem topraktan ve onun zürriyeti de toprağın hülasası (bir damla su,meni) den yaratılmaya devam etmektedir.[30]

İnsanı anlamak için her kapı açılıp girildiğinde binlerce kapı daha açılıyor.

Balçık ise;Balçık denilip geçilmemeli. Elektronik ilminin meydana gelmesinde,kıtalar ve uydular arası haberleşmede ve bilgisayar imalinde balçık olayı vardır. Yani temel maddeleri olan –yarı iletkenler-balçıktandır. Süper iletken ise neticesidir. Balçık iyi bir katalizördür,zehir emicidir.

Dr.Leila M. Coyne:”Sakin ve durgun gibi görünen balçık,içi hareket dolu gizli bir dünyadır.”diyor. Ve”Bir balçık parçasına çekiçle vurdum,laboratuvarda,bir ay müddetle “Ultraviyole enerji” neşrettiğini tesbit ettim. Balçığın yüksek bir enerji deposu olduğunu hayretle gördüm.”der.

Balçıkta kristal yapının sabit olmayışıdır ki,ona bilgi depolama özelliği kazandırıyor. Hayatın en ibtida-i faaliyeti çevreden enerji almak ve bunu kullanmaktır. Bir ileri safhası ise,kendisini yenilemektir. Bu her iki faaliyeti de balçıkta gözleyebilmiş olmamız;”Hayatın balçıkla başlayabilmiş olacağı” hipotezini güçlendirmiş bulunuyor. Balçığın temel maddesi silikondur.

Dr. Hartman ise;Elimizdeki cihazlar yeterli olsaydı ve balçığı moleküler seviyede değil de atom-atom inceleyebilseydik,şimdi bildiklerimizden çok daha fazlasını elde edebilirdik. Yine de inancım şudur ki,o zaman bile hayatın nasıl ortaya çıktığı sorusuna isabetli bir cevab veremezdik.” devamla:

“Bence hayat ve canlılık-atom ve hücrenin maddi yapısından çok daha başka bir şeydir. Balçık konusundaki çalışmalarımız ne kadar ilerlerse ilerlesin,ona hayat vermek,bizim beyin gücümüzün çok ötesinde bir ilmi seviyedir. Onun,aklımızın alamayacağı,grift formülü,yaradanın elindedir. Biz ancak akla kapı açabiliriz. Ama hayatı labaratuvarda asla elde edemeyiz.”der.[31]

-Sinir sinir saniyede 2500 haber götürür. Yani sinir sistemindeki,beyindeki zerre,bir saniyede 2500 haber alır ve mükemmel şekilde hiç şaşırmayarak değerlendirir,cevabını da ilgili yere hemen gönderir.

-Beyinde 14 milyar hücre vardır. Ve her biri arasında da 3000 bağlantı vardır. Bunlar için ir telefon santralı kurulsa bir şehri işgal edeceği gibi,muhtemelen hatlarda karışırdı,beyinde ise bu durum yok.

-Bunlar keşfedilebilenler ve keşfettiklerimiz. Ya keşfedemediklerimiz?

-Bir gözün vazifesini yapabilmesi için futbol sahası büyüklüğünde bir fabrikanın çalışması lazımdır.

-İnsandaki sinirler,uç uca eklense 480 bin km,damarlar uç uca eklense 200 bin km eder. İşte harikalık…

-Mühendis Culman,vücuttaki kemiklerin düzenine bakarak bir vinç hazırlamıştır.

İşte sanat ve neticede sanatkar…

-İnsan atomlardan kuruludur. İnsan vücudunda 7 x 10 üzeri 28 adet atom var.

-İnsanda 14 x 10 üzeri 29 elektron var sayılmakta.

-İnsan vücudunda 30 milyar kere milyon hücre vardır.

-Diriliğin temel birimi DNA’dır. Bunlarda insanların kaderleri de yazılıdır. Aynı zamanda hidrojen,iyonunu sudan almaktadır. Âyet’de:”Diri olan her şeyi sudan yarattık.”hakikatı gereğince suda hayat ve canlılığın bulunuşuna işaret edilmektedir.[32]

-Bir su molekülü vücutta 7-14 gün kalır. Sonra mutlaka atılır. Yeni dirilik sağlayacak su iyonları alınır. Bu nedenle canlılar susuzluğa dayanamazlar. İşte –su ve canlılık- ve aradaki dengeyi kuran,nihayetsiz kudret sahibi. Her şey ona şahitlik etmektedir. Onun varlığını sağır kulaklara haykırmakta,kör gözlere göstermekte,varlığını söylemekte ve söyletmektedir. “Ancak onlar;kör,sağır ve dilsizdirler.”[33]hakikatını da inkarlarıyla göstermektedirler.

İNSANLIKTAN İSTİFA

İşte böyle bir insanın,insanlığına sahib olup,elbette insanlıktan istifa etmeyip,istifade etmesi,kendi varlığını iskat edecek,insanlıktan düşürecek hallerden sakınması ile mümkündür.

Ancak dış yapısı itibariyle insan olurken,manevi yapı bakımından,hayvani duruma düşmemesi gerektir.

Yunan filozofu Romen Diyojen’in Atina’da fenerini yakmış bir vaziyette dolaştığını görüp soranlara oda:”Adam arıyorum.”demiştir.[34]

Yine bilindiği gibi adamın biri oğluna;-oğlum sen adam olamazsın-der. Oğlan okur,bir yere amir olur. Polisi görevlendirerek aynı gün babasını apar topar getirttirir. Babası olduğunu da söylememiştir. Bir adam var,alın, getirin demiştir.

Huzuruna getirilen babasına karşı;-Baba hani bana adam olamazsın diyordun,bak işte oldum.”deyince baba;-Oğlum ben sana vali olamazsın,filan olamazsın demedim ki,ben sana adam olamazsın,dedim. Nitekim beni de doğruladın. Çünkü eğer adam olsaydın,beni apar-topar ayağına getirttirmez,sen kendin gelirdin.”der.

Gerçi burada bir kayıb da yoktur. Kayıb kazanılan bir şey için geçerlidir. Kazanılmayan bir şeyin kaybı da olmaz. Çünkü evlat hürmet gibi bir şeyi kazanmamış ki,kaybetsin! Yani o duygudan mahrum olarak yetişmiş. Rütbe kazanmış ancak insanlığı kazanamamıştır.

Mevlâna Mesnevisinde anlatır:”Harun Reşid meşhur Behlül Dânâ’ya:”Gel insan içine karış,sana bir vazife vereyim,halk senin dirayetinden istifade etsin,der. Behlül ise;istişare edeyim de öyle,diyerek abdesthaneye girer ve hayli müddet kaldıktan sonra Harun tekrar çağırır:”Nerede kaldın?”diye sorunca,”Müşavere ediyordum.”der. Harun ise;”Kimlerle?”deyince,Abdesthanedekilerle,diye cevab verir.

Harun ise;”Ne dediler?”diye sorunca cevaben;dediler ki:”Biz nefis yemekler idik. İnsan içine karıştık da böyle olduk. Sakın ha,karışma,sen de bizim gibi olursun.”dediler,der.[35]

Böylece veli olan Behlül Dânâ,gerçekten insanlıktan nasibi olmayanların içine katılmakla,insanında onlar gibi gayet necis ve pis olacağını ifade etmekle,gerçek insanlarla bağlantı kurulması gerektiğine de îmâda bulunur.

Kayseri’de deli olarak bilinen birisi bir gün müftünün yanına gelir ve ondan fetva sorar;-Hayvanlar içinde çıplak dolaşmak caiz midir?- Müftü ise;-Evet caizdir,fakat edebe aykırıdır.-der.

Bunu bir kağıda yazıb altını imzalayıp,mühürlemesini söyler. Müftü çekinir,yazmak istemez. deli ise,demir sandalyeye yönelip tehditte bulunur. İşin ciddiyetini anlayan müftü mecbur kalarak yazar ve imzalar. O günden sonra deli,Kayseri sokaklarında çıplak olarak gezmekte,iki elinin de sürekli yumuk olarak bulunduğuna şahit olup,bir mana veremezler.

İlk etap da bunu şaşkınlıkla karşılayan Kayseri’liler,zamanla deli deyip geçer. bunu da normal görürler. Geceleri Talas ilçesinde bulunan mağaralarda yatıp kalkan deli ve meczub bu zat birkaç gün görünmeyince,buna alışan insanlar ne olduğunu öğrenmek üzere mağaraya geldiklerinde,meczubu ölmüş ve iki eli de hala yumuk olarak bulurlar.

Bir elini zorlanarak açan bir kişi avucun içerisinde bir ayna görür. Aynaya bakar,kendisini bir hayvan şeklinde görür. Şaşkınlıkla öbürüne de bakmasını söyler,oda değişik bir hayvan şeklinde kendisini görmektedir. Hakeza kim bakarsa değişik hayvan suretlerinde görülürler.

Öbür elini açtıklarında müftünün verdiği fetvayla karşılaşırlar. Fetva da:”Hayvanlar içerisinde çıplak dolaşmak caizdir,fakat edebe aykırıdır.”

Bunun üzerine müftünün yanına varıp durumu anlatırlar. Müftü gelir oda bakar. Ancak oda kendisini Horoz şeklinde görmektedir.

Bunu ibretle düşünen Müftü Efendi onlara dönerek;-Bu Cenâb-ı Hakkın bir ihtarıdır. Evet doğrudur. Çünkü ben mesâ-i bitiminden sonra eve giderken Kayseri’nin ara sokaklarından giderken,sokakta kapı önünde oturup konuşmakta olan kadınların önünden geçerken etraf bakmaz,fakat kendimde bir horozlanma hissederdim. Bu Allahın bir ikazıdır.

Bu ifade ile insanın gerçek çehresinin görüntüsü onlara gösterilmiş olmaktadır.

-Bir Tahdis-i nimet olarak söylemek gerekirse;Yine Kayseri’de bir büyüğümüz kaldığımız yerin tamiri için beş İlahiyatçı arkadaşı alarak, bir arkası açık arabayla inşaata kum almaya bizleri götürdü. İnşaata vardığımızda eski elbiselerimizi giymiş olarak vardığımız halde,bunların kimler olduğunu inşaattaki bekçi sorunca,o büyüğümüzde;bunların amele pazarının işçileri olduklarını,çalışmak için geldiklerini söyleyince bekçi umulmadık bir tepki göstererek;-Hayır olamaz,bunlar işçilere benzemiyor-diyerek inanmadı. Ve;Bunların yüzleri nurlu-diyerek de kendisini haklı çıkaracak belgesini de böyle delil olarak getirdi.

Bunun üzerine o büyüğümüz de şu ayeti okudu:”Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır.”[36]

Bediüzzaman’da,gerçek medeni geçinen insanların bir kısmının içi dışa,dışı içe bir çevrilse,kimi maymun,kiminin hınzır olarak görüleceğini ifade eder.

Yanına kötü niyetle gelen bir görevlinin de kendisine yılan suretinde görüldüğünü de ifade eder.

Kişinin gerçek yüzünün aynası,yaşantısı ile görülür ve ölçülür. Dış için aynasıdır…

30-9-1992

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Tin.4.

[2] Ahzab.72,Haşr.21.

[3] Hac.5,Mü’min.14,Ğafir.67,Kıyame.38.

[4] Al-i İmran.59.

[5] Kehf.37.

[6] Hac.5.

[7] Rum.20

[8] Fatır.11.

[9] Mü’min.67.

[10] Secde.7.

[11] Secde.8-9.

[12] Mü’minun.12-14.

[13] Tarık.5-7.

[14] Rahman.14.

[15] Hicr.26.

[16] Hicr.28-29.

[17] Hicr.33.

[18] İnsan.2.

[19] Zariyat.49.

[20] Tevbe.189.

[21] A’raf.19,Bakara.35,Ahzab.37.

[22] Nisa.1,A’raf.189,Zümer.6.

[23] Necm.45-46,Kıyame.39.

[24] İşarat-ül İ’caz.Sh.216.

[25] Riyazüs Salihin.İmamı-ı Nevevi. 1 / 433.Hadis No.399.

[26] Kur’an-ı Kerimden ayetler ve ilmi gerçekler. Sh.104,Allah ve Modern İlim.A.Nevfel. 2 / 182.

[27] Yasin.41.

[28] Zafer dergisi.T.Tuna.1989.

[29] Ruhul Beyan.İsmail Hakkı Bursevi. 3 / 43.

[30] Zafer Dergisi. S.Ateş.1987,Köprü dergisi.!990.Eylül.Sh.21-34.

[31] Zafer Dergisi.A.Çankırılı.1987.

[32] Enbiya.30.

[33] Bakara.18,171,En’am.39,Enfal.22.

[34] Mesnevi Şerhi. T. Mevlevi. 2 / 572.

[35] Age. 12 / 375.

[36] Fetih.29.




İNSAN VE NİSYAN

İNSAN VE NİSYAN

İnsan,kelime anlamı itibarıyla nisyan kökünden alınmıştır. Nisyan ise,unutmak demektir. Evet. İnsan unutan bir varlıktır.

Âyet’de:”Rabbimiz! unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma.”[1]

Bediüzzamanın ifadesiyle:”Nisyan dahi bir nimettir. Geçmiş günlerin elemlerini dahi unutturur.” Ancak;”Nisyanın en kötüsü nefsin nisyanı,unutulmasıdır.”

Eğer insan unutan olmasaydı;hayatının ve tüm varlıkların hayatlarının biriken tüm sıkıntı ve problemlerinin altında ezilecekti. Baş böyle koca bir yükü de yüklenmekten aciz kalacaktı. Nitekim bilgisayara yüklenen bilgiler onun yükünü ağırlaştırıp,çalışmasını kısıtladığı ve zorlaştırdığı gibi…

Ancak ondan mükemmel olan insan hafızasının da belli bir tahammül gücü vardır. Unutma olayı ile bilgiler hafızanın ek arşivinde belgelenmiş,yükten kurtulmuş olmaktadır. Böylece yükleme olayının boyutu da artmış ve tazelik kazanmış olmaktadır.

Unutkanlığın en kötüsü ise;insanın kendisini,mükellefiyetini,yaratılışının gayesini,niçin geldiğini,nereye gideceğini,bu dünyaya niçin gelip,burada neden bulunduğunu,yapması gereken ve yapmaması gerekenlerin neler olduğunu bilememesi ve unutmasıdır.

Tehlike;görevi yapmamak ve ondan kaçmak noktasındaki unutmadır.

İnsan;ruhlar aleminde Allah’a vermiş olduğu sözü unutmakla nankörlük etmiştir. Onu kendimize Rab olarak tanıyacağımıza dair söz vermiştir. Unuttuk.

İslâm fıtratı;verilen sözün hatırlanmasıdır.

Geçmiş ve gelecek şeridinde olanlar ve bulunanlar,bizi bekleyenleri bildiğimiz ve bizlere hatırlatıldığı halde,unuttuk. Ne geçmişten ibret aldık,ne de geleceğe hazırlandık. Çünkü unuttuk…

“Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Hesaba çekme…Sorgulama” Çünkü unuttuk…

Unutma;ya sorumsuzluktan veya ihmal,ilgisizlik,bilgisizlik gibi kusurlardan kaynaklanmaktadır…

Unutmak bir kusurdur,bir batış ve kayboluştur. Unutmamak ise,bir olgunluk,bir doğuş ve oluştur. Düşünmeye ve ibrete götürür insanı…

Birbirine zıt olan unutma ve hatırlama,eksi ve artı gibidir.

Hatırlama bir hatır ve gönül işidir. unutma da ise bunun unutulması ve kaybolması söz konusudur.

Unutulmamak için unutmayalım. Unutursak,unutuluruz.

Hatırlanmamız,hatırlamamızdır. Kazanmak hatırlamayla,kayıp unutmayla başlar ve gelişir.

Bize bizi unutturma Allahım…

“Rabbimiz!..unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma…”

Evet. Unutmayınız… Unutmayalım…

20-10-1996 / MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bakara.286.




İNSAN VE HAKİKATI

– İNSAN VE HAKİKATI –

Her insan kendisini bulduğu kadar bilmekte, bildiği kadar da bulmaktadır. Bir birleriyle orantılıdır. Bilmesi ve bulmasıyla kendi hattını çizmektedir. Hattı kendisini bildiği yere kadardır. Ve bulduğu yerdedir. O kendisidir,kendiside odur. Karşılık olarak bulduğun,kendini bildiğin kadardır. Karşılığın ne ise osun. O sen,sen osun. Yukarıdakini haksızca aşağıya indirmek nasıl haksızlık ise,aşağıdakini de layık olmadan yukarıya çıkarmak o derece haksızlık olur. Mareşalı er,eri mareşal yapmak gibi.

Âyet-de;”İnsanlardan bilgisi olmaksızın Allah hakkında tartışmaya giren ve her inatçı şeytana uyan bir takım kimseler vardır.”[1]

İnsanlar dışarıyı tanımaya çalışıp,projelerini yapıp keşfettikleri kadar, iç dünyalarından da haberdar olmaları gerektir. Ondandır ki, bu dökülüş ve yıkılışlar hastahanelere, hapishanelere,intiharlara ve çıldırmalara neden oluyor. Her gün deprem oluyor iç alemimizde. Alemimizde tekrar kaldırılmayan çöküntüler,çökmüşlükler. Madden,manen,ahlaken,değerler itibariyle kurtarma çalışmaları yapılırsa, alttan tekrar çıkacak ve depreşecek yıkılmaları önlemeli,yıkıntıları kaldırmalı.

Vusulsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir. Sonuca varamayışımız ölçü ve denge içerisinde bir harekette bulunmamamızdandır. Her insanın kendisine sorması gerek; Ben kimim? Kimim ben, bütün atomları toplayan bir bütün mü? Hücreler ülkesinin ruh padişahı mı? Dağınıklıkları toplayan,hükmeden bir hakim mi?

Ve nereye gittiğine bakmalı! Kopukların,kopuklukların mekanı,kopanların beldesi olan cehenneme mi? Allah ile bağlantısını koparan zâniler,hırsızlar yurdunun bağlantısızlarına mı? Hatları kopuk,ne arayabiliyorlar,ne de aranabilmektedirler.

Veya gidilen yer bir dostlar meclisimidir? Ora ki;” Cennetteki nimetlerle dünyadakiler arasında isimlerinden başka bir benzerlik yoktur.”[2]

“Muhakkak ki cennetin kokusu beş yüz senelik mesafeden işitilir.”[3] Her bir kişiye verilecek cennetlerinde 500 sene genişliğinde olacağına ima ve işarettir.

“Sen (iman etmelerine) düşkün olsan bile yinede insanların çoğu iman edecek değillerdir.”[4]

Ancak Rezervasyonların yaptırılması gerekmektedir. Evet,gelişin kesilmesi,gidişin son bulması muayyen ve mukadderdir. Dünya ve kainat ölümüyle bunu te’yid edecektir. Cennet,cehennem ve arasata da Rezervasyonlar yapılmış ve de hala bu işlem devam etmekle yerler hazırlanmaktadır.

Ayarları bozulmaya kabil olan insanların bu dünyaya gönderilmelerindeki amaç da –tabir caizse- Rot-Balans ayarlarının yapılması içindir. Çünki insanlar ayar ayara olup,hepsi bir ayarda değillerdir. Bir yanda ayarı yüksek,öbür yanda ayarı düşük,bir diğeri de ayarsız…

Mesela,birbirine zıt gibi görülen ruhla bedenin ayarlanması… Ruh,ruh olacak olmasa da,ruhuna ruh katacak bir değeri bulmuştu.. beden.. fiziki yapı.. ruhun bekası ve yükselişi uğruna her türlü fedakarlığa katlanan bir vücut..beden. Beden ruh için toprak oldu,gübre oldu..çiçekdanlık oldu..ruhu inbat etti,yeşertti. Zirveye çıkmaya ilk basamak ve adım oldu beden. İnsanı cinlerden üstün kılan onun bu cesed vesilesine vasıta olan bu vuslatından dolayı idi. Huzura,çıplak ve soyulmuş soyut fakirliği içinde değil;beden zenginliğinde kabul ediliyor,kabul görüyordu. Beden ruha bir bağ olmakla beraber çok hakikatlarla onu bağlıyor,adeta tanıştırıyordu. O bir ayak bağı değil, hakikat bağı oluyordu. Beden ruhun çilesi idi. Hamdım..Piştim..Yandım.. Ruhun fırını beden..

Ruh bedensiz,bedende ruhsuz olamaz. İhmal ettik. Yıllardır yanlış uygulanan politika; bilinmeyen,ar dilen ,geriliğin onda aranması sebebiyle maneviyat uzaklaştırıldı,maneviyattan

uzaklaşıldı. İlerleyeceğiz,yükseleceğiz zannedildi. Yanıldık. En büyük yanılgı olan yanılmanın bilinmemesi en büyük yanılgı oldu. Faturasını millet ödedi. Çünki o biliyordu. Bildiği için veya telafideki kifayetsizliği çekmesine sebep idi. Bilmeyenler ödetiyor,bilenler ödüyordu. Bilme bir seviye,düzeltmedeki katkısızlık ise,bir seviyesizlik idi. Seviye ile seviyesizliğin birleşmesi katmanlı seviyesizlikten koruyor,cezayı hafifletiyordu. Bazen şefkat tokadı,bazen tâzir ve azara uğruyordu. Böylece ne beden kazanıldı,nede ruh..

“Başınıza gelen her musibet,kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Allah çoğunu affeder.”[5]

Dünyada yapılan yanlışlıklar hukuken bir tazminatı gerektirdiği gibi,ahirette de bu gibi nice tazminatlarla karşılaşılacaktır.

Dünya bir imtihan yeridir. Bunun devam edip fevt olmaması imtihanın devamından ve anlamındandır. Bu dünyadan gidenlerle gelenlerin bir daha görüştürülmemesinde de büyük bir sır vardır.

Öğretmensiz talebenin,talebesiz öğretmenin bir manası yoktur. Birbirlerinin mütemmimidirler. Madem Rasulullah gibi bir muallim ve onun birinci,ikinci,üçüncü vs. saflardaki öğrencilerin varlığı,bu alemin varlığına ve devamına bir delildir.[6]

İnsan Allahın rızasını istemeli. Özellikle 40 yaşına ulaşanın Allahın rızasına uygun hareket etmesini istemesi[7],bu kemal yaşının bir gereğidir.

Her şeye hakikat Çeşm-iyle yani gözüyle bakmalı ve o çeşmeden rahmeti celb edecek damlalar akıtmalıdır. Olur ki insan kendisini gözden inen damlada kendini bulabilir. Başta da öyle düşmemiş miydi oluşum rahmine? Rahimde oluşmuşluğa,rahmin teknesinde,teknede bulmuştuk kendimizi. Tekne kendinde bulmuştu bizi. O damla biz idik. Biz oldu göz-den akan o damla. Damlayı basite aldık göl olmadan önce. Meğer okyanustan haber vermekteymiş. Meğer biz,yine bizdeymişiz,başka yerlerde aradık kendimizi. Bizdeymiş biz. Bendeymiş ben. Göz yaşı,gönlün yaşı oldu. Gönüldendi. Gönülde bizden ve benden…

Hayatın her şeyi çekilir,dağ bile olsa. Ancak hazmedemiyorum hazmedilmemeyi. Hazımsızlıkları mide darlığından,hastalığından ve de en önemlisi beyin arızasından,veya hınzırlıktan. Mutaassıb,gerici diyenlerin bumu ilericiliği.

İslamiyet bunu uygulamasıyla göstermiştir ki,içerisinde bulunan herkese karşı hazımlı olmuş,onlara müsamaha göstermiştir. Seviyeli olan insan her şeye karşıda hazımlı olur,onu teşhis ve tesbit ile tayin eder. Seviyeden uzak kalan insan ise; üzerinde bulunan her türlü seviyeliliğe karşı antipati duyar,baştan reddederek,kesip atar. Seviyesizliğini devam ettirir.

Hazımsızlığı fıtrat ve fıtri yapı reddeder. Fıtrata uygun her şey,hazma uygun gerçeklerdir. Çok noktadan yaralı olan toplumumuzda bu hazımsızlık hazımsızlığı görülmekte ve yaşanmaktadır.

Yılların yıllanmış tahrib ve ihmalinin açtığı yara, biri birini ve müsbet hareketlerini hazmedememeyi netice vermiştir.

17-9-1999

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Hac.3.

[2] İbni Abbas-dan.Bkn. İnsan Suresi.15-16.

[3] Sahih-i Müslim-den.

[4] Yusuf Suresi.103,106.

[5] Şura Suresi.30.

[6] Bkn.Sözler. B.S.Nursi. Sh.110

[7] Bkn.Ahkaf Suresi.15.




İNSAN FİKİRDİR

İNSAN FİKİRDİR

“Fikirler ordulardan daha güçlüdür.”

İnsanı insan yapan fikirdir. Kişiliğini belirleyen fikridir. Fikir varlıklar arasındaki ince bir zar gibi olan perdeyi kaldırmaktır. Umum efkarca bilinen,düşünme diye isimlendirilen düşünce,hayvanlarda mevcut olmayıp,insanı farklı ve üstün kılan bunun yerini his almıştır. Onlar hislerine göre hareket ederler.

Dünyada her türlü ilim,teknik,teknoloji gibi benzer olanların dahi üstünlükleri,aslında fikrin hakimiyetidir. Fikrin üzerine çöken bulutların kaldırılmasıdır.

Gerçek hürriyet bedenlerin değil,fikirlerin hürriyetidir. Bedenlerin aşamadığı yerleri,fikirler rahatlıkla aşarlar. Fikirlerin aşamadıkları ise,aşılamazlar.

Zeka tarlasına ekilip ipotek altına alınan fikirler hür değil,esirdirler;meyve verir,netice vermezler. Zira o meyve dışarıdan yapılan müdahale ile kurtludur.

Akılda bulunan fikir,aklın sermayesidir. Fikirsiz akıl,sermayesiz esnaf gibidir. O başkalarının malını alıp,başkasına satarak başkalarının sırtından geçinen bir komisyoncu gibidir. Başkalarının reklamını yapar,başkalarını yükseltir,taşınan değil,taşıyan olur.

Fikir madde üzerine işlenen bir sanattır. Madenlerdeki kalite ve kıymeti ifade eder.

Fikir lambadaki bir ışıktır. Kapasitesi nisbetince etrafı aydınlatır,tenvir eder. Her şey kullandıkça eskir ve tükenirken,fikir işlendikçe parlar,asla sönmez ve bitmez,yeni fikirler üretir. Onun içindir ki;fikir üretenler yeni yeni teknoloji üretirken,fikirden mahrum olanlar teknolojiyi tüketmeye,kendilerinin de tükenmesine sebeb olurlar.

Fikir üretir,fikirsizlik tüketir. Tüketenler üretenlerin mahkumudurlar. Onlara köle gibi baş eğmek zorundadırlar.

Buradaki fark maddi alanda geçerli olduğu gibi,manevi alanda da geçerlidir. Nitekim hadiste;bir saat tefekkür ve düşünce,bir sene nafile ibadete muadil ve denk sayılmıştır.

Kur’an-ı Kerim’de sadece mücerret manada akledip,tefekkür etme ile ilgili olarak 68 ayet bulunmaktadır.

Kur’an-ın fikri,hakiki ve külli fikirdir. Ezel ve ebed boyutlu olup,umuma şamildir. Bundan dolayı bir zerre ve atom bile unutulmaya mahkum değildir.

Şeriat,bu külli fikri temsil eder. Dünyada yaşayan altı milyar insan fikirsizlikten kurtulsa bir fikir ve hem- fikir olsalar,birleşen o cüz-i fikirler bir vücut ve azaları olarak külli iradeden çıkan şeriatı yansıtırlar.

Dünyada görülen yabanilikler,fikirlerin yabaniliğindendir.

Fikir ruhun kanatlarıdır. Ruh onunla pervaz eder,onunla sonsuzluklara kanat açıp uçar,yükselir ve yücelir.

Fikirler vücut semasının birer parıltılarıdır. Bazen güneş,bazen ay,bazen de yıldızlarıdır. Bunlar enerjilerini fikirden alır,beslenirler. Aksi takdirde fikirden mahrum olan bu kandiller sönük bir lambadan öte bir şey değillerdir.

Güneşi ışıklı,ayıda parlak kılan odur. Can vilayetinde ne gökler vardır ki onlar bu cihanın göklerine hakimdir.

Fikirsizler bu göklerin sayesi altında yaşarlar. Gündemi o fikir sahipleri belirler.

Hakiki fakirlik fikir fakirliliği,gerçek zenginlik de fikir zenginliğidir. Fikren zengin olanlar alemleri seyrederken,fikir fukaraları fikirsizliğinden zillet içerisinde yaşarlar.

Mevlâna der;”Ey kardeş!Sen düşünceden başka bir şey değilsin. Bu düşünce senden alınsa kemik ve sinirden başka sende bir şey kalmaz. Eğer bu düşünce bir gül ise,sen bir gülistansın. Eğer dikense,bir şeye yaramazsın.”

Fikir bir yükseklik,bir karakterdir. Hakiki yükseliş onun ile olur.

Bir asırdır bizde din üzerine vurulan pranga,gerçekte fikir üzerine vurulmuştur. Çünki din akıldır,akıl ve fikirdir.

Bu uğurda bedenler salınmış,fikirler bağlanmış,her şey fikir olamayıp,madde üzerine bina edilmiş,maddede bir başarı sağlanmamıştır. Çünki fikirsiz, ding beygiri gibi dönüp dönüp hep aynı noktaya gelinmiş.

Kanuna konulan 163. ve 312. madde ile fikir sindirilmiş,öldürülmeyip süründürülmüş. Kanunlar düşünceyi engelleyecek şekilde örülmüş.

Şeyy… Gerçekten bizde ne kadar fikir adamı bulunmaktadır? Yoksa bunu düşünmek ve sormakla suç mu işlemiş oluyorum?

Evet düşünmek ve düşünmek suçundan müebbet hapse mahkum oldunuz! Doğrudur! Çünki bir zamanlarda örtünmeyi sevdirme suçundan sorgulanmıştınız… Adaletin tecellisi..

Her şey susturulsa da fikirler susmaz ve konuşur. Tarih buna şahittir. İşlemeyen demir pas tutar,düşünmeyen akıl pislik tutar. Demir paslanır,akıl pislenir. Düşünen akıl ışıldar. Aksi takdirde midesi olana yeme,gözü olana bakma,ayağı olana yürüme demek gibi,fikir sahibi olan bu insanlara da düşünme demek gibi bir garabet ortaya çıkmış olur.

Binaenaleyh,Kur’an sık sık düşünmeye,akıl etmeye,tefekkür edip düşünmeye,ibret ve ders almaya teşvik eder. Kur’an-ın teşvik ettiği bir hakikat, kimin haddine durdurmak!

Fikriyatı geniş olanlar yüksek ufuklar ister,ta ki marifetini sergileyebilsin.

Bugün batıyı,Amerikayı ayakta tutan maddenin ötesinde,fikren yükselişleridir.

Mesela ay yolcululuğuna çıkan Amerika bu vesile ile pul çıkarmış,üzerine –Bismillah-ı yazmıştır. İttihad gazetesi 22-Temmuz-1969-da aya ayak basan astronot Armostrong-un ilk dünyaya olan şu mesajında;” Kim ve ne olursanız olunuz,şu son saatlerde cereyan eden hadiseler üzerinde düşünün ve her biriniz kendi ibadet lisanınızla Allah-a şükrediniz. Allah hepinizi korusun.”demiştir.

Kominist Rusya-nın Luna isimli feza gemisi ise,düşerek parçalanmıştır.[1]

Orayı fikirsizlik demek olan dinsizlik değil,inanç ve düşünce fethetmiştir.

Düşünmeyenler içinde Rabbimiz;insanlara ufuklarda,dış alemde ve kendi nefislerinde,iç alemde ayetlerimizi göstereceğiz ki,onun ,Kur’an-ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?[2]

3-3-1994

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bkn.İttihad gaz.29.Temmuz-1969.

[2] Bkn.Fussilet.53.




DÜNYADA EN ÇOK HARCANAN VARLIK : İNSAN

DÜNYADA EN ÇOK HARCANAN VARLIK : İNSAN

İnsanlık tarihi boyunca kıymeti hala anlaşılmayan,maalesef anlaşılamayan bir varlık varsa,o da insandır.

Evet. Bunun anlaşılamaması,nihayet mükemmelliğinde olmakla beraber,onun kıymetinin onda ve onun yaratıcısı ile olan ilgisi yönünün merkezinde ve irtibat noktasında değil de,meselenin çevresinde araştırılıp,aranmasından kaynaklanmaktadır.

Kendisi için her şeyle harcama yapıldığı halde,en çok harcanan varlık durumundadır insan…

Lehte ve aleyhte tüm çalışmalar hep insan için cereyan etmektedir.

Her şey insan için harcanmakta,insanlar da kendi içinde harcanmaktadırlar.

Bütün kainat;insanı mahsul vermek için dönerken,yüzlerce insanda birkaç insanı netice vermek için işlemekte,onlar için de birkaç kişinin işlenmesi ve neticelenmesi çerçevesinde sonuca gitmekte,kemiyeti sağlamaktadır.

İnsan için hazırlanan sofrada her şey intizamla ve hikmetle tanzim edilmiş olduğunu görmekle beraber,işin içine elini karıştıran insan oğlu,ilahi ikaz olan “Yeyiniz ve İçiniz ve İsraf etmeyiniz.”[1]hakikatına,yeme,içme,israf etmeme kavramları arasında bir atıf olup,kopukluk olmayan bir bağlantı olmasına rağmen;kulak tıkanmakta veya kulak ardı edilmektedir.

Ve bununla da kalınmayıp,insanlık sofrası da top yekun imha edilmeye,insanlık tam bir israfa maruz bırakılmaktadır.

Her bir insan bir kainattır,deriz. Bu söz hakikattır. Hz. Ali’nin ifadesiyle:”Sen kendini küçük bir cirim zannedersin. Ve lakin büyük alem sende derlenmiş,toplanmıştır.” Yani;kainat küçültülse bir insan,insan büyültülse bir kainat olacaktır.

Peki;bir kainat mesabesinde olan bu insandan neler keşfedebilmiş,ne kadar istifade edebilmişiz?

İnsanlık,insan ferdini ne kadar keşfedebilmektedir? İnsan ferdi,kendini insanlığa ne kadar açabilmektedir?

Keşfedilmeyi bekleyen muamma bir varlıktır insan…

6-7-1996

MEHMET ÖZÇELİK

[1] A’raf.31.




ALEME İLİM PENCERESİNDEN BAKIŞ

ALEME İLİM PENCERESİNDEN BAKIŞ

İlim;Allah’ın alim isminin bir tecellisidir. O halde Allah’a götüren ilim,ilimdir. Aksi durumda kışır ve yüktür. Bütün ilimler Allah’ın Alim isminden ve Kur’an-dan çıkmıştır. Nitekim Kur’an-ı Kerim-in 750 ayeti ilme ve araştırmaya yöneltir. Hz. Âdem’i ve onun şahsiyetinde zürriyetini meleklere tefevvuk ettiren ilimdir. İnsanların da insanlara üstünlüğü ilimle olur.

Meşâhir-i ulemadan Ebu Bekir el-Arabi:”Kanun-ut Te’vil”adlı eserinde:”Kur’an-ı Mübin,77.450 kadar ulumu havi bulunmaktadır.”der.[1]

Hadis kitaplarında ilme teşvik edici bir çok hadisi şerif ve sahabe sözleri zikredilmiş ve ona teşvikler yapılmıştır.[2]

Mâverdi”Edebud Dünya ved Din” adlı eserinde genişçe [3] ilmin fazileti,ilmin ve öğrenmesinin edebi,ilmiyle amel edip,yapmadığını söylememek,ilmin her lezzetin fevkinde olduğunu..ihtiva eden konulardan bahsetmektedir.

Âyet’de:”İnsanlardan bazısı,bir bilgisi,yahut bir rehberi veya (Vahye dayanan) aydınlatıcı bir kitabı olmadığı halde sırf,Allah yolundan saptırmak için yanını eğip bükerek (kibir ve azamet içinde) Allah hakkında tartışmaya kalkar. Onun için dünyada bir alçaklık vardır;kıyamet gününde ise ona yaygın bir azabı tattıracağız.”[4]

Cehâlet;alçalış ve alçaklık sebebidir.

Gerçek eğitim,İslâmi ilimle olur.”İslâmi eğitim,dinin esaslarına bağlı,beşeri sapıklıktan hidayete,karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için her zaman her yerde hak dini tebliğ ederek,bütün beşeriyetin hizmetine sunmağa gücü yeten müslüman şahsiyetin teşekkül ettiği sağlam temeldir. İslâmi terbiye,İslam medeniyetinin bütünü,fikir ve prensipte,söz ve işte,ahlak ve davranışta,usul ve nizamda,dünya ve ahirette başarılı olgun ve mutlu hayatında bütün verileriyle yerleştiği sağlam temeldir. İslam eğitimi gerçekten bu medeniyetin temelidir.

İmam-ı Azam:”Eğitim,şahsiyeti ihya eden veya bozan şeyin anlaşılmasıdır.” Bu ifadeden şu ortaya çıkıyor:İmam-ı Azam-a göre eğitim,düşünce ve hayatın doğru yolunun öğretilmesi demektir.”

Zernuci:Bilgiyi,takvayı elde etmek için bir vasıta olarak kabul eder.” Ve şöyle der:”Bilgi zihni aydınlatan bir hususiyettir. Eğitimse,bilgi ve hüküm verme metotlarının inceliklerine nüfuz etmeyi temin eder.”[5]

Kazanılan ilimler tefekkürle yoğrulmalıdır. Ta ki hamlıktan kurtulsun.

İlim hakkında Zernuci:”İlmin üstünlüğü hiçbir kimse için gizli değildir,apaçıktır. Zira ilim insanlığa mahsustur. İlimden başka bütün hasletlerde insanlarda hayvanlarda müşterektir. Cesaret,atılganlık,kuvvet,cömertlik,şefkat gibi sıfatlarda insanlarla hayvanlar müşterektir. Fakat ilim müstesnadır. Zira Cenâb-ı Allah, ilim sebebiyle Âdem aleyhisselamın meleklerden üstün olduğunu açığa çıkarmıştır. Yine ilim sayesinde Cenâb-ı Allah meleklere,Âdem aleyhisselama secde etmelerini emretmiştir.

İlmin şeref ve üstünlüğü kendisi sebebiyle,Allah katında ebedi saadet ve keramete ulaşılan takvaya vesile olduğu içindir.

İmam-ı Azam Ebu Hanife’den:”ilmi nasıl öğrendin?”diye sorulmuş,o da şöyle cevap vermiştir:İlmi dört şey ile elde ettim:

1)Köpeğin yaltaklanması gibi ilim adamlarına yaltaklandım,

2)Kedinin tevazuu gibi alçak gönüllü oldum,

3)Kargalar gibi uykusuz sabahladım,

4)merkebin sabır ettiği gibi sabır ettim.”

“Haricilerden yirmi ayrı kişinin sorduğu:”Ya Ali,ilim mi üstün,yoksa mal mı?” Tek sorusuna:”İlim daha üstündür.” delil istemeleri üzerine,hepsine ayrı ayrı cevab vererek:

“İlim maldan üstündür. Zira ilim seni korur,halbuki sen malı korursun.

-İlim harcandıkça artar,mal harcandıkça azalır.

– İlim sayesinde düşmanlar dost olur,fakat mal böyle değil.

– İlim dünyadan uzaklaştırır,ahirete yaklaştırır;mal ise böyle değildir.

-Ölüm sebebiyle ilim,sahibinin mülkiyetinden çıkmaz,fakat mal böyle değildir.

-İlim sahibine sirayet eden bir nurdur. Mal ise buna muhaliftir.

-İlim Allah’ın kelamından çıkar,mal ise topraktan çıkar.

-İlim Peygamberlerin (AS) sevgilisidir. Mal ise Nemrud, Fir’avun, Hâman ve Karun’ların sevgilisidir.

-İlim kendine kendine hizmet edilendir. Mal ise hizmet edendir.

-İlim ruhun gıdasıdır,mal ise cesedin gıdasıdır.

-Ürkme zamanlarında ilim sana arkadaş olur,mal ise seni ürküntü verir.

-Yolculukta ilim senin arkadaşındır. Mal ise yolculukta senin düşmanındır.

-Tek başına ilim taatsız da olsa kurtulmana sebeb olur,fakat mal böyle değildir.

-İlim Peygamberlerin mirasıdır. Mal ise eşkiyanın mirasıdır.

-Kıyamet gününde ilmin hesabı yoktur. Fakat malın helal ise hesabı,Haram ise azabı vardır.

-İlmin sahibi şefaat edecek,malın sahibi ise şefaat edilecektir.

-İlim sahibi asla unutulmaz,fakat mal sahibi unutulur.

-İlim kalbi nurlandırır,mal ise karartıp katılaştırır.

-İlim sahibi Allah’a kulluğu,mal sahibi ise Allahlığı iddia eder. (Nitekim Fir’avun da olduğu gibi)

Böyle tatminkar cevab verdikten sonra:”Bu konuda bana daha soru sorsaydınız yaşadığım müddet başka başka cevablar verirdim,buyurdu.

Hadis’de:”Şüphesiz alimler peygamberlerin varisleridir.”[6]

“Öğrenci bilgi edinirken Tevhid,yani inançla ilgili bilgiyi öne almalı ve Allah Taalayı delil ile tanımalıdır. Zira bize göre her ne kadar taklitçinin imanı sahih ise de,Allah’ın birliğini tanımada delile dayanmayı terk ettiği için günahkar olur.

“Her şeyin bir engeli vardır,fakat ilmin bir çok engelleri vardır.” bundan dolayı”İlme bütünüyle kendini vermeyen onun cüzünü elde edemez.”[7]

Hadis’de:”İlmi taleb etmek her müslüman erkek ve kadına farzdır.”(İbnu Mace) Hadisini Zernuci şöyle açıklar:”Her müslümana,her bir ilmi taleb etmesi (ki buna ömür bile kafi değildir.) farz değildir,ona farz olan İlm-i haldir,nitekim:”En efdal ilim,ilm-i hal,en efdal amelde hıfz-ı haldir.”demiştir.[8]

İbni Mace’de:”İlim öğrenmek her kese farzdır. Muhakkak ilim öğrenmek için uğraşana denizdeki balıklara varıncaya kadar her şey istiğfar eder.”[9]

Ölmüş kalbler ilimle dirilir. “Mahiyet ve istidat itibariyle her şey ilme bağlıdır.”[10]

O ilmin de o milletin ruhuna,bünyesine,tarih,din ve kültürüne uygun olması gerekir.

Hz. Süleyman:”Bence nefsini terbiye eden kimse,tek başına bir şehri fetheden savaşçıdan daha kuvvetlidir.”der.

Vücut kendisine münasip olmayan,hazmedilmeyen bir şeyi kusar ve atar,reddeder. Verilecek olan eğitim ve öğretim de öyledir.

1926’larda bir İngiliz gazetecisi İngiltere’de olan Vahdettin’e sorar:”Türkiye’de Laik bir eğitim sistemi uygulanmaktadır. Buna dayanarak medreseleri kapatıp,hilafeti lağvettiler. Bu laik eğitim tatbikatına ne dersiniz?” Cevaben:

“Eğer bu proğramı 50 sene uygularlarsa bolşeviklik gelir,kominizm gelir.”der. İşte yarı kör,yarı topal eğitimimizde bunu hatırlatmaktadır. Ne din ilimleri,ne de fen ilimleri.İkisinden de mahrumuz.

Hala nasıl yapalımlarla meşgulüz. Yani nasıl bir eğitim uygulayacağımızı bilmemekteyiz. Sil boz tahtası. Deneme tahtası. Neler yapalıma daha gelmemişiz. Yani,şu şu şeyleri yaptık,daha neler yapalım seviyesine gelmemişiz.

Diğer bir hazin tablo ise,eğitimci,talebeyi kendi ilmi seviyesine çıkarma çabasında değil,onun seviyesine inmede ve düşmede. Onu kendi seviyesinde götürmüyor,kendi onun seviyesinde gidiyor, Seviye ise sürekli düşüyor.

En çok yara alan kurumumuz,eğitim kurumu.”1920’den 1992’ye kadar 48 Milli Eğitim Bakanı değişmiş,bunun ancak üçü eğitimci. Ve bunların kahir ekseriyeti milletin inançları ve değerleri doğrultusunda değil de,kendi fikriyatı doğrultusunda,batı kültürüyle milleti yoğurma çabasında.[11]

Batıda ise;son asırlara kadar batının ilme dayanmamasının,ilimden uzak kalmalarının sebebi,Tevrattaki şu ayete dayanır. “Hz. Adem’in yemesi yasaklanan meyve bilgidir. O meyveden yedikten sonra cennetten çıkarıldı.”inancıdır.

Avrupalılar 12. asırda İslam eserlerini latinceye tercüme etmeleriyle Rönesansı gerçekleştirmişlerdir.

1963’de A.B.D. Başk. Yardımcısı sıfatıyla Türkiye’ye gelip,Amerikan Robert Kolejini ziyaret eden Lyndon kendisine kilisenin faaliyetlerinden,mezun vermelerinden bahsedilince sözlerini keserek:Bana bunlardan değil,A.B.D. eğitim ve politikasını benimsemiş,gerçek bir Amerikalı ruhu taşıyan ve bir Amerikalı kafasıyla düşünebilen kaç tane mezun verebiliyorsunuz? bundan bahsedin?”der.[12]

Evet,ya biz de? Kendi değerlerine bağlı,fen ilimlerinde ileri kaç insan yetiştiriyor veya yetişmesine yardımcı oluyoruz? Yoksa engel mi oluyoruz? Başlı başına tahlil konusu…

Mâverdi’nin belirttiği gibi;”Yaratılıştan gelen akıl da olsa,çiçeğini ancak eğitimle çıkarabilir. Tıpkı,verimli olduğu halde,bitkisini çıkarırken suya ihtiyacı olan toprak gibi.”[13]

Kur’an-ı Kerim-de:”Toprağı verimli olan güzel bir memleketin bitkisi,Rabbinin izni ile çıkar. Fena ve verimsiz olan bir tarlanın bitkisi ise çıkmaz;çıkarsa da bir şeye yaramaz. İşte ayetleri,şükredecek bir kavim için böyle açıklarız.”[14]

Hz. Ali’nin ifadesiyle:”Dünyada mesud olmak istersen ilim öğren. Ahirette mesud olmak istersen ilim öğren. Eğer her iki dünyada da mesud olmak istersen ilim öğren. Evvela kendini bil,çünkü kendini bilen ancak Allah’ı bilir.”

Maddi ilimlerde ilk de eksiklik,sonuncu da mükemmellik var iken,manevi meselelerde mâkûsen mütenasibtir. Yani Rasulullah zamanındaki insan,daha büyük,sırasıyla ondan uzaklaştıkça terakki olmamakta,güneşten uzaklaşma gibi. Maddi ilimlerde ise,son teker ilk tekerden farklıdır.

Başlangıç da Allah’ın Alim isminden çıkıp gelişen ilimler,sonunda Hz. Hızır’ın Hz. Musa’ya dediği gibi ki:”İnsanların ilmi,Allah’ın sonsuz ilmi yanında serçenin gagasına bir seferde alabildiği bir damla su kadardır.”

KUR ‘ AN IŞIĞINDA TEKNOLOJİ

Teknolojik ilerlemeyi,ilmi ilmi ilerleme doğurur.

“Kur’an-ın talimleriyle kavânini terbiye arasında tam bir mutabakat vardır.”(Lovazon)

“Kur’an daha büyük tezekkinin mebde-i olabilir. Kur’an insanları medenileştirir. Sanayi ve ticareti inkişaf ettirmeye sevkeder. Nitekim Kur’an-ın feyziyle harekete geçen müslümanlar,muazzam,muhteşem,şehirler tesis ettiler.”(T.Arnold)

İslam alemi batıyla kıyaslanamıyacak derecede,ilimde öncülük yapmıştır. Bir çok dalda bunu isbatlamıştır.[15]

Hz. Ali:”İsteseydim sadece Fatiha suresi için yetmiş deve yükü tefsir yazardım.”

İbni Abbas’da:”Devemin yularını kaybetsem,onu mutlaka Kur’an-da bulurum.”der.

Kur’an;dünya ve ahiretin yazılı birer haritasıdır.

İmam Fahreddin Razi Hazretlerinin anlattığına göre,Astronomi ile uğraşan bir alime,bir fıkıhçı ne yaptığını sorar. O da:”Üstlerindeki göğe bakmadılar mı,onu nasıl yaptık,süsledik,hiçbir çatlağı yoktur.”[16] ayetini tefsir etmeye çalışıyorum.”diye cevab verir.

Fahri Razi bu menkıbeyi anlattıktan sonra,Astronomi ile meşgul olan alimin cevabını pek beğenir ve şöyle der:”O çok isabetli bir cevab vermiştir. Çünkü,bir insan,Allah’ın sanatı ve mahlukatı ile ne kadar çok meşgul olursa,o ölçüde onun kudret ve azametini anlar.”[17]

Peygamberler ilimlerin öncüleri ve pirleridirler. Kur’an buna ışık tutmaktadır.[18]

Batı medeniyetinin temelinde İslam medeniyeti ve onun tesiri yatmaktadır.[19]

Nahl suresinde Bal arısı ve kendisine vahyedildiğinden bahsedilirken,dikkatimiz çekilmektedir. Bu gün bir Bilgisayar saniyede 16 milyar kere işlem yaparken,arı 10 trilyon işlem yapmaktadır.

Müslüman İlim öncüleri Ansiklopedisinde özetle:[20]

“İlim insanların ortak malıdır. Başlangıcı tarihin derinliklerine kadar uzanan ilim,devamlı ilerleme içerisinde olmuştur. Peygamberler bunu öncülüğünü yapmış olup,ilmin ilerlemesi onların mu’cizelerinin benzerini yapmaya sevketmektedir.

Nitekim daha 794’de Bağdad’da Harun Reşid’in oğlu İbni Fazıl (739-805) ilk kağıt fabrikasını kurdu,zira eser neşri için kağıda ihtiyaç vardı. Bunu 800 tarihinde Mısır,950’de Endülüs takib etti. Avrupaya ise ancak seneler sonra girebildi. 1100’de Bizans,1102’de Sicilya,1228’de Almanya,1309’da da İngiltere’de kağıt fabrikaları kuruldu.

Avrupalıların itirafı;Mesela prof. Jacgues Risler:”Rönesansımızın Matematik hocaları müslümanlardır.”derken,Fransız Prof.larından E.Gautier’de:”yalnız Cebri değil diğer Matematik ilimlerini de,Avrupa kültür dairesi,müslümanlardan almış olduğu gibi,bu günkü batı Matematiği gerçekten İslam matematiğinden başka bir şey değildir.”demektedir.

Müslümanlar nereden ve kimden olursa olsun faydalı olan her ilmi almışlardır. Fakat onları alırken de kendi kalıplarına uydurmuşlardır. Vahiy medeniyetinin tefekkür ve iman imbiğinden geçirip düzeltmişler ve ayıklamışlardır.

Batılı Gustave Lebon şunları söyler:”Avrupanın kara bir barbarlık içine daldığı bir devrede,Bağdad ve Kurtuba gibi,İslamın hüküm sürdüğü iki büyük merkez,parlak nuruyla dünyayı aydınlatan bir medeniyetin ocaklarıydı.

Hiç şüphesiz müslümanları böylesine keşif ve buluşlara iten sebeb;her yönüyle ilme vermiş olduğu önemden kaynaklanmaktadır. Her hususta Kur’an-ın ilk emri –Oku-dur.[21]

Ayet ve Hadislerde:

-“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[22]

-Beşikten mezara kadar ilim öğrenin.

-İlim Çin’de de olsa gidip alınız.(Çin gibi uzak ve gayrı müslim de olsa.)

-Babanın evladına verebileceği en kıymetli miras,iyi bir eğitim ve öğretimdir.

-İlim öğrenmek mukaddes bir cihaddır.

-Her şeyin bir yolu vardır,cennetin yolu da ilim öğrenmektir.

-Cehaletten müdhiş fakirlik olmaz.

-İlim rütbesi rütbelerin en yükseğidir.

-Cahiller içinde bir alim,ölüler içindeki diri gibidir.

-Alimin uykusu cahilin ibadetinden hayırlıdır.

-Bir alimin ölümü,bütün bir milletin ölümünden daha büyük bir kayıptır.

-Kıyamet gününde alimlerin mürekkebiyle,şehidlerin kanı denk tutulur.

-Ya ilim sahibi,ya ilim öğrenen,ya dinleyen veyahut ilmin dostu ol,sakın beşinci vaziyette bulunma,mahvolursun.

-“Kur’an-ı Kerim insan fikrinin en yüksek teori ve görüşlerini beslemeye yetecek fikir ve duygulardan meydana gelen bir hazineyi ihtiva etmektedir.”diyen Arthur Pellegrin,Kur’an-ın müslümanları keşif ve buluşlarına mesned teşkil etmesindeki manayı anlayanlardan biridir.

İslamın yükselmeye olan katkısını G. Rivoire şöyle açıklar:”Bu yükseliş ve gelişmenin sırrını bize Kur’an-ı Kerim-in bir çok ayeti ile Hz.Muhammed’in hadisleri vermektedir. Bu ayet ve hadisler müslümanları ilme,yükseliş ve medeniyete teşvik etmiş,bunu müslümanlar için dini bir vazife saymıştır.

Hz. Ömer,Batlamyusun bir eserini tercüme eden Yahya isimli alimi taltif etmiştir.

Harun Reşidin tercüme edilen eserlere ağırlığınca altın verdiği bilinmektedir.

Nizamül Mülk bütün hazinelerini ilmin ilerlemesi için sarfetmiştir.

Gazneli Mahmud,her beyti birer altına bir şehname yazdırmıştır. Uluğ Bey ise,saltanatını ilmin hizmetine adamıştır.

İlmin iman etmeyi gerektirdiğini söyleyen Abdusselam şöyle der:””Ben insan beynindeki on milyar sinir hücresinin birbiriyle bağlantılarını görünce iman etmekten başka çare bulamıyorum.”der.

İbrahim Hakkı Anatomiyi:”Allah’ı anlamanın bir vasıtası olarak görüyorum,der. Battani,insanın Astronomi sayesinde Allah’ın birliği,eşsiz büyüklüğü,yüce hikmeti,muazzam kudreti ve eserinin mükemmelliğini anlamaya muvaffak olacağını söyler.[23]

Tabiatı ilahi bir sanat olarak gören İbni Heysem ilim yoluyla hakka varılacağını,kalblerin doyacağını belirtir. İbni Yunus’da ilimle insanın yaratıklarda Allah’ın büyüklüğünü gösteren delilleri bulmak ve ilimden asıl maksadın imanı kuvvetlendirmek olduğunu ifade eder.

Görüldüğü gibi İslam alimleri,fen ilimleriyle din ilimlerini birleştirmesini bilen dinlerine bağlı kişilerdi. Keşif ve buluşlarında ilham kaynakları Kur’an-ı Kerim idi.

-Pasteur’dan 400 sene önce Mikrobu bulan (Mikroskob olmadığı halde) İslam alimi Akşemseddin’dir. (1389-1459) –Maddetül Hayat- adlı kitabında:”Hastalıkların insanlarda teker teker ortaya çıktığını sanmak hatalıdır. Hastalık insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle görülemiyecek kadar küçük lakin canlı tohumlar vasıtasıyla olur.”[24]

Bilindiği gibi,mikrob ve mikroskob İngilizce bir kelime olup;”Gözle görülemiyen küçük canlı varlıkları gösteren alet” Akşemseddin ise bu anlama gelen –Huveynat- diyerek kendi dili olan Arapça olarak söylemiştir. Yoksa kusuru İngilizce mikrob demediği için midir?

“İlim mü’minin kaybolmuş malıdır. Onu nerede bulursa alır.”

Peygamberler her yönüyle insanların önderidirler. Maddi ve manevi her sahada insanlara yol gösterirler. Peygamberler mu’cize gösterirken,bir taraftan kendi peygamberliklerini ilan eder,isbat eder,bir taraftan da gelecek nesilleri benzerlerini yapmaya teşvik ederler.

-Kur’an-ı Kerim Yakub peygamberin gözüne perde gelmesinden (Katarakt) ve Yusuf Peygamberin bir mu’cizesinden söz ederken,hem hastalığın sebeblerinden birine ışık tutuyor,hem de tedavisinin mümkün olabileceğini gösteriyor.

Dünya dönüyor dediği için Engizisyon mahkemesine verilip inkar etmesi istendiğinden mecburen inkar edip,ancak mahkemeden ayrılırken:”Yine de dünya dönüyor.”demiştir. Öldüğünde hristiyan mezarlığına gömülmedi. Çünkü onlarca bu bir dinsizlikti.

İtalyan filozofu Bruno Kopernik nazariyesini desteklediğinden dolayı engizisyon mahkemesi tarafından yakılarak ölüme mahkum edildi. Oysa ilmin her dalında eserler veren Biruni bunlardan 500 sene önceden dünyanın hem kendi,hem de güneş etrafında döndüğünü söylemektedir. Dünyanın yuvarlaklığı Elips şeklinde oluşu Kur’an-da “Deha “[25]ayetiyle ifade edilmiştir.[26]

Atomun ilk mucidi Dalton’dan (1766-1844) bin yıl önce yaşayan Cabir bin Hayyan’dır. O şöyle der:”Civadan Zincefre (kırmızı boya) elde etmek için yuvarlak bir şişe içersine bir miktar civa dök. Topraktan bir kap içerisine bu şişeyi koyarak şişenin ağız seviyesine kadar kap içersine Sülfür (kükürt) koy. Şişenin ağzını kapat. Bu kabı bir gece boyunca ir fırında bırak. Civanın sert bir maddeye dönüştüğünü göreceksiniz. Bu maddeye Zincefre denir. Meydana gelen bu madde yeni bir madde değildir. Bileşimi yapılan civa ve sülfür aslı mahiyetini de kaybetmemiştir.

Bu iki maddenin zerreleri (atomları) birbirine karışmıştır. Çıplak göz bu zerreleri ayırt etmekten acizdir. Eğer elimizde bunları ayırt etmenin imkanı olsaydı,bu iki maddenin kendi özel vasıflarını muhafaza ettiklerini görecektik.”der.

Atom bombası fikrinin ilk mucidi ve Kimyanın babası büyük dahi Cabir bin Hayyan (721-805) eserinde:”Madenin en küçük parçası olan –Cüz’ü la Yetecezza- (Atom) da yoğun bir enerji vardır. Yunan bilginlerinin iddia ettiği gibi bunun parçalanamıyacağı söylenemez. O da parçalanabilir. Parçalanınca da öyle bir güç meydana gelir ki,Bağdatın altını üstüne getirebilir. Bu Allah’ın kudret nişanıdır.

Kur’an-da:”Yerde ve gökte hiçbir zerre (Atom) Rabbinden gizli değildir. Bundan daha KÜÇÜĞÜ veya BÜYÜĞÜ şüphesiz apaçık kitaptadır.”[27]

-Fatih Sultan Mehmed Edirnenin dışında kendi eliyle çizmiş olduğu havan toplarını tophanede yaptırmıştır.

-Dünyanın çevresini hesaplayarak 24.000 (takriben 39.000 km) olarak bulan Hasan bin Musa’dır.

-Tıbbı,Calinos diriltti,dağınık halde idi Razi topladı,noksanları da İbni Sina tamamladı.

Avrupa emekleme devrinde olmak şöyle dursun,ilim düşmanlığı yaparken,İslam dünyası ilmin beşiği halinde idi. Batıda hür düşünceyi bulamıyan ilim adamları İslam dünyasına kaçmakta,orada öğrendiklerini memleketlerine götürüp,rönesansa temel teşkil edecek çalışmaları yapmaktaydılar. Kaderin garib bir tecellisidir ki;bu gün tersi yaşanmaktadır. Nitekim:””Mucidler ve araştırmacılar derneği başkanı M. Köksal;60 yıldır 40.000 bilim adamının yurt dışında olup,gönderilen bu insanların geriye kabul edilmiyerek büyük çapta beyin göçünün olduğunu söylemektedir.[28]

-Kristof Kolomb müslüman İspanya üniversitelerinde öğrendikleri sayesinde dünyanın yuvarlak olduğunu anlamışdı.

-Fransız amirallerinden Dr. Charcot,1928 yılında yayınladığı”Chiristophe Colomb Vu par un Marin.”-Bir denizci tarafından K. Kolomb hakkında görüşler isimli eserinde Kolomb’un kitabından şunu nakleder:”Rodrigo,sıradan bir tayfa değildi. Osmanlı deniz kuvvetlerine mensubdu. Dinini gizlemek zorundaydı. Onun müslüman olduğunu benden başka bilen yoktu. Geceleri pek az uyur,devamlı surette harita üzerinde çalışır ve hesaplar yapardı. Bu haritaların ve tuttuğu notların birer kopyasını çıkardım. Keşfin şerefini ve ödülünü bir müslümana kaptırmamak için bu gerçeği açıklamadım.”

Bu Rodrigo –Kemal Reisin- ki Piri Reis onun yeğenidir. O da haritasının (Amerika haritası) kenarına bu Rodrigo adını almıştır.) Baş tayfasıdır. Gırnata İslam devletinin yıkılmasından dolayı müslümanların öldürülüşü,adını değiştirip Rodrigo adını taşımaya mecbur kılmıştır.”[29]

Bu şahıs müslüman arap denizcilerinden de yararlanmıştır.[30]

Amerikalıların müslümanlara müteşekkir olması gerekir. Zira orayı ilk keşfeden müslümanlardır.

Nitekim tarihçi Mesudi,956 yılına ait Mürüc ez-Zeheb adlı eserinde,889 miladi yılında Atlantik’i ilk geçen Haşhaş ibni Said ibni Esved adlı Kurtubalı bir genç olduğunu ve bütün Endülüslülerin de bunu bildiklerini söyler.

-Arap coğrafyacısı el-Şerif el-İdrisi de (1097-1155) bunu teyid eder.

-Belize’de çıkan 5-11-1946 tarihli The Daily Clarion gazetesinde Carib asıllı bir bilgin şunları yazıyor:”Kristof Kolomb,1493 yılında Batı Hind adalarını keşfettiğinde,burada kıvırcık saçlı beyaz bir ırk ile karşılaştı. Bunlara Carib ismini verdi. Bunlar balıkçılık ve ziraat ile uğraşan sakin insanlar idi. Şiddeti sevmiyorlar idi. Dinleri Muhammedilik,dilleri ise ihtimal Arapça idi.”[31]

İbrahim Hakkı Marifetnamesinde şöyle der:”Allah bütün cihanı insan için ve insanı da kendi ulu varlığının bilinmesi için yaratmıştır. İnsanın bilinmesi nefsimizin bilinmesine bağlıdır. Nefsimizi bilmek de yapımızı bilmeye bağlıdır. O da alemi bilmeye,buda ilimleri bilmeye bağlıdır.

Kur’an-ı Kerim Allah kelamıdır. Kainatı zerreden küreye kadar her şeyiyle birlikte yaratan da Allah’dır. Kur’an-da yazdıkları ile kainata koydukları kanunlar arasında bir birlik,bir bütünlük bulunmaktadır.

İlimler ise kainatın bir açıklaması ve kanunlarının bir yorumlamasından ibarettir. İlimce kesinlik kazanan her şey en sonunda Kur’an-ı Kerim-in asırlarca önce belirttiği noktaya varabilmekte,onun işaret ettiği gerçeği yakalayabilmektedir.

Kuru ve yaş her şeyin Kur’an-da bulunup [32] ,ancak bir fizik ve kimya kitabı olmadığından onlar gibi olmayıp,gayet kısaca belirtir. Her ilim erbabı onda aradığını bulabilir.

Kur’an-ı Kerim günümüzün hatta ileride ulaşılabilecek Teknik ilerlemelere gerek peygamberlerin mu’cizeleriyle ve gerekse bir takım tarihi hadiseleri anlamakla işaret etmiştir. Bu konuda Bediüzzaman şöyle bir açıklama getirir:”Her şey Kur’an-ı Kerim-in içinde bulunur. Fakat herkes her şeyi göremez. Zira farklı derecelerde bulunur.”[33]

Bunları da-kısalık uzunluk gibi- çeşitli şekillerde ya işareten,ya üstü kapalı olarak veya hatırlatmak suretiyle anlatır.

İşte Kur’an,insanların sanat ve fen yönündeki ilerlemelerine,sanat harikaları ve fennin şaşırtıcı ilerlemeleri olan uçak,elektrik gibi şeyleri insanlara peygamberlerin gösterdikleri mu’cizeleri yoluyla hediye etmiştir.

Bir söz vardır:”Hristiyanlar hristiyanlıktan uzaklaştıkça,müslümanlarda dinlerine bağlı kaldıkça yükselirler.”diye…

İslâmda din ile ilim daima kol kola gitmiştir. Fen ilimleri aklı aydınlatırken,Din ilimleri de vicdana yol göstermiştir. İkisinin birleştiği dönemlerde müslümanlar maddeten ve manen en yüksek noktalara ulaşmışlar,ilim ve medeniyetin öncülüğünü yapmışlardır.

İsmail Hami Danişmend şöyle der:”Avrupanın bütün ilimleri İslam kültürünün ürünleridir.”

Briffoult’da:”İslam medeniyetinin modern dünyaya en büyük yardımı ve hediyesi ilimdir. Fakat Avrupayı yeniden hayata kavuşturan şey sadece ilim de değildi. İslam medeniyetinden gelen daha başka tesirlerde Avrupa hayatına ilk parlaklığı vermiştir.

Avrupanın ilerlemesinde İslam kültürünün kesinlikle tesirini göremiyeceğimiz bir basamak yoktur.”

Bazılarının yanlış anladığı gibi sefâhet ve eğlencelerde değil de,ilim ve fende Hz. Ali’nin şu sözü düstur edinilmelidir:”Ciğer parelerinize yalnız kendi terbiyenizi giydirmeye çalışmayınız. İyice hatırınız da olsun ki onlar,sizin yaşamakta olduğunuz zamandan başka bir zaman için yaratılmışlardır.”

Halife Ömer bin Abdulaziz çocuklarının terbiyecisine:”Onlara vereceğin ilk ahlak dersi,şeytanın bir aldatmacası olan ve neticede Allah’ın öfke ve ğazabını çeken eğlence vasıtalarına karşı onların kafasında bir düşmanlık husule getirmek olsun.”der.[34]

20 asır ilim ve nur asrıdır. Mesnedsiz fikirler kabul edilmemektedir. Mesnedsiz davalar ancak,mesnedsiz insanlarda ma’kes bulabilir.

Davasını isbat eden kazanır. Körü körüne inkar olan küfür ve sefâhetin mesnedi olmadığından yıkılmaya mahkumdur. Küfrün çürük direkleri o batıl davayı ayakta tutamaz. Pislik çamuru üzerine oturtulan bir bina,hafif bir esinti ile yıkılır.

Bulutlu havalar,kafası bulutlu olan sırtlanları memnun eder. bulutlar çekilmiş,güneş haşmetiyle doğmakta ve huzmelerini aleme ve bulutlu kalblere salmaktadır.

Ey bulutlar ve bulutlular çekilin… Rahmet yağmurları geliyor… Nur güneşleri doğuyor…Bahar çiçekleri açıyor…

Her sahada çığır açan İslamiyet,insanın sıhhati noktasında da eserler vermiştir.[35]

İlimde tedric kanunu vardır. Bundandır ki;mücerred ilmin ortaya koyduğu şey,son ve netice değildir.

Kur’an ve ondan faydalanılarak ortaya konulan şeyin ilki-sonu aynıdır. Baş da ne demişse sonda da onu demiştir. Değişme söz konusu değildir.

Bu konuda Bediüzzaman hazretleri Gezegenin 12 olduğunu ve olması gerektiğini söyler. Ta nizam ve intizam tesis edilsin.

Bu 12 gezegen:” cirmleri küçüklük-büyüklük itibariyle pek çok muhtelif ve mevkileri uzaklık-yakınlık noktasında pek çok mütefavit ve sür’at-i hareketleri çok mütenevvi’ olduğu halde kemal-i intizam ve hikmet ile ve kemal-i mizan ile ve bir saniye kadar şaşırmayarak hareketleri ve deveranları ve güneş ile, cazibe kanunu tabir edilen bir kanun-u İlahî ile bağlanmaları, yani onlar imamlarına iktidaları; büyük bir mikyasta bir azamet-i kudret-i İlahiyeyi ve vahdaniyet-i Rabbaniyeyi gösterir.”[36]

E S İ R : Cenab-ı Hak bütün kainatta varlıkların ve eşyanın oluşmasında esas olmak üzere atomdan daha küçük olmak üzere esir denilen maddeyi yaratmıştır. Zira atom kendi içerisinde Nötron,Elektron ve proton’a bölünmekle kalmamış,aralarına konulan perde ile de geçişleri engellenmiştir.

Nitekim nasıl ki tarla,meyve ve sebzelerin,madenlerin oluşmasına analık ve kaynaklık etmiş ise,esirde eşyaya menşe’ ve kaynak olmaktadır.

Bu konuda Bediüzzaman:” Şu geniş boşluğun esîr ile dolu olduğu, fennen ve hikmeten sabittir.”

“Ecrâm-ı ulviyenin kanunlarını rabteden ve ziya ve hararetin emsalini neşr ve nakleden fezayı doldurmuş bir madde mevcuddur.”

“ Madde-i esîriyenin yine esîr olarak kalmak şartıyla, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülâtı ve ayrı ayrı nevi’leri vardır. Buhar ile su ve buzun teşekkülâtları gibi.”

“ Ecram-ı ulviyeye dikkat edilirse, tabakaları arasında muhalefet görünür. Evet yeni teşekküle ve in’ikada (oluşuma) başlamış milyarlarca yıldızlardan ibaret Kehkeşan ile anılan tabaka-i esîriye, sabit yıldızların tabakasına muhaliftir. Bu da manzume-i şemsiyenin tabakasına ve hâkeza yedi tabakaya kadar birbirine muhalif tabakalar vardır.”

“Meselâ: ¯€!«x´W«,ö«p²A«,ö [37]kelimesinden bazı insanlar hava-i nesîmiyenin tabakalarını fehmetmiştir. Öbür bazı da, Arz’ımız ile arkadaşları olan hayatdar küreleri ihata eden nesîmî küreleri fehmetmiştir. Bir kısım da, seyyarat-ı seb’ayı fehmetmiştir. Bir kısmı da, manzume-i şemsiye içinde esîrin yedi tabakasını fehmetmiştir. Bir kısım da, şu bildiğimiz manzume-i şemsiye ile beraber altı tane daha manzume-i şemsiyeyi fehmetmiştir. Bir kısmı da esîrin teşekkülâtı yedi tabakaya inkısam ettiğini fehmetmiştir.”

“Manzume-i şemsiye ile arz,desti kudretin (Allah’ın) madde-i esiriyeden yoğurmuş olduğu bir hamur şeklinde imiş;Esir maddesi yaratıldıktan sonra saniin ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esiri halkettikten sonra, Cevahiri Ferde (atoma) kalbetmiştir. (dönüştürmüştür.) Sonra bir kısmını kesif kılmıştır ve bu kesif kısımdan,meskun (oturulmak) olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz bunlardandır.”[38]

-“Dağların yer yüzüne kazık yapılması.”[39] ayetinden:” Coğrafyacı bir edibin o kelamdan kısmeti;Küre-i zemin,bahr-i muhiti havaide (fezada) veya esiri de yüzen bir sefine ve dağları,o sefinenin üstünde tesbit ve muvazene için çakılmış kazıklar ve direkler şeklinde tefekkür eder.”[40]

“Elbette o Kadîr-i Hakîm bu kusursuz kudretiyle, bu noksansız hikmetiyle; nur gibi, esîr gibi ruha yakın ve münasib olan sair seyyalat-ı latife maddeleri ihmal edip hayatsız bırakmaz, camid bırakmaz, şuursuz bırakmaz. Belki madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esîr maddesinden, hattâ manalardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zî-hayat, zî-şuuru kesretle halkeder ki; hayvanatın pek çok muhtelif ecnasları gibi pek çok muhtelif ruhanî mahlukları, o seyyalat-ı latife maddelerinden halkeder.”[41]

Bu konuda batılı bilgin Arthur Fadlu:”Esir evrenin sınırında”adlı eserinde:”Yedi kat gökten murad güneş ışıklarını içinden sızarak geçtikleri ve güneşi çevreleyen fiziki ortamdır. Güneşin çevresinde esir adını verdiğimiz yedi kat tabaka mevcuttur.”[42]

Bu hakikatlar da göstermektedir ki;maddenin en küçük parçası atom değil,esir maddesidir. Zira atom da bölünmekte ve bölünen bu maddelerin arasında birini diğerinden ayıracak perdeler ve berzahlar bulunmaktadır.

Bir gün ders anlatırken lise 2. sınıf talebelerine madenin en küçük parçasının ne olduğunu sorduğumda,hepsi birden –Atom- cevabını verdiler. Atom parçalanır mı,diye sorduğumda da;-Evet- dediler. O halde parçalanabilen nasıl maddenin en küçük parçası olur?

Cevabının –Esir- maddesi olduğunu söylediğimde,talebenin birisi –Hocam,o halde siz sorumlusunuz! Madem biliyorsunuz,niye bunu söylemiyorsunuz?-dedi. Bunu bilen ve söyleyenlerin olmasıyla beraber,ben de gücümün yettiği nisbet’de söylediğimi,söyledim.

“Esir maddesi,maddiyyunları boğduran zerrat maddesinden daha latif ve eski hükemanın saplandığı Heyula (madde) fihristesinden daha kesif,ihtiyarsız,şuursuz,camid bir maddedir.”[43]

Bazı bilginler “Işık;esir dalgalardan ibarettir.”der.[44]

Esir de, farklı farklıdır. Suyun su,buhar,buz gibi sıvı,gaz ve katı halde bulunması gibi,esirin de yedi ayrı tabakadan meydana geleceği akla zıd görünmemektedir. Samanyoluyla sabit yıldızlar tabakası farklı farklıdır.

Sabit yıldızlar da güneş sistemi de birbirine benzemez. Yedi sistem ve yedi tabakanın da birbirinden farklı olmaları akla uygundur.”[45]

K Â İ N A T I N YARATILIŞI : Kur’an-ı Kerim-in muhtelif ayetlerinde izahat verilmiştir.[46]

Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği Hadis’de:”Toprak,dağlar,bitkiler,hayvanlar ve en son da insanlar yaratılmıştır.”[47]

-Bir çekirdek misal- devamlı genişleme içerisinde olan[48] ve bir patlama sonucu (Big Bang)[49] (Büyük patlama) ortaya çıkan kainat aynı zamanda Onun (Kainatın) varlıkların,her şeyin ezeli olmadığını da göstermektedir.[50]

Netice itibariyle her şey o zatın –Ol- demesiyle oluşmuştur.[51]

“Her sabah güneşin doğuşu şaire heyecan verir. Güneş sisteminin intizamı da her gece astronomu heyecanlandırır. Güneşin doğuşunu astronomi açıklıyor;güneş sistemini ne açıklayacak? her şeyi izah etmesi gereken kainatın kendisi muammaların en büyüğüdür ve sürekli bir mucizedir. “(G. Santayana)

-“Hangi sahada olursa olsun ilimle ciddi şekilde meşgul olan herkes,ilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır:”İman et” iman,ilim adamının vazgeçemeyeceği bir vasıftır.”(M. Planck)

Her şey O’nu söyler. O’na giden yollar mahlukatın nefesleri sayısıncadır. Her şeyde O’nun mührü görülür,okunur,bilinir.

-DÜNYADAN BAŞKA DÜNYA : Evvela bu konuda yapılan rivayetleri zikredelim:”O Allah ki yedi semaya arzdan da onun mislini yarattı.”[52]

Hadis’de:”Yedi arz vardır. Her arzda sizin peygamberiniz gibi bir peygamber,Âdeminiz gibi bir Adem,Nûhunuz gibi bir Nûh,İbrahiminiz gibi bir İbrahim,İsa gibi bir İsa vardır.”[53]

“Rabbinin katında bir gün,saydıklarınızdan bin yıl gibidir.”[54]

“Melekler ve Cebrail,miktarı elli bin yıl olan o derecelere bir günde yükselir.”[55]

Hadis’de:”her şeyin mahiyetini anlamak için tefekkürde bulunun,düşünün. fakat,Allah’ın zatı hususunda düşünmeyin. Zira,yedinci sema ile Allah’ın Kürsisi arasında yedi bin ışık yılı mesafesi vardır. Zatı zül-Celal hazretlerinin ilmi,bunun ötesini de kuşatmıştır.”[56]

“Burak’ın hızı;adımını gözünün görebildiği en son noktaya koyardı.”[57]

“Muhakkik alimler;” Yedi arz vardır. Ve her birinde canlı mahlukat vardır,diğer tabakadakilerin Cin sınıfına aid olduğu söylenmektedir.

Diğer arz tabakalarına gelen peygamberler ise:1)Bizim tabakadaki peygamberlerin ismini taşıyan bir hidayet edici mevcuttur. Onlar gerçek manada peygamber olmayıp,buradakilerin irşadını alıp tebliğ ederler,aynı ismi taşırlar.

İkinci görüş: onlarda müstakil peygamberlerdir. Bizdekilere tabi değildir. Ancak onlardan biri Hz. Âdem’e,biri Hz. Nûha,biri de Hz. Muhammede benzer.”[58]

-Rasulullah ashabıyla birlikte otururken bir kısım bulutlar geçmişti:”bunun ne olduğunu biliyor musunuz? Bu,el-Ânan (denen buluttur.),bu arzımızın sakasıdır. Allah taala bunu kendisine hiç ibadet etmeyen kavme de göndererek (su ihtiyaçlarını görür.) dedi. Bir müddet sonra devamla:”Bu sema nedir? Biliyor musunuz? dürülmüş bir dalga,korunmuş bir tavandır. Bunun üstünde diğer bir sema vardır.”dedi ve böylece üst üste yedi semanın olduğunu söyledi. Sonra konuşmasına devamla:”ikisi arasında ne (kadar uzaklık) var biliyor musunuz? diye sorduktan sonra :”beş yüz yıl” dedi.

Sonra tekrar:Bunun gerisinde ne olduğunu biliyor musunuz? bunun gerisinde su var. Suyun gerisinde arş var. Allah arşın fevkindedir. âdem oğlunun ef’alinden hiç biri ona gizli kalmaz.”buyurdu.

Sonra tekrar;”Bu arz nedir,biliyor musunuz? bunun altında bir diğer arz var. İkisi arasında beş yüz yıl var. Böylece yedi arzın varlığını birer birer saydı.” hadisi zikretti ve sonra şu açıklamayı yaptı:”Muhammedin nefsini elinde tutan zatı zülcelale yemin ederim,şayet siz,en aşağıdaki arza bir ip sarkıtacak olsanız,bu ip Allah’ın (ilmi) üzere inecektir. Ve”O ,her şeyden öncedir,kendisinden sonra hiçbir şeyin kalmayacağı sondur,varlığı aşikardır,gerçek mahiyeti insan için gizlidir. O her şeyi bilir.”[59]

Hadis’de:”Allah yedi semayı yarattı. Her birinin kalınlığı beş yüz yıl yürüme mesafesidir.” [60]

Dünyadaki peygamberlere özellikle bizim peygamberimize benzer peygamber de derken,bütün yönleriyle kemal sıfatların tümünde üstünlük değil,ilk-lik ve son-luk noktasındadır.”[61]

Peygamberimizden de sonra gelmiş olmayıp, gelişleri (o tabakadakilerin) Âdem ile peygamberimiz arasında olmasıdır.

Âyette:” De ki: Siz,yeri iki günde yaratanı inkar edip,ona ortaklar mı koşuyorsunuz? O,alemlerin Rabbidir.

Yer yüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve orada dört günde rızıklarını arayanlar için eşit gıdalar takdir edildi. Sonra buhar halinde olan göğe yöneldi. O’na ve yer küreye:” İsteyerek veya istemeyerek,gelin”dedi. İkisi de :”İsteyerek geldik.”dediler. Böylece onları gök olarak iki günde var etti ve her göğe görevini vahyetti. Ve biz dünya semasını kandillerle donattık,bozulmaktan koruduk.

İşte bu,o aziz,alim Allah’ın takdiridir.”[62]

Burada,”her gökte ona âid emri vahyetti.”derken, oraya aid işlerin olduğuna,işaret de dilmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de 27 yerde Arş ve Kürsi;Kudret ve ilmin tasarruf mecrasıdır. Bir tefsirde:”Semavat ve arz,kürsinin iç boşluğunda yer alır. Kürsi de arşın önündedir.”der.

Peygamberimiz ise:”Yedi sema,kürsi içerisinde bir kalkanın içine atılmış yedi adet dirhem gibidir.”der.

İbni Abbas ise:”Eğer yedi sema ve yedi arz genişleyerek bir birine değecek hale gelseler,kürsinin genişliği yanında,bunlar çöle atılmış bir halka gibi kalırlar.

Kürsinin genişliği hususunda Peygamberimiz:”Nefsimi kudret elinde tutan zata kasem ederim,yedi sema ve yedi arz,kürsinin yanında çöl bir araziye atılmış bir (demir) halkadan başka bir şey değildir. Arşın kürsiye olan üstünlüğü de,tıpkı bu çölün o halkaya üstünlüğü gibidir.”[63]

Zemin ile göklerin bir hükümetin iki memleketi gibi birbiriyle alakalı olduğunu söyleyen Bediüzzaman Hazretleri devamla:”Sekene-i arz için,semaya çıkmak için bir yol olduğunu evliya ve enbiyaların dittiğini…”[64]söyler.

1929’da yazdığı eserinde de Aya çıkılacağını ancak orada hayatın olmayacağını da,yapılacak çalışmanın neticesiz olacağını belirtir.[65]

“Ecrâm-ı ulviye ve ecsâm-ı seyyare içinde küre-i arzın hakaret ve kesafeti ile beraber bu kadar hadsiz zî-ruhların, zî-şuurların vatanı olması ve en hasis ve en müteaffin cüz’leri dahi, birer menba-ı hayat kesilmesi, birer mahşer-i huveynat olması, bizzarure ve bilbedahe ve bit-tarîk-ıl evlâ ve bil-hads-is sadık ve bil-yakîn-il kat’î delalet eder, şehadet eyler, ilân eder ki: Şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semavât, burçlarıyla, yıldızlarıyla zî-şuur, zî-hayat, zî-ruhlarla doludur. Nârdan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimattan, esîrden ve hattâ elektrikten ve sair seyyalât-ı latifeden halk olunan o zî-hayat ve o zî-ruhlara ve o zî-şuurlara, Şeriat-ı Garra-yı Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm), Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, “Melaike ve cânn ve ruhaniyattır” der, tesmiye eder.”[66]

“Şu feza-yı vesîa (geniş alem) sekenelerden,(oturanlardan,sakinlerinden) şu semavat-ı latife mutavattinînden (yerleşmiş olanlardan) hâlî (boş) kalsın.”[67]

“Elbette karanlıklı bir hane hükmünde olan şu arza nisbeten müzeyyen kasırlar, mükemmel saraylar hükmünde olan yıldızlar ve yıldızların denizleri olan gökler; zî-şuur ve zî-hayat ve pek kesretli ve muhtelif-ül ecnas (cinsleri değişik ve farklı) olan melaike ve ruhanîlerin meskenleridir.”[68]

Ayetin [69] zahiri diyor ki: “Arzı da o seb’a semavat gibi halketmiş ve mahlukatına mesken ittihaz etmiş.” Yedi tabaka olarak halkettim, demiyor. Misliyet ise mahlukıyet ve mahlukata meskeniyet cihetiyle bir teşbihtir.

… hem Küre-i Arzımıza benzeyen yedi küre-i uhra dahi bulunmasına, zî-hayata makarr ve mesken olmasına işareten yedi tabaka yani yedi küre-i arziye bulunmasına işareten Küre-i Arz dahi, yedi tabaka âyât-ı Kur’aniyeden fehmedilmiştir.

…Daha bir kısım insanlar küremize benzer zevil-hayatın makarrı olmuş semavî yedi küre-i âheri (başka küreleri) fehmeder.

… Daha geniş fikirli bir tabaka-i beşeriye, yıldızlarla yaldızlanıp, bütün görünen gökleri bir sema sayıp, onu bu dünyanın semasıdır diyerek, bundan başka altı tabaka-i semavat var olduğunu fehmeder.”[70]

“Cenab-ı Hakk’ın Arş’ı, su hükmünde olan şu esîr maddesi üzerinde imiş. Esîr maddesi yaratıldıktan sonra, Sâni’in ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esîri halkettikten sonra, cevahir-i ferd’e kalbetmiştir. Sonra bir kısmını kesif kılmıştır ve bu kesif kısımdan, meskûn olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz, bunlardandır.”[71]

“Bazı ilim adamları yedi gökten bizim dünyamız gibi atmosfere sahib,hayata elverişli başka yedi dünyanın var olabileceğini ileri sürmüşlerdir.”[72]

D Ü N Y A N I N ÖMRÜ : İnsanın muayyen bir ömrü olduğu gibi,büyük bir insan olan şu kainatın da elbette bir ömrü muayyenesi vardır.Gaybi olan bu mesele ayetlerden çıkarılan delillerle,ilmin ortaya çıkardığı alametlerle –Gaybi olan kısmı Allah’ın ilmine mahsus olmakla- kainatın ve dünyanın ömrü hakkında bazı nakil ve açıklamalarda bulunacağız:

-Enes bin Malik’den,O dedi ki,Rasulullah (SAM) buyurdu:” Kim bir din kardeşinin ihtiyacını görürse,Allah taala onun için,gündüzlerini oruçla,gecelerini de ibadetle geçirmişcesine şu dünyanın YEDİ BİN yıllık ömrü müddetince sevab yazar.”

İbni Adiyy diyor ki:Ebu İshak,İbrahim bin Abdullah Nebti (aradaki ravi silsilesi ile) Enes Malik’den tahric etti. O dedi ki,Rasulullah (SAM) buyurdu:”Dünyanın ömrü,ahiret günlerinden yedi gündür. Allah taala buyurdu ki:Senin Rabbinin yanındaki bir gün,sizin saydığınız bin yıl gibidir.”[73]

İbni Ebi Hatem,Tefsirinde İbni Abbas’dan rivayet etti ki:”Dünya,ahiret haftalarından bir hafta olup,yedi bin senedir ve bunun altı bini geçmiştir.”

İbni Abbas’dan sahih olarak şöyle bir rivayet vardır: O dedi ki:”Dünya yedi gündür. Her bir gün bin yıl gibidir. Ve rasulullah (SAM)’ da onun sonunda gönderildi.”

Ahmed bin Hanbel, İlil’in de nakletti. İsmail bin Abdulkerim,Abdussamed’den,O da Vehb’den rivayet etti:Dünyadan beş bin altı yüz yıl geçmiştir.”

İbni Abbas’dan:”Yahudiler şöyle dediler:”Dünyanın müddeti yedi bin yıldır. O yüzden biz dünyanın her bin senesi karşılığında,bir gün cehennemde kalacağız,ki hepsi yedi gündür,sonra bizden azab kesilecektir.” Allah işte şu mealdeki ayeti onlar hakkında inzal buyurdu:”Yahudiler,ateş bize ancak sayılı günler dokunacaktır,derler. Siz Allah’ın indinde bir sözleşme mi yaptınız? Allah taala hiçbir zaman sözüne muhalefet etmez. Yoksa siz Allah’a karşı bilmediklerinizi mi söylüyorsunuz? Hayır,kim ki günah işleyip günahı onu kaplarsa,o cehennem ehlinin ta kendisidir ve orada ebedi kalacaktır.”[74]

Bediüzaman Hazretleri,her yönüyle Mu’cize olan Kur’an-ı Kerim-in ayetlerinin 6666 oluşunda,dünyanın ömrüne işaret olduğunu söyler. Özetle:” Kur’an-ı Hakîm’in baş haşiyelerinde, âyât-ı Kur’aniyenin adedi 6666 olmakla, envâr-ı Kur’aniye ve hakikat-ı Furkaniye eyyam-ı şer’iye ile 6666 sene kadar Küre-i Arz’da hükmü cereyan edeceğine işaret ettiği…..

…. Bütün Enbiyanın usûl-ü dinleri ve esas-ı şeriatları ve hülâsa-i kitabları Kur’anda bulunduğuna, ehl-i tahkik ve ehl-i hakikat ittifak etmişler. Bu sırra binaen, fetret-i mutlakanın zamanı ihraç edildikten sonra, rivayet-i meşhure ile zaman-ı Âdem’den tâ kıyamete kadar, eyyam-ı şer’iye ile tabir edilen 7000 seneden fetret-i mutlakanın zamanı tarh edildikten sonra 6666 sene kadar Din-i İslâm’ın sırrını neşreden hakikat-ı Kur’aniye Küre-i Arz’da ayrı ayrı perdeler altında neşr-i envâr edeceğine, âyâtın adedi işaret ediyor, demektir.

İkinci Esas: Malûmdur ki, Küre-i Arz’ın mihveri üstündeki hareketiyle gece-gündüzler ve medar-ı senevîsi üstündeki hareketiyle seneler hasıl oluyor. Güneşle beraber her bir seyyarenin belki sevabitin ve Şems-üş Şümus’un dahi her birinin mihveri üstünde eyyam-ı mahsusalarını gösteren bir hareketi ve medarı üzerinde deveranı dahi bir nevi seneleri gösteriyor. Hâlık-ı Arz ve Semavat’ın hitabat-ı ezeliyesinde o eyyam ve seneleri dahi irae ettiğine delili şudur ki:

Furkan-ı Hakîm’de

«–:ÇG­Q«#ö@ÅW¬8ö¯^«X«,ö«r²7«!ö­˜­*!«G²T¬8ö«–@«6ö¯•²x«<ö]¬4ö¬y²[«7¬!ö­‚­h²Q«<öÅv­$ “Sonra bütün bu işler,sizin hesabınıza göre bin yıl tutan bir günde Ona yükselir.”[75] ¯^«X«,ö«r²7«!ö«w[¬,²W«'ö­˜­*!«G²T¬8ö«–@«6ö¯•²x«<ö]¬4ö¬y²[«7¬!ö­ƒ:Çh7!ö«:ö­^«U¬\´V«W²7!ö­‚­h²Q«# “Melekler ve ruh (Cebrail) ,O’nun arşına;mikdarı elli bin sene olan bir günde yükselirler.”[76] gibi âyetler isbat ediyorlar. Evet kış günlerinde ve şimal taraflarında gurub ve tulû' mabeyninde dört saatlik günden ve bu iklimde kışta sekiz-dokuz saatten ibaret eyyamlardan tut, tâ Güneş'in mihveri üstünde bir aya yakın yevminden, hattâ Kozmoğrafya'nın rivayetine göre tâ "Rabb-üş Şi'ra" [77]tabiriyle Kur'an'da namı ilân edilen ve şemsimizden büyük "Şi'ra" namındaki diğer bir şemsin belki bin seneden ibaret olan gününden, tâ Şems-üş Şümus'un mihveri üstündeki elli bin seneden ibaret bir tek yevmine kadar eyyam-ı Rabbaniye vardır. İşte Semavat ve Arz'ın Rabbi, o Şems-üş Şümus ve Şi'ra'nın Hâlıkı hitab ettiği vakit, o Semavat ve Arz'ın ecramına ve âlemlerine bakan kudsî kelâmında o eyyamları zikreder ve zikretmesi gayet yerindedir. Madem eyyamın lisan-ı şer'îde böyle ıtlakatı vardır. İlm-i Tabakat-ül Arz ve Coğrafya ve Tarih-i Beşeriyet ülemasınca nev-i beşerin yedi bin sene değil belki yüz binler sene geçirdiğini teslim de etsek, Âdem'den kıyamete kadar ömr-ü beşer yedi bin senedir olan rivayet-i meşhurenin sıhhatına ve beyan ettiğimiz 6666 sene nur-u Kur'an hükümferma olduğuna münafî olamaz, cerhedemez. Çünki eyyam-ı şer'iyenin dört saatten elli bin seneye kadar hükmü ve şümulü var. Fakat nefs-ül emirdeki eyyamın hakikatı o rivayet-i meşhurede hangisi olduğu şimdilik bu dakikada kalbime inkişaf ettirilmedi. Demek o sırrın inkişafı münasib değil. Şu mes'elede şimdilik delilini gösteremeyeceğim bir müddeayı beyan ediyorum. Şöyle ki: Şu dünyanın bir ömrü ve şu dünyadaki Küre-i Arz'ın dahi ondan kısa diğer bir ömrü ve Küre-i Arz'da yaşayan nev-i insanın daha kısa bir ömrü vardır. Bu birbiri içinde üç nevi mahlukatın ömürleri, saatin içindeki dakika, saniye, saatleri sayan çarkların nisbeti gibidir. Nev-i insanın ömrü, Küre-i Arz'ın iki hareketiyle hasıl olan malûm eyyam ile olduğu gibi; zî hayatın vücuduna mazhar olduğu zamandan itibaren Küre-i Arz'ın ömrü ise merkez-i irtibatı olan Şems'in hareket-i mihveriyesiyle hasıl olan eyyam ile olması hikmet-i Rabbaniyeden uzak değildir. Ve dünyanın ömrü ise Şems-üş Şümus'un hareket-i mihveriyesi ile hasıl olan eyyam iledir. Şu halde nev-i insanın ömrü yedi bin sene eyyam-ı malûme-i Arziye ile olsa, Küre-i Arz'ın hayata menşe' olduğu zamandan harabiyetine kadar eyyam-ı Şemsiye ile iki yüz bin seneden geçer. Ve Şems-üs Şümus'a tâbi' ve âlem-i bekadan ayrılıp Küremize bakan dünyaların ömrü -Şems-üs Şümus'un işarat-ı Kur'aniye ile her bir günü elli bin sene olmasıyla- yedi bin sene o eyyam ile yüz yirmi altı milyar (126.000.000.000) sene yaşarlar. Demek eyyam-ı şer'iye tabir ettiğimiz eyyam-ı Kur'aniyede bunlar dâhil olabilirler. Evet Semavat ve Arz'ın Hâlıkı, Semavat ve Arz'a bakan bir kelâmıyla, Semavat ve Arz'ın sebeb-i hilkati ve çekirdek-i aslîsi ve en mükemmel âhir meyvesi olan bir zâta hitabında, o eyyamları istimal etmek, Kur'anın ulviyetine ve muhatabın kemaline yakışır ve ayn-ı belâgattır.”[78] Abdullah bin Ömer’den:”Ümmetim için dünyanın ömrü,ancak ikindi namazını kıldıktan sonra güneşin batmasına kadar olan vakit miktarındadır.”buyurulmaktadır.[79] Yer yüzünün tarihi husussunda da Jeolojinin kurucusu Lord Faton 200 yıl önce Arkeolojik olarak söylediği sözünde:”Dünyanın tarihi yer yüzünün kabuğunda yazılıdır.”der.[80] Ayette:”Güneş dürülecek.”[81] ifadesi,1947 yılında yapılan bir incelemede güneş üzerinde 15 milyon km kare yüzeye sahib leke tesbit edilmiştir. Bu da güneşin yüzeyinin yüzde birini oluşturmaktadır. Dünyanın ölümü hiç de zor değildir. Zira bir yıldızın yörüngesinden çıkması,hazır kıta halinde bekleyen buzulların erimesiyle Nuh tufanından daha azim olarak dünyanın sular altında kalması,hayatın bitmesi dolayısıyla hayatın sonunu oluşturacaktır. Dünyanın belli bir ortalama sıcaklığı vardır. 1980’in sıcaklığı 1880’in sıcaklığından 0.6 derece (yani yarım dereceden biraz fazla),1990’da ise;0.7 derece artışla şimdiye kadar ki en sıcak yıl olmuştur. Dünyanın ısınmasının,dolayısıyla bir felakete doğru gitmesinin sebebi,atmosfere normalden fazla karbondioksit gazının salınmasıdır. Isınma teorisyenlerine göre ise,önümüzdeki yarım asırda bunun 1 ile 5 derece artabileceğini söylemişlerdir.[82] Eskiler de dünyanın ısı dengesinin bozulduğunu,eski kışlarla yeni kışlar,eski yazlarla yeni yazların dengede olmadığı da bunun delilidir. Dünya ısınacak,buzullar eriyecek,dünya Nuh tufanı gibi sular altında kalacak,bir kıyamet kopacaktır... Z A M A N : Bediüzzaman göre:Kainatta cereyan edip akmakta olan zaman,Kudreti İlâhiyyenin yazmakta olduğu bir sahife ve bir mürekkeb hükmündedir.[83] Nasıl ki kanalda akmakta olan su kanalı aşındırırsa,onun gibi de su misal üzerimizden akan zaman suyu da her şeyi,her yeniyi eskitmektedir. Zamanın etkisi altına giren her şey onun tesiriyle müteessir olur. Zamanın fevkine çıkan bir kimse,zamanın tesirinden azade olduğundan onda bir rolü olmaz. Nitekim bir kısım evliyanın kısa bir zamanda çok iş yapması,uzun bir yolu kısa bir zamanda alması gibi haller hep bu kabildendir.[84] “Einstein zaman boyutunu ortaya koyduğunda,zamandan da ötede 5.6.7. boyutların bulunduğunu...”ifade eder,ancak o zamanki imkanla kavranılamaz. 1.2.3. ve 4. boyutlarda var olan bir insanın 5. boyuta yansıyabildiği takdirde bütün kainatı kucaklıyacakmış gibi bir yakınlığa düşmesi,ilahi hılkatin muhteşem bir göstergesidir. 5. boyutu ve ondan sonraki boyutları iyi kavramadığımız için,kainattaki bütün sırları bu basit pencereden seyretmek isteriz. Halbuki maddenin özünde gravitasyon sırrı 5. boyutun tasarrufuna girince,zaman tesiri fonksiyonunu kaybeder yada çok sınırlı çizgide kalır. 5. boyuttaki varlığın mekanı 3. boyutun mesafelerinde hapsolmadığı için eskimeler,yıpranmalar ve dönüşümler artık söz konusu değildir.” Zaman akışının uzayın muhtelif bölgelerinde değişim içinde (olmaktadır) 5. boyut aynı zamanda varlıkların değişmezlik kazandığı bir geçiş noktasıdır. Dört boyutlu sistemde değişkenliğe ve ölüme mahkum olan olaylar 5. boyuta yansırken yeni bir hüviyetle sonsuzluğa ilk adımını atmış olur.” İnsanlar ruhi yanları ile her an 5. boyuta yansıma kabiliyetine sahibken maddi yanlarıyle dört boyutlu sistemin şartlarına tabi olurlar. Bir anlamda (Gizli gravitasyon) sayılabilecek olan nefislerini yenemedikleri için bu muhteşem kabiliyetlerini kullanamazlar.”[85] Bu ifadelerden şu anlaşılmaktadır:İnsan bulunduğu şu çevresinden çıkmak ile daha geniş boyutlu alemlere girmekte ve gezerek o alemleri tayerân edip,seyretmektedir. Bir yazar-bozar tahtası hükmünde olan zamanda her şey yazılmakta ve ahirette insana gösterilmek üzere kaydedilmektedir. yani:” zamanın seyliyle beraber gelip geçen eşya-yı seyyaleden ve geçen günlerden senelerden, asırlardan, leyl ve nehârın takallübü ile pek çok mensucat-ı gaybiye ve uhreviye yapılmaktadır. Evet âlemin fihristesi hükmünde olan insan fabrikasında dokunan mensucat o hakikatı tenvir eder. Öyle ise, bu fâni dünyada mevt, fena, devâir-i gaybiyede safi bir bekaya intikal ederek bâki kalır. Evet rivayetlerde vardır ki; insanın ömür dakikaları insana avdet ederler. Ya gafletle muzlim olarak gelirler veya hasenat-ı muzie ile avdet ederler."[86] Cennet deki zaman ise Kur’an-da:” Onlar için cennet de sabah ve akşam yemekleri vardır.”der. Halbuki cennet de sabah da akşam da yoktur. Çünkü cennet de gece,güneş ve ay yoktur. Ayette:”Kafirler ansızın ve birden bire ölüm gelinceye ve yahut kısır bir günün azabına katlanıncaya kadar,Kur’an hakkında şüphe ve tereddüt gösterirler.”[87] Yüce Allah kıyamet ününü “Kısır” diye tavsif etmiştir. Çünkü kıyamet koptuktan sonra günün gecesi olmaz. buna göre cennet ehlinin yiyecek [88] vakitleri de kendilerince dünyada malum olan güneşin felekte seyri ile husule gelen sabah ve akşam tabiriyle anlatılmıştır. Halbuki Ahirette güneş de gece de yoktur.”[89] FÜ Z Y O N OLAYI : Atomun parçalanması ile enerji elde edildiği gibi,iki atom çekirdeğinin eritilerek birbirine kaynaştırılması ile de enerji üretilebilir. İşte bu iki atom çekirdeğinin birleştirilmesi olayına denir. İnfitar suresinin 3. ayetinde,Füzyon olayına,deniz suyunun çok büyük enerji kaynağı olduğu ifade edilir. ayette:”kıyametin alameti olarak”:” Denizler kaynaştığı,yandırıldığı (patlatıldığı,tatlısı tuzlusu ile beraber tek bir deniz olduğu) zaman...” Sular coşup gidecek,hiçbir damla kalmayacak.[90] Fizilâl-il Kur’an-da da:”Aralarında bağ ve çekim gücü kaybolacak ve muayyen saatte hepsi dağılıp sona erecektir. Denizlerin kaynaması ise muhtemelen dolup taşması ve nehirler vasıtasıyla yer yüzünü istila etmesi şeklinde olacaktır. Suyu meydana getiren oksijen ve Hidrojen gibi unsurların ayrılması ve patlaması da düşünülebilir. Denizlerin oluşu sırasında Allah’ın emriyle bu gazlar nasıl bir araya gelip de suyu meydana getirmişse yine aynı şekilde ayrılmaları mümkündür. Bu iki gazın bu günkü atom ve hidrojen bombalarının patlaması gibi patlayarak dağılması anlamında da değildir. Bu patlamaların korkunçluğu ve büyüklüğü yanında bu gün atom patlamaları basit çocuk oyuncağı halinde kalır. Veya beşerin bilemediği bir şekilde olacaktır. Yalnız şu var ki,bu korkunç hadiseler hangi halde olursa olsun beşerin duyu sistemlerinin bilemediği hadiseler cinsinden olacaktır.” Prof. S.Ateş,İslâma itirazlar ve Kur’an-ı Kerim-den cevablar-kitabında şöyle der:”Şu modern çağda ilim,ışın elemanları bulmağa muvaffak oldu. Bu parçalanmadan yıkıcı bir güç doğmakta ve bazı Nıotranlar,diğer atomları bomba gibi parçalama rolünü oynayan elektriklerdir. Öteki atomlardan doğacak niotranlar da başka atomları parçalar ki,bu olaya bilginler (zincirleme parçalama) diyorlar. Atom bombasının yapıldığı uranium elemanında bunun tecrübesi mümkün olmuştur.” Böylece bir bardak deniz suyu ile bir evin yedi aylık elektrik ihtiyacı karşılanacaktır. İki hafif atom çekirdeği birleşince atom çekirdeklerinin sahib olduğu enerjinin 100 bin katı bir enerji açığa çıkar. Bir derece bu olay bardağa sığan güneş olmakta.. böylece santralların,atom reaktörlerinin ,baraj,petrol,odunların görevi sularca yapılmış olacak,Füzyon ile gerçekleşecektir. Böylece atom parçalanarak büyük enerji açığa çıkacaktır. Ancak parçalanması için de 10 milyarlarca derecelik bir ısı ve o kadar da basınca ihtiyaç vardır. Ancak alet’de sular değil de,denizler yanacak denilmekte,bu da Füzyon’un normal sudan değil de (H.2 0) ağır su tabir edilen deniz suyunda (D 2 =) gerçekleşmesidir. Ruslar ısıtma yöntemini hem pratik,hem de ekonomik olması yönünden Laser kontrollü ısıtma yöntemiyle yapmaktadırlar. Her şeyin hakikatını Allah ve kendisine bildirdiği rasulü bilir. Hadis’de:”Fırat’ın altından bir hazineyle Hasr-ı (batması) yakındır.”[91] ve; “Fırat’da altının çıkıp savaşın olacağı..”[92] Bunlardan murad altın gibi barajlar neticesinde gelir olabilmesi gibi,(yine Fıratın) Füzyon için büyük kaynak,gelir kaynağı oluşturabileceği düşünülebilir. Büyük devletlerin üzerinde çalıştığı bu Füzyon çeyrek asır bir zaman içinde reaktörlerde nükleer füzyon elde etmeye çalışılmaktadır. HZ . SÜLEYMAN VE IŞINLAMA : Hz. Süleyman ve yemen Melikesi Belkıs arasında geçen olay,Kur’an-ı Kerim-in bunlardan vermiş olduğu haber konumuza ışık tutmaktadır. Ayetlerde:”(sonra Süleyman müşavirlerine) dedi ki:Ey ulular! Onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce,hanginiz o Melikenin tahtını bana getirebilir? Cinlerden bir İfrit:”Sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm ve güvenim var.”dedi. Kitaptan ilmi olan kimse ise;( Pratik ve teknik olarak,ilim ehli)”Gözünü açıp kapamadan,ben onu sana getiririm.”dedi. (Süleyman) onu (Melikenin tahtını) yanı başına yerleşivermiş görünce:”Bu,dedi,şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lutfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur,nankörlük edene gelince,o bilsin ki Rabbim müstağnidir,çok kerem sahibidir. (İlim sahibi zatın,Süleyman’ (AS) ın veziri Asaf bin Barhiya yahut da Hızır olduğu rivayet edilmektedir. –Kitaptan ilmi olan- ifadesiyle,bunun ancak mekteb ehli,okuyan,bilgi sahibi olmakla beraber,başkalarının sahib olduğu biliden de daha fazla bir bilgiye sahib olmakla daha mükemmelinin oluşturulabileceğini ifade etmektedir.) (Süleyman devamla )dedi ki:Onun tahtını bilemiyeceği bir vaziyete sokun;getirin,bakalım tanıyabilecek mi,yoksa tanımayanlardan mı olacak? -Melike gelince:”senin tahtında böyle mi? “dendi. O şöyle cevab verdi:Tıpkı o. Zaten bize daha önce bilgi verilmiş ve biz teslimiyet göstermiştik. -Onu,Allah’dan başka taptığı şeyler ( o zamana kadar Tevhid dinine girmekten) alıkoymuştu. Çünkü kendisi inkarcı bir kavimdendi. Ona:”Köşke gir!”dendi. Melike onu görünce derin bir su sandı ve eteğini çekdi. Süleyman:”Bu,billurdan yapılmış,şeffaf bir zemindir.”dedi. Melike dedi ki:”Rabbim! Ben gerçekten kendime yazık etmişdim. Süleymanın maiyetinde alemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum.”[93] (Rivayete göre,Hz. Süleyman,Sebe’ Melikesi Belkıs gelmeden önce,bir köşk inşa ettirmişti. Bu köşkün avlusu billurdan yapılmış,altından su akıtılmış ve suya balıklar konmuştu. Belkıs,zeminin şeffaf bir madde olduğunu fark edemediği ve sudan geçeceğini sandığı için eteğini çekmişti.[94] Bu olay uzak mesafelerden radyo gibi sesi,televizyon gibi görüntüyü getirmek mümkün olduğu gibi,cisimleri aynıyla getirmenin de mümkün olacağına işaret etmektedir.[95] Varlıkların enerjik mahiyetine dönüş sırrının ilk izahını yapan C. M. Allanda yine bu konularla da ilgilenen M. Jessup’a gönderdiği mektublarla onu da:”Filadelfiya deneyini” yapmaya ikna etti. Ve 1943 yılında Amerikanın Filadelfiya körfezinde başladı ve başarıyla neticelenerek,etrafı manyetik alanla çevrilen çıkarma gemisi iki dakika sonra 350 km. güneydeki Norfolk limanında ortaya çıktı ve gemi 5 dakika sonra ilk yerinde tekrar görüldü. Ve neticede personelin bir kısmı ölürken,kalanları da:”Birden kendimizi bedenimizle birlikte uzayda buluyoruz ve boşlukta geziyoruz,sonra kaybolduğumuzu ileri sürdüğümüz yerde tekrar size görünüyoruz. şeklinde ifade veriyorlardı.[96] Tıpkı evliyaların tayyı mekan sırrıyla yani bir anda bir çok yerde bulunmaları gibi- onların manevi terakkilerine karşı madden yapılan terakkide de,bir anda bir çok yerde bulunulması,engelsiz ve manisiz olarak vücuda gelmesi mümkündür,hem de ruh süratinde... Sızan haberler doğrultusunda bu deneyin şu anda çözüldüğü de ifade edilmektedir Bu aynı zamanda Einstein’ın:”Birleşik alanlar teorisi’nin doğrulandığını göstermektedir. Olay ise şöyle gelişir: Sakin bir sisteme elektrik yüklemesi yapılınca atomun en önemli parçacığı olan elektron şiddetle bunun tesirinde kalır. Elektron,atomda esrarengiz bir parçacıktır. Yeri,hızı ve zamanı tesbit edilemez;parçacıktan ziyade dalga,madde ötesi özellik taşır. Şiddetli manyetik alanın tesirindeki sistemin elektronları,uzay kafeslerini parçalıyarak atomdan çıkmak isterler. Ancak bütün sistem aynı aşırı manyetik alanın tesiri altında kaldığından,atom çekirdeği yani o maddi cisim tamamiyle tünele yol bularak uzay zamanda gezmeye başlar. Hiçbir mesafe ve engel tanımadan bir anda başka yerlerde ortaya çıkar.[97] Kur’an-ın bahsettiği bu konu her ne kadar şu anda bir muamma da olsa,elbette tahakkuk edecektir. Bütün ilmin ve tekniğin aslı Kur’anidir,İslâmidir. Bugün isbat edilmiş bir gerçektir ki;insan genetik yapısı ve anatomisi itibarıyla,beyin sinirleri arasındaki bağlantıların dini inançlara elverişli olarak yaratıldığı belgelenmiştir.[98] Edison der:”Ben elektriğe giden yolu Muhyiddin İbni Arabi’nin Fütuhat-ı Mekkiyyesinde buldum.”[99]sözü haktır. 12-9-1992 MEHMET ÖZÇELİK [1] İlmi Tevhid.Ömer Nasuhi Bilmen.sh.11. [2] Hadislerle Müslümanlık.M.Y.Kandehlevi. 4 / 1499-1616,Et-Terğib vet-Terhib.Münziri. 1 / 92-130,Kenzul İrfan. (Osmanlıca) M.Esad Efendi.sh.36,El-Lü’lü-ü vel Mercan.M.F.Abdulbaki. 2 / 345. [3] Age.sh.41-93. [4] Hac.8-9. [5] İslamda Eğitim.B.Bayraklı.sh.106. [6] Tirmizi. 5 / 94.H.No.2682. [7] Ta’limul Müteallim. B. ez-Zernuci. Terc.Dr.Y.V.Yavuz.sh.11,13,16,38,49,57,64. Bak İlim ve Kelam mevzuları. Hak Dini Kur’an Dili.E.H.Yazır. 1 / 314. [8] İslamda Temel Eğitim Esasları.Doç.İ.Canan.sh.30-31,Ta’limul Müteallim.age.sh.9. [9] İslamda kitle eğitim.Dr.H.Küçük.sh.178. [10] Sözler. B.Said Nursi.330. [11] Bak.Zaman gazt.14-2 1992. [12] İslamda kitle eğitimi.age.18. [13] İslamda eğitim.age.146. [14] A’raf.58. [15] Bak. Büyük İslam Tarihi.(Heyet) 3 / 524,541, 4 / 525, 2 / 578, Zaman gazt.14-2-1992,Müsbet ilimde müslüman alimler. M. Karakaş.sh.109,Yahudilik ve Masonluk.H.Yahya.449 [16] Kaf.7. [17] Sohbetler-Hatıralar.A.Coşkun.sh.101. [18] Bak.Sözler.age.235,Sohbetler-Hatıralar.age.107,Kur’an-ı Kerim ve Modern İlimler.C.Kırca.sh.127. [19] İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi. A. Gürkan.sh.198,210,Garb Medeniyetinin kuruluşunda Müslümanların rolü.H. Bammat. Terc. D.A.M.Ömeri,A.İlhan.sh.27. [20] Ş. Döğen. [21] Alak.1. [22] Zümer.9. [23] Bak.Hak Dini Kur’an Dili.age. 7 / 5193,5195. [24] Kitabın Türkçesi:Topkapı hazine dairesi.No.552.Ali Emiri Tıb kısmı.No.162’de. [25] Naziat.29,İbni Kesir Muhtasar. (Arapça) İsmail İbni Kesir Dımeşki.İhtisar. M.A.Sabuni. 3 / 592, Bak.Ma’rifetname.İ.Hakkı.87-96,Mecmuatün Minet- Tefasir. (Arapça) Beyzavi-Nesefi-Hazin-İbni Abbas. 6 / 453. [26] Muhakemat. B.Said Nursi.51,68,123. [27] Yunus.61,Sebe’.3. [28] Bak.Zaman gazt.15-5-1999. [29] Zafer Dergisi.1990.İ.E.Şumnu. [30] Bak.Zaman gazt.13-3-1992. [31] Agg.9-8-1992. [32] En’am.59. [33] Sözler.235. [34] Büyük İslam Tarihi.age. 2 / 577. [35] Bak.Tıbbın Nebevi.İ.K.Cevzi,Kur’an-ı Kerim ve Hadislerde Tıb. M. Denizkuşları.Zad-ul Mead. İbni kayyım el-Cevziyye. 4 / 243, 5 / 17, İkitbaslar (I). A. Coşkun.sh.131-137,Kur’an Mu’cizeleri. Onk.Dr.H.N.Baki.sh.43,İsl.Kült.Garbı Medn.age.sh.198,Müslümanların ilim ve medeniyete hizmetleri. O. Keskioğlu.sh.41,H.D.K.Dili.Elmalı.age. 3 / 2153, Beş buçuk asırlık Türk tababeti Tarihi.Dr.O.Şevki,Müsbet ilimde müslüman alimler.age.sh.10,İslam Peygamberi.M.Hamidullah. Çevr.S.Tuğ. 2 / 801. [36] Sözler.21.Penceresh.627,533-534,Lem’alar.B.Said Nursi.60-61,290,339,Şualar. B.Said Nursi.36,Asa-yı Musa.B.Said Nursi.159,İşarat-ül İ’caz.B.Said Nursi.217-218,215, [37] Bakara.29,İsra.44, Mü’minun.86,Fussilet.12,Talak.12,Mülk.3,Nuh.15. [38] İşarat-ül İ’caz.age.217-218,215,Bak. Lem’alar. age. 60-61, Sözler. age. 533-534. [39] Nebe’.7,Ğaşiye.19. [40] Sözler.age.364. [41] Age.476. [42] Allah ve Modern İlim.A.Nevfel.Çevr.A.Nuri. 2 / 177-178,220,Bak. Asrın getirdiği tereddütler. (I) M.A.Şahin.sh.199. [43] Lem’alar.age.323. [44] Bak.Allah ve Kainat.Dr.M.C.Fendi.sh.12. [45] Kur’an-dan Kainata.age.sh.29. [46] Kur’an-ı Kerim ve Türkçe açıklamalı Tercümesi. (Heyet) Bak.Yaratılış ve Ötesi.Gazi Ahmed Muhtar Paşa. Yard. Doç.A.T. Sh.80. [47] Kütüb-ü Sitte Muhtasarı tercüme ve Şerhi. Prof. İ.Canan. 6 / 383,Fussilet.9-12,Bak. Mesnevi-i Nuriye. B. Said Nursi.sh.110,Nehcül Belağa. Hz. Ali. Çevr.5,36,Devlet felsefesi.S.Mürsel.sh.65. [48] Zariyat.47,Enbiya.104. [49] Bak.Big bang.Ü.Şimşek. [50] Bak.zaman gazt.26-5-1992,11-5-1992. [51] En’am.73. [52] Talak.12. [53] Keşfi hafa.Acluni. 1 / 113. [54] Hac.47. [55] Mearic.4. [56] Keşfi Hafa.age. 1 / 311. [57] Müslim. İman.259,Bak.Kütüb-ü Sitte.age. 6 / 374. [58] Kütüb-ü sitte.age. 6 / 380, Bak.Risale-i Nurun Kudsi Kaynakları. A. Badıllı.sh.594,El-Cami’ Li Ahkamil Kur’an. Kurtubi. 1 / 240. [59] Hadid.3. [60] Kütüb-ü sitte.age. 6 / 372. [61] Age. 6 / 380. [62] Fussilet.9-12. [63] İbni Kesir.age 1 / 550,Zafer dergisi. 1987,Kütüb-ü Sitte.age. 6 / 362. [64] Sözler.age.163. [65] Age.315. [66] Age.477. [67] Age.478. [68] Age.533. [69] Talak.12,Nebe’.12,Bak.Tefsir-i Kebir.. Fahreddin-i Razi. Terc. (Heyet). 10 / 432. [70] Lem’alar.age.58-59,62. [71] İşarat-ül İ’caz.age.215-216,218,18,Bak.H.D.K.Dili.E. H. Yazır..age. 1 293, 2 / 855, 7 /5162-5163,5078, 8 5616, Mektubat.age. 304,383, Bak. Kur’an-ı Kerim-den ayetler ve ilmi gerçekler.Dr.Haluk Nurbaki.sh 144. [72] Kur’an-dan Kainata.age.sh.31,135. [73] Hac.47,Secde.5. [74] Bakara.80-81, Ahirzaman Mehdisinin alametleri. (Celaleddin Suyuti’den) A. bin H. Müttaki.sh.88-90,Bak.Ahiret Ahvali.Mehmet Özçelik (Tez) sh.54,Tarihi Taberi. (Osmanlıca) İmam-ı Ebu Cafer Muhammed bin Cerir. sh.2,10,Sözler.age.170, İbnul Esir.İslam Tarihi. (el-Kamil Fi’t Tarih Tercümesi) 1 / 10, Kastamonu Lahikası. B. said Nursi.26,187,Sikke-i Tasdik-i Ğaybi.B.Said Nursi.52, Taberi’den (Cildu Dumin)sh.289. [75] Secde.5. [76] Mearic.4.Tekvir.19-20’de Cebrail 6 sıfatla tavsif edilmektedir.:”Şüphesiz,muhakkak o (Kur’an),çok şerefli bir elçinin (getirdiği) kelamdır. Çetin bir kudrete maliktir. Arşın sahibi (olan Allah) nezdinde çok itibarlıdır. Orada kendisine itaat olunandır,bir emindir.” Yani 6 sıfat: Resul (elçi),Kerim,Kuvvetli,İtibarlı,İtaat olunan ve Emin. Bak.tefsir-i Kebir.F.Razi.(Heyet) 22 / 534. Melek için bak. Risale-i Nurun Kudsi kaynakları.A.Badıllı. 489-499. [77] Necm.49,Bak.Mecmuatün minet-Tefasir. Kadı Beyzavi. (Arapça) 6 / 118,Hülasat-ül Beyan.K.M.Vehbi Efendi. 13 / 5656. “Şi’ra,Gökte en parlak görülen yıldızdır. Güneşden 23 kat daha parlak olup ışığı dünyaya 8 yılda ulaşır. Cahiliye döneminde bir kısm Araplar,yıldızların insanların hayatında etkili olduğuna inanır ve Şi’ra-ya taparlardı. Bilhassa Huzaae kabilesi ona tapmasıyla meşhurdur.”Kur’an-ı Hakim ve açıklamalı Meali.Prof.S.Yıldırım.sh.527.”Şi’ra yıldızının Rabbi.” [78] Barla Lahikası.B.Said Nursi.202. [79] Tarihul Ümemi vel Müluk. (Milletler ve Hükümdarlar Tarihi) (Taberi’nin) Çevr.Z.K.Ugan,A.Temir. 1 / 9. [80] Allah ve Kainat.age.211. [81] Tekvir.1. [82] Bak.Zaman gazt.1991. [83] Mektubat.age.34,Sözler.age.514. [84] Bak.Sözler.age.535,Bak.H.D.K.Dili.Elmalı.age. 9 / 6070. [85] Zafer derg.agd. Ocak.1992,Bak.Evrendeki Mucize. H.Nurbaki.55,83, kur’an-ı Kerim-den ayetler ve ilmi gerçekler.age.54,132, Kur’an Mu’cizeleri.age.59,Kur’an en büyük mu’cize. A. Deedat,E.Yüksel.sh.148,İbnul Esir.age. 1 / 10, Zaman gazt.13-2-1992. [86] Mesnevi-i Nuriye.sh.197. [87] Hac.59. [88] (Bak ilgili ayetler için) konularına göre Ku^’an-ı Kerim Fihristi.N.Yüksel.sh.332. [89] Tarihul Ümemi vel Müluk.age. 1 / 29. [90] İbni Kesir. (Arapça) age.3 / 605, Mecmuatün minet Tefasir. (Arapça) age. 6 / 467, Celaleyn . (Arapça tefsir) C.M. bin Ahmed Mahalli,C.Abd. bin Ebi Bekris-Suyuti. 2 / 254, H.D.K.Dili.Elmalı.age. 8 / 5653, Tefsir-i mevakib’den Mevahib tercümesi.(Arapça) İsmail Ferah Efendi. 2 / 490, Bak. Allah ve Modern ilim.age. (2)sh.217,İdealler ve Gerçekler.Prof. Abdusselam .sh. 88, Atom. Ü. Şimşek.sh.57. [91] Buhari. (Arapça) Fiten Babı. 8 / 100,Müslim. (Arapça) 3 / 2219. [92] Ebi Davud. (Arapça) 4 / 493. [93] Neml.37-44. [94] K.K.ve Trükçe açıklamalı terc.(Heyet)sh.379. [95] Bak.Sözler.age.sh.239. [96] Bak.Zafer Dergisi.1990.Nisan. [97] Agd.1991.Mart,Kur’an-dan Tekniğe.Ş.Döğen.sh.33,Kur’an en büyük mu’cize.age.sh.152. [98] Bak.Zaman gazt.21-05-2001. [99] Sonsuz Nur.F.Gülen.sh.470.




İMAM-HATİB VE OKULLARI ÜZERİNE

İMAM-HATİB VE OKULLARI ÜZERİNE

1924-1961-1982 Anayasasınca Dini Eğitim mecburi,Tevhid-i Tedrisatın 4. maddesine göre de İmam-Hatibler kurulmuştur.

1924-de ilk olarak muhtelif yerlerde 29 İmam-Hatib açılmış,şu anda 1997 hesaplarına göre 464 olup,480 bin öğrenci ulunmaktadır.

1973 yılında 1730 sayılı M.E. Temel Kanununa göre kızlarda alınmıştır.

İmam-Hatiblerin %-70’i halk tarafından yaptırılmış,%-25’i de devlet-halk işbirliğiyle yaptırılmıştır.

İmam-Hatiblerde Cuma namazı saati camilerde tatbikat olduğundan,o saatlerde ders konulmaz.

Bir asra yaklaşan bir süredir milyonları mezun verip,yarım milyonu okuyan bu okullar silsilesi yani İmam-Hatibler göz ardı edilemez. Yabana atılamaz. Ve bu mezun olan insanlar devletin her kesiminde de görev yapmaktadırlar. Onlar rencide edilemez.

İmam-Hatibler bir ihtiyacın ürünüdür. şöyle ki;

Yıllardır yani özellikle 1925-1950 yılları arasında büyük çapta bir din düşmanlığının ve ihmalinin mevcudiyetini ve bunun tüm memlekette sergilendiği bir hakikattır. Öyle ki artık şu feryatlara şahit oluruz;

H. Suphi Tanrıöver CHP’nin 1947’deki kurultayında şöyle der:”Vallahi billahi altı köyümüzde bir tek imam kaldı. Ölülere nöbet bekletiyoruz. Ondan kalkıp,bu köye geliyor ve boyuna köy değiştiriyor. Eğer bize İmam ve Hatib vermezseniz,ölülerimizi köpek leşi gibi toprağa gömeceğiz.”

Din düşmanlığı,dinin yerine ne bulunmuşsa o konulmaya çalışılmıştır. Ve din bir zehir ve afyon olarak nitelendirilmiştir. Oysa manevi refah olmadan,maddi refah düşünülemez.

Milletin Menderes ve Özal’a olan teveccühü;milletin boğazını sıkan zincirlerden,güçleri yeten birkaç zinciri kırmaları sebebiyledir.

İmam-Hatibler,büyük çapta halkın destek ve yardımıyla ayakta dururlar.

İlk İmam-Hatib 1949’da İstanbul’da açılmıştır.Sebeb olarak dünyada gelişen demokrasi havaları…

Başlangıçta 7 aylık kursla başlarken 1950 seçimlerinden sonra M. Celaleddin Ökten (1882-1961)’in girişimiyle Tevfik İleri (Milli Eğitim Bakanı)’nin projeyi kabulüyle 7 yıllık olarak kabul edildi.

Resmi olarak “17-Ekim-1951 tarihinde ilk 7 İmam-Hatib okulu öğretime başladı. Bunlar Adana,Ankara,İsparta,İstanbul,Kayseri,Konya ve Maraş İmam-Hatib okulları idi.”

1959’da da Yüksek İslam Enstitüsü açıldı.

İmam-Hatiblerin sadece Diyanete yönelmeyip,diğer bütün dallara da yönelmeleri ve her alanda başarı göstermeleri,bazılarını rahatsız etti. Çünkü hesaplarında dinin ve verilen tedrisatın sadece cenaze yıkamak ve Diyanet camiasının çevresinde ve çerçevesinde kalıp,onu aşmaması,kendilerine bulaşmaması idi…

Tam bir utanç duvarı… Utanılacak bir uygulama…

Oysa liseler sürekli mezun vermektedir. Ne derece ve ne kadar verim alınmaktadır?

İkinci olarak;eğer yenisine ihtiyaç durumu söz konusu değilse,neden sürekli açılma durumuna gidilmektedir? Düşünülmesi gerekmez mi? Yoksa siyasi yatırım mı?

Oysa İmam-Hatiblere olan ihtiyaç,toplumun dine olan ihtiyacının,susamışlıklarının bir göstergesidir…

Bugün Türkiye’de ve diğer dünya ülkelerinde önemli mevkilerde hizmet veren şahsiyetler içerisinde önemli çapta İmam-Hatibliyi görmekteyiz. Marifet İmam-Hatibleri engellemek değil,onu arttırıp,diğer liselere de teşmil etmek,yanlış ve eksik olan noktaları tashih etmekten geçer…

İmam_Hatib liseleri konusunda zaman be zaman,Zaman gazetesinin Kulis köşesinde yazan Taha Kıvanç İsmiyle (Fehmi Koru);eski Milli Eğitim Bakanı Nevzat Ayaz’ın yanına gittiği,kuvvet komutanlarından birine şöyle dediğini yazar:”O işi hallediyorum,ilk öğretimi sekiz yıla çıkarma bahanesiyle hem İmam-Hatib okullarını hem de Kur’an kurslarını kapatacağım.”[i] demiş.

Devlet sırtındaki kamburu daha da arttırırken,toplumun ilgisiyle ayakta duran,halkın böyle bir yükü yüklenmesine müsaade etmemektedir. Tam bir tezad…

6-Mart-1924’de Tevhid-i Tedrisatın kabul edilmesi ve 1.Maddesindeki:”M.1-Türkiye dahilindeki bütün müessesatı ilmiye ve tedrisatı maarif vekaletine merbuttur.” Bu ifade dini tedrisatı ortadan kaldırmaktadır. Sonradan eklenen madde ve yan desteklerle ayakta tutturulmaya çalışılmaktadır.

Kapatılmaları hususunda ise;1930’da İmam-Hatibler kapatılmıştır. 1933’de İlahiyat kapatılmıştır. 1930’a kadar ilk-orta ve liseden ve ilk öğretmen okullarından Din dersleri kaldırılmıştır. 1929’da Kur’an Kursları, 1930’da birkaç hocaya sınırlı olarak sadece Kur’an öğretme izni verilmiştir.

1932’de Ezan Türkçeleştirilmiş. Tercümesinden namaz kıldırma denemeleri yapılmıştır. 1940’da ise tamamen yasaklanmıştır. Evde toplanıp,okuma ve öğrenmelere müsaade edilmemiş,hapsedilmiş,cezalandırılmıştır. Kur’an-ı Kerimler yasaklanmış ve saklanmış…

Örnekleri gayet çoktur. Şahitleri de yüzlercedir,binlercedir.Kayseri’de bir büyüğümüz anlatmıştı. Babam bana Kur’an-ı öğretirken abim pencereden dışarıya bakıyordu,abime öğretirken de ben dışarıya bakıyordum. Tâki jandarma falan gelirse,hemen harekete geçerek,her şeyi ortadan kaldırıp,bir şey hissettirmeyelim.

Bunlarla beraber binlerce yıllık,binlerce eserler ya Bulgar’a kağıt fiyatına satılmış,ya yakılmış,ya da gömülerek,saklanarak ortadan kaldırılmıştır ki,hiçbir asırda benzeri olmayan tam bir vahşet… Haçlı seferlerini gölgeleyecek nitelikte…

1940’lı yıllardaki eğitim;Allah yerine tabiat,Kur’an çöl kanunu,Peygamber ise,akıllı bir insandı sözleriyle geçiştirmelerden ibaretti.

Azınlık okullarına müsaade edip,bu okullara müsaade etmeyen de iyi niyet aranmaz.

1997 yılından itibaren İmam-Hatib ve Kur’an kurslarına vurulan darbeyi tarih affetmeyecek,buna vesile olanların lekeleri dünya ve ahirette silinmeyecektir. Kara bir leke olarak kalacaktır.

Geride kalanların keffâret olarak affı ise;tüm okulların 4. ve 5. sınıflarından itibaren;Kur’an-ı Kerim,Hadis ve Arapça derslerinin konulması olacaktır.

Şimdiki okulların eski medreselerden farkı;eğitimde ciddiyet ve dini tedrisatın daha şümullü verilme imkanıdır. Dinle fen ilminin beraber verilmesi. Zira,akılları aydınlatan fen ilimleri,kalbi aydınlatan ise din ilimleridir.İkisinin birleşmesiyle hakikat ortaya çıkar. Birbirlerinden ayrıldıklarında ise;birincisinden inkar,şüphe ve tereddüt çıkarken,ikincisinden de taassub meydana gelecektir.

Osmanlı bunu kendi vüs’ati içerisinde yapmıştır. Bize bunu genişletmek kalmaktadır.

Dini ilimleri öğrenmek kadın-erkek her kese farzı ayın yani her kesin başlı başına sorumlu olup öğrenmesi gerekli ilimlerdir.

Fen ilimleri ise;farzı kifâye olup,bazılarının yapması ile diğerlerinden sakıt olan ilimlerdir.

Akıl ve kalbi birbirinden ayıramayan,ayırılması düşünülmeyen bir hakikat varken,din ve fen ilimlerini bir birinden ayırmak bir hakikatsızlıktır.

İmam-Hatiblerin de kapatılmaya çalışılması bir haklılık değil,haksızlıktır.

NOT : “İmam-Hatiblerde Orduya Alınmalıdır.”yazısından dolayı içeriye alınan Hekimoğlu istimal (diğer adıyla Ömer Okçu) ;yazmış olduğu –Minyeli Abdullah-ı ve –Maznun- romanındaki olayları bizatihi hayatıyla oynayan yazara zincir ve kelepçe vurulmakla,vicdanlara ve fikirlere vurulmuş olmaktadır. Tıpkı şef döneminde olduğu gibi…

Gazetedeki –Suç unsuru sayılan- yazıyı okumuş,birkaç dakikalık takdirle geçmiş,gönlümüze koyarak,fetholunmamıştık. Kalblerimizdeki kasavet açtırmamıştı.

Şimdi yüz binler İmam-Hatiblinin ve milyonlar ehli imanın gönlü fethedilmiştir. O’na vurulan zincir,bütün İmam-Hatiblilere ve benimseyenlerine vurulmuştur.

Zincire vurulduğumuzu anlamış,zincire vurulan o muhterem abimizi anlayabilmiştik.

Şu Fetih gününde Rabbimizden temennimiz odur ki;Değerli yazarımızın zincirleriyle beraber;fikir,vicdan ve kalblerdeki mühür ve kilitleri açsın. Zira zihniyet ve düşüncedeki açılma ile çok zincirler çözülecektir.

14-5-1996

MEHMET ÖZÇELİK

[i] Agg.26-5-1994.




DİN PENCERESİNDEN İLİM VE FEN

DİN PENCERESİNDEN İLİM VE FEN

Musluğu değil kaynağı oluşturan din;her meseleye hakikat nazarıyla bakar ve baktırır. Zira ilmin kaynağı odur ve ondadır.

Bediüzzamanın tesbitiyle her şeyi “esir”denilen maddeden yaratan Allah bunu şöyle belirtir;”Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli)kalmaz. Bundan daha küçüğü (Esir) ve daha büyüğü yoktur ki apaçık kitapta (Levh-i Mahfuzda)bulunmasın.”[1]

Demek;kainatı esir denilen maddeden yaratan Allah,ondan geliştirerek ve Bing-Bang (Büyük patlama)teorisiyle oluşumu ve gelişmeyi anlatıyor.

Kainat o zamandan bu zamana,bu zamandan kıyamete doğru bir genişleme içerisindedir. Ayette:” Göğü kendi ellerimizle biz kurDuk ve biz (onu)elbette genişleticiyiz.”[2]

Ve bunu yedi kat olarak yarattığını da ifade etmektedir:” Yedi gök,yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder.”[3]

Güneşle beraber 12 gezegeni yaratan yine O’dur.”Güneş,kendisi için belirlenen yerde akar(döner).İşte bu,aziz ve alim olan Allah’ın takdiridir.”[4]

Bu gün santrafujla yerin altında bulunan sıvı ve katı şeylerden istifade etmeye delalet eden ayette:

“ Musa (Çölde)kavmi için su istemişti de biz ona=Değneği de taşa vur!demiştik. Derhal(taştan)on iki kaynak fışkırdı. Her bölük içeceği kaynağı bildi. (Onlara=)Allah’ın rızkından yeyin,için,,sakın yer yüzünde bozgunculuk etmeyin,dedik.”[5]

İnsanların ölümcül hastalıklarına geçicide olsa bir hayat rengi verilebileceğini veya bitkisel bir hayatla hayatlarının devam ettirilebileceğine işaretle,anadan doğma kör ve alacalıyı iyileştirmesi[6],mu’cizenin teknolojiye yansımasıdır.

Hz. İbrahimi ateşin yakmaması ile,insanlarında kendilerini ateşten koruyacak amyant gibi bir şeyi bulacaklarına teşvik tapmış ve haber vermiştir. Ayette:

“ Ey ateş!İbrahim için serinlik ve esenlik ol”dedik.”[7]

Bir çok mu’cizeye sahip olub,maddi gücüde elinde bulunduran Süleyman(AS)ın mu’cizeleri anlatılırken;insanların uzun mesafeleri kısaltabileceğini,hayatının her kademesine girebilecek ve girmiş olan bakırdan ve dolayısıyla demirden istifade edebileceğini ve aleyhlerinede çalışabilen cinlerin lehlerine döndürülerek musahhar edilmesinin mümkün olduğuna şöyle işaret etmektedir:

“Sabah gidişi bir aylık mesafe,akşam dönüşü yine bir aylık mesafe olan rüzgarı da Süleymana (Onun emrine)verdik ve onun için erimiş bakırı kaynağından sel gibi akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı,onun önünde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden sapsa,ona alevli azabı tattırırdık.”[8]

Kaptan Kusto-yu Yusuf İslam yapan yani müslüman kılan Kur’an-ı Kerimin sadece bir ayetidir ki oda:

“ İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır,birbirine geçip kavuşmazlar.”[9]

Bal arısında Allah,Kalbte Allah,ağaçta besmele,karpuz çekirdeği gibi çekirdeklerde Allah isminin yazılı olması,O’nun varlığının tabiattaki birer mu’cizeleridirler.

Bediüzzaman 1929-da yazmış olduğu eserinde[10] aya ayak basılabileceğini ve bununda yıllar sonra 1969-da gerçekleşmesine ışık tutarken Kur’an ve Hadislerdeki hakikatlara dayanıyordu.

Evet. Ezelden asrımıza,20. asra uğrayıp ebede giden Kur’an-ın mu’cizeleri elbette sadece bunlardan ibaret değildir.

Kur’an kainat hakkında[11] çok harika ve mu’cizeliklere nazarımızı celbetmektedir.

Nitekim kainatta 10 milyar galaksi bulunmakta (veya 50 milyar da denilmekte)[12] ve her bir galakside de 10 milyar güneşe benzer yıldız bulunmaktadır.

Güneşin 150 milyon adet nükleer santral kadar enerjiye sahib olduğu ve güneşin enerjisinin tüm okyanusları 10 saniyede buharlaştırabileceği ifade edilmektedir.

Güneşin merkezi sıcaklığı 16 milyon derece,yüzeydeki sıcaklık ise 6 milyon derece.

Gittikçe enerjisi azalmakta olan güneş hususunda:”ABD’li gök bilimci Juliana Sackman ve Kanadalı Arnold Boothroyd’ın bilgisayarla yaptıkları hesaplara göre,güneş ağır ağır soğumaya başlamadan önce insanları tekrar iyice ısıtacak. Yaklaşık bir milyar sene sonra enerjisini yüzde on oranında arttıracak ve yeryüzündeki okyanuslar buharlaşacak. daha sonraki 7 milyar yılda ise güneş kızıl bir topa dönüşecek. merkür ve Venüs gezegenlerini yutacak. Dünya bundan kurtulacak,ama yeryüzündeki dağlar tereyağı gibi eriyecek. Daha sonra güneş büyük bir patlamaya sahne olacak ve uzayda günümüzdeki ay kadar parlayan bir yıldız olarak kalacak.”[13]

Tıpkı ayetteki:” Güneş katlanıb dürüldüğünde,”[14]gibi.

Başlangıç da bir çok oluşumlara sahne olan dünya ve kainat[15],sonuç da yine yok olacak[16] ve yeni bir hayatın kapısı açılacaktır.[17]

Cenâb-ı Hakkın varlığının âyet ve alametlerinden olan gökler ve yerler hakkında bir çok eserler verilmiştir. Nitekim;

Dünyada iki örneği olan Kazvini-nin,bir diğer örneği”ABD-deki Library of Kongre Kütüphanesi”nde bulunup,kozmoğrafya ile ilgili olarak 1522 yılında Zekeriya Mahmud el-Kazvini tarafından yazılıp”Asrını aşan”bir kitap[18] olduğu ifade edilmiştir.

İnsanlık neslinin devamında önemli olan doğumun kolay bir doğum olabilmesini,Hz. Meryem’in doğum hadisesiyle Kur’an şöyle haber vermektedir:

“Sonra doğum sancıları Meryem’i bir hurma ağacına dayanmaya götürdü.(Mecbur etti.)”Ah ne olaydım, bundan önce ölseydim de,unutulmuş olsaydım.”dedi.Meryemi (Cebrail veya İsa)aşağı tarafından şöyle çağırdı=”Sakın üzülme Rabbim senin alt yanında bir “su arkı”yarattı. Hurmanın dalını kendine doğru silkele,üzerine devşirilmiş taze hurmalar dökülsün. Artık ye,iç gözün aydın olsun.”[19]

Bugün bu tarz bir doğumun kolaylığı ilmende tesbit edilmiş,kolaylıklar müşahede edilmiştir.[20]

Kur’an yasaklar içerisinde Domuzu her şeyiyle yasaklarken;[21]bunun ilim geliştikçe hikmet ve illet cihetleri de zahir olmaktadır.

Bir çok hastalığa sebeb olan bu domuzun hem maddi,hem de ruhi olarak manevi yaralar açtığı bir gerçektir.

Tedavisi bile olmadığı ifade edilen Tirişin hastalığına neden olduğu gibi;”Safra kesesi iltihabı,apandisit,bağırsak iltihabı,çeşitli çıbanlar,mafsal kireçlenmeleri,damar sertliği,romatizma,grip,tansiyon yüksekliği,kalb anjini,infarktüs gibi[22]hastalıkları doğurmaktadır.

Pisliklerde ve pisliklerle beslenen bu hayvan,hayvanlar içerisinde dişisini kıskanmamakla,insanlarda da bu ilgisizliğin doğmasına sebeb olur. Haya ve namus duygusunun körelmesini sağlar.[23]

Hazmı da zor olan bu hayvan etinin özellikle ithal gıdalarda katkılı olduğu[24] tesbit edilmiştir. Ve bunlar şu adla ifade edilir=

“Graise animale,jelatin (Gelatine),rennet (cheese),giycine,leucine,osysrearin,spermaceti,glycerol,pepelin,E-100,E-102,E-103,E-110,E-111,E-120,E-123,E-124,E-125,E-126,E-127,E-128,E-140,E-141,E-142,E-152,E-153,E-210,E-213,E-214,E-226,E-234,E-252,E-270,E-280,E-325,E-326,E-327,E-334,E-335,E-336,E-337,E-420,E-442,E-430,E-431,E-432,E-433,E-434,E-435,E-436,E-470,E-471,E-472,E-473,E-474,E-475,E-476,E-477,E-478,E-480,E-481,E-482,E-483,E-488,E-489,E-491,E-492,E-493,E-494,E-495,E-542,E-550,E-570,E-572,E-591,E-631,E-632,E-633,E-635,E-904…[25]

Bu 71 adet E koduyla kodlanan Emulsifiant maddesi daha çok renklendirme,katılaştırma,koruma ve dayanıklılık için kullanılmakta ve bunlar için halkın inancını ve hassasiyetini göz önünde bulundurmayan insanlar ve firma sahibleri kullanmakta ve satmaktadırlar.

Toplumda yukarıda sayılan hastalıkların yaygınlaşması insanı düşündürmekte ve ürpertmektedir.

Özetle;Domuz her üç dinde de necis bilinen ve öyle de kabul edilen bir hayvandır.[26]

Sıhhat konusunda koruma amacıyla bu yasaklayıcı tedbirlerle beraber;sünnet doğrultusunda tavsiye edici bir Misvak sünnetinin önemi de göz önünde bulundurulmalı ve ona uyulmalıdır.

İslâmi ifadeyle Erak ağacından,batılıların deyimiyle “Şecere-i Muhammed”adı verilen[27] bir faydalı ve meyveli ağaçtan olan bu nebati fırça,sun’ilikden uzak,fıtri ve pratik bir özelliğe sahibtir.

İçerisinde bulunan “Bazik madde bakterilerin asitlerini nötralize eder. Yani etkisiz hale getirir. Yine bir diş eti iltihabında mükemmel bir yatıştırıcı etki yapar.”[28]

Misvağın[29]50’den fazla faydası olup,[30]özetle;

1)Dişi temizler.

2)Ağız kokusunu giderir.

3)Diş kanama ve çürümesini önler.

4)Ağız içi yaralanmasını engeller.

5)Hazmı kolaylaştırır.

6)Kalbi,mideyi,göz sinirlerini kuvvetlendirir.

7)Görmeyi keskinleştirir.

8)Balgam söktürür.

9)Basur için faydalıdır.

10)Diş ve göz ağrılarını dindirir.

11)Mikroplara karşı direnci arttırır.

12)Ağız tadını sağlar.

13)Diş etlerinin kurumasını önler.

Abdestin birinci sünneti olan misvak;[31]Peygamberimiz tarafından tavsiye edilmiş[32],ölüm döşeğinde bile terk etmemiştir.[33]

Hadis’de:” Ey ümmetim!misvak kullanınız. Muhakkak ki onda on haslet vardır:

1)Ağzı temizler.

2)Allah’ın rızasını kazandırır.

3)Melekleri sevindirir.

4)Gözün görmesini keskinleştirir.

5)Dişleri beyazlaştırır.

6)Çürümeleri önler.

7)Diş paslarını yok eder.

8)Hazmı kolaylaştırır.

9)Balgamı keser.

10)Misvak kullanılarak kılınan namazlar sevab bakımından kat kat olur.[34]

Hadislerde bu gibi bir çok faydalarıyla beraber;son nefeste kelime-i şehadeti getirme gibi faydası da zikredilmektedir.[35]

Medicıne adlı dergide;Misvağın tesiri hakkında şöyle denir:” Bu stikler (Misvak çubukları),dişlerde meydana gelen plağı teşkil eden maddelerle kimyevi reaksiyona girmek suretiyle temizliyor. Bu çubukların dişleri beyazlatan ve koruyan florür,slikon,alkoloidler,uçucu nebati yağlar,reçine,sakızlar,tanninler ve antrakinonlar ihtiva ettiği,dişleri temizlemenin yanı sıra diş etlerini stimüle edip,şişme ve kanamaları iyileştirdiği anlaşılmıştır.”[36]

Emir ve nehyi icab ettiren muhkem meseleler gibi sünnetin her bir meselesinin bir çok hikmetleri mevcuttur.

Temizliği emreden dinimiz[37],temizliği imandan saymış,[38]temiz bir hayatı temin etmiş,temiz bir toplumun yollarını da açmıştır.

Araştırmacı Müslüman-Türk bir doktor hastahane de 70 kişilik bir araştırma grubuyla yaptıkları;müslümanların elle taharetlenmelerinde,tuvalet öncesi ve sonrası elleri kontrolden sonra,temizlenme şekillerini de dikkate aldıklarında şu sonuca vardıklarını anlatmaktadır:

“ Baktık,elle temizlendikten sonra yıkamadan önce ellerinde dışkıya ait mikroplar bol miktarda var Eller yalnız su ile,ama oğuşturarak 3 dakika yıkandığında hastalık yapmayacak kadar az mikrop kalıyor ellerde…

Sabun kullanılırsa eller biraz daha temizleniyor,ama yine mikroplar tamamen yok edilemiyor. Bu kalan mikroplarda ellerdeki flora bakterileri tarafından temizleniyor.

Alkollü(Kolonya gibi)şeylerle elin temizlenmesinde ise,yan tesirler oluyor. Mesela eldeki yağ tabakasını eritiyor,yine elin korumasını yapan flora bakterilerini yok ediyor. Buda tabii elleri mikroplara zemin hazırlamış oluyor. Alkolü el temizliğinde de kullanırken devamlı olması gerekip bu da elde egzama tipinde yaralar oluşturuyor.

Alkolden başka piyasadaki diğer zefiran,savlon,lizor gibi maddeler de mikrobu uzaklaştırmaktan ziyade,mikrop üretmektedirler.

Alafranga tuvaletler hususunda ise şöyle der:”Özellikle insanların genital yani edep bölgesi ile ilgili olan hastalıklar ise;mantar hastalığı,parazitler,varsa yaralar,onların mikrobu da oraya bulaşıyor. Veyahut dizanteri,tifo mikrobu o oturağa bulaşıyor,sonra da oraya oturanlara geçiyor. Mesela batılı Hutchinson ilim adamı,basilli dizanterinin etkenini oturakta üretmiş. Newton adlı ilim adamı da Tifo bakterilerinin 11 gün klozetlerde kaldığını tesbit etmiş.

Hadisde de taş ve su ile temizlenmesi tavsiye edilmiştir. Sıcak taşın şu özelliği vardır. Hem Radyasyon,hem ısı,hem mekanik etkisi vardır.

Araştırmalar neticesinde;Allah’ın isimlerini zikretme,Kur’an-ı Kerim-i okuma,dua ve ezanın teleffuzlarında ortaya çıkan ruhi enerjiyle oluşan titreşim neticesinde bazı önemli sırlara ulaşılması,namazda tahiyyat esnasında şehadet parmağını kaldırmada,duada,bu ruhi enerjilerin ortaya çıkışı,ezan ile ilave bir enerji,abdest ile de vücutta biriken eksi yüklü elektronların temizlenerek sitresin ortadan kalkması ilmin ve deneyin belgelerindendir.[39]

Yalan söyleyen bir kimsenin kan akışının artmasıyla buruna giden fazla kan neticesinde burnun şişmesi[40] ilmin dini te’yid eden gerçeklerindendir.

Evet. İslamiyet hayat dinidir. Hayatımızın dinidir.

27-11-1997

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Yunus.61,Sebe’.3.

[2] Zariyat.47.

[3] İsra.44,Mü’minun.17,86,Fussilet.12,Talak.12,Mülk.3,bak.Hak Dini Kur’an Dili.E.H.Yazır.(Heyet) 1 / 253.

[4] Yasin.38,bak.Risale-i Nurun Kudsi Kaynakları.A.Badıllı.446.

[5] Bakara.60,A’raf.117.

[6] Bkn.Maide.110.

[7] Enbiya.69.

[8] Sebe’.12,bak.Rahman.35,Hadid.25,Sebe’.10.

[9] Rahman.19-20.

[10] Sözler.306.

[11] Bkn.zaman gaz.12-2-1994,bak, Din-Devlet ilişkileri H. H. Ceylan. 1 / 165-167.

[12] Agg.6-2-1996.

[13] Bkn.Türkiye gaz.3-8-1996.

[14] Tekvir.1.

[15] Zaman gaz.17-5-1993.

[16] Agg.29-6-1993.

[17] Agg.25-8-1996,8-8-1996.

[18] Agg.9-4-1994.

[19] Meryem.23-26.

[20] Bkn.zaman gaz.22-6-1992,ve The Lancet derg.Aralık. 24 / 31,1983 sayı 147-177.sayfa.

[21] Bakara.173,Maide.3,En’am.145,Nahl.115.

[22] Bkn.Türkiye gaz.26-2-1991.

[23] Bkn.Allah ve Modern İlim. 2 / 194.

[24] Bkn.zaman gaz.25-2-1994.

[25] Agg.2-8-1992,26-1-1994.

[26] Bkn.TDV.İslam Ans. 9 / 507-509.

[27] Bkn.zaman gaz.21-5-1992.

[28] Agg.21-3-1993.

[29] Bkn.Zafer der.1987.Kasım.sh.24,Agd,1991.Temmuz.sh.45,Sur der.1988.Ağustos.sh20,Ta’limu-l Müteallim.sh.97,149.

[30] Agg.22-5-1992.

[31] Bkn.Kütüb-ü Sitte.Prof.İ.Canan. 10 / 423-427,İslam Fıkhı Ans.Prof.V. Zuhayli. 1 / 217,219,221.

[32] K.Sitte.age. 16 / 559-560.

[33] Age. 15 / 222.

[34] Bkn.Köprü der.şubat.91,sh.41.

[35] Bkn.Fezail-i A’mal.Müslüman Şahsiyeti.M.Z.Kandehlevi.Tec.Y.Karaca.207-240.

[36] Bkn.Zafer der.1987.

[37] Müddessir.4,maide.6,Bakara.222,Tevbe.108.

[38] Geniş bilgi için. K. Sitte.age.7,10,11,ve 16.ciltlere bak.

[39] Bak.Zaman gazt.25-11-2000.A.Aymaz.Araştırmacı,Kahire aktif enerji uzmanı Dr.İbrahim Kerim.

[40] Bak.Agg.24-3-2001.




DİL ÜZERİNE

– DİL ÜZERİNE –

Kaderi ilahi dönen dünya çarkının adeta değişmez bir dünya kanunu olarak devamlı çalkalamaktadır. Durultmak için çalkalamaktadır. Üçüncü asırda da Hikmetle çalkalayan Cenâb-ı Hak,müslümanların içerisine giren gayrı müslimlerin müslüman olmalarıyla beraber getirdikleri yanlış adet ve inanışları,müslümanların bir yangın var gibi, İslâmi değerlerin yanma telaşı ve korkusuyla İslâmi meseleleri sahiplenmeleri ve bu amaçla bir kısmı Âyet ve Hadislerin muhafaza ve yorumlarına çalıştılar. Diğer bir kısmı da fıkıh ve kelam ilmi gibi ilimlerin ortaya çıkmasına çalışarak,islâmi alanda bir çok eserler verilmiştir.

Böylece eser vermede ve usul yönünden islâmi ilimlerin belli bir ölçüde rayına oturtulması bu gayret ve çabanın neticesinde olmuştur. Kader kamçılamıştır. Bu gün de çeşitli alanlar da kavga ile çalkalanırken,kültür alanında da bu kavga kendini göstermekte, adeta o gürültünün altından geçiştirilmeye çalışılmaktadır. Tıpkı saman altında su yürütmek gibi.

Kasıtlı yürütülen kavgalar ile bir yandan dil,anlaşılmıyan,her kes tarafından farklı farklı yorumlanan,böylece de kavgaya neden olan kavramlar,siyasi terimler,suçlamalar her biri ile toplum kargaşa içerisine toplu olarak sürülmektedir. Sonuçta;birbirini anlamıyan,zamanla anlamaya çalışmayan fertlerin doğmasına neden olacaktır.-Bizim zamanımızda böyle değildi!—Ben böyle anlamıyorum.- Pek anlamadım.-Anlaşılmıyor.- gibi anlaşmayı değil anlaşamamayı oluşturacak oluşumun zemini kendiliğinden hazırlanmış oluyordu. Çünki artık biz,biz değildik. Bir İngiliz gibi hareket ediyor,bir Fransız gibi yaşıyor,bir Rus gibi düşünüyor,bir Alman gibi yatıp kalkıyor,bir Amerikanlı olmaya çalışıyoruz. Her şey oluyor,bir kendimiz olan benliğimizi bulamıyoruz.

Biz kendimizi bu değişmelerde hayrette bırakmakla kalmıyor,bizi bu değişime kısa zamandaki dönüşümle de hayrette bırakıyoruz. Kendisini anlatamıyan,başkasını anlamıyan toplumlar bir şeylerini değil,çok şeylerini de beraber kaybetmiş oluyorlar. Başkaları gibi konuşanlar,başkaları gibi de inanır ve yaşarlar. Ve zamanla bu yanlışlıklar bir adet halini alır,nesiller boyu devam eder ve ettirilir.

Temsillendirecek olursak; Tıpkı başlangıçta müşriklerin kâbeyi çıplak olarak tavaf etmeleri zamanla bu adetleri ibadet halini almasıyla kâbeyi çıplak olarak bir yandan tavaf ederken,diğer yandan da ıslık çalıp,ellerini çırpmak suretiyle ibadet yapmaları gibi…

Zamanımızda da bunun sefâheti yaşamak suretiyle sıkılmak şöyle dursun,sıkılanlardan sıkılmaları ve bu durumdan zevk almaları kötü adetlerin ibadet yerine kaim olmasından kaynaklanmaktadır.[1]

Dildeki önemsememezlik ve devamda da aynı sıkıntı baş gösterecektir. Bizdeki geniş kavramlar bizleri kucakladığı gibi başkalarını da kucaklayabilecek bir seviyeye sahiptir. Batının kendi dil kavramları ancak kendilerini kavramakta,başkasına darlığından yer bırakmamaktadır.

Bizdeki aydın olmanın kötü örneği; Dilde de kendisini göstermiş, kendimize aid olan şeyleri terk ile,batıya âid olanları celbetmişiz. Bozulma safha safha gelişmiş. Dilde, Dinde, yaşayış da değişmeler,dönüşmeler peş peşe birbirini takip etmiştir. Dildeki bu farklılık düşünceye yansıyınca toplumla çatışan yeni bir zümreyi ortaya çıkarmış oldu.

Bir yandan anlatılamıyor,diğer yandan anlaşılamıyor. Aydınımız bir yandan dilini zenginleştirdiğini ifade ederken,diğer taraftan keyfiyet ve kaliteden uzaklaşmış oluyordu. Dil, Din,Yaşayış kaybı birbirini takib eder. Toplumun kaybının göstergesi de budur.

19-06-1999 MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bkn. Enfal. 35.




EĞİTİMDE Mİ ?

EĞİTİMDE Mİ ?

Aslınsa eğitimin meseleleri çok,gayet çok. Bir bakanın dediği gibi;Şu öğretmenler ve okullar olmasaydı,bu bakanlık ne güzel idare edilirdi!

Çünki,bütün okulları bilgisayarla donatmak,öğretmen ve idarecileri bilgisayar eğitiminden geçirip,sertifika vermek gayet uzun ve de masraflı bir yol!

Eğitime katkı payı adıyla toplanılan 1998 yılı itibariyle 155 milyar,1999 yılı itibariyle 750 milyar kime,nereye,nasıl yetecek ki?

Taşımacılık bir yandan,yeni okulların ihalesi,kapalı okulların problemleri, öğretmenlerin mağduriyetleri ve bir de Milli eğitimin bütün mesaisini İmam-Hatiplerin kapatılması ve başörtülü öğretmen ve öğrencilerle uğraşma üzerine oturtturması,en azından o görünümün görünmüş olması,tayinlerle eğitimi iyileştirmeye çalışma çalışmaları eğitimi daha da kangrenleştiren uygulamalardan ne vakit kalıyor ki!

Eğitimde kalite ve kabiliyet ön plana çıkarılarak,eğitimi devlete değil millete mal ederek teşvik edilmelidir.

Tevhid-i Tedrisatla inhisar altına alıp,alanını daraltmaktansa;yönlendirme,yarış ve desteklemeler ile geri planda sürekli proğram,usul,yöntem,çare ve teklifler üretilmelidir.

Devletin en üst kademesinden alt kademeye kadar herkes ittifak etmektedir ki;eğitim aksaktır,eğri-büğrüdür. Deve gibi. Deveye demişler neden boynun eğri? Nerem doğru ki demiş!

Anlatmak istediğimiz;bu gün eğitim düzlüğe çıkmış değildir.

seviyeli ve zeki olanlar ma’kes bulamamakta,işletilememektedir. Buda onun ya körelmesine,istifade edilemeyip,yurt dışına gitmesine sebeb olmaktadır.

Belki iyi gitmemesi ekonomiye dayandırılacaktır. Günah keçisi olarak. Yanlış olmamakla beraber,mantıklı bir çare ve hedef değildir.

Bugün özel sektörün dünyanın her tarafında okullar açarak başarı göstermesi bunun en bariz örneklerindendir. Bunlara müsaade edilip,bunlar gibi bir çoklarının da önlerindeki bürokratik engeller kaldırılacak olsa ana okul,ilköğretimden üniversiteye kadar bir çok okul açılıp,yetmiş beş yılda yapılanın yetmiş beş katını,yetmiş beş ayda belki de yetmiş beş haftada yapılabilecektir.

Ancak siyaset ve siyasi uğraşmalar bırakmamakta!

Acaba,başörtüsünü serbest bırakıp,başörtüsü katkı payı alarak eğitimi düzeltemeyiz mi? Ne yapalım başka türlü olmuyor ki? Gene de bir düşünün!

Yalnız başka alternatifleriniz de olup,bize gönderirseniz memnun oluruz!

Gene sınıfta kaldık! Nereden sınıfları icad ettik.

Gene de bazı vaadlerde ve uygulamalarda bulunup ekelim,nasıl olsa sonra biçilecek,zamandan kazanırız! Şimdi ekin,sonra biçersiniz! Eğer biçilmezseniz! Eken biçer,ekilen biçilir. Biçimli olsun! Hadi hayırlısı olsun…

30-08-1998

MEHMET ÖZÇELİK




GERÇEK İNSANA DOĞRU

GERÇEK İNSANA DOĞRU

Teknoloji;madde de mükemmeli yakalamaktır. Din ve esasları ise;mana da ve insanlık da zirveye ulaşmaktır. Yani insan,Sultanın mücevheratını yüklenen gemideki kaptan gibidir. Cevher yüklü bir varlık. Kendisine aid ise,bin de birdir. Ve burada kısa bir dönemde bir uygulama yapmakta,ebedi alemde ebedi seyrederek,seyrettirilmektedir.

Fatiha Kur’an-a,insan kâinata,namaz da hasenata fihristedir.

İyilikler ya kalb ile veya kalıb ile veyahut da mal ile olur.

Bir hicret ve göç içerisinde bulunan şu insan;yokluktan silsile halinde varlığa,yani sonsuza doğru hicrete maruz kalmıştır.

Kendisine verilen sayısız vücut nimetlerine şükürde bulunmak[1],ona vacibtir.

Kalb,[2] ona bir arş,isimlerine bir tecelligâhtır.

Şu beton asrının betonlaşması,madde de boğulmuş insan,bilmelidir ki;madde asıl değil,ezeli değildir.[3] İnsan ve insanlıktır ebedi olan ve de sürecek olan…

Nice kavimler,Karun ve Fir’avn gibiler unutulmadı mı? Unutulmaya terk edilmedi mi?

İşte Ad kavmi. Helak olub,kum yığınları altında bir yere mahkum olmadı mı?[4]

Hürriyeti madde de arayan bu insanlar,neticede bir avuç toprağın mahkumu oldular.

İnsanın gerçek Şeb-i Ârusu; madde de buluşması,onunla evlenmesi ve eğlenmesi değildir.

Asıl gerçek gerdek gecesi;ruhun –maddenin esiri olmayıp,tam serbest olarak hürriyetine,hakiki mahbubuna kavuştuğu gece anıdır. Daha doğrusu,onun gündüzü,aydınlığı,gözü aydın olduğu an ve zamandır.

Zira 60 senelik bir ömürde yiyeceği şeyler mahdud olan insan;[5] O’nu bulsa her şeyi bulmuş,huzurla dolmuş olur.

İnsanların içinde bir Efendimizin oluşu ve onun bulunuşu;Nitekim Hadis-i Kudsi de Meâlen;” O’nu yaratmasaydım,seni ve evladını yaratmazdım.”[6]

İnsanlığı temsilen,insanlığın kurtarılması için, o aranılıyordu. Ve bulundu da…

İnsanlığa O’nunla ulaşıldı. Onun sohbetinde bulunanlar sahabe oldu. Sahabenin ders halkasında olanlar, Tabiin,Tabiine tabi olanlar da tebe-i tabiin oldular.

Sahabe olmayan Üveys ise;[7] Peygamber ile Sahabe arasında Berzah oluşturdu.

Asırlardan asr-ı Saadete ulaşan ve ulaştıran bir köprü oldu.

Acaba Üveys göremedi mi? Yoksa görmedi mi? Neden bir noktadan ,öbür bir noktaya geçip de aramadı? Yoksa görüp de bulmaktan mı korkuyordu? Sanki o;mahbubu olan o zatın ma’ruf-u meçhul olan aşkıyla yanmak,kavrulmak için görmüyor,ilahi tecellinin bir tezahürü olarak ona gördürülmüyordu…

Bir yandan ülfet,ünsiyet ve görmüşlük ve unutma korkusu,diğer yandan görübte hicranın,ayrılmanın onu bırakıb da geriye dönmenin çekilmez ızdırabı..ölüm gibi…

Vuslat,arkasından firak ve hicran ateşi…

Bir müddet kavuşmanın aydınlığından sonra,ayrılmayla üzerine çöken karanlığın acısı..

O devamlı aramak,onu hafızasından ayırmamak istiyordu. Bedenin ruhtan ayrılmayışı gibi…

Hz. Rasulullahın vefatından sonra Hz. Fatıma (R.A,h.) bu ayrılık ateşini şöyle ifade ediyordu.” Semanın ufukları karardı,güneş de dürülüb yas tutmuş gibi nurunu kaybetti. Gece ile gündüz birbirinden ayırt edilmez bir halde koyu ve zifiri karanlıkların girdabına gömüldü.

Allah sevgilisinin vefatından sonra yer kürenin bu acı ayrılığa üzülmekten dolayı varlık alemindeki yeri bir kum yığını halini aldı. Bu sebebten yer yüzünde sarsıntılar ve çarpıntılar çoğaldı.

Varsın dünyanın doğusunda ve batısında senin vefatını işiten bütün varlıklar ağlasın”

Varsın Mudar ile Yemen kabileleri başlarına topraklar saçsın. ( Neye yarar ki?) ( Ben) Senin ayrılığına üzülmekten yüzüme göz yaşları resimler yaparak geceliyorum. Gönlümde ise kocaman (Ve devasız) yaralar hüküm sürmekte,canım yanmakta,ruhum sızlamaktadır.

Sabır esasen her yerde güzel bir şeydir. Fakat senin ayrılığına dayanmak güzel olmak şöyle dursun,pek ayıptır üstelik.

Benim üzüntüm,ağlayıb sızlamam ayıplanmaz.

Eğer ayıplayan bulunursa,gözümden akan ve coşup taşan yaşların durmayıp çoğalması,o ayıplamaya bir cevap teşkil edecek ve ölünceye dek,bir an durmadan akıp gidecektir. ( Ben öyle bir hicran arkına düştüm ki,artık bu hicran gecesinin bir gündüzü de yoktur. “

Ve Hz. Fatıma Rasulullahın kabrinden bir tutam toprak alıp şöyle dedi:” Hz. Ahmedin toprağını koklıyan,zaman boyunca misk kokusu almasa ne gam!.. Benim üzerime öyle bir musibet çöktü ki;eğer gündüzlerin üzerine çökseydi gece olurdu.”

İnsanlığını kazananlar,hayatlarını da kazandılar.

Hayatını harcayanlar,harcandılar.

Karşılığını da aldılar. Ve dediler;Harcandık.

Cehenneme kazan aldık. Çünki;

Onu kazandık.

Cehennemi kazan,kazandığımız kazan.

Kazanı istersek,istediğimizi kazanırız.

Gerçekte kayıbı,kayıbları kazanırız.

Çünki;kayıbdayız..kayıbız.

Kay ( Kusmuk)-lı ve ayıblıyız….

Gerçek insan;insanlığını,insaniyetini bilen insandır. İnsanlık ise,imanla olur. İmanda marifetle elde edilir. Marifete ilimle ulaşılır. İlim,malumatların birikiminden hasıl olur. İlim gayretle gelişir. Bu gayret amelle,çalışma ve çalışmanın devamı ile daim olur. Bu ise lüzumsuzları bırakıp,günahlardan kaçınmak,meşru bir daire içerisinde kalmak,kısaca Takva ile gerçekleşir.

Takva,ihlasla ayak da durur.

İhlas,her şeyde ve her yerde O’nun rızasını aramak,O’nun rızasına uygun hareketlerde bulunmaktan ibarettir.

İnsan bazen bir kelime ile yükselirken,bazen de bir kelime ile alçalır.

Zira her bir kelime,cümle,konu veya bir kitap,insan için bir anahtardır. Onunla çok hazineleri açabildiği gibi,çoklarını kapatabilirde…

Evet. Bazılarında insanlar kendilerini bulur,duygularını açarken,bazısının hayatları açık kapıları kapar. Tıpkı kendisini kapattığı gibi…

İşte küfür ve inkar,gaflet ve dalalet ve de günahlar bu kabildendir.

Bazen bir hece,hayatının gündüzünü geceye kalbeder.

Gül ile göl-ü birbirine karıştırır.

Bir nokta sükut ile gözü kör eder.

Korlar kör olur.

Sukutu sükut ile karşılar.

Ve her şey bir şeyle başlayıp,son bir şeyle biter.

Ya biter tükenir veya biter yeşerir.

İman ve tabileri yeşerme,küfür ve tabileri bitmedir.

Değerlerini ve parasını kumara verenler,ekseriya hayatını kumara veren insanlardır.

Hayatın kıymetsiz olduğu yerde paranın kıymeti yoktur. Ne kıymeti olabilir?..

Tarih de ve tarih kitaplarında kalmamalı insanlık ve insanlığa götüren yollar. İnsanları düşündürecek,onların imdadına koşacak,mağdurların koşamadığı o insanlara koşacak,en azından gelecek nesillere anlatabilecek,gösterib bölümler sunabilecek insanlara ve insanlığa ihtiyacımız vardır.

Toprağa gömülen üstü örtülü hayırseverler toprağı silkeliyor,kendilerini göstererek hayırlara vesile oluyorlardı.

Aman Allahım! Ne insanlar varmış!Mezarda iki çocuğuyla yatanlar,yıllarca hayat ile ölüm arasında yaşayanlar,hasta,aç,bâ-ilaç,evsiz-barksız,sayısız insanlar..bunlar da insanlar..onları görenler de…

Üstümüzdeki insanları gördüğümüz kadar,altımızdaki insanlardan da haberdar olmalıyız.

Her insan en az bir kere dünyanın bitmiş olduğunu söyler. Ancak sebebli-sebebsiz insanların görülen varlığı,dünyanın bitmediğini,o çiviyle dahi olsa ayakta durduğunu gösterir.

-İnsanlığı ele al,adamlığı elden bırakma.

-Adam gibi olma,adam ol.

-İnsan gibi olsan bile,adam ol.

-İnsanlığı al,adamlığı ol.

-İnsan alma,adam al.

-Her insan adam değildir,ama her adam insandır.

-İnsanlık satırda,adamlık sadırdadır.

-İnsanlık alıp vermeyle bellidir,adamlık olmayla.

-İnsan ol,adam kal.

-İnsanlık için ölmek,adamlıktır.

-İnsan olma bir aşama ise,adam olma onu yaşamadır.

-İnsanlık ve adamlık ayrılmaz iki denklik.

-İnsanlık denklemine,adamlık eklem.

-İnsan bulunur,adam olunur.

-İnsanlar bulunur,adamlar aranır.

-İnsanlar ölür ve unutulurken,adamlar feda-i olur,kahraman kalır.

-Uğrunda ölünen adam,olunan adam.

-Adam,adam gibi adam,adam işte. Savunan adam,savunulan adam,savrulan adam,sorulan adam,soran adam,sorgulanan adam,satılan adam,sıkılan adam,adını gölgeleyen adam. Aynen adam,adam gibi adam. Adam bozuntusu,insan kırpıntısı adam,unutulan adam…

2-8-2000

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bkn.Muhtasar İbni Kesir. (Arapça) İmam-ul Celil hafız Imad-ud Din Ebi-l Fida İsmail bin Kesir. Dımeşgi.H.V.774. 3 / 641.

[2] Age. 3 / 615.

[3] Bkn. Zafer derg.Mart.Mayıs,Haziran,Ağustos /1988.

[4] Bkn.Agd.Temmuz,1992. Sh.4.

[5] Bkn.agd.Haziran.1992.Sh.21.

[6] Bkn.Hirevi,Muinüddin M. Emin,Mearücün Nübüvve, 133, ve Risale-i Nurun Kudsi Kaynakları. A. Badıllı. Sh.306-308.

[7] Bkn. Emirdağ Lahikası. B.S.Nursi. 1 / 61.




KAYBOLAN KİMLİĞİMİZ DİLİMİZ

KAYBOLAN KİMLİĞİMİZ DİLİMİZ

“O’nun delillerinden biri de,gökleri ve yeri yaratması,lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır.”[1]

Her milletin anlaşma vesilesi ve yılların tescillenmiş olan dil ve kültür birikimlerindeki;”Dillerin farklı farklı oluşunda”[2] her millete ait dersler,ibretler ve gerçekler yatmaktadır.

Dilimiz kimliğimizdir. Kimliğimiz şahsiyetimizdir. Şahsiyetimiz haysiyetimizdir. Haysiyetimiz değerlerimizdir. Değerlerimiz inancımızdır. İnancımız dinimizdir.

Dillerini kaybedenler tüm bu vasıflarını da kaybederler.

Dilin;”Ananın südü gibi olduğu”ifade edilir. Yani tüm gıdaları özelliğiyle ve de güzelliğiyle ihtiva etmiş olmasıdır.

Bir insana yapılacak en büyük hakaretlerden biri de:”Südü bozuk” ithamıdır. O halde “Dili bozuk”südü bozuktan ne kadar geri olarak düşünülebilir.

Dilin bozulması,südün bozulmasıyla eş değerdedir. Dili bozuk südü bozuğun işidir. Südü bozulanın dili de bozulur.

-Tüm ilimler;dil ile dile gelir ve getirilir.

-Geçmiş ile olan bağlılığımız,dilimizin korunmasıyla mümkün olur.

-Hayat da meydana gelen anarşi,evvela dil’de başlar. Dilin bozulmasıyla,bozulma başlar. Kimse kimseyi anlamayacak ve de anlayamayacak!

-Dil’de fukara olanlar,fikirde de fakirleşirler.

-Nitekim biz de,dil’de bozulmanın başlamasıyla birbirini anlamayan üç farklı neslin türemesi!kopuklukları da gündeme getirdi.

-Dil’deki birlik,dinde de,hayatta ve ailede de birliği tesis eder. Zira herkes aynı kaynağın dilini konuşuyor ve anlayarak anlatıyor.

-Bana konuşman yeter,kim olduğunu bilmem için…Kim?likli misin..Kim?liksiz misin?

-Nasıl konuşursanız,öyle de yaşarsınız. Nasıl yaşarsanız,öyle de inanırsınız.

-Evet. İnsanlar kimin dilini konuşurlarsa-şuurlu-şuursuz-onun dinini ve hayatını yaşar. Onun gibi olmaya başlar.

-Bizim dilimiz ana dilimiz değil. Ana bozması analık dili! Şairin;

Ellerin yurdunda çiçek açarken

Bizim il’e kar geliyor kardaşım.

Bu hududu kimler çizmiş gönlüme

Dar geliyor,dar geliyor kardaşım.[3]

Bu dil bu millete dardır. Uydurukçalarla kısırlaştırılması yeterli bir âr’dır.

-Dil’deki kısırlık,tarihi de kısırlaştırır. Bilgi,görüş,anlayış gibi bir çok alanlarda kısırlaşmaya gidilir.

Nitekim bir asırdır birbirimize:”Bu adam ne diyor? Ne konuşuyor? Ne anlatıyor? Anladımsa! Anlaşılmıyor ki..Anlayan varsa beri gelsin! Laf salatası! Saatlerdir bu ne konuşuyor? Anlatmak istediği ne? Hangi dil’den konuşuyor????”

3. Meclisin marifetlerinden olan “Kur’an harflerini bırakıp latin harflerini kabul eden 1353 sayılı kanunu (1931’de)kabul ettiler.”[4]

Dilde yapılan bu inkilaplar[5] dan bir yıl sonra;”1932’de toplanan ilk dil kurultayından 20 yıl sonra 13. dil kurultayında gelinen nokta şu idi=/… Şu da var ki,dildeki şu veya bu yöndeki aşırılıklar,milli birliğimizi zedelemek,nesiller arasında uçurumlar yaratmak isteyenlerin maksatlarına da hizmet edebilir. Bu konuda çok dikkatli ve uyanık olmak gerekir.”[6]

Dilde ölçü esastır. Yani;”Dizginsiz dil bela getirir.”,”Kullanılması derecesinde keskinleşen tek alet dildir.”bilip ona göre de N. Kemal’in dediği gibi;”İnsan topluluklarının gelişmesi,her şeyden önce dil ve edebiyatlarının ilerlemesine bağlıdır.”deyip itidal ve ölçüden ayrılmamak gerektir.

Âyet’de:” Hz. Âdem’e eşyanın isimlerinin öğretilmesi[7] ne vecihle ise,yani ilahi kaynaklı ve kalite de olmalıdır.

Değişen insanlar gibi dillerde değişmemelidir.

Prof. F.K. Timurtaş şöyle der:”Büyük milletlerin,tabii dilleri de büyük olur. Fakat büyük ve medeni milletlerin dili hiçbir zaman tam olarak saf değildir.”[8]

Ancak bu başka kültürlerin kendi kültürümüze uygun veya galebe çalmaması manasında olmalıdır.

Dillerin farklılığı[9],dillerin zenginliğinden ve fıtratın gereğindendir.

Zulmetli münevverlerden olan,Atatürke baş hocamız,büyük ata deyip,M. Kemal’in inkilapları yaparken başvurduğu Hasan Ali Yücel,İslâmi yaşantısı olmayıp,harf inkilaplarınında milletin değişmesi için önemli olmayacağını da ifade eder. Sanki müslümanların gerilemesine sebep İslâmi harflerin olduğunu söyleyen İran siyasilerinden Ermeni Melkon Han gibi…[10]

Meşhur İngiliz Tarihçisi Toynbee,”A study of History”(Tarihi bir çalışma)isimli kitabında,harf inkilabını değerlendirerek;”Türkler harf inkilabıyla,kendi kaynaklarına el atmak hususunda yabancılardan farksız oldular.”demektedir.[11]

Bir Fransız general şöyle der:”Müslümanları gerçekten yenebilmek için,Arapça ile Kur’an-ı ortadan kaldırmalıyız.”[12]

Oooooo. Biz onu çoktan,hem de fazlasıyla yaptık ve de yapıyoruz.!

İşte İsmet İnönü:”Latin alfabesini öğrenenler,Kur’an yazısına geri dönemezler.”[13]

Çinli filozof Konfüçyüs’e:’Bir ülkeyi idare etmeye çağrılsaydınız ilk iş olarak ne yapardınız?”diye sormuşlar. Şöyle cevap vermiş:” Önce dili düzeltirdim. Dil düzgün olmazsa,kelimeler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünceler dili anlatamazsa yapılması gereken şeyler iyi yapılamaz. Gereken yapılmazsa ahlak ve kültür bozulur. Ahlak ve kültür bozulursa,adalet yolunu şaşırır. Adalet yanlış yola saparsa,halk güçsüzlük ve şaşkınlık içine düşer. Ne yapacağını,işin nereye varacağını bilemez. Bu sebeple söylenilen sözü söylemeli. Hiçbir şey dil kadar mühim değildir.”[14]

İtalyan prof. Rossi :”Latin harfleri ilim yazısı değildir.Niçin İslam harflerini kaldırdınız.”[15]

Biz ise:”Güneş dil Teorisi”saçmalarıyla [16],Türk dili[17] için bütün bu yapılanlar;dili çıkmaza sokmakta,batıya körü körüne bağlanma,Arap kültürlerine sırt vermek içindi.[18]

İşte İ. İnönü’nün marifetlerinden:”.. Harf İnkilabı sadece okuyup yazma kolaylığı için yapılmamıştır. Harf inkilabını biz kültürümüzü değiştirmek için yaptık.. Arap kültüründen kurtulmak için yaptık. Artık eski yazıya dönülmeyecektir. Bunun manası,artık eski kültürlerle bağımız kalmadı,demektir.

Harf inkilabını bizde tesiri ve büyük faydası söylediğimiz bu kültür değişmesini kolaylaştırmış olmasıdır. İster istemez Arap kültüründen koptuk,garp kültürüne ve garp medeniyetine yöneldik.”[19]

Ve bu yanlış uğruna ezanı Türkçeleştirip,Kur’an Türkçe okunup,namazlarda da sureler Türkçe olarak okunurken,sadece dilde değil,din-de de büyük tahribatlara gidiliyordu.[20]

Ve bu uğurda 1931 yılında bin yıllık bir birikimimiz olan eserlerimizi,aklımız ve hafızamız olan arşivlerimizi Bulgarlara sattık. Evet,atar gibi sattık. Bulgarlara satılan arşivler[21] ,düne kadar arşivlerimiz bize yasaklanırken;bu gün ancak yüzde 15-i araştırmacılara açılmış bulunmaktadır.[22]

“15-19-Şubat-1993 tarihleri arasında Bulgaristan arşivleri ve Cyril Methodius kütüphaneleri,devlet arşivleri genel müdürü İsmet Binark tarafından ziyaret edildi ve bu ziyaret sonunda iki ülkenin devlet arşivleri arasında bir işbirliği protokolü imzalandı. Bu protokol çerçevesine,1993 yılında 15 gün süreyle Bulgaristana gönderilen Osmanlı arşivi daire başkanı ve Analitik Tasnif şube müdürü de,bu arşivlerde incelemelerde bulundu.

Cyril ve Methodius kütüphanelerinde yapılan araştırmalar sonucu,burada Osmanlıya ait yaklaşık bir buçuk milyon belge ve defter bulunduğu belirlendi. Bu ülke ile yapılan iş birliği protokolü çerçevesinde 15. ve 18. yüzyıllara ait 21 bin 140 sayfa tutarında mikro film ,bedeli karşılığında temin edilerek Osmanlı arşivi daire başkanlığına kazandırıldı.

Ayrıca,başbakanlık devlet arşivleri genel müdürlüğü tarafından Bulgaristandaki arşiv malzemeleri konusunda bilgi içeren”Bulgaristan’a satılan Evrak”ve “Bulgaristan’daki Osmanlı evrak”adlı iki eser yayınlandı. Bu kütüphane de kalan belgelerin tamamının mikro filimleri hazırlanana kadar çalışmalar sürdürülecek. Mikro filimlerin tab edilmesinden sonra belgeler kataloğlara geçirilecek. Bu çalışmaların tamamlanmasından sonra bu çok değerli Osmanlı belgeleri,tarihçilerin ve araştırmacıların hizmetine açılacak.”[23]

Acaba yeni dilin icadı sakın eski dile olan düşmanlıktan dolayı olmasın?

Maalesef,bütün bu işler düşman tarafından değil,içimizdekiler tarafından yapılmıştır.

Nitekim,ibadet dilinin Türkçeleştirilmesini isteyip,Atatürk’ün dolma bahçe sarayına katılan saz eşliğindeki mevlid-han ve hafızlar:”Beşiktaşlı hafız Rıza,Hafız Bürhan,Hafız Sadettin Kaynak,Enderunlu Hafız Yaşar Okur,Sultan Selimli Hafız Ali Rıza Sağman,Adliyedeki Hafız Fahri,Galatasaray muallimi Hafız Nuri ve tüm Hafızlara başkanlık eden Hafız Cemil .”[24]

Ve yine;Atatürk’ün hazırladığı ibadet dilinin istediği doğrultuda hazırlanmasını sağlayan ve isteyenler ise:”Prof. M. Fuat Köprülü[25],Prof. İ.H. Baltacıoğlu,Prof. İsmail İzmirli,Prof. Halil Halid,Prof. Arapgirli Hüseyin Avni,Prof. Hilmi Ömer,Prof. Hilmi Ziya.”[26]

Dini inkilaplarda öncülük yapan Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi ve Medrese mezunu olan Prof. Şemsettin Günaltay’da din adına din düşmanlığı yapmaktan geri kalmıyordu.

Dilimizi,tarihimizi bakınız nasıl yedik! Yakılan tarihimiz! Atılan dilimiz! Yanan milletimiz! Yanan geleceğimiz!.. Kaçırılan ve yağmalanan mirasımız!

Cengiz ve Hülâgu’nun dehşetli tahribatı;kitapları yakmasında,aylarca suların mürekkep olarak akmasında saklı idi!

Ya bizim ki? Hem attık,hem sattık,hem yaktık,hem de kaynağını kurutmak üzere astık! Dilini değiştirdik. Zulüm üzerine zulüm yaptık! asırların görmediği dehşet ve vahşeti yaptık!

Kitaplar namusumuzdur;satılmaz,atılmaz ve de yakılmaz!

Bulgaristan Milli kütüphanesinde ,şark dilleri bölümünde uzun zamandır bir uzman olarak bizden hurda olarak giden arşivlerimiz hakkında Dr. Evgeni Raduşev özetle şunları anlatır:”Arşivimizde çok sayıda Osmanlıca vesika var. …(bunlar)1930’lu yıllarda hurda kağıt olarak Türkiye’den alınan Osmanlı arşivlerinden bahsediyorum. Özellikle Anadolu ile ilgili olanların tamamı bu hurda kağıt yığınının içerisinden çıkmış. Şu an elimizde Arabistan’a,İran’a,Irak’a,Kıbrıs’a ait bir milyondan fazla vesika var…

Bu kadar yazılı evrakın hurda niyetine bir kağıt fabrikasına satışının gerekçesi”Basit bir yanlışlık”olamaz bence.Neyse… Bulgar hükumeti de fabrikadan satın almış İlginç olan bir şey var. Arşivler kağıt fabrikasına satılırken olduğu gibi satılmamış;yırtılmış,parçalanmış öyle satılmış. O insanların Osmanlı arşivlerine ne kadar davrandığını size göstermek istiyorum. Her zaman düşünüyorum;” Hurda kağıt diye satılan evraklar nasıl bu kadar yırtılır? Neden yırtılıp parçalanarak satılır?diye. Bana kalırsa bunu bilerek yaptılar.”[27]

Evet,müzayede ile hazine-i evraktan çıkarılarak hurda kağıt fiyatına okkası 3 kuruş 12 paraya İzzet Halim ve M. Takforyan adlı iki ortak müteahhit alıyor. 12-Mayıs-1931 günü, Sultan Ahmet’deki depodan balya ve sandıklar halinde arabalara yüklenerek Sirkeci’ye indirildiği sırada dökülen kağıt parçalarının eski ve kıymetli evraklar olduğunu fark eden Son Posta gazetesi muhabiri İbrahim Hakkı Konyalı durumu ertesi günkü gazetesinde yazar.

Halk ve bir kısım aydın infial gösterirse de ancak atı alan çoktan Üsküdarı geçmiştir.

120 Balya ve 500 sandık evrak Bulgaristana ulaşmış ve 120 bin TL.alınmıştır.

Bulgaristandan iadesi için yapılan müzakereler de ancak 53 balyası alınabilir.[28]

İşte cehalet ve ihanet!!

Oysa arşivcilik;tarihten beri süre gelen bir uygulamadır.

Bu arşivler bir zenginlik kaynağı olduğu gibi,içte ve dışta bir çok problemlerinde çözümüne vesiledir.

Bu belgelerin 150 milyon civarında olması az bir olay değildir. Tasnif ve tercümesi de başlı başına bir iştir.

Arşivlerin dağılması demek;Sahip ve bağlantılı olduğumuz devlet ve toprakların da kaybolması demektir.

Arşivlerimiz tapu belgelerimizdir.

Sırf arşivler adına bir fakülte kurulsa yeridir.

Bu belgelerin kaybıdır ki;bu günkü Sırp vahşetlerini doğurmaktadır!

Üniversite de dahil her bir öğrenci en az on yıl Yabancı dil,İngilizce okur. Ancak on kelime ancak doğru dürüst bilebilmektedir. Konuşma ve tercüme ise zaten söz konusu değil,olsa da nâdirattandır.

Ancak bu o yabancı dil eğitimini ve öğrenimini bırakmak anlamına değildir. usuldeki yanlışlıklardandır. Acaba yabancı dile olan sevgi,sakın Arapça’ya olan düşmanlıktan ileri gelmiş olmasın?

Zira Arapça öğreniminde sadece bir yabancı dil bilmeyle kalınmayacak,aynı zamanda tüm dini kaynakların temelini ve başlangıcını da öğrenmiş olacaktır.

-İslâm alemiyle bir irtibat içerisine girilmiş olacaktır.

-Arapça zengin bir dil olup,öğrenilmesi diğer yabancı diller gibi zor olmamaktadır.

-Bir buçuk milyar müslümanın müşterek bir dili olacaktır.

-En önemlisi Arap dili[29],Kur’an dilidir.

Cezayir Fransızlar tarafından istila edildikten yüz sene sonra bir Fransız hakimi Cezayir’de şunu söyler:”Kur’an-ı aralarından kaldırmalıyız. Müslümanları yenebilmemiz için Arapça’yı yasaklayıp,söküp atmalıyız!”[30]

Aaaaa! Bizimkine ne kadar da benziyor! Yoksa,bu sözü biz mi onlardan duyduk da tatbik ettik,yoksa,evet yoksa onlar mı bizlerden öğrenip,görüp yapmaya çalıştılar?

Hangisi olursa olsun! Şu bir gerçektir ki;bize yetişemezler! Yaptıklarıyla bize ulaşamazlar!

Bizde bize el karıştıranlar gayet çok! Hatta latin harflerinin teşvik ve kabulünde Sovyet Rusya’nın büyük bir payı ve rolü olduğu belgelenmiştir.[31]

Aşağıdaki yazıyı okuyun,fakat mümkün mertebe konuşmayın! Bir Fransız-Türk olmayın!!

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Rum.22.

[2] Tefsir-i Kebir.F.Razi.terc.heyet. 2 / 176.

[3] Vur Emri. A. Karakoç.9.

[4] Gayrı resmi yakın tarih ans.Heyet. 2 / 322.

[5] Bkn.Din-Devlet ilişkileri.H.H.Ceylan. 2 / 280-295.

[6] Age. 2 / 295.

[7] Bkn. H.D.K.Dili.E.H.Yazır. 1 / 317-319.

[8] Dil Davası.22.

[9] Bkn.İnanç ve Kültür.S.Elibol.23-26.

[10] Bkn.Zaman. gaz.27-9-1992.A.Akgündüz.

[11] Gayrı R.Y.T.Ans.age. 3 / 83.

[12] El-Menar gaz.9-11-1926,bkn.nesil.5-12.Haziran.1995.sayı.78,sh.11”

[13] Gayrı R.Y.T.Ans.age. 3 / 411.

[14] Din-Devlet ilişkileri.age. 2 / 299.

[15]Age. 3 / 105-107.

[16] Bkn. Ziya Gökalp.V.Vakkasoğlu.sh.154,Din-Devlet ilişkileri.age. 2 / 296-301-303-305-307-311.

[17] Bkn.Türk dünyası üzerine incelemeler.Prof.A.B.Ercilasun.24-76.

[18] Din-Devlet ilş.age. 2 / 221-225,234-236.

[19] Ulus,13-15-1969, / İninü2nün harf inkilabı hatıraları/,Sebil der.İnönü’nün İslam harflerine dair beyanları ve bunun aksulamelleri/,sayı.3-12.yıl.1976,Din-Devlet İlş.age. 2 / 237-238.

[20] Bkn.Temellerin Duruşması.A.Kabaklı.sh.225-228,326-330,Din-Devlet iliş.age. 2 / 244-286,362-369,415-422,425,505-512,377,410. Kemalizm.A. Dilipak. 141,365,

[21] Din-Devlet ilş.age. 3 / 96,Gayrı resmi yakın tarih ans. 3 / 423.

[22] Bkn.zaman gaz. 5-7-1995.

[23] Agg.15-6-1995.

[24] Din-Devlet ilş.age. 2 / 362.

[25] Age. 2 / 443-44.(163’e –evet-diyen şüpheli şahıslar.

[26] Age. 2 / 362.

[27] Zaman gaz.31-7-1995.

[28] Agg.28-8-1993.

[29] Bkn.İslam medeniyeti dergisi.Aralık.1967.sh.44,Zafer der.1988-Şubat.24,1986-Mart.12.

[30] El-Menar.agd.9-11-1926,sur dergisi.Ağustos.1995,sh.25.

[31] Bkn.Zaman gaz.6-2-1993.




EVRİM   TEORİSİ

EVRİM   TEORİSİ

Evrim; Varlıkların bir halden başka bir hale yani özellikle insanın başlangıçta maymun iken şimdiki hale dönüştüğünü iddia eden bir teori ve faraziyenin adıdır.

Evet evrim; her şeyden önce bir teoridir. Yani ispatlanmamış kof bir fikir yığınıdır. Evrim, teoriden de öte bir ideolojidir. Her devirde belli bir şekil almış düşüncenin, şekil değiştirerek sahneye çıkışıdır. Yani iman ve küfür mücadelesinin değişik boyut ve görüntüsünden ibarettir. İflas eden düşüncelerin yerine konulan, yeni bir avutmaca ve avunmadır.

Çıkış ve gelişmesi kısaca şöyledir: En belirgin manasıyla putperestlik, haçlı seferleri, maddiyyunluk; yani maddenin asıl ve esas oluşu düşüncesi, maddeyi ilah edinip, maddeye taparcasına bağlılık, materyalizm, para ve menfaat üzerine bir şeyi oturtturmak. Zenginlerin tasallutu. Hâkimiyet kurup ezme düşüncesinden hareket eder. İşte bundan hareketle de komünizm çıkmıştır. Yani eşek sıpa doğurmuştur. Başta sâfiyane ve samimi gibi fakirlerin, ezilmişlerin hakkını koruma edebiyatı yapıp, tam tersine daha büyük zulümlere kapı açmıştır. Feminizm kandırmacası da diğerlerinden geri kalmamaktadır. Kadını koruma yerine bir meta olarak kullanmaktadır. Frued; şefkat duygusuyla annenin şefkatini, hayvani ve behimî duygularla ifadeye çalışır.

Ehliyetsiz biyologlar tarafından ortaya atılan evrim ise; sahneye konulan,150 yıldır devam ettirilmeye çalışılan en uzun süreli oyundur. Ancak sadece bizde…

Diğerleri gibi evrim teorisi de Din ile çatışma halindedir. Zira din, fıtrata uygun olup ilahi bir özellik taşırken, bu izimler; dinin karşısında yer almayı kendine meslek edinmiş beşerî, hakikati olmayıp, faraziyeden ibaret düşünce sistemleridir.

Darwin-i Darwin-den dinleyelim:” Ben metafizik ve matematikte hiçbir zaman muvaffak olamadım.”

Her iki dal da insanın kalb ve akıl yönüyle ilgili olup, metafizik ağırlıkla kalbi çalıştırıp kalp ve akla hizmet ederken, matematikte ağırlıkla aklın çalışmasına hizmet eder. Darwin ise bu her iki duygudan da mahrumdur. Okulda olduğu gibi, hayatta da devamlı başarısız bir kişi olduğunu her vesile ile ifade eder. Ancak ateist düşünceye hizmet edenler için bulunmaz Bursa kumaşı gibi değerlendirilip, kıymetlendirilmeye çalışılarak, mal bulmuş mağribi gibi bu teoriye sarılır, sahip çıkarlar.

Evrimin altında tesadüf yatar. Yani her şeyin olduğu gibi, insanında bir tesadüf sonucu olarak yaratıldığı ifade edilir. O halde bunu iddia edenlerce yapılacak ilk iş de, teoriyi değil, Allah’ın varlığı konusunu ele almakla ancak mesele bir çözüme kavuşturulmuş olur. Aksi takdirde, havanda su dövme gibi, yapılacak açıklama da bir dereceye kadar manasız kalacaktır.

Oysa kâinatın intizamlığına baktığımızda tesadüfe tesadüf edemeyiz. Yunus’umuzun ifadesiyle:” Yerden göğe kadar küp dizseler, altından birini çekseler, seyreyle gümbürtüyü, seyreyle…”

Kâinat da, yerden göğe kadar dizilen küp misali aynı düzen içerisinde, zincirleme olarak dizilmiştir. Bu düzen içerisinden birisinin çıkması demek, -zincirleme trafik kazası gibi- kâinatın herc-ü merc içerisinde bir karışıklığa girmesi demektir. O halde nesil olurda bu koca kainat sahipsiz ve tesadüf eseri olabilir? Böyle bir fikre atomların içerisinde dayanak ve mesned teşkil edecek bir atoma rastlanamaz.

New York ilimler akademisi başkanı A. C. Morrison:”Niçin Allaha İnanıyorum? ” başlığı altında Readers Digest mecmuasında yedi sebeb olarak imanın sebeblerini (şöyle) izah ve ispat ediyordu: ”Henüz fen çağının fecrinde bulunuyoruz. Artan her ışık kudretli bir yaratanın elinden çıkan sanat eserini daha parlak bir şekilde meydana çıkarıyor.

Darwin zamanından beri doksan yıl içinde akıllara durgunluk veren keşiflerde bulunduk. İlmi aciz bir bilgiye dayanan bir imanla Allah mefhumuna daha fazla yaklaşmaktayız.

“Beşincisi: Darwin bilmedi, fakat biz bugün biliyoruz ki, irsi müktesebat her zihayat için hadiseler halinde açıklanmıştır. Gen harikaları gibi…

Bu genler o kadar küçük ve mikroskobiklerdir ki, şayet dünyada her yaşayan insan için mesul olan bu mahlukçukları bir yerde toplamak mümkün olsaydı, bir küçük dikiş yüzüğü geniş gelirdi. Buna rağmen bu ultra mikroskobik genler ve arkadaşları kromozomlar her canlı hücreyi istila eder; insan, hayvan ve nebat hususiyetlerinin mutlak anahtarlarını teşkil ederler. Bir dikiş yüzüğü iki milyar insanın karakterlerini içinde tutmak için küçük bir yerdir. Fakat keyfiyet münakaşa dışında bir hakikattir. Nasıl oluyor da genler bu kadar sonsuz bir küçük yerde bunca gelmiş ve geleceklerin verasetini kilitleyebiliyor ve her birinin ruhi haletini saklayabiliyor?

İşte burada istihsale; genleri muhafaza ve nakleden bir mevcud hücrede hakikaten başlıyor. Ultra mikroskobik gen halinde kilitlenmiş birkaç milyon atomun yer yüzündeki canlılığı mutlak surette nasıl idare edilişi, ancak yaratıcı bir zekadan gelebileceğini gösteren gizli maharetin bir misalidir; başka türlü faraziye ile izah edilemez.” [1]

Kur’an-la karşı karşıya olan evrim, aynı zamanda ilimle de karşı karşıyadır. Din ve ilmi reddeden aklı dinler mi? Çünkü, hiç kimse varlıkların başlangıçlarında Allah tarafından o işe mühendis tayin edilmemiş, kimse de kâinatın veya hayvanların başlangıçtaki yaratılışını görmemiştir. Yani balığın kurbağaya, insanın maymuna, maymunun insana dönüştüğü ne deneyle ne de müşahedeyle sabit değildir.

Bunu evrimci Theodosius Dobzhansky’de şöyle söyler:” Yer yüzü tarihinde evrimin meydana gelmesi insanlar tarafından gözlenemeyen olaylardandır.”[2]

Devamla. Evrim olayları tekrarlanamaz ve geriye dönüşlüde değildir.”

Yazar N. Papatya’nın dediği gibi:” Evrimciler gerçekten vefasız insanlar. Çünkü kendileri lüks hayat yaşarken, maymun dedeleri hala mağaralarda sürünüyor.” Hayret değil mi? Bu nasıl maymun oğlu maymunluk? Maymun çocukları utansın!

-Her bir varlığın başlangıcı bir baba ile başlayıp r oğulla biter. Ve keza ilmul hayvanat ve ilmun-nebatatta isbat edildiği gibi, envaîn sayısı iki yüz bine baliğdir. Bu neviler için birer âdem ve birer evvel baba lazımdır. Bu evvel babaların ve ademlerin daire-i vücubda olmayıp ancak mümkünattan olduklarına nazaran, behemehâl vasıtasız, kudreti ilâhiyyeden vücuda geldikleri zaruridir. Çünkü bu nevilerin teselsülü, yani sonsuz uzanıp gitmeleri batıldır. Ve bazı nevilerin başka nevilerden husule gelmeleri tevehhümü de batıldır. Çünkü, iki neviden doğan nevi’, alel ekser ya akimdir veya nesli inkıtaa uğrar; tenasül ile bir silsilenin başı olamaz.

Hülasa: Beşeriyet ve sair hayvanatın teşkil ettikleri silsilelerin mebde-i en başta bir babada kesildiği gibi, en nihayeti de son bir oğulda kesilip bitecektir.

Evet; şuursuz, ihtiyarsız, camit, basit olan esbabı tabiyenin bütün akılları hayrette bırakan o enva silsilelerin icadına kabiliyeti olduğu daire-i imkândan hariçtir. Ve keza, kudret mucizelerinden birer sanat-ı acib taşıyan o envaîn ihtiva ettikleri efradında ihtira ve yaradılışlarını o esbaba isnad etmek, yalnız bir muhalin değil, muhalatın en hurafesidir. Binaenaleyh silsileleri teşkil eden enva’ ile efrad, hudus ve imkan lisanıyla, Haliklarının vücubu vücuduna kati bir şehadetle şehadet ediyorlar.”[3]

Her şeyi maddede arayanlarca iddia edilen diğer bir husus ise; Hayatın bir mücadele oluşudur. Yani bir tepinme. Aynı zamanda güçlülerin zayıfları yutması…

Tabiatta mücadele olmadığına dair Paris üniversitesinde Biyolog Prof. Etiene Rabaud şöyle der:” Darwin’in düşünceleri doğru çıkmıyor. Zira hayat kavgasında güçlülerin seçilip ayıklanması diye bir durum yoktur. Mesela bahçe kertenkelesi uzun dört ayağı ile hızlı koşar. Ayakları sayesinde çok çeviktir. Oysa ayakları çok kısa, sanki sürünen, kendini zor taşıyan kertenkelelerde vardır. Hele bir kertenkeleden başka bir şey olmayan kör yılanın ayakları hiç yoktur. Bu üç kertenkele tipi, ayaklarına varıncaya kadar aynı vücut yapısına sahiptir. Aynı gıdayı alırlar. Aynı hayat şartları içinde, aynı ortamda yaşarlar. Bu hayvanlar çevrelerine uymuş olsalardı, organlarının bu derece birbirinden farklı olmaması gerekirdi. Bahçe kertenkelesi, ortam ve gıda şartları aynı olduğu halde, ötekileriyle karşılaştırılınca daha çok uygun durumdadır. Yaşamaya daha kabiliyetli gibi görünmektedir. Ötekileriyse, organlarının izin vermeyişine rağmen, yok olup gitmemişlerdir. Temizlenmeye uğramamışlardır. Daha üstün ve imtiyazlı durumda olan bahçe kertenkelesi gibi yaşamayı ve üremeyi sürdürmektedirler. Bu örnekte, iyilerin ortama, çevreye uyduğunu, kötülerin, istidatsızların ayıklandığını gösterecek hiçbir delil, hiçbir işaret yoktur.

Uyma ve ayıklanma probleminde esas mesele şuradan kaynaklanır: Canlılar, hareket etmek zorunda oldukları için mi ayaklara sahiptirler? Yoksa ayakları olduğu için mi hareket etmek zorundadırlar? Canlıların görmek için mi gözleri vardır? Yoksa gözleri olduğu için mi görmektedirler?

Mesela, ev farelerinin gözleri kör olduğu anlaşılmıştır. Buna rağmen çarpmadan yıldırım gibi koşarlar.

Yazar der:” Bir vernikle gözlerini kapattığım bir örümceğin ağa düşen sinekleri, gözleri kapatılmamış örümceklerin ustalığı ve çevikliğiyle avladığını gördüm.”

Bütün bunlar şunu gösteriyor ki; organlar canlıların hayat şartlarına uymalarından meydana gelmemiş, aksine gördüğümüz gibi, hayat şartları bu organların önceden var olmuş olmalarından ve organların fonksiyonlarından doğmuştur. Yani insan tabiata göre değil, tabiat insana göre ayarlanmıştır.

“Evrim Teorisi”12 kelime olup, eğer bunun tesadüfi olarak yan yana gelmesi mümkün olsaydı,12’nin 29 harfle çarpılıp (yani 29’un kendisiyle 12 defa çarpımı, neticede ^ün arkasına 17 tane sıfır koymak demektir ki, buda kainatın yaratılışından bu yana 15 milyar senedir maymunun devamlı tuşa vurması ve bir ihtimalle –Evrim Teorisi- yazması ancak mümkün olabilir…

O halde tesadüf bunun neresinde?

Demek ki: Dine karşı yöneltilen ve bir haçlı harekatı olan bu evrim teorisinin revaç bulup, kabul görmesi için ilim maskesine bürünmüş olması gerek. Yani kiralık katil olurda, kiralık ilim adamı olmaz mı?

  1. Kutub’un ifadesiyle: ”Darwin, Marx ve Freud üçlüsü –insanları asmak için- darağacının üçlü ayağı gibidir. Der.

“…Bırakın onları, ilmin emirleri diye kandırdığımız oyunların baş rolünü oynasınlar. Basınımız vasıtası ile bu teorilere körü körüne itimat uyandırıyoruz.

…Bir an bile, bu ifadelerimizi boş sözler sanmayın. Bizim tertip ettiğimiz Darwinizm, Marx izim, Freudizm’in başarılarını dikkatle düşünün.”[4]

Tam bir tertip…

Böylece evrim; her şeyi maddeye oturtturan ve dünya görüşü materyalist olan Darwin ve dolayısıyla Darwin’iz; ahirete giden yol üzerinde kurulmuş bir tuzaktır.

Mevlana’ya göre:” Maymunlar inatçıdırlar. İnanmayanlar da inatçılıkta ona benzerler. Ve maymun taklitçidir. İnsan emre uyduğu için yapar, ötekiyse inat olsun diye…”

Charles Robert Darwin (1809-1882) de öyle haylaz, tenbel, maymunlara karşı hayran, aynı zamanda kumarbaz. Bundan olsa gerek ki, teorisinde de bir kumar oynamış kaybetmiş ve birçoklarına da kaybettirmiştir. Darwin Asa Gray’a mektubunda:” Evet biliyorum ümitsiz bir vaziyette çıkmaz sokakta dikiliyorum. Dünyanın, bizim tespit ettiğimizi zannettiğimiz şekilde tesadüf yoluyla gelebileceğine inanamıyorum. Diğer taraftan bütün ayrıntıların, bir plan ve program etrafında geliştiğini de kabul edemiyorum. Söz konusu ettiğim görüşlerin çoğu spekülatiftir. ve bunların bazılarının yanlış olduğu hiç şüphesiz ispatlanacaktır. Ama ben, önceki ve çok yayılmış olan, her türün maksatlı yaratıldığı inancını tamamen bertaraf edemedim. Diyordu.[5]

Avustralyalı biyolog Michael Denton’un ifadesiyle:” Bilinen 329 omurgalı hayvan türünden 261’inin yani %-80’inin fosili bulundu. Eğer iddia edildiği gibi geçit forumları olsaydı, mutlaka bulunmaları gerekirdi. ”der.

O halde insan doğrudan doğruya geçitsiz insan olarak yaratılmıştır. Ancak eksik olan insanların sanatlarında, eksiklikten mükemmele doğru gitme olur. Fakat her şeyiyle ezeli ve ebedi olan Allah için ilk ve son birdir. İlk nasılsa, mükemmellik de son da odur.

İlim adamlarının Sibirya’da yaptıkları araştırmada bir milyon sene öncesine ait ortaya çıkardıkları yerleşim merkezi hakkında şöyle demektedirler: ”Burada yaşayan insanlar ateş yakıyor ve elbise giyiyorlardı. Yani:” İlk insanlar ”dediğimiz bu insanlar vahşi değildirler. Dolayısıyla bunların vahşi olduğu yolundaki teorilerde geçersiz kalıyordu.

Allah Hz. Âdem’e ve onun şahsında onun zürriyetine eşyanın isimlerini talim etmiştir. O halde bu ilk insanlar hayat şartlarına yabani değil, belki bir aşinalık var. Elbette mükemmel seviye de olmayabilir. Şimdi bizim gibi tarlayı traktörle değil de, demir bir aletle ve basitçe sürmüştür. Böylece ortada bir sürme ve ekme olayı mevcuttur. Zaten Hz. Âdem çiftçilerin piri ve başıdır.

İnsanların sahip olduğu bir boyun şekli ve boğaz kısmında yer alan Larinx (Larink) in varlığı sadece canlılar içerisinde insanda var olan bir özellik olup, insanın konuşmasını sağlar.

O halde evrim insanın konuşmasını ve kazandığı bu kabiliyetlerini ne ile izah edecektir?

Rutgers üniversitesinde bir Paleontolog Robert Blumenschine şöyle diyor:” Fosiller hominidlere (ilk insanlara) dair bir malumat hazinesidir. Biz şimdi sadece onların sırlarını çözmeye başladık. Gerçek soru, onların hayatını yeniden inşa etmek için kafi derecede tasavvur gücüne sahib olup olmadığımızdır. ”der.

Antropologların çoğunun kabul ettiğine göre, bizim ilk atalarımız çilek, kiraz gibi meyveler, bitki kökleri ve patates gibi yumru sebzeler yediler. Şartların durumuna göre ette yediler. Ve bunun iki milyon sene evvelden başlamış olmasıdır.”

Telaviv üniversitesinden Baruch Arensburg ve ekibinin, İsrail’de Kebora mağarasını kazarlarken çıkarttıkları kemik; biçim, büyüklük ve yer olarak şimdiki insanlarınkinin tam aynısıdır. ”diyor.[6]

William F. Allman” İlk insanlar insan vasıflarına, uygun beyine başlangıçta sahiptiler. Yani sağ ve sol yarı kürelere ayrılmış ve her biri farklı fonksiyonlar icra eden bir beyin yapısı…

İnsanlar ses tellerini ihtiva eden gırtlak yönünden hayvanlardan kıyas kabul etmeyecek şekilde farklıdır.[7]

Patt ise:” İnsanlar sadece bir aleti ağaca taşımıyorlar. Yer ile zaman arasında bir bağ kuruyorlar. İlk insanlar bir zihni harita yapabilecek kadar mesafeyle ilgili maharet sahibiydiler. ” der.

Tabiat ve canlılar bir fabrikanın çarkları gibidirler. Canlısıyla-cansızıyla, insanıyla ve hayvanıyla… Birinde meydana gelecek bir bozukluk, çarkın tümünü etkiler. Mesela bir gün bir arkadaşın evinde otururken televizyonda dikkatimizi çeken şöyle bir belgesel gösteriliyordu. Ormanda bir Arslan, yabani atların otladığı yere süzüle süzüle yaklaşmakta iken, hayvanlar bunun farkına varınca kaçmaya başladılar. Arslan’da arkalarından koşmaya başlarken, yabani atlardan biri diğerlerinden geri kalmıştı. Onlarla mesafeyi açarken, Arslanla olan mesafe yaklaşmaktaydı. Kısa bir süre sonra koşuyu kazanan Arslan pençesini vurarak yabani atı devirdi. Spiker burada şunu söyledi: Bu at bulaşıcı bir hastalık taşımakta idi. Hastalıklı olduğundan geri kalmıştı. Bu durumda arslan için gıda olurken, hem de hastalığın diğerlerine geçmesi engellenmiş oldu.

İşte tabiattaki Nizam ve İntizamlı denge…

Bu ne tesadüfün işidir ne de bir ayıklamadır. Belki belli bir düzenin sağlanmasından ibarettir…

Varlıklara şöyle bir baktığımızda görürüz ki: Taşlar toprakları himaye eder, topraklar bitkilere analık eder, bitkiler hayvanların imdadına koşar, hayvanlar da insanlara hizmet eder. Bu da her şeyin bilerek yapıldığını, birbirlerinin yardımcısı olduğunu gösterir.

Yerle gök devamlı bir yardımlaşma içerisindedirler. Birinden buhar çıkarken, diğerinden su iner. Gök büyüklüğüne güvenip, yer yüzünün aleyhine olacak bir faaliyette bulunmaz. Çünkü o varlıkların kendileri söz sahibi değildirler. Ancak Allah’ın iradesiyle olmaktadırlar.

Bitki oksijen çıkarır, gıdası ise karbondioksittir. Hayvan karbondioksit çıkarır, gıdası ise oksijendir.

Ve kuru bir kum ve tuzlu bir suda bir balığın milyonlarca, gayet çok olarak yumurta yumurtlamasına rağmen, hem ihtiyacı olan varlıkların ihtiyacı karşılanırken, ölüp denizin yüzünü kaplayıp, denizi kokutmamaktadır. Aksi takdirde denize bakarken rahatlama yerine nefret edecektir.

Senede bir-iki sefer kuluçkaya yatıp, bunun içinde otuz yumurtaya ihtiyacı olan tavuğun devamlı yumurta yumurtlaması elbette kendisi için değil, şerefli bir misafir olan insan içindir.

İnsanın sahip olduğu organizmalar, birbirleriyle mücadele etmez, yardım ederler.

Tabiattaki birçok böcek ve kuşların, bir yandan tabiatı temizlemek gibi sebeplerle vazife taksimi yapmaları da yardımlaşmanın olduğunu gösterir.

Arıların bir yandan kendilerinin ihtiyacından fazla insan için bal yaparken tozlaşmaya olan yardımları…

Bunlar yardımlaşmaya birer delil olduğu gibi; zamanımızdan 150 milyon sene evvel nesli tükenen dinozorların sırtlarındaki dev dikenler; bir koşu veya boğuşma sırasında çok fazla ısınan hayvanın vücudundaki kanı soğutmaya yarayan bir çeşit havalandırma sistemidir.

Denge unsuru olarak görürüz ki, anne karnındaki milyonlarca yumurtanın yarısı – Y – erkeklik, yarısı da – X – dişilik tayin eden kromozomu taşır. Bunun gibi, her zamanda dişi ve erkek sayısının doğumlarda birbirine eşit bir durumda olarak dünyaya gönderilmesi, erkekle-dişi arasında gözle görülür derecede bir farklılığın olmaması…

Yine atmosferde hidrojen ve oksijenin dengeli bir şekilde yaratılmaları…

Ve develerin kurak mıntıkalara müsait bir durumda uyum sağlayıcı bir şekilde yaratılmış olmaları da Darwin’in özetle şu üç görüşünü de çürütmüş olmaktadır. Bunlar:

1)Bir türün yeni nesillerinde bazı bakımdan yeni ve farklı fertlerin teşekkül edişi…

2)Bu farklı fertler arasındaki hayat mücadelesi…

3)Hayat mücadelesinde muvaffak olmuş fertlerin seleksiyona uğrayarak farklı değişme ve türlerin meydana gelişi…

Her varlığın temel taşı demek olan, kendi varlığını ve mahiyetini belirleyici kromozomu farklı farklıdır. Bir fark başka bir türün ortaya çıkması demektir. Mesela Kromozom sayısı 45 olan insan hemen ölür. Çünkü kromozomu 23 çift, yani 46’dır. 47 olan ise, bir sene veya erginlik çağına kadar yaşayabilir. Ancak el ve göz kapakları büyük olup, dudakları küçük olur. Hatta Darwin’in 48 yaşındaki karısının 10 çocuğu da böyledir.

  1. asrın sonlarında İngiltere’de bir koyun sürüsünde hasıl olan bir mutasyonla çok kısa bacaklı bir koç meydana gelmiş ve bu koyundan –Ancon- adı verilen kısa bacaklı koyun ırkı elde edilmiştir. Bu ise ayrı bir tür olmayıp, türün içinde bir ırktır. Buna rağmen ancak 100 yıl kadar süre devam edebilmiştir.

İki ayrı türden meydana gelen üçüncü bir türün nesli devam etmez. Yani atla eşekten meydana gelen katır türünün nesli kesiktir. Attan eşeğe, eşekten ata bir geçiş yoktur. Ancak geçişte katır vardır ki onun da nesli devam etmemektedir.

Bunun gibi de maymunla-insan arasında da böyle bir geçiş söz konusu değildir.

Ne kadar garipse, geçişin olduğuna dair hiçbir şahit ve tarihi belge olmadığı halde bu kabul edilirken, nasıl oluyor da bu geçiş en azından 1500 senedir hiç görülmüyor? O zamanda maymun vardı, şimdi de?… Neden böyle bir şeye tek bir örnek bile gösterilmemektedir? O halde olan gösterilir, olmayan gösterilmez ve gösterilemez.

Bunlarla beraber, serçe yüz bin yıldır hiç değişmeden yine serçe…

İnsan milyonlarca yıldır aynı insan… Değişen ise sadece hücreler… Daha…

Tabiatta denizlerin tuzu, akarsuların mecrası. Bitkilerin görünüşü art arda yenileniyor.

Ve yine insanın kafa ağırlığının 1300 gr. olmasına rağmen, maymunun ki sadece 130 gr. dır. Peki ya aradaki on nesil? Nerede? Bir-iki-üç nesil kaybolduğunu düşünelim. Neden ara geçitten hiçbir varlıktan eser yok?

Çok tırnaklı atın evrimle tek tırnaklı oluşu fikri ise; Araştırmalara göstermektedir ki, tek tırnaklı at, günümüzden 120 milyon yıl önce, çok tırnaklı at ise 40 milyon yıl önce yaratılmış, belli bir devirde yaşayıp-dinozorlar gibi-ortadan kalkmıştır.

Şu safsatada garabetin diğer bir yönü, Neandethal adamı ki, bunun kemik hastalığından dolayı kambur yürü yen bir kişi oluşunun da insanın maymundan geldiğini ifadeye çalışan diğer bir saçmalığını oluşturmaktadır.

Vah kamburlara vaahh…

Afrika’da araştırmalar yapan Wolf Schnider ise; maymunların beyin yapılarının milyonlarca yıldır değişmediğini, konuşma dillerinin de bulunmadığına dikkati çekerek, bu yönleriyle insandan kesinlikle ayrıldıklarına işaret eder.

Evrimin diğer bir tutarsızlığı –hayvan ve insandan müteşekkil, yinelenmiş “Piltdown adamı” olup, bu da uydurma olarak sonuçlanmıştır. Şöyle ki:

“1953’de Oakley ve iki arkadaşı bu sefer “X” ışınlarıyla kemikleri teste tabi tuttukları zaman şu hususu hayretle tespit ettiler: Kemikler çok eski devirlere ait olduğu zannı versin diye sun’i olarak potasyum dikromat ile lekelen dirilmiştir… Aslında bu ilim adamı geçinenlerin suratlarının lekesi idi. Bu husus science News’in 1961 Ocak sayısının 110’uncu sayfasında şöyle açıklanır: ”İlmi araştırmalar neticesi bulunduğu tespit edilen meşhur sahte iskeletlerden birisi de İngiltere’de Sussex’de bulunan Piltdown insanıdır. O zamanlar bu kafatasının beş yüz bin sene evveline aid olduğunu iddia etmişlerdi. Üzerinde bilahare yapılan inceleme bu kafatasının beş yüz sene evveline aid olmayıp, normal bir insan kafatası olduğunu, alt çene kemiğinin ise bir maymuna aid olduğunu ortaya koydu. Alt çene kemiğinin krom asiti kali içinde bırakılarak taşlaşmış bir fosil olduğu kanaatinin uyandırılmaya çalışıldığı anlaşıldı.”[8]

Onca diriltmeye çalışmalara rağmen ”İçlerinde nobel ödülü almış Prof’ların da bulunduğu 200 ilim adamı, insanın maymundan türediği iddiasını son buluşlar ışığında geçersiz kıldı.”[9]

40 günde 300 ayrı zirveye tırmanan iki alman dağcı:” Alplerin tepesinde 4000 yıllık (Türkiye gazt),5300 (Milliyet Gazt) yıllık, hiç çürümemiş bir insan cesedi buldular.[10]

Ve yine evrimcilerin iddia ettikleri gibi Termitlerin hamamböceğinden türediği iddiaları da:” Dominik Cumhuriyetinde yapılan bir kazıda 25 veya 30 milyon sene evveline aid bulunan bir termit parçası da, onların bu iddialarını yıkmış oluyordu.[11]

Ve ”İlim adamları, darwinin iddia ettiği gibi insanların maymundan geldiğini tamamen çürüttüler. 1974 yılında 3 bin yıl önce yaşayan iki ayaklı türlerin yürüyerek ortaya çıkması Darwin teorisini de sona erdirmiş oldu.”[12]

Etyopya da Rift vadisinin Afar bölgesinde bulunan,95 parçadan aynı kişiye ait,4.400 yıl öncesine ait bir iskelet bulunmuştur.

Nitekim 1975’te 3,5 milyon yıl öncesine ait olduğu söylenilen “Lucy” adı verilen bir kadın iskeleti bulunduğu da belirtilmiştir.

Gün be gün yapılan araştırmalar bir çok yenilerini de gün yüzüne çıkarmaktadır. İngiltere’de yayınlanan Nature dergisi, kuzey Kenya’da Amerikalı, Kenyalı ve Avusturyalı arkeologlar;4 milyon yıl(ki fazla olarak belirtilmiştir.) öncesine ait kafatası, çene ve dişleri insana ait bir fosil bulunmuştur. Bunun da 46-55 kilo ağırlığında olduğu tesbit edilmiştir. The New York Times haberinde: ”Hz. Adem insanların babasıdır.”[13]derken, Amerika’nın ünlü U.S.News dergisi de; ilk insanların ilkel olmayıp sanat ve av aletleri yaptıklarını belgeleriyle keşfetmiştir.[14]

Tabii –Fıtri- seleksiyonla tabiat temizleniyor, dengeleniyor. Varlıkların aynı maddeden yani atomdan olmaları, birbirlerinden olmasını gerektirmez. Madde aynı, model değişik…

1938’de ümit burnu açıklarında 15 metre boyunda yakalanan balığın Coelacanth olduğu, bunun ise 70 milyon yıl önce tükendiği sanılıyordu. Güney Afrikalı deniz biyoloğu S. L. B. Smith araştırarak 15 yıl sonra ikincisini buluyor. Bu yüzgeçli balık 150 m. derinlikte 15 ile 17 derece sıcaklıkta yaşar. Bunun üzerine Prof. Hans Fricke:” Fosilleşmiş bir canlı günümüze dek neslini devam ettirmişse bu düşündürücüdür. ”der. Evrim ile bu balığın ortadan kalkması gerekirdi.

Bazı nesilleri tükenmiş, fosilleri kalmış hayvanlar gibi, bunu savunanlar da artık tükenmiş, geriye fosilleri kalmıştır.

Bir piltdown safsatası ile ilim adamlarını 40 yıl uğraştıran bu Darwin- bazlar, acaba şu harikaları ne ile izah edebilirler:

a)Sivrisineğin doğmasıyla hedefini bulup, hemşire maharetinde, kan emmesi…

  1. b) Senelerdir karıncaların gıdalanmak üzere yaprak kesmeleri…

c)Bal arısının çiçeklere konması ve bal yapma sanatı hangi evrimin işi…

d)Yeni doğan bir çocuğun, kendisine lazım olan meme emme sanatı hangi evrimle açıklanır.

  1. e) Örümceğin ağını, kuşun yuvasını ve karıncanın yaptığı ev ve apartman hiçbir evrimle izah edilebilir mi?
  2. f) Okyanusun derinliklerindeki balıkların elektrik jeneratörlerini, yunus balığının radar, yarasanın soner sistemini, çıngıraklı yılanın infrared ışın tertibatını evrim teorisi izah edemez.
  3. g) Gül ile bülbül, çiçek ile arı ve kelebek arasındaki bağlılık ve sevgiler evrimle izah edilebilir mi?
  4. k) Kuşlarda ve balıklardaki göç hadiseleri, hatta sandık içerisine konulup uzak yerlere götürülseler dahi, gidecekleri yeri bulmaları evrimin işi değildir.

m)Her canlıya has, gıdaların içine miligramla hesaplanarak konulması yine evrimin işi olamaz.

  1. n) Darwin bile bu kadar intizam karşısında kendisini alamayarak şöyle demiştir:”Galapagos seyahati hatıralarımda bir Brezilya ormanının ihtişamını seyrederken, insanın zihnini dolduran ve yücelten; hayret, takdir ve sadakat gibi ulvi hisleri yeterince ifade edilmeye imkan yoktur. ” diye düşündüğümü yazmıştım. İnsanın içinde, maddi vücudundan daha başka bir şeylerinde bulunduğuna o zamanlar inandığımı hatırlıyorum. Fakat şimdi en muhteşem manzaralar bile bende böyle hisler ve böyle bir kanaat uyandırmıyor. Haklı bir şekilde Renk Körlüğüne mübtela olmuş bir adama benzetilebilirim. ” demektedir.
  2. o) İnsanın bir tek hücresinde bulunan ve onun bütün özelliklerini kodlar halinde ihtiva eden 46 adet kromozomda saklı bilgileri,46 ciltlik bir ansiklopedi haline getirdiğimizi farz etsek bu ciltlerden her birisinin hacmi 20 bin sayfayı aşacaktır. Bu, insan vücudunun trilyonlarca hücresinden sadece bir tanesinde görülen hadsiz sanat eserlerinden yalnız bir tanesi. Bir de bütün olarak hücreyi ve diğer duyguları düşünün…

Gelelim insan beynine. Bu da değil yıldız, galaksi ve trilyonlarca atom sayısı, belki umumu geride bırakacak kabiliyetlerle donatılmıştır. Mesela bir beynin mesaj nakletme kapasitesi 2 üzeri 1, on sıfır olarak hesaplanır. Kainattaki atom sayısı ise 10 üzeri 79 civarında tahmin edilmektedir. Evrim bunun neresinde?

ö) Kuşların kanatlarındaki az bir değişiklikle uçuş tarzı değişecekti. Aynı şekilde gagalarındaki değişmede taneleri parçalayamayıp beslenememelerine sebeb olacağından, ölümü söz konusu olacaktır.

  1. p) Organizmaların kromozomları değişik olup, aralarında ise bir münasebet olmaması…
  2. r) La Mark’ın hipotezinin zıddı olan bir husus ki,1400 senedir Müslümanlar sünnet oldukları halde, sünnetli doğan bir çocuk görülmemiştir.

Aynı şekilde kuyruğu kesilen farelerin neslinden kuyruksuz bir fare doğmamıştır.

O halde meselenin gerçek yüzüne baktığımızda şunu görürüz: Müslümanların temelde bağlandıkları ve dinlerinin temelini oluşturan, kendilerini yaratan yaratıcının kelamı ve konuşmaları olan Kur’an ile İlmin çatışması halinde olduğunu söylemek ve göstermeye çalışmaktır. Zira evrimi iddia eden kişi de başlangıç da dinin karıştırılmamasını istemekle bunu isbat eder. Buda konuya Allah’ın, Peygamberin ve dinin bildirdiği şekilde, dinsizlik gözlüğünü takarak bakmak demektir.

Zira Kur’an’a baktığımızda ilk insanın Adem ve onun da topraktan yaratılmış olduğunu görürüz.[15]

“Elest Bezminde”, (Ruhlar aleminde) insanlardan Rabbi olduğuna dair söz almıştır.[16] Ve insanı mükerrem kılmıştır.[17] Maymunun neresinde mükerremlik? Bu kâinat onun için yaratılmış ve bu dünya o maymun için tefriş edilmiş, öyle mi? Noksandan mükemmel çıkmaz. Böyle mükemmel bir varlık olan insanın; eksik, kusurlu, insanla kıyaslanmayacak kadar duygulardan, maddi ve manevi organ yönüyle nakıs olan maymundan değil, belki her yönüyle mükemmel olan Hz. Âdem’in zürriyetinden gelmekte ve kendisine koca kâinat sofra olarak nimet halinde sunulmaktadır.[18]

Ancak insan çok zalim ve cahil [19] bir insan olduğunu, belki insan olarak doğduğunu, Allah’ın kulu olduğunu unutup [20] bu kusurunun neticesi olarak maymunu kendisine dede edindi!

Arapça ’da, İslam’dan öncede Araplarda çokça kullanılan bir hesaplama vardır ki buna: Ebced- Cifir- hesabı denir. Burada her bir harfin rakamsal bir değeri vardır. Bundan hareketle: Âdem isminin rakamsal değeri 46’dır. Yani başta iki elif iki, dal dört, mim ise kırktır. Toplam 46 eder. Buda insanın 46 kromozomuna denk gelmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak insanı yarattık değil, Âdem’i yarattık, der. Yani ilk insanın ismi Âdem olarak geçer. Ki; kelime anlamı –ilk baba- demektir.

Marifet Name de ise: ”Kâinatın yaratıldığında en son insanın yaratıldığı ve varlıklar arasında aracı bileşik cisimlerin olduğunu yani hayvan bitkiden aldığı maddelerle, insanda gerek hayvan, gerekse bitkiden aldığı gıdalarla vücudun, yani dış yapısının hücrelerini, vücut taşlarını oluşturmaktadır.” Elbette bu durum insanı hayvan ve bitki seviyesine indirmez.

Ve varlıklar hakkında; birbirlerine geçmeyi engelleyen Berzahların olduğundan da bahseder. Nitekim biri acı, diğeri tatlı su olan iki denizin birleştikleri halde birbirlerine katışmalarını engelleyen arada bir perde, engel ve berzah vardır.[21]

Bu izahtan sonra Ma’rifetnâme’de; madenler ile bitkiler arasında vasıta geçit olan Mercandır. Bitkiler ile hayvanlar arasında geçit hurma ağacıdır. Hayvanlar ile insanlar arasında geçit olanların en açığı maymundur. Çünkü bütün organları, kıl ve kuyruğundan başka, dışı ve içi insana benzer… Zamanın devrinin ikmali ve cihan eczasının özü insanın var olmasıdır.

…Belki iki cihandan sebeb ve gaye, ancak hazreti insandır. Gökleri basit ve bileşik cisimler, hepsi insanın kışrı, zarfı ve kabıdır. İnsan hepsinin iliği ve özünün özüdür. Bütün eşya insana hizmet etmektedir. İnsan hizmet ve ikram edilendir. Aziz, şerif ve muhteremdir. Çünkü o hepsinden güzel ve bilgilidir. ”der.[22]

Buradaki varlıkları arasındaki benzeyiş yönünden olup, aynı olmayı ifade etmemektedir. Maymun insana taklid yönüyle benzer. İnsanında herhangi bir hayvanı taklid etmesi, hayvan olmasını gerektirmez. Nitekim hurma hayvandır, aynısıdır, diyemeyeceğimiz gibi, insanda aynen maymundur, diyemeyiz. Organ bakımından tipsiz de olsa bir benzeyiş olabilir. Hurma gıda olması yönüyle hayvana, gıda olmayıp lezzet için yenilmesi yönüyle de bitkiye benzetilmiştir.

Yine Marifet Name’de Cinnilerin atası, ilk babası Mârici, ondan da zevcesi olan Mârice’yi yarattığını, insanların babası olarak Adem’i ve ondan da Havva annemizi yarattığına dair geniş tafsilat vardır.[23]

Yahudilerin ortaya attığı bu evrim teorisinde, maymun suretine döndürülen ecdadlarının hasreti vardır. Onları yad edip, onlara karşı bir özentinin belirtisidir.

Büyük müfessir Elmalı’lı bu konuyla ilgili olan şu ayetin:”…İçinizden Sebt (tatil günü-cumartesi) –istirahat- günü tecavüz edenleri elbette bilirsiniz. Biz onlara sefil sefil maymunlar olun,dedik. Ve bu ukubeti (azabı) önündekilere ve arkasındakilere ve bir dersi ibret ve korunacaklara bir va’z-u nasihat olmak üzere yaptık.”[24]

Açıklamasında şöyle der:” Sure-i A’raf-da beyan olunduğu üzere deniz kenarında vaki bir karyede (Eyle kasabası)[25] cumartesi gününün hürmetine riayet etmeyerek dinin hududunu tecavüz etmişlerdi.: “Bizde onlara maymun olunuz, sürününüz dedik. Ve orada hazır olanlara ve arkalarından gelen haleflerine ibreti müessire, muttakilere de şayanı zikir ve mev’ıze ve muhtıra yaptık.” Onlar verdikleri sözde durmadılar, ahde vefa, vazifeyi ifa insanlığın şiarı ve muktezası iken onu yapmadılar ve bu sebeble insanlığın levazımından olan ilmu idrakten, marifeti ikandan (inançtan) derhal mahrum edilerek maymun kılıklı, sefil, sergerdan oldular ki buna “Mesh” tabir edilir…

Mücahide göre bu hükmün temsili olduğuna ve binaenaleyh meshi maneviye (manevi şekil ve suretlerinin değişmesine) olduğunu söylemişlerdir. Gerçi hakikatte dış yüzlerinin değişmesi, manevi yönlerinin değişmesinden daha müşkül ve daha mühim değildir. İnsanlık şiarlarının söndüğü bir bedenin zahiren dahi maymun suretini alı vermesi iyi düşünülürse hemen hemen tabii bile görülebilir. Allah korusun, pis hastalıklar (günahlar ile),kılığını değiştirmiş ne kadar bedenlere tesadüf edile gelmiştir. Fakat hayvan suretleri içinden bilhassa maymun suretinin zikredilmesi her halde meshi manevinin ehemmiyetine bir karine (delil) gibidir.

İnsan ile maymun arasındaki hakiki fark, bir kıl ve kuyruk farkı değil, aklu mantık ve ahlak farkıdır. Maymunun bütün hüneri hissi taklidindedir. İnsan ne hareket yaparsa gören maymun onu derhal taklid eder ve bu taklid keyfiyeti birçoklarının nazarında maymunu insana adeta yaklaştırır. Halbuki maymunun önünde günlerce ateş yakınız, soğuk günlerde karşısında ısınmayı öğretiniz, sonra onu alıp bir kıra götürünüz, yanına kibrit, çıra, kömürde koyunuz, o, üşüdüğü aman bunları bir yere getirip de bir ateş yakarak ısınmasını bile düşünemez, bu kadarcık bir mantık bile gösteremez, artık bu aklı mantığın üzerine terettüp edecek diğer muamelatı ahlakiyeyi tasavvur ediniz.

İşte manevi çehresinin değişmesine uğramış olan insanlar da böyledir. Onlar kör bir taklidden başka bir şey yapamaz ve hayvani duygularından başka bir histe gösteremezler, bir bakışa insan gibi görünürler, hakikatte ise maymundan başka bir şey değildirler. Fındığı kırar, yerde bir fındık ağacı dikmesini idrak edemez. (Onlar hayvandırlar. Belki onlardan daha aşağıdırlar.) ayetine layıktırlar.”[26]

Hayatın başlaması ancak bir ilk ata ve babanın varlığını kabul etmekle ve özel bir yaratılışla mümkündür. Bu konuda araştırmacılar ise: ”ilk canlının ortaya çıktığı zaman, üreme planlarının, çevreden madde ve enerji sağlamanın, büyüme sırasının ve bilgileri büyümeye çevirecek mekanizmaların tamamına ait talimatnamelerin o anda bir arada bulunmaları icab etmektedir. Bunların hepsinin kombinasyonları tesadüfen gerçekleşemez. Dolayısıyla bütün bunların yapılabilmesi ancak ilahi bir güçle mümkündür. ” derler.[27]

Elbette yaratıcı yarattığı her çeşit canlı için bir gaye gözettiğine göre, o canlının varlığını sürdüreceği bir sistemi de yapısına yerleştirmiştir.[28]

Gerçekten evrimciler, her şeyi gayesiz, amaçsız değerlendirip inandıkları gibi, iddia ettikleri evrim delillerini görmeyi de, hiçbir zaman beklemediklerini de söylemektedirler. Çünkü, evrim, geçmişte hızlı vuku bulmuş, hızla maziye karışarak ihtiyarlamıştır, derler.[29]

Bundan dolayı iddia ettikleri teorinin delillerini örtbas etmek düşüncesiyle, yer kürenin milyarlarca yıllık bir yaşının olduğunu söyleyerek abartmışlardır.[30]

İlmi araştırmalarda ise; Dünyaya 4000-6000 yaş yılı biçilip, öncesine dair delil olmadığı da belirtilmiştir.[31]

Oysa aslında evrimin olabilmesi için trilyonlarca ve katrilyonlarca yıl dahi yeterli değildir.[32]

Özetle: Evrimi kabul edenlerle etmeyenler arasındaki en açık fark şudur:” Evrim modeli, en azından prensip olarak, kainatı, tabii kanunlar ve olaylarla idare edilen ve dışarıdan hiçbir tabiat üstü müdahalenin yapılmadığı ve kendi kendine yeterli bir sistem olarak kabul eder.”[33]

Yaratılış modeli, insanın da dahil olduğu bütün varlıkların sonsuz bir kudret ve nihayetsiz bir ilim sahibi yaratıcı tarafından yaratıldığını kabul eder. Evrim modelinden farklı olarak, yaratılış modeli, ilmi bir kanun olan sebeb-etkiyi dikkate alır. Yaracı ilk sebebtir. Ve insan; zeki, ahlaki, değerlere sahib, bir gayesi ve inanma ihtiyacı bulunan varlık olarak yaratmıştır.[34]

“Kibirlerinden dolayı kendilerine yasak edilen şeylerden vaz geçmeyince onlara –Adi maymunlar olun.-dedik.” [35]

Hasılı: eski milletlerde olduğu rivayet edilen bu şekli değişmede olsa, bu ümmetten kaldırılmıştır. Yalnız insan, ahlakını korumalıdır ki, insan ahlakından çıkıp herhangi bir hayvan huyuna bürünmesin Nefsinin esiri olmasın.

“Deki Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi? Allah’ın lanetlediği ve gazab ettiği, aralarında maymunlar, domuzlar ve şeytana tapanlar çıkardığı kimseler; yeri (durumu) daha kötü olan ve doğru yoldan daha ziyade sapmış bulunanlardır.” [36]

Cumartesi’yi tatil olarak kutlamadıkları yani emre itaat etmedikleri için kadın-erkek maymun ve hınzır suretine çevrilmişlerdir. Bu durum hakkında:

“a) Maymun, şekli zahirisiyle insana benzeyip, hakikatiyle değildir. Zahirde müşabehet olup, batında muhalefet vardır.

  1. b) Bunlar maymun suretine çevrildikten sonra üç günden fazla yaşamayıp, yememiş, içmemiş, çoğalmamışlardır.

c)Kavmin gençleri maymun, ihtiyarları hınzır olduklarına artık kesin olarak inandılar. Birbirlerine üreyerek, bağıran maymun oldular.

d)Sakınanlar bu insanların yanlarına girip biz sizi sakındırmamış mıydık? dediklerinde onlar başlarıyla (mahzun olarak) –Evet-dediler.

  1. e) El- Ceza-u min cinsil amel- (Ceza yapılan işin cinsindendir.) Yahudilerin bu durumu da amellerinin karşılığıdır.[37]

Ve bu Beni İsrail Davud (AS)ın bedduası üzere lanetlenmiş (Maymun olmuştur.) İsa’(AS) nın bedduası üzere (Hınzıra) dönüşmüşlerdir.[38]

Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de; İnsanları tek bir nefisten yarattığını söyler:” Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten rabbinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.”[39]

“Sizi bir tek nefisden (Âdem’den) yaratan, gönlü ısınsın diye ondan da eşini (Havva’yı) yaratan O’dur. Eşini sarıp örtünce (onunla birleşince) hafif bir yük yüklendi. (Hamile kaldı.) Onu bir müddet taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca, Rableri Allah’a:”Andolsun bize kusursuz bir çocuk verirsen muhakkak şükredenlerden olacağız. ” diye dua ettiler.”[40]

Hz. Âdem’in topraktan yaratıldığına dair ayetlerde ise:” Allah nezdinde İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona “Ol” dedi ve oluverdi.” [41]

“Andolsun biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık.” [42]

“O (Allah)ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır.” [43]

“Allah sizi (önce) topraktan, sonra meniden yarattı. Sonra sizi çiftler (erkek-dişi) kıldı. Bir dişinin gebe kalması ve doğurması hep O’nun bilgisiyledir. Bir canlıya ömür verilmesi de, onun ömründen azaltılması da mutlaka bir kitapta (yazılı) dır. Şüphesiz onlar, Allah’a kolaydır.”[44]

“Şimdi sor onlara! Yaratılış bakımından kendilerini yaratmak mı daha zor, yoksa bizim yarattıklarımız mı? Zira biz kendilerini yapışkan bir çamurdan yarattık.” [45]

“Rabbin meleklere demişti ki: Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım.” [46]

“O sizi bir cins topraktan, sonra bir meniden, sonra bir kan pıhtısından yaratıp, sonra bebek olarak çıkaran, sonra sizi güçlü kuvvetli bir çağa erişmeniz, sonra da yaşlılar olmanız için yaşatandır. İçinizden kimi de daha evvel öldürülmektedir. Allah yaşatmayı belli bir vakte ulaşmanız ve olur ki aklınızı kullanmanız için yapar.” [47]

“Ufak tefek kusurları dışında, günahın büyüklerinden ve çirkin işlerden kaçınanlara gelince, şüphesiz Rabbin, affı bol olandır. O sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz annelerinizin karınlarında bulunduğunuz sırada, sizi en iyi bilendir. Bunun için kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O kötülükten sakınanı daha iyi bilir.” [48]

Allah insanı, pişmiş çamura benzeyen bir balçıktan yarattı.” [49]

“Allah sizi de yerden ot (bitirir) gibi bitirmiştir. Sonra sizi yine oraya döndürecek ve sizi yeniden çıkaracaktır.” [50]

Peygamber Efendimizde Veda Hutbesinde:” Hepiniz Âdem’densiniz, Âdem ise topraktandır. ” buyurarak veciz bir şekilde insanın ilk atasını bildirmektedir.

Seyyid Kutup tefsirinde:” İnsan ve canlıların aslı bu dünya toprağıdır. Toprakta mevcut olan belli başlı elementler insanın organik yapısında da bulunmaktadır. Hatta bütün canlıların bileşiminde bu elementlere rastlamak mümkündür.

Suhreverdi’de:” İnsanın sıfatları aslı yaratılışından kaynaklanıyor. Çünkü O, topraktan yaratıldı. Topraktan yaratılması ile ilgili sıfatları vardır. İnsanın zaaf sıfatı topraktan gelen bir özellik, cimriliği ise çamurdan, şehvet sıfatı şekillenmiş balçıktan (Hemein Mesnun),cehalet özelliği de kuru çamurdan (Salsal) yaratılmış olmasındandır. “ Fahhar denen çamurun yakıcı vasfından da şeytani özelliği yaratılmıştır. Şeytani karakterinden hile, aldatma, hased nitelikleri ortaya çıkmaktadır.”[51]

Ve Hz. Âdem peygamberdir. Kendisine 10 suhuf indirilmiştir. Elbette bunu evlatlarına bildirmesi için konuşması, okuması, düşünmesi, emredip yasaklaması için bilmeye, bildirmeye, anlatmaya ihtiyaç vardır. Buda başlangıç da insanların insan olarak yaratılmış olduğunu gösteren delillerdendir.

İki asırdır tutmayan evrim teorisi; neticede tam tersine dönerek değişik bir iddiaya yerini terk etmektedir.

Öyle ki; Darwin’in dindar bir Hristiyan olduğu, öyle bir teoride bulunmadığı, ancak insanın, insan çerçevesi içerisinde geliştirilmesinin yollarını arayıp, teklifte bulunduğu iddia edilir. Bu konuda birkaç kaynakta verilir.

Ancak iki asırdır insanlığı meşgul eden böyle bir teori ve ideoloji de hiçbir surette Darwin’in temize çıkması mümkün değildir.

Bugün bu teoriyi, ABD’de Tennesse eyaletinin Dayton kentinde evrimi teori olarak değil de gerçekmiş gibi öğreten öğretmenin işlerine son verilmekle beraber;70 yıl önce bu iddiada bulunup kesinliliğini ifade eden John Scop’un da tekrar gündeme getirileceği bildirilmiştir.

Batıda çöpe atılan böyle bir kof iddianın bizde devam ettirilmeye çalışılmasında iyi niyet aranamaz.

Hücredeki harikalık evrimin tutarsızlığını ortaya koymaktadır.

Bunlar kurdukları düzensiz düzenleriyle kendilerini aldatmaktadırlar.[52]

Evrimin bir safsata olduğu her yönüyle aldatmaca ve safsata olduğu zahir iken, bunun sürdürülmesi ayetlerdeki şu gerçeği doğrular:

“Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler de kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah’ın dilemesi müstesna yine de inanacak değillerdi, fakat çokları bunu bilmez.” [53]

“Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar, yine de:” Gözlerimiz döndürüldü, bil’ akis biz büyülenmiş bir milletiz!” derlerdi.”[54]

24-9-1992

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Son Şahitler. Necmettin Şahiner. 5 / 195.

[2] Yaratılış, Evrim ve halk eğitimi. Prof. D.T. Gish. Terc. Adem Tatlı,E.Keha.Sh.4.

[3] İşarat-ül İ’caz. B. Said Nursi. Sh.98-99.

[4] Siyon Liderlerinin Protokollerinden.

[5] Zafer Dergisi. 1987.Sefa Saygılı.

[6] 1989-Ekim-National Geographic.

[7] Agg.29-7-1989.

[8] Tercüman Gazetesi. Ergun Göze.19-5-1987.

[9] Türkiye Gazetesi.31-10-1991.

[10] Agg.22-10-1992.

[11] Tıme.5-10-1992,10-101992.

[12] Türkiye Gazt.Agg.31-10-1991.

[13] Türkiye Gazt.28-11-1995.

[14] Agg.19-5-1996.

[15] Al-i İmran.59.

[16] A’raf.172.

[17] İsra.70.

[18] Meryem.58.

[19] Ahzab.72.

[20] Taha.115.

[21] Rahman.19,Furkan.53.

[22] Ma’rifetname. Erzurumlu İbrahim Hakkı. Sadeleştiren. F. Meyan.Sh.62.

[23] Age.Sh.46-48.

[24] Bakara.65-66.

[25] Bak. Hz. Süleyman’dan Hz. Muhammed’e Peygamberler Halkası. Doç. A.L. Kazancı.Sh.277-280.

[26] Hak Dini Kur’an Dili. E. H. Yazır. 1 / 378-379, (Yahudilerin Maymun ve Domuza çevrilmeleri ile ilgili) 2 / 280, 3 / 275. (Çevr. Heyet) Bak. Çağımızda bir Asrı Saadet Müslümanı. Bediüzzaman Said Nursi. C. Kutay. Sh. 333-338,Zafer Dergisi. Nisan-1997.Sh.16-17,agd.H.Karaman.Sh.24-25.

[27] Yaratılış Modeli. Dr. H.M. Morrıs. M.E. Bakanlığı.Sh.51.

[28] Age.Sh.55.

[29] Age.27.

[30] Age.Sh.123.

[31] Age.138.

[32] Age.128.

[33] Age.27.

[34] Age.82.

[35] A’raf.166.

[36] Maide.60.

[37] Bak.Bakara.65,İbni Kesir Muhtasarı (Arapça) 1 / 73, 2 / 58,Tefsir-i Kebir. Fahreddin-i Razi. Tercüme. Heyet. 3 / 66-69.

[38] Celaleyn (Arapça tefsir.)( I ) Maide.78.

[39] Nisa.1.

[40] A’raf.189.

[41] Al-i İmran.59, bak.İslam Ansiklopedisi. TDV. 1 / 358-363.(Adem maddesi)

[42] Mü’minun.12.

[43] Secde.7.

[44] Fatır.11.

[45] Saffat.11.

[46] Sad.71.

[47] Mü’min.67.

[48] Necm.32.

[49] Rahman.14.

[50] Nuh.17-18.

[51] İslam’da Eğitim.B.Bayraklı.Sh.107.

[52] Bak.Tur.42, En’am.123,Bakara.9,Nisa.76,173,Al-i İmran.120,54,Neml.50-51.

[53] En’am.111.

[54] Hicr.14-15.