A B B İ R L İ Ğ İ

A B B İ R L İ Ğ İ

Evvela Bediüzzamanın da tesbit ettiği üzere Avrupayı iki katagoride değerlendirmek gerektir.

“Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir:

Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi’ san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takib eden bu birinci Avrupa’ya hitab etmiyorum. Belki felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehasin zannederek, beşeri sefahete ve dalalete sevkeden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitab ediyorum. Şöyle ki:

O zaman, o seyahat-ı ruhiyede, mehasin-i medeniyet ve fünun-u nâfiadan başka olan malayani ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa’nın şahs-ı manevîsine karşı demiştim:

Bil ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalaletli bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dava edersin ki, beşerin saadeti bu ikisi iledir. Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek.

Ey küfr ü küfranı dağıtıp neşreden bedbaht ruh! Acaba hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibet-zede olmuş ve azaba düşmüş bir adamın cismiyle, zahirî bir surette aldatıcı bir zînet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona mes’ud denilebilir mi? Âyâ görmüyor musun ki, bir adamın cüz’î bir emirden me’yus olması ve vehmî bir emelden ümidi kesilmesi ve ehemmiyetsiz bir işten inkisar-ı hayale uğraması sebebiyle tatlı hayaller ona acılaşıyor, şirin vaziyetler onu tazib ediyor, dünya ona dar geliyor, zindan oluyor. Halbuki senin şeametinle, kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun tâ esasında dalalet darbesini yiyen ve o dalalet cihetiyle bütün emelleri inkıtaa uğrayan ve bütün elemleri ondan neş’et eden bir bîçare insana hangi saadeti temin ediyorsun? Acaba zâil, yalancı bir cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu cehennemde azab çeken bir insana mes’ud denilebilir mi? İşte sen bîçare beşeri böyle baştan çıkardın, yalancı bir cennet içinde cehennemî bir azab çektiriyorsun.

Ey beşerin nefs-i emmaresi! Bu temsile bak, beşeri nereye sevkettiğini bil. Meselâ bizim önümüzde iki yol var. Birisinden gidiyoruz. Görüyoruz ki, her adım başında bîçare âciz bir adam bulunur. Zalimler hücum edip malını, eşyasını gasbederek kulübeciğini harab ediyorlar, bazan da yaralıyorlar. Öyle bir tarzda ki, acınacak haline sema ağlıyor. Nereye bakılsa hal bu minval üzere gidiyor. O yolda işitilen sesler, zalimlerin gürültüleri, mazlumların ağlayışları olduğundan umumî bir matem, o yolu kaplıyor. İnsan, insaniyet cihetiyle gayrın elemiyle müteellim olduğundan, hadsiz bir eleme giriftar oluyor. Halbuki vicdan bu derece teellüme tahammül edemediğinden; o yolda giden, iki şeyden birisine mecbur olur. Ya insaniyetten tecerrüd edip ve nihayetsiz vahşeti iltizam ederek öyle bir kalbi taşıyacak ki, kendi selâmetiyle beraber umumun helâketi onu müteessir etmesin veyahud kalb ve aklın muktezasını ibtal etsin.

Ey sefahet ve dalaletle bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Avrupa! Deccal gibi birtek gözü taşıyan kör dehan ile ruh-u beşere bu cehennemî haleti hediye ettin! Sonra anladın ki: Bu öyle ilâçsız bir illettir ki, insanı a’lâ-yı illiyyînden, esfel-i safilîne atar. Hayvanatın en bedbaht derecesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilâç, muvakkaten ibtal-i his hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevesat ve fantaziyelerindir. Senin bu ilâcın, senin başını yesin ve yiyecek! İşte beşere açtığın yol ve verdiğin saadet, bu misale benzer.”[1]

17 Aralık 2004’de Avrupa birliğine girmeye hak kazandık.Bu ise 1963’de yaptığımız müracaatımızın 41 yıllık uzun ince bir yolu oldu.Yıllardır o hayallerle yaşadık.Adeta bizim için bir acube oldu.

Girsekte girmesekte bizim için hayırlı olacağına inanmıştım.Önemli olan kendimizin dikine ayakta durabilme iradesine ve şahsiyetine sahib olmamızdı.

Avrupa olmazsa olmazımız değildi ve de olmamalıydı.Ancak olması ve bu noktada çalışılması boş bir umut olarak değerlendirilmemelidir.

Bir tesbitte;Osmanlı ile şu anda bizim pozisyonumuz şu noktada farklılık arzetmektedir;Osmanlı doğuyu emniyete aldıktan sonra batıya yönelmişti,şu anda biz ise batıyı emniyete alıp doğuya yönelmekteyiz.

Gerçek Avrupa bizim için hedef olmalı.Sefahetiyle öne çıkan Avrupa değil,teknik ve medeniyetiyle öne çıkan Avrupa birliğine girmeliyiz.Dünyanın sulhuna çalışan bir Avrupa Birliğine girdiğimizde dışarıda olmaktan daha çok içeride rol ve etkimiz olacaktır.

Gereklimi idi?Kaderin şu anda onay vermesi,hukuk,siyaset,maddi refah gibi durumlarda önümüzü açması yönüyle gerekli idi.

Şimdiye kadar biz maddi ve manevi idare yönüyle Avrupa ülkelerinden daha iyi idare ediliyor değiliz.Burada başarısı engellenen doğruya batıya kaçmakta,maddi hayatını geliştiremediği gibi,manevi hayatını ve yaşayışını da sürdürememektedir.

Olursa?olursa biraz daha keyfilikten uzak bir sistem ve idare edilmiş oluruz.Memleketimizde ayağımızı bağlayan zincirler gayet çok.

Ne oluruz?Lokma da olabiliriz,lokma da alabiliriz.Ancak kolay lokma olacak bir yapıya da sahib değiliz.Olanlarımız zaten olmuşlardır.Hiç olmazsa samimi ve gayretli insanlar ve gelecek nesillere lokma almış oluruz.

Her şeyden önce birbirimize güveniyormuyuz?Yoksa şüphecimi bakıyoruz.40 yıldır bu şüpheyi izale edebildik mi?Avrupa bize güvenmeli,biz onlara güvenmeliyiz.Uyumsuzluk olmayacaktır.

Kimlik tartışması olurmu?Osmanlıyı büyük yapan olay,büyük oynamasıdır.İçerisinde yetmiş iki milleti barındıracak bir kucağa sahib olmasıyla büyük oldu.Bugün de Amerika Birleşik devletlerini büyük yapan aynı şekilde onun da içerisine herkesi almasıyla mümkün olmuştur.

Herkesi kendi kimliğiyle kabul etmek gerekir.Kimliğini kaybedecek olan için bir tehlikede söz konusu olursa;böylece ya gerçek kimliğine sahib olur,veya zaten hangi kimlikten olduğunun farkında olmayan kimse de kimliğini belirlemiş olur.

Esnaflıkta esas cesaret ve dürüstlüktür.Büyük oynamaktan korkmamalı.Elbette ringe çıkmak kolay olmayıp bir riski almayı da beraberinde getirmektedir.Ancak biz ringe çıkma korkusunu üzerimizden yıllardır atamadık.Bundan dolayıda kazanamadık belki çıkmadan başta kaybettik.

En büyük hastalığımız ümitsizlik ve kendimize ve birbirimize güvenmemedir.

Globalleşen,küreselleşen şu dünyada zaten üslub ve kimlikler girilmese de birbirinden etkilenmektedir.

Bugün çalışmak üzere batı ülkelerine giden vatandaşlarımız dinlerine de dünyalarına da daha sıkı sarılmaktadırlar her ne kadar ufak tefek kayıblar olsa da.Ancak bizler girmeden de kaybetmekteyiz yani kazanamamaktayız veya ne kadar kazanmaktayız?

Dinler arası diyalog Avrupa Birliğine girmede biraz daha yakınlaştırıcı ve tanıtıcı rol oynadı.

Sulh,barış ve yakınlaşmadan her zamanda ve her devirde İslam alemi ve Müslümanlar kazançlı çıkmışlardır.Sermayesi olan kazanır.Kendimizi daha iyi,inancımızı daha sağlıklı anlatma ortamı bulmuş oluruz.

Her zaman seviye ve seviyeli kazanır.

Bizler asırların birikimiyle girmekteyiz.İslamı temsil rolümüz vardır.

Evleniyormuyuz?Evet bizler Avrupa Birliğine girmekle bir evlilik yapmaktayız.Eğlenmeye gitmiyoruz.Ancak kiminle ve kimle evlenmekteyiz bunun şuurunda olmalıyız.

Ehli kitaptan kız alınır,kız verilmez.Bizden evlenen bir çokları mutlu oldular.Bu evlilik ise daha kapsamlı bir evlilik olacaktır.

Bu bir şımarıklık olmadığı gibi,karamsarlığa düşmeyi de gerektirmez.

Bizim de geçmişimiz belli,batınınki de…Şimdi yapılacak ise herkesin müsbet yönde kendisini yeniden değerlendirmesi ve yeni bir sayfa açmasıdır.

Batı geçmişin kefaretini ödeyebilir.Bizler de samimiyetimizi sergileyebiliriz.Her iki tarafın kendi güvenilirliliğini gösterme anı ve zamanıdır.

Bediüzzamanın ifadesiyle;Dünya herkese terakki dünyası olsun da,sadece bizim için mi tedenni dünyası olsun.

İnşallah bu durum iyi gelişmelere ve hayırlara vesile olacaktır.

Bediüzzamanın asrın başında Şeyh Bahid’e söylediği gibi;Osmanlı bir Avrupa devleti ile hamiledir,günün birinde bir Avrupa devleti doğuracaktır.Avrupada bir İslam devletine hamiledir.O da bir İslam devleti doğuracaktır.

İşin birinci ciheti olan Avrupa devleti doğurmamız,sefahet ve her türlü rezaletleri işlememiz bunun birinci cihetini gösterdi.Şu anda batı doğum sancıları çekmektedir.

Doğum yakındır…

Ancak Hazırlıklımıyız?

Kanuniden bu yana inişteyiz.Hala hazırlanmadıksa bu kaybın devamıdır.Bizleri ve İslam ülkelerini bağlayan zincirlerin kopması özellikle 1950’lerden itibaren yürüyüşümüz bir hazırlık safhasını oluşturmaktadır.

Hazırlanmaya devam eder,ev ödevlerimizi de yaparız.Sıkıntı ve engellerle beraber yine de yapmaktayız.

Avrupa Laik ve Demokrat olduğunu ifade etmektedir.Şimdi ise bu o sözünün tescili olacaktır.Her ne kadar bir kesim bunun bir hristiyan birliği olduğunu söylese de,bu durumda onların kendi içlerinde tamamen netleşmediklerini göstermektedir.

Avrupa da kendi içinde netleşmeli ve samimileşmelidir.

ABD’nin tek başına kurduğu yeni dünya düzenine,Türkiyeyi de alarak daha güzel bir şekil verebilir ve de inandırıcı olabilir.

Kim bir koyup üç alacak.Sermayesi ve işi olan ve de işini bilen..Karşılıklı kazanç çerçevesi içerisinde.

Vizyonumuz ne?Vizyon sahibimiyiz.Vizyonumuz değişecek mi?

Geçmişten gelen bir vizyona sahibiz.Kabul edilse de edilmese de bu böyledir.Doğulusu da batılısı da bizi böyle bilmektedir.Temennimiz iyi yönde değişimdir.Hatalarımızı düzeltmektir.

Avrupaya giriş bizim için bir son olmayıp belki yeni bir başlangıçtır.Asıl geçmişin tecrübeleriyle geleceğe yapılacak atılım ve koşunun ilk adımını resmen atmış olmaktayız.

Nasreddin Hocanın;madem un,şeker ve su var,neden helva yapmıyorsun?dediği gibi,Çayla şeker var,neden çay yapılmıyor.Ancak kim çay kim şeker olacak?Kim kimi eritecek?Kim kimde eriyecek?Çayın demini verebilecek mi?

Bütün bunları o dem süresinde,bekleme anında zaman tefsir edecek ve gösterecektir.Zaman en büyük müfessirdir.

Ancak temenni ve gayretimiz iyi bir çay oluşturmaktır.

Asıl imtihanı değerlerimizden taviz vermeden onları korumak ve pazarlamasını yapmak olacaktır.Hassasiyetlerimiz ve değerlerimiz ortaya konulmalı ve anlatılmalıdır.

Gerek batı ve gerekse de biz Hazımsızlık çekermiyiz?İster istemez ilk etapta bazı hazımsızlıklar olsa da zaten dediğimiz gibi yıllardır onun mücadelesi verilmektedir.

Toplumca duygu ve hassasiyetlerimizi canlandırmamız gerekir.Beiüzzamanın tesbiti gibi;Eğer biz İslamın hakikatlarını fiillerimiz ile yaşasak,sair dinlerin mensubları fevc fevc yani bölük bölük İslamiyete gireceklerdir.

Önemli olan kaybetme tehlikesi değil,yaşamama tehlikesidir.Örnek olmama korkusudur.

Dışarıda kalmakla şekillendiren değil,şekillenenlerden oluruz.Dünya belli bir şekillenmeye doğru gitmektedir.Bu şekillenmeyi uyum ve barış yönünde değerlendirebiliriz.

Şu anda alma yönünde karar çıktı.Ancak diğer bir alternatif olarak,almamaları durumunda bir B planı olabilirmi?

B planı İttihad-ı İslam.İslam Birliği.İslam ülkeleriyle yakınlaşma ve bir birlik kurma.Batı bizi içine almak mecburiyetinde.En azından bizi böyle hayırlı bir işe gitmekten vaz geçirip alı koymak için dahi olsa…

AB’ne girmenin beklide en hayırlı yönü;askerin kendi kışlasına çekilerek,darbeler döneminin kapısının kapatılması yönünde olacaktır.Zira her darbe bizleri maddi ve manevi olarak yıllarca geriye götürmektedir.

Siyasetten uzaklaşan ordu,adam gücüyle değil,teknik donanımda kendisini büyütecektir.

Düşünmek gerekmez mi?Acaba bizmi Avrupaya talibiz yoksa Avrupa mı bizlere talib?Zahiren ve resmen talib olan biziz.Ancak genç nüfusu yok olan,iş gücü biten,sefahet ve rezaleti kanal boyu akan,geleceğini garantiye almayan Avrupa bize muhtaç ve bize talibdir.

Avrupa tüm sermayesini kullanmıştır.Bizde ise ise gerek Mor madeni gerekse açılıp kullanılmayan petrol ve yer altı zenginlikleri kullanılmamış sermayelerimizdir.Bir yandan da Avrupa buna talib.Kendisi için iyi bir Pazar.O da iştah kabartacak.

Türkiye doğu-batı ekseninde bir köprü görevini yapmaktadır.Doğuya geçecek olan Avrupanın bize uğraması gerekmektedir.Akıllı olan batı köprüleri yıkmaz.

18.asırda kilisenin taassubu bir derece kırıldı.Haçlı ruhunu canlandıracak canlılıkda değil,hristiyanlık ve kilise inancından gelen Türk ve Müslüman düşmanlığı kaldırılmalıdır.

1856’dan beri Avrupalıyız,diyen Prof.Selami Kılıç;”Osmanlı devleti 1856’da imzalanan Paris Barış Anlaşmasında Avrupalı olarak kabul edilmiştik.Fransa kralını –Alman kralı Şarlken tarafından esir alınıp annesinin ricası üzerine Kanuni Sultan Süleyman tarafından bir Osmanlı hükümdarı kurtarmıştı,der.[2]

Bir tesbitte;Doğuyu emniyete alan Osmanlı batıya yürürken,bugün Türkiye batıyı emniyete alarak doğuya yürükemtedir.

Böylece asırlardır kavgalı olan doğu batı doku uyuşmazlığını bu yakınlaşma ile çözme

imkanına sahib olmaktadır.Her devletin fanatikleri bulunur.Mesele ise yanlışların ısrarında değil,doğruların tesbitindedir.

Dünyada olduğu gibi Türkiyedede taşlar yerinden oynamaktadır ve de oynamalıdır da.Birilerinin yanlış yere koyduğu taşlar,bir çok baş yarmaktadır.

Bir nükte ve nokta;Avrupa birliği ile beraber aynı günde ben de ADSL’ye girdim.Ancak sınırlısına girdim,darısı sınırsızına…

18-Aralık-2004 Dünya basınından:

-Alman Basını:”Üyeliğin mimarı Erdoğan.”

-Rum Basını:”Erdoğan Fatih gibiydi.”

-Fransız basını:”Türkiye boyun eğmedi.”

-İngiliz basını.”Türkiye 500 yıl uzak durduğu kıtaya dönüyor.”

-İtalyan Basını.”Robin hood Erdoğan”

-Türkiye gazetelerinden:

-Türkiye:”Restle gelen çözüm”

-Halka ve olaylara Tercüman:”En kritik dönemeç”

-Birgün:”Şartlara makyaj”

-Posta:”Büyüksün Türkiye”

-Radikal:”Kolay gelsin Türkiye”

-Vatan:”Bambaşka bir dönem”

-Hürriyet:”Başardık”

-Sabah:”Avrupa ihtilali”

-Milliyet:”bye bye dönüyoruz”

-Dünden bugüne Tercüman:”Yeni yıldız.Başbakan Erdoğan kararlı durdu”

-Akşam:”Yeni bir dünya”

-Zaman:”Yeni Avrupa,yeni Türkiye”

-Cumhuriyet:”Kıbrısa karşılık tarih”

-Yeni Şafak:”Başardık”

-Devletlerin Bakışı:

-Fransa:”Türkiye boyun eğmedi”

-Belçika:“Bu süreç durdurulamaz”

-İngiltere:”500 yıl sonra dönüyorlar”

-Hollanda:”Uzun ince bir yol”

-ABD:”Almanya’dan güçlü olacak”

-Avustralya:”Konuşan Türkiye”

-Grcistan:”Erdoğan taviz vermedi”

-İtalya:”Robin Hood Erdoğan,Brüksel’de her satır için pazarlık etti.Türkiye büyük bir hazine”

-Yunanistan:”Atina istediğini aldı”

En güzel başlayan gelişme ve uyumlu olacağının,bizdeki bir çoklarondan daha anlayışlı olan bir jest ise:

“AB liderleri Erdoğan’a ‘Şampanya’jesti yaptı:İtalyan II Messaggero gazetesi de,”AB Türkiye’ye buyrun dedi’başlığıyla verdiği haberde,25 AB liderinin Erdoğan’ın Müslüman olduğunu ve içki içmediğini bildikleri için geleneksel şampanya merasimini yapmadıklarını iddia etti.Türkiye’ye karşı olan Avusturya ve Danimarka’nın “veto etme cesareti gösteremediğini” yazan gazete,Chirac’ın”Her ülke her an veto hakkını kullanabilir”sözleriyle şimdiden Türkiye’yi frenlediğine işaret etti.”[3]

Mehmet ÖZÇELİK

19-12-2004

[1] Lem’alar.115-116.

[2] Bak.Yeni şafak.8-12-2004.

[3] Yeni Şafak gazetesi.19-12-2004.




Y A R A T I L I Ş

Y A R A T I L I Ş

Allah-ın irade sıfatının bir neticesi olan insan;meleklerin bir yandan yaratılmasındaki manayı anlamak ve açıklamasını istemek demek olan İstifsar-la beraber,diğer yandan insanı”yer yüzünde karışıklık çıkaran”diye tavsif etmelerine karşılık;Allah sevdiği ve kendisini sevmesini istediği o insandan yana tercihini koymuştur. Bu tercih insanın da O’nu sevmesine ve ona teveccüh etmesine sebeb olmuştur.

İnsan unutulmadığını,tercih edildiğini unutmamış,ebede dek teveccüh ve yaradanına yönelmeyi terk etmemiştir,döküntüler olsa bile…

Ve ona olan sevgisini aşk derecesinde göstermiş. Adeta yanmıştır. Olgunluğunu yanmada bulmuştur.

Hamdım. Piştim. Yandım.

Melekler hamlara ve hamlığa bakmış,hamca bir varlık tasavvur etmişlerdir.

Allah ise;”Muhakkak ki ben bilirim,siz bilemezsiniz.” Siz benim bildiğim mana ve hakikatı “Bilmezsiniz.”demiş,tercihi yaratılıştan yana yapmıştır.

Tercih ile insana teveccüh ediyordu. İnsan da ona minnetdârâne müteveccih ve müteşekkir oluyordu.

Bu ona ma’kes,mazhar ve ayinedarlık yapmaya neden oluyordu.

Aynadaki güzellikler aynada değil,aynada görünenden kaynaklanıyordu. tüm güzellikler O’ndandı. Melekler bunu bilmiyor,Allah ise,biliyordu.

“Ben bilirim,siz bilmezsiniz.”diyordu. Ve öylede diliyordu.

Neticede insan diri diri,dizi dizi diziliyor,diriliyordu.

Melekler insanlardan çoktu. Canlılarda onlardan. Ancak kıymet kemiyet de değil,keyfiyet de idi. İnsan da keyfiyet de idi,keyfiyetli idi,keyifli idi.

13-12-1998

MEHMET ÖZÇELİK




Ö Ğ R E T M E N L İ K

Ö Ğ R E T M E N L İ K

Başta peygamberler bu mesleğin öncülüğünü yapmışlardır. Ve sahifelerle başlayan peygamberlik,kemal manada kitapla yani Kur’an-ı Kerim-le son bulmuştur,doruk noktaya ve zirveye ulaşmıştır. Ulül-azim peygamberlere özellikle kitab gönderilmiştir.

124 bin peygamber bu tebliğ müessesini işletmişlerdir.

Dünya hayatı öğretmen ve kitabla başlamış ve onunla son bulmuştur.

Bir öğretmen insanları sonsuza,ebediyete sevk edip gönderen bir şahsiyettir. Kendi müessiriyetinin kuvvetine göre,tesirinin de nerede biteceği asla bilinemez.. Ebede kadar gidebilir.

Kendisine tesiri olmayanın,başkasına tesir etmesi düşünülemez. Cahil cahil olanı aşamayacağından,bilgili olan da tesir icra edemez. İlim ve bilgide adım atamayan,ilerilere nasıl sıçrayabilsin,ulaşabilsin?

Öğretmen;talimiyle ve talim ettiği şeylerin kapasite ve kalitesi nisbetinde öğretmendir.

İlk talim olayı Allah’ın Hz. Âdem ve onun şahsında zürriyetine “Eşyanın isimlerini talim”[1] ile başlar.

Talimden amaç,taallüm yani öğrenmektir. Bundan gayede öğrenilmesi gerekeni öğrenmektir. Ve o öğrenilenle Allah bilindiği nisbette[2] bir değer taşır,aksi takdirde bir yüktür.[3]

Öğretmen;öğrettikleriyle gizli olan,kapalı bulunan kabiliyet değerlerini açmış olmaktadır.

İnsan kabiliyetleriyle insandır. Onların açılmasıyla da insan-ı kamil yani mükemmel bir insan olur.

Bu hizmetinden dolayıdır ki;dünyada her şeye kıymet biçilebilse de,öğretmene ve öğrettiklerine kıymet biçilemez.

Allah’ın Cebrail aracılığıyla bildirmesinden saadet asrı oluşuyor. Cehalete üstün geliyor.

Öğretmenler bu peygamber mesleğiyle kıymet bulmakta,kıymetlenmektedirler.

Kur’an-ı Kerim-de peygamberler anlatılırken:”Onların ücretlerinin Allah’a aid olduğu..”ifade edilir.[4]

Öğretmeninde birinci vasfı bu olmalıdır. Bu gaye zihninde yer etmelidir. Madde ise vesilelik de kalmalıdır ki;o vasfa ulaşılabilsin…

Öğretmen devamlı araştırma ve çalışmalarıyla kendilerini yenilemelidirler. Ta ki kendisi de başkalarını yenileyebilmiş olsun. Aksi takdirde kendisi okuma arzusu içerisinde olmayıp okumayan ir öğretmen;talebelerine de okuma ve öğretme arzusunu aşılayamayacağından,soğuk demiri döven demirci gibi,havanda su dövecektir.

Aileler,bir hamur haline gelmiş veya getirilecek durumda olan çocuklarını öğretmene teslim ederek;istediği şekilde yoğurmasına,şekil ve biçimlendirmesine zemin hazırlarlar.

Ancak kolay bir olay değildir. Anne ve babalar bir iki kişiye bakmaktan aciz kalırlarken;öğretmen yüzlercesiyle muhatab olmaktadır. Oda her cins,her tip çehre,talebe sayısınca kabiliyetlerle karşı karşıya kalmaktadır.

İlk okuldaki çocuğun durumu biraz daha farklı ve hassas olduğundan,çocuk da o dönemde mayalanır. Ya bir mayası bozuğa rast gelirse,seyreyle gümbürtüyü,seyreyle… Çünkü:”Arı su içer bal akıtır. Yılan su içer zehir akıtır.” İkisi için de su sudur. Ancak yapının bozukluğu,birini bala dönüştürürken,diğerini zehire dönüştürmektedir.

Nitekim öyle zehir kusan birisiyle seksenin sonunda karşılaşmış,kustuğu zehiri iğrenerek yüzüne savurmuştuk. İlk okul talebesine sınıfta Allah’tan şeker istemelerini,daha sonra da zehirini kusmak üzere kendisinden istemelerini ve cahiliyet dönemlerinde olduğu gibi,şeker vererek zehirini kusmaktan geri durmuyordu.

Evet,cennet ucuz olmadığı gibi,cehennem dahi lüzumsuz değildir.

Hz. Ali’nin:”Bana bir harf öğretenin kölesi olurum.”Bu kolay bir şey olmasa gerek! Harfin niteliğine ve kalitesine göre değişiklik arz eder.

Kiminin öğrettiğinden köle olunurken,kimininkinden de düşman. Kimininki köle yaparken,kimininki de kölelikten âzad ettirir.

Yunusumuzun ifadesiyle:”İlim ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir. Sen kendin bilmezsen,ya nice okumaktır.”

Öğretmen talebesine,evvela -kendisini tanıttırıp,bildirmeli,Rabbisini bildirmelidir. Aksi takdirde kişiyi Allah’a götürmeyen ilim,ilim olmadığı gibi,ilmi gölgelemektir.Bu duygu temel olarak öğrencinin ruhunda yer ettirilmelidir.

Zira:”Aklı aydınlatan fen ilimleridir. Kalbi aydınlatan din ilimleridir. İkisinin birleşmesiyle hakikat ortaya çıkar. Birbirlerinden ayrıldıkları takdirde;birincisinden şüphe ve inkar,ikincisinden de taassub ve cehalet çıkar.”

Öğretmenin hiçbir meslek erbabıyla kıyaslanmayacak derecede bir imtiyazı vardır.

Bundandır ki;milletlerin ıslahı da,ifsadı da öğretmenin eliyledir.

Öğretmen toplum vücudunun beyin yapısıdır. O bozuldu mu,tüm vücut bozulur. O iyi oldu mu tüm vücut iyi olur,sağlığına kavuşur.

Öğretmen;koyun gibi olmalı,kuş gibi olmamalı. Çünkü koyun yavrusuna saf ve berrak,hazmedilmiş bir sütü verirken,kuş yavrusuna kusmuntusunu verir.

Öğretmen de ilmin özünü ve özetini vermelidir. Kısır ve kışırlarla uğraşmamalıdır.

Öğretmen;bulunduğu makamın ehemmiyetindendir ki;yeri ya minare başıdır,ya da kuyu dibidir. İkisinin ortası yoktur. Ya zirvededir,ya da çukurda. Ortada tutunacak ve duracak bir yerde yoktur. Ancak diğer her mesleğin ortasını bulmak mümkündür.

Öğretmenlik;Allah’ın kevni yani tabiattaki ve Kur’an-daki âyetlerinin okunduğu meslek.

Allah’ın rızasının kazanılıp,gayeler üstü bir gaye. Gaye peşinde koşanların,kendini bir davaya adamışların,hedefi tayin edilmişlerin topluluğu.

Öğretmenlik;Kur’an-ın ilk emri olan:”Oku” emrinin icra edildiği mahal.

Öğretmenlik:”Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz.”emrinin uygulama sahası. “İlim Çin-de dahi olsa alınız,öğreniniz.”hakikatının ifa edildiği yer.

Öğretmenlik:”Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[5] Elbette bir olmaz. Çünkü biri biliyor,diğeri bilmiyor.

Öğretmenlik;gecenin karanlığını izale edip,bedeviyetten medeniyete geçiş noktası,geçmişle gelecek arasında bir köprü,insan psikolojisini bilerek manevi alemine girme,tedavi merkezi.

Öğretmenlik;anarşinin kaynaklandığı girdapları beş reçete ile teşhis ve tedavi eder. Bunlar;Hürmet,Merhamet,İtaat,Emniyet,Helal ve Haramı bilip haramdan kaçınmayı öğretir. Toplumda sevgi,saygı,muhabbet duygularını yetiştirir ve yeşertir.

Öğretmenlik;bir fidanın hassasiyetle büyütüldüğü bir meslektir. Yaptığım bir ankette özetle çocuklar şu üç şeyi istiyorlardı:İlgi-Bilgi-Sevgi…

Hasılı öğretmenlik;Matkapla değil,suyla taşı delme sanatıdır.

M. Baudier-in ifadesiyle:”Türk milletinin başarılarına şaşırmamak lazım. Çünkü onlar elit kadroları nasıl yetiştireceklerini,gençleri nasıl disipline edeceklerini biliyorlar. Yine onları mükemmel insan haline getirirken,kabiliyetlerine göre taltif etmesini biliyorlar.”[6]

Öğretmenin kıymetinin düşmesi,öğretmenin kıymetini bilenlerin sayısını arttırmıştır. Bunun telafisi;devlet ve öğretmen ikilisinin ciddiyetiyle mümkündür.

Madem millet bozulmuştur. Bu öğretmenin ve öğretmenlik mesleğinin ifsad edilmesinden kaynaklanmaktadır.

O halde meseleye bozulduğu yerden ve noktadan başlanılması gerektir. Kaybedilen bir şey,kaybedildiği yerde aranır ve aranmalıdır.

Bedir’de esir düşen her bir müşriğe on müslümana okuma yazma öğretmesi halinde serbest bırakılması şartı getirilmişti.

Osmanlıda öğretmen farklı idi. Medreselerin genelde bir ağırlığı ve kalitesi vardı.Oradan ayrılanlar ehil ve ehliyetli idiler. Maddi ve manevi donanmış kimseler olarak ayrılırlar,mezun edilirlerdi.

Bizde ise eğitim bir asırdır kimliğini bulamamış,ters yüz olmuş ve edilmiştir. Hala,neler yapalımlarla değil,nasıl yapalımlarla meşgul olunmaktadır. Yaz boz tahtası gibi…

Eğitimin çizgisi kesin olarak belirlenmelidir. Milletin mukaddesatıyla tam bir uyum içerisinde olmalı,asrın teknik ve teknolojisine ayak uydurmalı,gerisinde kalmamalıdır. Öğretmen tam olarak yetiştirilmeli,mesleğinde branşlaşmış olmalı,öğretmen-öğrenci monotonluktan kurtarılmalıdır.

Eğitim tüm kurumlarıyla;veli,öğrenci iletişimi ve bağlantısı koparılmamalı,talebe-öğretmen,öğretmen-idareci ve zincirleme olarak münasebet tesis edilmelidir.

Zira eğitimdeki kopukluk ve boşluk,toplumun her kesimine yansır. Nitekim köy enstitüleri bunun hazin bir neticesidir.

Bir asırdır eğitim,pusulasız olarak,okyanusun dalgaları arasında,daha doğrusu ırmağın sularında,rüzgarın sevk ettiği yöne doğru yol almaktadır.

Eğitimin hedefi ve gayesi yetmiş yıl önce,o dönemin şartlarında ve seviyesinde alınan kararlar doğrultusunda devam etmektedir.Oysa öyle bir zaman içerisinde bulunmaktayız ki;değil yetmiş yıldaki değişiklikler,artık yetmiş saat ve günde büyük değişikliklerle karşılaşmaktayız.

Yetmiş yıl,bir asır öncesinden alınan Tevhid-i Tedrisatı,ısrarla devam ettirmek,daha mükemmelini aramamak,eğitime yapılacak en büyük bir zarar olacaktır. Konuşulması ve de ileriye dönük olarak daha başarılı sistemlerin düşünülmesi gerekir.

Zira;son-u ilk belirler.İlk-ler,ilkeller ve ilk eller;bulundukları pozisyona göre de toplumların sonlarını belirlerler.

Bu gidiş nereye? Ve ne zamana kadar?

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bakara.31,33.

[2] Alak.1.

[3] Cumia.5.

[4] Yunus.72,Hud.29,51,Şuara.109,127,145,164,180,Sebe’.47.

[5] Zümer.9.

[6] Sur Dergisi. 1990-Ekim.




ZİLLETLİK İFADELER

ZİLLETLİK İFADELER

Müslümanların ilimde gerilikle ittiham edilmesiyle,İslâmın geriliği ve geriliciliği yansıttığını söylemeye çalışanlar,İslâmiyetten ve yaratılışın gayesini bilmekten mahrum olduğunun bir ifadesidir.

İlerledin de,ayağından mı tuttular?demezler mi?

-Laikliği bir ucube şeklinde sürekli nazara verip,toplumun gündemine getirirken;yapılmak istenen İslâma baskı yapmak,İslâmiyete alternatif kılmaktır.

Ruha tıkılmaya çalışılan bir kalıb…

-Demokrasi göklere çıkarılırken,şeriat yerlere vurulmakta. Adeta hakaretin,demokrasinin kendisi olması,yaftasına hapsolunmaktadır. Buda şu düşünceyi akla getiriyor;Bir vasıta olan bu idare aracı ve sistemi adeta bir gaye yerine oturtuldu. Gayeler üstü gaye yerine,vasıtalar ikame edilmeye başlandı.

Sırf;bağcı dövmek için…

-Ekonomik çöküşten şikayet edilir. Ancak-aşırı dinci-muamma ifadeleriyle,inançlı,dininin gereklerini yapmaya çalışan insanların önleri ekonomik yaptırımlarla elleri-kolları bağlanmaya çalışılır. Âdeta mantıksızlık,mantığa üstün kılınır. Düşüncede olduğu gibi,yaşayışta da benden ileri olmayacaksın,politikası.

Politikanın ayak oyunları…

-Eğitimde getirilen yasaklama ve Tevhid-i Tedrisatın bağlayıcılığı ile,toplumun söz sahibi olmaklılığı engellenir ve eğitimin gelişmesine ortak kılınmaz.

Tek tüpten hava alan,tek tip insan tipi ve karakteri.

İpotek altına alınan karakterler…

-İmam-Hatiplere karşı gösterilen rahatsızlık,onunda ötesinde düşmanlık ile,toplumun maneviyattan uzak,tek yönlü yetişmesini sağlayıp;aklını fen ilimleriyle,kalbini de din ilimleriyle doyurmuş ve doldurmuş inançlı bir doktora,inançlı bir öğretmene,inancının gereğini yapmaya çalışan bir hemşireye karşı hazımsızlık göstermekten başka ne olabilir?

Tornadan çıkmış gibi kendi kalıbsız kalıbının dışında bir kalıba tahammül edememektir.

-Ordu ile ve ordunun tanklarla yürümesini sağlayıp,onu alkışlayarak,toplumda oluşan müsbet gelişmelere karşı oluşan bir potansiyele göz dağı vermek.

Bediüzzamanın ifadesiyle o ordu:”Kılıcını ayağına vurdurtmaz;düşmanına vurdurur.Kur’an-a hizmetkar eder;ağlayan alem-i İslâmı güldürür.”[1]

H.Cemal:”Gençliğin çengellenmesi,kışkırtılması da Uluç’un(Gürkan)görevleri arasındaydı.Ben ise”Şeriatçı basını tarardım Onlardan yaptığım alıntılarla “Askeri kışkırtma”işlevini üstlenmiştim”[2]

Ne büyük bir yanılgı içerisinde olduklarını başlangıç ve sonucu mukayeseyle-yıllar sonra-şöyle değerlendirmekte;”Numeyrileri,Kaddafiler,Esad’ları,Saddam’ları model olarak,askeri kışkırtmak amacıyla savunmuştuk. Bütün bu modeller bize göre o zaman”tek partili demokrasi”idi.Bizim”cici demokrasi”ye göre daha ileri rejimlerdi.

….Eğer devrim’de istediğimiz gibi çok partili rejime askeri bir darbeyle son verip”tek partili demokrasi”mize kavuşsaydık,çeyrek yüzyıl sonra Türkiye de ancak bir Suriye olabilirdi,o kadar. İçine kapalı,güdük,sıradan bir üçüncü dünya ülkesi..”[3]

Yapılan iş devrim adına askeri kullanmak ve kışkırtmak idi.[4]

Ve”1960’lı,70’li yıllarda Türkiye’yi askeri darbeye götüren süreçler,gençliğin başına örülen çoraplarla işledi.”[5]

Sıhhıyede Ankara orduevinin önünde patlatacakları bombalar,devrim adına idi. Ve bütün bu işlerde “Şiddet şart”olarak kullanılıyordu.”Gaye için her yol mübah”dı.[6]

Nitekim Doğan Avcıoğlu grubu”Tepeden inmeci”idi. Yani askerle iş tutma meraklısı. Parlemento ve partiler bir darbeyle kapatılacak,önce”Demokratik devrim”yapılacak,sonra “Sosyalizme”gidilecekti.

“Buna karşılık TİP’liler askerle oynamaya,darbeye karşıydılar. Bunun faşizme davetiye olduğunu düşünüyorlardı. Ara aşama,geçiş dönemi vesaire de tanımıyorlardı. Onların sloganı sadece “Sosyalist devrim”di.[7]

Kendi”Fildişi kuleden devrim yapmak..”[8]sevdasıyla yatıp kalktılar. Haksız ve halksız kapalı kapılar arkasından. Duyulan hayranlık aklın ve muhakemenin değil,his ve sloganın hakimiyetin de olduğunu şu sözleriyle anlatır:””Toz kondurmuyordum darbeye. (27-Mayıs.1960) Bizi Demokrat partinin diktasından kurtarmıştı asker..”Diğer darbelerin zeminini oluşturmuş oldu 27 Mayıs ve sol sol zihniyetin fideliğini… Arkasından 12 mart,12 Eylül.. Bu kadar bile beklenmedi. 22-Şubat 1962 Harp okulu komutanı Talat Aydemir2in neticesiz kalan darbe girişimi takib etti.

Sürekli asker,siyasetin içine çekilmeye çalışıldı.

– Bazılarının yanlışlıklara doğru olarak inandığı ve kendi marifetsizliğini örtmek için karşıdakini tahfif edici ifadelerle,gericilik ve irticalarla muğlak bir mekanda boğma çabasıdır.

H. Cemal itirafında:Arkadaşları Mustafa Kuseyri yanlışlıkla arkadaşı tarafından vurulduğu halde”Kahrolsun faşistler”sloganıyla yürüyüşler yapılmıştı.[9]

Silahlı halk savaşı uğruna,”Bütün irtica yuvaları kurutulacaktı.”[10]

Bir asır öncesine baktığımızda bunun örneğini görebiliriz.

Nitekim 1889’da kurulan İttihat ve Terakki cemiyeti;Mahmut Şevket Paşa önderliğinde balkan komitecileriyle 13-Nisan’da başlayıp,21-Nisan-1909’da İstanbula yürünür.

Sultan Abdulhamid Han kendisinin indirilmesine sebeb olan bu olayı birinci orduyla durdurabileceği halde,sırf kan akmaması için buna müsaade etmez ve tahtından da olur. Yıldız sarayı isyancılarla yağmalanır.

Bir yandan halk,bir yandan asker bu kışkırtmalar ile tahrik edilir. Hürriyet uğruna Dini duygular tahrik ile ön plana çıkartılır. Bundan dolayı da;13-Nisan-1909 = 31-Mart-1325 olayı tarihe bir irtica olayı olarak geçer.

Bugünkü ve o zamandan bu zamana kadarki uygulamalar da görülen odur ki;Mahkum ve masum görülenler,hakim ve amir rolünü de üstlenerek,hem damat,hem de gelin olmuşlardır. Şahitler ve davetliler arada harcanmıştır.

Bu olayın sebebleri içerisinde=

1)Karışıklığın artıp,güvenin azalması.

2)Ermeni ve Rum gibi azınlıklarının hak istemeleri.

3)Mason olan İttihat ve Terakki üyelerinin halkta güvensizliği,dış politikada başarısızlığı ve ordudaki menfi uygulamalar ve askerlerin ibadetinin engellenmesi.

4)Faili meçhul siyasi cinayetlerin artıp,faillerinin bulunamaması.

5)Siyasi buhranın artması.

6)Basındaki sansürün kalkmasıyla sataşmaların olması,azınlıkların kendi maksatlarını ortaya çıkarmaları belli başlıları olarak sayılabilir.

Bu konuda M. Akif:”Görünüşte dini,hakikatte ise siyasi ve irtica-i olan o korkunç hadise..”diye bahseder.[11]

Ali Kırca”79 Deniz Subayı”adına kaleme aldığı bildiri 12-mart sonrası yargılandı. O gün gibi bu günde işin önündekiler ve gerisindekiler hep farklı oldu. Harcanan geridekiler oldu.”Bir süre sonra hepiniz kendi hayatınıza döndünüz…..olan bir ara size güvenen yada bir şeyler yapabileceğinizi sanan o devrimci gençlere oldu.”[12]

Bu bocalamalar ve tezatlar dönemini şöyle anlatıyor H.Cemal:”1960’ların sonunda,12-Martla açılan dönemde hedefimiz Demirel değil miydi? Adalet Partisi lideri olarak onu başbakanlık koltuğundan devirerek”cici demokrasi”yi rafa kaldırmak değil miydi? Gün geldi,demokrasi platformunda buluştuk denebilir.”

Bütün bunların temelinde mülkiyeci olmasına rağmen bilgisizlik ve çok şeylerden habersizlik yattığını ifade eder.[13]

-Garâibdendir ki;zalim mazlum görünerek zulmetmekte,sırf ağlatmak için ağlama rolü yapmaktadır. adeta senaryolar,provakatörler sınıfını beslemek.

İslâmın cihan-şümul yani tüm insanlığı kuşatan özelliğini görmemek veya görmemezlikten gelmek,insanları kısımlara ve bölümlere ayırarak ayrımcılık yapmak..oysa İslâmiyet öyle bir rahmet ve merhamet kucağına sahiptir ki;hariçte kimseyi dışarıda bırakmamakta,sıcak kucağından don-a terk etmemektedir.

-Yarasa gibi,toplumu aydınlatıcı unsurlardan uzak bir ortamı oluşturma yolunda,stresli bir medya işletmek..

Gürültü kopararak hırsızlık ve hırsızlara,yolsuzluk ve yolsuzlara yol açmak. suçları setrederek,kendisini de onun içine yitmek ve içinde bulunan kendisini de gösterib meşgul ettirmek. Suçluyu değil,ev sahibini suçlamak. Neden evine girilecek bir açık bıraktın? Bire herif! Hırsızın hiç mi suçu yok???

-Gazeteleri satmak için satmak,toplumun değerlerini satışa çıkarmak için çıkmak,menfaat uğruna var olmak,menfaatı varsa ver,yoksa yok,felsefesinden safsatalı hareketi benimsemek…

Hazin eller… Hazin ithamlar…

-Ortada bir gerçek var,od;bedeni besleyerek,beden kalıbında sıkıştırılarak boğdurulmaya çalışılan bir ruh.. Ancak o ruh bütün baskılara karşı ölmeyen ruh…Ölümsüz ruh..Vicdan ve Fıtrat…

-Nazarları kıbleden çevrilmiş bir ömür;icad edilmeye çalışılan meşguliyetlerle boşa geçirilen ve tüketilen bir hayat. Yaptıklarımız,Allah’ı ne kadar tanıdığımızın birer göstergesi ve belgesidir. Allah vesilelerle her gün bize seslenirken,ancak ona cumadan cumaya,bayramdan bayrama veya darda ve zorda kaldığımızda kulak veriyoruz. Bir tanımadığımız bile seslense,ona dönüyor bakıyoruz.

Aradaki fark;bu ihtiyacın her zaman hissedilmemiş olmasındandır.

Allah’a ne kadar dönüb baktığımız,O’na o kadar inandığımızın belgesidir.

29-11-1997

MEHMET ÖZÇELİK

[1] S. Özdemir-in nüshası,26.mektub,3.mebhas.

[2] Kimse Kızmasın kendimi yazdım.213,549.

[3] Age.216.

[4] Bkn.age.15-19,25,140,209,289.

[5] Age.21.

[6] Age.25-27,56,81,

[7] Age.147-148.

[8] Age.338-339.

[9] Age.28-29,96,194.

[10] Age.33,41.

[11] Bak.zaman gaz.20-12-1994.

[12] Age.545-546.

[13] Age.162,196.




YÜKSEKLİK YÜKSEKDEN GEÇER

YÜKSEKLİK YÜKSEKDEN GEÇER

Evet,yükselmenin yolu yükseklerden geçer. Hem maddi hem manevi yükselmeler,yüksek yerlere çıkmakla olur.

Dünyada maddi rütbeleri almak için kademe kademe bazı aşamaları aşmakla mümkündür. Ancak bunlar,içinde bulunup şahid olduğumuz hususlardır. Burada liyakat konusu tartışılabilir. O halde tartışılmayana bakalım;

-Maneviyat da yükselebilmek de,manevi makamları aşmak ile olur. Bunun yolu maddi makam ve rütbelerden geçmez. Burada paşa iken,orada bir hizmetçi olarak hizmetçisinden meded umabilir.

Manevi rütbelerde sınır yoktur. İnsan yükselebilir yükselebildiği kadar. Cenâb-ı Hakkın huzuruna yükselebilmenin yolu marifetten yani O’nu hakkıyla bilmekten geçer.

İnsanlık tarihi boyunca eşsiz ve mümtaz bir şahsiyete sahib olan Peygamberimize tabi olmaktan geçer yükselmek.

Kabe;bir asansör gibi göklere,yücelere yükselmeye bir basamaktır. Her gün,sürekli olarak,günde beş defa adım be adım yükselmenin ve yücelere uçmanın yolu camilerden geçer.

Kişi bazen tek,bazen de toplu olarak,sarsmadan ve sarsılmadan ebede doğru uçmakta ve yükselmektedir.

Din tarafından ölçüleri konulan esaslar,yaratıcı tarafından kitabında belirtilen kurallar,peygamber tarafından yapılan tavsiyeler birer yükselme vesileleridir.

Onlar yüksek makamda bulunup,bizlere de o ulvi makamlara çıkma yolunu göstermektedirler.

Mânevi makamlara yükselebilmenin yolu maddeden geçmez,mânadan geçmektedir.

Öyle ki;sadaka,zekât ve iyilik niyetiyle yapılmayan ve de imandan kaynaklanmadan verilen bir paranın hiçbir değeri yoktur. Yükselmeye de bir vesile değildir.

İman ve ibadet makamları en büyük yükselme sebebleridir.

“Hakiki insaniyet İslâmiyettir.”ve de İslâmiyettedir. Esasında yükselmenin tek sebebi bu kapıdan girmekle mümkün olur.

Özetle;yükselmenin yolunun başında peygamberler durmakta ve onların gösterdiği tarzla mümkün olmaktadır.

Alçalma ise;onun muhalifleri olan fir’avunlar,nemrudlar ve deccallar eliyle ve onların yolunda gitmekle olmaktadır.

Madde ve maddiyatta dalıp,o yolda gidenler maddeleşir ve alçalırken;maneviyat erleri,hayranları ve o yolun yolcuları ise maneviyat alemlerine ve geldikleri atalarının yurdu olan cennete doğru yükselmektedirler.

Arife işaret yeter. Yükselmek marifetten geçer.

2-3-1995

MEHMET ÖZÇELİK




ZAMANLARIN ZAMÂNELERİ

ZAMANLARIN ZAMÂNELERİ

Tüm devirlerdeki şahsiyetler,zamandakilere göre mi oluşmakta,yoksa onlara göre mi o zamandakiler şekillenmektedirler?

Hz. Ebubekir dönemindekiler;ilk sah,halis sahabe ve o kadar kemiyette olan müşrikler içerisinde sahabeler ağırlıkta,yabancı ve yabanilerin ağırlığı ise,ses ve gürültüden fazla bir mana ifade etmemektedirler. Ve halkı da ona göre biçimlenmektedir. Hz. Ebubekir’in sohbeti ve manevi tasarrufuyla şekillenmekteler.

Nitekim;Rasulullah’ın manevi boyasıyla boyanan o sahabeler,insanların fevkinde bir makam alıp,onun sıfatıyla sıfatlandıkları gibi;asırlardaki insanlar da asrının büyüğünün özellikleriyle donatılmaktadırlar. Uzaklaştıkça o şekillenme,belli bir biçim alma durumu azalmaktadır.

Hz. Ebubekir dönemindekiler,biraz daha fazla olarak enfüsi yani iç alemlerinin kemaliyle meşguldüler. Mesailer onun üzerine teksif edilmişti.

Hz. Ömer dönemi ise;enfüsi alem kabuğunu kırıp,dışa açılma dönemi veya dış alemin içe girdiği,iç de terbiye gördüğü dönem. Artık ağırlıkları hissedilmektedir. Daha ziyade Hz. Ömer’in şahsiyeti ağır basmakta,dengesizlerin sebeb olduğu dengesizlik,onun dengesiyle dengelenmekte,adalet hakkıyla tahakkuk etmekteydi.

Bu dönem geçiş ve çıkış dönemi…

Hz. Osman dönemi;artık fitne kapılarının kırıldığı,fitne unsurlarının baş göstermeye,kıyama kalktığı dönem.

Hz. Ömer’in celadetli ve haşmetli döneminden,Hz. Osman’ın halim ve şefkatli dönemine geçişte bu merhametkâr hali bir boşluk addedenler,bundan istifadeye çalıştılar. Babalarından yüz bulamayanlar,annelerinin bu şefkatini su-i istimal ettiler.

Hilekârlar;hile dolaplarını kurmaya ve çalıştırmaya başladılar.

Kader de plan ve proğramını kurmuştu.

“Onlar (kâfirler ve münafıklar) hile yaparlar. (Hile yapanların hilelerini boşa çıkartıp,başlarına geçirmede) Allah’da hile yapar. Ve Allah hile yapanların en hayırlısıdır.”[1] âyeti de yürürlüğe girmişti.

Harici unsurların,dahili unsurlara galebe çalmaya çalıştığı dönem. İçe çekilip,duraklama dönemi.

Dönemi şiddetli,sahibi merhametkâr,denge unsurunun bozulmasından kendisini halka feda ettiği dönem.

Ancak bu durum;duraklamayı atağa kalkmaya sebeb kılıyor ve ona geçiş dönemini başlatmış oluyor.

Toplumun kanının akmaması için,kendi kanının akmasını tercih ediyor.

Hz. Ali döneminde fitne önceden aldığı birikim ve enerjiyle kabarık,ancak Hz. Ali’nin ne kendisini,ne de halkını fedayı düşünmediği dönem. Bu adilane hüküm,kaderin hükmünü değiştirmiyor.

İnsanlar zulmetse de,kader adaletini gösteriyordu.

İçten meydana gelen şişme ve büyüme bir patlamayı ortaya çıkarıyor. Bu patlama ölümün habercisi değil,belki tohum gibi,doğumun ve doğuşun patlaması ve müjdesidir.

Çekirdeğin patlayışı,yumurtanın zarını ve kabuğunu patlatıp çıkması gibi bir çıkış ve doğuşu hazırlamış olmaktadır.

Her şey bir bedel istediği gibi,bu doğuş da büyük bir bedel karşılığı idi.

“Fitne katilden daha büyüktür.”[2]

Fitneler yaptıkları tesirler itibariyle katilden beter olduğunu gösteriyor.

Sıffin savaşı,Cemel vak’ası doğuşun bedelleri idi.

Gelişme içten olmalıdır ki bir fayda sağlasın. Dıştan geliştirmeye -ve şimdiki reformistlerin savunduğu herzeler gibi-ve yenileştirmeye çalışmak tam bir tahribdir.

İnsan vücudu iç-den büyür. Dıştan onu büyültmeye ve geliştirmeye çalışmak,onu iç-den öldürmek demektir.

İşte Hz. Ali dönemindeki gelişme bu manada bir gelişme olup,asırlardır büyümeyi sağladı.

Artık böylece yeni bir atak dönemi başlamış oluyordu.

Dört halifenin elden ele verdiği kutsal emanet,insanlık alemine sunulmuş oluyordu

Doğruluk ve saadet asrı olan ilk safı,adil asır olan ikinci saf,onu şefkat asrı ve onu da kalb ve aklın hüküm sürdüğü asır ve dördüncü saf takib ediyordu.

Gelecek asırları şekillendirecek planlar o dört asırda çiziliyor ve kaderce planlanıyordu.

O zamanın insanları idarecilerinin,baştakilerin kabiliyetlerini taşımakta veya onların kabiliyeti halkın arasında yayılmış oluyordu.

Bu dâva tüm zamanın insanlarını saadete ğark ediyor,boğulmakta olanları Nuh peygamberin gemisi gibi içerisine alıyor ve kurtarıyordu.

Bu dâvanın ve dinin şu büyüklüğüne de bakınız ki;içine gireni içine kadar aydınlattığı gibi,dışında kalarak,içine girmeyip inad edeni dahi küfrün karanlığında ve bilinmezliğinde bilinir ve meşhur yapıyordu. Çünkü o kişi en azından şuursuzca hakikatların neşrine vesile oluyor,böylece dünyada ücretlerini almış oluyorlardı.

Güneşe hırlamakla,her gün güneşten istifade edipte ünsiyet eden insanların nazarı dikkatini çekmiş,varlığından bir defa daha haberdar etmiş oluyordu.

Evet,bir zamanlar düşük olup da göklere yükseltilenler gerçekten şimdi neredeler? Onlar da şimdi herkes gibi yerin altındalar. Zaman onları tüketti. Zira onlar kendilerini zamanın tüketici ağzına attılar. Bittiler,bitirildiler…

Zamana uyanlar,yandılar. Kur’an-a uyanlar,uyandılar…

Bir ömür boyu zamanı kemire kemire dünyayı bitiremediler. Ama dünya onları çoktan bitirdi.

70 yıllık bir insana baktığında,organları bitmiş. Çünkü 70 yıldır dünyanın peşinde ve pençesinde koşuyor. Hal mi kalır? buna rağmen bir 70 yıl daha koşmak istemektedir.

Bir zamanlar dünya’sı olanların,bu gün ve dün,yası vardı.

Bazıların dünyası gider,bazılarının da yasına gidilir. Bari dünyası da bir işe yarasa?

Aktör Vahi Öz’ün son sözünde söylediği gibi:”Kim bilir şimdi nerelerde filimlerim oynuyor ve halime gülüyorlardır.Film koptu,kopuyor,artık yiyeceğimizi,içeceğimizi bitirdik. İnsan gençliğinde parasını kadına,kumara harcar,ihtiyarlığında da eğer kalmışsa doktora,hapishaneye.”

Hayatlarını haramda harcayanlar,harcanıyor.

Evet,insanlar ahirette de,dünya hayatında oynadıkları rolü seyredecekler. Ya kurtarıcı olarak,baş rolde veya hayattaki rolünde olduğu gibi,bir kalleş olarak…

Dünya hayatını eğlenceden ibaret görenlere Horas’ın şu son sözü hatırlatılır:”Kâfi derecede yedin içtin,oynadın,güldün,artık gitme zamanı geldi.

Ahirettekilerden dünyadakilere bırakılan son not:-Bizi sorarlarsa deyiniz;onlar şimdi yok,burada değiller. Gittiler… Gidenlerin yanına gittiler,gidenler gibi… Çünkü gelenler gitmek için gelirler.Kalmaya değil,gitmeye mahkumdurlar.

Ancak Saib’in dediği gibi:”Dünyaya taslak olarak geldin ve öylece gittin. yazık,kendini bir çok törpü ile düzeltmedin.”

Dünyanın ve zamanın kendilerini rahat ettireceklerini düşünenler aldanmışlardır.

Hadiste de buyurulduğu gibi:”Dünyada rahat yoktur.”

Zaten buraya rahat etmeye değil,rahat etmek için hizmete gönderildik.

“Zaman iki kişiyi rahat vermiştir,biri ölen,öbürü doğmayan.”[3]

“Dünya bir gebedir ki bu kadar çocuğu doğurdu ve öldürdü;artık ondan analık muhabbetini kim umar.”[4]

İşte dünyanın ve zamanın mahiyeti budur.

“Zaman sana uymuyorsa,sen zamana uy” Bu söz eğer,teknik ve teknolojiye ayak uydurup geride kalmamak için söylenmişse,mesele yok.

Eğer sefâhet yönüyle söylenmişse,bu sapık söz,insanı heder etmek için,insan kasaplarınca uydurulmuş bir herzedir.

Zamandaki zamâneler,İslâmdan kopuk birer kopuk iseler,başkalarının da kopuk olmasını gerektirmez.

Zaman –öl- diyorsa,-ölmek- mi gerek? O halde –söz- zamanın ve zamanelerin değil,onların sahiblerinindir.

Eğer meseleler zamana uymakla çözümleniyor olsa idi,Peygamberlerin gelmesine,kitapların gönderilmesine gerek kalmazdı!

Mesele,zaman ve zamanlar üstü olma meselesidir.

Ters istikamete giden zamanı ve tersine dönmüş zamaneleri de çevirmek,tersine dönen dünyayı rayına oturtturmaktan zorda olsa,imkansız değildir.

O halde mesele mümkünü başarmaktadır.

Saadet asrı olan asrı saadet asırları tacı,insanların miracıdır. Dünyanın sultanıdır.

Kendisinden önceki çirkin asır ve zaman, saadet asrının sahibiyle kendisini bulmuş,kimliğine kavuşmuştur.

Peki;ya aynı vaziyete kapılıp ve uyub el atılmasa,körü körüne uyub taklid edilseydi,insanlığın tarihinde böyle bir saadet söz konusu olamazdı.

Zaman Peygamber Efendimize uydu,onda şekillendi. Zamanların da efendisi oldu o zaman…

Hz. Âdem’den şu asrımıza varıncaya kadar tüm asırlarda mümtaz olan,sevilen,sövülen,sivrilenler,zamanın törpülemesinden azade,farklı ve üstün olanlardır.

Zaten insanlar,ya zamanların hakimidirler veya mahkumudurlar.

Zamanın mahkumu olanlar,ancak maddenin mahkumu olanlardır.

“Zamanım yok” müflis bahanesi,aczin ifadesidir. Zamanın sonsuzluğa kadar boyutu vardır.

“Zamanımı harcadım” Müsrif bahanesi,şuur ve irade fakirliğidir. Zamanını harcayanlar,kendi kendilerini harcadıklarının farkında değillerdir. Veya kusuru başkasına atarak cezayı hafifletme çabasıdır.

Zaman bir ödenektir. Ödenilen yerler hesap ve belgeye tabidir.

Peki,bir de insanların zamanlarını harcayan zaman azmanlarına ne demek lazım?

Değerli veya değersiz,zirvedeki veya zirveleştirilen şahsiyetler toplumun aynasıdır. Oranın insanlarının yüz akı veya yüz karasıdır. Böylece toplum –işte ben buyum- demiştir. Veya öyle olmadığını gösterme çabası içerisine girmiştir.

Zamanlarını başkalarına teslim edenler,baştan teslimiyeti veya teslim olmayı kabul etmiştir.

İslâmiyet ve onun dairesi ise,teslimiyetini göstermiş;küfür veya onun girdapları ise;çabasız veya gayretsiz kan emicilerin kucağına kendisini atmayı kabul etmiş demektir. Buda şeytanın avı ve askeri olmak demektir.

Dünya ve içindekilere sahib olmak isteyen zamaneler,sözlerini de ancak maddeye ve bedene geçirebilir,hakim olabilirler. Neticesi ise,zulüm ve kan ve de varlığını devam ettirmek için,başkalarının yokluğuna fetva vermek demektir.

Ve bunlar zamanla sınırlı,zamanın hududunu aşamayıp,dar sahası içerisine dönmektir. Tıpkı mahkumlar içerisindeki hakim görüntüleri gibi…

Zamana uymayıp hükmeden veya o uğurda ölenler ise;maddi dar sahayı aşmış,gönüllere kadar nüfuz ederek,her an tasarruf eden şahsiyetlerdir. Bunlar için engel yoktur. Zaman ve an yoktur. Vasıta istemez. Bunlar kendilerini ruhlara kazırlar,hiçbir surette silinmezler.

Ancak kendilerinin sadece maddi özellikleri olup,manevi hiçbir kıymeti olmayanlar sahte hakimdirler.

Nitekim Ashab-ı Kehf zamanındaki Dakyanus keferesinden insanlar ya sinmiş,ya da onun zulmünden kaçan o mana hakimleri 300 sene sonraya hükmetmişler. Dakyanus’un ise sahte ve geçersiz olan soğuk demir paralar üzerinde sadece resmi ve ismi kalmış,hiç de itibar edilmeksizin… Çünkü o zamanların değil,kendisinin bile olmayan o kısa zamanın hakim görüntüsü içerisinde idi.

Ama Ashab-ı Kehf ise,zamanlarını aşmış,ta zamanlarının ötesinde,zamanımıza kadarki insanların gönlüne taht kurmuş,Allah’ın kelamında en ulvi makamı elde etmiştir.

Mısır’daki Piramitler,Rusya’daki heykeller taşlaşmış bir zulüm ve riyanın simgesidir. Onlar da,mazlumların âhı,yetimlerin göz yaşları saklıdır. Onlar ile yoğrulmuştur. Ancak netice de onların ah-ları ve göz yaşları zulmün ve zalimin kalesini yıkmıştır.

“Küfür devam eder,zulüm devam etmez.”hakikatını bir daha isbat etmişlerdir.

Zamânelerin zamanları günlüktür. lezzetleri de anlıktır.

Zamana hükmedenlerin günleri asırlar gibidir. Elemleri ise anlıktır.

Zamâneler zamanlarını yasaklarla devam ettirmeye ve geçirmeye çalışırlar. Bu yasaklar ruha ve vicdana vurulan birer paslı,demir kilitlerdir.

Nitekim;ehli imana bir asırdır ve tüm mukaddesata ve onu takviye edici değerlere konulan ve vurulan yasaklar,hep bu kabildendir.

Kanunlar insanlar için olması gerekirken,insanlar kanunlara feda edilmişlerdir.

163. madde ile din ve vicdan hürriyetine getirilen yasak,mehter,ezan,sarık,dini eserlere ve onların başında Kur’an-ı Kerim-i okumaya,onun tefsirlerini yapan iman hakikatlarını engelleyici zorbalıklar,öyle ki Allah,İnşaallah, Maşaallah,Efendim gibi sözlerin bile söylenilmesine tahammülsüzlükler;köle ruhlu,köle satıcılarının,pazarlıklı pazarlamalarıdır.

Dinsizlik bir dinmiş gibi zorla kabul ettirilmeye çalışılıyor,vicdanlara bile el atılıyordu.

Ahmet İzzet Paşa eserinde;1908 ve sonrası ihtilalciler hakkında:”İhtilalcilerimizin Paris’de kazandıkları şeylerden biride dinsizliktir.”

Bu dinsizliğin sebeblerini de şöyle sıralar:”Bu dinsizliğin sebebleri aslında dinlerinin hükümlerini öğrenmemiş,tarihiyle hiç uğraşmamış olan bizim ihtilal kahramanlarının vatanımızın uygar milletlere oranla bulunduğu kötü durumu ve düşüşü,Sultan Hamid’e olduğu kadar,onun liderlik ve hilafetini iddia ettiği İslam diyanetine yüklemek gibi bilgisizce bir kanı ve büyük ihtilale benzetmek (1789 fransız ihtilaline) gafil hevesiyle beraber,bir taraftan da dinleyip okudukları Auguste Comte ve Gustave Le Bonn gibi meşhur filozofların sözlerine,araştırmadan ve iç yüzünü bilmeden tam bir imanla bağlanmalarıdır.”der[5]

Fransız ihtilalinden sonra insanların kalblerinde yer edemeyenler,kalıblarını işgal için meşru olmayan ihtilaller yoluyla hükmetmeye çalışmışlardır.İhtilallerle kendi evlatlarını yemişlerdir.

Özellikle şu kapkara asır olan 20. asır dünyası ve bizim dünyamız tam buhranlı bir asır olmuştur. Değerlerin kaybolup,yerini değersizlerin aldığı bir asırdır.

Zulmün boğduklarıyla dolu kan ve irin asrı…

Asırlara taş çıkartacak kaybedenlerin,kaybedişlerin kayıb asrı…

İnsanlara inançlarından dolayı yapılan işkenceler asrı…

Dakyanusların asrı.. o da bir de değil ki…

Önce ceza, sonra şahit. Görülmemiş ve duyulmamış bir uygulama…

Asırların zulmü,asırlık zalimlerin tasallutu sanki asrımızda toplanmış…

Çeşitli bahanelerle çektire çektire,ezdire ezdire,bezdire bezdire,gezdire gezdire,süzdüre süzdüre,üzdüre üzdüre,düzdüre düzdüre,büzdüre büzdüre,derilerini yüzdüre yüzdüre yapılan işkenceler,engizisyon mahkemelerini dahi arattıracak,onlara rahmet okutturacak cehennemi haletler… İslâma düşmanlık namına,onun insanına ve mensubuna yapılanlar. İşte istiklâl mahkemeleri…

Kur’an-ı Kerim-i öğretenin üzerine su döküp dövmeler,öğrettiği için yapılan amansız baskınlar ve sövmeler…

Geçmişten günümüze bakıp,tahlil ettiğimiz de görürüz ki;1925-50 yılları;kapalı ve karanlık yıllar… Hala o yıllar hakkındaki belgeler arşivlerde kapalı. Kalemler yazmaya kapalı… Tek kişinin hükümranlığını ilan etmeye çalıştığı bir asır ve bir dönem…

Ondan sonra da her on senede bir hakim olmak için ihtilal yoluna baş burulmakta,mazlumlar mağdur edilmektedir.

Zulmün asrından nur asrına giden tüm yollar tutulmuş. Sahibleri imhaya çalışılmış,sahiblenenler de sindirilmiştir.

Sosyolojik ve psikolojik açıdan tahlil edecek olursak;şu devrelerdeki değişimler,geçmiş asırlardaki uzun dönem değişmeleri hatırlatır:

-1910-50: Bu devre her şeyin ters yüz edilip,kalp para gibi,kaybolmuş nesilleri görürüz. Yapılmayan,yapılmayacak olan kalmamış. Tüm dünyada ayaklarla başların yer değiştirdiği dönem…

300 sene de yapılamayacak tamiratın,yapıldığı tahribat dönemi…

Bu dönem bizlere Hz. Musa’nın İsrail oğullarıyla birlikte Mısır’da fir’avunun zulmüne maruz kaldığı dönemi hatırlatır. Tek farkı;o zaman ki bir ilaha bedel,şimdi bir çok…

-1950-90: Bu dönem hafif nefes alma imkanının doğduğu,ancak yine de fırtına ve kasırgaların estiği dönem…

Kurtuluş parıltılarının çaktığı dönem. Ancak her türlü tarassud ve takibatlar,baskılar dönemi…

Bu da Hz. Musa’nın kavmini alıp,Mısır’dan kaçışıyla birlikte,yine de fir’avunun takibatının başladığı,korkusunun yaşandığı döneme denk gelmektedir.

Zulüm bitmemektedir. Zulüm bulutları hala milletin üzerine çökertilmektedir.

1990-2010 : Bu dönem artık zulmün boğdukları tarafından boğulma çırpıntıları geçirdiği dönem. Akıttığı kanların ağırlığı dolayısıyla hayatın ağırlık geçirdiği dönem. Bu dönem zulmün yerini nura terk etmeye başladığı dönemdir.

Bu bize Peygamber Efendimizin (SAM) şu hadisini hatırlatmaktadır:”Deccalın birinci günü bir senedir,ikinci günü bir ay,üçüncü günü bir hafta,dördüncü günü bir gündür.” Yani;

“Hem büyük deccalın,hem İslâm deccalının üç devre-i istibdatları manasında üç eyyam var.” Bir günü;bir devre-i hükümetinde öyle büyük icraat yapar ki,üç yüz senede yapılmaz.

İkinci günü,yani ikinci devresi,bir senede,otuz senede yapılmayan işleri yaptırır.

Üçüncü günü ve devresi,bir senede yaptığı tedbirler on senede yapılmaz.

Dördüncü günü ve devresi adileşir,bir şey yapmaz,yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır.”diye,gayet yüksek bir belâğatla ümmetine haber vermiş.”[6]

-1960-70-80 yılları ve aralarındaki anarşiler hep yıkmanın kılıflaştırılmış formülleri… Böylece insanlar dünyada kendi mahiyet ve kabiliyetlerinin pozunu vermektedirler. Fotoğraflardaki görüntüler gibi…

Nasıl ? Yakışacak şık ve şıklıkta ve yakışıklıkta mısınız ?

Evet,dünya bir uykudur. Bir rüya gibi geçer,gider. Şu temelsiz ömür dahi,bir rüzgar gibi uçar,gider.

Burada uyanmayanlar veya uyanamayanlar,orada uyanırlar veya uyandırılırlar!

Kimileri vücutlarını zulmetmek için taşıyor. Bedenlerini o istikamette kullanıyor. Yorgun düşünce de gidiyor.

Kimileri de vücutlarını,ruhlarına kılıf görevi yapıp,olgunlaştırmasından sonra memnun ve mesrur olarak bu dünyadan göçüp gidiyor,belki gönderiliyor.

Ruhlarını koruyup,ihmal etmeyenlerin bedenleri de korunuyor.

Ahiret yolcuları dünya yolcularını çok gerilerde bırakarak gidiyorlar.

Melek-cin-şeytan-hayvan ve insan belli bir misyonun tamamlayıcı unsurlarıdırlar.

Hayatımız içinde en çok yorulan maddemiz mi,manamız mı? Hangisini hangisine taşıttırmakta,feda ettirmekteyiz?

Şimdiye kadar hep maddenin ve maddemizin,maddelerin esiriyiz. Maddelerine hakim olanlar azınlıktadır.

Oysa hep ölenler,yok olup çürüyenler,maddeler değil mi? Mesela;kahve gider,hatırası kalır. Ampul gider,cereyan yine vardır.

Mâna ölmez,gizlenir,saklanır,kaybolur.

Madde ampulümüzü öldürmeyelim…

Mâna elektriğimizi söndürmeyelim…

11-3-1996

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Enfal.30.

[2] Bakara.217.

[3] Nizami.

[4] Sa’di.

[5] Feryadım. agy. 1 / 300.

[6] Şualar. B. Said Nursi. 493.




YAPRAK DÖKÜMÜ

YAPRAK DÖKÜMÜ

Değerlerin dökümüdür yaprak dökümü. Değerini ve kalitesini ve de canlılığını yitirmenin sonucudur yaprak dökümü.

Kalma değil,gitme ve bitmedir. Tazelik değil,kuruluktur.

Değerlerin dökümü de böyledir. Bu insanın insanlığının dökümüdür.

Değerlerin dökümü ile,değersizlerin değersizlikleri ile açığa çıkmaları;onların bir yaprak dökümü gibi dökülmelerinin ifadesidir.

Bu gün günümüzde bir kısım insanların kirli çamaşırlarıyla beraber ortaya çıkmaları,dünkü değerlerin kaybının bir sonucudur.

Mafya babalarının ve zehir ticareti yapanların dökümü,değerleri kaybetmenin ve kaybettirmenin bir bedelidir.

Yukarılarda bulunmak kazanmak değildir.

Ölçüdeki ölçüsüzlük hayatı da ölçüsüz kılmakta ve dökülmektedir.

Sanatçı Y. Tilbe der:”Ben,şöhretin omuzlarıma yüklediği yükü kaldıramadım ve esrardan,uyuşturucudan medet umdum.”[1]

Milyonlarca kaseti satılıp,milyonlarca insan tarafından alkışlanan batılı bir bayan sanatçı sonuçta intihar eder ve bıraktığı notta da şunu söyler:”Eğer anne olsaydım,intihar etmeyi düşünmezdim.” Bütün bunca şatafat onu intihardan alıkoymamaktadır.

Bunu sebebi ise;Başlangıçtaki değerlerin kaybı ve onların yanlış adreslerde aranması,hayatın bozulmasına ve kaybına neden olmaktadır.

Hayat bu kayıplardan süzülmeli,değersizlerden arınmalıdır.

Süzülmeyen sözler,süzülmeyen değersizler,bozuk süzgeçler,süzgeci olmayanlar… Böylece değerlilerle değersizlerin karışıklığı içinde hayatı karışan karışık bir hayata düşmeye ve neticede dökülmeye sebeb olmaktadır.

Adama sormuşlar,-Terbiyeyi kimden öğrendin?-diye. “Terbiyesizden”demiş.

İnsanlarda sahib olduğu değerlerini ve onların değerlerini yaprak dökümü gibi döken ve dökülenlerden almalıdır. İbretle düşünmelidir.

Gayr-ı müslimden,ahirette karşılığını göreceği,bir inancı olmayan,hem dünyada,hem de ahirette yaprak dökümü gibi dökülen insanlardan ibret almalıdır.

Herkes koşturmacada.. kaybetmek veya kazanmak.. Okuyor,çalışıyor ve ne için koşturuyorlardı?

Kaybetmeye mi? Kazanmaya mı?

Bu insanların kaç da kaçı kazanıyor?

O halde bu insanlar nereye gidiyor?

Evlenen arabasına;evlenen de evlenene ve evlenecek olana diyordu;Belanı buldun! Görürsün!

Tatlı belâ! Katlı Belâ! Atlı Belâ! Yatlı Belâ!

Sonunda Allah rahmet etsin! Verin Selâ!!!

13-12-1998-MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bkn. Zaman Gaz.7-11-1998.




SANAT VE SANATKÂR

SANAT VE SANATKÂR

-Sanattaki mükemmellik,sanatkârdan gelir.

Alemde yaratılan her şey bir sanat eseri olup,harika bir yaratılışı gösterir. Yaratılan hiçbir şeyde bir abeslik olmadığı gibi,sanat cihetinde,sanat estetikliliğinde de bir abesiyyet ve çirkinlik söz konusu değildir.

Yaratılan her bir şey;bir sanat,bir desen,bir nakış gibi dokunmuştur. Bir yazarın kitabını yazarken gösterdiği ihtimam gibi,ondan daha harika bir şekilde harf,kelime ve cümlelerin dizilişindeki maharet misal,her bir varlık öyle bir sanat değeri içerisinde yazılmış ve yapılmıştır.

Sanat sanatkardan haber verir. Sanat sanatkarın mahiyetini yansıtır. Onun bir aynası olup,iç alemini dışa yansıtır. Bana yaptığın sanatı göster,sana kim olduğunu söyliyeyim,diyebiliriz.

Sanat bir şiir gibi,şuurdan akar. Kalem ile veya bir alet ile dışa yansır. Sanat da bir yapıcılık vardır. Sanatsızlık,bir yıkıcılık ve anarşidir,boşluktur.

Cemil Meriç’in ifadesiyle:”Türk insanını ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim. Muhteşem bir maziyi,daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü. Sanat düşüncenin,düşünce mukaddeslerin mukaddesi. Hakikat ve sevgi.

Hafızasını kaybeden bu zavallı nesilleri biz mahvettik. Bu cinayet hepimizin eseri,hepimizin yani aydınların.

Gerçek sanat ayırmaz,birleştirir.”[1]

Mukaddesatını kaybeden bir milletten sanat ve sanatkar beklenemez. Maneviyatını yitirmiş bir insanın sanat anlayışı yığınlar topluluğudur. Ya boyalar,ya betonlar yada tahtalar yığınından bir araya gelir.

Mukaddesatı eline alan Selçuklu ve Osmanlı sanatı da,elinden indirmemiştir. Yaşadığı mekanlar bunun canlı birer şahitleridirler. Bu sanatını ve medeniyetini ta batıya kadar götürmüş,kendini ve medeniyetini kabul ettirmiştir. İsmail Hami Danışmend’in ifadesiyle:”Şimdiki garb medeniyeti hakikatta şark medeniyetidir.” ve- Libri ve Gustave le Bon”da:”Tarihten müslümanları silerseniz,ilmi rönesansımız asırlarca geri kalmış olur.”[2]

C.Meriç Namık Kemal’den nakille:”Medeniyet asayiş de kemaldir. Asayiş,maddi ve manevi huzur.”[3]

Gerçek medeniyet birikimlere eklemekle olur,birikimleri bitirmekle değil. Bu konuda Tanpınar ise:”Tanzimat ve ona yaklaşan zaman şüphesiz ki geniş manasında yapıcı bir devir olmuştur. Fakat sadece yapmakla kalmış,asıl yaratmağa gidememiştir. (ruh ve ruhunu verememiştir.) Bu ikisinin arasındaki farkı o zamandan kalma eserlerin hepsinde görmek mümkündür. Şehirlerimizin umumi çerçevesi içinde derhal yadırganan bir yığın eser,mimarinin sadece muayyen bir malzemeyi,muayyen bir gaye uğrunda kullanmaktan ibaret olmadığını gösterirler.

Cedlerimiz inşa etmiyorlar,ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş ellerinde canlanıyor,bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar,kubbe,kemer,mihrab,çini hepsi yeşilde dua eder,muradiyede düşünür ve yıldırımda harekete hazır,göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler. Hepsinde tek bir ruh terennüm eder.”[4]

İşte sanat ve sanatkâr budur,buna derler. Sanat verdiği mesajla sanattır. Edepsizliğin sanatı olmaz. Edepsizlik edepsizliktir. Adam öldürmenin sanatlıcası olmaz. Bir evi,evleri yakmanın,tahrib edip yıkmanın sanatlılığı olamaz. Menfilik olup yapma yerine yıkmayı esas almaktadır. Bir memlekete,kendi öz halkına bomba atıp,masum ve mazlumları yok etmenin ne sanatı,ne de sanatkârlığı olmaz. Aksi takdirde bu,yahudilerin,nazilerin,ermenilerin ve sırpların mantığı olur ki,onların en büyük sanat yaptıklarını söylemek gerekir! Onların olması,onlara verilmesi fikrini ve düşüncesini getirir. Böyle bir düşünceyi onlar bile kabul etmez. Nerde kaldı ki,akıllı,vicdanlı ve de insaf sahibi kabul etmiş olsun…

Lise son sınıf talebelerine ne olmak istediklerini soruyor ve olacakları meslek hakkında da bilgi veriyorduk. Talebelerden birisi avukat olacağını söyleyince o konuda konuşmaya başladık. Doğru ve haklı olanın savunulması gerektiğini söylediğimizde;bu kişi şöyle demişti:”Avukatlık madem ki savunmadır,parasını veren herkesi savunurum.”dedi. Ve bunu da bir meslek gereği olarak ifade etmeye çalıştı.

Kiralık katil ve kiralık silahşörü,mafyayı duymuş ve şimdi de bir de kiralık avukat duymuş olduk! Eğer bu bir dürüstlük ise,sefih ve rezil bir şekilde sanat yapmakta öyle olabilir mi? Toplumun sahib olduğu mukaddes değerleri hiçe sayan,ruhsuz bir madde yığını olan,geçmişinden kopuk,geleceği olmayan,her şeye karşı yabancı ve yabani olan bir sanat ve sanatkar,köksüz,kopuk,abuk-sabuk bir yığıntı ve kalitesizlikten ibaret olacaktır.

O halde dünyadaki ve bizdeki bu durum neden ileri gelmekte,nereden kaynaklanmaktadır ki,rezalet ve sefalet ve de kepazelik sanattan sayılmakta?

Karanlıkta durup aydınlığa seslenen aydınlarımızdan Cemil Meriç’in teşhisiyle:”Avrupa tanzimattan beri aynı emelin kovalayıcısıdır. Türk aydınında mukaddesi öldürmek. Mukaddesi yani İslamiyeti..Bu mukaddesin yerine kendi mukaddesini aşılayamazdı. Çünkü misyonerin hedefi devleti âliyeyi hristiyanlığa kazanmak yani,devleti aliye ile bütünleşmek değil,ezeli düşmanını “Etnik” bir toz yığını haline getirmekti,istediği kalıba sokacağı şuursuz ve iradesiz bir toz yığını. Kaldı ki İslâma teksif edeceği bir maddesi de yoktu,Avrupalının,tahrib ameliyesi hiç değilse aydınlar kesiminden tam bir başarıya ulaştı. Batının muharref hristiyanlığa tevcih ettiği tenkidleri kendi dinimiz için de geçerli sandık.” Ve;“Aydının görevi,fildişi kulesini yıkarak,bu mazlum kitleyi muhabbetle bağrına basmak,acısını anlamaya çalışmaktır.”[5]

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Cemil Meriç’le Nur Sohbetleri. N. Şahiner. Sh.30.

[2] İslam Medeniyeti.İ.H.Danişmend.Sh.6,16.

[3] Nur Sohbetleri.Age.Sh.49.

[4] Beş Şehir. Ahmet Hamdi Tanpınar.Sh.30.

[5] Nur Sohbetleri.age.sh.71-72,95.




ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİLERİ VE PROBLEMLERİ

ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİLERİ VE PROBLEMLERİ

11-12 yıllık bir eğitimden sonra gündem de olan veya geçte olsa gündeme gelen bir meseledir üniversite.

Büyük yerlerin problemleri de büyük olur. Öğrencinin bulunduğu kademe büyüdükçe,önüne açılan engellerde artıp,büyümekte ve ağırlaşmaktadır.

Üniversiteyi kazanmak bir mesele,onu devam ettirmek ise,ondan daha büyük bir meseledir. Ve asıl mesele onu bitirdikten sonra başlamaktadır.

Buradan hareketle;her kazanamayan kaybeden,her kazanan da kazançlı demek değildir. En önemlisi,gençliğin ve gencin bir hedefi olmalıdır. O hedef doğrultusunda yürümeli,gayret göstermeli,hayatını sun’i ve tantanalı hedeflere bağlamamalıdır.

Aynı durum;aile,toplum ve devlet içinde geçerlidir. Bunlarında bir hedefi ve politikasının olması gerekmektedir.

Bizde ve dünyada en fazla israf edilen gençliktir. Elimizde bulunan,belki de dünyanın hiçbir yerinin bizim gibi sahib olmadığı böyle bir gençlik nimetine sahib olmamız ve böyle bir sermayeyi çok iyi değerlendirmemiz gerekmektedir. Zira,ne gençlik hakkıyla toplumdan istifade etmekte,ne de toplum gençlikten istifade edebilmektedir.

Bir nebze dokunduğum üniversite omuzuna, bir gençten,bin ah işittim. Belki de sabır gösterseydim,peş peşe binlercesini de işitecektim.

Matematikte bir problemin çözümünde takib edilecek sistem,sonuca gidecek ve götürecek doğru yolun takib edilmesiyle elde edilir.

Bunun gibi de;önce talebeye iş yeri ve alanı açılmalı,sonra fakülte ve bölümleri ona hazır edilmelidir.

Bir üniversiteyi kazanmak,okumak ve bitirerek bir iş elde etmek problem ise,problemi bütün bütün talebede aramak insafsızlık olur.

Üniversite öğrencilerinin problemleri derken,bu üniversite problem mi üretiyor acaba? diye akla gelebilir? Elbette hayır. Ancak problemleri çözüyor mu? sorusunda da durmak gerek. Ne derece –evet- denir. Ama şu anda rahatça –hayır-denebilir.

Çünki;eğer çözüyorsa bu problemler neden ve nereden kaynaklanıyor? Kimden ve nasıl kaynaklanmaktadır? Kusurda az-çok,büyük-küçük her kesin bir katkısı vardır.

Evvela gençliğin manevi değerlerle teçhiz edilmesi gerekir. Aksi takdir de buradan mezun olsalar da hayatta başarılı olamazlar. Hayat üniversitesi daha acımasızdır. Bitirilmesi daha zordur. Biz onu değil,oda bizi bitirebilir! Zira boşluk,boş şeyleri hatıra getirir.

Hem manevi boşluk,hem de işsiz olan bir genç;problemli olabilecek bir gençtir. İşi olmadığından kendine bir iş arayacaktır. Piyasada boş insan,boş-lara boş iş bulan insan,insanlık tarihi boyunca hiç eksik olmamıştır.

Böylece,üniversiteye hazırlanan bir gencin,hayat üniversitesine de hazırlandırılması gerekir. Ta ki kaybolmasın ve kaybetmesin! Bunun yolu da kıblenin tayininden geçer. Nereye? Nasıl? Ne şekilde yöneleceğini bilmeyen bir genç,her önüne geleni kendine kıble tayin edecek,kazanma yerine kaybedecektir.

Evet. Hayat üniversitesine,üniversiteye,üniversiteyi bitirmeye hazır mıyız? Bu ideal ve düşünce ilk okul son ve orta dönemden itibaren gence verilmeli,o gaye ile büyümeli ve yetiştirilmelidir.

Branşında iyi yetişmeli. Üniversiteti bitirdiğinde arayan değil,aranan olmalıdır.

Bin bir ümitle,anne-babanın her sıkıntıyı göze alarak,okuması için gönderdikleri Anadolunun saf evladına sahib olunmalıdır. Düştükleri ve düşecekleri bulanık sudan ,akılları ve kalbleri bulanmış olarak dönmeleri engellenmeli,ailelerin feryatlarına kulak verilmelidir.

Kazanamayanlar için şunu deriz;Hayat bu hayattan ve üniversiteden ibaret değildir. Kazanmaya çalışmalı,kazanamayınca ümitsizliğe düşmemelidir.

Üniversite hayatımızın birkaç yılını tutar. Ancak hayat üniversitesi bir ömür boyudur.

26-08-1996 MEHMET ÖZÇELİK




NEFİS MUHASEBESİ

NEFİS MUHASEBESİ

Nefis muhasebesi;gerçekte insanın hesaplı olması,hesabını bilmesi emektir.

İnsanın kendisini hesaba çekmesi,hata yapmamasına veya az hata yapmasına sebeb olur.

Her akşam kasasını çekip kar ve zararını hesaba çalışan bir esnafın zarar riski az demektir. Bir de buna ek olarak yıllık bilançosunu hesab etmesi,açıkları kapatıp,karları artırması o mesleğin düzenli ve dengeli gittiğinin bir göstergesidir.

Aksi takdirde bu durum nereye ve ne zamana kadar varlığını devam ettirebilir?

Dünya pazarına ticaret için gelen insanlar burada alış verişlerini yaptıktan sonra kendilerini gönderen Rabbı Rahimlerine kavuşacak,hesaba çekileceklerdir.

Âyette:”İnsan başı boş bırakılacağını mı zanneder?”[1] Elbette hayır. İnsan başı boş değildir. Yaptığı her amelinden sorguya çekilecektir. Çünkü;insan ipi boğazına sarılıp istediği yerde otlamak üzere başı boş bırakılmamıştır.

Âyette:”Kim zerre miktar hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktar şer yapmışsa onu görür.”[2]

Evet. Her yapılan iş bir hesaba ve muhasebeye tabidir. Ceza da amelin cinsindendir.

Her insan kendine sormalıdır. Tıpkı Hz. Ömer gibi:”Bugün Allah için ne yaptın?”

İman ve ibadetle geçen bir hayatta kaybedilen nedir? İmansız ve ibadetsiz bir hayatta kazanılan nedir? Biri neler kaybetmekte,diğeri neler kazanmaktadır?

Oysa mesele ters orantılıdır. Birincinin kazancı hem dünyada,hem de ahiret ve ahirette iken,diğerinin kazancı olsa olsa şüpheli bir dünya kazancıyla sınırlı kalır.

Oysa sonsuzu kaybedip sonlu ve hakiki olmayan bir şeyi kazanan kimse kazançlı sayılmaz.

Kendini hesaba çekmeme de kayıp vardır,bitip tükenme söz konusudur.

İnsan geçmişine bakmadan geleceğine ümitle ve emniyetle adım atamaz.

Şimdiye kadar neler yaptık,neleri yapmadık?Yapmamız gereken nelerdir?

“Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde bu dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.”Hakikatınca;ahirette, sonsuz hayatta bizi kurtaracak şeyler nelerdir? Bu uğurda neler yaptık? Kendimize sormamız gerekmez mi? Telafisinin lüzumu yok mudur?

Gerçekten biz nereden geldik,nereye gitmekteyiz ve bu dünyadaki vazife ve sorumluluğumuz nelerdir?

Ve bizi gönderen bizden ne istemektedir?

11- 10-1996

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Kıyame.36.

[2] Zilzal.7-8.




MİLLİ EĞİTİM EĞİTİYOR MU , ÜĞÜTÜYOR MU ?

MİLLİ EĞİTİM EĞİTİYOR MU , ÜĞÜTÜYOR MU ?

Şu geçen 10-15 sene içerisinde beni en çok sevindiren Bürokratik çevrelerde sık sık verilen içkili kokteylerin büyük çapta kalkması veya öyle görünür olması idi. Zira toplantı,şura gibi Türkiye’nin her tarafından Ankara ya çağırılan daire amirleri veya değişik kişiler,birbirlerini mecbur bırakarak “İşret alemleri” düzenlemekte,inancı zayıf olanlarda rahatlıkla bu sele kapılmakta idiler. Ancak bunların büyük çapta kalkması bu kesimi rahatlatmış idi.

Böylece insanımız hem manen,hem de madden korunmuş,ekonomi ve diğer alanlarda da bir mesafe alınmakta idi. 60 sene yerinde saymaya bedel,bir ilerleme kaydedilmekte idi.

İşte kimmiş ilerici,neredeymiş ilericilik?

Şimdiye gelince;devletin ve toplumun beyni ve kalbi durumunda olan Milli eğitim camiasında yaşanıyor. Oda geçmiş sefâhetler canlandırılırcasına…

Şöyle ki;Milli Eğitim bakanlığı 24-Mayıs-1995 Çarşamba günü saat 20’de bir kokteyl veriyor,tabii içkili. Oda”Endüstri Meslek Liseleri Türkiye Birinciliği Beceri Yarışmaları”adıyla…

O da;Ankara’nın göbeğinde,öğretmenlerden kesilmek suretiyle yaşatılan,yine tüm öğretmenlerin malı olan”Ankara Başkent öğretmen Evi”nde..

O da;kız-erkek öğrenci karışımı ve sarhoş kafayla gerçekleştirilmek suretiyle… Varın gerisini siz hesaplayın? Ne gibi rezaletler doğacaktır,siz düşünün?

O da;bunlar bir yarışma amacıyla oraya götürülen öğrencilerle beraber…

O da veliler çocuklarının başarıyla döneceklerini beklerken;bulanık kafa,kokan bir ağızla dönmüşlerdi.

O da;bu işler bakanlık seviyesinde,evlatlarımızı teslim ettiğimiz öğretmenler eliyle oluyordu.

Evlatlarımız üğüdülmeden önce,Milli eğitim eğitilmeye tabi tutulmalıdır.

Evet. 70 yıllık eğitimde evlatlarımız ne kadar eğitilmiş? Ne kadar üğütülmüş? Sormak ve Milli Eğitimin bu konuda kendisini sorgulaması gerek..

Yoksa daha çok okuruz şu sözleri”az gitti,uz gitti. dere tepe düz gitti. Birde baktı ki bir arpa boyu yol gitti.”

Son birkaç senedir bazı özel okulların başarısını milli eğitim değerlendirmelidir. Neden fertlerin arkasında olduğu okullarda başarı görülürken,koca bir devletin arkasında olduğu okullarda aynı başarı alınamamaktadır?

Sebebi ise;Eğitimle beraber terbiye ve maneviyat yüklü olmamasındandır. ne yeterli fen ilmi,ne de yeterli din ilmi..

Bize gelince işte bir çok örneklerinden birisi;”Anadolu Otelcilik Meslek Liseleri”bünyesinde,dersin adı”kokteycilik”yani nasıl içki tutulur,kısaca içki hizmetleri. Tabii bunun uygulaması bir yerlerde veyahut bir çok yerlerde uygulanmaya çalışılacaktır. tıpkı “Ankara başkent öğretmen evinde”,”Türkiye birinciliği beceri yarışmaları”nda olduğu gibi.

Evet.”Bar”dersleri. Buyurunuz. İçki sunmada göstereceğimiz maharetler. Ya diğer maharetler,onlar şimdilik rafta…

Bütün bunlar;batıdan gelecek turistlerin sefih olanlarını memnun etmek için,birkaç kuruş uğruna,sefihliği yaşamak ve uygulamak değil midir?

Beyler lütfen! Bizler vergilerimizi bu gibi yerlere harcanması için vermiyoruz. Evlatlarımızı bu okullara içkide maharet göstersin diye göndermiyoruz.

El-İnsaf. Koca bir okul ve eğitim kurumu,onun içinde –Kokteyl-ve –bar- dersleri ve onu öğrenen öğrenci ve öğreten öğretmen. tam bir tezat.

Birde okulların kapanma günleri olan son gün ve haftalarda;lise ve dengi okulların bazı öğretmenlerin öncülüğünde “Gece-Veda geceleri”tertipleri. Ayrı bir tip…

Geçmiş yıllarda yapılan rezaletler daha hala hafızalarımızdan silinmemiş iken;yeni bir kapı açmak,ona müsaade etmek ve göz yummak tam bir sorumsuzluk olmaz mı? İlgisizlik ve de hissizlik değil midir?

Milli Eğitim Bakanlığı,müdürler ve de öğretmenler,talebelerin babaları mesabesindedirler. Hiç baba evladını ateşe atar veya buna göz yumar mı? bana ne ,ne yaparsa yapsın ve böyle bir çılgınlığa karşı bî-gâne bakabilir mi?

Değerli eğitim camiası… Lütfen bu konularda dikkat ve hassasiyet gösteriniz. Bizlere şunu dedirttirmeyiniz;” Keşke şunlarda bir veda gecesi tertipleseler de,bizlere bir an evvel veda etseler,ayrılsalar,bu dünyadan!!”

Bu gün eğitimde yapılmak istenen prof. İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun da Gazi’nin huzurunda ifade ettiği gibi hedeflenen:”Din içtima-i bir müessesedir. Realitede yaşamaktadır. fakat devlet onu mekteblerinde öğretmeye mecbur değildir. devlet terbiyesinin karakteri ancak milli olabilir. İnkilap maarif müesseselerini laikleştirmelidir.”[1]

-İlk olarak eğitim seferberliğini 1834’de İstanbul Beyoğlunda Misyoner okulu,1952’de Harput misyoner istasyonunun,1859’da Harput Amerikan misyoner koleji (Fırat koleji) veya (Ermeni –protestan yetiştiren bu okula –Yeprad koleji-de deniliyordu.

Ermeni seferi[2] ve 1790-1834 yılları arasında Anadolu da 120’ye yakın Ermeni okulu bulunmaktaydı.

Ve 1900 yıllarına gelindiğinde İstanbulda 40,Anadoluda 813 ermeni okulu olup,mevcut öğrenci sayısı 80 binin üzerindeydi.

İmam-Hatipleri denetleme,müsamaha,kaldırma ve onlara gösterilen sertliğin,acaba kaçta kaçı bu Ermeni okullara veya rahibe ve papaz yetiştirilen okullara gösterilmektedir.

Gerçek eğitim hürriyeti Osmanlıdan ders alarak öğrenilmelidir.

Osmanlıda yabancı okulların toplam sayısı 10 bin,öğrenci sayısı ise yarım milyonu bulmakta idi.

Bugün biz bu özel okulu kendi vatandaşlarımıza vermiş ve de verebilmiş değiliz.[3]

Milli Eğitim eğitmeli,üğütmemeli.. Allah baştakilerin başlarına akıl,kalblerine iman versin. O zaman mesele kendiliğinden çözülür.

31-05-1995- MEHMET ÖZÇELİK

[1] Din-devlet İlişkileri.H.H.Ceylan. 1 / 157.

[2] Bak.Büyük İslam Tarihi. (Heyet) 1 / 11, 8 / 277-278.

[3] Bak.Zaman gaz.18-12-1993.




İNSANLIK KAPISI

İNSANLIK KAPISI

Her bir insanın bir insanlık kapısı vardır. Doksan dokuz kapısı kapalı da olsa,açık olan bir kapısı vardır İşte ona o kapıdan girmek,insanlığı o kapıdan ona sunmak gerektir.

Tıpkı kaleyi fethetmek için açılan bir gedikten içeriye girerek fethetmek gibi.Şairin:

Sur’da bir gedik açtık,

Mukaddes mi mukaddes.

Ey kahpe rüzgar,

Her nereden esersen es.

Marifet surda bir gedik açıp,açılan gedikten fethetmektir. İnsanlarda fethedilmeyi beklemektedir. Açık olan –İnsanlık Kapısı- girmeyi kolaylaştırmaktadır.

Nitekim elli veya daha fazla yılı dünyada iken küfürle geçen bir insan,bir anda kalbine doğan bir nur ve ışık ile iman etmektedir. Mesele o kapıyı bulup,oradan girerek tenvir etmededir.

Dünyada ısrarla çalışılmakta olan,açık olan insanlık kapılarını,neticede insanlığı ortadan kaldırmak ve kapatmak çabalarıdır. İşte tüm müstekreh şeyler bu insanlık kapılarının kapatılmasıdır. Dinler bu kapıları açık tutmayı amaçlamaktadır.

İnsani hayat giderse,yerini hayvani hayat alır. Onu bitkisel hayat takib eder ve onun akabinde camid,cansız ve ruhsuz hayat beklemektedir.

İnsanlık,kapısının açılmasını beklemektedir. İnsanlık dışı tüm menfi hareketler buna engel ve perde olmaktadır.

İnsanlığa insanlık hakim olursa,insanlar insanlığı insanca yaşar ve devam ettirirler.

İnsanlar bu dünyaya insan olarak gelirler. Hedef,mükemmel bir insan olarak gitmesidir. Kamil mertebe insanlığın zirve mertebesidir. Sonsuzluğa açılan bir kapı ve ilk adımdır.

Peygamber Efendimiz,bir çok insanlık kapısı kapalı olan Ebu Cehil’i bir çok defa ısrarla ziyaret edip,o insanlık kapısını çalarak,onu hakiki insaniyet olan İslâmiyete bıkmadan ve usanmadan,yapılacaklara aldırmadan davette bulunmuştur.

Tüm ızdırap ve meşakkatlere ve de ölüme kadar varan tehditlere rağmen insanlık kapısını çalmaktan vaz geçmemiş,o vaz geçene kadar…

Kalbin mühürlenmesi,insanlık duygusunun sönmesidir.[i] Zulüm olan zulümatın devreye girmesidir.

Karanlık işler karanlık insanların işidir. Karanlık ruhlar karanlıklardan hoşlanır.

Evet,insanlığın bittiği yerde insanlık dışı hal ve hareketler başlar.

Kötülüklerden değil,insanlığın bitişinden ızdırap duyulmalı.

Kayıb,kötülüklerin tırmanışında değil,insanlığın düşüşünde ve bitişindedir.

Tehlike,hayvanların dağdan inip şehri istila etmesinde değil,belki insanların dağ hayatını arzulama ve yaşamasında aramak gerektir. Çünkü hayvanlardaki hürriyet hayvanca bir hürriyettir. İnsanlar hürdürler ama yine Allah’ın kuludurlar.

İnsanın makamı hayvandan ne derece farklı ise,kulluk makamı da o derece farklıdır.

Dünyada bulunan her kes insandır ama her kes kul değildir. kulluk bir seviyedir,seviye ister. Dünyaya gelen her insan kulluğa namzeddir.

Açık olan insanlık kapısı,kulluğa açılan bir kapıdır.Kulluk yapısı insanlık kapısından girilerek yapılan şaheser mimari ir yapıdır.

İnsanlık kapısının açılması,açık tutulması tıpkı bir gül goncasının açılması,bir çekirdeğin ve tohumun neşv-ü nema bulması gibidir.

Görmeyen göz,işitmeyen kulak,tatmayan dil,çalışmayan kalb,düşünmeyen akıl,dumura uğramış vicdan,hayatsız bir cesed,kısaca iptal edilmiş bir tüm duygular,kapatılmış insanlık kapısının bir neticesidir. Onlara giden yollar, insanlık kapısından geçer.

İnsanlığın salahı ve refahı hakiki insanlıktan geçer. Hakiki insanlık da İslâmiyettedir.

Yaşasın İnsaniyet…Yaşasın İslâmiyet…Kahrolsun Hayvaniyet…Ölsün ve bitsin Dalalet,Cehalet,Sefâhet….

4-3-1995

MEHMET ÖZÇELİK

[i] Bak.Bakara.7.




İNSAN VE İSYAN

İNSAN VE İSYAN

İnsan isyana meyyaldır. Bu fıtratında mevcuttur. Yusuf Aleyhisselam:”Muhakkak ki nefis kötülükleri emreder. Ancak Rabbimin merhamet edip koruduğu müstesna..”der.[1]

Her insan nefis taşımaktadır. Nefis itibarıyla her insan şeytanın ve nefsin aldatmacasına maruzdur.

Kur’an-ı Kerim-de Alllah’a isyan 6,peygambere isyan 11 ve şeytanın isyanı emretmesiyle 9,alakalı olarak toplam 26 ayet-i kerime zikredilmektedir.

İnsan ve isyan ilk insan Hz. Adem ile beraber başlamış olmaktadır.

İsyansız insan,insansız dünya gibidir. Hadis-i Kudsi-de:”Eğer siz günah işlemeseydiniz,sizi götürür günah işleyen bir kavim getirirdim.”buyurulmaktadır.

Yan,;sorusuz ve imtihansız bir talebe düşünülemediği gibi,insanın yapısında da günah işleme özelliği konulmuş olmaktadır. Aksi takdirde günah işleme ve isyan etme özelliği olmayan melek gibi olurdu. Daha doğrusu makamsız ve mevkisiz olurdu.

İniş durumu olmayanın,çıkış alternatifi de olmaz.

Karanlık zatı itibarıyla çirkindir,eksikliktir. Ancak karanlık nurun,nurunu arttırır ve kıymetlendirir. Karanlık olmadan aydınlık anlaşılamaz ve bilinmez.

“Her şey zıddıyla bilinir.” Gece olmadan gündüz,,kötü olmadan iyinin,cehennem olmadan cennetin,isyan olmadan da hakiki insanın kıymeti bilinmez ve anlaşılmaz.

İsyan;hak ile batılın birbirinden tefrik edilip ayrıştırılmasına vesile olup,hakkın üstünlüğünü açığa çıkarıp,tebarüz ettirmektedir.

İsyan;tüm şeytani işlerin ve şeytani duyguların açığa çıkması ve çıkarılmasıyla beraber,Cenâb-ı Hakkın Celal ve Cemal,Kahhar ve Latif gibi isimlerinin tezahür ve tebarüz etmesine vesile olmaktadır.

Cehennem bile isyan kirleriyle kirlenmekte..tıpkı isyanla kirlenen kirli insanlar gibi…

“Zaman gösterdi ki cennet ucuz değil,cehennem dahi lüzumsuz değil…”

7-5-1995

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Yusuf.53.




MEHMET AKİF ERSOY VE HAYATI

MEHMET AKİF ERSOY VE HAYATI

Zor dönemin zorlu insanıdır Akif. O zor ve zorba dönem ki;yıkılışlar ve çökülüşler devresidir. Yıkılan asırlık çınarın,tohumunu toprağın karanlıkları ve basıcı havasına attığı dönemdir.

İşte Akif,o tohumun filizlendirdiği şahsiyettir. Mümtaz olup,ancak ne ilktir ne de son.

Bir cihetle;haşmetli maziyi ve onun bitişini hasretle seyreder ve haykırırken,diğer cihetle de parlak müstakbeli müjdeleyip,terennüm ederek ümid vermektedir.

Mağdur ve mazlum bir milletin dilidir Akif. Onların feryatlarının ve iniltilerinin sesidir o.

Millete gelecek her türlü zulüm zulmete göğsünü gererek siper etmektedir.”Siper et göğsünü,dursun bu hayasızca akın.”

O milletin çektiğini hisseder,yaşar ve yazar. Akıcı bir üslupla,sönmüş ruhları dahi ihtizaza getirecek şiir üsluplarıyla…

-Dr. Tahir Barçın’ın da ifadesiyle Akif;Fatih’deki Sarıgüzel semtinde bir evde (şimdiki Barçın apartmanının yerinde) 1290 (1878)’de dünyaya gelmiştir.[1]

Akif:”İlk terbiyemi annemden aldım.”der.[2]

Yani Akif,Mehmet Kaplan’ın ifadesiyle:”Kendisinden önce Türk edebiyatında kimsenin yapmadığı bir işi yapıyor. Mabede sokağı,dinin içine hayatı sokuyor.

İnzivasında insanların hallerini düşünen Yunus,bir gün:

“Kasdım budur şehre varam feryâd-u figan koparam.”der. Fakat şehirde değil,ruhun içinde dolaşır. Akif şehrin içine gerçekten giren ve feryâd-u figan koparan bir şairdir.”[3]

Hayatın dışına yitilen ve terk edilen İslâmı,hayatın içine alarak işleyen İslâmi bir hamiyete sahibtir.

Nitekim o,Venizelos’un oğlu Sofoklis Bursa’yı işgal eden işgal kuvvetlerinin başında iken edebsizce,Osman Gazi’nin sandukasına tekme ile vurup:”Kalkta milletini kurtar.”demesi haberi üzerine:”Taceddin Dergahında”,”Bülbül”adlı şiirinde şöyle feryâd-u figan eder:

Eşin var,âşiyanın var,baharın var ki beklerdin.

Kıyametler koparmak neydi ey bülbül,nedir derdin?

O zümrüt tahta kondun,bir semavi saltanat kurdun;

Cihanın yurdu hep çiğnense,çiğnenmez senin yurdun,

Bugün yemyeşil bir vadi,yarın kıpkızıl bir gülşen,

Gezersin,hânumânın şen,için şen,kainatın şen,

Hazansız bir zemin isterse,şayet rûh-i ser-bâzın,

Ufukları bûd-i mutlaklar bütün mahkumu-i pervâzın,

Değil bir kayde sığmazsın kanatlandın mı eb’ade,

Hayatın muhayyel gayedir ahrara dünyada,

Neden öyleyse matemlerle eyyamın perişandır?

Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurâşandır?

Hayır,matem senin hakkın değil…Matem benim hakkım;

Asırlar var ki,aydınlık nedir bilmez âfâkım!

Teselliden nasibim yok hazan ağlar baharımda;

Bugün bir hânumansız bir serseriyim öz diyarımda;

Ne hüsrandır ki,şarkın ben vefasız,kansız evladı,

Serâpa ğarba çiğnettim de çıktım hak-i ecdadı;

Hayalimden geçerken şimdi fikrim hercü merc oldu,

Selahaddin-i Eyyubilerin,Fatih’lerin yurdu,

Ne zillettir ki,nâkus inlesin beyninde Osman’ın,

Ezan sussun,fezalardan silinsin yad-ı Mevlanın!

Ne hicrandır ki;en şevketli bir mazi serab olsun!

Çökük bir kubbe kalsın mabedinden Yıldırım Hanın;

Şenaatlerle çiğnensin muazzam kabri Orhan’ın!

Yıkılmış hânumanlar,yerde işkenceyle kıvransın;

Serilmiş gövdeler binlerce,yüz binlerce doğransın!

Dolaşsın,sonra,İslâm’ın harem-gâhında nâmahrem…

Benim hakkım,sus ey bülbül,senin hakkın değil matem!”[4]

Akif’in o zamandaki ifadeleri hala tazeliğini muhafaza etmektedir. Balıkesir’de mücadeleci ruhuyla Zağnos Paşa camii civarında kalabalık halka şöyle sesleniyordu:

Cihan alt üst olurken seyre baktın,böyle durdun da

Bugün bir serserisin,deredesin kendi yurdunda.”ve

Ben böyle bakıp durmayacaktım,dili bağlı

İslâmı uyandırmak için haykıracaktım.

-Konya’da iken bir Konya’lı Akif’e”Biz Selçukluyuz. Bizden olmayan bir hükümetin yıkılmasından bize ne?”dediğinde üzüntüyle cevaben şöyle der:”Allah bir hükümeti zayıf bırakmasın. En büyük felaket budur. Hükümet zaafa düşünce her yer oğul verir.”

Bediüzzaman Hazretleri Akif’le ilgili olarak Emirdağ Lahikasındaki bir mektubta:”..Merhum Mehmet Akif gibi insaflı,Risale-i Nur gibi fevkalade takdir ve tahsin eden o muhterem ve merhum zatların hatırı için biz,İstanbul hocalarına dostuz,onlardan gücenmeyiz. İnşaallah bir zaman”Yirminci lem’a-i ihlas”kendini onlara okutturacak,o eski dostları da yeni dostlar yapacak.”der.[5]

Bir gün camiden çıkıp dağılan halka bakan Akif arkadaşı Nuri’ye:”Ne zaman bu camilerden şu dizlikli,poturlu hamallarla,küfecilerle beraber senin benim gibi yakalıklı,bastonlu beyler çıkarsa,o zaman bu millet adam olur.”der. Madde ile manayı birleştiren bir zattır o.

Bu insanların ve vatanın kurtuluşu, milletin derdiyle dertlenen,onların ateşiyle yanan ve inanç ateşini yakan Akif gibi insanlara ihtiyaç vardır. Onların yanmasıyla vatan ve millet yanmaktan kurtulur. Yani Ataullah Bahaeddin’in dediği gibi ki:”Odama girdim;kapıyı kapadım;ağlamaya başladım. O gün akşama kadar İslâmın garipliğine,müslümanların inhitatına (çöküş ve yıkılışına) ağladım,ağladım…” Bir kere ağlamak,üç kere çalışmak.

Akif o zamanın basınından da şikayetçidir. Eşref Sencer Kuşcubaşı’na yazdığı 18-Mayıs-1931 tarihli tarihli,müstehcen matbuat için şöyle der:”Nedir o matbuatın hali? Öyle resimler basılıyor,öyle hikayeler yazılıyor ki,bunları seyredebilmek,okuyabilmek için insanda edeb denilen,haya denilen devletliden zerre kadar nasibi olmamak icab eder.”[6] ve bunu 40 sene evvelinden değil yazmak,ağza almaktan çekinildiğini.”söyler. Ya şimdi?

Buda bir batılı ajanın;kendi ektikleri tohumların iki-üç asır sonra derileceğini,kendilerinin ise,kendilerinden önce ekilenleri derip topladıklarını söyler.

Yani şu zamandaki müstehcen neşriyat,taa o zamanki tohumların bir mahsulü,bir dikenidir.

Akif der:”İnsan iki şeyi bilmeli;biri haddini,diğeri de hesabını. Ben haddimi bilirim ama hesabımı bilmem.”

Safahat’da:”Akif,aruzun Mimar Sinan’ıdır. Sinan’ın,Şehzade camii,çıraklık;Süleymaniye,kalfalık;Selimiye,ustalık eseri olduğu gibi Akif’inde birinci Safahat,kendi sanatında yola çıkması;ikinciden beşinciye kadar olan Safahat,san’atında yürümesi;altıncı Safahat,sanatının dağ başına varmasıdır.”

İSTİKLAL MARŞI

Akif,milletin içinde bulunduğu durumu en güzel bir şekilde bilip,ona göre ruhunun derinliklerinden gelerek 48 saat içerisinde İstiklal Marşını yazar.

O’nu o zamana kadar bekletip yazdırmayan sebeb;bakanlığın müsabakayı 500 lira para mukabilinde açmış olmasından dolayıdır. Paraya da şiddetle ihtiyacı olduğu halde,para karşılığı olduğu için yazmaz.

Bakan Hamdullah Suphi’de (Tanrıöver) böyle bir şiiri ancak Akif’in yazabileceğini bildiğinden;Hasan Basri Çantay’ın tavassutuyla Akif razı edilir. Zira Hasan Basri paranın kalktığını,48 saatlik mühlet kaldığını belirterek,böyle ayakta hürmetle dinlenilecek,milletinin istikbalinin simgesi olan:”İstiklal Marşı”nın yazılmasında Akif razı,millet memnun edilmiştir. Diğer yerlerden bakanlığa gönderilen 700 küsur şiir ise kabul edilmemiştir.

NÜKTELER

-Dinsizliğiyle meşhur Abdullah Cevdet bir sabah hızla ve telaşla gitmekte iken Akif’le karşılaşır. Akif ona böyle nereye gittiğini sorduğunda cevaben:-Gazeteye;Ben bu vatanın öksüzüyüm-diye verdiğim halde –S- düşmüş,-Ben bu vatanın öküzüyüm.- diye çıkmış düzelttireceğim deyince Akif;telaşınıza gerek yok,isabetli olmuş,der.

-Kendisini küçük düşürmek için Baytar mısınız?-diye soran birisine;Evet,muayene mi olacaksınız?-der.

-Hasan Basri Çantay anlatır:” Hiç unutmam;Samih Rıfat Bey,üstadın sevmediği bir adamı koluna takarak-güya Akif’le barıştırmak için- onun bulunduğu bir yere getirmişti. Üstad o zatı karşısında görür görmez yayından boşanmış ok gibi dışarı fırladı. Bir daha dönmedi. Ben,bu yaptığının iyi olmadığını söylediğim zaman şöyle cevap vermişti:

“Evet,ayıp ettim. Samih buna meydan vermeyecekti. Benim o adamla bir zorum yok. Fakat mukaddesatıma sövdü o. Basri,Basri,o,benim evladımı öldürseydi belki affedebilirdim. Hânumanımı (yuvamı) söndürseydi,yine affedebilirdim. Daha ileri gideyim. İnsanların ortasında benim yüzüme tükürseydi yine vaz geçebilirdim;mademki bana gelmiştir ve onu aziz bir dostum getirmiştir. Fakat o,benim mukaddesatıma sövdü,mukaddesatıma sövdü!”(Akifnâme)

-Hasan Basri anlatıyor:”Bir akşam,bizi Ankara’da evine çay içmeye çağırmıştı. Biz tam gitmek üzere iken,o koşa koşa bize geldi,dedi ki:

“Bu akşam çayı sizde içeceğiz.” Tabii ben memnun oldum. Fakat bunun sebebini de anlamak isterdim. Sordum,gülerek dedi ki:

“Bizim odanın kilimini bir fakire vermişler…”

-27-Aralık-1936’da hakkın rahmetine kavuşur. Rahmetullahi aleyh.

Hepsi göçmüş,hani yoldaşlarının hiç biri yok!

Sen mi kaldın,yalınız kafileden böyle uzak?

Postu sermekse meramın yola,serdirmezler;

Hadi,gölgenle beraber silinip gitmene bak.

Akif’in son mısralarından:

Çöz de artık yükümün kör düğüm olmuş bağını

Bana çok görme ilahi bir avuç toprağını…

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Son devrin İslam akedemisi.Dar-ul Hikmetil İslamiye.S.Albayrak.sh.174,Yeni Nesil gazt.1-1-1982.

[2] Agg.28-12-1981.

[3] Şiir Tahlilleri. M. Kaplanç.sh.174.

[4] Sarıklı Mücahidler.K. Mısıroğlu.sh.357.

[5] Yeni Nesil Gazt.agg.31-12-1981.

[6] Tercüman Gazt.27-12-1985.




RAHMANIN ARŞI KALB

RAHMANIN ARŞI KALB

Hadis-i Kudsi’de:”Ben yer ve göğe sığmadım,mü’min kulumun kalbine sığdım.”buyurulur.

Allah Kainatı Arş’dan idare eder.[1] genel tasarruf merkezidir arş. Kalb ise,ilahi tecellinin,ma’rifetin,imanın arşıdır. İlahi tecellinin mü’mindeki tasarruf mekanizmasıdır kalb…

Tecelli zattan varlıklara doğru gelir ve olur. Ma’rifet ise eşyadan zata doğru olur.[2]

Yani;-Heme Ost –Her şey O,değil,-Heme Ezost-dur,Her şey O’ndandır. O’ndan eşyaya,eşyadan O’na gidiş farkı.

Kalb;yöneldiği yere yani kabile,mukabil bulunduğu duruma göre ad almaktadır. İman,salihat ve küfür,fısk,fücur gibi tavırlar kalbin aldığı veya takındığı tavrın adıdır. Kalb sadece buna aynalık yapmaktadır.

Tecelli;kalbe göre tecelli eder,şekil alır,kesifleşir,kokar veya kokuşur. Güneşin doğmasıyla bazı maddelerin taaffun edip,kokuşması gibi… Eşyanın değişik şekillerde görülmesi;eğrilik ve doğruluk güneşin doğmasından dolayı değildir,belki o eşyanın yapısından kaynaklanmaktadır.”De ki:Herkes,kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar.”[3]

İlâhi tecellinin esma ile tezahür etmesiyle,Cemal’de,Celal’de tecelli etmekte,görünene göre,edilen doğrultusunda tecelli etmekte,tecelliye göre de şekil almaktadır.

“Allah kimin gönlünü İslâma açmışsa o,Rabbinden bir nur üzerine olmaz mı?”[4]

Sadır yani Kalb o nurla görür ve o nurla görülür.

Kalb;melekut ve metafizik alemindendir. Akıl ise,kalbin bu alemdeki sözcüsüdür.

İnsan; burayı,madde alemini temsil eden akıl ve metafizik alemi temsil eden kalbin tezevvücünden tevellüd etmiştir.

Akıl Hikmet üretirken,kalb hakikat üretir. Kalb hakikatı temsil eder.

Akla giren bilgi,kalbden marifet olarak çıkar.

Kalb,Allah’ın nüzul ettiği makam. Tenezzülatı ilahi. Kalbler Ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur.”[5] Kalbin tatmin merkezi. Kalb O’nsuz olamıyacağı gibi,O’da kalbsiz bilinmemekte ve görünüp anlaşılmamaktadır.

Kalb ebediyet boyutlarında uçarken,akıl ayağıyla yürür,kanatsızdır,uçamaz.

Kalb,sonsuz olan Allah’ı içerisine alırken,akıl zorlanmakta,ihata edememekte,duvarlarını zorlamaktadır.

Akıl dünya eşyasıyla avunabilirken,kalb dünyaya aid şeylere teveccüh etmemektedir.

Vahiy;akıl eliyle kalbe sunulur. Kalb vahiyle beslenir. Vahiy,aklın elinden tutup,gidemeyeceği karanlık ve aşılmaz noktaların aşılmasında yardımcı olur. Mücerred akıl kördür. Vahiy onun gözüdür. Akıl da vahyin ayağıdır. Hayatın devamı,göz ve ayağın beraberliğiyle sürdürülebilir.

Hakikatlar kalbin mahsulüdür. Kalbsiz hakikat,hakikat değildir.

Evliyanın terakkisi kalb iledir. Allah’a yakınlık ve Allah’ın yakınlığı yani Kurbiyet ve Akrebiyet kalb iledir.

Akıl filozofları doğururken,kalbde peygamberleri netice verir. İkisinin birleşmesiyle hikmet sahibi hakimler ortaya çıkar. “aklı aydınlatan fen ilimleridir,kalbi aydınlatan din ilimleridir. İkisinin birleşmesiyle hakikat tecelli eder.”

Kalb fıtrattır,fıtrat İslâmiyettir.

Barajın türübünleri kalbi temsil eder. Baraja gelen sular vahyin güç kaynağıdır. Işık ise,akıl ve organlardan çıkan enerjilerdir.

Organlar kalbde beslenirler.

Mehmet Feyzi Efendi der:”Kalb,ruhla cesed arasında bir berzahtır.”[6]

Gerçek hayata giden yol kabirden geçer. Cesed kalbin kabridir. Orada terbiye edilmektedir.

Kalb,vücudun sultanı,iç ve dış organlar onun azalarıdır.

Kalb,sürekli maneviyatla beslenirse gelişir,büyür,kuvvetleşir,görüş boyutları artar. ötelerin ötesine geçebilir. Kalb için bir mani yoktur.

Kalbin Allah’a vesileliği duadır. Temizlenmesi ise Tevbe ve İstiğfardır. Tevbe zahiri günahı işlemekle olması beklenilmez ve şartda değildir. Amaç tevbe ile O’na yönelmek,Tazarru ve Niyazda bulunmaktır. Efendimiz(ASM):”Ben günde 70 defa Tevbe ediyorum.”derken,masum oldukları bilindiği üzere,Tevbe ile her gün 70 mertebe kalbin terakkisine,Allah’a olan yakınlığa vesile oluyorum,demektir.

Hadis mucibince;İşlenilen her bir günah (bir sis ve bulut gibi kalbin üzerinde) bir leke oluşturur. (Tevbe ve istiğfar ile) İzale edilmediği takdirde o büyür. tevbe onu siler. Kalb iyi olduğu zaman bütün vücutta iyi olur. O kötü olduğu zaman bütün vücutta kötü olur.

Hadiste:”Günah;kalbinde tereddüt oluşturan şeydir.”buyurulur.

Haramlar kalbi kasavetleştirir.[7]

Takva;Kalbin safiyetidir. Kirlerden korunması ve arınmasıdır.

Peygamberimiz duada:”Ey kalbleri çeviren Allahım! Kalbimi dinin üzere sabit kıl.”[8]

Hadiste:”Kalbler,Rahmanın iki parmağı arasındadır. Onları istediği gibi çevirir.”[9]

Kalb,maddi kanı vücuda pompalayıp hayatı sağladığı gibi,maddi yönüyle de Çam kozalağı özelliğinin ötesinde manevi ve ebedi hayatın hayatını idame etme özelliğine sahibdir. O bir latife-i Rabbaniyedir.

Kalb;kelime anlamı itibariyle, sabit olmayıp,halden hale değişmesi ve dönüşmesi demektir.

Dünyada her an kıbleye dönük olarak namaz kılınmaktadır. Dünyanın dönmesi,kıbleyi ters tarafa çevirmez. Hep aynı sabit kalır. Kalb’de kıblesi olan ma’rifetullah yönünde devamlı dönmektedir. Rıza-i İlahiye uygun olmayan her şey onu kıbleden çevirmede etkili olur. Namaz da kıble nasıl esas ise,kalbin kıblede kalması esastır.

Evlilikte de esas olan eşin;Kalbe mukabil aynalık yapan,karşılığını bulan bir kalb olmasıdır.

Maddi kalbin durmasıyla ,manevi kalb varlığını devam ettirir. Duran onun maddi cihetidir.

İbadet ve maneviyat kalbi beslerken,[10] günahlar onu zayıflatır,hırpalar. Neticede vahim bir sonuç olarak;”Kalbin mühürlenmesine”[11],manevi hayatının bitmesine neden olur. Kalp yani bozuk,geçmez bir para gibi olur.

Kalb bilgisayarın Hard Diskidir. Bilgi ve beceri ile Word’a alınan bilgiler hayat monitöründe yansır. Virüsler;kalbin hastalıkları,[12] onun eğriliği,[13] katılığıdır.[14] Günahlar çoğaldıkça,virüsler artar.[15] Proğramları anlamsızlaştırır ve bozar.[16] Kalbleri bilen Allah,[17] devamlı onu temizlemeyi diler.[18]

İman kalbe aid bir duygudur. Dilin söylediğinin kalb tarafından onaylanması gerekir. Münafık ağzıyla söyleyip,kalbiyle onaylamaz.[19]

Kur’an-da kalble ilgili bir çok ayet mevcuttur.

Şeytan içten elde ettiği nefis ile,bütün kuvvetiyle kalbe hücum eder.

Allah kalbi yüceltmeyi amaçlarken,şeytan onu yıkmayı hedefler.

Sevgi-İman-Merhamet gibi tüm güzellikler kalbin meyvesidir.

Kalb çekirdeği ve onun açılmış hali olan ağacı,İslâmiyet ile sulanırsa gelişir,cennet ve Cemalullah gibi neticeleri netice verir.

Kalb dünyaya kalıbını almak üzere gönderilmiştir.

Ana trafo olan kalb Allah tarafından irade edilmiş,onun vesileliği ile Allah ve insan arasında irtibat tesis edilmiştir. Allah,kalbi kendisiyle irtibatlandırmıştır. Bu bağın kopması demek,dünyadan yer çekimi kanununun kalkmasıyla fezada,boşlukta uçarken,kalbin kopukluğu yokluğa doğru gidişe neden olur.

Bu durumda Allah’ın rahmeti devreye girerek,onu yokluktan kurtarır,cehennem ile bağlar.

Namazın şartı istikbali kıble,fesadı ise kıbleden çevrilmedir. Kalbin hayatı Allah’a yönelme iledir,fesadı ise yönün çevrilmesi ve bağın kopmasıdır.

Günahlar şeytanın avlayıp yakalamak için kurmuş olduğu tuzaklar ve oltalardır.

Lümme-i Şeytaniye;doğrudan şeytanın aldatmak ve kandırmak üzere süsleyerek insan kalbine atmış olduğu şüphe ve vesvese gibi aldatıcı,şaşkın kılıp ayak kaydırıcı fısıltılarıdır.

Allah buna karşı melek ilhamıyla koruma altına alır,muhafaza eder.

Büyük insan olan kainatta arş ve onun büyüklüğü ile beraber merkeziyyet özelliği ne ise;küçük kainat olan insanda da kalbin özelliği ve önemi odur.

Küçük kainat olan insanın kalb sarayında oturan ruh sultanı aklın vezirliğiyle,duyguların yardımcılığıyla dünya bahçesinden ma’rifet çiçeklerini dermektedir.

Eserlerinde kalbe büyük önem veren Bediüzzaman Hazretleri özetle şöyle bahseder:

Kalbin hasseleri olan vazifeli latifelerden akıl,ruh,sır,nefis gibi duygularla beraber Kamil bir insan olabilmenin yolu;

“Eğer insan yalnız bir kalbten ibaret olsaydı; bütün mâsivayı terk, hattâ esma ve sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenâb-ı Hakk’ın zâtına rabt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letâifi ve hassaları vardır. İnsan-ı kâmil odur ki: Bütün o letaifi; kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubudiyette, hakikat canibine sevk etmek ile sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle kahramanane maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ızdırardır.”[20]

Tarikatta kalbi işlettirmekle amaçlanan;” zikr-i kalbî ile ve tefekkür-ü aklî ile kazandığı teveccüh ve huzur ve kuvvetli niyetler vasıtasıyla, âdetlerini ibadet hükmüne çevirmek ve muamelât-ı dünyeviyesini, a’mal-i uhreviye hükmüne getirip sermaye-i ömrünü hüsn-ü istimal etmek cihetiyle, ömrünün dakikalarını hayat-ı ebediyenin sünbüllerini verecek çekirdekler hükmüne getirmektir.”[21]

Kâmil insanın seyri:” Seyr-i sülûk-u kalbî ile ve mücahede-i ruhî ile ve terakkiyat-ı maneviye ile, insan-ı kâmil olmak için çalışmak; yani hakikî mü’min ve tam bir müslüman olmak; yani yalnız surî değil, belki hakikat-ı imanı ve hakikat-ı İslâmı kazanmak; yani şu kâinat içinde ve bir cihette kâinat mümessili olarak, doğrudan doğruya kâinatın Hâlık-ı Zülcelaline abd olmak ve muhatab olmak ve dost olmak ve halil olmak ve âyine olmak ve ahsen-i takvimde olduğunu göstermekle, benî-Âdemin melaikeye rüçhaniyetini isbat etmek ve şeriatın imanî ve amelî cenahlarıyla makamat-ı âliyede uçmak ve bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir.”[22]

“İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlas altında İslâmiyet ile iska edilmekle imanla intibaha gelirse, nuranî, misalî âlem-i emirden gelen emr ile öyle bir şecere-i nuranî olarak yeşillenir ki; onun cismanî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılab edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır.”[23]

“Kalbin umûr-u dünyeviye ile kasden iştigal etmek için yaratılmış olmadığı şöylece izah edilebilir:

Görüyoruz ki, kalb hangi bir şeye el atarsa, bütün kuvvetiyle, şiddetiyle o şeye bağlanır. Büyük bir ihtimam ile eline alır, kucaklar. Ve ebedî bir devamla onun ile beraber kalmak istiyor. Ve onun hakkında tam manasıyla fena olur. Ve en büyük ve en devamlı şeylerin peşindedir, talebindedir. Halbuki umûr-u dünyeviyeden herhangi bir emir olursa, kalbin istek ve âmâline nazaran bir kıl kadardır. Demek kalb, ebed-ül âbâda müteveccih açılmış bir penceredir. Bu fâni dünyaya razı değildir.”[24]

“Aklım yürüyüş yaparken, bazan kalbimle arkadaş olur. Kalb zevkiyle bulduğu şeyi akla veriyor. Akıl bervech-i mutad bürhan şeklinde bir temsil ile ibraz ediyor.”[25]

“İşte Kur’an-ı Hakîm, şu manayı ihtar ile şöyle bir ders veriyor ki, der: Ey Benî-İsrail ve ey Benî-Âdem! Kalb katılığı ve kasavetinizle öyle bir Zât-ı Zülcelal’in evamirine karşı itaatsizlik ediyorsunuz ve öyle bir Şems-i Sermedî’nin ziya-yı marifetine gafletle gözlerinizi yumuyorsunuz ki, Mısır’ınızı Cennet suretine çeviren Nil-i Mübarek gibi koca nehirleri, âdi camid taşların ağızlarından akıtıp mu’cizat-ı kudretini, şevahid-i vahdaniyetini o koca nehirlerin kuvvet ve zuhur ve ifazaları derecesinde kâinatın kalbine ve zeminin dimağına vererek, cin ve insin kulûb ve ukûlüne isale ediyor. Hem hissiz, camid bazı taşları böyle acib bir tarzda mu’cizat-ı kudretine mazhar etmesi; Güneşin ziyası Güneşi gösterdiği gibi, o Fâtır-ı Zülcelal’i gösterdiği halde, nasıl onun o nur-u marifetine karşı kör olup görmüyorsunuz?”[26]

“Hem meselâ: Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın bir mu’cizesine dair:

“Allah’ın izniyle, anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:49.

Kur’an, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibaa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbanîye, remzen tergib ediyor. İşte şu âyet işaret ediyor ki: “En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî-Âdem! Me’yus olmayınız. Her dert, -ne olursa olsun- dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.” Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim. Biri, manevî dertlerin dermanı; biri de, maddî dertlerin ilâcı… İşte ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi, onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette ararsan bulursun.”[27]

“Bir harfte meselâ “kalb-i beşer”de şu âlem-i kebirin safahatında tecelli ve ihata eden bütün esmanın âsârını göstermek”[28]

“Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır. Hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan, kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istila …….Samed âyinesi olan bâtın-ı kalb ile sanem-misal dünyevî mahbublara perestiş etmek, o mahbubların nazarında sakildir ve istiskal eder, reddeder. Zira fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehvanî sevmekler, bahsimizden hariçtir.)”[29]

“Kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak; ne kadar geniş bir daire-i hayatları var. Senin için meyyit olan mazi, müstakbel; onlar için haydır, hayatdar ve mevcuddur.”[30]

“Âyine-i kalbe uzanan bir nisbet-i Rabbaniye ile bir tezahürdür ki; herkes istidadına ve tayy-ı meratibde seyr ü sülûküne, esma ve sıfâtın tecelliyatına nisbeten cüz’î ve küllî o Şems-i Ezelî’nin nuruna ve sohbetine ve münacatına mazhariyeti var. Galib-i esma ve sıfâtın zılalinde giden velayetlerin derecatı bu kısımdan ileri gelir.”[31]

“Ve o kâinatın meyvesi olan insan, şu kesret-i mevcudat içinde, vahdeti gösterdiği gibi; kalbi dahi, iman gözüyle kesret içinde sırr-ı vahdeti görür.”[32]

“ kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünki bâtın-ı kalb, âyine-i Samed’dir ve ona mahsustur.” Allahım! Bizi Senin muhabbetinle ve bizi Sana yaklaştıracak şeylerin muhabbetiyle rızıklandır.

”de.”[33]

“ İmanın yeri kalbdir; dimağ ise oluyor ma’kes-i nur-u iman.”[34]

“ insanın kalbi binler âlemin harita-i maneviyesi hükmündedir.”[35]

“Makine-i insaniyenin merkezi ve zenbereği olan kalbi, tarîkat vasıta olup işletmesiyle ve o işletmekle, sair letaif-i insaniyeyi harekete getirip, netice-i fıtratlarına sevk ederek hakikî insan olmaktır.”[36]

“Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor.”[37]

“Kebairi işlemek, imansızlıktan gelmiyor, belki hiss ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlubiyetinden ileri gelir.”[38]

“ Sual: Şeytanın kalbinde marifet var mıdır?

Cevab: Yoktur. Çünki san’at-ı fıtriyesi iktizasınca, kalbi daima idlâl ile telkin için, fikri daima küfrü tasavvur etmekle meşgul olduğundan, kalbinde veya fikrinde boş bir yer marifet için kalmıyor.”[39]

“Kalb imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sâni’i arayan ve isteyen ve Sâni’in vücudunu delailiyle ilân eden, kalb ile vicdandır. Zira kalb, hayat malzemesini düşünürken, en büyük bir acze maruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik emellerinin tenmiyesi (nemalandırmak,arttırmak) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramaya başlar. Bu noktalar ise, iman ile elde edilebilir. Demek, kalbin sem’ ve basara hakk-ı takaddümü vardır.”[40]

“Ve keza o kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil eder. Ve Vâhid-i Ehad’den başka merkezinde bir şeyi kabul etmiyor. Ebedî, sermedî bir bekadan maada bir şeye razı olmuyor.”[41]

“İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlas altında İslâmiyet ile iska edilmekle imanla intibaha gelirse, nuranî, misalî âlem-i emirden gelen emr ile öyle bir şecere-i nuranî olarak yeşillenir ki; onun cismanî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılab edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır.”[42]

“Evet iman kalbde, kafada daimî bir manevî yasakçı bıraktığından fena meyelanlar histen, nefisten çıktıkça “yasaktır” der, tard eder kaçırır. “[43]

“Evet insanın fiilleri kalbin, hissin temayülatından çıkar. O temayülat, ruhun ihtisasatından ve ihtiyacatından gelir. Ruh ise, iman nuru ile harekete gelir. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeğe çalışır.”[44]

17-2-2001

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Allah’ın arşı İstivası. Hak Dini Kur’an Dili. E.Hamdi Yazır. 1 / 290, 3 / 2175-2177, 4 / 2758, 6/ 4190, 7 / 5171, 8 / 5323,İmam-ı Malik’in İstivayı izahı. 3 / 2180, Kürsi-Arş hakkında Hadis., 2 / 854-856. Arş;Selefiyyece,Allah’ın Arşa istivasına inanmak farz,mahiyeti hakkında soru sormakta bid’attır. İlmihal. İSAM. 1 / 24.

[2] Bak.Feyizli sözler. Rafet Küllüoğlu.47-48.

[3] İsra.84.

[4] Zümer.22.

[5] Ra’d.28,Enfal.10,Al-i İmran.126.

[6] Feyizler.(V) M.Özdağ.191.

[7] Kütüb-ü Sitte. prof.İ.Canan. 12 / 323.

[8] Age. 10 / 289, 17 / 500.

[9] Age. 10 / 289, 17 / 500.

[10] Ra’d.28,Nahl.106.

[11] Bakara.7,Ğafir.35.

[12] Bakara.10,Ahzab.32,Tevbe.125.

[13] Bakara.93.

[14] Bakara.74,Al-i İmran.159.

[15] Bakara.283.

[16] A’raf.179.

[17] Ahzab.51.

[18] Ahzab.53.

[19] Al-i İmran.167,Maide.41,Enfal.49.

[20] Sözler.B.Said Nursi.sh.495.27.sözün zeyli.3.sualin cevabı.Osmanlıcası.sh.167.

[21] Mektubat.440

[22] Mektubat.440-441.

[23] Mesnevi-i Nuriye.107.

[24] Age.109-110.

[25] Age.220.

[26] Sözler.251.

[27] Age.255.

[28] Age.295.

[29] Age.358.

[30] Age.474.

[31] Age.562.

[32] Age.614.

[33] Age.640.

[34] Age.732.

[35] Mektubat.443.

[36] Age.456.

[37] Lem’alar.9.

[38] Age.77.

[39] İşarat-ül İ’caz.67.

[40] Age.77.

[41] Mesnevi-i Nuriye.117.

[42] Age.117.

[43] Hutbe-i Şamiye.76.

[44] Age.76.