Dev Arşiv

2

3

4

dev arşiv1




Ziyaretçi Defteri

http://www.defter.gen.al/d/tesbitler/yaz/




SİTEMİZ TÜM DİLLERDE

Sitemiz tüm dillerde




Sitene Radyo Ekle

RADYO LİNKİ




TÜRKİYE ÇEMBERİ

TÜRKİYE ÇEMBERİ

ABD üst ve altımızı oyuyor.Türk cumhuriyetleri ve Asya ülkeleri ile olan bağlantı kopuklukları bunu göstermektedir.

Türkiye bir asırdır ki içi boşaltılmaktadır.Şimdilerde ise altı boşaltılmaktadır.Irak,İran,Suriye,Lübnan,Kırgizistan,Afganistan ve içte yapılmakta olan olaylar bunu teyid etmektedir Çevremizde de sürekli bir değişikliğe gidilmekte,kurdukları rejimleri şimdilerde değiştirmektedirler.

Türkiye stratejik bir ülke olup,ABD maceracı,maceraperest bir ülkedir.

Türkiye harici ellerle sürekli karıştırılmaktadır.Nitekim GEORGE Soros:” Mesleği spekülatörlük, para sihirbazlığı… Ancak o, sadece ekonomiyle değil, iktidarlarla da oynuyor. Ukrayna ve Gürcistan’ın ardından, Kırgızistan’daki sivil darbenin gerisinde de yine o ve kurduğu vakıflar var.

60 ülkede kurduğu vakıflara 5 milyar dolar aktaran Soros’un Türkiye’de harcadığı para ise 5 milyon dolar. Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan’daki gelişmeler sonrası eski Sovyet cumhuriyetlerinde endişeli bekleyiş hâkim.”[1]

Bunlarda demokrasi adına ve Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde yürütülmektedir.

30 bin insanın öldüğü PKK teröründe terörist başı Abdullah Öcalan itirafında şöyle diyor: “Lübnan’da bulunduğumuz süreçte ASALA ile görüştük. ASALA’dan Mafyan (K) ile görüştük. Kendilerine göre kapalı bir yapıları vardı. Bizle ortak eyleme girmiyorlardı. ASALA 1983 yılında dağılma sürecinde idi. İkiye ayrıldılar. Bekaa’da birbirlerini vurdular ve örgüt, örgüt olmaktan çıktı. ASALA daha çok Kurtuluş Örgütü ile ilişkiliydi. Onlarla ilişkileri sonucu parçalanma oldu. ASALA’nın bize verecek adamları yoktu. Bunların bizim eğitimimize de ihtiyacı yoktu. Yıllarca FKÖ içerisinde eğitim görüyorlardı. Bunların bize yardım edecek ne paraları, ne de kadroları vardı.”

“ASALA ile görüşmelerimizde, kendi Ermeni iddialarını getiriyorlardı. Ermeni katliamında Kürtler’in de rolü olduğunu, Van, Bitlis, Diyarbakır, Dersim, Erzincan, Artvin illerinin Batı Ermenistan olduğunu söylüyorlardı. Harita anlaşmazlığı yüzünden ilişkilerimiz koptu.”

“Uzun bir süre temas kuramadık. Ancak Avrupa üzerinden kiliselerin ve zengin işadamları vasıtasıyla mali destek sağladılar. Buna karşılık metropollerde eylem yapmamızı istediler. Bu isteklerini genelde Yunanistan bahsinde değineceğim kişiler vasıtasıyla ilettiler.”[2]
Hasta adam olarak nitelendirilen Osmanlı içte çıkarılan isyanlar ile,Sultanın kötülenmesi ve saldırıya maruz bırakılması ile,Katliamlar,Ermeni gibi her devletin ölecek adamdan bir şeyler koparma sevdası içdeki yıkılışı daha da hızlandırıyordu.

Nitekim ondan sonra da 4 defa yapılan iç ihtilaller ile sekteye uğratılarak,milletin dik durması engelleniyordu.

Hesaplar ve hesap sahiblerinin hesaplarının uzun ve değişik olması bu zor gidişi daha da zorluyordu.

Nitekim Selanikten göçen Yahudiler ve Sabataistler bu emellerini gerçekleştirmek için devletin önemli kademelerini ele geçirdiler ve de etkili oldular.

Soner Yalçın Efendi adlı kitabında;”Selanik bir Yahudi ve Sabataist kentiydi.Balkanların Kudüsü olarak biliniyordu.

Selanikin nüfusu 90 bindi.Bunların 50 bini Yahudi ve sabataist idi.

Büyük gazetelere gelince,Bunlarda Yahudilere aittir.”[3]

“Gazeteci-Yazar Cengiz Çandar, AKP’lilere verdiği konfe-ransta ‘’kendisinin CIA ve Mossat’ın ajanı olduğunu” savundu.

AKP Ankara İl Başkanlığı Siyaset Akademisi faaliyetleri kapsamında konferans veren Çandar, konuşmasına, ‘’CIA ve Mossat’ın ajanı olduğumu, ABD’den para alan gazeteci-lerden olduğumu bilin, beni öyle dinleyin’’ diyerek başladı.”[4]

Atatürkün hanımı Latife hanım da dönmedir.

1.dünya savaşına girmemize sebeb olan Mithat paşa Yahudi bir aileden gelmektedir.”1889 yılında yayımlanmış olan Edvaro Drumont’un La France Juwe adlı kitabının 1.cildinin 113 sayfasında Yahudilikten geldiği ileri sürülmektedir.Bu kitapta Mithat Paşanın annesinin Macaristanlı bir hanım olduğu yazılmaktadır.”[5]

” Ünlü Türkçü Nihal Atsız da pek çok yazısında Dönmeliğe atıflarda bulunur. Mesala Orhun dergisinin 12 Mart 1934 tarihli nüshasında Yunus Nadi’den aşağı olmamak üzere, “Yahudi iki türlüdür. Biri asıl Yahudidir, bu dilinden tanınır. Biri de Yahudi dönmesidir. Bu dilinden tanınmaz. Bunu tanımak için yüzünün mütereddit Yahudi hatlarına dikkatle bakmak lazımdır. Yahudiyle Yahudi Dönmesi’nin hiçbir farkı yoktur, Biri ‘biz Yahudiler’ derse öteki de ‘siz Türkler’ der” diyerek noktalar sözlerini.”

Varlık vergisinin konulmasının bir sebebi olarak;Türkiyede bulunan Yahudilerin israile gidişini sağlamak,bunu imzalayanların üçünün dönme ve üçünün de mason olduğu ifade edilir.[6]

Şu bir hakikattır ki;Türkiye durulursa,kendi içinde uzlaşma ve mutabakata varırsa,İslam ülkeleri için demokrasi de model olabilir.

Üç yıldır istikrarı yakalamaya çalışan şu An ki Türkiyede,Cumhurbaşkanının çıkışları ve hükumetle zıtlaşmaları,Genelkurmay başkanı Hilmi Özkök’ün,Türkiye İslam memleketi değildir,sözleri,Anayasa başkanı Buminin,tüm uzlaşma çabalarına rağmen başörtüsünün meclisde de kabul edilse kabul edilemez olduğunu ifade eden hukuk dışı ifadeler hep bu istikrarı sarsmaya ve bozmaya yönelik bilinçli veya bilinçsiz çabalardır.

Belikli birileri düğmeye basmış olup,her zamanki kızdırılan temcid plavına benzemektedir.Bıktırmakta ve kokutmaktadır.

Asıl uğraşılması ve görülmesi gereken ise;” Kemal Uzan, şirketlerine el konulmadan önce iki bürokrata, “Arkamda paşalar var. Bana bir şey yapamazlar. AK Parti, asker şapkasını görünce kaçar” dedi. Baba Uzan, şirketlerine el konulmadan önce iki bürokrata, “Arkamda paşalar var. Bana bir şey yapamazlar. AK Parti, asker şapkasını görünce kaçar” dedi. Yeni Şafak Gazetesi Yazarı Şamil Tayyar, firari sanık Kemal Uzan’ın 23 Nisan 2003 yılında birkaç bürokratla yaptığı ileri sürülen görüşmeyi köşesine taşıdı.”[7]

Bizde yapılmakta olan ya ifrat veya tefrittir.Tıpkı Tedavi edilmeden salınan hastalar gibi,ıslah edilmeden salınan mahpuslarda aynıdır.

İnsanların ıslahı için çaba gösterilmemiş,onları kontrol edecek iman cihetinde bir çaba gösterilmemiş adeta bataklıklar kurutulmadan sineklerle uğraşılmıştır.Kenan Evrenin, “Asmayalım da besleyelim mi?” diyerek çözüm ihtilallerde ve asmalarda aranmaya çalışılmıştır.Bu ise milleti en az 30 yıl geriye götürmüştür.

Üstad Eşref Edibe:”Eşref bey,ben bu millete hıyanet edenleri araştırdım. Bunların hiç birisinin aslı Türk değil.”[8] Demiştir.

Zübeyir ağabeynin itidali dem-i (soğuk kanlılık,paniğe kapılmama)tarifi:”Bir gün İspartada Üstadımız ile birlikteydik.Üstadımız sohbet sırasında bir ara buyurdu ki;Şimdi Fransızların ve İngilizlerin uçakları gelse,burayı bombardumana tutsalar,(o sırada ayak ayak üstüne attı ve) ‘Zübeyir bana bir kahve yap’derim.İşte

itidali demi böyle anlayacağız.”[9]

Üstad:”Bir insanın İslamiyete düşmanlığı yüz ise onu doksandokuza indirmek hizmettir,hatta yüzbire çıkartmamak dahi hizmettir.”[10]

İslam dünyasındaki yanlış düşüncelerin içimizde yer bulması,bazı İslamcı yazar geçinip toplumun inancına ve düşüncesine muhalif hareket eden ölçüsüz kimselere itibar edilmesi,dini boşluğun bir tezahürüdür.Bu da toplumdaki sarsıntılara sebeb olmaktadır.

Bediüzzaman hayatı boyunca halkın bilinçlenmesi yönünde çalışmış,devletten bir şey beklememiştir.Onlar için sadece,Başlarında akıl,kalblerinde iman olsun yeter duasında ve temennisinde bulunmuştur.

Böylece Mehdi de gelse,İsa da gelse idareci,devlet başkanı olarak mı gelip iş yapacak?Elbette değil ve hayır.O halde oralarla iş bitmediği gibi,oralar ilk cezp edici yerler değillerdir.Süleyman peygamberin dışında hiçbir peygamber ve büyük zatlar bir idareci ve yönetici olarak gelmemiş ve onların içerisinden çıkmamıştır.

Ancak burada onların rolü inkar edilmemektedir.Nitekim Hadis.”İnsanlar idarecilerinin yolunda giderler.”[11]

“Ey Ebu Hureyre! Bir saat adaletle hükmetmek, gündüzü oruçla, gecesi namazla geçirilmiş altmış senelik ibadetten hayırlıdır.”[12]

Ancak eskilerin kahtı rical dediği adam kıtlığı zamanımızda fazlasıyla yaşanmaktadır.

Türkiyenin oyuna gelmemesi,dost ve düşmanını iyi tanıması gerekmektedir.

” Merhum Bayram Yüksel, şehadetinden 11 gün önce, yani 8.11.1997’de Almanya’da yaptığı bir sohbette şöyle diyor. “Üstad hazretlerinin en fazla kızdığı devletler; İngiliz ve Fransız’dı. “1400 senedir İslamiyete ikisinden zarar geldi.” diyordu.”

Sürekli hayatında müsbet hareketi kendisine düstur edinmiştir.

”Muhterem kardeşimiz Yusuf Has bey Erzurum’da bir sohbette Çantacı Necmi ağabey adıyla maruf kıymetli bir Kur’an talebesinin şu hatırasını not tutarak bize göndermiş. Kendisinden Allah razı olsun. Çantacı Necmi ağabey Bediüzzaman hazretlerinin talebesi Ahmet Feyzi Kul ağabeye soruyor.
-Abi, bu kadar Kur’an tefsiri olmasına rağmen neden Risale-i nur gibi etrafında
insanlar toplanmamış?
Ahmet feyzi ağabey:
-Diğer tefsirler Kur’an’ın sadece manasını anlatmışlar. Risale-i nur ise hem
manasını hem de davasını anlatmış.”

“Selahaddin Aslan bey Bediüzzaman’ın talebelerinden Said Özdemir ağabeyi 12.08.2000 tarihinde bir ziyaretinde ondan dinlediği enteresan bir hatırayı anlatıyor: “Üstad 1958 senesinde Ankaraya geldi. Beyrut palas otelinde kaldı. Târihçedeki resim, o otelden çıkarken çekilmişti. Emniyet, polis telaşlanıyor. Çok korkuyorlar… Üstad dedi ki; “Bizi parça parça da etseler, gene de emniyet ve asâyişi bozmayacağız. Mâsum ve mazlumlar, zarar görmesin diye asâyişi bozmayacağız”.”Salih Okur

Sekreterin İngiliz ajanı Hmepher-e tavsiyesi:” Biz İngilizler, refâh ve se’âdet içinde yaşamamız için,bütün dünyâ devletlerinde ve müstemlekelerimizde fitne ve tefrikalar çıkarmak zorundayız. Osmânlı Devletini de ancak böyle fitnelerle yıkabiliriz. Böyle olmazsa, sayıca az bir millet, sayısı çok olan bir millete nasıl hükm edebilir?

Bütün gücünle, za’îf noktaları ara bul ve oradan içeriye gir. Bilmiş ol ki, Osmânlı Devleti ve Îrân, za’îf devrelerini yaşıyorlar. Bunun için, senin vazîfen, halkı, idâre edenlere karşı ısyâna sevk etmekdir! Târîh, “Bütün inkılâbların,halkın ayaklanmasından kaynaklandığını göstermişdir”.

Müslimânların ittihâdları, muhabbetleri bozulup, kuvvetleri

dağılınca, onları râhatça imhâ ederiz) dedi.”

Hempher itiraflarında:” 12- Kız, erkek, bütün İslâm gençliğinin kafasını

karışdırıp, İslâmiyyet hakkında şübhe ve tereddüde düşmelerini te’mîn etmeliyiz. Mekteb, kitâb, mecmû’a [spor kulübleri, sinema filmleri, televizyon] ve bu iş için

yetişdirilmiş elemanlarımızın vâsıtası ile, onların ahlâklarını sıfıra indirmeliyiz. Yehûdî, hıristiyan ve bütün gayr-i müslim gençleri, onları avlamak için, birer tuzak

olarak yetişdirmek için, gizli cem’iyyetler açmalıyız!”bugün ise bunlar gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.

İtirafında:” Târîh isbât etmişdir ki, dîne istinâd eden devletler dahâ uzun ömürlü ve dahâ nüfuzlu ve heybetli olurlar.”

Bugün Türkiyede de yapılmak istene budur.

Türkiyede en fazla yıpratılan kurum,aile kurumudur.

Fransada her geçen yıl doğan iki çocuktan biri evlilik dışı,gayr-ı meşru olarak dünyaya gelmektedir.

Dünyada olduğu gibi,bizlerde de ve özellikle sanat camiasında,sanatçı geçinenlerde,üç ayda bu şöhreti ucuzca elde edenlerde 1-2 yıl içerisinde boşanmak adet haline gelmiştir.

Televizyonlarda aileyi zedeleyici sayısız proğram ve filimler…

Gazetelerde sergilenen ve bir meta haline getirilen kadın resimleri,aileyi kuran kadını yıpratma faaliyetleridir.

Önce kadın,sonra aile yıpratılmaktadır.

Oysa kadına Hayat mektebi bilgisi verilmeli,öyleki kişiler evlenmeden önce ona hazırlandırılmalı adeta sertifika ve mecburi iki yıllık bir eğitimden geçirilmeli,denklik sağlanmalı,aile sağlamlaştırılmalıdır.Yapılanlar ise hep yıkıma yönelik faaliyetlerdir.

Alev aile çatısını sarmıştır.

AB’ne girmenin yoğun olduğu günde herkesde bir tedirginlik vardı.

Oysa Suyla süt karıştığı zaman,hangisi daha etkili olur?Süt az dahi olsa suyun hususiyetini,rengini değiştirir.Türkiyenin AB’ye girmesinde de korkulacak bir durum yoktur.Yeterki biz südümüzü bozmayalım,südümüz bozuk olmasın.

Türkiyede 25 tane kaçak domuz çiftliği bulunmaktadır.Yılda 1 milyon domuz yetiştirilmekte,en az 3 milyondan fazla domuz tüketilmekte,piyasaya sürülmektedir. Yıllar itibarıyla milyonlarca ton domuz piyasaya sürülmüş,hepsi de kesinlikle dışarıya ihraç edilmemiş ve edilmeside mümkün değildir.Bir domuz bir yılda bir yıl içinde yavrulayan yavrularınında dahil edilmesiyle 481 doğuma ulaşmaktadır.Yiyecek olarak cam dışında her şeyi yemektedir.Çöplüklerle,pisliklerle ve kendi pisliğiyle de beslenmekte,öldürücü tirişin hastalığına sebeb olmaktadır.

Bozulma çok kapsamlı uygulanmaktadır.

Türkiyede bunlar yapılırken İslam dünyası bizden geri değildir.Onlarda aynı oyunlara adeta mahkum hale getirilmişlerdir.

ABD’nin Ortadoğu planı.Iraka saldırdıktan sonra şimdide düşündüren;ABD İrana ve Suriyeye saldırırmı?

Saldırma hesapta var.Önce İranın etrafını boşaltmaya çalışır,sonra saldırır.

Beyrut Başbakanı Hariri’nin ölümü üzerine gözlerin Suriyeye çevrilmesi, arkasından İsrailin iştahını kabartan saldırı tehditleri,İran’ın 4 sene içinde atom bombası üretecek tehditleri,ortadoğuyu karıştıran ellerin devrede olduğunu göstermektedir.

Kurdun kuzuya bahanesi nevinden olarak…

İran’da bulunan nükleer tesislerin bulunduğu belirtilen Deylem kentine füze düşmesi ve İran’a yapılan meçhul saldırı hiç de tesadüfi değildir.

Irakta bugün hiçbir dönemde uygulanmayan bir vahşet uygulanmaktadır.

Irak’ın Moğol istilasından bu yana gerçekleşen en büyük kültür yağması;1 milyon kitap,10 milyon belge ve 14 bin arkeolojik eser Irak’ta kayboldu.

Oysa nükleer saldırı ve üretimini ABD ve İsrail kendisi fazlasıyla yürütmektedir.

Nitekim dünyanın çeşitli yerlerinde nükleer deneyler yapan ABd,Türkiyede de bunu yapmıştır.

The Washington Post gazetesi, Mısırlı bilimadamlarının 1970 ve 80’li yıllarda ülke içi ile birlikte Fransa ve Türkiye’de nükleer deney yaptıklarını iddia etti. 05 Ocak 2005 19:53

Dünya sürekli kan kaybetmektedir.Tedbir alınmazsa bunların boyutları artarak devam edecektir.

İşte bir örneği:

”DÜNYADAKİ ÇOCUK ÖLÜMLERİ
UNICEF’in 1998 Dünya Çocuklarının Durumu Raporu’na göre dünyada 7 milyonu aşkın çocuk kötü beslenmeden dolayı ölüyor. Bu oran, Hindistan’da yüzde 34, Haiti’de yüzde 21, Burundi’de yüzde 19, Nepal’de ise yüzde 9. Afganistan’da doğan bebeklerin dörtte biri, Nijer’de üçte biri henüz 5 yaşına gelmeden ölüyor. Bangladeş’te yeni doğan bebeklerin yarısı, Pakistan ve Sri Lanka’da dörtte biri, Hindistan’da üçte biri yetersiz beslenmeden ötürü normal kilosunun altında doğuyor. Bu rakam, birçok Afrika ülkesinde beşte bir, Irak ve Orta Amerika ülkelerinden Guatemala’da yüzde 15’e varıyor.
2 MİLYON ÇOCUK SEKS PAZARINDA
15 milyon çocuk ailesinden ayrı yaşıyor. Dünya genelinde 300 milyon çocuk işçi var. Çocukların beşte biri beslenme yetersizliği çekiyor. 100 milyon çocuğun evi yok, sokaklarda yaşıyor. Günde 30 bin çocuk, önlenebilir hastalıklar nedeniyle ölüyor. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’na (AGİT) göre, dünya genelinde yılda 1,2 milyon çocuk satılıyor. Balkan ve Doğu Avrupa ülkelerindeki sokak çocukları, zengin Batıya kaçırılarak dilendiriliyor, suça itiliyor ve fuhuşa zorlanıyor. 10 yaşında olgunlaşan, 20 yaşında yaşlanan, 30 yaşında ölen yaklaşık 2 milyon insan, her yıl seks pazarına sokuluyor. Tayvan, Filipinler, Tayland, Vietnam, Kamboçya, Endonezya, Rusya, Romanya, Polonya, çocukları pazarlayan ülkeler arasında ilk sıralarda yer alıyor.
SAVAŞLARDA ÖLENLERİN SAYISI
Birinci Dünya Savaşı
Ölü: 8.345.000
Yaralı: 20.000.000
Sivil Ölü: 10.000.000
İkinci Dünya Savaşı
Ölü: Yaklaşık 50 milyon
1945-2005 YILLARI
1945 yılından bu yana 194 savaş oldu. Bu savaşların yüzde 94’ü Üçüncü Dünya Ülkelerinde gerçekleşti, 1,8 milyar insan bu savaşlardan etkilendi. 110 milyondan fazla insan öldü, yaklaşık 3 katı sakat kaldı.
Bugün yaklaşık 50 milyon insan silahlı çatışma içinde bulunuyor. Son 10 yılda iç savaşlarda 5 milyon kişi öldü, 6 milyon kişi sakat kaldı. Aynı dönemde 2 milyon çocuk, savaş ve çatışma ortamında hayatını kaybetti.
Savaş ve çatışmalar tarım alanlarını etkilediğinden açlık, susuzluk ve bulaşıcı hastalıklarda artışlar gözleniyor. 1945’ten beri önlenebilir hastalıklar yüzünden ölen insan sayısı 150 milyon.
Savaşlar, sadece 1990-1995 arasında dünyada, dörtte üçü siviller olmak üzere 5,5 milyon insanın ölümüne sebep oldu. (Avrupa’da 250 bin, Asya’da 1,5 milyon, Ortadoğu ve Yakındoğu’da 200 bin, Afrika’da 3,5 milyon).
Yalnızca 1997’de, yetersiz beslenme sonucu 6 milyon çocuk hayatını kaybetti.
HER YIL 8 MİLYON İNSAN AÇLIKTAN ÖLÜYOR
Dünyada 10 milyondan fazla mülteci, 5 milyondan fazla evsiz insan var. BM’ye göre, son 30 yılda yoksul ülkelerin sayısı 25’ten 49’a çıktı. Bu ülkelerde 610 milyon kişi çok zor şartlarda yaşıyor. Yoksul ülkelere yapılan resmi kalkınma yardımları, 1990’larla birlikte yüzde 45 azaldı. 6,2 milyar olan dünya nüfusunun, 5,2 milyarı yoksul. 2025 yılında dünya nüfusunun 7,2 milyarı bulması, yoksul sayısının ise 6 milyarı geçmesi bekleniyor.
Dünyada 800 milyon aç insan var. BM Gıda Örgütü’nün hesabına göre; bu sayının 2015 yılında 400 milyona düşürülmesi için, 25 milyar dolar gerekiyor. Bugün dünya nüfusunun yüzde 20’si dünya gelirinin yüzde 80’ini kullanıyor. Geri kalan yüzde 80’i ise gelirin yüzde 20’sini paylaşıyor. 2010 yılında ise dünya nüfusunun 8,5 milyar olacağı Dünya Bankası Kalkınma raporlarında yer alıyor. Yine aynı rapora göre 2010’da nüfusun ilk 5 milyarı günde 1 dolarla; ikinci dilim bir milyar nüfus ise günde 2 dolarla hayatını sürdürecek. Günde kişi başına 3 dolar gelir, bugün için yoksulluk sınırı olarak kabul ediliyor. Raporda, 2010 yılında 6.5 milyar kişinin günde 2 dolar olan açlık sınırı ve bunun altındaki gelir ile yaşayacağı öngörülüyor. Dünyada 1960-1980 yılları arasında 30 milyon insan açlıktan öldü. Bu rakam 1985-1990 yılları arasında 40 milyona ulaştı.”[13]

Bediüzzaman said Nursi Hazretlerinin eserlerinde sürekli işlediği konular, olanlar,yaşananlar,işlenenler,süreklilik arzetmektedir.

1-Siyaset.2-Deprem,iman,fen bilimleri,hapishane,medeniyet,sefahet,inkarı uluhiyet.

Dünya aklını başına almazsa bunlar katlanarak artmaya devam edecektir.Böylece beşer kendi kıyametini kendi başına koparmış olacaktır.

Mehmet ÖZÇELİK

28-04-2005

[1] Tercüman.28-4-2005.

[2] Agg.Aydın CANDABAKOĞLU.28.04.2005.

[3] Abidin Nesimi.Yılların içinden.sh.118.

[4] ANKARA/05.03.2005

[5] Hikmet Tanyu.Tarih boyunca Yahudiler ve Türkler.sh.259.

[6] Afet Ilgaz.bak.Milli Gazt.23-8-2002.

[7] 13.07.2004-Tercüman.

[8] Mehmet KIRKINCI Hayatım-Hatıralarım.sh. 120.

[9] Age.154.

[10] Age.159.

[11] Keşful hafa.2/311.

[12] Fütuhat-ı Mekkiye:8/409-417.

[13] Aksiyon-23-4-2005.




ZALİMLER VE ZULÜMLER

ZALİMLER VE ZULÜMLER

ABD dünyada psikopat insanları özellikle seçiyor.Yahudiler özellikle bunları tesbit edip dünyanın başına geçirmeye çalışıyor. Mao,Lenin,Stalin,Saddam,Öcalan..Dünkü Ebu Leheb ve bugünkü Şaronlar…Hepsinin eli ve nesli kurusun…Bi’ri Maune kuyusunun orada bulunan yetmiş hafızı katledenle,Bosnadaki masumları katledenlerin farkı zaman ve suret farkı olup,siret aynı siret,aynı tinet…Dün cehalet asrında diri diri kızını gömenle,bugün insanları diri ve de toptan binlercesini öldürenin farkı varmı?Varsa bile birininki teker teker öbürünün katmerlicesi…Kanla beslenen vampir tabiatlı.Yaşamak için öldürmeyi yaşamak kabul eden dengesizler.Menfaat üzerine kurulan batı ve batı medeniyetinin piyonları…Dünyanın dahi kendilerine kalmadığı kimseler.

Kimler geldi kimler geçti bu felekten

Kalbur ile un elerken deve geçti bu elekten…

Besili olan bu kargalar,menfaatlarına göz diktiğinde sonunda besleyenler tarafından gözleri oyulanlar,oyalananlar…

Hadis-i Kudside”Zalim Allahın kılıncıdır,onunla intikam alır sonra dönülür ondan intikam alınır.”

Bu zalimler eliyle intikam alanlar aslında Allah’ın adaletinin tecellisine zulümleriyle istemeden destek olmaktadırlar.

Zalim olmak için çaba gerekmemekte ve bir kazanım olmamaktadır.Doğuştan gelen değerlerin kaybıdır.İnsanlık kaybı..değerlerin kaybı..kendinin kaybolmasından ibarettir.

İman,fazilet,adalet ve ihsan ise bir kazanç ve kazanımdır.Doğuştan gelen değerlerin üzerine ekleme ve yedeklemedir.

Biri kaybederken,diğeri kazanmaktadır.

Geçenler geçti..değerliler değerleriyle anılırlarken,değersiz,zorba ve zalimler lanetle ve nefretle anılmakta..dikilen anıtlarına ve kalıntılarına nefretle tükürülmektedir.Küflü sayfaların arasında da olsalar yaptıklarının kat katıyla zulümlerini kabirlerinde de ödemektedirler.

Ölümden kaçanlar ile,ölüme koşanların mücadelesi insanlık tarihince süre gelmiştir.Habilde Kabile karşı koymayacağını söylememişmiydi?Zalimle mazlumun meseli,korkakla cesurun meseli gibidir.

Tüm zalimler zulümlerinin büyüklüğü nisbetinde korkaktırlar.Zayıflar zulmeder,kuvvetliler hakkını alır,hakkını vermez.

Prensibleri reddeden insan bozması bir kişidir zalim…

Zulüm cehaletle eş anlamlıdır.Her ikiside karanlık ve karanlığı temsil etmektedir.Biri karanlığı yaşarken,diğeri hem yaşamakta hem de yaşatmaktadır.

Genel kuraldır:

“Allah, zalimleri sevmez.”[1]
”Allah, zalimler topluluğunu güzele ve doğru yola eriştirmez.”[2]
”Allah’ın lâneti zalimler üstünedir.”[3]

“Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez. Ne var ki insanlar kendilerine zulmediyorlar.”[4]
”Bu ceza, senin kendi elinle yaptığın işin karşılığıdır. Muhakkak ki Allah, kullarına asla zulmedici değildir.”[5]

“Yalan düzerek Allah’a iftira edenden daha zalim kim var? … O zalimler ki Allah’ın yolundan alıkoyar, o yolu eğriltmek isterler. Onlar ahireti inkar ederler.”[6]

“Nice memleketler vardı ki; zulüm yapıyorlarken Biz onları yok ettik. Damları çökmüş duvarları üzerlerine yıkılmıştır…”[7]
“Biz ülkeleri, halkları zulme sapmadıkları sürece yok etmeyiz. “[8]
“Size ne oluyor da, Allah yolunda: ” Ey Rabbimiz! Bizleri bu halkı zalim kentten çıkar; katından bize bir dost gönder, katından bize bir yardımcı gönder. ” diye yalvarıp duran boynu bükük ve çaresiz erkekler, kadınlar ve çocukların kurtulması uğrunda savaşmıyorsunuz? İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Küfre sapanlarsa şeytanın yolunda savaşırlar. Haydi, siz şeytanın taraftarlarına karşı savaşın. Hiç kuşkusuz şeytanın tuzağı çok zayıftır. “[9]
“Zulme uğratılarak kendilerine savaş açılanlara, savaşma izni verilmiştir. Allah, onlara yardım etmeye elbette gücü yeter…İman sahipleri öyle kişilerdir ki; kendilerini Yeryüzünde imkân ve güç sahibi yaparsak namaz kılar, zekât verirler, iyiliği emreder kötülükten alıkoyarlar. Tüm işlerin sonu Allah’a varır.”[10]

“Zalimleri mutlaka yok edeceğiz.”[11]
”Zalimler için korkunç bir azab hazırlanmıştır.”[12]
”Zalimlerin bir kısmını günahlardan ötürü, diğer bir kısmına böylece musallat ederiz.”[13]
Zalimin zulmü hiçbir zaman için yanına kâr olarak kalmaz.Allah her şeyi affetse bile zulmü affetmez.Zira zulüm genlerin bozulması,genel yapının tersine işlemesi,üretim için yapılan bir fabrikanın adeta verim yerine çöp üretimine geçişi gibidir.Şeker üretimi için kurulan fabrikanın,hayvan gübresi üretimine dönüşümü demektir.

Herkesi olduğu gibi kabul etmek gerektir.Ebu Cehili o haliyle,Fir’avunu o durumu ve nihayet Hz.Ebubekiri de bu güzellikleriyle…Yani O zulüm ehli cehenneme değilde cennete mi girseydiler daha iyi olurdu?

Kişinin iradesiyle şekillenip kader tarafından onaylanan her şey güzeldir.Zulüm ehli zorla cehenneme gitmeyi isterken,yolunu değiştirmenin anlamı yok!

Tamamen tefessüh edip sönmüş,yılan gibi zehirlemekten zevk alan insan tabiatı kömürleşmiş ve bozulmuş bir insandır.

Hadis-i şerifte,”Cennetlik olan, Cennete götürecek, Cehennemlik olan da, Cehenneme götürecek amel işler) buyuruldu. (Ebu Davud)

Habbab bin Eret radıyallahu anh rivayet ediyor:

“Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem, hırkasını kendisine yastık yapmış bir vaziyette Kabe’nin gölgesinde yaslanmış oturuyor iken, müşriklerin eziyetlerinden şikayet ettik ve: Bizim için Allah’tan yardım istemeyecek misin? Bizim için Allah’a dua etmeyecek misin? dedik.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:”Sizden önceki milletlerde iman eden kimse, yakalanıp, kazılan bir çukura atılırdı. Sonra bir testere getirilip başından başlayarak ikiye ayrılırdı. Onu dininden döndürmek için demir taraklarla tararlardı. Derilerini yüzüp kemiklerinden ayırırlardı. Bütün bu yapılanlar onları dinlerinden döndürmüyordu. Vallahi Allah bu işi tamamlayacaktır. Hem de öylesine ki bir süvari San’adan çıkıp (Yemen’de bir şehir adıdır. Şimdiki Yemen’in baş şehridir.) Allah’tan ve koyunlarını kurt kapmasından başka hiç kimseden korkmadan Hadramut’a (Arap yarımadasının doğusunda bir bölge) kadar gidecektir. Ne var ki siz acele ediyorsunuz.” (Buhari)

Ebu Hureyre’nin (r.a.) rivayet ettiğine göre:
Allah Resulü (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Cehennem ile Cennet münakaşa ettiler. Cehennem: Bana zalimler ve mütekebbirler girer dedi. Cennet: Bana zayıflar ve miskinler girer dedi. Aziz ve Celil Allah Cehenneme: Sen benim azabımsın. Dileyeceğim kimselere seninle azap ederim buyurdu. (Belki de: Dilediğime seninle isabet ederim demiştir). Cennete de: Sen benim rahmetimsin. Dilediğim kimselere seninle merhamet ederim. İkinizi de dolduracak vardır buyurdu.”

Zalim ve Zulüm konusunda Kur’an-ı Kerim-de şöyle buyurulur:

ZALİM

“Ve dedik ki: “Ey Adem, sen ve eşin cennette yerleş. İkiniz de ondan, neresinden dilerseniz, bol bol yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.” (2/35)

“Hani Musa ile kırk gece için sözleşmiştik. Ama sonra siz, onun arkasından buzağıyı (tanrı) edinmiş ve (böylece) zalimler olmuştunuz.” (2/51)

“Ama zulmedenler, kendilerine söylenen sözü bir başkasıyla değiştirdiler. Biz de o zalimlerin yaptıkları bozgunculuğa karşılık, üzerlerine gökten iğrenç bir azab indirdik.” (2/59)

“Andolsun, Musa size apaçık belgelerle geldi. Sonra siz onun arkasından buzağıyı (tanrı) edindiniz. İşte siz (böyle) zalimlersiniz.” (2/92)

“Oysa onlar, önceden ellerinin takdim ettiklerinden dolayı onu (ölümü) hiçbir zaman kesin olarak dilemiyeceklerdir. Allah, zalimleri bilendir.” (2/95)

“Allah’ın mescidlerinde O’nun isminin anılmasını engelleyen ve bunların yıkılmasına çaba harcayandan daha zalim kim olabilir? Onların (durumu) içlerine korkarak girmekten başkası değildir. Onlar için dünyada bir aşağılanma, ahirette büyük bir azab vardır.” (2/114)

“Hani Rabbi, İbrahim’i birtakım kelimelerle denemişti. O da (istenenleri) tam olarak yerine getirmişti. (O zaman Allah İbrahim’e): “Seni şüphesiz insanlara imam kılacağım” dedi. (İbrahim) “Ya soyumdan olanlar?” deyince (Allah:) “Zalimler benim ahdime erişemez” dedi.” (2/124)

“Yoksa siz, gerçekten İbrahim’in, İsmail’in, İshak’ın, Yakub’un ve torunlarının Yahudi veya Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: “Siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı? Allah’tan kendisinde olan bir şehadeti gizleyenden daha zalim olan kimdir? Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.” (2/140)

“Andolsun, kendilerine kitap verilenlere her ayeti (delili) getirsen, yine onlar senin kıblene uymaz; sen de onların kıblelerine uyacak değilsin. Onlardan bir kısmı, bir kısmının kıblesine (bile) uymaz. Andolsun, eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların heva (istek ve tutku)larına uyacak olursan, o zaman gerçekten zalimlerden olursun.” (2/145)

“Boşanma iki defadır. (Sonra) Ya iyilikle tutmak veya güzellikle bırakmak (gerekir). Onlara (kadınlara) verdiğiniz bir şeyi geri almanız size helal değildir; ancak ikisinin Allah’ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkmuş olmaları (durumu başka). Eğer ikisinin Allah’ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkarsanız, bu durumda (kadının) fidye vermesinde ikisi için de günah yoktur. İşte bunlar, Allah’ın sınırlarıdır; onlara tecavüz etmeyin. Kim Allah’ın sınırlarına tecavüz ederse, onlar zalimlerin ta kendileridir.” (2/229)

“Musa’dan sonra İsrailoğullarının önde gelenlerini görmedin mi? Hani, peygamberlerinden birine: “Bize bir melik gönder de Allah yolunda savaşalım” demişlerdi, O: “Ya üzerinize savaş yazıldığı halde savaşmayacak olursanız?” demişti. “Bize ne oluyor ki Allah yolunda savaşmayalım? Ki biz yurdumuzdan çıkarıldık ve çocuklarımızdan (uzaklaştırıldık.)” demişlerdi. Ama onlara savaş yazıldığı (öngörüldüğü) zaman, az bir kısmı hariç yüz çevirdiler. Allah zalimleri bilir.”(2/246)

“Allah, kendisine mülk verdi, diye Rabbi konusunda İbrahim’le tartışmaya gireni görmedin mi? Hani İbrahim: “Benim Rabbim diriltir ve öldürür” demişti; o da: “Ben de öldürür ve diriltirim” demişti. (O zaman) İbrahim: “Şüphe yok, Allah güneşi doğudan getirir, (hadi) sen de onu batıdan getir” deyince, o inkârcı böylece afallayıp kalmıştı. Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.”(2/258)

“İman edip salih amellerde bulunanların ecirleri eksiksiz ödenecektir. Allah, zalim olanları sevmez.” (3/57)

“Artık bundan sonra kim Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzerse, işte onlar, zalim olanlardır.”(3/94)

“(Allah’ın) Onların tevbelerini kabul etmesi veya zalim olduklarından dolayı azablandırması işinden sana bir şey (sorumluluk ve görev) yoktur.”(3/128)

“Kendisi hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah’a ortak koştuklarından dolayı küfredenlerin kalplerine korku salacağız. Onların barınma yerleri ateştir. Zalimlerin konaklama yeri ne kötüdür.” (3/151)

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla” diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz? “(4/75)

“Biz onda, onların üzerine yazdık: Can’a can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve (bütün) yaralara (karşılık da) kısas vardır. Ama kim bunu sadaka olarak bağışlarsa o kendisi için bir keffarettir. Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, zalim olanlardır.” (5/45)

“Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez.” (5/51)

“Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya O’nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir? Hiç şüphesiz o zalimler kurtuluşa eremezler.”(6/21)

“Kesin olarak biliyoruz ki, onların söyledikleri seni gerçekten üzüyor. Doğrusu onlar, seni yalanlamıyorlar, ancak zalimler, Allah’ın ayetlerini inkar ediyorlar.”(6/33)

“Sabah akşam -O’nun yüzünü (rızasını) dileyerek- Rablerine dua edenleri kovma. Onların hesabından senin üzerinde birşey (yükümlülük), senin hesabından da bir şey (yükümlülük) yoktur ki onları kovman gereksin. Yoksa zalimlerden olursun.” (6/52)

“Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya kendisine hiçbir şey vahyolunmamışken “Bana da vahy geldi” diyen ve “Allah’ın indirdiğinin bir benzerini de ben indireceğim” diyenden daha zalim kimdir? Sen bu zalimleri, ölümün ‘şiddetli sarsıntıları’ sırasında meleklerin ellerini uzatarak onlara: “Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah’a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O’nun ayetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azabla karşılık göreceksiniz” (dediklerinde) bir görsen…” (6/93)

“Böylece biz, kazandıkları dolayısıyla zalimlerin bir kısmını bir kısmının başına geçiririz.” (6/129)

“De ki: “Ey kavmim, bütün yapabileceğinizi yapın; şüphesiz ben de yapıyorum. Bu yurdun (dünyanın) sonu, kimindir, bilip-öğreneceksiniz. Gerçekten zalimler kurtuluşa ermeyeceklerdir.” (6/135)

“Deveden iki, sığırdan da iki. De ki: “İki erkeği mi haram kıldı? Yoksa iki dişiyi mi ya da o iki dişinin rahimlerinin, kendisini kapsadığı (yavruları) mı? Yoksa Allah, bunları sizlere tavsiye ettiği zaman şahid miydiniz?” hiçbir bilgiye dayanmaksızın insanları saptırmak için Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir?Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez. “(6/144)

“Ya da: “Kitap bize de indirilseydi, elbette onlardan daha çok doğru yolda olurduk” dememeniz (için) işte size Rabbinizden apaçık bir belge, bir hidayet ve bir rahmet gelmiştir. Allah’ın ayetlerini yalanlayandan ve (insanları) ondan alıkoyup-çevirenden daha zalim kimdir? Ayetlerimizden alıkoyup-çevirenlere, bu ‘engelleme ve çevirmelerinden’ dolayı pek çetin bir azabla karşılık vereceğiz.” (6/157)

“Ve ey Adem, sen ve eşin cennete yerleş. İkiniz dilediğiniz yerden yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.” (7/19)

“Öyleyse, Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya ayetlerini yalanlayanlardan daha zalim kimdir? Kitap’tan kendilerine bir pay erişecek olanlar bunlardır. Nihayet elçilerimiz, hayatlarına son vermek üzere kendilerine gittiklerinde onlara diyecekler ki: “Allah’tan başka taptıklarınız nerede?” “Onlar bizi (yüzüstü) bırakıp-kayboldular” diyecekler. (Böylelikle) Bunlar, gerçekten kâfirler olduklarına kendi aleyhlerinde şehadet ettiler.” (7/37)

“Cennet halkı, ateş halkına (şöyle) seslenecekler: “Bize Rabbimizin vadettiğini gerçek buldunuz mu?” Onlar da: “Evet” derler. Bundan sonra içlerinden seslenen biri (şöyle) seslenecektir: “Allah’ın laneti zalimlerin üzerine olsun.” (7/44)

“Gözleri cehennem halkından yana çevrilince: “Rabbimiz, bizi zalimler topluluğuyla birlikte kılma” derler.” (7/47)

“Musa kavmine oldukça kızgın, üzgün olarak döndüğünde onlara: “Beni arkamdan, ne kötü temsil ettiniz? Rabbinizin emrini çabuklaştırdınız, öyle mi?” dedi. Levhaları bıraktı ve kardeşini başından tutup kendisine doğru çekiyordu (ki Harun ona:) “Annem oğlu, bu topluluk beni zayıflattı (hırpalayıp güçsüzleştirdi) ve neredeyse beni öldürmeye giriştiler. Bari sen düşmanları sevindirecek bir şey yapma ve beni bu zalimler topluluğuyla birlikte kılma (sayma)” dedi.” (7/150)

“Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden ve O’nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir? Şüphesiz O, suçlu-günahkarları kurtuluşa erdirmez.” (10/17)

“Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir? İşte bunlar, Rablerine sunulacaklar ve şahidler: “Rablerine karşı yalan söyleyenler bunlardır” diyecekler. Haberiniz olsun; Allah’ın laneti zalimlerin üzerinedir. “(11/18)

“Ben size Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum, gaybı da bilmiyorum. Melek olduğumu söylemiyorum ve gözlerinizin aşağılık gördüklerine, Allah kesin olarak bir hayır vermez de demiyorum. Nefislerinde olanı Allah daha iyi bilir. Bu durumda (bunun aksini yaparsam) gerçekten o zaman zalimlerdenim (demek)dir.” (11/31)

“Denildi ki: “Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sen de tut.” Su çekildi, iş bitiriliverdi, (gemi de) Cudi (dağı) üstünde durdu ve zalimler topluluğuna da: “Uzak olsunlar” denildi. “(11/44)

“Rabbinin katında ‘belli bir biçime sokulmuş, damgalanmış’ olarak. Bunlar zalimlerden uzak değildir.” (11/83)

“Evinde kalmakta olduğu kadın, ondan murad almak istedi ve kapıları sımsıkı kapatarak: “İsteklerim senin içindir, gelsene” dedi. (Yusuf) Dedi ki: “Allah’a sığınırım. Çünkü o benim efendimdir, yerimi güzel tutmuştur. Gerçek şu ki, zalimler kurtuluşa ermez.” (12/23)

“Dedi ki: “Eşyamızı kendisinde bulduğumuzun dışında, birisini alıkoymamızdan Allah’a sığınırız. Yoksa bu durumda kuşkusuz biz zalim oluruz.” (12/79)

“İş hükme bağlanıp-bitince, şeytan der ki: “Doğrusu, Allah, size gerçek olan va’di va’detti, ben de size vaadde bulundum, fakat size yalan söyledim. Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, yalnızca sizi çağırdım, siz de bana icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın, siz kendinizi kınayın. Ben sizi kurtacak değilim, siz de beni kurtacak değilsiniz. Doğrusu daha önce beni ortak koşmanızı da tanımamıştım. Gerçek şu ki, zalimlere acı bir azab vardır.” (14/22)

“Allah, iman edenleri, dünya hayatında ve ahirette sapasağlam sözle sebat içinde kılar. Zalimleri de şaşırtıp-saptırır; Allah dilediğini yapar.” (14/27)

“Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür.” (14/34)

“Eyke halkı da gerçekten zalim-kimselerdi. “(15/78)

“Ki melekler, kendi nefislerinin zalimleri olarak onların canlarını aldıklarında, “Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk” diye teslim olurlar. Hayır, şüphesiz Allah, sizin neler yaptığınızı bilendir. “(16/28)

“Biz onların seni dinlediklerinde ne için dinlediklerini, gizli konuşmalarında da o zalimlerin: “Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz” dediklerini çok iyi biliriz.” (17/47)

“Kur’an’dan mü’minler için şifa ve rahmet olan şeyleri indiriyoruz. Oysa o, zalimlere kayıplardan başkasını arttırmaz.” (17/82)

“Şunlar, bizim kavmimizdir; O’ndan başkasını ilahlar edindiler, onlara apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Öyleyse Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir?” (18/15)

“Ve de ki: “Hak Rabbinizdendir; artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. Şüphesiz biz zalimlere bir ateş hazırlamışız, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. Eğer onlar yardım isterlerse, katı bir sıvı gibi yüzleri kavurup-yakan bir su ile yardım edilirler. Ne kötü bir içkidir o ve ne kötü bir destektir.” (18/29)

“Kendi nefsinin zalimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): “Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum” dedi. “(18/35)

“Hani meleklere: “Adem’e secde edin” demiştik; İblis’in dışında (diğerleri) secde etmişlerdi. O cinlerdendi, böylelikle Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı. Bu durumda Beni bırakıp onu ve onun soyunu veliler mi edineceksiniz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır. (Bu,) Zalimler için ne kadar kötü bir (tercih) değiştirmedir.” (18/50)

“Kendisine Rabbinin ayetleri öğütle hatırlatıldığı zaman, sırt çeviren ve ellerinin önden gönderdikleri (amelleri)ni unutandan daha zalim kimdir? Biz gerçekten, kalpleri üzerine onu kavrayıp anlamalarını engelleyen bir perde (gerdik), kulaklarına bir ağırlık koyduk. Sen onları hidayete çağırsan bile, onlar sonsuza kadar asla hidayet bulamazlar.”(18/57)

“Bize gelecekleri gün, neler işitecekler, neler görecekler. Ama bugün o zalimler apaçık bir sapıklık içindedirler.” (19/38)

“Yazıklar bize” dediler. “Gerçekten biz, zalimmişiz.” (21/14)

“Onlardan her kim: “Gerçekten ben, O’nun dışında bir ilahım” diyecek olsa, bu durumda biz onu cehennemle cezalandırırız. Zalimleri biz böyle cezalandırırız.”(21/29)

“Bizim ilahlarımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz o, zalimlerden biridir” dediler.” (21/59)

“Bunun üzerine kendi vicdanlarına başvurdular da; “Gerçek şu ki, zalim olanlar sizlersiniz (biziz)” dediler.” (21/64)

“Gerçek olan va’d yaklaşmıştır, işte o zaman, inkâr edenlerin gözleri yuvalarından fırlayacak: “Eyvahlar bize, biz bundan tam bir gaflet içindeydik, hayır, bizler zalim kimselerdik” (diyecekler).” (21/97)

“Şeytanın (bu tür) katıp bırakmaları, kalplerinde hastalık olanlara ve kalpleri (her türlü) duyarlılıktan yoksun bulunanlara (Allah’ın) bir deneme kılması içindir. Şüphesiz zalimler, (gerçeğin kendisinden) uzak bir ayrılık içindedirler.”(22/53)

“Rabbimiz, bizi (ateşin) içinden çıkar, eğer yine (inkâra) dönersek, artık gerçekten zalim kimseler oluruz.” (23/107)

“Bunların kalplerinde hastalık mı var? Yoksa kuşkuya mı kapıldılar? Yoksa Allah’ın ve elçisinin kendilerine karşı haksızlık yapacağından mı korkuyorlar? Hayır, onlar zalim kimselerdir. “(24/50)

“Böylece oradan korku içinde (çevreyi) gözetleyerek çıkıp gitti: “Rabbim, zalimler topluluğundan beni kurtar”dedi.” (28/21)

“Çok geçmeden, o iki (kadın)dan biri, (utana utana) yürüyerek ona geldi. “Babam, bizim için sürüleri sulamana karşılık sana mükafaat vermek üzere seni davet etmektedir.” dedi. Bunun üzerine ona gelip de olup bitenleri anlatınca o: “Korkma” dedi. “Zalimler topluluğundan kurtulmuş oldun.” (28/25)

“Bizim elçilerimiz İbrahim’e bir müjde ile geldikleri zaman, dediler ki: “Gerçek şu ki, biz bu ülkenin halkını yıkıma uğratacağız. Çünkü onun halkı zalim oldular.” (29/31)

“Allah hakkında yalan uydurup iftira edenlerden veya kendisine hak geldiği zaman onu yalan sayandan daha zalim kimdir? İnkâr edenlere cehennem içinde bir konaklama yeri mi yok?” (29/68)

“Kendisine Rabbinin ayetleri hatırlatıldıktan sonra, yüz çevirenden daha zalim kimdir? Gerçekten biz, suçlu-günahkarlardan intikam alıcılarız.” (32/22)

“Gerçek şu ki, biz emanetleri göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar; onu insan yüklendi. Çünkü o, çok zalim, çok cahildir. “(33/72)

“Kıyamet günü o kötü azabtan kendini yüzü ile kim koruyabilecek? Ve zalimlere “Kazandığınızı tadın” denmiştir.” (39/24)

“Allah’a karşı yalan söyleyenden ve kendisine geldiğinde doğruyu (Kur’an’ı) yalanlayandan daha zalim kimdir? Kafirler için cehennemde bir konaklama yeri mi yok? “(39/32)

“Eğer yeryüzünde olanların tümü ve bununla birlikte bir katı daha zalimlerin olmuş olsaydı, kıyamet günü o kötü azabtan (kurtulmak amacıyla) gerçekten bunları fidye olarak verirlerdi. Oysa, onların hiç hesaba katmadıkları şeyler, Allah’tan kendileri için açığa çıkmıştır.” (39/47)

“Onları, yaklaşmakta olan güne karşı uyar; o zaman yürekler gırtlaklara dayanır, yutkunur dururlar. Zalimler için ne koruyucu bir dost, ne sözü yerine getirebilir bir şefaatçi yoktur.” (40/18)

“Zalimlere kendi mazeretlerinin hiçbir yarar sağlamayacağı gün; lanet de onlarındır, yurdun en kötüsü de.” (40/52)

“Eğer Allah dileseydi, onları her halde tek bir ümmet kılardı. Ancak O, dilediğini kendi rahmetine sokar. Zalimlere gelince; onlar için ne bir veli vardır, ne bir yardımcı (bulursun). “(42/8)

“Yoksa onların birtakım ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşri’ ettiler (bir şeriat kıldılar)? Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı, elbette aralarında hüküm (karar) verilirdi. Gerçekten zalimler için acı bir azap vardır.” (42/21)

“(O gün) Zalimleri kazandıkları dolayısıyla korkuyla titrerlerken görürsün; o (yaptıkları) da üstlerine çöküvermiştir. İman edip salih amellerde bulunanlar ise, cennet bahçelerindedirler. Rableri katında her diledikleri onlarındır. İşte büyük fazl (nimet ve üstünlük) budur.” (42/22)

“Kötülüğün karşılığı, onun misli (benzeri) olan kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah’a aittir. Gerçekten O, zalimleri sevmez.” (42/40)

“Allah, kimi saptırırsa, artık bundan sonra onun hiçbir velisi yoktur. Azabı gördükleri zaman, o zalimleri bir görsen; “Geri dönmeye bir yol var mı?” derler.” (42/44)

“Onları görürsün; zilletten başları önlerine düşmüş bir halde, ona (ateşe) sunulurlarken göz ucuyla sezdirmeden bakarlar. İman edenler de: “Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendi nefislerini, hem yakın akraba (veya yandaş)larını da hüsrana uğratmışlardır” dediler. Haberiniz olsun; gerçekten zalimler, kalıcı bir azab içindedirler.” (42/45)

“Biz onlara zulmetmedik; ancak onların kendileri zalimlerdir. “(43/76)

“Çünkü onlar, Allah’tan (gelecek) hiçbir şeyi senden savamazlar. Şüphesiz zalimler, birbirlerinin velisidirler. Allah ise, muttakilerin velisidir.” (45/19)

“De ki: “Gördünüz mü-haber verin; eğer (bu Kur’an,) Allah katından ise, siz de onu inkâr etmişseniz ve İsrailoğullarından bir şahid bunun bir benzerine şahidlik edip iman etmişse ve siz de büyüklük taslamışsanız (bunun sonucu ne olacak)? Şüphesiz Allah, zalim olan bir kavmi hidayete erdirmez.” (46/10)

“Ey iman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve birbirinizi ‘olmadık-kötü lakablarla’ çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar, zalim olanların ta kendileridir.” (49/11)

“Daha önce Nuh kavmini de. Çünkü onlar, daha zalim ve daha azgındılar.” (53/52)

“Sonunda onların akibetleri, şüphesiz ateşin içinde ikisinin de süresiz olarak kalıcı olmalarıdır. İşte zalim olanların cezası budur.” (59/17)

“Allah, ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkaranları ve sürülüp-çıkarılmanız için arka çıkanları dost edinmenizden sakındırır. Kim onları dost edinirse, artık onlar zalimlerin ta kendileridir.” (60/9)

“İslam’a çağrıldığı halde, Allah’a karşı yalan uyduranlardan daha zalim kimdir? Allah, zalim bir kavmi hidayete erdirmez. “(61/7)

“Oysa onlar, ellerinin öne takdim ettikleri dolayısıyla bunu hiçbir zaman temenni edemezler. Allah, zalimleri bilendir.” (62/7)

“Allah, iman edenlere de Firavun’un karısını örnek verdi. Hani demişti ki: “Rabbim bana kendi katında, cennette bir ev yap; beni Firavun’dan ve onun yaptıklarından kurtar ve beni o zalimler topluluğundan da kurtar.” (66/11)

“Dediler ki: “Rabbimiz seni tesbih eder, yüceltiriz; gerçekten bizler zalim imişiz.” (68/29)

“Böylece onlar, çoğu kimseyi şaşırtıp-saptırdılar. Sen de o zalimlere sapıklıktan başkasını arttırma.” (71/24)

“Rabbim, beni, annemi, babamı, mü’min olarak evime gireni, iman eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışla. Zalimlere yıkımdan başkasını arttırma.” (71/28)

“Dilediğini kendi rahmetine sokar. Zalimlere ise, onlar için acı bir azab hazırlamıştır.” (76/31)

ZULM

“Hani Musa, kavmine: “Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz. Hemen, kusursuzca yaratan (gerçek ilah)ınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün: bu, yaratıcınız katında sizin için daha hayırlıdır” demişti. Bunun üzerine (Allah) tevbelerinizi kabul etti. Şüphesiz O tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.” (2/54)

“Bulutları üzerinize gölge kıldık ve size kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Size rızık olarak verdiklerimizin temizinden yiyin (dedik). Onlar bize zulmetmediler, ancak kendi nefislerine zulmettiler.” (2/57)

“Ama zulmedenler, kendilerine söylenen sözü bir başkasıyla değiştirdiler. Biz de o zalimlerin yaptıkları bozgunculuğa karşılık, üzerlerine gökten iğrenç bir azab indirdik.” (2/59)

“Her nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. (Siz de) Her nerede olursanız yüzünüzü onun yönüne çevirin. Öyle ki, onlardan zulmedenlerin dışında insanların, size karşı bir delilleri olmasın. Onlardan korkmayın, Benden korkun, üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım. Umulur ki hidayete erersiniz.”(2/150)

“İnsanlar içinde, Allah’tan başkasını ‘eş ve ortak’ tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi.” (2/165)

“Kadınları boşadığınızda, bekleme sürelerini tamamlamışlarsa, onları ya güzellikle tutun ya da güzellikle bırakın. Fakat haklarını ihlal edip zarar vermek için onları (yanınızda) tutmayın. Kim böyle yaparsa artık o, kendi nefsine zulmetmiş olur. Allah’ın ayetlerini oyun (konusu) edinmeyin ve Allah’ın size verdiği nimeti ve size öğüt olarak indirdiği Kitab’ı ve hikmeti anın. Allah’tan korkup-sakının ve bilin ki, Allah herşeyi bilendir.” (2/231)

“Ey iman edenler, hiçbir alış-verişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin olmadığı gün gelmezden evvel, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin. Kâfirler… Onlar zulmedenlerdir.” (2/254)

“Her neyi nafaka olarak infak eder ve adak olarak neyi adarsanız, muhakkak Allah onu bilir. Zulmedenlerin yardımcıları yoktur.” (2/270)

“Şayet böyle yapmazsanız, Allah’a ve Resulüne karşı savaş açtığınızı bilin. Eğer tevbe ederseniz, artık sermayeleriniz sizindir. (Böylece) Ne zulmetmiş olursunuz, ne zulme uğratılmış olursunuz. “(2/279)

“Kendilerine apaçık belgeler geldiği ve elçinin hak olduğuna şahid oldukları halde, imanlarından sonra küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidayete erdirir? Allah, zulmeden bir kavmi hidayete erdirmez.” (3/86)

“Onların bu dünya hayatındaki harcamaları kendi nefislerine zulmetmiş olan bir kavmin ekinine isabet eden kavurucu soğukluktaki bir rüzgara benzer ki onu (ekini) helak etmiştir. Allah, onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi nefislerine zulmetmektedirler.” (3/117)

“Ve ‘çirkin bir hayasızlık’ işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyenlerdir. Allah’tan başka günahları bağışlayan kimdir? Bir de onlar yaptıkları (kötü şeylerde) bile bile ısrar etmeyenlerdir. “(3/135)

“Eğer bir yara aldıysanız, o kavme de benzeri bir yara değmiştir. İşte o günleri biz onları insanlar arasında devrettirip dururuz. Bu, Allah’ın iman edenleri belirtip-ayırması ve sizden şahidler (veya şehidler) edinmesi içindir. Allah, zulmedenleri sevmez;”(3/140)

“Bu, ellerinizin önden sunduklarıdır. Allah, gerçekten kullara zulmedici değildir.” (3/182)

“Rabbimiz, şüphesiz Sen kimi ateşe sokarsan, artık onu ‘hor ve aşağılık’ kılmışsındır; zulmedenlerin yardımcıları yoktur.” (3/192)

“Gerçekten, yetimlerin mallarını zulmederek yiyenler, karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar. Onlar, çılgın bir ateşe gireceklerdir. “(4/10)

“Kim haddi aşarak ve zulmederek böyle yaparsa, biz onu ateşe göndeririz. Bu Allah için pek kolaydır.” (4/30)

“Biz elçilerden hiç kimseyi ancak Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik. Onlar kendi nefislerine zulmettiklerinde şayet sana gelip Allah’tan bağışlama dileselerdi ve elçi de onlar için bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tevbeleri kabul eden, esirgeyen olarak bulurlardı.” (4/64)

“Melekler kendi nefislerine zulmedenlerin hayatına son verecekleri zaman derler ki: “Nerde idiniz?” Onlar: “Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmışlar (müstaz’aflar) idik.” derler. (Melekler de:) “Hicret etmeniz için Allah’ın arzı geniş değil miydi?” derler. İşte onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü yataktır o? “(4/97)

“Kim kötülük işler veya nefsine zulmedip sonra Allah’tan bağışlanma dilerse Allah’ı bağışlayıcı ve merhamet edici olarak bulur.” (4/110)

“Allah, zulme uğrayanlar dışında, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Allah işitendir, bilendir. “(4/148)

“Gerçek şu ki, inkâr edenler ve zulmedenler, Allah onları bağışlayacak değildir, onları bir yola da iletecek değildir.” (4/168)

“Şüphesiz kendi günahını ve benim günahımı yüklenmeni ve böylelikle ateşin halkından olmanı isterim. Zulmedenlerin cezası budur.” (5/29)

“Andolsun, “Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih’tir” diyenler küfre düşmüştür. Oysa Mesih’in dediği (şudur:) “Ey İsrailoğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibadet edin. Çünkü O, kendisine ortak koşana şüphesiz cenneti haram kılmıştır, onun barınma yeri ateştir. Zulmedenlere yardımcı yoktur.” (5/72)

“Eğer o ikisi aleyhinde kesin olarak günahı hak ettiklerine ilişkin bilgi sahibi olunursa, bu durumda haksızlığa uğrayanlardan iki kişi -ki bunlar buna daha hak sahibidirler- öbürlerinin yerine geçerler ve: “Bizim şehadetimiz o ikisinin şehadetinden şüphesiz daha doğrudur. Biz haddi aşmadık, yoksa gerçekten zulmedenlerden oluruz” diye Allah’a yemin ederler. “(5/107)

“Böylece zulmeden topluluğun kökü kurutuldu. Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah’adır.” (6/45)

“De ki: “Düşündünüz mü hiç; size Allah’ın azabı apansız ya da açıkdan geliverirse, zulme sapan kavimden başkası mı yıkıma uğrayacak?” (6/47)

“De ki: “Kendisine acele etmekte olduğunuz şey benim yanımda olsaydı, benimle aranızda iş elbette bitirilmiş olurdu. Allah zulmedenleri en iyi bilendir.” (6/58)

“Ayetlerimiz konusunda ‘alaylı tartışmalara dalanlar:’ -onlar bir başka söze geçinceye kadar- onlardan yüz çevir. Şeytan sana unutturacak olursa, bu durumda hatırlamadan sonra, artık zulmeden toplulukla beraber oturma.” (6/68)

“Zorlu azabımız onlara gelince yakarabildikleri: “Biz gerçekten zulme sapanlardandık” demelerinden başka olmadı.” (7/5)

“Kimin tartıları hafif kalırsa, bunlar da ayetlerimize zulmedegeldiklerinden dolayı nefislerini hüsrana uğratanlardır.” (7/9)

“Dediler ki: “Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten hüsrana uğrayanlardan olacağız.” (7/23)

“Onlar için cehennemden yataklar ve üstlerine örtüler vardır. Biz zulme sapanları işte böyle cezalandırırız.” (7/41)

“(Tura gitmesinin) Ardından Musa’nın kavmi süs eşyalarından böğürmesi olan bir buzağı heykelini (tapılacak ilah) edindiler. Onun kendileriyle konuşmadığını ve onları bir yola da yöneltip-iletmediğini (hidayete erdirmediğini) görmediler mi? Onu (tanrı) edindiler de, zulmedenler oldular.” (7/148)

“Biz onları (İsrailoğullarını) ayrı ayrı oymaklar olarak on iki topluluk (ümmet) olarak ayırdık. Kavmi kendisinden su istediğinde Musa’ya: “Asan’la taşa vur” diye vahyettik. Ondan on iki pınar sızıp-fışkırdı; böylece her bir insan- topluluğu su içeceği yeri öğrenmiş oldu. Üzerlerine bulutla gölge çektik ve onlara kudret helvası ile bıldırcın indirdik. (Sonra da şöyle dedik:) “Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin.” Onlar bize zulmetmedi, ancak kendi nefislerine zulmediyorlardı.” (7/160)

“Onlardan zulmedenler, sözü kendilerine söylenenden başka bir şeyle değiştirdiler. Biz de bunun üzerine zulmetmeleri dolayısıyla gökten ‘iğrenç bir azab’ indirdik.” (7/162)

“Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında ise, biz de kötülükten sakındıranları kurtardık. Zulmedenleri yaptıkları fısk dolayısıyla pek zorlu bir azab ile yakaladık.” (7/165)

“Ayetlerimizi yalanlayanlar ve yalnızca kendi nefislerine zulmedenlerin örneği ne kötüdür.” (7/177)

“Ve sizlerden yalnızca zulmedenlere isabet etmekle kalmayan bir fitneden korkup-sakının. Bilin ki, gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.” (8/25)

“Bu, ellerinizin önceden takdim ettiği işler yüzündendir. Yoksa şüphesiz Allah kullara zulmedici değildir.” (8/51)

“Firavun ailesinin ve onlardan öncekilerin gidiş tarzı gibi. Onlar, Rablerinin ayetlerini yalanladılar; biz de günahları dolayısıyla onları helak ettik. Firavun ordusunu suda boğduk. Onların tümü zulmeden kimselerdi.” (8/54)

“Hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haram’ı onarmayı, Allah’a ve ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihad edenin (yaptıkları) gibi mi saydınız? (Bunlar) Allah katında bir olmazlar. Allah zulmeden bir topluluğa hidayet vermez.” (9/19)

“Ey iman edenler, eğer imana karşı inkârı sevip-tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, işte bunlar zulmeden kimselerdir.” (9/23)

“Gerçek şu ki, Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah’ın kitabında on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte dosdoğru olan hesab (din) budur. Öyleyse bunlarda kendinize zulmetmeyin ve onların sizlerle topluca savaşması gibi siz de müşriklerle topluca savaşmayın. Ve bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir.” (9/36)

“Sizinle birlikte çıksalardı, size ‘kötülük ve zarardan’ başka bir şey ilave etmez ve aranıza mutlaka fitne sokmak üzere içinizde çaba yürütürlerdi. İçinizde onlara ‘haber taşıyanlar’ vardır. Allah, zulmedenleri bilir.” (9/47)

“Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nuh, Ad, Semud kavminin, İbrahim kavminin, Medyen ahalisinin ve yerle bir olan şehirlerin haberi gelmedi mi? Onlara resulleri apaçık deliller getirmişlerdi. Demek ki Allah, onlara zulmediyor değildi, ama onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.” (9/70)

“Binasının temelini, Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasının temelini göçecek bir yarın kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? Allah, zulmeden bir topluluğa hidayet vermez. “(9/109)

“Andolsun, sizden önceki nesilleri, resulleri kendilerine apaçık deliller getirdiği halde, zulmettikleri ve iman etmeyecek oldukları için yıkıma uğrattık. İşte biz, suçlu-günahkar olan bir topluluğu böyle cezalandırırız. “(10/13)

“Hayır, onlar ilmini kuşatamadıkları ve kendilerine henüz yorumu gelmemiş bir şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Zulmedenlerin nasıl bir sonuca uğradıklarına bir bak.” (10/39)

“Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmetmez. Ancak insanlar, kendi nefislerine zulmediyorlar. “(10/44)

“Her ümmetin bir resulü vardır. Onlara resulleri geldiği zaman, aralarında adaletle hüküm verilir ve onlar zulme uğratılmazlar.” (10/47)

“Sonra o zulmetmekte olanlara: “Sürekli azabı tadın” denilecek. Kazandıklarınız dışında, bir başka şeyle mi cezalandırılacaktınız?” (10/52)

“Zulmeden her nefis, yeryüzündekilerin tümüne sahip olsa bunu (azaba karşılık) mutlaka fidye olarak verirdi. Onlar azabı görünce pişmanlıklarını gizlerler, oysa onlar haksızlığa uğratılmadan aralarında adaletle hükmedilmiştir.” (10/54)

“Dediler ki: “Biz Allah’a tevekkül ettik; Rabbimiz, bizi zulmeden bir kavim için bir fitne (konusu) kılma.” (10/85)

“Allah’tan başka, sana yararı da, zararı da olmayan(ilahlar)a tapma. Eğer sen (bunun aksini) yapacak olursan, bu durumda gerçekten zulmedenlerden olursun” (diye emrolundum.) “(10/106)

“Bizim gözetimimiz altında ve vahyimizle gemiyi imal et. Zulmedenler konusunda bana hitapta bulunma. Çünkü onlar suda- boğulacaklardır.” (11/37)

“O zulmedenleri dayanılmaz bir ses sarıverdi de kendi yurtlarında dizüstü çökmüş olarak sabahladılar.” (11/67)

“Emrimiz geldiği zaman, tarafımızdan bir rahmetle Şuayb’ı ve O’nunla birlikte iman edenleri kurtardık; o zulmedenleri dayanılmaz bir ses sarıverdi de kendi yurtlarında dizüstü çökmüş olarak sabahladılar.” (11/94)

“Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar kendi nefislerine zulmettiler. Böylece Rabbinin emri geldiği zaman, Allah’ı bırakıp da taptıkları ilahları, onlara hiçbir şey sağlayamadı, ‘helak ve kayıplarını’ arttırmaktan başka bir işe yaramadı.”(11/101)

“Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka velileriniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz. “(11/113)

“Sizden önceki nesillerden onlardan kurtardığımızdan pek azı dışında yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek fazilet sahibi kişiler bulunmalı değil miydi? Zulmedenler ise, içinde bulundukları refahın peşine düştüler. Onlar, suçlu-günahkarlardı.” (11/116)

“Halkı, ıslah eden kimseler iken, senin Rabbin o ülkeleri zulm ile helak edecek değildi.” (11/117)

“Dediler ki: “Bunun cezası, (su tası) yükünde bulunanın kendisidir. İşte biz zulmedenleri böyle cezalandırırız.” (12/75)

“İnkâr edenler, resullerine dediler ki: “Muhakkak (ya) sizi kendi toprağımızdan süreceğiz veya dinimize geri döneceksiniz.” Böylelikle Rableri kendilerine vahyetti ki: “Şüphesiz biz, zulmedenleri helak edeceğiz.” (14/13)

“(Ey Muhammed,) Allah’ı sakın zulmedenlerin yapmakta olduklarından habersiz sanma, onları yalnızca gözlerin dehşetle belireceği bir güne ertelemektedir.” (14/42)

“Azabın kendilerine geleceği gün (ile) insanları uyarıp-korkut ki, (o gün) zulmedenler, şöyle diyecekler: “Bizi yakın bir süreye kadar ertele ki, Senin çağrına cevap verelim ve elçilere uyalım.” Oysa daha önce, kendiniz için hiç zeval yoktur diye and içenler, sizler değil miydiniz?” (14/44)

“Siz, kendi nefislerine zulmedenlerin yerleştikleri yerlerde oturmuştunuz. Onlara ne yaptığımız size açıklanmıştı ve size örnekler vermiştik.” (14/45)

“(Küfre sapanlar) Kendilerine meleklerin gelmesinden veya Rabbinin emrinin gelmesinden başka bir şey mi gözlüyorlar? Onlardan öncekiler de öyle yapmıştı. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.” (16/33)

“Zulme uğratıldıktan sonra, Allah yolunda hicret edenleri dünyada şüphesiz güzel bir biçimde yerleştireceğiz; ahiret karşılığı ise daha büyüktür. Bilmiş olsalardı.” (16/41)

“O zulmedenler, azabı gördüklerinde, onlara ne (azab) hafifletilecek, ne süre tanınacak.” (16/85)

“O gün, herkes kendi nefsi adına mücadele eder ve herkese yaptığının karşılığı eksiksiz ödenir. Onlar zulme uğratılmazlar. “(16/111)

“Yahudi olanlara da, bundan önce sana aktardıklarımızı haram kıldık. Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.” (16/118)

“Bizi ayet (mucize)ler göndermekten, öncekilerin onu yalanlamasından başka bir şey alıkoymadı. Semud’a dişi deveyi görünür (bir mucize) olarak gönderdik, fakat onlar bununla (onu boğazlamakla) zulmetmiş oldular. Oysa biz ayetleri ancak korkutmak için göndeririz.” (17/59)

“Görmüyorlar mı; gökleri ve yeri yaratan Allah, onların benzerini yaratmaya gücü yeter ve onlar için kendisinde şüphe olmayan bir süre (ecel) kılmıştır. Zulmedenler ise ancak inkarda ayak direttiler.” (17/99)

“(Önlerine) Kitap konulmuştur; artık suçlu-günahkarların, onda olanlardan dolayı dehşetle-korkuya kapıldıklarını görürsün. Derler ki: “Eyvahlar bize, bu kitaba ne oluyor ki, küçük büyük bırakmayıp herşeyi sayıp-döküyor?” Yapıp-ettiklerini (önlerinde) hazır bulmuşlardır. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (18/49)

“İşte ülkeler (ve onların halkları), zulmettikleri zaman onları yıkıma uğrattık; ve yıkımları için bir buluşma zamanı tesbit ettik.” (18/59)

“Dedi ki: “Kim zulmederse biz onu azablandıracağız, sonra Rabbine döndürülür, O da onu görülmemiş bir azabla azablandırır.” (18/87)

“Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amellerde bulunanlar (onların dışındadır); işte bunlar, cennete girecekler ve hiçbir şeyle zulme uğratılmayacaklar.” (19/60)

“Sonra, takva sahiplerini kurtarırız ve zulmedenleri diz üstü çökmüş olarak bırakıveririz. “(19/72)

“Onların kalpleri tutkuyla oyalanmadadır. Zulmedenler, gizlice fısıldaştılar: “Bu sizin benzeriniz olan bir beşer değil mi? Öyleyse, göz göre göre büyüye mi geleceksiniz?” (21/3)

“Biz, zulmeden ülkelerden nicesini kırıp geçirdik ve bunun ardından bir başka kavmi meydana getirdik.” (21/11)

“Andolsun, onlara Rabbinin azabından ‘bir ufak esinti’ dokunacak olsa hiç tartışmasız; “Eyvahlar bize, gerçekten bizler zulme sapanlarmışız” diyecekler.”(21/46)

“Balık sahibi (Yunus’u da); hani o, kızmış vaziyette gitmişti ki; bundan dolayı kendisini sıkıntıya düşürmeyeceğimizi sanmıştı. (Balığın karnındaki) Karanlıklar içinde: “Senden başka ilah yoktur, sen yücesin, gerçekten ben zulmedenlerden oldum” diye çağrıda bulunmuştu. “(21/87)

“(Ey insan) Bu, senin ellerinin önden takdim ettikleridir. Şüphesiz Allah, kullar için zulmedici değildir. “(22/10)

“Gerçek şu ki, inkar edip Allah yolundan ve yerlilerle dışarıdan gelenler için eşit olarak (haram ve kıble) kıldığımız Mescid-i Haram’dan alıkoyanlara, orada zulmederek adaletten ayrılanlara acı bir azab taddırırız.” (22/25)

“Kendilerine zulmedilmesi dolayısıyla, onlara karşı savaş açılana (mü’minlere, savaşma) izni verildi. Şüphesiz Allah, onlara yardım etmeye güç yetirendir.”(22/39)

“(Halkı) Zulmediyorken yıkıma uğrattığımız nice ülkeler vardır ki, şimdi onların altları üstlerine gelmiş ıpıssız durmakta, kullanılamaz durumdaki kuyuları (terkedilmiş bulunmakta), yüksek sarayları (çın çın ötmektedir).” (22/45)

“Nice ülkeler vardır ki, (halkı) zulmediyorken Ben ona bir süre tanıdım, sonra yakalayıverdim; dönüş yalnızca banadır.”(22/48)

“Onlar, Allah’ı bırakıp da (Allah’ın) kendisine bir delil indirmediği ve haklarında (hiçbir) bilgileri olmayan şeylere tapıyorlar. Zulmedenler için hiçbir yardımcı yoktur. “(22/71)

“Böylelikle biz ona: “Gözetimimiz altında ve vahyimizle gemi yap. Nitekim bizim emrimiz gelip de tandır kızışınca, onun içine her (tür hayvandan) ikişer çift ile, içlerinden aleyhlerine söz geçmiş (azab gerekmiş) onlar dışında olan aileni de alıp koy; zulmedenler konusunda bana muhatap olma, çünkü onlar boğulacaklardır” diye vahyettik. “(23/27)

“Böylece sen, beraberinde olanlarla gemiye bindiğinde o zaman de ki: “Bizi o zulmeden kavimden kurtaran Allah’a hamdolsun.” (23/28)

“Derken, hak (ettikleri cezaya karşılık) olmak üzere, o korkunç çığlık onları yakalayıverdi. Böylece onları bir süprüntü kılıverdik. Zulmeden kavim için yıkım olsun.”(23/41)

“Rabbim, bu durumda beni zulmeden kavmin içinde bırakma.” (23/94)

“Ya da kendisine bir hazinenin bırakılması veya (ürünlerinden) yemekte olduğu bir bahçesi olması (gerekmez miydi)?” Zulmedenler dedi ki: “Siz olsa olsa, ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz.” (25/8)

“İşte (ilahlarınız) sizin söylediklerinizi yalanladılar; bundan böyle (azabı) ne geri çevirmeye gücünüz yetebilir, ne de bir yardıma. Sizden kim zulmederse, ona büyük bir azab taddırırız.” (25/19)

“Nuh’un kavmi de, elçileri yalanlandıklarında onları suda boğduk ve insanlar için bir ayet kıldık. Biz zulmedenlere acıklı bir azab hazırladık.” (25/37)

“Hani senin Rabbin, Musa’ya seslenmişti: “Zulmetmekte olan kavme git;”(26/10)

“(Onlara) Hatırlatma (yapılmıştır); biz zulmedici değiliz.” (26/209)

“Ancak iman edenler, salih amellerde bulunanlar ve Allah’ı çokça zikredenler ile zulme uğratıldıktan sonra zafer kazananlar (veya öclerini alanlar) başka. Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılaba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.”(26/227)

“Ancak zulmeden başka; sonra kötülüğün ardından iyiliğe çevirirse, artık şüphesiz Ben, bağışlayanım, esirgeyenim.” (27/11)

“Ona: “Köşke gir” denildi. Onu görünce derin bir su sandı ve (eteğini çekerek) ayaklarını açtı. (Süleyman:) Dedi ki: “Gerçekte bu, saydam camdan olma düzeltilmiş bir köşk-zemindir.” Dedi ki: “Rabbim, gerçekten ben kendime zulmettim; (artık) ben Süleyman’la birlikte alemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum.” (27/44)

“İşte, zulmetmeleri dolayısıyla enkaza dönüşmüş ıpıssız evleri. Şüphesiz bilen bir kavim için bunda bir ayet vardır.” (27/52)

“Zulmetmelerine karşılık, söz, kendi aleyhlerine gelmiş bulunmaktadır, artık konuşmazlar.” (27/85)

“Dedi ki: “Rabbim, gerçekten, ben kendi nefsime zulmettim, artık beni bağışla.” Böylece (Allah) onu bağışladı. Şüphesiz. O, bağışlayandır, esirgeyendir.” (28/16)

“Musa dedi ki: “Rabbim, kimin kendisinden bir hidayetle geldiğini ve bu (dünya) yurdun(un) sonucunun kime ait olacağını daha iyi bilir. Gerçekten, zulmedenler, felah bulmazlar.” (28/37)

“Bunun üzerine, onu ve askerlerini tutup suya attık. Böylelikle zulmedenlerin nasıl bir sona uğradıklarına bir bak.” (28/40)

“Buna rağmen sana icabet etmeyecek olurlarsa, artık bil ki, onlar, gerçekten kendi heva (istek ve tutku)larına uymaktadırlar. Oysa Allah’tan bir kılavuz (doğru yol gösterici) olmaksızın, kendi istek ve tutkularına (hevasına) uyandan daha sapık kimdir? Şüphesiz Allah, zulmeden bir kavme hidayet vermez. “(28/50)

“Senin Rabbin, ‘ana yerleşim merkezlerine’ onlara ayetlerimizi okuyan bir elçi göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve biz, halkı zulmeden şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz. “(28/59)

“Andolsun, biz Nuh’u kendi kavmine (elçi olarak) gönderdik, içlerinde elli yılı eksik olmak üzere bin sene yaşadı. Sonunda onlar zulme devam ederlerken tufan kendilerini yakalayıverdi.” (29/14)

“İşte biz, onların her birini kendi günahıyla yakalayıverdik. Böylece onlardan kiminin üstüne taş fırtınası gönderdik, kimini şiddetli bir çığlık sarıverdi, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmedici değildi, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.” (29/40)

“İçlerinde zulmedenleri hariç olmak üzere, Kitap Ehliyle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin. Ve deyin ki: “Bize ve size indirilene iman ettik; bizim ilahımız da, sizin ilahınız da birdir ve biz O’na teslim olmuşuz.” (29/46)

“Hayır, o, kendilerine ilim verilenlerin göğüslerinde apaçık olan ayetlerdir. Zulmedenlerden başkası, bizim ayetlerimizi inkar etmez. “(29/49)

“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler. Onlar, güç bakımından kendilerinden daha üstün idiler, toprağı alt-üst etmişler (ekmişler, madenler, sular arayıp çıkarmışlar) ve onu, kendilerinin imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi. Elçileri de, onlara açık delillerle gelmişti. Demek ki Allah onlara zulmetmiyordu, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı. “(30/9)

“Hayır, zulmedenler, hiçbir bilgiye dayanmaksızın kendi heva (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah’ın saptırdığını kim hidayete erdirebilir? Onların hiçbir yardımcıları yoktur. “(30/29)

“Artık o gün, zulmedenlerin ne mazeretleri bir yarar sağlayacak, ne (Allah’tan) hoşnutluk dilekleri kabul edilecektir.” (30/57)

“Bu, Allah’ın yaratmasıdır. Şu halde, O’nun dışında olanların yarattıklarını bana gösterin. Hayır, zulmedenler, açıkca bir sapıklık içindedirler.” (31/11)

“Onlar ise: “Rabbimiz, seferlerimizin arasını aç (şehirlerimiz birbirine çok yakındır) dediler ve kendi nefislerine zulmetmiş oldular. Böylece biz de onları efsaneler(e konu olan bir halk) kıldık ve onları darmadağın edip dağıttık. Şüphesiz bunda, çok sabreden ve çok şükreden herkes için gerçekten ayetler vardır.”(34/19)

“İnkâr edenler dedi ki: “Biz kesin olarak, ne bu Kur’an’a inanırız, ne ondan önceki (indirile)ne.” Sen o zulmedenleri, Rableri huzurunda tutuklanmış olarak görsen; sözü (suçlamaları) birbirlerine karşı evirip-çevirir (birbirlerine yöneltirler). Za’fa uğratılan (müstaz’af)lar, büyüklük taslayanlara derler ki: “Eğer sizler olmasaydınız, gerçekten bizler mü’min (kimse)ler olurduk.” (34/31)

“Artık bugün, bir kısmınızın bir kısmınıza yarar ve zarar sağlamaya gücü yetmez. Biz de o zulmedenlere deriz ki: “Yalanlamakta olduğunuz ateşin azabını tadın.” (34/42)

“Sonra Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık. Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda yarışır öne geçer. İşte bu, büyük fazlın kendisidir. “(35/32)

“De ki: “Siz, Allah’ın dışında taptığınız ortaklarınızı gördünüz mü? Bana haber verin; yerden neyi yaratmışlardır? Ya da onların göklerde bir ortaklığı mı var? Yoksa biz onlara bir kitap vermişiz de onlar bundan (dolayı) apaçık bir belge üzerinde midirler? Hayır, zulmedenler, birbirlerine aldatmadan başkasını vadetmiyorlar.”(35/40)

“İşte bugün hiç kimseye (hiç) bir şeyle zulmedilmez ve siz de yaptıklarınızdan başkasıyla karşılık görmezsiniz. “(36/54)

“Zulmedenleri, eşlerini ve taptıklarını bir araya getirip toplayın.” (37/22)

“Ona ve İshak’a bereketler verdik. İkisinin soyundan, ihsanda bulunan (muhsin olan) da var, açıkça kendi nefsine zulmeden de.” (37/113)

“Davud’a girdiklerinde, o, onlardan ürkmüştü; dediler ki: “Korkma, iki davacıyız, birimiz diğerimize haksızlıkta bulundu. Şimdi sen aramızda hak ile hükmet, kararında zulme sapma ve bizi doğru yolun ortasına yöneltip-ilet.” (38/22)

“(Davud) Dedi ki: “Andolsun senin koyununu, kendi koyunlarına (katmak) istemekle sana zulmetmiştir. Doğrusu, (emek ve mali güçlerini) birleştirip katan (ortak)lardan çoğu, birbirlerine karşı tecavüz ederler; ancak iman edip salih amellerde bulunanlar başka. Onlar da ne kadar azdır.” Davud, gerçekten bizim onu imtihan ettiğimizi sandı, böylece Rabbinden bağışlanma diledi ve rüku ederek yere kapandı ve (bize gönülden) yönelip-döndü.” (38/24)

“Böylece, kazandıkları kötülükler(in acı sonucu) onlara isabet etti. Bunlardan zulmetmiş olanlara da, kazandıkları kötülükler isabet edecektir. Ve onlar (bunu kendilerine uygulamaktan Allah’ı) aciz bırakabilecekler değildirler.” (39/51)

“Kim salih bir amelde bulunursa, kendi lehinedir, kim de kötülük ederse, o da kendi aleyhinedir. Senin Rabbin, kullara zulmedici değildir.” (41/46)

“Kim zulme uğradıktan sonra nusret bulur (hakkını alır)sa, artık onlar için aleyhlerinde bir yol yoktur. “(42/41)

“Yol, ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere ‘tecavüz ve haksızlıkta bulunanların’ aleyhinedir. İşte bunlara acıklı bir azab vardır. “(42/42)

“(Bu söylenmeleriniz,) Bugün size kesin olarak bir yarar sağlamaz. Çünkü zulmettiniz. Şüphesiz azabta da ortaksınız.” (43/39)

“Sonra, içlerinden birtakım fırkalar ihtilafa düştü. Artık, acı bir günün azabından vay o zulmetmiş olanlara.” (43/65)

“Biz onlara zulmetmedik; ancak onların kendileri zalimlerdir.” (43/76)

“Allah, gökleri ve yeri hak olarak yarattı; öyle ki, her nefis kazandıklarıyla karşılık görsün. Onlara zulmedilmez. “(45/22)

“Bundan önce de, bir rehber (imam) ve bir rahmet olarak Musa’nın kitabı var. Bu da, zulmedenleri uyarmak ve ihsanda bulunanlara bir müjde olmak üzere (kendinden önceki kitapları) doğrulayıcı ve Arapça bir dil ile olan bir kitaptır.”(46/12)

“Her biri için yaptıklarınızdan dolayı dereceler vardır; öyle ki amelleri kendilerine eksiksizce ödensin ve onlar zulme de uğratılmazlar.”(46/19)

“Huzurumda söz değişikliğe uğratılmaz ve Ben kullara zulmedici değilim.” (50/29)

“Artık gerçekten, zulmedenler için, (geçmişteki) arkadaşlarının günahlarına benzer bir günah vardır. Şu halde acele etmesinler.”(51/59)

“Şüphesiz zulmedenlere bundan önce de bir azab vardır; ancak onların çoğu bilmiyorlar.” (52/47)

“Ey Peygamber, kadınları boşadığınız zaman, iddetleri süresinde (temizlendiklerinde) boşayın ve iddeti sayın. Rabbiniz Allah’tan korkun. Onları evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkmasınlar; ancak açık ‘çirkin bir hayasızlık’ göstermeleri durumu başka. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını çiğnerse, gerçekte o, kendi nefsine zulmetmiş olur. Sen bilmezsin; olabilir ki Allah, bunun arkasından bir iş (durum) oluşturur.” (65/1)

“Ve elbette bizden Müslüman olanlar da var, zulmedenler de. İşte (Allah’a) teslim olanlar, artık onlar ‘gerçeği ve doğruyu’ araştırıp-bulanlardır.” (72/14)

“Zulmedenler ise, onlar da cehennem için odun olmuşlardır.” (72/15)

“Biz onda onların üzerine yazdık: Can’a can göze göz buruna burun kulağa kulak dişe diş ve (bütün) yaralara (karşılık da) kısas vardır. Ama kim bunu sadaka olarak bağışlarsa o kendisi için bir keffarettir. Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar zalim olanlardır.” (5/45)

“İslam’a çağrıldığı halde Allah’a karşı yalan uyduranlardan daha zalim kimdir? Allah zalim bir kavmi hidayete erdirmez. “(61/7)

“Kendisine Rabbinin ayetleri hatırlatıldıktan sonra yüz çevirenden daha zalim kimdir? Gerçekten biz suçlu-günahkarlardan intikam alıcılarız.” (32/22)

“Kötülüğün karşılığı onun misli (benzeri) olan kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah’a aittir. Gerçekten O zalimleri sevmez. “(42/40)

“Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir? İşte bunlar Rablerine sunulacaklar ve şahidler: “Rablerine karşı yalan söyleyenler bunlardır” diyecekler. Haberiniz olsun; Allah’ın laneti zalimlerin üzerinedir.” (11/18)

“Böylece biz kazandıkları dolayısıyla zalimlerin bir kısmını bir kısmının başına geçiririz.” (6/129)

“Onlar zulüm işlemektelerken ülkeleri (veya nesilleri) yakaladığı zaman… Rabbinin yakalaması işte böyledir. Gerçekten O’nun yakalaması pek acı pek şiddetlidir.”(11/102)

Kul hakkına girip şiddetle yasaklanan zulüm ile ilgili olarak Peygamberimiz şöyle buyurur:

“Zulümden sakınınız. Zira zulüm, kıyâmet günü (sahibini saran) karanlıklar (olacak)dır”[14]

Ebû Musa (r.a)’dan nakledildiğine göre, Hz. Muhammed (s.a.s); Âllah, zalime (bir müddet) mühlet verir. Onu bir defa yakaladığı vakit de, felâh vermez” Ondan sonra da: “İşte Rabb’in, zulmeden şehirlerin (halkını) yakaladığı zaman, böyle yakalar. Çünkü O’nun yakalaması çok acı ve çok çetindir” (Hud,11/102) (meâlindeki) âyeti okunmuştur.”[15]

-Şeytanın elinde zalimin zulüm bayrağı dalgalanmaktadır.Şeytan o zalimlerle zulmünü sürdürmektedir.

-Zulüm bazı helal olan şeylerden de insanı mahrum etmekte,ilahi bir ceza olarak yasaklanmaktadır.Nitekim:Yahudi’lerin “kötülükleri” ve zulümleri” nedeniyle,Allah onlara bazi yiyecekleri haram kılmıştır.[16]

“Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında tasıdıkları, ya da kemiğe karışan yağlar hariç olmak üzere sığır ve koyunun iç yağlarını da onlara haram kıldık. Bu, zulümleri yüzünden onlara verdiğimiz cezâdir. Biz elbette doğru söyleyeniz”[17]

Zalim akıttığı kanda kendi boğulurken,hazırladığı idamlık ipini kendi eliyle çekerken,mazlumda bir anlık acı ve mazlumiyet sonucunda bayraklaşır,zalimin sırtında yükselişe geçer.

İşte bayraklaşan bir şahsiyet..asırları olgunlaştıran,gökte meleklerin,denizde semeklerin,tüm mahlukatın alkışladığı ulvi bir şahsiyet örneği:

“Şehîd oğlu şehîd:AMMÂR BİN YÂSER

Ammâr bin Yâser, ilk Müslümanların otuzuncusudur. Süheyb-i Rûmî ile birlikte, Dâr-ül Erkam’da aynı vakitte Müslüman olmuşlardı. O zaman Peygamber efendimiz Dâr-ül Erkam’da bulunuyordu. Ammâr bunu şöyle anlatıyor:

Bir gün Hz. Erkam’ın evinin önünde Hz. Süheyb bin Sinan’a rastladım. Ona dedim ki:

– Burada ne yapıyorsun?

– Sen ne yapıyorsun?

– Ben içeri gireceğim ve Hz. Muhammed’in sözlerini dinleyip bildirdiği dîne gireceğim. Müslüman olacağım.

– Ben de aynı maksatla buraya geldim.

İçeri beraber girdik

Böylece ikimiz beraber içeri girdik. O sırada Peygamber efendimiz de orada bulunuyordu. Beraber Müslüman olduk, akşama kadar orada kaldık. Akşamdan sonra evimize döndük.

İmâm-ı Mücâhid buyurdu ki:

– Mekke’de Müslüman olduğunu ilk açıklayan, önce Resûlullah sonra da Ebû Bekir, Bilâl, Habbâb, Süheyb, Ammâr ve annesi Sümeyye hanımdır.

Peygamber efendimiz halkı açıktan îmâna çağırmaya başlayınca, müşrikler, kimsesiz Müslümanlara ezâ ve cefâ etmeye başladılar. Ebû Tâlib hayatta iken, putperestler. Resûl-i ekreme kötülükte bulunamazlardı. Eshâbdan tanınmış kimselere de kavimlerinin himâyesi ve aşîretlerinin kalabalık oluşu sebebiyle, istedikleri gibi ezâ ve cefâ edemezlerdi.

Ancak Müslümanların kimsesizlerini ve fakirlerini bulup, bunlara çeşit çeşit azâb ile eziyet edip, türlü cefâlar ederlerdi. Bunların içinde en çok eziyet görenler, Bilâl, Süheyb, Habbâb ve Ammâr bin Yâser’dir.

Müşrikler Ammâr’ı yalnız yakaladıkları zaman Ramda mevkiine, Mekke kayalıklarına götürürler, elbiselerini çıkarıp, demir gömlek giydirirler, günün sıcağında kızmış taşlarla dağlarlar, ba’zan da sırtını ateşle dağlar, kızgın güneş altında aç ve susuz bırakıp derlerdi ki:

– Muhammed’in dîninden dön, Lat ve Uzzâya tap kurtul!

Ba’zan da kuyuya daldırıp boğmak isterlerdi. Onlar, bu dayanılmaz cefâlara sabredip,

– Rabbim Allah, Peygamberim Muhammed aleyhisselâmdır, diyerek İslâm dîninden dönmezlerdi.

Ebû Huzeyfe bin Mugîre, Ammâr’ın babası Yâser’in dostu olduğu ve sözleşme gereğince yardım etmesi lâzım geldiği hâlde, o da müşriklerle bir olup, o Müslüman âileye, arkalarına ateş yapıştırmak sûretiyle işkence yapıyordu.

Dilim dilim doğrasanız

Benî Mahzûm kabîlesinin ileri gelenleri, Ammâr bin Yâser’in babasına ve vâlidesi Sümeyye’ye işkenceye devâm edip, sıcak günde kuma gömerler ve üzerinde et pişecek kadar sıcak taşları, gövdesine dizerlerdi. Sonra derlerdi ki:

– Lât ve Uzzâ, Muhammed’in dîninden iyidir deyin!

Bunun üzerine onlar da şöyle cevap verirlerdi:

– Derimizi yüzseniz, etimizi dilim dilim doğrasanız sizi dinlemeyiz. Allahtan başka ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm O’nun kulu ve Peygamberidir.

Yine bir gün, Resûlullah efendimiz Bathâ denilen yerden geçerken, Yâser âilesine işkence yapıldığını görüp çok üzüldüler. Hz. Yâser suâl etti:

– Yâ Resûlallah! Zamanımız hep böyle işkence ile mi geçecek?

Peygamber efendimiz de buyurdu ki:

– Sabrediniz ey Yâser âilesi! Sevininiz ey Ammâr âilesi! Hiç şüphesiz, sizin mükâfât yeriniz Cennettir.

Ammâr bin Yâser’in, Kureyşli müşriklerden gördüğü işkence, dillere destân olacak şekildedir. Bir defasında Ammâr Resûlullah efendimize gelerek hâlini arz etti:

– Yâ Resûlallah! Müşriklerin bize yaptığı işkenceler son haddine vardı.

Resûlullah efendimiz onların bu hâlini biliyor ve onlar için üzülüyordu. Buyurdu ki:

– Sabrediniz ey Yakzân’ın babası!

Sonra da şöyle duâ ettiler:

– Yâ Rabbî! Ammâr âilesinden hiç kimseye Cehennem azâbını tattırma.

Ey ateş, serin ol

Yine bir gün Mekke müşrikleri Ammâr’a ateşle eziyet ve işkence ediyorlardı. Resûlullah efendimiz orayı teşrif ettiler. Buyurdular ki:

– Ey ateş! İbrâhim’e (aleyhisselâm) olduğun gibi, Ammâr’a da serin ve selâmet ol.

Daha sonra Ammâr, sırtını açtığında ateşin izi görünüyordu. Bu iz Resûlullah efendimizin duâsından önce idi.

Yine güneşin çok yakıcı olduğu bir gündü. Güneş sanki bütün Mekke’yi yakmak istiyordu. Toprağın üstünde ve altındaki bitkiler kavrulmuştu. Çöl ve taşlık bölgeler, kızgın bir ekmek fırınını andırıyordu. Kureyşli Mahzumoğulları, daha da kızgındılar!

Yâser ve hanımı Sümeyye’ye, yapmadık işkence bırakmadılar. Fakat bu Yemenli Müslümanlar, onların bunca işkencelerine rağmen onların isteklerini yerine getirmedi. Nihayet Yâser’i kızgın taşlar üzerine yatırdılar. Üzerindeki kısa çöl elbisesini yırttılar.

Burası, Mekke’nin baştan başa taşlık ve çorak bir semtiydi. Hiç su bulunmadığı için zalimler, burayı seçmişlerdi. Güneş en fazla bir saatte, her insanı pişirebilirdi. Ama yere yatırılan Yemenli Müslüman, gülüyordu! Putperest Mahzumoğulları, hırslarından çatlıyacak gibiydiler. Hepsi kıpkırmızı olmuşlardı. Nihayet Yâser’in bir koluna, bir deve; öbür koluna, başka bir deve bağladılar. Ayaklarına da, aynı şeyi yaptılar.

Sonra içlerinden, en dinsizi bağırdı:

– Hemen şimdi, İslâm dînini inkâr edeceksin!

Hz. Yâser:

– Allah birdir, O’ndan başka tapılacak ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm, Allahın Resûlüdür, diye haykırdı. Hâin müşrik, şiddetle üzerine doğru eğildi:

– O hâlde, hiç görülmedik şekilde, can vermeye hazırlan!

İşte o zaman, gerçekten, dünyada pek görülmemiş bir vahşet emri verildi.

Dağlar taşlar tekrarladı

4 gaddar cellât, 4 deveyi aynı anda; ellerindeki yanmış ağaçlarla dağladılar. Can havliyle, dört bir yana koşuşan develer; Hz. Yâser’i, doğru Cennete uçurdular. Dağlar taşlar, kurtlar kuşlar, yerlerdeki ve göklerdeki Melekler; aynı ilâhi kelimeyi tekrarlıyorlardı:

– Lâ ilâhe illallah. Muhammedün Resûlullah.

Bu manzaraya, insan yüreği dayanır mı? Fakat Sümeyye Hâtun dayandı. Çünkü kat’î olarak biliyordu ki; sevgili kocası Yâser şu anda, Cennet-i âlâdadır.

Bize doğru yolu gösterdi

Yâser âilesinin ezâya ve bir musîbete uğramadığı gün, hemen hemen yok gibiydi. Hz. Yâser’i ve oğlu Abdullah’ı, görülmedik şiddetli bir işkence ile şehîd ettikten sonra, Sümeyye Hâtun İslâmın en büyük düşmanıyla karşılaştı. Ebû Cehil sırıtarak dedi ki:

– İnandığın Allah, kocanı ölümden kurtaramadı!

Sümeyye Hâtun sükûnetle cevap verdi:

– Allah O’nu, Cennetine aldı. Kocamı; sizin gibi putlara, paraya ve dünyaya tapınmaktan kurtardı. Allahü teâlânın Resûlü O’na ve bize doğru yolu gösterdi. Ey Allah ve Resûlullah düşmanı! Sen git, kendi ahmaklığınla yaşa! Kocaman kafanı, vücûdundan kopardıkları gün; içinde beyin olmadığı anlaşılacaktır. Ama o zaman, ne fayda!

Ebû Cehil’in hakikaten, kocaman olan kafası kızdı ve bağırdı:

– Sus, ey Ebû Huzeyfe’nin kölesi! Benim gibi bir efendiye, bunları nasıl söyliyebilirsin?

– Sen, köpekten de aşağılıksın! Çünkü kuduz köpekler bile; sizin yaptığınız şekilde insan öldürmezler.

Ebû Cehil, elindeki kısa mızrakla oynuyordu. Birden onu, kadıncağıza fırlattı. Sümeyye Hâtun oracıkta şehîd oldu. İslâm’da ilk şehîd olan bunlardır. Ya’nî kadınlardan Sümeyye Hâtun, erkeklerden Hz. Yâser idi.

Hz. Ammâr’a da Muğireoğulları, böyle işkenceler yapmışlardı. Müşrikler yine suya batırarak işkence yapmış oldukları bir sırada, Peygamberimiz Ammâr bin Yâser’e rastlamıştı. Ammâr ağlıyordu. Kâinâtın efendisi mübârek elini, onun gözlerinin üzerine sürdü ve buyurdu ki:

– Bir daha kâfirler seni yakalayıp suya batırırlar ve sana, şöyle şöyle söyle, derler ve bu işkenceyi tekrarlarsa, onların söyletmek istediklerini söyleyiver, işkenceden kurtul!

Muğireoğulları Ammâr’ı bir gün yakaladılar. Meymun kuyusunun içine batırdılar.

– Sen Muhammed’i inkâr edip, putlarımıza dönünceye kadar seni bırakmıyacağız, dediler.

Hz. Ammâr da, kâfirlerin dediklerini, kalbiyle kabûl etmediği hâlde diliyle söyledi.

Îmân ile doludur

Resûl-i ekreme, “Ammâr kâfir oldu” diye haber verildi. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:

– Hâşâ! O kâfir olmaz. Baştan ayağa kadar îmândır ve eti ile derisi arası îmân ile doludur.

Ammâr, küffâr elinden kurtulup, Resûlullahın yanına geldi. Kâfirlerin ezâ ve cefâsından ağladı. Resûlullah efendimiz iki mübârek eliyle gözünün yaşını sildi ve teselli buyurdu.

Bu hâdise üzerine, Nahl sûresinin; Kim Allaha küfrederse, onlara şiddetli bir azâb vardır. Ancak kalbine îmân yerleşmiş olduğu hâlde küfür kelimesini söylemeye zorlanıp, sâdece diliyle söyliyenler müstesnâ, meâlindeki 106. âyet-i kerîmesi nâzil oldu.

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem de Hz. Ammâr’a buyurdu ki:

– Müşrikler eziyet ederlerse yine böyle söyle.

Ammâr bin Yâser hazretleri, Mekke devrinde gördüğü işkenceler karşısında Habeşistan’a hicret edenler arasında bulunmuştur. Bilâhare tekrar Mekke’ye dönmüş, bir müddet orada kaldıktan sonra Medîne’ye göç ederek, Hz. Münzir bin Abdülmübeşşir’in misâfiri olmuştur. Daha sonra Peygamber efendimiz onu, Ensârdan Huzeyfe bin Yemân ile din kardeşi yapmıştır.

Hz. Ammâr, Medîne-i münevvereye gelince, Resûlullah için bir ibâdet ve istirâhat yerinin gerekli olduğunu söyledi. İslâmda mescid yapılmasına ilk teşebbüs eden o idi ve bu sâyede Kubâ mescidi yapıldı.

Çift kerpiç taşıyordu

Ammâr bin Yâser, Mescid-i Nebevî’nin de yapımında bulundu. Mescid-i Nebevî’nin temeli atıldığında, duvar yapılmak üzere kerpiç kestirilmişti. Kuruyan kerpiçler, bulundukları yerden mescid arsasına Eshâb-ı kirâmın sırtlarında taşınıyordu. Herkes birer birer taşırken, Hz. Ammâr büyük fedâkârlık gösterip;

– Biri kendim, biri Resûlullah için, diye iki kerpiç getiriyordu ve diliyle de;

– Biz Müslümanlar mescidler inşâ ederiz, diyordu.

Peygamber efendimiz Ammâr’ın yanına geldi ve mübârek eliyle arkasını sığadı ve buyurdu ki:

– Ey Sümeyye’nin oğlu! Senin iki ecrin, sevâbın, başkalarının bir ecri var. Senin, dünyada en son azığın, rızkın da bir içim süttür.

Hz. Ebû Sa’îd Hudrî der ki:

– Biz kerpici birer birer taşırdık. Ammâr ise, ikişer ikişer taşırdı. Resûlullah efendimiz, Ammâr’ı böyle üzeri toz toprak içinde görünce, onun üzerindeki tozları silkeleyerek:

– Vah Ammâr! Vah Ammâr! Onu bâgîler öldürecektir, diye haber verdi.

Ammâr bin Yâser, Bedir başta olmak üzere, Uhud, Hendek ve Tebük gazâsı dâhil, Resûlullah efendimizin bütün gazâlarına katıldı. Her savaşta şecâat ve cesâretiyle tanındı. Resûlullahın yanından hiç ayrılmadı.

Bedir günü, hâin Ebû Cehil’in koca kafası; iki mücâhîd tarafından kesildi. O zaman Sevgili Peygamberimiz, Hz. Ammâr’a buyurdu ki:

– Allah teâlâ, anacığının katilini öldürdü.

Cennet ilerde!..

Resûlullah efendimizin vefâtından sonra, Hz. Ebû Bekir devrinde yapılan savaşlarda da aynı şecâat ve cesâretle döğüştü. Abdullah bin Ömer der ki:

– Yemâme’de mürtedlere karşı saldıran eşsiz bir yiğit gördüm. Düşman saflarını yerle bir ediyor, bir taraftan kılıç sallıyor, diğer yandan söyle söylüyordu:

“Bizim Peygamberimiz, Muhammed-ül Emîn’dir. Peygamberlerin sonuncusudur. Ondan sonra, Peygamber gelmiyecektir. Aksini söyliyenlerin hepsi, yalancı sahtekârdırlar.”

Bu sözleri, Müseylemet-ül Kezzab taraftarlarını bile ikna ediyordu. Tam sırada, hızlı bir kılıç darbesi, başucunda vızıldadı. Keskin demir, bir kulağını kesti. Akan kanları, eliyle durdurmaya çalışıyordu. Bir yandan da “Cennet ilerde!.. Cennet ilerde!” diye haykırıyor, mücâhidleri aşka getiriyordu. Sanki, şehîd ana ve babasını görüyor gibi, savaşıyordu. Yalancı Müseyleme de, yalancılar ordusu da kısa zamanda; darmadağın oldular.

Ammâr bin Yâser, Hz. Ömer devrinde Kûfe vâliliğine tâyin olundu. Halîfe, tâyin emrinde Kûfelilere şöyle yazdı:

– Size Ammâr bin Yâser’i vâli, İbni Mes’ûd’u öğretmen ve yardımcı olarak ta’yin ettim. Bunların ikisi de Eshâb-ı kirâmın seçilmişlerindendir. İkisi de Bedir harbinde bulunmuşlardır. Onları dinleyip, itâat ediniz.

Sevinmedim ki üzüleyim

Hz. Ammâr, Kûfe’yi bir sene dokuz ay mükemmel bir şekilde idâre etti. Halîfe Hz. Ömer, Ammâr’ı Medîne’ye çağırdığında, ona sordu:

– Üzüldün mü?

– Vâliliğe ta’yin olunduğumda sevinmedim ki, alındığım zaman üzüleyim.

Hz. Osman devrinde, fitne ve karışıklıklar başladığında, halîfe bunun sebebini öğrenmek için Ammâr’ı, Mısır’a gönderdi. Bu büyük sahâbî, fitne ve fesâdı ortadan kaldırmak için çok gayret etti.

Daha sonra Sıffîn muhârebesine katıldı. Savaş esnasında yanındakilere sordu:

– İçecek, bir şeyimiz var mı?

Kırmızı halkalı kap içinde, süt getirdiler. Bunu gören, Ammâr bin Yâser dedi ki:

– Allah Resûlünü, tasdik ederim, doğrularım! Yıllarca önce bize, böyle bir kaptan içeceğim sütün, benim dünyadaki son rızkım olacağını buyurmuştu.

Sonra sütü, Besmeleyle son damlasına kadar içti. Allaha hamd etti.

Ammâr bu savaşta 94 yaşında şehîd oldu. Hz. Ali, Ammâr bin Yâser’in şehîd olduğunu öğrenince, çok üzüldü buyurdu ki:

– Allahü teâlâ Ammâr’a rahmet eylesin. O, Resûlullahın etrafında birkaç kişi varken Müslüman olmuştu. Kendisi hiç şüphesiz magfirete kavuşacaktır. Çünkü Allahü teâlânın Resûlü, Ammâr âilesini Allahın magfiretiyle müjdelemişti.

Cenâze namazını bizzat kendisi kıldırdı ve elbisesiyle, yıkanmadan Kûfe kabristanlığına defnedildi.

Ammâr bin Yâser, ahlâken yüksek bir zâttı. Az konuşur, çok kerre hüzünlü ve kederli olurdu. Son derece doğru ve hakka riâyetkâr idi. Zühd ve takvâ sahibi olup sâde yaşardı. Gâyet belîğ (açık) ve veciz bir hitâbete sahipti. Namazına çok dikkat ederdi.

Ammâr bin Yâser, hadîs-i şerîfleri en doğru bilenler arasında sayılmaktadır. Şöhretini; dünyaya düşkün olmamasına ve harâmlardan sakınmasına, insanlar üzerinde bıraktığı i’timâda, da’vâsına sadâkatle bağlılığına borçludur.

Cennet üç kişiyi arzû eder

Hz. Ammâr hadîs-i şerîflerle medholundu:

“Cennet üç kişiyi şiddetle arzû eder. Bunlar; Ali, Ammâr ve Selmân’dır.”

“Ammâr’a düşman olana, Allahü teâlâ düşman olur. Ona buğzedene, Allahü teâlâ buğzeder.”

Ebû Vâil şöyle anlattı:

Ammâr bin Yâser bize kısa bir hutbe okudu. Hutbeyi okuyup, indikten sonra kendisine; hutbeyi gâyet kısa okuduğunu söyledik. Bunun üzerine şöyle dedi:

– Resûlullah efendimizin, “Bir kimsenin namazının uzun, hutbenin kısa olması, onun fıkıh bildiğine alâmettir.”

Zulümde ilk adımı Yahudi attı ve bunu kurallaştırdı,-Güçlü olan haklıdır,Haklı olan güçlü değil-

Ve asırlardır bunun bedelini hem ödedi ve hem de ödemeye devam etmektedir.Adeta Hitlerin kendilerine çektirdikleri acıları meşrulaştırdılar.Necib Fazıl’ın ifadesiyle o Yahudiler;Sigaralarını tutuşturmak,yumurtalarını pişirmek için dünyayı ateşe vermekten çekinmemişlerdir.

Ruslar ise bunu inançsızlıktan,kominizmden kaynaklanan bir devlet politikası ile milyonları en zorba istibdatlarda öldürmekten zevk aldılar.

Sırplar,Bulgar ve Ermeniler ise çakal misali hernevakit bir boşluk bulmuşlarsa hemen saldırmışlardır.

İngilizler ise bu zulmün plan ve projesini üreterek sevkiyatı düzenlemişlerdir.

ABD ise sürekli menfaatını engelleyecek her türlü engeli ezip geçmeyi meşru görmüştür.

İslam alemi ise asırlardır hep mazlum rolünü oynamıştır ve oynamaya da devam etmektedir.

Tarihin tesbiti gereği küfür devam etse de zulüm devam etmeyecektir.Rusyanın zulmü devam etmedi.Dünyanın bu süper devleti şimdilerde kendi yağında bile zor kavrulmaktadır.

Bediüzzamanın ifadesiyle:”Dinsiz bir millet yaşamaz, Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’an ile bir musalaha veya tabi olabilir. O vakit dört yüz milyon ehl-i Kur’an’a kılınç çekemez”

Sen Hakka tevekkül kıl

Tefviz et ve rahat bul

Sabreyle ve râzı ol

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Mehmet ÖZÇELİK

14-04-2004

[1] Al-i İmran.57.

[2] Kasas.50.

[3] Hud.18.

[4] Yunus.44.

[5] Hac.10.

[6] Hud.18-19.

[7] Hac.45.

[8] Kasas.59.

[9] Nisa.75-76.

[10] Hac.39,41.

[11] İbrahim.13.

[12] İnsan.31.

[13] En’am.129.

[14] (Buhârî, Mezâlim, 8; Tirmizi, Birr, 83).

[15] (Buhârî, Tefsir sure 11, 5; Müslim, Birr, 62; İbn Mâce, Fiten, 22).

[16] En’âm 146.

[17] En’âm 146.




YA ŞEYTAN YARATILMASAY DI?

YA ŞEYTAN YARATILMASAY DI?

Yaratma,yaratılma,yaratılış hep Allah’a bakan yönlerdir.Burada İlahi İrade,Kudret,Adalet,Hikmet tecelli etmekte ve eseri görülmektedir.

Başta şunu teslim etmeliyiz ki;Allah asla zulmetmez.Allah mutlak manada Adildir.

Hâşâ Allah da mı zulmeder?Âyette;“Muhakkak ki Allah,yerde ve gökte zerre miskal zulmetmez.”buyuruyor.

Bediüzzamanın ifadesiyle:”Halkı şer şer değil,kesb-i şer şerdir.”

Yani şer,kötülük,çirkinlik ve musibet gibi şeylerin Allah’a,kadere bakan yönüyle yaratılıp var edilmesi şer değil,onların işlenilmesi,ortaya çıkarılması şer ve kötülüktür.

Çünki şer ve kötülükler ademidir.Bir vücudu yoktur.İnsan ise kesbiyle ona vücut vermekte,ortaya çıkarmaktadır.

Nitekim tüm bilgisayar proğramları faydaya yöneliktir.Ancak o proğramların yine proğram ve proğramcılıktan kaynaklanan bir sebeble kötü yönde kullanılması hem kaçınılmaz ve önemli bir nokta olarak diğer yandan da ona karşı önlemler almak için sürekli aktivitenin arttırılmasına sebeb olup,teyakkuzda bulunmayı sağlar.Antivirüs gibi önlemler alınmaya çalışılır.

Şeytan zatı itibarıyla şerdir ve şerri temsil eder.İcraatları da ona yöneliktir.

Ancak olaya birde diğer açıdan baktığımızda görürüzki yani Kur’anda:”O İnanmayan insanların ölmesinden dolayı yer ve gök onların üzerinde ağlamaz.”

Mefhumu muhalifiyle yani ters orantı olarak anlaşılır ki;Mü’minlerin ölmesinden dolayı yer ve gök onların üzerinde ağlarlar.

Batıl mezheb olan Mu’tezile sırf Allah’ı tenzih etmek amacına matuf olarak Şerrin,kötülüklerin yaratılmasını Allah’a vermemişlerdir.Hikmet cihetini bilmiş olsalardı böyle yanlış düşünceye varmazlardı.

Hikmet cihetlerine gelecek olursak:

-Evvela Allah kıyamete kadar insanları aldatmak istemesine müsaade etmiştir.

-Eğer yaratılmasaydı insanların makamı sabit kalıp,melekler gibi olacak,her ne kadar düşme olmasa da yükselmede olacaktı ki,bu durumda zaten sayısız melekler var olup,insanın yaratılmasına da gerek olmayacaktı.

-Her ne kadar cehennem olmayacaksa da cennette olmayacaktı.

-Rü’yetullah gerçekleşmeyecekti.

-Herşeyden önce insanların yaratılmasındaki amaç Allah’ın tüm isimlerinin tecellisi ve insanın ona mazhariyeti içindir.Şeytan,kötülükler,musibetler olmasa idi Allah’ın Kahhar,Mümit,Cebbar,Şâfi,Muin gibi sayısız bir çok isimleri bilinmeyecek ve anlaşılmayacaktı.

-Eğer hastalıklar olmasaydı,koca Tıb ilmi ve buluşlar gerçekleşmeyecek,doktorluk gibi birikim gerektiren meslek ve birimler olmayacaktı.Adeta hayat monotom bir vaziyet alacaktı.Nitekim mezarda bulunanların hiçbir derdi yok,hastalıkları yok,hayatın meşgalelerinden,ilmi çalışmalardan hiçbir eser yok.Çünki hayat yok.Hayat musibetlerle,sıkıntılarla tasaffi eder,safileşip berraklaşır.

Mevlananın ifadesiyle;Hamdım-Piştim-Yandım.

Hayat fırınının ateşinde pişip kızarmayan insan ham insandır.

Ateş yakıcıdır ancak hamlıktan kurtarıcıdır.

Ateş yüzünden evler ve barklar da yanmaktadır.Bu durumda ateşin yaratılışını şer telakki edip olmamasını dilemek tamamen şerri kabul etmektir.

-Şeytan yaratılmasaydı;İmanın ve islamın şartları bulunmayacak,Allah’ın bilinmesi,tanınması ve marifeti söz konusu olmayacaktı.

-Âhiret ve âhiret yolculuğundaki o aşamalar olmayacak ve bilinmeyecekti.

-Peygamberlik müessesesi bulunmayacak,evliya ve asfiya gibi makamlar söz konusu olmayacaktı.

-En önemlisi Peygamberimiz Hz.Muhammedin varlığı söz konusu olmayacaktı.Zira şeytan ve kötülükler olmayınca,O zatın tüm güzellikleri ve farklılıkları da gizlenmiş olacaktı.Alem öyle bir zattan mahrum kalacaktı.

-Kitaplara iman bulunmayacak,Allahın kelamı ve konuşması,emir ve yasakları bulunmayacak,insanla Allah arasındaki diyalog yaşanmayacaktı.

-Meleklerin bilinme şartı olmayacak,vahiy meleği,Azrail,mikail,İsrafil gibi büyük meleklerin vücudu bulunmayacaktı.

-Kader yani hayır ve şer Allahtandır.Dünya,imtihan ve insan olmayınca bu ilahi takdir geri kalacak,varlık binasının vücudu vücuda çıkmayacaktı.

-Âhiret gerçekleşmeyecekti.Çünki gerçekleşmesini gerektirecek sebeb mevcut olmayacaktı.

-Peygamberimizin ifadesiyle –Gözümün nuru-dediği namaz bulunmayacak,varlıklar hem Peygamberimiz gibi gözünü,hem de namaz gibi gözün nurunu kaybetmiş,bunlardan mahrum olmuş olacaktı.

-Zekat gibi bir yardımlaşma müessesesi,hac gibi bir buluşma ortamı,oruç gibi bir terbiye ve Samediyetin neticesi,Rahmaniyetin hakikatı anlaşılmayacaktı.

-Kelime-i Şehadetin iki tarafı da kopmuş olacaktı.

-Şeytan yaratılmasaydı;Ahlak,fazilet,sevgi,insanlık gibi tüm güzel hasletler bilinmeyecekti.

-Herşey zıddıyla bilinmesi sırrıyla,nasılki gündüz gece ile bilinirken,cennette cehennemin varlığıyla daha iyi anlaşılıyor ve lezzet ve iştiyakını arttırıyor.

-Dünya imtihanı hep şeytanın var edilmesiyle gerçekleşmektedir.Aksi durumda insanlar arasında sayısız mertebeler ortaya çıkmayacak,kim seviyeli kim seviyesiz bilinmeyecekti.Öğrencileri imtihan yapıp seviyelerine göre tasnif etmek nasılki eğitimin bir gereği ise aynen öylede,dünya okulunda,Peygamberimizinde buyurduğu gibi;”İnsanlar madenler gibidirler.”Kömürden elmas madenine kadar ayrıştırılma ise o madenlerin ateşe girerek kendi içinde ayrıştırılmalarıyla mümkündür.Aksi halde kömürle elmas arasında bir fark olmayacaktı.

Allah’da insan madenlerine şeytan gibi bir ateşi yaratarak ayrıştırılmalarını sağlamaktadır.

İmanın dereceleri küfrün derecesiyle ortaya çıkar.İkisinin mücadelesiyle tarafların farklılığı ücret ve cezası gerçekleşir.Eğer küfür olmasa,mücadelede bulunulmasa idi,şehitlik,gazilik,kahramanlık gibi hakikatlar anlaşılmayacaktı.

Hz.Ömerin kardeşini öldüren kişi daha sonra Müslüman olur.Hz.Ömer onu her gördüğünde soğuk davranır.O sahabede bundan rahatsızlık duyup Hz.ömere şunu söyler.

Ya Ömer,eğer senin kardeşin beni öldürseydi,ben kafir olarak ölecek,oda gazi olacaktı.Ancak Allah benim elimle onu öldürerek o şehit oldu ve ben de şimdi Müslüman oldum.Bu daha hayırlı olmadı mı?

Hz.Ömer bu ifade üzerine ona muhabbet edip,dostluğunu devam ettirir.

Allah hiçbir cevheri zayi etmez.Hiç bir cevherin çıkışını da engellemez.

Yağmur ve kar rahmettir.Ölü toprağa hayat verirken,bir yandan da baharın sıcaklığını içerisinde barındırmaktadır.

Evini sağlam yapmayan bir insanın bundan zarar görmesi,bunların rahmet oluşunu ortadan kaldırmaz.

Beşer zulmeder,kader adalet eder.

“Âyette:”Umulur ki şer ve kötü gördüğünüz bir şey sizin için daha hayırlıdır,hayır gördüğünüz bir şey de sizin için şerdir.”

Şerri yaratan da,insanı var eden de Allahtır.Bizim için neyin hayır ve neyin şer oluşunu elbetteki en iyi O bilir.

Takdir edilmelidir ki;bunlar şerri ve şeytanı övmek olmayıp,kaderi ve Allahın adaletine ve hikmetine vakıf olmaya çalışmaktır.

Şeytan anlasaydı ki kendisi ve yaptıkları bizzat şer olmasına rağmen bu gibi bir çok hayırların zuhuruna sebeb oluyor;şeytanlıktan ve şeytanetinden vaz geçerdi.

Gördükleriyle ancak bilgi yönü gelişir,anlama yönü kalbe aid bir duygudur.Şeytanda ise o anlama ve kavrama duygusu yoktur.Nitekim Allah’ı bilmekte ancak tanımamaktadır.yani kalbinde marifet yoktur.Allah ve onun işleri Onun marifetiyle bilinir,akıl ve bilgi ile değil.

Hayra vesile olması gereken bilimin şerre de alet edildiği bilinmektedir.

Şeytanlar çokturlar.”Tuttular Süleyman’ın mülküne dair şeytanlarınuydurup izledikleri şeylerin ardına düştüler. Oysa, Süleyman kafir olmadı, ama o şeytanlar kafir oldular; İnsanlara büyücülük ve Babil’de Harut, Marut adında iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki o ikisi: “Biz ancak bir imtihan için gönderildik, sakın sihir yapıp kafir olma!” demedikçe bir kimseye büyü öğretmezlerdi. İşte bunlardan karı-koca arasını ayıran şeyler öğreniyorlardı. Fakat Allah’ın izni olmadıkça bununla kimseye zarar veremezlerdi. Kendilerine zarar verecek ve faydası olmayacak bir şey öğreniyorlardı. Andolsun ki, onu her kim satın alırsa, onun ahirette bir nasibi olmadığını da çok iyi biliyorlardı. Keşke kendilerini ne kötü şey karşılığında sattıklarını bilselerdi!”(Bakara..102)

”Meşhur Arap şairlerinden Lebid bu ifadeyi şiirlerinden birinde şöyle kullanmıştır:

* Nevaibu min hayrin ve şerrin kilahuma/ Felalhayru memdudun velaşşerru lazibun

* Hadiseler hayır ve şerden (ikisinden) müteşekkildir/ Ne hayrın ucu açıktır, ne de şer sabittir. Sanki bu şiir ‘Hayır ve şer veya hezimet ve zafer günlerini insanlar arasında dolaştırıp dururuz’ âyetinin bir tefsiri gibidir.”(M.Özcan.Y.Asya.11-1-05)

Şeytan en büyük bir virüstür.Dünya insanın virüs kaptığı yerdir.İslam ve esasları ise birer anti virüsdür.

En büyük antivirüs ise,ilimdir,iman ilmidir.Hadisde:-“Şeytan,dini ilimlerde alim olan bir zatdan korktuğu kadar,bin abidden korkmaz.”

Onu kovmanın yolu ise;euzü-besmeledir.Hadis’de:”Sizden bir kimse evine girmek isteyince,bir şeytan o eve girmek için onu takib eder.Lakin eve girerken besmele-i şerifeyi okursa şeytan:-Benim için bu eve giriş yoktur.-diye ümitsiz kalarak geri döner.”

Anlamak farklı farklıdır.Dünya şehri olan İstanbulu herkes bilir ancak herkes tanımaz veya farklı farklı tanır.Kimi ilk defa duyarken,bir diğeri coğrafya dersinde okumuştur,diğeri askerliğini orada yapmıştır,diğeri evi oradadır,diğeri içinden öylesine geçmiştir,kimisi de projesinde ve kurulumunda kurucu görevi yapmıştır.

Allah da herkesce farklı iman ve marifet boyutlarıyla bilinmekte.Herkes inanmakta olduğu halde,hayatına yansıyan veya bizzat onunla kurduğu irtibat farklı farklıdır.

Kur’an-da müşriklerden bahsedilirken,onların peygamberimizi evlatları gibi bildikleri bildirilir.Evet,onlar peygamberimizi akılları ve gördükleriyle çok iyi tanımakta ancak bu bilgi kalb yoluyla marifete dönüşmediğinden bir kıymet ifade etmemektedir.

Bir baba evladını bilmez mi?Bilenler de farklı farklı bilirler.Bu da onlara olan ilgiyle tezahür eder.Ancak inad,cehalet,makam,şöhret ve şeytani işler sebebiyle bu inanç ve imanlarını gerçekleştiremezler.Peygamberimizin amcası Ebu Talib gibi…

Mehmet ÖZÇELİK

04-02-2005




MUHYİDDİN-İ ARABİ VE MESLEĞİ

MUHYİDDİN-İ ARABİ VE MESLEĞİ

Muhyiddin-i Arabi,Mir’at-ül İrfan adlı eserinde gerçekten onu tanımayan veya sözlerini ve kendisini anlamaya çalışmayan bir insan için müsbet düşünmek ve iyi kanaatta bulunmak söz konusu değildir.Bu sözleri bir vatandaş veya âmi bir insan söylese ve düşünse küfrüne hükmedilir ve itikat bozukluğuna müncer olur.Şahsi aleminde,cezbe aleminde,marifet makamında,üstün seviyede,akıl terazilerinin fevkindeki sözlerdir sözleri.

Bazı çarpıcı sözlerinden yaptığımız alıntılarında şöyle der:

“Yani: Ne varsa..

Ve.. toptan her sey, birdir..

Ve.. bir, herseydir..

İşbu manadaki inceliğe dikkat gerek..”

Ve bunda da bir incelik istenilmektedir.

**Zatından ve sıfatından

gayrı hiç bir sey yok ..

**Yine anla ki: Varlığın senin sandığın gibi, varlığın değildir..

Ama başka bir varlığın da değildir..

Sen mevcud değilsin.. Madum da değilsin.. Yani: Ne var

olmuşsun.. Ne de yok..

Kısacası: Ne varsın; ne de yok..

Varlığın da, yokluğun da, bu varlığındır.. Hepsi odur.. Ama bir

varlık iddiası olmadan.. Bir yokluk düşünülmeden..

Sakın ha.. Bu arada, onun varlığının aynını, senin bu varlığın

sanmayasın.. Yokluğun da saymayasın..

Arada daha nice perdeler var ki.. Onları , safiyet yolu ile açmak

gerek..

**Şu anda, sana gereken; Allah ile birlikte, diğer bir varlık

vücudu tanımamaktır..

Hatta, yüce Allah’ın zatı ve sıfatı içinde dahi bir şeyin

varlığını düşünmeyesin..

Bu durumu ki, iyi kavradın; nefsini bilip anladın sayılır..

Zira, anlatılan mana çerçevesi içinde nefsi bilmek ve anlamak,

Allah’ı bilmenin taa, kendisidir .

İş bu manada şüphe izi yoktur.. Şek yoktur ..

Sonra.. Nefsin öyle bir hal alışı, bir terkip ve bir yapma sonucu

değildir ..

Haşa ki, kadim ve ezeli, ebedi bir zatta sonradan olma ve

sonradan yapılma bir şeyin sözü edile ..

**Dikkat et şu cümleye: Vuslat marifettir..

Her ne zaman ki; vasıl oldun; yani, özünün ârifi.. Hakka vasıl

oldun; sayılır..

Ne var ki; bu irfan duygusunda;İRFAN harflerinin varlığı da

olmayacak.

**Şimdi..

Kendini ele al.. Çünkü bu misalde sade sen varsın..

İsmin ve müsemman.. Aslında, bunların ikisi de aynı manaya

gelir..

Ya, sana bir isim verilmiş; ya da, sen bir isim almışsın..

Mahmud, adını almışsın; ya da sana Mahmud adı konmuş..

Halbuki sen, kendi adını Muhammed biliyorsun..

Aradan bir zaman geçiyor..

İşbu zaman, uzundur, veya kısadır.. İkisi de farksız..

İşbu aradan geçen zamandan sonra anlıyorsun ve biliyorsun ki:

İsmin Muhammed degil de, Mahmud imiş..

Şimdi n’oldu ?.. Vücudunda bir değişiklik oldu mu ?.

Hayır, hiçbir değişiklik olmadı..

Araya, sadece bir marifet oyunu girdi..

Ve sen, kendin elde ettiğin marifetinle, Muhammed ismi kalktı..

Ve sen: Mahmud oldun..

“Nasıl oldu bu iş ?.”

Diyerek düşünmeye ne hacet ?.. Şöyle oldu: Sen ancak

Muhammed sandığın ismini özünden sildikten sonra oldu..

İşbu manadan, fena halinin de nasıl olduğunu anladın..

**Özet olarak, tekrar edelim: Tek varlık düşün.. Her şeyi, ama

her şeyi o tek varlık içinde gör..

Durum bu olunca.. Bak: Ârif kim ? Maruf kim?..

Her ikisi de aynı şeydir..

Sonra.. Vasıl kim?. Mevsul kim?..

Her ikisi de aynı varlıktır..

Evet.. aynı manada bak: Gören kim?. Görülen kim?..

Hiç bir zaman, bunları birbirinden ayırmak, kabil olamaz..

Üstteki mana biraz daha açılmalıdır.. Ki, öyle olacak..

Ârif, Hakkın sıfatıdır; Maruf ise.. zatı..

Vasıl, Hakkın sıfatıdır; mevsul ise.. zatı..

Diğerleri de aynı kıyasa tabidir..

Sonra.. sıfatı, mevsufdan ayırmak da olmaz..

Zira, sıfat ve mevsuf aynı şeydir..İkisi de aynı köke bağlıdır..

**Bütün bu anlatılanlardan anlaşılan odur ki: Bir ârif kişinin

nefsine karşı olan irfan duygusu; şüphesiz, Allah-ü

Taâlâ’nın nefsini bilmesi sayılır..

Öyle değil mi?..

Arada bir yabancı düşünülmediğine göre, başka nasıl olabilir

ki?..

Olamaz..

Çünkü, irfan sahibinin nefsi, özü, varlığı: Allah-ü Taâlâ’nın

nefsidir… Özüdür..Varlığıdır..

Kısacası: Allah-ü Taâlâ’dır..

NEFS’ten murad: Varlıktır.. Vücuddur..

**İşin sonuna geldik sayılır.

Böyle olunca, biraz daha açık konuşacağız.

Şimdi diyeceklerimizi, buraya kadar anlattıklarımız açısından

dinlemelisin..

Bu hali ki, kendinde buldun; biri sana:

– Ben Allah’ım..

Derse. Onu duy.. ama candan duy.. çünkü Allah:

– Ben Allah’ım..

Diyor.. O sözü diyen kimse değil..

Yani: O kimse söylemiyor.. Hak söylüyor..

Belki burada bir şaşırma olabilir.. Yani: Sende..

Çünkü sen: O sözü edenin vâsıl olduğu makama vâsıl olmadın..

Şayet, onun vâsıl olduğu makama vâsıl olsaydın; onun dediğini

anlardın..

Sonra.. Onun gördüğünü, sen de görürdün..”

-İnsanları sözleriyle nereye götürdüğünün kendiside aklı başına gelince farkına varıyor zira bu sözler aklın,kalbin ve dinin ölçüleriyle söylenmiş sözler değildir. Makamın sözleridir,dinin ve aklın sözleri değil.Bazen özellikle dikkat çekip sakınılmasını,yanlış anlaşılmamasını,Allaha bir şekil gibi isnadda bulunmama tenbihinde de bulunur.

**Biraz öz konuşalım..

Hulâsa: Cümle eşyanın varlığı, Hakkın varlığıdır.. Ama,

onların bir varlığı olmadan..

Sakın ha.. bu anlatılan manalarda bir süpheye kapılmayasın..

Sonra.. Yanlış bir vehim yoluna da sapmayasın..

Meselâ demiyesin ki:

– Allah-ü Taâlâ, mahluktur..

Yani: Bu gördüğün yaratılmışlar..

**Materyalistler madde hesabına Allahı inkâr ederken,Muhyiddin de Allah hesabına maddeyi inkâr etmektedir.

Burada Allahı kabul ederken onun yarattıklarını ve yaratma işini hayal mi kabul edeceğiz?Mahlukatı yarattım diyen Allah –Haşa-yalan mı söylemektedir?Gerçekten de yaratmamış mı?

Bu durumda sorgu sual,cennet-cehennem olmayacak mı?Zira olmayan bir şeyden neden sorgulanalım?Gitmeyeceğimiz cennete ve netice alınmayacak bir ibadete neden devam edelim?

Bunu da yine kendisi izaha çalışır:

“Şimdi..

Önemli bir soru ile karşılaşabiliriz..

Meselâ biri şöyle diyebilir:

Kainattaki iyilik ve kötülüklere hangi nazarla bakacağız?..

Anlatılan manalar açısından bir tezeğe, ya da bir cifeye

baktığımız zaman ona: Allah diyoruz.. Bu mananın da açılması

gerekmez mi?..

Şüphesiz bu soru önemlidir.. Ama bizim sözümüzde böyle bir

mana yok ki..

Dıştan bakılınca belki olabilir.. Ama derinlemesine açılınca

sözümüzün aslı kolay anlaşılır.

Ortada bir cife mi vardır?.. Bir tezek ve pislik mi vardır?..

Şüphesiz yoktur.. Onlar zahire göredir.. Hakikatte onlar bir

başkadır..

Bu sözümüz onadır ki:

Cifeyi bir cife olarak görmez.. göremez..

Pisliği pislik olarak görmez.. göremez..

Çünkü onun bir basireti vardır. Bir mana gözü vardır..

Elbette ki, sözümüz, böyle bir basiret sahibi, yani: Mana gözü

sahibi içindir..

Elbette ki, anadan doğma gözsüzler, işaret ettiğimiz hedefi

göremez; sözümüzü anlayamaz..

Anadan doğma kör tabirimiz, o kimseler içindir ki: Nefsine karşı

bir irfan duygusuna karşı bir irfan duygusuna sahip değildir.

Gerçek manada asıl kör, bu zümredir.

Bir kimsenin ki, temelli körlüğü ve gözsüzlüğü gitmemiştir.. O

bizim kelâmımızı nasıl anlayabilir?

Sonra.. Anlattığımız mana derinliğine vâsıl olmak, onun için

değildir..

Kısaca diyelim: Bütün bu konuşmalarımız Allah iledir..

Onun gayrı ile.. onun gayrı ile.. Ve mana gözünden yana yoksun

olanlara değildir..

Bütün bu incelikler, çok dikkat ister..”

**Mesela, biri şöyle sorabilir:

-Şimdi, sen bütün bu anlattıklarınla, sabir bir varlık olarak, Allahü

Taâlâ’yı bıraktın.. Ve herşeyi de yok ettin..

Durum böyle olunca.. Bu dış gözle gördüğümüz şeyler nedir?..

Bu sorunun cevabını gayet kolay verebiliriz..

Deriz ki:

-Söylediklerimiz, yazdıklarımız, varlık olarak, Allah-ü Taâlâ’nın

gayrını görmeyen içindir..

Biz sözümüzü, sohpetimizi böylesi ile yaparız..

Ama, o kimse ki, Allah-ü Taâlâ’dan gayrı bir varlık görür; onunla

hiçbir işimiz yoktur..

Hatta, böylesine verecek bir cevap bile yoktur.

Hatta, öyle bir kimseye; bir soru da sormayız.. Sorusunu da

nazara almayız..

Bu şekilde, yanlış bir anlayışa sahip olan kimse.. O, sadece,

zahirde gördüğünü görür.. Başka bir şey göremez..

Hali anlatıldığı gibi olana ne gösterebiliriz?.

**”Gözler ona erişemez.. İdrâk edemez.. Ama o, bütün

gözleri ihata eder..”[1] ayetini ise ,onun dışında bir varlık yok ki,onu görebilsin şeklinde ifade eder.

-Meseleye yine kendi sözleriyle açıklık getirmek gerek:”Bizi bilmeyen,makamımıza çıkmayanlar,kitaplarımızı okumasınlar.”zarar verir.

Onun hakkında en veciz ve sağlıklı görüşü Bediüzzaman hazretleri özetler:

“Hem temessül-ü ervaha işaret eden Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’ın ifritleri celb ve teshirine dair âyetler, hem [2] misillü bazı âyetler, ruhanîlerin temessülüne işaret etmekle beraber celb-i ervaha dahi işaret ediyorlar. Fakat işaret olunan celb-i ervah-ı tayyibe ise, medenîlerin yaptığı gibi hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara o pek ciddî ve ciddî bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celbetmek değil, belki ciddî olarak ve ciddî bir maksad için Muhyiddin-i Arabî gibi zâtlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velayet misillü onlara müncelib olup münasebet peyda etmek ve onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden mânevî istifade etmektir ki, âyetler ona işaret eder ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar ve bu nevi san’at ve fünun-u hafiyenin en ileri hududunu çiziyor ve en güzel suretini gösteriyorlar.”[3]

Zira o ruhanilerle hatta Talebelerinden Sadreddîn-i Konevî’nin ifadesine göre: “Hocam İbn-i Arâbî, geçmiş peygamberlerin ve velîlerin ruhlarından istediği ile rüyâsında veya uyanık iken görüşürdü.”

Öyle ki,zaman zaman Hızır ile görüşüp ondan edeb dersini almıştır.

“İstikbale ait ihbarat-ı gaybiyesidir. Şu kısım ihbaratın çok enva’ı var. Birinci kısım, hususîdir. Bir kısım ehl-i keşif ve velayete mahsustur. Meselâ: Muhyiddin-i Arabî [4] Suresi’nde pekçok ihbarat-ı gaybiyeyi bulmuştur. İmam-ı Rabbanî, surelerin başındaki mukattaat-ı huruf ile çok muamelât-ı gaybiyenin işaretlerini ve ihbaratını görmüştür ve hâkeza…”[5]

Muhyiddin-i Arabi’nin kerâmetvâri sözü ki:” Sın – Şin’e girdiğinde benim kabrim ortaya çıkacaktır.” Böylece bu kerâmet Selim’in 15-Eylül-1516’da (-S- olan Selim’in baş harfinin,Şin olan yani Şam’ın baş harfi olan) Şam’a girib, Muhyiddin-i Arabi’nin terkedilmiş olan kabrini ortaya çıkarmakla zahir olmuş,gerçekleşmiştir.

Topkapı hazine dairesinde bulunan 33 satırlık bir kitabe H.880 (M.1475)’de yazılmış olup,Osmanlıların Mısır’a gireceği haber verilmektedir.

“Bir zaman kalbime geldi, niçin Muhyiddin-i Arabî gibi hârika zâtlar sahabelere yetişemiyorlar? Sonra namaz içinde [6] derken, şu kelimenin manası inkişaf etti. Tam mânâsıyla değil, fakat bir parça hakikati göründü. Kalben dedim: “Keşke birtek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibadetten daha iyiydi.” Namazdan sonra anladım ki, o hatıra ve o hal, Sahâbelerin ibadetteki derecelerine yetişilmediğine bir irşaddır.”[7]

“Tevhidin bir bürhan-ı nâtıkı olan Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm risalet ve velayet cenahlarıyla, yani kendinden evvel bütün enbiyanın tevatürle icma’larını ve ondan sonraki bütün evliyanın ve asfiyanın icma’kârane tevatürlerini tazammun eden bir kuvvetle bütün hayatında bütün kuvvetiyle vahdaniyeti gösterip ilân etmiş. Ve Âlem-i İslâmiyet gibi geniş, parlak, nurani bir pencereyi, marifetullaha açmıştır. İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî, Muhyiddin-i Arabî, Abdülkadir-i Geylanî gibi milyonlar muhakkikîn-i asfiya ve sıddıkîn o pencereden bakıyorlar, başkalarına da gösteriyorlar. Acaba böyle bir pencereyi kapatacak bir perde var mı? Ve onu ittiham edip, bu pencereden bakmayanın aklı var mı? Haydi sen söyle!”[8]

O zat muhakkiklerden yani tahkik ve araştırma,hakikata nüfuz ehlindendir.

“Fütuhat-ı Mekkiye” sahibi Muhyiddin-i Arab (K.S.) ve “İnsan-ı Kâmil” denilen meşhur bir kitabın sahibi Seyyid Abdülkerim (K.S) gibi evliya-i meşhure; küre-i arzın tabakat-ı seb’asından ve Kaf Dağı arkasındaki Arz-ı Beyza’dan ve Fütuhat’ta Meşmeşiye dedikleri acaibden bahsediyorlar; “gördük” diyorlar. Acaba bunların dedikleri doğru mudur? Doğru ise; halbuki, bu yerlerin yerde yerleri yoktur. Hem Coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul edemiyor. Eğer doğru olmazsa, bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilaf-ı vaki’ ve hilaf-ı hak söyleyen nasıl ehl-i hakikat olabilir?

Elcevab: Onlar ehl-i hak ve hakikattırlar; hem ehl-i velayet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler, fakat ihatasız olan halet-i şuhudda ve rü’ya gibi rü’yetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rü’yadaki adam kendi rü’yasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşf ve şuhud dahi rü’yetlerini o halde iken kendileri tabir edemezler. Onları tabir edecek, “asfiya” denilen veraset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktıkları zaman, Kitab ve Sünnet’in irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler; hem etmişler.

Şu hakikatı izah edecek şu hikâye-i temsiliyeyi dinle. Şöyle ki:

Bir zaman ehl-i kalb iki çoban varmış. Kendileri ağaç kâsesine süt sağıp yanlarına bıraktılar. Kaval tabir ettikleri düdüklerini, o süt kâsesi üzerine uzatmışlardı. Birisi “uykum geldi” deyip yatar. Uykuda bir zaman kalır. Ötekisi yatana dikkat eder, bakar ki; sinek gibi birşey, yatanın burnundan çıkıp, süt kâsesine bakıyor ve sonra kaval içine girer, öbür ucundan çıkar gider, bir geven altındaki deliğe girip kaybolur. Bir zaman sonra yine o şey döner, yine kavaldan geçer, yatanın burnuna girer; o da uyanır. Der ki: “Ey arkadaş! Acib bir rü’ya gördüm.” O da der: “Allah hayır etsin, nedir?” Der ki: “Sütten bir deniz gördüm. Üstünde acib bir köprü uzanmış. O köprünün üstü kapalı, pencereli idi. Ben o köprüden geçtim. Bir meşelik gördüm ki, başları hep sivri. Onun altında bir mağara gördüm, içine girdim, altun dolu bir hazine gördüm. Acaba tabiri nedir?”

Uyanık arkadaşı dedi: “Gördüğün süt denizi, şu ağaç çanaktır. O köprü de, şu kavalımızdır. O başı sivri meşelik de şu gevendir. O mağara da, şu küçük deliktir. İşte kazmayı getir, sana hazineyi de göstereceğim.” Kazmayı getirir. O gevenin altını kazdılar, ikisini de dünyada mes’ud edecek altunları buldular.

İşte yatan adamın gördüğü doğrudur, doğru görmüş, fakat rü’yada iken ihatasız olduğu için tabirde hakkı olmadığından, âlem-i maddî ile âlem-i manevîyi birbirinden farketmediğinden, hükmü kısmen yanlıştır ki, “Ben hakikî maddî bir deniz gördüm.” der. Fakat uyanık adam, âlem-i misal ile âlem-i maddîyi farkettiği için tabirde hakkı vardır ki, dedi: “Gördüğün doğrudur, fakat hakikî deniz değil; belki şu süt kâsemiz senin hayaline deniz gibi olmuş, kaval da köprü gibi olmuş ve hakeza…” Demek oluyor ki; âlem-i maddî ile âlem-i ruhanîyi birbirinden farketmek lâzım gelir. Birbirine mezcedilse, hükümleri yanlış görünür. Meselâ: Senin dar bir odan var; fakat dört duvarını kapayacak dört büyük âyine konulmuş. Sen içine girdiğin vakit, o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer desen “Odamı geniş bir meydan kadar görüyorum”, doğru dersin. Eğer “Odam bir meydan kadar geniştir” diye hükmetsen, yanlış edersin. Çünki âlem-i misali, âlem-i hakikîye karıştırırsın.

İşte Küre-i Arz’ın tabakat-ı seb’asına dair bazı ehl-i keşfin, Kitab ve Sünnet’in mizanıyla tartmadan beyan ettiği tasvirat, yalnız coğrafya nokta-i nazarındaki maddî vaziyetten ibaret değildir. Meselâ, demişler: “Bir tabaka-i Arz, cinn ve ifritlerindir. Binler sene genişliği var.” Halbuki bir-iki senede devredilen küremizde, o acib tabakalar yerleşemez. Fakat âlem-i mana ve âlem-i misalde ve âlem-i berzah ve ervahta, küremizi bir çamın çekirdeği hükmünde farzetsek, ondan temessül ve teşekkül eden misalî şeceresi, o çekirdeğe nisbeten koca bir çam ağacı kadar olduğundan, bir kısım ehl-i şuhud, seyr-i ruhanîlerinde, Arz’ın tabakalarından bazılarını âlem-i misalde pek çok geniş görüyorlar; binler sene bir mesafe tuttuklarını görüyorlar. Gördükleri doğrudur; fakat âlem-i misal, sureten âlem-i maddîye benzediği için, iki âlemi memzuç görüyorlar; öyle tabir ediyorlar. Âlem-i sahveye döndükleri vakit, mizansız olduğu için, meşhudatlarını aynen yazdıklarından hilaf-ı hakikat telakki ediliyor. Nasıl küçük bir âyinede büyük bir saray ile büyük bir bahçenin vücud-u misaliyeleri onda yerleşir. Öyle de âlem-i maddînin bir senelik mesafesinde, binler sene vüs’atinde vücud-u misalî ve hakaik-i maneviye yerleşir.

Hâtime: Şu mes’eleden anlaşılıyor ki: Derece-i şuhud, derece-i iman-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yani: Yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i velayetin ihatasız keşfiyatı, veraset-i nübüvvet ehli olan asfiya ve muhakkikînin şuhuda değil, Kur’ana ve vahye, gaybî fakat safi, ihatalı, doğru hakaik-i imaniyelerine dair ahkâmlarına yetişmez. Demek bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşahedatın mizanı: Kitab ve Sünnettir. Ve mehenkleri, Kitab ve Sünnetin desatir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikînin kavanin-i hadsiyeleridir.”[9]

“Eğer dersen: “Muhakkikîn-i sofiye, “Kaf”a dair pek çok tasviratta bulunmuşlardır?” Buna cevaben derim: “Meşhur olan âlem-i misal, onların cevelangâhıdır. Biz elbisemizi çıkardığımız gibi, onlar da cesedlerini çıkarıp seyr-i ruhanî ile o ma’rezgâh-ı acaibe temaşa ediyorlar. “Kaf” ise; o âlemde onların tarif ettikleri gibi mütemessildir. Bir parça âyinede, semavat ve nücum temessül ettikleri gibi, bu âlem-i şehadette velev küçük şeyler de olsa -çekirdek gibi- âlem-i misalde tecessüm-ü maanînin tesiriyle bir büyük ağaç oluyor. Bu iki âlemin ahkâmları birbirine karıştırılmaz. Muhyiddin-i Arabî’nin mağz-ı kelâmına muttali olan bunu tasdik eder. Amma avamın yahut avam gibi adamların mabeynlerinde müştehir olan keyfiyeti ki: “Kaf” yere muhittir ve müteaddiddir.. her ikisinin ortasında beş yüz senedir.. ve zirvesi semanın ketfine mümastır.. ilâ âhiri hayalâtihim… Bunu, ne kıymette olduğunu bilmek istersen, git Üçüncü Mukaddeme’den fenerini yak; sonra gel, bu zulümata gir. Belki âb-ı hayat olan belâgatını göreceksin.”[10]

Hak gördüklerini halin etkisiyle ihata edemediklerinden aynıyla ifade etmişler,tevile ve izaha gitmemişlerdir.

İşte ve lillâhi’l-meselü’l-a’lâ, şu kâinatın Sani’-i Zülcelali, Vâcib-ül Vücud’dur. Yani: Onun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni’dir, zevali muhaldir ve tabakat-ı vücudun en rasihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sair tabakat-ı vücud, onun vücuduna nisbeten gayet zaîf bir gölge hükmündedir. Ve o derece vücud-u Vâcib rasih ve hakikatlı ve vücud-u mümkinat o derece hafif ve zaîftir ki; Muhyiddin-i Arabî gibi çok ehl-i tahkik, sair tabakat-ı vücudu, evham ve hayal derecesine indirmişler; lâ mevcude illâ Hû demişler. Yani: Vücud-u Vâcib’e nisbeten başka şeylere vücud denilmemeli; onlar, vücud ünvanına lâyık değillerdir diye hükmetmişler.”[11]

İmam-ı Rabbani onun için:” İbn-i Arabi “Vahdet-i Vücud”a kâil ama, bu, bir ölçüde, “Allah’tan başka varlık yok” mânâsına değil de, “Allah’tan başka varlıkların bizzat vücudları yok” manasına “Vahdet-i şuhud”u işmam eden bir vahdet-i vücud demektir.”

-Her asırda ve dönemde olduğu gibi,muhyiddin-i arabide kendi döneminde anlaşılamıyanlardandır.

“Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin-i Râzî’ye mektubunda demiş: “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır.” Bu ne demektir, maksad nedir? soruyor.

Evvelâ: Ona okuduğun Yirmiikinci Söz’ün Mukaddemesinde, tevhid-i hakikî ile tevhid-i zahirînin farkındaki misal ve temsil, maksada işaret eder. Otuzikinci Söz’ün İkinci ve Üçüncü Mevkıfları ve Makasıdları, o maksadı izah eder.

Ve sâniyen: Usûl-üd Din imamları ve ülema-i İlm-i Kelâm’ın akaide dair ve vücud-u Vâcib-ül Vücud ve tevhid-i İlahîye dair beyanatları, Muhyiddin-i Arabî’nin nazarında kâfi gelmediği için, İlm-i Kelâm’ın imamlarından Fahreddin-i Râzî’ye öyle demiş.

Evet İlm-i Kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlahiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tâmmeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki; inşâallah Risale-i Nur’un bütün eczaları, o Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın cadde-i nuranîsinde birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar.

Hem Muhyiddin-i Arabî’nin nazarına, Fahreddin-i Râzî’nin İlm-i Kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor; öyle de; tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur’an-ı Hakîm’den doğrudan doğruya veraset-i nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır. Çünki Muhyiddin-i Arabî mesleği, huzur-u daimî kazanmak için Lâ mevcude illâ Hû deyip, kâinatın vücudunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş. Ve sairleri ise, yine huzur-u daimîyi kazanmak için Lâ meşhûde illâ Hû deyip, kâinatı nisyan-ı mutlak altına almak gibi acib bir tarza girmişler. Kur’an-ı Hakîm’den alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki başıbozukluktan çıkarıp, Cenab-ı Hak namına istihdam eder. Herşey mir’at-ı marifet olur. Sa’dî-i Şirazî’nin dediği gibi:

[12]Herşeyde Cenab-ı Hakk’ın marifetine bir pencere açar.

Hem iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasılki bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif a’saba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalb, sırr, nefis ve hâkeza letaif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır. İşte Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin-i Râzî’ye bu noktayı ihtar ediyor.”[13]

“Vahdet-ül vücuda dair bir parça izahat istiyorsunuz. Bu mes’eleye dair Otuzbirinci Mektub’un bir Lem’asında, Hazret-i Muhyiddin’in bu mes’eledeki fikrine karşı gayet kuvvetli ve izahlı bir cevab vardır. Şimdilik bu kadar deriz ki:

Bu mes’ele-i vahdet-ül vücudu şimdiki insanlara telkin etmek, ciddî zarar verir. Nasılki teşbihat ve temsiller, havassın elinden avamın eline ve ilmin elinden cehlin eline girse, hakikat telakki edilir.Öyle de vahdet-ül vücud mes’elesi gibi hakaik-i ulviye, ehl-i gaflet ve esbab içine dalan avamlara girse, tabiat telakki edilir ve üç mühim zarar verir:

Birincisi: Vahdet-ül vücudun meşrebi, Cenab-ı Hak hesabına kâinatı âdeta inkâr etmek iken, avama girdikçe, gafil avamlara, hususan maddiyyun fikirleriyle âlûde olan fikirlere girdikçe, kâinat ve maddiyat hesabına uluhiyeti inkâr yoluna gider.

İkincisi: Vahdet-ül vücud meşrebi, masiva-yı İlahînin rububiyetini o derece şiddetle reddeder ki, masivayı inkâr ve ikiliği ref’ediyor. Değil nüfus-u emmarenin, belki herbir şeyin müstakil vücudunu görmemek iken, bu zamanda fikr-i tabiatın istilâsıyla ve gurur ve enaniyetin nefs-i emmareyi şişirmesiyle ve âhireti ve Hâlıkı bir derece unutmak cihetiyle bazı nüfus-u emmare küçük birer firavun, âdeta nefsini mabud ittihaz etmek istidadında bulunan insanlara vahdet-ül vücudu telkin etmek, nefs-i emmareyi “el’iyazü billah” öyle şımartır ki, ele avuca sığmaz.

Üçüncüsü: Tegayyür, tebeddül, tecezzi, tahayyüzden mukaddes, münezzeh, müberra, muallâ olan Zât-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve tekaddüs ve tenezzühüne muvafık düşmeyen tasavvurata sebebiyet verir ve telkinat-ı bâtılaya medar olur. Evet vahdet-ül vücuddan bahseden; fikren seradan süreyyaya çıkarak, kâinatı arkasında bırakıp nazarını Arş-ı A’lâ’ya diken, istiğrakî bir surette kâinatı madum sayıp herşeyi doğrudan doğruya kuvvet-i iman ile Vâhid-i Ehad’dan görebilir. Yoksa kâinatın arkasında durup kâinata bakan ve önünde esbabı gören ve ferşten nazar eden, elbette esbab içinde boğulup, tabiat bataklığına düşmek ihtimali var. Fikren Arş’a çıkan, Celaleddin-i Rumî gibi diyebilir: “Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi Cenab-ı Hak’tan işitebilirsin.” Yoksa, Celaleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve Ferş’ten Arş’a kadar mevcudatı âyine şeklinde görmeyen adama, “Kulak ver, herkesten Kelâmullah’ı işitirsin” desen, manen Arş’tan Ferş’e sukut eder gibi, hilaf-ı hakikat tasavvurat-ı bâtılaya giriftar olur!..”[14]

Vahdet-ül Vücudun kabul edilebilir bir meslek olabilmesi için,mensublarının hep Muhyiddin-i Arabi gibi olması gerekir.Oda olamıyacağına göre,bu yol umumi ve de sağlıklı bir yol değildir.

“Mustafa Sabri ile Musa Bekuf’un efkârlarını müvazene etmek için vaktim müsaid değildir. Yalnız bu kadar derim ki: “Birisi ifrat etmiş, diğeri tefrit ediyor.” Mustafa Sabri gerçi müdafaatında Musa Bekuf’e nisbeten haklıdır, fakat Muhyiddin gibi ulûm-u İslâmiyenin bir mu’cizesi bulunan bir zâtı tezyifte haksızdır. Evet Muhyiddin, kendisi hâdî ve makbuldür. Fakat her kitabında mühdî ve mürşid olamıyor. Hakaikte çok zaman mizansız gittiğinden, kavaid-i Ehl-i Sünnete muhalefet ediyor. Ve bazı kelâmları, zahiri dalalet ifade ediyor fakat kendisi dalaletten müberrâdır. Bazan kelâm küfür görünür, fakat sahibi kâfir olamaz. Mustafa Sabri bu noktaları nazara almamış. Kavaid-i Ehl-i Sünnete taassub cihetiyle bazı noktalarda tefrit etmiş. Musa Bekuf ise, ziyade teceddüde taraftar ve asrîliğe mümaşatkâr efkârıyla çok yanlış gidiyor. Bazı hakaik-i İslâmiyeyi yanlış teviller ile tahrif ediyor. Ebu-l Alâ-i Maarrî gibi merdud bir adamı, muhakkikînlerin fevkinde tuttuğundan ve kendi efkârına uygun gelen Muhyiddin’in Ehl-i Sünnete muhalefet eden mes’elelerine ziyade tarafdarlığından, ziyade ifrat ediyor.

yani: “Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitablarımızı okumasın, zarar görür.” Evet bu zamanda Muhyiddin’in kitabları, hususan vahdet-ül vücuda dair mes’elelerini okumak, zararlıdır.”[15]

“SENİN İKİNCİ SUALİNİN HÜLÂSASI: Muhyiddin-i Arabî demiş: “Rûhun mahlûkıyeti, inkişâfından ibarettir.” O sual ile, benim gibi zayıf bir bîçâreyi, Muhyiddin-i Arabî gibi müthiş bir hârika-i hakikat, bir dâhiye-i ilm-i esrâra karşı mübârezeye mecbur ediyorsun. Fakat madem nusûs-u Kur’ân’a istinâden bahse girişeceğim; ben sinek dahi olsam o kartaldan daha yüksek uçabilirim.

Kardeşim, bil ki: Hazret-i Muhyiddin aldatmaz, fakat aldanır. Hâdîdir, fakat her kitabında mühdî olamıyor. Gördüğü doğrudur, fakat hakikat değildir. Yirmi Dokuzuncu Sözde, ruh bahsinde, medâr-ı sualiniz olan o hakikat izah edilmiştir.

Evet, ruh, mâhiyeti itibarıyla bir kanun-u emrîdir. Fakat vücud-u hâricî giydirilmiş bir nâmus-u zîhayattır ve vücud-u hâricî sahibi bir kanundur. Hazret-i Muhyiddin, yalnız mâhiyeti noktasında düşünmüştür. Vahdetü’l-vücud meşrebince, eşyanın vücudunu hayal görüyor. O zât, hârika keşfiyâtıyla ve müşâhedâtıyla ve mühim bir meşreb sahibi ve müstakil bir meslek ihtiyar ettiğinden, bilmecburiye, zayıf te’vilâtla, tekellüflü bir surette, bazı âyâtı meşrebine, meşhûdâtına tatbik ediyor, âyâtın sarâhatini incitiyor. Sâir risalelerde cadde-i müstakîme-i Kur’âniye ve minhâc-ı kavîm-i Ehl-i Sünnet beyan edilmiştir. O zât-ı kudsînin kendine mahsus bir makamı var; hem makbûlîndendir. Fakat mîzansız keşfiyâtında hudutları çiğnemiş ve cumhûr-u muhakkıkîne çok meselelerde muhâlefet etmiş.

İşte, bu sır içindir ki, o kadar yüksek ve hârika bir kutup, bir ferîd-i devrân olduğu halde, kendine mahsus tarikatı gayet kısacık, Sadreddin-i Konevîye münhasır kalıyor gibidir ve âsârından istikametkârâne istifade nâdir oluyor. Hattâ çok muhakkıkîn-i asfiyâ, o kıymettar âsârını mütalâa etmeye revaç göstermiyorlar; hattâ bazıları men ediyorlar.

Hazret-i Muhyiddin’in meşrebiyle ehl-i tahkikin meşrebinin mâbeynindeki esaslı fark ve onların me’hazlarını göstermek, çok uzun tetkikata ve çok yüksek ve geniş nazarlara muhtaçtır. Evet, fark o kadar dakîk ve derin ve me’haz o kadar yüksek ve geniştir ki, Hazret-i Muhyiddin hatâsından muâheze edilmemiş, makbul olarak kalmış. Yoksa, eğer ilmen, fikren ve keşfen o fark o me’haz görünseydi, onun için gayet büyük bir sukut ve ağır bir hatâ olurdu. Madem fark o kadar derindir; bir temsil ile o farkı ve o me’hazları, Hazret-i Muhyiddin’in o meselede yanlışını göstermeye muhtasaran çalışacağız. Şöyle ki:

Meselâ, bir aynada güneş görünüyor. Şu ayna, güneşin hem zarfı, hem mevsûfudur. Yani, güneş bir cihette onun içinde bulunur ve bir cihette aynayı ziynetlendirip parlak bir boyası, bir sıfatı olur. Eğer o ayna, fotoğraf aynası ise, güneşin misâlini sâbit bir surette kâğıda alıyor. Şu halde, aynada görünen güneş, fotoğrafın resim kâğıdındaki görünen mâhiyeti, hem aynayı süslendirip sıfatı hükmüne geçtiği cihette, hakikî güneşin gayrıdır. Güneş değil, belki güneşin cilvesi başka bir vücuda girmesidir. Ayna içinde görünen güneşin vücudu ise, hâriçteki görünen güneşin ayn-ı vücudu değilse de, ona irtibâtı ve ona işâret ettiği için, onun ayn-ı vücudu zannedilmiş.

İşte bu temsile binâen, “Aynada hakikî güneşten başka birşey yoktur” denilmek ve aynayı zarf ve içindeki güneşin vücud-u hâricîsi murad olmak cihetiyle denilebilir. Fakat aynanın sıfatı hükmüne geçmiş münbasit aksi ve fotoğraf kâğıdına intikal eden resim cihetiyle güneştir denilse, hatâdır; “Güneşten başka içinde birşey yoktur” demek yanlıştır. Çünkü, aynanın parlak yüzündeki akis ve arkasında teşekkül eden resim var. Bunların da ayrı ayrı birer vücudu var. Çendan o vücudlar güneşin cilvesindendir; fakat güneş değiller. İnsanın zihni, hayâli, bu ayna misâline benzer. Şöyle ki:

İnsanın âyine-i fikrindeki mâlûmâtın dahi iki veçhi var: Bir vecihle ilimdir, bir vecihle mâlûmdur. Eğer zihni o mâlûma zarf saysak, o vakit o mâlûm mevcud, zihnî bir mâlûm olur; vücudu ayrı birşeydir. Eğer zihni o şeyin husûlüyle mevsuf saysak, zihne sıfat olur; o şey o vakit ilim olur, bir vücud-u hâricîsi vardır. O mâlûmun vücud ve cevheri dahi olsa, bununki arazî bir vücud-u hârîcisi olur.

İşte bu iki temsile göre, kâinat bir aynadır. Her mevcudâtın mâhiyeti dahi birer aynadır. Kudret-i Ezeliye ile îcâd-ı İlâhîye mâruzdurlar. Herbir mevcud, bir cihetle Şems-i Ezelînin bir isminin bir nevi aynası olup bir nakşını gösterir. Hazret-i Muhyiddin meşrebinde olanlar, yalnız aynalık ve zarfiyet cihetinde ve aynadaki vücud-u misâli, nefiy noktasında ve akis, ayn-ı mün’akis olmak üzere keşfedip, başka mertebeyi düşünmeyerek, “Lâ mevcûde illâ Hû” diyerek, yanlış etmişler. “Hakàiku’l-eşyâi sâbitetün” kaide-i esâsiyeyi inkâr etmek derecesine düşmüşler.

Amma ehl-i hakikat ise, verâset-i Nübüvvet sırrıyla ve Kur’ân’ın kat’î ifâdâtıyla görmüşler ki, âyine-i mevcudatta kudret ve irâde-i İlâhiye ile vücud bulan nakışlar Onun eserleridir. “Heme ez ost” Yani herşey Ondandır. O îcad eder.” tur; “Heme ost” Herşey O değil ki; “Lâ mevcûde illâ Hû” denilsin.” değil. Eşyanın bir vücudu vardır ve o vücud bir derece sâbittir. Çendan o vücud, vücud-u Vâcibe nisbeten vehmî ve hayâlî hükmünde zayıftır; fakat Kadîr-i Ezelînin îcad ve irâde ve kudretiyle vardır.

Nasıl ki, temsilde, ayna içindeki güneşin hakikî vücud-u hâricîsinden başka bir vücud-u misâlîsi var.

Ve aynayı ziynetli boyalayan münbasit aksinin dahi arazî ve ayrı bir vücud-u hâricîsi var. Ve aynanın arkasındaki fotoğrafın resim kâğıdına intikâş eden suret-i şemsiyenin dahi ayrı ve arazî bir vücud-u hâricîsi vardır, hem bir derece sâbit bir vücuddur. Öyle de, kâinat aynasında ve mâhiyât-ı eşya aynalarında esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin irade ve ihtiyar ve kudret ile hâsıl olan cilveleriyle tezâhür eden nukûş-u masnûâtın, Vücud-u Vâcibden ayrı, hâdis bir vücudu var. Hem o vücuda Kudret-i Ezeliye ile sebat verilmiş. Fakat eğer irtibat kesilse, bütün eşya birden fenâya gider. Bekâ-i vücud için her an, herşey, Hâlikının ibkàsına muhtaçtır. Çendan “hakâiku’l-eşyâi sâbitetün”dür; fakat Onun ispat ve tesbitiyle sâbittir.

İşte, Hazret-i Muhyiddin, “Ruh mahlûk değil; âlem-i emirden ve sıfat-ı irâdeden gelmiş bir hakikattir” demesi, çok nusûsun zâhirine muhâlif olduğu gibi; mezkûr tahkikata binâen iltibâs etmiş, aldanmış, zayıf vücudları görmemiş.

Esmâ-i İlâhiyeden Hallâk, Rezzak gibi isimlerin mazharları vehmî ve hayâlî şeyler olamaz. Madem o esmâ hakikatlidirler. Elbette mazharlarının da hakikat-i hâriciyeleri vardır.

SUAL: Muhyiddin-i Arab, vahdetü’l-vücud meselesini en yüksek bir mertebe telâkki ettiği gibi, ehl-i aşk bir kısım evliyâ-i azîme dahi ona ittibâ etmişler. Bu meslek en yüksek mertebe olmadığını, hem hakikî olmadığını, belki bir derecede ehl-i sekir ve istiğrâkın ve ashâb-ı şevk ve aşkın meşrebi olduğunu söylüyorsun. Öyle ise, muhtasaran sırr-ı verâset-i Nübüvvetle ve Kur’ân’ın sarâhatiyle gösterilen Tevhîdin yüksek mertebesi hangisidir? Göster.

Elcevap: Benim gibi hiç ender hiç, âciz bir bîçârenin kısa fikriyle bu yüksek mertebeleri muhâkeme etmek, yüz derece haddimin fevkindedir. Yalnız, Kur’ân-ı Hakîmin feyzinden gelen gayet muhtasar bir iki nükteyi söyleyeceğim; belki bu meselede faydası olacak.

BİRİNCİ NÜKTE: Vahdetü’l-vücudun meşrebine ve saplanmasına çok esbab var. Onlardan bir ikisi kısaca beyan edilecek.

Birinci sebep: Mertebe-i Rubûbiyetin hallâkıyetini âzamî derecede zihinlerine sığıştıramadıklarından ve sırr-ı Ehadiyet ile herşeyi bizzat kabza-i Rubûbiyetinde tuttuğunu ve herşey kudret ve ihtiyar ve irâdesiyle vücud bulduğunu kalblerine tam yerleştiremediklerinden, “Herşey Odur” veyahut “yoktur” veya “hayaldir” veya “tezâhüriyetidir” veya “cilveleridir” demeye kendilerini mecbur bilmişler.

İkinci sebep: Firâkı hiç istemeyen ve firaktan şiddetle kaçan ve ayrılıktan titreyen ve bu’diyetten Cehennem gibi korkan ve zevâlden gayet derece nefret eden ve visâli, rûhu ve canı gibi seven ve kurbiyeti Cennet gibi hadsiz bir iştiyakla arzulayan aşk sıfatı, herşeydeki akrebiyet-i İlâhiyenin bir cilvesine yapışmakla, firak ve bu’diyeti hiçe sayıp, likâ ve visâli dâimî zannederek “Lâ mevcude illâ Hû” diye, aşkın sekriyle ve o şevk-i bekà ve likà ve visâlin muktezâsıyla, gayet zevkli bir meşreb-i hâli vahdetü’l-vücudda bulunduğunu tasavvur ederek, müthiş firaklardan kurtulmak için, o vahdetü’l-vücud meselesini melce’ ittihâz etmişler.

Demek birinci sebebin menşei, aklın gayet geniş ve gayet yüksek olan bazı hakàik-ı îmâniyeye yetişmediğinden ve ihâta edemediğinden ve aklın îmân noktasında tamamıyla inkişâf etmediğindendir. İkinci sebebin menşei, kalbin aşk noktasında fevkalâde inkişâfından ve hârikulâde inbisâtından ve genişliğinden ileri gelmiştir.

Amma sarâhat-i Kur’âniye ile verâset-i Nübüvvetin evliyâ-i azîmesi ve ehl-i sahv olan asfiyânın gördükleri mertebe-i uzmâ-yı Tevhid ise, hem çok yüksektir, hem rubûbiyet ve hallâkıyet-i İlâhiyenin mertebe-i uzmâsını, hem bütün esmâ-i İlâhiyenin hakikî olduklarını ifade ediyor. Ve esâsâtı muhâfaza edip, ahkâm-ı Rubûbiyetin muvâzenesini bozmuyor. Çünkü derler ki:

Cenâb-ı Hakkın ehadiyet-i zâtiyesiyle ve mekândan münezzehiyetiyle beraber, herşey bütün şuûnâtıyla, doğrudan doğruya ilmiyle ihâta ve teşhis edilmiş ve irâdesiyle tercih ve tahsis edilmiş ve kudretiyle ispat ve îcâd edilmiştir. Bütün kâinatı birtek mevcud gibi îcâd ve tedbir ediyor. Bir çiçeği kolaylıkla halk ettiği gibi, koca baharı dahi o suhûletle halk eder. Birşey birşeye mâni olmaz. Teveccühünde tecezzî yoktur. Aynı anda, her yerde, kudret ve ilmiyle tasarruf noktasında bulunuyor. Tasarrufunda tevzi ve inkısam yoktur. On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Sözün İkinci Mevkıfının İkinci Maksadında bu sır tamamıyla izah ve ispat edilmiştir.

“Lâ müşâhhate fi’t-temsîl” kaidesiyle temsildeki kusura bakılmadığından, gayet kusurlu bir temsil söyleyeceğim-tâ iki meşrebin bir derece farkı anlaşılsın.

Meselâ, hârika ve emsalsiz, gayet büyük ve gayet ziynetli, şark ve garba bir anda uçacak ve şimalden cenuba ulaşan kanatlarını kapayıp açacak, yüz binler nakışlarla tezyin edilmiş ve kanadının herbir tüyünde gayet dâhiyâne san’atlar derc edilmiş bir tavus kuşu farz ediyoruz. Şimdi seyirci iki adam var. Akıl ve kalb kanatlarıyla bu kuşun yüksek mertebelerine ve hârika ziynetlerine uçmak istiyorlar.

Birisi, bu tavus kuşunun vaziyetine ve heykeline ve hârikulâde herbir tüyündeki kudret nakışlarına bakar ve gayet aşk ve şevk ile sever. Dakik tefekkürü kısmen bırakır ve aşka yapışır. Fakat görür ki, hergün o sevimli nakışlar tahavvül ve tebeddül eder. Sevdiği ve perestiş ettiği o mahbublar kaybolur, zeval buluyor. O adam kendine tesellî vermek ve aklına sığıştıramadığı vahdet-i hakikî ile rubûbiyet-i mutlaka ve ehadiyet-i zâtî ile hallâkıyet-i külliyeye mâlik bir nakkâşın bir nakş-ı san’atıdır demek lâzım gelirken, o itikad yerine, “Bu tavus kuşundaki ruh o kadar âlîdir ki, onun sânii onun içindedir veya o olmuş. Hem o ruh, vücuduyla müttehid, vücudu ise sûret-i zâhiriye ile mümteziç olduğundan, o rûhun kemâli ve o vücudun yüksekliği, bu cilveleri böyle gösterir, her dakika başka bir nakşı ve ayrı bir hüsnü izhâr eder. Hakikî ihtiyar ile bir îcad değil, belki bir cilvedir, bir tezâhürdür” der.

Diğer adam der ki: “Bu mîzanlı ve nizamlı, gayet san’atkârâne nakışlar, kat’î bir surette, bir irâde ve ihtiyar ve kasd ve meşîeti iktizâ eder. İrâdesiz bir cilve, ihtiyarsız bir tezâhür olamaz. Evet, tavusun mâhiyeti güzel ve yüksektir; fâili ile hiçbir cihette ittihâd edemez. Rûhu güzel ve âlîdir, fakat mûcid ve mutasarrıf değil, belki ancak mazhar ve medardır. Çünkü herbir tüyünde, bilbedâhe, nihâyetsiz bir hikmetle bir san’at ve nihâyetsiz bir kudretle bir nakş-ı ziynet görünüyor. Bu ise irâdesiz, ihtiyarsız olamaz. Bu kemâl-i kudret içinde kemâl-i hikmeti ve kemâl-i ihtiyar içinde kemâl-i rubûbiyeti ve merhameti gösteren san’atlar, cilve milve işi değil. Bu yaldızlı defteri yazan kâtip onun içinde olamaz, onunla ittihâd edemez. Belki, yalnız o defter, o kâtibin yazı kaleminin ucuyla temâsı var. Öyle ise, o kâinat denilen misâlî tavusun hârikulâde ziynetleri, o tavus Hâlikının yaldızlı bir mektubudur.”

İşte şimdi o kâinat tavusuna bak, o mektubu oku, Kâtibine “Mâşâallah, Tebârekâllah, Sübhânallah” de. Mektubu kâtip zanneden veya kâtibi mektup içinde tahayyül eden veya mektubu hayal tevehhüm eden, elbette aşk perdesinde aklını saklamış, hakikatin hakikî suretini görmemiş.

Vahdetü’l-vücudun meşrebine sebebiyet veren aşkın envaından en mühim ciheti, aşk-ı dünyadır. Mecâzî olan aşk-ı dünya, aşk-ı hakikîye inkılâb ettiği zaman, vahdetü’l-vücuda inkılâb eder.

Nasıl ki insandan şahsî bir mahbûbu muhabbet-i mecâzî ile seven, sonra zevâl ve fenâsını kalbine yerleştiremeyen bir âşık, mahbûbuna aşk-ı hakikî ile bir bekà kazandırmak için “Mâbud ve Mahbûb-u Hakikînin bir âyine-i cemâlidir” diye kendini tesellî eder, bir hakikate yapışır. Öyle de, koca dünyayı ve kâinatı hey’et-i mecmuasıyla mahbub ittihâz eden, sonra o muhabbet-i acîbe dâimî zevâl ve firak kamçılarıyla muhabbet-i hakikîye inkılâb ettiği vakit, o çok büyük mahbubunu zevâl ve firaktan kurtarmak için vahdetü’l-vücud meşrebine ilticâ eder. Eğer gayet yüksek ve kuvvetli îmân sahibi ise, Muhyiddin-i Arabın emsâli gibi zâtlara zevkli, nûrânî, makbul bir mertebe olur. Yoksa, vartalara, maddiyâta girmek, esbapta boğulmak ihtimâli var. Vahdetü’ş-şuhud ise, o zararsızdır, ehl-i sahvın da yüksek bir meşrebidir.”[16]

Nitekim Muhyiddin-i Arabî,

[17] hadîs-i şerifinin beyanında: “Mahlukatı yarattım ki, bana bir âyine olsun ve o âyinede cemalimi göreyim.” demiştir.”[18]

“Selef-i Sâlihîn’in bıraktığı kudsî tefsirler iki kısımdır: Bir kısmı, ahkâma dair tefsirlerdir. Diğer bir kısmı da, âyât-ı Kur’aniyenin hikmetlerini ve iman hakikatlarını tefsir ve izah ederler. Selef-i Sâlihîn’in bu türlü tefsirleri çoktur. Hususan Gavs-ı A’zam Şah-ı Geylanî, İmam-ı Gazalî, Muhyiddin-i Arabî, İmam-ı Rabbanî gibi zevat-ı kiramın eserleri, bu kısım tefsirlerdir. Bilhassa Mevlâna Celaleddin-i Rumî Hazretlerinin Mesnevî-i Şerif’i de bu tarz bir nevi manevî tefsirdir. İşte Risale-i Nur, bu tarz tefsirlerin en yükseği, en mümtazı ve en müstesnasıdır. İşte madem bu tarz tefsirler mütedavildir, kimse ilişmiyor, Risale-i Nur’a da ilişmemek lâzımdır. İlişenler, Kur’ana ve ecdada düşmanlıklarından ilişirler.”[19]

“Necmeddin-i Kübra ve Muhyiddin-i Arabî (R.A.) gibi pek çok ehl-i velayet, mana-yı zahirîden başka bâtınî ve işarî manalar ile ekser âyâtı tefsir etmişler; hattâ tefsirlerinde Musa (A.S.) ve Firavun’dan murad, kalb ve nefistir dedikleri halde ümmet onlara ilişmemiş; büyük ülemadan çokları onları tasdik etmişler.”[20]

-İbni Arabi her dönemde insanları kendisiyle meşgul etmiş bir mutasavvıftır. Gaybi sırlarla da uğraşan[21] Muhyiddin-i Arabi O tefsirinde tasavvufi tevile yönelir.Hz.Cüneyd,SadreddinKonevi,Kaşani,Kayseri,Cami,Bursevi gibi.İbni Arabi;Yağmurun yağıb,suların kendi genişliklerini bulmasını,yağmuru ilme ve genişliği kişinin onu almasına,cehennemdeki azabın aslında tatmak olup,onların cehennemde cennettekiler gibi olmasa da lezzet alacaklarını,ad kavmine gönderilen rüzgar yani rih ifadesinin rahatlamak olup,onlar kalbi kasavetlerden kurulmş olmaktadırlar.Mal ise kendisine meyledeilen anlamına imale kökünden türemiş olduğunu ifade eder.

Bursevi de Kur’andaki musa ile fir’avunun,insandaki kalb ile nefis anlamında olduğunu ifade eder.

Vahdeti vücud da önemli yer tutar yani Allahın dışındaki varlıklara hakiki bir varlık manasını vermeyib,zatın bir olduğunu,onun dışındakilerin ise sıfatların çoklukla bir yansıması olarak değerlendirir.

“Saadet asrının güneşinden istifade edip insanları aydınlatan,yıldız misal [22] kemalatta zirvede olup[23] makbul insanlardandır.

“Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin makbulînden olduğu halde, hatasının ve her kitabında mühdî olamamasının esbabı, o kadar amîk bir şekilde ve o derece ince bir tarzda izah buyuruluyor ki, bu âlî dersinizi sair kardeşlerimle beraber okudum. Dedim: “Aziz kardeşlerim, bu âlî dersten istifade ediyor, mühim bir şey anlıyorum, fakat zübde edemiyorum, zihnimde toparlayamıyorum, siz ne dersiniz?”[24]

“Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin meşrebini izah edip, noksaniyetini beyan eden nurlu beyanatınızdan çok istifade ettim. O mes’eleye ait evvelki dersinizden anlayamadığım cümleler ve karanlık noktalar, bu defa başka bir tarza çevrilerek karşıma çıktığını hissettim. Ve güzel yüzlü hakikatlarını görmeye başladım. Elhak çok tefeyyüz ettim. Kardeşim Re’fet Bey’le beraber okuduk. Üstadımıza minnetdarane teşekkürler ettik. Cenab-ı Hak, size lâyık olduğunuz ecr-i kesîri ihsan etsin. Âmîn.(Ahmed Hüsrev)”[25]

Muhiddini Arabi (k.s.) der ki: “Hareket hubbiyedir”.Bir muhabbet ve sevginin neticesi ve devamıdır.

İbni Arabi “Tecellide tekrar yoktur”her şeye bir kere tecelli eder,onda vahdet görülür.

*Seyyid Şerif Cürcanî hazretleri ise, Tarifat adlı eserinde, bir şeyin ilâhî ilimde teşekkül eden hâline “mahiyet,” yaratılarak haricî vücut giymiş hâline de “hakikat” demektedir. Buna göre, “ayan-ı sabite” eşyanın mahiyetleridir.

Hatibî, vahidiyet ve ehadiyet kavramlarını şu şekilde açıklar: “Ehadiyet zâtın birliğidir, Vahidiyet ise sıfatta ortaklığı red içindir.”

*İbni Arabi ve Cili-ye göre:” Tecelli bu latife üzerine olur. Hak kendinden başkasına tecelli etmez.

Ancak biz bu ilahi latifeyi kuldan bedel olması itibariyle abd olarak isimlendiririz. Aksi taktirde ne rab,ne de kul olurdu. Zira merbub’un yok olmasıyla rab da yok olurdu. Tek olan Allah’dan başka hiç bir şey yoktur.”

Mesela Hak kulda “hayat” sıfatıyla tecelli ederse, kul bütün alemin hayatı olur ve cisimsel ve ruhi bütün varlıklarda kendi nüfuzunu görür. İsa (as.) bu sınıfa dahildir. Hak kulda kelam sıfatı ile tecelli ederse bütün mevcudat kulun kelimeleri olur. Bütün zati hakikatler ona açılır ve cihetsiz ve organsız olarak sözü işitir. Hitabı işitmesi, izniyle değil, külliyetiyledir. “Sen benim habibimsin; sen benim mahbubumsun; sen benim gayemsin; sen benim kullardaki vechimsin… Şuhudumla bana yaklaş; ben

varlığımla sana yakınlaştım.”

İbn Arabi’de olduğu gibi Cili’nin görüşüne göre de, İnsan-ı Kamil varlığın başlangıcından ebediyete kadar tektir. Ancak suretler itibariyle çoktur ve her zamanda o zamanın sahibi suretinde zuhur eder ve onun ismiyle isimlendirilir. Ancak gerçek ismi, Muhammed; künyesi Ebu’l-Kasım, özelliği ise,Abdullahdır. İbn Arabi’nin açıkladığına göre bununla murad, hakikat-i Muhammediyyedir.”

*”İlmi sarf kaidesince;”Masdarların ilmi vücutları vardır,fakat harici vücutları yoktur.Hasıl-ı bil masdarların ise,vücud-u arazileri vardır,ancak vücud-i cevherileri yoktur.”Tabiat”,”Min haysü hüve”yani madde ile mezcolmaması,yani ilmi bir vücuda sahib bulunması cihetiyle “Masdar”dır.Tabiat madde ile memzuciyeti itibariyle düşünülse,o zaman sanat,nakış,ahkam,şeriat-ı fıtriye,perde-i izzet,fıtrat,kanun ve mistar olarak tezahür eder ki;bunlar da “hasıl- bil masdardır.Hasıl-ı bilmasdarın ise “arazi”bir vücud-i haricisi vardır,”cevheri”bir vücud-i haricisi yoktur.”[26]

Ehli tasavvufa göre –Şeyhi ekber-olan Muhyiddin-i Arabi,İbni Teymiyelere göre ise-Şeyhi ekfer-dir,en büyük kafir.

Harikalıkları ve sırları olan bir zattır.

*Kabre konulduğunda münker ve nekir melekleriyle arasındaki konuşmaya şahid olan keşfel kubur bir zat şunu nakleder: “Rabbin kim?” sorusuna Muhyiddin şu cevabı verir:
“Biz bizle beraberken bizi bize sordular. Biz bizden hiç ayrıldık mı ki bizi bize sorarlar? Biz, bizden başka mıyız ki bizi bize sorarlar?”
Melekler, kaydı nasıl tutacaklarını şaşarak Allah katına başvurduklarında Cenab-ı Hak şöyle nida eder:
“Muhyiddin kulumu dünyada kimse anlamadı. Ölünce de melekler anlamadı. Onu bana bırakın. Ben anladım. Cevap tamamdır”.

* Şeceret-ün-Nu’mâniyye fî Devlet-il-Osmâniyye isimli eserinde; “Sin, Şın’a gelince, Muhyiddîn’in kabri meydana çıkar.” buyurdu. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Şam’da, kalbi para sevgisiyle dolu bir grup kimseye; “Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır.” dedi. Orada bulunanlar bu sözü anlayamadılar. 1240 (H.638) Rabî’ul-âhir ayının 28. Cumâ günü, yetmiş sekiz yaşında iken Şam’da fânî dünyâdan âhirete irtihâl etti. Sâlihiyye’de defnolundu. Şam halkı, onun büyüklüğünü anlayamadıkları için kabrinin üzerine çöp döktüler. Osmanlı SultânıYavuz Selîm Hân Şam’a geldiğinde; “Sin, Şın’a gelince, Muhyiddîn’in kabri meydana çıkar.” sözünün ne demek olduğunu anladı. Kabrini araştırıp buldurdu. Çöpleri temizleterek, kabrin üzerine güzel bir türbe, yanına bir câmi ve imâret yaptırdı. Ayrıca Muhyiddîn-i Arâbî’nin vefâtından önce ayağını yere vurarak, “Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır” buyurduğu yeri tesbit ettirip, orayı kazdırdı. Orada küp içinde altın çıktı. Bundan, “Siz, Allahü teâlâya değil de, paraya tapıyorsunuz” demek istediği anlaşıldı.

Riyazet halindeyken Allah a hitaben “ne kadar merhametli olduğunu halka yayarsam ibadet edecek kul bulmazsın” dediği anlatılır ve naz makamının olağanlarından addedilir ki havvasa dairdir.

“Daima allah’tan başkasını unut… zakir olursun. böyle olan bir kimse her yerde zakirdir. kalb ve lisanıyla allah’ın zikrine devam edenlerin kalbine allah, zati ahadiyyetine karşı iştiyak nuru ilka eder. gözü açılana ise haya gelir…
haya makamında fetih başlar. fetih kalb gözünün tevfik-i rabbani ile açılmasıdır. bu göz açıldı mı ahlak, fazilet, doğruluk o kimse için asla değişmeyen, değiştirilemeyen bir haslet olur, onsuz yaşayamaz…
“Bir yerde bir günah işlemişsen oradan ayrılmadan bir de iyilik işle, ibadet yap. o günahı bir elbise üzerinde iken işlemişken o elbiseyi çıkarmadan evvel bir de sevap işle….
“Allah daima kendi zat-i tecelli alalarını tesbih ve zikreder. en büyük zikir allah’ın zikridir. kulun en büyük zikri ise hakk ile olan zikre iştirak etmektir. sana senden yakın olanla…
“Namaz da bir zikirdir. miraca gitmektir. ibadet bundan dolayı farzdır. farz demek, mecburiyet demek değildir. hakk’a yanaşmak için muhakkak şart olan şeye farz denir. hakk’a yanaşmanın edebi ve usulüdür; bunsuz olmaz demektir. (allahüekber yoruma bakın yahuu.)
“Kelime-i tevhidin ehli olanların bilfarz yer dolusu günahları olsa… yalnız şirk bulunmasa bu günahların içinde, allah onları mağfiretle karşılar. allah’a düşman olan müşriktir. ondan uzaklaşmalı (allah muhafaza buyursun) bilmeyerek veya te’vile müsait ağzından bozuk şeyler çıkmış ise bununla allah’ın kullarına düşman olunmaz… (şeyh’in en tartışılan fikirlerinden biri budur)
“”felikülli asrın vahidün yesmü bihi ve ene libâg’el asrı zak’el vahid”
Yani: her asır bir kişinin ismiyle anılır, bu ve bundan sonraki asırlar da benim ismimle anılacak…
“Alnını sürdüğü toprağı göstermişler ibn arabi ye.
“sen bundan yaratıldın”.
demek bu yüzden secde..”

“Körün kadına bakmamasına sevap yoktur.”

“Bir gün çok hastalandım. Baygın bir halde idim. Korkunç kimseler gördüm. Bana eza etmek istiyorlardı. Derken güzel şimali ve güzel kokulu bîr zat geldi onları hep kovaladı. Sevindim. Ve “efendim siz kimsiniz?” diye sordum. Ben ( Y A S İ Y N ) suresiyim dedi. Gözümü açtım baktım ki, babam baş ucumda ağlıyor ve (Y A S İ Y N ) şerifi okuyordu. Bitirdi. Gördüklerimi babama söyledim. Hastalarınıza ( Y A S İ Y N ) okuyun diye emir var.

“Hakkı daima önde tut. Ve Allah’ın kullarına, Allah’ın muamele ettiği gibi muamele et.

İbrahim Peygambere bir müşrik misafir olmak istedi, İbrahim Aleyhisselâm; Müslüman olursan misafir ederim, dedi. O da kabul etmedi. Döndü gitti.

Cenabı Hak İbrahim’e; bir lokma ekmek için herifin dinini, babasından kalan alıştığı dinini terk etmesini teklif ettin. O, yetmiş senedir gâvurluk yapar, ben onu besliyorum ve rızkını kesmedim. Buyurunca, İbrahim Aleyhisselâm yola çıktı ona yetişti. Gel dedi, seni misafir edeceğim. Çünkü Rabbim senin için bana hitab etti, deyince o, hem misafir oldu ve hem de Müslüman oldu.

“Hıristiyan bilginlerinden bir zat, İslâm ülkelerinden birine geldi. Dolaşırken, herkes koşmaya başladı, işte Sultanımız geliyor, diye seviniyorlardı. O Hıristiyan zat da bekledi. Baktı ki siyah, vaktiyle köle olduğu nişanlarından belli, yüzü yırtık, çirkin bir yüz. Yüzüne bakınca; Allah’ın varlığına, birliğine, şeriki ve naziri bulunmadığına, istediğini istediği gibi yapar olduğuna, mülkünde istediği gibi tasarruf ancak Zat-ı Ahad’iyetine has olduğuna, Hazreti Muhammed’in (S.A.V.) de hak Peygamber olduğuna şahadet ederim dedi. Dediler ki; bu imanın sebebi nedir? Dedi ki; Şu siyah kölenin saltanatındadır. Çünkü, zahiren bu adamın arkasına iki kişi bile düşmez. Halbuki bütün Ulema, Esra ve iyyanı hep onun önünde el pençe duruyorlar, inandım ki Allah birdir. Kullarında istediği gibi tasarruf ediyor. Ve Habibi Hazreti Muhammed’i de (S.A.V. ) tasdik ediyor.

O hakkı hakkıyla bilenlerdendi.Hadisde:”Eğer hakkıyla Allah’ı tanımış olsaydınız, mutlaka su üzerinde yürürdünüz ve dağlar size geçit verirdi.

Ve her şeyi bir bir saymıştır. (Cin Sûresi-28) Bu âyette yüce Allah’ın geçmişte olan, şu anda olmakta olan ve gelecekte olacak bütün esmalar/isimleri kuşattığına işaret ediyor.”

Hak teala her şeyi bir bir saydığına ve sen de sayılan şeylerden biri olduğuna göre, O’nun koruması ve denetimi altındasın.

Rububiyet sırrını ifsa etmek küfürdür. Ariflerden biri; “tevhidi açıkça dile getiren ve

vahdaniyet sırrını ifsa eden kisinin öldürülmesi on kisiyi yasatmaktan daha efdaldir!..”

demistir.

Biri de söyle demistir:

Rububiyetin bir sırrı vardır ki, eger bu sır açıklansa Nübüvvet iptal olur. Nübüvvetin de bir sırrı vardır; şayet açıklanırsa ilim iptal olur.

Allah’ı bilenlerin de bir sırrı vardır; eğer bu sır açıklanırsa hükümler iptal olur.

Halka hakkın gözüyle bakan onlara merhamet eder. Ilim gözüyle bakansa onlara buğzeder.

Dedim ki, Ya Rab!.. Ne ile sana yaklaşayım?..

Dedi ki, Bende olmayanla.

Dedim ki, Sende olmayan nedir?..

Dedi ki, Zillet ve muhtaçlık!…

MEHMET ÖZÇELİK

04-07-2006

[1] En’am.103.

[2] “Meryem’e Cebrâil’i gönderdik; o da aynen bir beşer suretinde ona görünüverdi.” Meryem/17.

[3] Sözler.258.

[4] “Elif lâm mim. Rumlar mağlûp düştüler.” Rum/1-2.

[5] Sözler.405.

[6] Herşeyden nihayetsiz derecede yüce olan Rabbim bütün noksanlardan münezzehtir.

[7] Sözler.490.

[8] Sözler.689.

[9] Mektubat.81-83.

[10] Muhakemat.64.

[11] Mektubat.249.

[12] Uyanık nazarlar için her bir yaprak, Allah’ın mârifetine dâir bir defterdir.

[13] Mektubat.330-331.

[14] Lem’alar.272-273.

[15] Lem’alar.274.

[16] 9.Lem’a,Barla Lahikası.264-267.

[17] Süyûti, ed-Dürerü’l-Müntesire, s. 125; Ali el-Kàrî, el-Esrârü’l-Merfûa’, s. 273.”Ben gizli bir hazine idim.Mahlukatı yarattım ta ki kendimi bileyim,bildireyim.”

[18] İşarat-ül İ’caz-17.

[19] Age.226.

[20] Kastamonu Lahikası.188,Sikke-i Tasdik-i Gaybi.68.

[21] Şualar.712,Barla Lahikası.367,Kastamonu Lahikası.47,126, Sikke-i Tasdik-i Gaybi.61.

[22] Mesnevi-i Nuriye.29.

[23] Barla Lahikası.143.

[24] Age.227.

[25] Age.234.

[26] Molla Muhammed-in tabiat risalesinin şerhinden.




YANKESİCİNİN HAYRI

YANKESİCİNİN HAYRI

Yankesicinin de hayrı mı olurmuş?Bazen hayatta doğruları yaparken yanlışlar yapıldığı gibi,bazen de yanlışları yapmada doğrular yapılmaktadır.

Doktorun hastasına moral vermek amacıyla yalan ve yanlış ile onu kurtarmaya çalışması bir doğruluk iken,bizim yankesicinin kesinlikle yanlış olan fiilinde göze çarpan bir doğru görülmektedir.

Yanlışın her ikisi yanlışlıkta yanlış iken,niyetler onları niyete göre yönlendirmekte ve değerlendirmektedir.

Şehre bir haftadır gelmiş,kaldığı otelin karşısındaki ermeni altıncıyı gözetlemektedir.Uygun bir zaman ve zemini kollamaktadır.Hemen hemen her günde altıncının birkaç dükkan ötesindeki berbere gidip tıraş olmaktadır.Artık ahbab olmuştur.

Berberler dert babaları olsa gerek ki,bizim yankesici de berbere derdini dökmektedir.Derdi mi;

-Berber kardeş!Benim büyükçe bir kardeşim var.Küçükken her ne sebebse sünnet olmamış,büyüyünce de utanıyor.Bir türlü sünnet olmaya yanaşmıyor.ne yapıp yapmalı şunu hayrına bir sünnet etmeliyiz.Fakat sünnet olmaya bir türlü yanaşmadığı için ben sana onu bir gün getireyim,çayına uyku ilacı koy,bu arada arkada onu sünnet edelim.Böylece senin de bir hayrın olmuş,kardeşimde ömür boyu çekeceği bu sıkıntıdan kurtulmuş olur.

Berber memnuniyetle böyle bir hayrı yapabileceğini söyler.Ve anlaşma yapılır.

Yankesici belirli zaman aralıklarıyla altıncıya gelir,ufak tefek ama mutlaka bir şeyler alır.

Yine bir gün Ankarada bulunan nişanlısına epey miktarda altın alıp seçer ve ermeni altıncıya da;

-Bankalar yarım saat sonra açılacak,şu anda bu kadar para yanımda yok.Ben ilerdeki berberde tıraş olmaya gidiyorum.Kardeşinde benimle gelsin,ben tıraş olana kadar fazla beklemeden bankadan parayı alır,kardeşine de veririm.Altınları bir çantaya koyup,kardeşinde kalsın zamanda kaybetmeden paranızı öderim.

Birkaç gündür zaten teminat vermeye çalışan yankesici,bir de altınların kardeşinde durmasını teklif etmesi ermeni altıncıyı pek de kuşkulandırmaz.Olur deyip seçilen altınları çantaya koyarak kardeşine verir.Altınlar kardeşindedir.

Berbere gelinir.Zaten berberle beraber önceden anlaşılmıştır.Berberin önüne tıraş olmak için oturan yankesici,bu arada berbere de göz işaretiyle yapması gerekeni bildirir.Berber hazırlamış olduğu çaya uyku ilacını koyar.kısa bir zaman içinde genç ilacın tesiriyle uyuya kalır.Berberle beraber bunu tutarak arka odaya götürürler.Ve berber gerçekten de sünnet olmamış olan genci sünnet eder.

Yankesicinin işi aceleder.Berbere dönerek kardeşinin mahcub olmaması için hemen arabayla eve götürmesi gerektiğini söyleyerek,araba çağırmak üzere dışarı çıkacağını söyler.Ve gencin getirdiği çantayı da alarak kayıplara karışır.

Bu işi akılsız ve geri zekalı bir insanın yapması ve becerebilmesi düşünülemez.Bu bir ustalık işidir.Ancak sahib olunan bu değer ve birikimler yanlış yönde ve yerde kullanılmıştır.Belki bunu daha doğru bir yerde kullansaydı,buradan elde ettiğinin kat katını da kazanabilirdi.

Bir diğer olayda da;20 yıla yakın vakıflarla olan problemlerini çözemeyen vakıf mensubları,memleketlerine gelen ve kendisini herkese bakanın danışmanı,üst kademede bir görevli olduğunu tanıtan,kelli felli bir kişiyle karşılaşır ve bu problemlerini onada aktarırlar.Birden aynı anda cep telefonunu çıkarıp vakıflar genel müdürlüğünü arayan bu kişi bir süre kendisini tanıttıktan sonra problemin çözülmesini adeta emreder.20 yılda çözülmeyen problem 20 dakikada çözülür.

Bu kişi bir çok yerde bu şekilde insanları dolandırmış olarak sonuçta yakalanır.Ancak bu arada hayırlı bir işi,vakıfların yapamadığı bir işi de başarmıştır.O yönüyle tebrikler.

Mehmet ÖZÇELİK

27-09-2004




Y A S A K !

Y A S A K !

Yıl 1976 idi.Daha gençti.Gençliğin verdiği hissiyat ile suç işlemiş ve hapse düşmüştü.Böyle güzel olan gençlik yıllarını da hapishanede geçirmek,hapisten daha ağır hapis ve bir ceza idi onun için…Bu düşünceler içerisinde geçen zorlu hapis yılları,askerlikten beter bir yılların geçmediği,adeta saniyelerin nabzının tutulduğu,dakikaların zorlu aktığı,saatlerin yıllar gibi geçtiği sanki asırlık geçmeyen bir cehennem hayatı.

İşlediği suç gibi bunda da tahammül edemedi.Herşeyi göze alarak kaçma yollarını denemeye başladı,asırları yıllara,yılları da günlere indirmek için…Başka türlü de geçmiyordu…

İzmir hapishanesinden kaçmak için tünel kazan bu genç,gençliğinin bu döneminde bir başarısızlık ile daha karşılaşmış adeta bir tokat daha yemişti.Yine boyun bükmekten başka çaresi yoktu.Çünki tek kurtuluş yolu olarak düşündüğü yol da tıkanmıştı.

Buradan başka bir hapishaneye,güneydoğuya sevkedilmişti.Burdaki hapishaneye hapsedilen bu genç,kendisiyle beraber getirmiş olduğu üç-beş tane de küçük dolar ve marklardan da bulundurmuştu.

Bu durum ise önceki işlediği suçlardan daha büyük bir suç olarak addedilmekte idi.Bir arama sonucu kendisinde bunların bulunmasıyla üstüne çullanılmış,iyice dövülmüştü.

Çünki mark ve dolar bulundurulması ve kullanılması yasak idi…Yasakları çiğnemişti.Suçuna karşı,kaçmasına karşı normal bir gözle değerlendirilse bile böyle bir dolar mark bulundurma suçu kolay afedilecek suçlardan değildi.Affı ğayrı kabil bir suçtu.

Çünki kendisini kabul ettiremiyenler,başarısını gösteremeyenler yasaklar ile kendilerini kabul ettirmiş veya öyle göstermişlerdi.Bu gibi yasaklar başarısızların başarı yolu idi.

Milletin yolunu açamayanlar,o yolda gitmeyi yasaklayarak çare bulmuşlardı çaresizliklerine ve beceriksizliklerine.

Milletin ekonomik pazarını oluşturamıyanlar,gelir kaynağını sağlıyamıyanlar kaçak sigaraya da yasak getirdiler.Bu mereti satma yasağına rağmen millet bu kapısını açık tutuyor ve cezalara aldırmadan gizli de olsa sürdürmeye çalışılıyordu.

Yasakların daha sonraki yıllarda kalkmasıyla insanlarda şu kanaat belirmeye başladı;Aaa yasaklamamakla devlet yıkılmıyormuş,tabiya çürük değilse…

Başörtüsüne getirilen yasaklarda devleti koruma adına yapılmış,insanlar mağdur edilerek daha büyük suç işlenerek tarihe gülünç bir sayfa daha eklenmiş oldu.

Burası kamusal alan denilerek baş örtüsüyle girilmesi yasaklanırken,o kamusal alanda mesela cumhurbaşkanlığı köşkünde o da ramazan da içkili kokteyler verilmiştir.

İşte yasakların mantık dışı mantığı…

Mantığa uymayan,hayata hayat katmayan,hayatı korumayan her yasak yasaklanmalı,çöplüğe atılmalıdır.

Hayatımızda bulunan bürokratik bir çok yasaklar hayatı frenleyip yavaşlatan kurallardır.Daha doğrusu kuralsızlıklardır.

Bu tip yasaklarda keyfilik ve menfaat yatmakta ve kokmaktadır.Çünki yapılan şeyin kokuşmuşluğu elbette bir gün etrafa saldığı kokularda kendisini gösterecek,gelecek nesillerle lanetle varılmaya kadar gidilecektir.

Yasaklar yolumuza gömülen mayınlardır.Hudutlara konulanlar fayda sağlayabilirken,emniyet için düşünülebilirken ki o bile zaman içerisinde önemini yitirip,devre dışı bırakılacak,ancak toplumun hayatına konulan mayınlar can almaya devam edecektir.

Yasaklar hayatın içine değil,hayatın dışına konulmalıdır.

Köpeklerin yeri evin içi değil,kapının önüdür.O bile ihtiyaç halindedir.

Konuşmaya getirilen yasaklar ruh ve kalbe vurulan zincirlerdir.Oysa atasözünü söylerken;İnsanlar konuşa konuşa,hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşırlar.

Bizler konuşmaya değil,koklaşmaya terkedilmişiz.Çünki konuşmak yasak.

Öyleki eğitim konusunda herkes konuşabilir,ancak bir eğitimci konuşup tenkid edemez çünki yasak…

Ağızlara,ellere,düşüncelere,kalblere bu kadar fazla pranga vurulan tek asır bizim asrımız.Tek memlekette bizim gibi birkaç memleket…

Düşünenler içeri,düşünmeyenler serbest…

Düşünmeye vergi,düşünmemeye ödül…

Ben senin ne düşündüğünü biliyorum!

Rejimi tehdit etti..ben senin öyle yapacağını biliyorum..yapabilme ihtimaline binaen üç yıldan altı yıla hapsi istenmiştir.

Keramet sahibleri tarafından…

Aklıma gelmişken,aslında mahkemelere gerek yokki,böylece keramet ile suç işleme düşüncesinde olanlar ihtimaller ile çarşıdan toplanıp,zaman kaybı olmadan doğrudan içeriye tıkılmış olur.

Gerçi ona da gerek yok,memleketi hapishane yaparsınız daha tasarruflu olmuş olur.Çünki gelecek olan faturaları da millete ödetmiş olursunuz.

Hayatımıza konulan yasaklar çileyi kaldırmak için değil,çileden çıkarmak içindir.

05-11-2003

Mehmet ÖZÇELİK




VAHİY – AKIL İLİŞKİSİ

VAHİY – AKIL İLİŞKİSİ

Akıl bir düşünme aletidir,düşünmeye yarayan bir araçtır.Akıl her şey ve her şeyi çözen bir şey değildir.Eğer öyle olmuş olsaydı farklı akılların ve farklı yorumların çıkması söz konusu olmazdı.

Akıl bir cüzdür.Küllileri ve küll’leri çözmeye yarayan bir cüzdür.küllin yerine ikame edilemez.Bütün akıllar bile başlı başına bir küll değildir.

Vahiy ise ilahi asıllı,akıllar üstü bir küll ve küllidirki,çok küll ve külliler onun yanında cüz ve cüz-i kalır.

Vahiy tarafından desteklenip onaylanmayan hiçbir akıl ve akıl ürününün bir değer ve tutarlılığı söz konusu değildir.

İnsanlık tarihi boyunca akıllar sürekli olarak vahiy tarafından desteklenmiştir.Mücerred olarak aklına güvenenler kaybetmişlerdir.Özellikle batı felsefesinin temelini oluşturan filozoflar akla güvenip aklı esas almalarıyla dalalet vadilerinde hep kendileri sapmış ve hem de başkalarını saptırmışlardır.

Körlerin fil tarifi gibi,hakikatları ya kol ya ayak,ya hortum ya da gövdeden ibaret saymışlardır.

İnsan makinasını yaratıp kuran Allah,elbetteki o makinayı o makinanın kendisini bilmesinden daha iyi bilir.

Hiçbir zaman için akıl vahiyden üstün değildir ve olamaz da.Bu adeta aklı ilahlaştırmak demek olur.Bir çok küçük noktalardan bile çıkamayan,küçük damlalarda bile boğulabilen bir akıl ilah olamaz.

Aksi durumda bu insanın da ilahlığını iddia etmeyi gerektirir.Sürekli değişen ve değişken,şaşıran ve aşırılığa ve geri zekalığa düşen bir ilah?

Kur’an-ı Kerim’de Akıl ve Vahiy ile ilgili geçen ayetlerde şöyle buyurulur:

Evvela Kur’an,sık sık insanları düşünmeye,akletmeye havale eder.

“De ki: “Ben size “Allah’ın hazineleri benim yanımdadır.” demiyorum; gaybı da bilmem, size “Ben meleğim.” de demiyorum; ben ancak bana verilen vahye uyarım.” De ki: “Kör ile gören bir olur mu? Artık biraz düşünmez misiniz?”[1]

Akıl vahyi ancak tasdik edebilir.

“Uydurduğu yalanı Allaha isnad eden veya kendine birşey vahy edilmemişken bana vahy olunuyor diyen kimseden, bir de Allâhın indirdiği âyetler gibi ben de indireceğim demekte olan kimseden daha zâlim kim olabilir? Görsen o zâlimler ölüm dalgaları içinde boğulurken Melâike ellerini uzatmış çıkarın, diye: canlarınızı bu gün zillet azâbiyle cezâlanacaksınız, çünkü Allaha karşı hakk olmıyanı söylüyordunuz ve çünkü Allâhın âyetlerinde istikbar ediyordunuz.”[2]

Vahiyden kopuk düşünen akıl,hem kendisine hem de başkalarına zulmeder.

“Rabbından sana ne vahy olunuyorsa ona tâbi’ ol başka ilâh yok ancak o, müşriklere bakma.”[3]

Vahiy akla değil,akıl vahye tabidir.

“Sen onlara bir ayet getirmediğin zaman “Derleyip toplasaydın ya!” derler. De ki: “Ben ancak Rabbimden bana ne vahyolunuyorsa ona uyarım! Bütünüyle bu Kur’an Rabbinizden gelen kalp gözlerinizi açacak delillerdir. İman edecek bir kavim için hidayet ve rahmettir.”[4]

Hiç aklın derlemeleri,vahyin aslını tutar mı?Elbette körle gören bir olmaz,vekil aslın yerini tutmaz.

“Böyle iken ayetlerimiz birer açık delil olarak karşılarında okunduğu zaman Bize kavuşmayı arzu etmeyenler: “Bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir!” dediler. De ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir! Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Rabbime isyan edersem şüphesiz büyük bir günün azabından korkarım.”[5]

Vahyin esası şeffaf,aklın mahsulü bulanık ve karanlıktır.

“Sana ne vahyolunursa ona uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret; hakimlerin en hayırlısı O’dur!”[6]

Vahyin hükmü geçerlidir.

“Şimdi belki de sen, onların: “Ona bir hazine indirilse veya beraberinde bir melek gelse ya!” demeleri yüzünden için sıkılarak, sana vahyolunanın bir kısmını terkedecek olursun. Fakat sen, ancak bir uyarıcısın. Allah ise herşeye vekildir.”[7]

Vahiy,aklın dışa açılan penceresidir.Onunla görür,onunla teneffüs eder.

“Bizim gözetimimizde ve vahyimiz dairesinde gemi yap ve Bana o zulmedenler hakkında birşey söyleme; çünkü onlar, boğulacaklardır!”[8]

Akıl önünü görmezken,vahiy geleceği aydınlatır ve gösterir.

“İşte bunlar, sana vahyile bildirdiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen bilirdin, ne de kavmin. O halde sabret, iyi sonuç Allah’tan korkanlarındır.”[9]

Vahiy,gaybın dilidir.

“Biz sana bu Kuran’ı vahyetmekle kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Doğrusu, senin bundan önce hiç haberin yoktu.”[10]

Doğru haber vahiydedir.

“İşte bu gayb haberlerindendir ki sana onu vahiy yolu ile bildiriyoruz. Yoksa onlar yapacaklarına karar verip hile yaparlarken sen yanlarında değildin.”[11]

Akıl çözümlerine hile karıştırır.

“Senden önce de peygamberler olarak yalnızca kendilerine vahy vermekte olduğumuz erkekler gönderdik. Bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.”[12]

Peygamberler sürekli vahiyle desteklenmişlerdir.

“Rabbin bal arısına da şöyle vahyetti: “Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kuracakları kovanlardan göz göz evler edin!”[13]

Vahye mahzar olan hayvan dahi olsa harikalar göstermektedir.O durumda da akıl onu yapmak değil,anlamaktan dahi aciz kalmaktadır.

“İşte bunlar Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdendir. Sakın Allah ile beraber başka bir ilah uydurma ki, sonra kınanmış ve kovulmuş bir halde cehenneme atılırsın.”[14]

Akıl vahye ortak olamaz ve ortaklık iddiasında bulunamaz.

“Az kalsın seni bile, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı iftira edesin diye fitneye düşüreceklerdi ve o takdirde seni dost edineceklerdi.”[15]

Vahye sırt çeviren akıl,ya onu reddedecek veya iftirada bulunacaktır.

“Rabbinden sana vahyolunanı oku! O’nun sözlerini değiştirecek yoktur. O’ndan başka bir sığınacak da bulamazsın!”[16]

Kâinattaki kanunları değiştiremiyen akıl,vahyin hakikatlarınıda değiştiremez.

“De ki: “Ben ancak sizin gibi bir insanım, bana ancak ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyolunuyor, onun için her kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse, güzel bir amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibadete hiçbir şirk karıştırmasın!”[17]

O’na giden akıl,O’nu nasıl inkâr edebilir?

“Ve Ben, seni seçtim; şimdi vahyedileni dinle!”[18]

Akıl kendisin değil,kendisini besleyen vahyi tercih eder.Akıl barajı vahiy okyanusuyla beslenmelidir ki,ışık saçsın.

“Senden önce de Biz, sadece kendilerine vahiy gönderdiğimiz birtakım erkekler gönderdik; bilmiyorsanız, haydi bilgisi olanlara sorun!”[19]

Akıl bilgi kırpıntılarıyla,vahyin kaynağına ulaşır.

“De ki: “Ben sizi ancak vahy ile uyarıyorum; ama sağırlar ne kadar uyarılsalar çağrıyı işitmezler.”[20]

Vahiy gerçek uyarıcı,gerçekleri söyleyicidir.

“Ve hepsini, emrimizle yol gösteren rehberler yaptık ve kendilerine hayırlı işler işlemeyi, namaz kılmayı, zekat vermeyi vahyettik. Hepsi Bize kulluk eden kimselerdi.”[21]

Vahiy şaşırmaz bir rehberdir.

“Rabbinden sana ne vahyolunuyorsa onun ardınca git, muhakkak ki, Allah ne yapıyorsanız haberdardır.”[22]

Akıl metbu değil,tabi olandır.

“De ki: “Eğer ben yanılırsam, yalnız kendime kalarak yanılırım ve eğer doğru yolu bulmuşsam bilmeli ki Rabbimin bana vahiy vermesiyledir. Çünkü O, yakındır, işitir, işittirir.”[23]

Akıl yanılır,vahiy yanılmaz.

“Kitaplar içinde o sana vahyettiğimiz kitap da önündekileri (kendisinden öncekileri) doğrulayıcı olmak üzere gerçeğin ta kendisidir. Muhakkak ki, Allah kullarından haberdardır, herşeyi görüp gözetendir.”[24]

Tasdik makamı,vahiy makamıdır.

“Ey Muhammed! De ki: “Ben sadece sizin gibi bir insanım, ancak bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Artık hep O’na yönelin ve O’ndan bağışlanma dileyin. Vay O’na ortak koşanların haline!”[25]

Vahiy birden gelmekte ve bire gitmektedir.Akıl ise çoklardan gelip,çoklara gitmekte ve yönelenebilmektedir.

“Bununla beraber hiçbir insan için Allah’ın şu üç suret dışında doğrudan doğruya ona söz söylemesi mümkün değildir; ancak, ya vahiy ile, ya perde arkasından ya da bir elçi gönderir, izniyle ona dilediğini vahyeder. Çünkü O, çok yüksek ve çok hikmet sahibidir.”[26]

Vahyin gelişi,makamın ve mekanın muktezası üzerinedir.

“Sen hemen o sana vahyedilene tutun! Muhakkak ki sen doğru bir yol üzerindesin.”[27]

Vahiy ve vahyin esasları asla ana yoldan sapmaz.

“De ki: “Ben peygamberlerin ilki değilim, bana ve size ne yapılacağını da bilmiyorum. Yalnız bana vahyedilene uyuyorum. Ben, sadece açık bir uyarıcıyım.”[28]

Peygamberlerin filozoflardan farkı ve üstünlüğü,vahye tabi olmalarındandır.

“O (Kur’an) sadece vahyolunan bir vahiydir.”[29]

Mukaddes kitaplar gibi,son kitap Kur’an-da beşer kelamı değil,tamamen vahiy asıllıdır.

İbni Mes’ud(ra)dan:

( Allah rasulü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:)

“Allah ilk önce aklı yarattı ve ona dedi ki:”Öne dön!”,döndü.”Arkaya dön!”buyurdu.döndü.Sonra şöyle buyurdu:”Senden daha çok sevdiğim bir varlık yaratmadım.Seni yarattıklarım arasında en çok sevdiğime vereceğim.”[30]

”İmam ed-Debûsî-el-Emedu’l-Aksâ’da –anlam olarak–şöyle der: Beden, bir raiyyedir ve iki farklı yönetici tarafından sevk-ü idare olunur: Nefis ve Ruh. Nefis dünya kaynaklıdır; ruhu bilmez, inkâra meyillidir ve ölümle birlikte fena bulur. Ruh ise Allah Teala canibindendir; nefsi bilip tanır ve Yüce Allah’tan geldiği için ölümle fena bulmaz.

Baş (beyin) ve kalp de bu iki zıt idarecinin vezirleridir. Baş (beyin) nefsin, kalp ise ruhun veziridir. Baş (beyin) ancak duyu organlarıyla iş görür. Bunlarla da ancak dünya menfaatlerine ulaşılır. Kalp ise akıl nuru ile nazar eder. Onun nazarı, mugayyebat hakkında teemmül etmektir. Bedene, mezkûr iki zıt yöneticiden hangisi hakim olursa, bu vezirler onun etkisi altına girer…”[31]

Akıl hakkı ve doğruyu bulmak için yaratılmıştır.Aklın tenkidi ise,altını bakır ve demirinden ayırmak,öz ile kışırı tesbit ve tefrik içindir.

”S- Tenkidi nasıl görüyorsun? Hususan umûr-u diniyede.

C- Tenkidin saiki, ya nefretin teşeffisidir veya şefkatın tatminidir. Dostun veya düşmanın ayıbını görmek gibi…

Sıhhat ve fesada muhtemel bir şeyde, kabule temayül ve tercih şefkatten; redde temayül ve tercih -vesvese olmazsa- nefretten geldiğine ayardır.

Saik-i tenkid, aşk-ı hak ve arzu-yu tenzih-i hakikat olmalı. Selef-i sâlihînin tenkidleri gibi.”[32]

Hedefe varmak,başlangıçdaki yoldan yola çıkmak iledir.Tıpkı ahlakın aslı olan hulk yani yaratılış yani insanın aslına rücuudur ki,bu da kişinin iç dünyasını keşfetmesi iledir.İçini bilmeyen dışına açılamaz.İçinden çıkamayan,içinde boğulan,dışında ve dışına kulaç atamaz.İçe hapsolmak ayrıdır,içi keşfetmek daha da farklıdır.Hep açılımlar merkezden muhite doğru yani içten dışa zorların ve zorlukların yırtılması,aşamaların aşılarak,merhalelerin alınmasıdır.Kendini aşamayan,kime ve nereye ulaşacaktır?

Akıl da önce kendini anlamalı,yaratılış gayesini düşünmelidir.Bu durumda yolunu belirlemiş,kendisini hedefe vardıracak yola girmiş olur.

Akıl kendisini aşan bir şeyi ihata edemez,ona varamadığı gibi onu da idrak edemez.Ancak karinelerden hareket ile hakkında bazı tesbitlerde bulunabilir.

Nitekim Cenab-ı Hak kendisinden daha büyük bir mahluk yaratabilir mi?diye soranlara Kırkıncı hoca şöyle der:”Sonsuzdan daha büyük bir sayı yazılabilirse,evet…”

Akılla vahiy arasındaki farkda böyledir.

Bediüzzaman kainatı nefyetmez,sürekli işleyip nazara verir ve bunu bir iman vesilesi olarak işler.Sürekli akılla bunların üzerinde düşünmeye sevkeder.Kur’anın tarzıda budur.Zira aklın gereği olan düşünmeyi yerine getirme durumundadır.Aksi ise onu dumura uğratacaktır.

Kâinat aklın testi,ring alanı,pisti mesabesindedir.Koşmak ve koşturmak ister.

Akla düşen her şeyde hayrı aramak,inkar değil,imanını ve marifetini arttırmaya çalışmaktır.

İbrahim Hakkı Hazretleri’nin “Tefvizname”sinde sıraladığı gibi:

Hak şerleri hayr eyler

Zannetme ki gayr eyler

Arif anı seyr eyler

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Sen Hakk’a tevekkül kıl

Tefvîz et ve rahat bul

Sabreyle ve razı ol

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Kalbin ana berk ey!e

Tedbîrim terk eyle

Takdîrini derk eyle

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Hallâk-ı Rahîm oldur

Rezzak-ı Kerîm oldur

Fa’al-i Hakîm oldur

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Bil kaadî-i hacatı

Kıl ana münacatı

Terk eyle muradatı

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Bir işi murad etme

Olduysa inad etme

Hak’dandır o reddetme

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Hakk’ın olıcak işler

Boşdur gam u teşvişler

Ol hikmetini işler

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Hep işleri fayıkdır

Birbirine lâyıkdır

Neylerse muvafıkdır

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Dilden gamı dür eyle

Rabbinle huzur eyle

Tefvîz-ı umûr eyle

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Sen adli zulüm sanma

Teslim ol oda yanma

Sabret sakın usanma

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Deme şu niçin şöyle

Yerincedir ol öyle

Bak sonuna sabreyle

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Hiç kimseye hor bakma

İncitme gönül yıkma

Sen nefsine yan çıkma

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Mü’min işi reng olmaz

Akıl huyu ceng olmaz

Arif dili teng olmaz

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Hoş sabr-ı cemîlimdir

Takdîri kefilimdir

Allah ki vekîlimdir

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Her dilde anın adı

Her canda anın yadı

Her kuladır İmdadı

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Naçar kalacak yerde

Nagah açar ol perde

Derman eder ol derde

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Her kuluna her anda

Geh kahr u geh ihsanda

Her anda o bir şanda

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Geh Mu’tî vü geh Mâni’

Geh Darr u geh Nâfi’

Geh Hafıd u geh Râfi’

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Geh abdin eder ârif

Geh eymen ü geh hâif

Her kalbi odur Sârif

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Az ye az uyu az iç

Ten mezbelesinden geç

Dil gülşenine gel göç

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Her dem anı zikreyle

Zîr kilini koy şöyle

Hayran-ı Hak ol söyle

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Her sözde nasîhat var

Her nesnede ziynet var

Her işde ganîmet var

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Her söyleyeni dinle

0l söyledeni anla

Hoş eyle kabul canla

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Vallahi güzel etmiş

Billahi güzel etmiş

Tallahi güzel etmiş

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler.

Vahyin gücü aklın gücüyle mukayese edilemez.

-Umeys kızı Esma (r.anha)dan:

“Allah resülü sallallahu aleyhi ve sellem öğle namazını Sehbâ’da kıldırıp Ali’yi bir işe gönderdi.Dönünce peygamber sallallahu aleyhi ve selemin ikindi namazını kıldığını gördü.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem başını Ali’nin kucağına koyup uyudu.Güneş batıncaya dek O’nu kımıldatmadı.Ondan(uyandıktan)sonra Allah resulü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dua etti:”Allahım!Kulun Ali kendini Peygamberi için hapsetti.Ne olur güneşi onun için geri çevir!”Esma dedi ki:”Dağların ve yerin üzerinde görününceye kadar güneş onun için tekrar doğdu.Bunun üzerine Ali,kalktı,abdest alıp ikindi namazını kıldı.Ondan sonra güneş tekrar battı.Bu olay Sehbâ’da cereyan etmiştir.”

-8534-Diğer rivayet:

Dedi ki:” Allah resulü sallallahu aleyhi ve selemle vahiy indiği zaman,bayılacak gibi olurdu.Bir gün başı Ali’nin kucağındayken kendisine vahiy indi.Daha sonra Allah resulü sallallahu aleyhi ve sellem ona:

“İkindiyi kıldın mı?”diye sordu.”Hayır”dedi.Bunun üzerine Allah resulü sallallahu aleyhi ve sellem Allah’a dua etti de güneşi geri çevirdi ve Ali namazını kıldı.

(Esma)dedi ki:”Güneşin battıktan sonra tekrar doğduğunu ve Ali ikindiyi kılıncaya dek(gökyüzünde) durduğunu gördüm.”[33]

Müstakim akıl ile vahiy asla birbiriyle çatışmaz,birbirini tamamlayıp teyid eder.Yaratıcının yaratmasıyla,yaratılanın zıdlaşması düşünülemez.Sanatın sanatkara itirazı ve reddi,kendini reddetmektir.

Mehmet ÖZÇELİK

18-03-2004

[1] En’am.50.

[2] En’am.93.

[3] En’am.106.

[4] A’raf.03.

[5] Yunus.15.

[6] Yunus.109.

[7] Hud.12.

[8] Hud.37.

[9] Hud.49.

[10] Yusuf.3.

[11] Yusuf.102.

[12] Nahl.43.

[13] Nahl.68.

[14] İsra.39.

[15] İsra.73.

[16] Kehf.27.

[17] Kehf.110.

[18] Taha.13.

[19] Enbiya.7.

[20] Enbiya.45.

[21] Enbiya.73.

[22] Ahzab.2.

[23] Sebe’.50.

[24] Fatır.31.

[25] Fussilet.6.

[26] Şura.51.

[27] Zuhruf.43.

[28] Ahkaf.9.

[29] Necim.4.

[30] Rüdani.5/226, -9176.

[31] Milli Gaz.13-11-2003.E.Sifil.

[32] Tuluat.90-91.

[33] C.5.Rudani, -8533.




ÜÇ SİLAHLI DİKTATÖR

ÜÇ SİLAHLI DİKTATÖR

LENİN – STALİN – MAO

Lenin işçi sınıfını ele alır ve tüm ideolojisini bunun üzerine oturtturur.Politikalarını bunun üzerine yürütür.Ekim devrimi bunun ilk adımıdır.Bu kesimden de sürü olarak bahseder.Onlara bir çoban gerektiğini ve onun da kendisi olduğunu isbata çalışır.

-Vladimir İliç Lenin (1870 – 1924) 22 Nisan 1870’te Simbirsk kentinde doğdu.Orta halli altı kardeşten ikincisi olarak bir öğretmen çocuğudur.

-Lenin takma adı olup,kendisini çoğunluk anlamına Bolşevik,karşı grubu da Menşevik yani azınlık olarak değerlendirdi.

-“7 Kasım 1917’de Lenin’in önderliğinde Bolşevikler iktidarı ele geçirdi. 8 Kasım 1917’de Halk Komiserleri Kurulu başkanlığına seçildi. 21 Ocak 1924’te Gorki kentinde öldü.” -Adeta avrupadaki milliyetçilik akımlarına alternatif olarak doğan Kominizm-Sosyalizm bir demir yumruk idaresi olarak,başta Türki Cumhuriyetteki farklı ırkları asimile ederek kendi içinde eritmiş,tek potada bu farklılıkları zorbalıkla ve tek tip bir insan olarak tornadan çıkma bir özellikle yetiştirmeye ve idareye çalışmıştır.

Yahudi asıllı olan Troçki’nin(1879-1940)iç karışıklıkları başlatması ve karıştırması Leninin işlerini kolaylaştırıyor ve başarısına katkıda bulunuyordu.

-Batının kapitalizmine karşı ters kutuptaki bir sosyal ve komin hareketidir.Ancak önünde çarlık bir engeldi.Onun kaldırılması için de huruç hareketleriyle halkı isyana teşvik ederek kullanmaya çalıştı.

– “Mihayl Gorbaçov’un 1985’te Komünist Parti Genel Sekreterliği görevine gelmesiyle başlayan SSCB’nin dağılma süreci…”başlamıştır.Reformlar,demokratikleşme,yeni Rusya düzeni,yeniden yapılanma,devletlere kendini idare hakkı verme düşünce ve uygulamaları dev ve demir yumruğun parmaklarının açılmasıyla devletlerin hürriyetine kavuşma süreci de başlamış oldu.Bir devlet yerine 15 bağımsız devlet ortaya çıktı.Bu açıklık ve şeffaf olma süreci rusyayı iç patlamadan kurtararak dışa açtı ve dünyayı tanımaya başladı.Kabuğunu kıran Rusya dışa doğru büyüme ve kendini kabul ettirme çabalarına girdi.

-“17 milyon km² toprağa ve 147 milyonluk nüfusa sahip çok uluslu bir federasyon olan Rusya, 12 Haziran 1990’da bağımsızlığını ilan edip Sovyetler Birliği’nden ayrıl…”dı.Bir asırlık süren hayali yönetim sürdürdüğü zulüm ve öldürdüğü milyonların kanında boğulmuş oldu.

-Rusyaya korkulu rüyalar yaşatan ve düştüğü bataklıkta boğan Afganlı mücahitler olmuştur.Her ne kadar Çeçenler mevzii saldırlarla Rusları tedirgin edip korkutsalar da,Afganlılar yenilmez denilen rusun askeri gücünü yenilir kılmış ve adeta belini kırmıştır.Verdirdiği zayiatla beraber verdiği zayiat azımsanmayacak derecede yüz binleri bulmuştur.

-İnsanlık tarihince belki de ilk defa koyu bir ateizm ve kominizm böyle bir devlet ideolojisi olarak ve uzunca bir zaman varlığını devam ettire gelmiştir.İnsanlara bir çok hayaller vadeden bu ideoloji akla gelmeyecek,tarihte eşine rastlanmayan her türlü zulmü,açlığı,katliamları uygulamış,20.asrı kanla yazmıştır.Asırların silemiyeceği bir leke ile lekelenmiştir.Hayatı kanla yıkadıkları gibi,zihinleri de ateizm,inançsızlığın en koyusuyla bir kabus gibi işlediler.

-İşte örneği: “Maykop yakınlarındaki bir kampta toplanan rehineler -kadınlar, çocuklar ve yaşlılar – çamur içinde ve ekim soğuğunda korkunç şartlarda yaşıyor… Sinekler gibi ölüyorlar… Kadınlar ölmemek için herşeyi yapmaya hazır. Kampı korumakla görevli askerler bu kadınların ticaretini yapmak için bu durumdan yararlanıyorlar.” (Komünizmin Kara Kitabı, Doğan Yayınları, İstanbul, s. 134-135)

Özel mülkiyet hakkını tamamen insanların elinden alıp,devlet eline teslim ederek,halkın iradesini devre dışı bırakan bir rejim acımasızca uygulandı.Sadece bilinen o ki;öldürülen insanların sayısı 60 milyonu bulmaktadır.İşkence ve her türlü zulümlerde cabası…

Monotom ve tek tip bir insan,tornadan çıkma düşünce ve yaşayışda bir insan oluşturulmaya çalışılmıştır.

1917’de başlayan,insanı sürü ve değersiz görme uygulaması fiili olarak 1989 yılına kadar devam etmiş,ondan sonra da kendisinden ayrılan ve kafa tutan Çeçenistan ve Afganistanda yüz binlerce insan heder olmuştur.

Parolaları tek bir şey idi;Devrim..neyi mi?İnsanlığı,inancı,insan haklarını,sermayeyi,zayıf kesimi,insan ahlak ve değerlerini..kısacası insanca yaşamaya dair her şeye karşı devrim..halk adına halka aid her şeyi devirme…

Lenin işin proje ve tesisini yapar ve kurarken,hasta ruhlu adam ve Gürcü asıllı Stalin(1879-1953) de bunun icraat ve uygulamaya geçirmede önemli rol oynamıştır.

Lenin 3 kez felç geçirmiş ve frengiden ölmüştür.Beyni ise bir kavanozda muhafaza edilmektedir.

Ateist ve diktatör olan Lenin nikahını kilisede kıydırır.Eşi Kurupskaya’da kendisinden geri değildir.En büyük yardımcısı ve destekçisidir.Sürgünde gözetimde olmasına rağmen 30 eser ve yazar ve bunları arkadaşlarına postalarken ya çizmenin ökçesinde götürür veya sütle yazıp ışıkta ve ütü sürülerek okunur.

Aynı yöntemin bir benzeride 8 yıl sonra Rusyadaki Kominizmin de etkisiyle Çin’de uygulanmıştır. Mao Tse Tung’un 1949 yılında başlattığı zulüm 1976 yılına kadar sürmüştür.O da en ağır ve zorbaca bir şekilde…Burada da uygulanan kominizm sistemi milyonların hayatına mal oldu.Böylece 20.asır kominizmin kaosu olarak hatırlanacak ve tam bir kayıp olarak tarihe geçecektir.Gelecek bir asır ise onun pisliklerini temizlemekle meşgul olunacak bir asır olacaktır.

Tek çocuğun dışında ikinci çocuğa müsaade etmeyen Çin,1970-den beri uyguladığı bu politikaya aykırı durumda doğan çocuğu ya ailesine öldürtüyor veya kendisi öldürüyor.

Her üç zorbanın uygulamış oldukları tüm uygulama,insan fıtratına zıt kanun ve kuralların uygulamasıdır.İnsan hayatını düzenleyen değil,insan hayatının düzenini bozacak birer insanlık ve insanlığın virüsüdürler.

Bizden de rusyaya bir kominizm hayranı olarak 3 sefer giden Nazım Hikmet anladığı ve kendisine anlatılan kominizm ve sosyalistliği orada göremez,Stalin taraftarları için de:”Bir gram insanlığı olmayan asalaklar”demeyi de ihmal etmez.

Aldanıp aldatıldığını ve anlatılanların bir hayal ve kandırma ürünü olduğunun farkına ömrünün sonlarında da olsa varır ancak bir kere çıkmaz sokağa girmiş ve bırakılmamaktadır.

İkrarında: “Söz gelişi ben, yirmili yılların başlarında Sovyet Rusya’ya gelince, herhangi bir Sovyet yurttaşının bütün haklarına sahip olmuştum. Rus arkadaşlarım gibi Sovyet seçimlerine katıldım. İstediğim resmi görev için adaylığımı koyabilir, bütün cumhuriyetin başkanı bile seçilebilirdim. Kısıtlamalar, yöntemsel farklılıklar, kırk yıl önce bizim için modası geçmiş kavramlardı. Burjuva saplantıları! Her şey ne kadar değişmiş! Ellili yıllar başında Sovyetler Birliği’ne geldiğimde Sovyet vatandaşı olabilmem söz konusu dahi edilmediği gibi, parti üyeliğine adaylığım, devrim uğruna yıllarca sürmüş mücadeleme, devrimcilikten dolayı yıllarca hapis yatmış olmama rağmen “iç tüzük uyarınca” kabul edilmedi. Böyle cevap verdiler bana”

Mehmet ÖZÇELİK

23-04-2004




NASIL BİR AİLE İSTİYORSUNUZ ?

NASIL BİR AİLE İSTİYORSUNUZ ?

2005 yılında 7.sınıflarda yani yaşları 12 olan öğrenciler üzerinde Aile üzerine bir anket yaptım.Üç sınıf toplam 120 kadar öğrenci.Bunların iki sınıfı köyden gelip pansiyonda kalan köy çocukları,bir sınıf ise şehirde kalan şehir çocukları idi.

Verecekleri cevabda isterlerse rahat yazabilmeleri için isimlerini yazmayabileceklerini de özellikle belirttim.

Sormuş olduğum aşağıdaki 5 sorudan ortak olarak aldığım temel cevablar ise şöyledir.

S-1) Nasıl bir âile istiyorsunuz?

C-1) –Saygılı.

-Hoşgörülü.

-Soran.

-Yardım eden.

-Anlaşan.

-Borçsuz.

-Sıkıntısız.

-Huzurlu.

-Kavgasız.

-Pikniğe giden.

-Düzenli.

-Tertipli.

-Namaz kılan.

-Bizlere bakan.

-Mutlu.

-Yanlışları düzelten.

-Terbiyeli.

-Kızmayan.

-Hep beraber oturup konuşan.

-Hep beraber namaz kılıp Kur’an okuyan.

-Beni Anlayıp,haksız çıkarmayan.

-Cinsiyet ayrımı yapmayan.

-Küçük sorunlarla birbirlerini kırmayan.

-Çocuklarıyla ilgilenen.

-Dedikodu edilmeyen bir âile.

-Aferinler ile ödüllendiren.

-Yanlışları düzeltip,benimle konuşan.

-Sorunları çocuklara duyurmadan çözen.

-Okuldan dönüşte sevgiyle karşılayan.

-Dışarıdaki problemleri eve taşımayan bir âile istiyoruz…

S-2) Âilede gördüğünüz olumsuzluklar,problemler ve bunların sizce çözüm yolları nelerdir?

C-2) –Gürültü-Patırtı-Bağırma-Anlaşmazlık-Kavga-Tartışma-

-Sigara içilmesi.

-Alkol kullanılması.

-Gereksiz konuşmalar yapılması ve bağırıp kalb kırılması.

-Suçlayıp,küfür edilerek dövülmesi.

-Sevgi-Saygının azlığı.

-Sabırla hareket edilmemesi.

-Borçdan dolayı kavga edilmesi.

-Küs olunması.

-Babamın kötü arkadaşlarıyla kumar oynaması.

-Hırsını başkasından çıkarma.

-TV seyretme kavgası.

-Bir yere gidip-gitmeme kavgası.

-Özür dilememe.

-kızılma ve kavga edilmede annenin evden ayrılması ve ayrılma durumunda annenin önceden eve gelmesi.

-Âilelerde borçlanmanın verdiği bir sıkıntı var.

-Anne kızının okumasını isterken,baba okumamasını istemeden dolayı kavga edilmesi.

-Sigara ve alkol kullanılması.

-Annenin rahatsız olmasından dolayı okumanın engellenmesi.

-Bir evde birkaç ailenin olmasından dolayı problemlerin yaşanması

-Dövmeden ve dövüşmeden konuşmalı.

-Âilevi problemler dersleri etkilemektedir.

-Psikolojiyi bozmaktadır.

-Babamın annanemi sevmesini istiyorum.

-Âilemiz bizin,bizde onların sözlerini dinlemeliyiz.

-Mecbur kaldığımda yalana başvuruyorum.

S-3) Kendi âilenizden beklediğiniz ve beklemediğiniz şeyler nelerdir?

C-3) –Sevgi.

-Saygı.

-Güler yüz.

-Anlayış.

-Övme olsun.

-Arkadaş gibi davransın.

-Çocuğunu dövmesin.

-Kötü söz söylemesin.

-Hatayı yüzüne vurmasın.

S-4) Siz bir âile kurmak isteseydiniz,nasıl bir aile kurar ve nelere dikkat ederdiniz?

C-4) –Herşeyi birbirimiz ile paylaşır.

-İşi ve evi iyi olan.

-Birbirine sadık.

-Dinini bilen.

-Kötülüğe düşmeyen.

-İyi huylu bir eş.

-2-3 çocuk.

-Abuk-sabuk konuşmayan.

-Babası gibi bağırıp,çağırıp,döven değil,konuşup anlaşan bir kişi.

-Namazlı,niyazlı,huzurlu.

-Fakir olup mutlu olmayı,zengin olup mutsuz olmaya tercih edip,köyde ağalara çocuklarını çalıştırmayan.

-Bayan,evlenecek kocasının namazlı,dinine bağlı bir kişi olmasına dikkat etmeli.

-Erkekte;dürüst,namuslu,terbiyeli kimse olmasını istemelidir.

-Tartışan ailelerin çocukları problemli olmaktadır.Problemsiz bir aile kurmalı.

S-5) Âile-Çocuk-Anne-Baba konusunda genel teklifleriniz nelerdir?

C-5) –Âilelerimiz bizi düşünsün ve dinlesinler.

-Abilerimiz sigara içmesinler.

-Yalnız başına kararlar alınmasın.

-Küçük konular büyütülmesin.

-Kardeşlerimiz olsun.

Özetle:Öğrenciler bazı olumsuzlukları söyleyip saymalarına rağmen,yine de âilelerine olan güven,sevgi ve övgülerini dile getirmektedirler.

Her şeye rağmen…….. sevmektedirler…..

En çok dile getirip üzerinde durdukları problem ise;âilelerin gereksiz ve önemsiz meselelerden dolayı kavga ve münakaşa ederek,birbirlerini kırmalarıdır.

Özellikle kurmak istedikleri aile ortamının,bulundukları ortamla aynı olmasını istememektedirler.

Ayriyeten eğitim ve okul ile ilgili olarak verdikleri cevab ve isteklerde;-Tüm köylere okul olmalı..Yatılıda okumak..Meslek sahibi olmak..derslerde hikaye anlatılmalı..Şaka yapılmalı..açık ve net anlatılmalı..

Dünyada savaşlar olmasın,çocuklar aç kalıp ölmesin..Hırsızlık olmasın..depremler olmasın..Kardeşçe yaşansın..Fakirlere yardım edilsin..Köylere okul,su ve evler yapılsın..Aids-e çare bulunsun..Müslüman ülkelere olan saldırılar dursun..Üniversite sınavı kaldırılsın..

Mehmet ÖZÇELİK

08-06-2006




SİNEMA – TİYATRO

SİNEMA – TİYATRO

Bir asırdır Türkiyede oluşturulan manevi alanla beraber,edebiyat dünyasında da bir belirsizlik ve kimliksizlik kendini açıkça göstermektedir.Bir türlü edebiyatımız ve onun öğeleri belirliliğini ve netliğini kazanmadı,kazanamadı.

Dilimiz bir çok kopuklukları yaşarken,uydurukça kelimelerle de dejenere edilmeye çalışıldı.

Sal’a konulan kelimelerimiz,sele bırakılmış olarak gitmekte,bir türlü durup durulamamaktadır.

Dedenin kullandığı sual,babada soru ve problem olurken,oğulda sorunlarla sorun ve problem olmaya başladı.

Bozulan ahlak etik oldu,anadan babadan yitik kaldı.

Kelimelerimiz kirletildi..Kirletilen Kelimeler kirliliğiyle edebiyatımızı,edebimizi ve nesillerimizi de kirletti.

En ulvi kelimeler bayağılaştı:Siyaset,Aşk,Sevişme,muhabbet..vs.

Seviyelerine çıkamadığımız bu kelimeleri seviyemize indirdik.

Sinemamız iki temele oturtuldu:Dövüş..Aşk ve kadın…

Dövüş bile hayali zorlamakta,öbürüne göre bir derece namuslu kalmaktadır.

Genellikle dövüşlü filimlerde de dahil olmak üzere aşk ve kadın temaları işlendi.Zihinler hep bulandırılmaya çalışıldı.Tam bir seviyesizlik ve sonucu baştan belli olan filimler.Sermayesi olmayanların tek sermayesi bu oldu.Bir türlü de bunu aşamadı.

Kadın kullanıldı,harcandı,hürriyet adına hürriyetiyle beraber çok şeyleri de beraberinde elinden alındı.Serdengeçti’nin ifadesiyle;Bir kocanın esaretinden kurtarılmaya çalışılan kadın,çok kocalara köle yapıldı.

Kendisini ilahiyatçı tanıtan ve hiçbir ilahiyatçının veremeyeceği bir fetva bile rahatlıkla verildi.Prof. Zekeriya Beyaz, “Kadın sesini haram kılan bir ayet var mıdır, varsa hangisidir?” sorusuna bir ayet ile cevap verdi. Ancak daha sonra, “Ayet bizi bağlamaz” dedi.[1]

Türk sineması değişmeli.Filimlerde hep kadın hakim.Aşk ağırlıklı.Monotom bir yöntem olup,kişilik kazandırmadığı gibi,kaybettirmektedir.

Dinden ve kendisinden kopuk bir görüş açısı geliştirildi.

En iyi bilinen iki oyuncumuzdan Yılmaz Güney Kominizme bulaştı,bulaştırıldı.Yıllardır kendisine konulan yasakla başaramadan başarısızlığıa uğradı.Diğeri ise Cüneyt Arkın olup o da tüm filimlerinde,tarihi Osmanlıyı canlandıran film de olsa aşkı,fuhuş ve içkili ortamları çokca kullandı.Yıllar sonra günah çıkarmak amacıyla da olsa gerek tüm Türkiyeyi dolaşarak gençlerin içki ve sigaraya bulaşmaması öğüdünde bulundu.

Bulunduğumuz okula da gelmiş,kendisine iki de kitap hediye etmiştim.Yıllarca bu menfi yöndeki hareketleri ile şu andaki davranışının tezad teşkil etmesini söylemek istediğim halde,misafir olduğu ve de sırf kırmamak amacıyla diyemedim.Bu ne perhiz bu ne turşu idi.

Cüneyt Arkın’ın star olmasında kendisinin payının büyük olduğunu söyleyen İnanoğlu, Arkın ile 40’a yakın film çektiklerini söyledi. Arkın’ın alkol aldığı zamanlarda kendisine ve çevresine zarar verdiğini belirten İnanoğlu “Cüneyt çok iyi bir sanatçıydı ama alkol aldığı zaman rahatsızlanıyor ve saldırgan oluyordu. O zamanlarda kaç defa elini kolunu parçaladı. Ancak, Cüneyt kadar başarılı ve kabiliyetli bir oyuncu Türk sinemasına bir daha gelmedi” dedi.”(Yeni Şafak.12-4-2005)

Her ikisi de kabuğunu kıramadı.Kendi kabuklarında rollerini oynadılar.

Tam bir kırılma ve kırıklıklar dönemini yaşadık.

“Türkiye’nin Osmanlı Devleti’ne bakış açısını çözümleyebilmek için meseleyi biraz geriden almak gerekmektedir. Türkiye, son birkaç asırda, üç büyük kırılma yaşamıştır. Bunlar, din şuuru, dil şuuru ve tarih şuurundaki kırılmalardır.

Bu kırılmaları 1925 yılında Anadolu’yu gezen İngiliz maslahatgüzarı Edmons’un, İngiliz Dışişleri Bakanı Henderson’a çektiği telgrafta net bir biçimde görebiliriz:

”Medeniyet, Türkiye’de hem yerli halk, hem de resmî görevliler için aynı manâyı ifade ediyor. Bu kelime, her iki grup için de dekolte elbise, içki, dans, kravat, yüksek topuklu ayakkabı, zenginler için gece elbisesi, hava kurumuna üyelik, futbol, en son yazılan romanlar ve diplomatik skandallardan bahsetmek ve Avrupa mobilyalarıyla dolu salonlarda ‘alafranga’ yemek yemek anlamına geliyor… Artık, majestelerinin hükümetleri, burada bütün kozları ele geçirmiş ve istediği kozu oynayabilecek duruma gelmiştir.”[2]

Romanlarımız ise bundan geri değildi.Bunlarda da aşkla beraber kominizm,Darvinizm,Marksizm gibi konular işlendi.Yıllarca hayatları gibi fikirleri de zehirlenen bir toplum üredi,üretildi ve türedi.

En dürüstü asrın problemlerini dile getiren romanlar oldu.Ya bir zulüm,ya bir baş örtüsü ile beraber yaşanılan acılar romanlaştırıldı.Bazen sınırlıda olsa tarihi romanlarla geçmişe pencereler açıldı,toplumun tarihe olan susuzluğu giderilmeye çalışıldı.

Yıllarca Yavuz Bahadıroğlu adıyla tarihi romanlar yazan Niyazi Birinci:” 1400 sene devam eden bir bir İslam gerçeğini nasıl oldu da birden bire reddedip onun için savaşırken onunla savaşır hale geldik?Kim getirdi bizi bu hale?Savunulan İslam,dava edilip tazminat talebinde bulunulan İslam haline geldi?Bugün otazminatlar birikimleriyle beraber alınmaktadır?Sadece onunla da kalınmayıp adeta bir hınç alınmaktadır.”sözleriyle hastalığımızı dile getirmiş oldu.

” Alemdar Yalçın, beşinci baskısı yayınlanan Sosyal ve Siyasal Değişmeler Açısından Cumhuriyet Dönemi Türk Romanı adlı kitabında, 1920-1946 arasında yayınlanan belli başlı romanları ve romancı temayüllerini çalışmasına konu ediniyor. Bir girişle dört bölümden meydana gelen kitap, Cumhuriyet dönemi Türk romanını şu başlıklarla ele alıyor:

1. Sosyal ve siyasî olaylarla doğrudan ilgili romanlar.

2. Bir fenomen olarak Anadolu’yu işleyen romanlar.

3. Aşk romanları.

4. Tarihî serüven romanları.”[3]

Kur’anda kaleme yemin edilmekte,kalemin ve yazının insan üzerindeki tesiri anlatılmaktadır.Bu zamanın en büyük silahı kalemdir.Silahların yapamadıklarını kalemler yapmaktadır.Bu da şiir,makale,hikaye,roman,tiyatro ile kendini göstermektedir.

Ahirzamanda harpler harflerle olacak.[4]

Zehirli sözler,tohum gibidir,nesilleri bitirir.Batsın bu dünya,heryer karanlık,her şey bomboş hancı sarhoş…

Bazen ifrat edilmekte,bazen de tefrit de bulunulmaktadır.

“Geçmişlerimizdeki şahsi ihsanlara ne dersin?Onlar ümmetin eminleri ve reşidleri idiler.Devletin kılıçları ve salahı idiler.Abbasiliğin bütün ikramları bir arpa danesine değmeyen bir şiire on dinar vermekle tecelli etti.

Buna bakılması lazım.Bununla beraber bu ikramlar insanlığa ve millete döndü.Çünki şiirin hizmet ettiği lisan,milliyetin ipidir.Üstelik bu zaman milliyete olan ihtiyacımızı keşfetmiştir.Ve bu yüksek maksada kapıyı açmıştır.”[5]

Bunun en güzel kullanılması gerek.Zira bu topluma yansıyınca menfi düşünce ve uygulamalara da bir çok kapanılması güç kapılar açıyor.

Nitekim toplumun veya çocukların Allah’a yakınlaştırılmaları gerekirken,bilnçsizce O’ndan uzaklaştırılmaktadır.Allahtan korkmamalı bilakis onu sevmeli.Cenab Şahabettin bir sözünde:”Allahı seven ondan korkar,ancak ondan korkan onu sevmez.”Yani onu sevmediği gibi,ondan kaçar,oysa ona koşturmalı,ona kaçmalı ve o yönde teşvikatta bulunulmalıdır.

Devletlerin yıkılmasında ilim ve kalem erbabının halkdan kopması ve belli kesime tahsisi iken,bugün Üstad Bediüzzaman Hazretleri medreseleri,ulemanın tahsisinden kurtarıp,halkın ve umumun tahsisine açmıştır.

Mevlananın Mesnevisinde hakikatlar misallerle anlatılmaktadır.Mesela,Mesnevideki hikayede,çöldeki iki karı koca bağdattaki sultana su hediye götürüyor ,sultanda onlara bir küp altın verip denizden gönderiyor.Onlar denizi görünce kendi sularının yanında sultanın zenginliğini anlıyorlar.[6]

Bediüzzaman Hazretleri de eserlerinde sürekli Kur’an-ın tarzı olan mesel ve temsilleri çokça kullanmakta,konuları hikayelerle akla dürbün gibi yaklaştırmaktadır.

Bu konuda Roman,Hikaye,Sinama,Tiyatro,Edebiyat ve Şiirdeki yanlışlara deyinerek,yapılması gereken hususlara dikkatimizi çekmektedir:

“Kâmilîn insanların zevk-i maalîsini hoşnud eden bir halet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez,

Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvanî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez.

Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvari nazarla, Kur’anda olan letaif-i ulviyet, mezaya-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.

Kendindeki miheki ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelan; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz:

Ya aşkla hüsündür, ya hamaset ve şehamet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabani edebse hamaset noktasında hakperestliği etmez.

Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakikî bilmez.

Şehvet-engiz bir zevki nefislere de zerkeder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kâinata san’at-ı İlahî suretinde bakmaz,

Bir sıbga-i Rahmanî suretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor, hem ondan da çıkamaz.

Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir, ondan ucuzca kendini kurtaramaz.

Yine ondan gelen, dalaletten neş’et eden ruhun ızdırabatına o edebsizlenmiş edeb (müsekkin (uyuşturucu) hem münevvim (uyutucu)); hakikî fayda vermez.

Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitab gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez.

Hem tiyatro gibi tenasühvari, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.

Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.

Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi karie ihtar eder. Zahiren der: “Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.”

Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.

İştihayı kabartır, hevesi tehyic eder, his daha söz dinlemez. Kur’andaki edebse hevayı karıştırmaz.

Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemalperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir; hem de aldatmaz.

Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor; belki bir san’at-ı İlahî, bir sıbga-i Rahmanî noktasında bahseder, akılları şaşırtmaz.

Marifet-i Sani’in nurunu telkin eder. Herşeyde âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzün de veriyor, fakat birbirine benzemez.

Avrupazade edebse fakd-ül ahbabdan, sahibsizlikten neş’et eden gamlı bir hüznü veriyor, ulvî hüznü veremez.

Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemane aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdar. Âlemi bir vahşetzar tanır, başka çeşit göstermez.

O surette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahibsiz de olarak yabaniler içinde koyar, hiçbir ümid bırakmaz.

Kendine verdiği şu hissî heyecanla git gide ilhada kadar gider, ta’tile kadar yol verir, dönmesi müşkil olur, belki daha dönemez.

Kur’anın edebi ise: Öyle bir hüznü verir ki, âşıkane hüzündür, yetimane değildir. Firak-ul ahbabdan gelir, fakd-ül ahbabdan gelmez.

Kâinatta nazarı, kör tabiat yerine şuurlu, hem rahmetli bir san’at-ı İlahî onun medar-ı bahsi, tabiattan bahsetmez.

Kör kuvvetin yerine inayetli, hikmetli bir kudret-i İlahî ona medar-ı beyan. Onun için kâinat, vahşetzar suret giymez.

Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cem’iyet-i ahbab. Her tarafta tecavüb, her canibde tahabbüb; ona sıkıntı vermez.

Her köşede istinas, o cem’iyet içinde mahzunu vaz’ediyor bir hüzn-ü müştakane, bir hiss-i ulvî verir, gamlı bir hüznü vermez.

İkisi birer şevki de verir: O yabani edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasit; ruha ferah veremez.

Kur’anın şevki ise: Ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî verir. İşte bu sırra binaen, Şeriat-ı Ahmediye (A.S.M) lehviyatı istemez.

Bazı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip.. Demek hüzn-ü Kur’anî veya şevk-i Tenzilî veren âlet, zarar vermez.

Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsanî verse, âlet haramdır. Değişir eşhasa göre, herkes birbirine benzemez.”[7]

Bu millet sefihçe eğlencelerle birkaç asırdır oyalandı,kandırıldı.Avrupanın düzmece eğlenceleri edebiyat diye sunularak millet uyuşturuldu ve uyutuldu.Süzmeden ve mihenge vurulmadan alınan ve bizim ve Kur’anın malı olmayan bu edebiyat ve kültür zorla bize zerkedildi.Erkeğe kadın,kadına erkek elbisesi giydirilerek edebden uzak edebiyat yapılmaya çalışıldı.

“Hem nasıl medeniyet-i hazıra, hikmet-i Kur’anın ilmî ve amelî i’cazına karşı mağlub oluyor. Öyle de: Medeniyetin edebiyat ve belâgatı da, Kur’anın edeb ve belâgatına karşı nisbeti: Öksüz bir yetimin muzlim bir hüzün ile ümidsiz ağlayışı, hem süflî bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınasının (şarkı demektir) nisbeti ile, ulvî bir âşıkın muvakkat bir iftiraktan müştakane, ümidkârane bir hüzün ile gınası (şarkısı); hem zafer veya harbe ve ulvî fedakârlıklara sevketmek için teşvikkârane kasaid-i vataniyeye nisbeti gibidir. Çünki edeb ve belâgat, tesir-i üslûb itibariyle ya hüzün verir, ya neş’e verir. Hüzün ise, iki kısımdır: Ya fakd-ül ahbabdan gelir, yani ahbabsızlıktan, sahibsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki; dalalet-âlûd, tabiatperest, gafletpîşe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün, firak-ul ahbabdan gelir, yani ahbab var, firakında müştakane bir hüzün verir. İşte şu hüzün, hidayet-eda, nur-efşan Kur’anın verdiği hüzündür. Amma neş’e ise, o da iki kısımdır: Birisi, nefsi hevesatına teşvik eder. O da tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe’nidir. İkinci neş’e, nefsi susturup, ruhu, kalbi, aklı, sırrı maaliyata, vatan-ı aslîlerine, makarr-ı ebedîlerine, ahbab-ı uhrevîlerine yetişmek için latif ve edebli masumane bir teşviktir ki, o da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü’yet-i cemalullaha beşeri sevkeden ve şevke getiren Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın verdiği neş’edir. İşte

“De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.”[8] ifade ettiği azîm mana ve büyük hakikat, kasır-ül fehm olanlarca ve dikkatsizlikle mübalağalı bir belâgat için muhal bir suret zannediliyor. Hâşâ! Mübalağa değil, muhal bir suret değil, ayn-ı hakikat bir belâgat ve mümkün ve vaki’ bir surettedir.”[9]

Ulvi değil süfli duygular harekete getirilerek,sefil bir neslin türemesine çalışıldı.Dünyada en şaşılacak bir şey varsa;oda asırlardır kendi din ve kültürüne hizmet eden bir milletin bir anda tersine aleyhine dönmüş ve döndürülmüş olmasıdır.

“Daire-i meşruadaki keyfe iktifa ediniz ve kanaat getiriniz. Sizin hanenizdeki masum evlâdlarınızla masumane sohbet, yüzer sinemadan daha ziyade zevklidir. Hem kat’iyyen biliniz ki; bu hayat-ı dünyeviyede hakikî lezzet, iman dairesindedir ve imandadır. Ve a’mal-i sâlihanın her birisinde bir manevî lezzet var. Ve dalalet ve sefahette, bu dünyada dahi gayet acı ve çirkin elemler bulunduğunu Risale-i Nur yüzer kat’î delillerle isbat etmiştir. Âdeta imanda bir Cennet çekirdeği ve dalalette ve sefahette bir Cehennem çekirdeği bulunduğunu, ben kendim çok tecrübelerle ve hâdiselerle aynelyakîn görmüşüm ve Risale-i Nur’da bu hakikat tekrar ile yazılmış. En şedid muannid ve mu’terizlerin eline girip; hem resmî ehl-i vukuflar ve mahkemeler o hakikatı cerhedememişler. Şimdi sizin gibi mübarek ve masum hemşirelerime ve evlâdlarım hükmünde küçüklerinize, başta Tesettür Risalesi ve Gençlik Rehberi ve Küçük Sözler benim bedelime sizlere ders versin.”[10]

Meşru eğlencelerle yetinilmeyerek haramda bir zevk arandı.

“İşte bu halette, gayet rikkatli ve firkatli elemli bir hüzün ve gam kalbime, başıma çöktü. Çünki ben yalnız bir-iki dostu kaybetmiyorum; İstanbul’da binler sevdiğim dostlarımdan müfarakat gibi, çok sevdiğim İstanbul’dan da ayrılacağım. Dünyada yüzbinler dostlarımdan iftirak gibi, çok sevdiğim ve mübtela olduğum o güzel dünyadan da ayrılacağım, diye düşünürken, yine kabristanın o yüksek yerine gittim. Arasıra sinemaya -ibret için- gittiğimden; bana, İstanbul içindeki insanlar, o dakikada sinemada geçmiş zamanın gölgelerini hazır zamana getirmek cihetiyle, ölmüş olanları ayakta gezer suretinde gösterdikleri gibi aynen ben de o vakit gördüğüm insanları, ayakta gezen cenazeler vaziyetinde gördüm. Hayalime dedim ki: “Madem bu kabristanda olanlardan bir kısmı sinemada gezer gibi görülüyor; ileride kat’iyyen bu kabristana girecekleri, girmiş gibi gör; onlar da cenazelerdir, geziyorlar.” Birden Kur’an-ı Hakîm’in nuruyla ve Gavs-ı A’zam Şeyh-i Geylanî Hazretlerinin irşadıyla, o hazîn halet, sürurlu ve neş’eli bir vaziyete inkılab etti. Şöyle ki: O hazîn hale karşı Kur’andan gelen nur böyle ihtar etti ki; senin, Şimal-i Şarkîde, Kosturma’daki gurbetinde bir iki esir zabit dostun vardı. Bu dostların her halde İstanbul’a gideceklerini biliyordun. Sana birisi dese idi: “Sen İstanbul’a mı gideceksin, yoksa burada mı kalacaksın?” Elbette zerre mikdar aklın varsa, İstanbul’a ferah ve sürurla gitmesini kabul edecektin. Çünki bin birden dokuzyüz doksandokuz ahbabın İstanbul’dadırlar. Burada bir iki tane kalmış, onlar da oraya gidecekler. Senin için İstanbul’a gitmek; hazîn bir firak, elîm bir iftirak değil. Hem de geldin, memnun olmadın mı? O düşman memleketindeki pek karanlık uzun gecelerinden ve pek soğuk fırtına kışlarından kurtuldun. Bu güzel (dünya cenneti gibi) İstanbul’a geldin. Aynen öyle de; senin küçüklüğünden bu yaşına kadar, sevdiklerinden yüzde doksandokuzu sana dehşet veren kabristana göçmüşler. Bu dünyada kalan bir iki dostun var, onlar da oraya gidecekler. Dünyada vefatın firak değil, visaldir; o ahbablara kavuşmaktır. Onlar, yani o ervah-ı bâkiye, eskimiş yuvalarını toprak altında bırakıp bir kısmı yıldızlarda, bir kısmı âlem-i berzah tabakatında geziyorlar diye ihtar edildi.”[11]

“Üçüncü taife olan ihtiyarlar, bir sülüs teşkil ediyor. Bunlar kabre yakınlaşıyorlar, ölüme yaklaşıyorlar, dünyadan uzaklaşıyorlar, âhirete yanaşıyorlar. Böylelerin menfaati ve nuru ve tesellisi, Hülâgu ve Cengiz gibi zalimlerin gaddarane sergüzeştlerini dinlemesinde midir? Ve âhireti unutturacak, dünyaya bağlandıracak, neticesiz, manen sukut, zahiren terakki denilen şimdiki nevi hareketinizde midir? Ve uhrevî nur, sinemada mıdır? Ve hakikî teselli, tiyatroda mıdır? Bu bîçare ihtiyarlar hamiyetten hürmet isterlerken, manevî bıçakla o bîçareleri kesmek hükmünde ve “i’dam-ı ebedîye sevkediliyorsunuz” fikrini vermek ve rahmet kapısı tasavvur ettikleri kabir kapısını ejderha ağzına çevirmek, “Sen oraya gideceksin” diye manevî kulağına üflemek; hamiyet-i milliye ise, böyle hamiyetten yüzbin defa el’iyazü billah!..”[12]

“Rivayette var ki: “Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz.” Bunun için, binüçyüz sene zarfında emr-i Peygamberîyle bütün ümmet o fitneden istiaze etmiş, azab-ı kabirden sonra

[13] vird-i ümmet olmuş.

Allahu a’lem bissavab, bunun bir tevili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâb ederler. Meselâ; Rusya’da hamamlarda kadın-erkek beraber çıplak girerler ve kadın kendi güzelliklerini göstermeğe fıtraten çok meyyal olmasından seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar ve fıtraten cemalperest erkekler dahi, nefsine mağlub olup o ateşe sarhoşane bir sürur ile düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid’aları birer cazibedarlık ile pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder. Yoksa cebr-i mutlak ile olsa ihtiyar kalmaz, günah dahi olmaz.”[14]

“Risale-i Nur’un erkân-ı mühimmesinden bir zât yazıyor ki: “Adapazarı zelzelesinin aynı gününde, zelzeleden birkaç saat evvel, umumî ve herkese göstermek için, bir büyük tiyatro teşekkülüyle ve oyuncu kızlardan dört güzelini çırılçıplak olarak alayişle çarşı ve pazarda gezdirerek, o cazibedarlara kapılan tiyatro binasında toplanan bin kişiden fazla seyirciler, oyun başlarken, birdenbire arz kemal-i hiddet ve gayz ile onların hayâsız yüzlerini dehşetli tokatladı, mahvedip zîr ü zeber etti. Ve o binayı hâk ile yeksan eyledi.” Ben, dünyanın bu nevi hâdiselerinden iki senedir hiç haberim yoktu, bakmıyordum. Fakat bugünlerde hem Hüsrev ve hem kahraman Çelebi zelzeleden haber vermeleri; ve Hüsrev ve rüfekasının kanaatıyla, Isparta’nın gürültülü zelzelesi, karşısında Risale-i Nur’u kuvvetli bir kalkan bulmasıyla hiçbir zarar vermemesi; ve Risale-i Nur’a muarız bir hocanın bütün hasılatını mahveden dolu o muarıza has kalması, başkasına ilişmemesi bir derece kanaat verir ki; ekser vilayetlere giren ve Adapazar’a girmeyen Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan tesettür şiarını bu derece açık ihanetiyle, Risale-i Nur onların yardımlarına koşmamış diye, yalnız bu hâdiseye baktım.”[15]

Bu millet yaptıklarıyla adeta kadere fetva verdi,belalara davetiye çıkardı.İlahi ikazlarla da uyanmadı,aldandı.Bu da göstermektedir ki;uyandırılana kadar ikazlar devam edecektir.Kâinatta tesadüfe tesadüf edilmemektedir.Hiç bir şey tesadüfü değil,beşerin ameliyle alakadardır.

“Kırk sene evvel bir başkumandan beni bir parça dünyaya alıştırmak için bazı kumandanları, hattâ hocaları benim yanıma gönderdi. Onlar dediler: “Biz şimdi mecburuz.” Zaruretler mahzurlu şeyleri mübah kılar.” kaidesiyle Avrupa’nın bazı usûllerini, medeniyetin îcablarını taklide mecburuz.” dediler. Ben de dedim: “Çok aldanmışsınız. Zaruret sû’-i ihtiyardan gelse kat’iyyen doğru değildir, haramı helâl etmez. Sû’-i ihtiyardan gelmezse, yani zaruret haram yoluyla olmamış ise, zararı yok. Meselâ: Bir adam sû’-i ihtiyarı ile haram bir tarzda kendini sarhoş etse ve sarhoşlukla bir cinayet yapsa; hüküm aleyhine cari olur, mazur sayılmaz, ceza görür. Çünki sû’-i ihtiyarı ile bu zaruret meydana gelmiştir. Fakat bir meczub çocuk cezbe halinde birisini vursa mazurdur, ceza görmez. Çünki ihtiyarı dâhilinde değildir.” İşte, ben o kumandana ve hocalara dedim: Ekmek yemek, yaşamak gibi zarurî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zaruret var? Sû’-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd eden hareketler, haramı helâl etmeye medar olamazlar. Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuş ise, mutlak zaruret olmadığı ve sû’-i ihtiyardan geldiği için, haramı helâl etmeye sebeb olamaz. Kanun-u beşerî de bu noktaları nazara almış ki; ihtiyar haricinde zaruret-i kat’iyye ile, sû’-i ihtiyardan neş’et eden hükümleri ayırmıştır. Kanun-u İlahîde ise, daha esaslı ve muhkem bir şekilde bu esaslar tefrik edilmiş.”[16]

Sanat millet ve vereceği fayda için değil sanat adına yapıldı.Her türlü herzeler meşru görüldü.Ne türlü namussuzluk yapılırsa ona sanat kılıfı giydirildi.

Tıpkı şu örnek gibi;Lise son sınıftaki öğrencilerime ne olmak istediklerini sorduğumda içlerinden birisi kalkarak avukat olacağını ve konuşmanın devam eden kısmında da önüne gelen cinayet,hırsızlık gibi her türlü davayı savunacağını çünki avukatlığın bir savunma mesleği olmasından dolayı kötülüklerinde savunulmasında bir beis olmayacağını söylemişti.

Konuşmamızda avukatlığında bir doktorluk mesleği gibi bir dürüstlük yemini ettiğini,adaleti yıkmak değil tesis etmekle,toplumdaki güveni oluşturup insanlar arasındaki uyumu sağlamak mecburiyetinde olduğunu uzunca anlatarak iknaya çalışmıştık.

Şimdiki sanatkarların ve edebiyatçıların yaptıklarıda bundan pek geri kalmamaktadır.

Ve Hürriyet adına kim ne işlese mübah görüldü.Oysa gerçek hürriyet odur ki,kişi ne kendisine ne de başkasına zarar vermemesidir.Bizdeki hürriyet hem kendine hem de gayra zarar verdi.

” Cumhuriyet gazetesinde neşredilen bu nasihatler 1956’da Sebilürreşad tarafından iktibas edilir.Sultan Abdülhamid’in Enver Paşa’ya tarihi hakikatler içeren nasihatleri şöyledir:

-“Enver Paşa, sana oğlum diyorum. Evet çünkü sen de bizim aileye karışmış bulunyorsun. Hanedanımızın sevgili damadısın…

Oğlum Enver, 33 sene saltanat sürdüm. Padişahlığım müddetince ferdin hürriyetine, şahsiyetine daima taraftar idim. Fakat keyfemayeşa, bir hürriyeti, gelişigüzel bir serbestiyi de hiç bir zaman hoş görmedim…

Padişah olarak bu memleketin tarihinde ilk Meclis’i Mebusan’ı ben açtırdım. Fakat mebusların kâfi derecede olgunlaşmamış olduğunu görünce aynı Meclis’i ben kapattırdım. Bilir misin ki, Osmanlı Meclisi Mebusanı’nın verdiği ilanı harb kararı bize neye mal oldu?

Bu Rus Harbi ile tekmil Balkanları, Rumeli’yi kaybettik. Bu kararı hiç beğenmedim. Fakat önliyemedim. Mithat Paşa bu hususta çok ısrar etmişti. Harbin korkunç neticelerini çabuk gördük. Plevne’nin şanlı müdafaasına, Kars’ın kahramanca savaşına rağmen mağlub olduk. Rus orduları Ayastfanos’a kadar geldiler. Zabitleri İstanbul’a girdi ve bize şerefsiz bir muahede imza ettirdiler. Bunu imzalarken Hariciye Nazırı Saffet Paşa’nın hüngür hüngür ağladığını işittiğim zaman son derece kederlenmiştim.

Şimdi sizler de bir harbe girmiş bulunuyorsunuz. Bu da acele olmuş, hissiyata kapılarak memleket tehlikeye atılmıştır. İnşaallah devletimiz ve milletimiz için hayırlı ve şerefli biter. Fakat hafazanallah felâketle biterse ister misiniz ki bu da bize bir Anadolu’ya mal olsun? O zaman elimizde ne kalır damad?

Hareket Ordusu ile İstanbul üzerine yürüdünüz, muzaffer oldunuz, şehri zaptettiniz, Saray’a kadar dayandınız, beni hal’ettiniz, hepsi güzel.

Unutmayınız ki emrimdeki kuvvetlere asla ateş etmemelerini, kan dökmemelerini bildirmiştim. Eğer bir mukavemet görseydiniz bu size pek pahalıya mal olacaktı. Ancak bu sayede hiç kimsenin burnu kanamamıştır. Fakat arkadaşlarınızın gözü hiç bir şeyi görmemişti. Tedbirlerimi beğenmediler. Beni kaldırıp bir paçavra gibi sokağa attılar.

Üstelik 31 Mart hadisesini benden bildiler. Halbuki bunda hiç bir alakam yoktu. Asileri tahrik edenler elbette vardı. Fakat bunlar asla Saraya mensub kimseler değildi. Her devirde devletin düşmanları olacaktır. Bunları tahkiksiz, mesnedsiz kuru iftiralarla herkese bulaştırmak vicdanî bir hareket değildir.

Beni en çok üzen şey, huzurumdan kovduğum bir insanı, beni saltanattan uzaklaştıran kararı tebliğe memur bir heyete katmanız olmuştur. Bu, Emanuel Karasu’dur. Bu Yahudi’yi ne diye karşıma çıkardınız? Bununla bu makamı elin Yahudisine tahkir ettirdiniz. Selânik’te bir mason locasının üstadı azamı olan bu zat ile Hazret-i Peygamberden beri el üstünde tutulagelen bir müessese encam bir Musevi’nin tebligatı ile Hanedan’ı Ali Osmani’nin bir rüknünden alınmış oldu. İftihar edebilirsiniz. Şimdi iktidardasın, neşen yerinde ve huzur içindesin, istikbalin parlak görünmektedir.Fakat bütün bunlara güvenme oğlum, sana son bir baba nasihatı vereyim:

Bugün insanı aklışlayanlar, yarın onu paralamasını da bilirler!.. Dikkat et…Allah yolunu açık etsin!..Allah millete, devlete zeval vermesin…”[17]

“- Ey gazeteciler! Edibler edebli olmalı; hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten, bitarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. Halbuki siz, iki kıyas-ı fâsidle, yâni: Taşrayı İstanbul’a ve İstanbul’u Avrupa’ya kıyas ederek efkâr-ı umumiyeyi bataklığa düşürdünüz; ve şahsî garazları ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zira elifba okumayan çocuğa felsefe-i tabiiye dersi verilmez! Ve erkeğe, tiyatrocu karı libası yakışmaz! Ve Avrupa’nın hissiyatı, İstanbul’da tatbik olunmaz! Akvamın ihtilâfı; mekânların ve aktârın tehalüfü, zamanların ve asırların ihtilâfı gibidir. Birisinin libası, ötekinin endamına gelmez. Demek, Fransız Büyük İhtilâli, bize tamamen hareket düsturu olamaz! Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve mukteza-yı hâli düşünmemekten çıkar.”[18]

“Kaç defa, büyük içtimalarda heyecanları hissettim, korktum ki, avâm-ı nâs, siyasete karışmakla asayişi ihlâl etsinler. Türkçeyi yeni öğrenen köylü bir talebenin lisanına yakışacak lâfızlarla, heyecanı teskin ettim. Ezcümle, Bayezid’de talebenin içtimaında ve Ayasofya mevlidinde ve Ferah Tiyatrosundaki heyecana yetiştim; bir derece heyecanı teskin ettim. Yoksa bir fırtına daha olacaktı. Ben ki bedevî bir adamım; medenîlerin entrikalarını bildiğim halde, işlerine karıştım. Demek, cinayet ettim (!)…”[19]

“Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyecikler ile birkaç hakikatı nefsimle beraber dinle. Çünki ben nefsimi herkesten ziyade nasihata muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim sekiz sözü biraz uzunca nefsime demiştim. Şimdi kısaca ve avam lisanıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin.”[20]

“Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudatın lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır. Bismillah ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak dinle. Şöyle ki:”[21]

“İmanda ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:”[22]

“İbadet, ne büyük bir ticaret ve saadet; fısk ve sefahet, ne büyük bir hasaret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle…”[23]

“Namaz, ne kadar kıymetdar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masraf ile kazanılır, hem namazsız adam ne kadar divane ve zararlı olduğunu, iki kerre iki dört eder derecesinde kat’î anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, gör:”[24]

“Namaz kılmak ve büyük günahları işlememek, ne derece hakikî bir vazife-i insaniye ve ne kadar fıtrî, münasib bir netice-i hilkat-ı beşeriye olduğunu görmek istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:”[25]

“Nefis ve malını Cenab-ı Hakk’a satmak ve ona abd olmak ve asker olmak; ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciği dinle:”[26]

“Şu kâinatın tılsım-ı muğlakını açan “Âmentü billâhi ve bi’l-yevmi’l-âhir”[27]ruh-u beşer için saadet kapısını fetheden ne kadar kıymetdar iki tılsım-ı müşkil-küşa olduğunu ve sabır ile Hâlıkına tevekkül ve iltica ve şükür ile Rezzakından sual ve dua; ne kadar nâfi’ ve tiryak gibi iki ilâç olduğunu; ve Kur’an’ı dinlemek, hükmüne inkıyad etmek, namazı kılmak, kebairi terk etmek; ebed-ül âbâd yolculuğunda ne kadar mühim, değerli revnakdar bir bilet, bir zâd-ı âhiret, bir nur-u kabir olduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:”[28]

“Şu dünya ve dünya içindeki ruh-u insanî ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini ve eğer din-i hak olmazsa, dünya bir zindan olması ve dinsiz insan, en bedbaht mahluk olduğunu ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümattan kurtaran ­ Yâ Allah ve Lâ ilâhe illâllah olduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:”[29]

“Ey nefsim ve ey nefsimle beraber bu hikâyeyi dinleyen adam!

Şu hikâye-i temsiliyede olan hakikatları eğer fehmettin ise; hakikat-ı dini ve dünyayı ve insanı ve imanı ona tatbik edebilirsin. Mühimlerini ben söyleyeceğim. İncelerini sen kendin istihrac et.”[30]

“Şu risalelerde teşbih ve temsilleri, hikâyeler suretinde yazdığımın sebebi; hem teshil, hem hakaik-i İslâmiye ne kadar makul, mütenasib, muhkem, mütesanid olduğunu göstermektir. Hikâyelerin manaları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinaiyat kabilinden yalnız onlara delalet ederler. Demek, hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir.”[31]

“Birader, haşir ve âhireti basit ve avam lisanıyla ve vâzıh bir tarzda beyanını ister isen, öyle ise şu temsilî hikâyeciğe nefsimle beraber bak, dinle:”[32]

“İşte haşir ve âhiretten kinaye ve ibaret olan şu hikâye-i temsiliye burada tamam oldu. Şimdi tevfik-ı İlahî ile hakikat-ı ulyaya geçeceğiz. Geçmiş “Oniki Suret”e mukabil “Oniki mütesanid Hakikat” ile bir “Mukaddime” beyan edeceğiz.”[33]

“BİRİNCİ İŞARET: Hikâyedeki sersem adamın o emin arkadaşıyla, üç hakikatları var.

Felsefe şakirdleri ve millet-i küfriye ve nefs-i emmarenin en müdhiş dalaleti, Cenab-ı Hakk’ı tanımamaktadır. Hikâyede nasıl emin adam demişti: “Bir harf kâtibsiz olmaz, bir kanun hâkimsiz olmaz.” Biz de deriz:”[34]

“İKİNCİ İŞARET: Hikâyede bir yaver-i ekremden bahsedilmiş ve denilmiş ki: Kör olmayan herkes onun nişanlarını görmekle anlar ki: O zât, padişahın emriyle hareket eder ve onun has bendesidir. İşte o yaver-i ekrem, Resul-i Ekrem’dir (Aleyhissalâtü Vesselâm). Evet şöyle müzeyyen bir kâinatın, öyle mukaddes bir Sâniine böyle bir Resul-i Ekrem, ışık şemse lüzumu derecesinde elzemdir. Çünki nasıl Güneş, ziya vermeksizin mümkün değildir. Öyle de uluhiyet de, peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir.”[35]

“DÖRDÜNCÜ İŞARET: Nasılki hikâyede oniki suretle gördük ki: Hiçbir cihetle mümkün değil; öyle bir padişahın, öyle muvakkat misafirhane gibi bir memleketi bulunsun da, müstekar ve haşmetine mazhar ve saltanat-ı uzmasına medar diğer daimî bir memleketi bulunmasın… Öyle de hiçbir vecihle mümkün değil ki; bu fâni âlemin bâki Hâlık’ı, bunu icad etsin de, bâki bir âlemi icad etmesin? Hem mümkün değil: Şu bedi’ ve zâil kâinatın sermedî Sânii bunu halk etsin de, müstekar ve daimî diğer bir kâinatı icad etmesin? Hem mümkün değil: Bu meşher ve meydan-ı imtihan ve tarla hükmünde olan dünyanın Hakîm ve Kadîr ve Rahîm olan Fâtır’ı onu yaratsın, onun bütün gayelerine mazhar olan dâr-ı âhireti halk etmesin? Bu hakikata oniki kapı ile girilir. Oniki hakikat ile o kapılar açılır. En kısa ve basitten başlarız:”[36]

“Ey nefsimle beraber beni dinleyen arkadaş! Hikâye-i temsiliyede demiştik: Bir adada bir içtima var… Bir yaver-i ekrem bir nutuk okuyor. Onun işaret ettiği hakikat şöyledir ki: Gel! Bu zamandan tecerrüd edip, fikren Asr-ı Saadet’e ve hayalen Ceziret-ül Arab’a gidiyoruz. Tâ ki, Resul-i Ekrem’i (Aleyhissalâtü Vesselâm) vazife başında ve ubudiyet içinde görüp, ziyaret ederiz. Bak! O zât nasılki risaletiyle, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Onun gibi, ubudiyetiyle ve duasıyla, o saadetin sebeb-i vücudu ve Cennet’in vesile-i icadıdır.”[37]

“Elhasıl: Nasıl hikâye-i temsiliyede bir zabitin cüzdanına ve defterine bakıp görmüş idik ki; hem rütbesi, hem vazifesi, hem maaşı, hem düstur-u hareketi, hem cihazatı bize gösterdi ki; o zabit, o muvakkat meydan için değil, belki müstekar bir memlekete gidecek de ona göre çalışıyor. Aynen onun gibi; insanın kalb cüzdanındaki letaif ve akıl defterindeki havas ve istidadındaki cihazat, tamamen ve müttefikan saadet-i ebediyeye müteveccih ve ona göre verilmiş ve ona göre teçhiz edilmiş olduğuna ehl-i tahkik ve keşf müttefiktirler.”[38]

“Ey kardeş! Eğer hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insanın muammasını ve hakikat-ı salâtın rumuzunu bir parça fehmetmek istersen, nefsimle beraber şu temsilî hikâyeciğe bak:”[39]

“Ey benimle bu hikâyeyi dinleyen arkadaş! Elbette anladın ki: O Hâkim-i Zîşan bu kasrı, şu mezkûr maksadlar için bina etmiştir. Şu maksadların husulü ise, iki şeye mütevakkıftır:”[40]

“Ey arkadaş! Hikâye burada bitti. Eğer şu temsilin sırrını anladınsa bak, hakikatın yüzünü de gör:”[41]

“BİRİNCİ ESAS: Hikmet-i Kur’aniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dûrbîniyle bak:”[42]

“Evet madem Kur’anın herbir âyeti, çok vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belâgat ittifak etmişler. Öyle ise Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın en parlak âyetleri olan mu’cizat-ı Enbiya âyetleri; birer hikâye-i tarihiye olarak değil, belki onlar çok maânî-i irşadiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu’cizat-ı Enbiyayı zikretmesiyle fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayatına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevkediyor. Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuunatının âyinesi olduğu gibi; müstakbel dahi mazinin tarlası ve ahvalinin âyinesidir. Şimdi misal olarak o çok vasi’ menba’dan yalnız birkaç nümunelerini beyan edeceğiz:”[43]

“Tevhidin hakikat-ı uzmasına ve “Âmentü Billah” imanına işaret eden hikâye-i temsiliye tamam oldu. Fazl-ı Rahman, feyz-i Kur’an, nur-u iman sayesinde tevhid-i hakikînin güneşinden, hikâye-i temsiliyedeki oniki bürhana mukabil, oniki lem’a ile bir mukaddemeyi göstereceğiz.”[44]

­

“Tevekkül eden ve etmeyenin misalleri, şu hikâyeye benzer:”[45]

“Hattâ bir gün kedilere baktım. Yalnız yemeklerini yediler, oynadılar, yattılar. Hatırıma geldi: “Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübarek denilir?” Sonra gece yatmak için uzandım. Baktım, o kedilerden birisi geldi, yastığıma dayandı, ağzını kulağıma getirdi. Sarih bir surette “Ya Rahîm, Ya Rahîm, Ya Rahîm, Ya Rahîm” diyerek güya hatırıma gelen itirazı ve tahkiri, taifesi namına reddedip yüzüme çarptı. Aklıma geldi: “Acaba şu zikir bu ferde mi mahsustur? Yoksa taifesine mi âmmdır? Ve işitmek yalnız benim gibi haksız bir muterize mi münhasırdır? Yoksa herkes dikkat etse bir derece işitebilir mi?” Sonra sabahleyin başka kedileri dinledim. Çendan onun gibi sarih değil, fakat mütefavit derecede aynı zikri tekrar ediyorlar. Bidayette hırhırları arkasında “Ya Rahîm” farkedilir. Git gide hırhırları, mırmırları, aynı “Ya Rahîm” olur. Mahreçsiz, fasih bir zikr-i hazîn olur. Ağzını kapar, güzel “Ya Rahîm” çeker. Yanıma gelen ihvanlara hikâye ettim. Onlar dahi dikkat ettiler, “Bir derece işitiyoruz” dediler. Sonra kalbime geldi: “Acaba şu ismin vech-i tahsisi nedir? Ve ne için insan şivesiyle zikrederler, hayvan lisanıyla etmiyorlar?” Kalbime geldi: Şu hayvanlar çocuk gibi çok nazdar ve nazik ve insana karışık bir arkadaş olduğundan, çok şefkat ve merhamete muhtaçtırlar. Okşandığı vakit hoşlarına giden taltifleri gördükleri zaman, o nimete bir hamd olarak, kelbin hilafına olarak esbabı bırakıp yalnız kendi Hâlık-ı Rahîm’inin rahmetini kendi âleminde ilân ile nevm-i gaflette olan insanları ikaz ve “Ya Rahîm” nidasıyla: Kimden meded gelir ve kimden rahmet beklenir, esbabperestlere ihtar ediyorlar.”[46]

“Altıncı Asıl: Beyn-en nas iştihar bulmuş bazı hikâyeler bulunuyor ki, durub-u emsal hükmüne geçer. Hakikî manasına bakılmaz. Ne maksad için sevkedilir, ona bakılır. İşte bu neviden beyn-en nâs tearüf etmiş bazı kıssa ve hikâyatı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir maksad-ı irşadî için, temsil ve kinaye nev’inden zikredivermiş. Şu nevi mes’elelerin mana-yı hakikîsinde kusur varsa, örf ve âdât-ı nasa aittir ve teârüf ve tesamu’-u umumîye raci’dir.”[47]

“Eğer, bir şübheniz varsa, size yardım edecek, şehadet edecek bütün büyüklerinizi ve taraftarlarınızı çağırınız. Birtek suresine bir nazire yapınız.” “İşarat-ül İ’caz”da izah ve isbat edildiği için burada yalnız icmaline işaret ederiz. Şöyle ki: Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan diyor: “Ey ins ve cin! Eğer Kur’an, Kelâm-ı İlahî olduğunda şübheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi, işte meydan, geliniz! Siz dahi ona Muhammed-ül Emin dediğiniz zât gibi, okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitabet görmemiş bir ümmiden bu Kur’an gibi bir kitab getiriniz, yaptırınız. Bunu yapamazsanız, haydi ümmi olmasın, en meşhur bir edib, bir âlim olsun. Bunu da yapamazsanız, haydi birtek olmasın, bütün büleganız, hutebanız, belki bütün geçmiş beliglerin güzel eserlerini ve bütün gelecek ediblerin yardımlarını ve ilahlarınızın himmetlerini beraber alınız. Bütün kuvvetinizle çalışınız, şu Kur’ana bir nazire yapınız. Bunu da yapamazsanız, haydi kabil-i taklid olmayan hakaik-i Kur’aniyeden ve manevî çok mu’cizatından kat-ı nazar, yalnız nazmındaki belâgatına nazire olarak bir eser yapınız.” [48] ilzamıyla der: “Haydi sizden mananın doğruluğunu istemiyorum. Müftereyat ve yalanlar ve bâtıl hikâyeler olsun. Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi bütün Kur’an kadar olmasın, yalnız on suresine nazire getiriniz. Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi, birtek suresine nazire getiriniz. Bu da çoktur. Haydi, kısa bir suresine bir nazire ibraz ediniz. Hattâ, madem bunu da yapmazsanız ve yapamazsınız. Hem bu kadar muhtaç olduğunuz halde; çünki haysiyet ve namusunuz, izzet ve dininiz, asabiyet ve şerefiniz, can ve malınız, dünya ve âhiretiniz, buna nazire getirmekle kurtulabilir. Yoksa dünyada haysiyetsiz, namussuz, dinsiz, şerefsiz, zillet içinde, can ve malınız helâkette mahvolup ve âhirette

[49]işaretiyle Cehennem’de haps-i ebedî ile mahkûm ve sanemlerinizle beraber ateşe odunluk edeceksiniz. Hem madem sekiz mertebe aczinizi anladınız. Elbette sekiz defa, Kur’an dahi mu’cize olduğunu bilmekliğiniz gerektir. Ya imana geliniz veyahut susunuz, Cehennem’e gidiniz!” İşte Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın makam-ı ifhamdaki ilzamına bak ve de: Evet beyan-ı Kur’andan sonra beyan olamaz ve hacet kalmaz.”[50]

“Evet Kur’anın hitabı evvela Mütekellim-i Ezelî’nin rububiyet-i âmmesinin geniş makamından, hem nev-i beşer belki kâinat namına muhatab olan zâtın geniş makamından, hem umum nev-i beşer ve benî-âdemin bütün asırlarda irşadlarının gayet vüs’atli makamından, hem dünya ve âhiretin, arz ve semavatın ve ezel ve ebedin ve Hâlık-ı Kâinat’ın rububiyetine ve bütün mahlukatın tedbirine dair kavanin-i İlahiyenin gayet yüksek ihatalı beyanatının makamından aldığı vüs’at ve ulviyet ve ihata cihetiyle o hitab, öyle bir yüksek i’cazı ve şümulü gösterir ki; ders-i Kur’anın muhatablarından en kesretli taife olan tabaka-i avamın basit fehimlerini okşayan zahirî ve basit mertebesi dahi, en ulvî tabakayı da tam hissedar eder. Güya kıssadan yalnız bir hisse ve bir hikâye-i tarihiyeden bir ibret değil, belki bir küllî düsturun efradı olarak her asra ve her tabakaya hitab ederek taze nâzil oluyor ve bilhassa çok tekrar ile deyip tehdidleri ve zülümlerinin cezası olan musibet-i semaviye ve arziyeyi şiddetle beyanı, bu asrın emsalsiz zulümlerine Kavm-i Âd ve Semud ve Firavun’un başlarına gelen azablarla baktırıyor ve mazlum ehl-i imana İbrahim (A.S.), Musa (A.S.) gibi enbiyanın necatlarıyla teselli veriyor.”[51]

“Hem meselâ: Sure-i de sekiz defa tekrar edilen şu “Rabbin ise, şüphesiz ki, kudreti herşeye galip olan ve rahmeti herşeyi kuşatan Allah’tır.” [52] âyeti, o surede hikâye edilen peygamberlerin necatlarını ve kavimlerinin azablarını, kâinatın netice-i hilkati hesabına ve rububiyet-i âmmenin namına o binler hakikat kuvvetinde olan âyeti tekrar ederek; izzet-i Rabbaniye, o zalim kavimlerin azabını ve rahîmiyet-i İlahiye dahi enbiyanın necatlarını iktiza ettiğini ders vermek için binler defa tekrar olsa yine ihtiyaç ve iştiyak var ve îcazlı ve i’cazlı bir ulvî belâgattır. Hem meselâ: Sure-i Rahman’da tekrar edilen “Ey insanlar ve cinler, Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?” [53] âyeti ile Sûre-i Mürselât’ta “Yazıklar olsun o gün yalanlayanlara!”[54] âyeti, cin ve nev’-i beşere, kâinatı kızdıran ve arz ve semavatı hiddete getiren ve hilkat-i âlemin neticelerini bozan ve haşmet-i saltanat-ı İlahiyeye karşı inkâr ve istihfafla mukabele eden, küfür ve küfranlarını ve zulümlerini ve bütün mahlukatın hukuklarına tecavüzlerini asırlara ve arza ve semavata tehdidkârane haykıran bu iki âyet, böyle binler hakikatlarla alâkadar ve binler mes’ele kuvvetinde olan bir ders-i umumîde binler defa tekrar edilse yine lüzum var ve celalli bir îcaz ve cemalli bir i’caz-ı belâgattır.”[55]

Kur’an geçmiş ümmetlerin başlarına gelen olayları hikaye ederken,bununla beşeri ibret ve ders almaya sevketmektedir.

“İçtihadda yani istinbat-ı ahkâmda, yani Cenab-ı Hakk’ın marziyatını kelâmından anlamakta, sahabelere yetişilmez. Çünki o zamandaki o büyük inkılab-ı İlahî, marziyat-ı Rabbaniyeyi ve ahkâm-ı İlahiyeyi anlamak üzere dönerdi. Bütün ezhan, istinbat-ı ahkâma müteveccih idi. Bütün kalbler, “Rabbimizin bizden istediği nedir!” diye merak ederdi. Ahval-i zaman, bu hali işmam ve ihsas edecek bir tarzda cereyan ediyordu. Muhaverat, bu manaları tazammun ederek vuku buluyordu.

İşte bunun için herşey ve her hal ve muhavereler ve sohbetler ve hikâyeler, bütün o manaları bir derece ders verecek bir tarzda cereyan ettiğinden; sahabenin istidadını tekmil ve fikirlerini tenvir ettiğinden; içtihad ve istinbatta istidadı kibrit derecesinde nurlanmaya hazır olduğundan; bir günde veya bir ayda kazandığı mertebe-i istinbat ve içtihadı, o sahabenin derece-i zekâvetinde ve istidadında olan bir adam, şu zamanda on senede, belki yüz senede kazanmayacaktır. Çünki şimdi saadet-i ebediyeye bedel, saadet-i dünyeviye medar-ı nazardır. Beşerin nazar-ı dikkati, başka maksadlara müteveccihtir. Tevekkülsüzlük içinde derd-i maişet, ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiye ve maddiye akla körlük verdiğinden; beşerin muhit-i içtimaîsi, o şahsın zihnine ve istidadına, içtihad hususunda kuvvet vermediği gibi, teşettüt veriyor, dağıtıyor. Yirmiyedinci Söz’ün içtihad bahsinde, Süfyan İbn-i Uyeyne ile onun zekâveti derecesinde birinin müvazenesinde isbat etmişiz ki; Süfyan’ın on senede kazandığını, öteki yüz senede kazanamıyor.”[56]

“Birinci temsil: Onbirinci Söz’ün hikâye-i temsiliyesinde tafsilen beyan edildiği gibi: Nasılki bir Sultan-ı Zîşan’ın, pekçok hazineleri ve o hazinelerde pekçok cevahirlerin enva’ı bulunsa, hem sanayi-i garibede çok mehareti olsa ve hesabsız fünun-u acibeye marifeti, ihatası bulunsa, nihayetsiz ulûm-u bediaya ilim ve ıttılaı olsa.. her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görüp ve göstermek istemesi sırrınca: Elbette o sultan-ı zîfünun dahi, bir meşher açmak ister ki; içinde sergiler dizsin, tâ nâsın enzarına saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi san’atının hârikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin; tâ, cemal ve kemal-i manevîsini, iki vecihle müşahede etsin. Bir vechi: Bizzât nazar-ı dekaik-aşinasıyla görsün. Diğeri: Gayrın nazarıyla baksın. Ve şu hikmete binaen elbette cesîm, muhteşem, geniş bir saray yapmağa başlar. Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim eder. Hazinelerinin türlü türlü murassaatıyla süslendirip, kendi dest-i san’atının en güzel, en latif san’atlarıyla zînetlendirir. Fünun ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder. Ve ulûmunun âsâr-ı mu’cizekâraneleriyle donatır, tekmil eder. Sonra nimetlerinin çeşitleriyle, taamlarının lezizleriyle, her taifeye lâyık sofraları serer. Bir ziyafet-i âmme ihzar eder. Sonra raiyetine kendi kemalâtını göstermek için, onları seyre ve ziyafete davet eder. Sonra birisini Yaver-i Ekrem yapar, aşağıki tabakat ve menzillerden yukarıya davet eder; daireden daireye, üst üstteki tabakalarda gezdirir. O acib san’atının makinelerini ve tezgâhlarını ve aşağıdan gelen mahsulâtın mahzenlerini göstere göstere, tâ daire-i hususiyesine kadar getirir. Bütün o kemalâtının madeni olan mübarek zâtını ona göstermekle ve huzuruyla onu müşerref eder. Kasrın hakaikını ve kendi kemalâtını ona bildirir. Seyircilere rehber tayin eder, gönderir. Tâ o sarayın Sâniini, o sarayın müştemilâtıyla, nukuşuyla, acaibiyle, ahaliye tarif etsin. Ve sarayın nakışlarındaki rumuzunu bildirip ve içindeki san’atlarının işaretlerini öğretip, (derunundaki manzum murassa’lar ve mevzun nukuş nedir? Ve saray sahibinin kemalâtını ve hünerlerini nasıl gösterirler?) o saraya girenlere tarif etsin ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip ve görünmeyen sultan-ı zîfünun ve zîşuuna karşı, marziyatı ve arzuları dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin.

Aynen öyle de: ve lillâhi’l-meselü’l-a’lâ Ezel-Ebed Sultanı olan Sâni’-i Zülcelal, nihayetsiz kemalâtını ve nihayetsiz cemalini görmek ve göstermek istemiştir ki: Şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki; herbir mevcud, pekçok dillerle onun kemalâtını zikreder. Pekçok işaretlerle cemalini gösterir. Esma-i hüsnasının herbir isminde ne kadar gizli manevî defineler ve herbir ünvan-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî letaif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudatıyla gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki: Bütün fünun, bütün desatiriyle şu kitab-ı kâinatı, zaman-ı Âdem’den beri mütalaa ediyor. Halbuki o kitab, esma ve kemalât-ı İlahiyeye dair ifade ettiği manaların ve gösterdiği âyetlerin öşr-i mi’şarını daha okuyamamış. İşte şöyle bir saray-ı âlemi, kendi kemalât ve cemal-i manevîsini görmek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celil-i Zülcemal, Cemil-i Zülcelal, Sâni’-i Zülkemal’in hikmeti iktiza ediyor ki: Şu âlem-i arzdaki zîşuurlara nisbeten abes ve faidesiz olmamak için, o sarayın âyetlerinin manasını birisine bildirsin. O saraydaki acaibin menba’larını ve netaicinin mahzenleri olan avalim-i ulviyede birisini gezdirsin. Ve bütün onların fevkine çıkarsın ve kurb-u huzuruna müşerref etsin ve âhiret âlemlerinde gezdirsin, umum ibadına bir muallim ve saltanat-ı rububiyetine bir dellâl ve marziyat-ı İlahiyesine bir mübelliğ ve saray-ı âlemindeki âyât-ı tekviniyesine bir müfessir gibi, çok vazifeler ile tavzif etsin. Mu’cizat nişanlarıyla imtiyazını göstersin. Kur’an gibi bir ferman ile o şahsı, Zât-ı Zülcelal’in has ve sadık bir tercümanı olduğunu bildirsin.”[57]

“BİR SUAL: Diyorsunuz ki: “Sen Sözler’de kıyas-ı temsili çok istimal ediyorsun. Halbuki Fenn-i Mantıkça kıyas-ı temsilî, yakîni ifade etmiyor. Mesail-i yakîniyede bürhan-ı mantıkî lâzımdır. Kıyas-ı temsilî, Usûl-ü Fıkıh ülemasınca zann-ı galib kâfi olan metalibde istimal edilir. Hem de sen, temsilâtı bazı hikâyeler suretinde zikrediyorsun. Hikâye hayalî olur, hakikî olmaz, vakıa muhalif olur?”

ELCEVAB: İlm-i Mantıkça çendan “Kıyas-ı temsilî, yakîn-i kat’î ifade etmiyor” denilmiş. Fakat kıyas-ı temsilînin bir nev’i var ki; mantıkın yakînî bürhanından çok kuvvetlidir ve mantıkın birinci şeklinin birinci darbından daha yakînîdir. O kısım da şudur ki: Bir temsil-i cüz’î vasıtasıyla bir hakikat-ı küllînin ucunu gösterip, hükmü o hakikata bina ediyor. O hakikatın kanununu, bir hususî maddede gösteriyor. Tâ o hakikat-ı uzma bilinsin ve cüz’î maddeler, ona irca’ edilsin. Meselâ: “Güneş nuraniyet vasıtasıyla, birtek zât iken her parlak şeyin yanında bulunuyor.” temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki, nur ve nurani için kayıd olamaz. Uzak ve yakın bir olur. Az ve çok müsavi olur. Mekân onu zabtedemez.

Hem meselâ: “Ağacın meyveleri, yaprakları; bir anda, bir tarzda kolaylıkla ve mükemmel olarak birtek merkezde, bir kanun-u emrî ile teşkili ve tasviri” bir temsildir ki, muazzam bir hakikatın ve küllî bir kanunun ucunu gösterir. O hakikat ve o hakikatın kanununu gayet kat’î bir surette isbat eder ki, o koca kâinat dahi şu ağaç gibi o kanun-u hakikatın ve o sırr-ı ehadiyetin bir mazharıdır, bir meydan-ı cevelanıdır.

İşte bütün Sözlerdeki kıyasat-ı temsiliyeler bu çeşittirler ki, bürhan-ı kat’î-yi mantıkîden daha kuvvetli, daha yakînîdirler.

İKİNCİ SUALE CEVAB: Malûmdur ki: Fenn-i Belâgatta bir lafzın, bir kelâmın mana-yı hakikîsi, başka bir maksud manaya sırf bir âlet-i mülahaza olsa, ona “lafz-ı kinaî” denilir. Ve “kinaî” tabir edilen bir kelâmın mana-yı aslîsi, medar-ı sıdk ve kizb değildir. Belki kinaî manasıdır ki, medar-ı sıdk ve kizb olur. Eğer o kinaî mana doğru ise, o kelâm sadıktır. Mana-yı aslî, kâzib dahi olsa sıdkını bozmaz. Eğer mana-yı kinaî doğru değilse; mana-yı aslîsi doğru olsa, o kelâm kâzibdir. Meselâ: Kinaî misallerinden: (Filanün tavîl-ün necad) denilir. Yani: “Kılıncının kayışı, bendi uzundur.” Şu kelâm, o adamın kametinin uzunluğuna kinayedir. Eğer o adam uzun ise, kılıncı ve kayışı ve bendi olmasa de, yine bu kelâm sadıktır, doğrudur. Eğer o adamın boyu uzun olmazsa; çendan uzun bir kılıncı ve uzun bir kayışı ve uzun bir bendi bulunsa, yine bu kelâm kâzibdir. Çünki mana-yı aslîsi, maksud değil.

İşte Onuncu Söz’ün ve Yirmiikinci Söz’ün hikâyeleri gibi, sair Sözlerin hikâyeleri, kinaiyat kısmındandırlar ki, begayet doğru ve gayet sadık ve mutabık-ı vaki’ olan hikâyelerin sonlarındaki hakikatlar, o hikâyelerin mana-yı kinaiyeleridir. Mana-yı asliyeleri, bir temsil-i dûrbînîdir. Nasıl olursa olsun, sıdkına ve hakkaniyetine zarar vermez. Hem o hikâyeler birer temsildirler. Yalnız umuma tefhim için lisan-ı hal, lisan-ı kal suretinde ve şahs-ı manevî, bir şahs-ı maddî şeklinde gösterilmiştir.”[58]

“Beşinci Menba’ ise: Nakil ve hikâyatında, ihbar-ı sadıkada esasî noktalardan hazır müşahid gibi bir üslûb-u bedi-i pür-maânî

Naklederek, beşeri onunla ikaz eder. Menkulâtı şunlardır: İhbar-ı evvelîni, ahval-i âhirîni, esrar-ı cehennem ve cinanı.

Hakaik-i gaybiye, hem esrar-ı şehadet, serair-i İlahî, revabıt-ı kevnîye dair hikâyatıdır hikâyet-i ayânî

Ki ne vaki’ reddeylemiş, ne mantık tekzib etmiş. Mantık kabul etmezse red de bile edemez. Semavî kitabların ki matmah-ı cihanî.

İttifakî noktalarda musaddıkane nakleder. İhtilafî yerlerinde musahhihane bahseder. Böyle naklî umûrlar bir “Ümmi”den sudûru hârika-i zamanî…”[59]

“Birinci Makam: Gayet güzel ve parlak ve muhkem bir hikâye-i temsiliye ile oniki basamak hükmünde “Oniki Bürhan” ile vahdaniyet-i İlahiyeyi, o kadar kat’î bir surette isbat eder ki: En mütemerrid müşrikleri de tevhide mecbur ediyor. Ve kolay fakat kuvvetli ve basit fakat parlak bir surette Vâcib-ül Vücud’un vücudunu ve vahdetini ve ehadiyetini bütün sıfât ve esmasıyla isbat eder.”[60]

“İkinci Makamı ise: Hakikat-ı tevhidi ve tevhid-i hakikîyi, “Oniki Lem’a” namıyla hikâye-i temsiliyenin perdesi altında oniki bürhan-ı bahire ile vahdaniyet-i İlahiyeyi isbat etmekle beraber, evsaf-ı celaliye ve cemaliye ve kemaliyesini vahdaniyet içinde isbat ediyor. O Lem’alardaki deliller o kadar kat’îdir ki, hiçbir şübhe yeri kalmıyor. Ve o kadar küllîdirler ki, mevcudat adedince, belki zerrat sayısınca marifetullaha pencereler açıyor. Ve onun ile Vâcib-ül Vücud’un vücudunu, umum sıfât ve esmasıyla en muannidlere karşı isbat ediyor.”[61]

“Madem Cenab-ı Hak sizleri, fikrime ihsan ettiği manalara hissedar etmiştir; elbette hissiyatıma da hissedar olmak hakkınızdır. Sizleri ziyade müteessir etmemek için, gurbetimdeki firkatimin ziyade elîm kısmını tayyedip, bir kısmını sizlere hikâye edeceğim. Şöyle ki:”[62]

“İki küçük hâdiseyi ve hikâyeyi dinleyiniz, cevabını alınız:”[63]

“Birinci hikâye: İki sene evvel benim hakkımda bir müdür sebebsiz, gıyabımda tezyifkârane, hakaretli sözler söylemişti. Sonra bana söylediler. Bir saat kadar Eski Said damarıyla müteessir oldum. Sonra Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi, sıkıntıyı izale edip o adamı da bana helâl ettirdi. O hakikat şudur:”[64]

“İkinci hikâye: Şu senede işittim ki, bir hâdise olmuş. O hâdisenin vukuundan sonra yalnız icmalen vukuunu işittiğim halde, o vakıa ile ciddî alâkadar imişim gibi bir muamele gördüm. Zâten muhabere etmiyordum; etsem de pek nadir olarak bir mes’ele-i imaniyeyi bir dostuma yazardım. Hattâ dört senede kardeşime birtek mektub yazdım. Ve ihtilattan hem ben kendimi men’ediyordum, hem de ehl-i dünya beni men’ediyordu. Yalnız bir-iki ahbab ile, haftada bir defa görüşebiliyordum. Köye gelen misafirler ise; ayda bir-ikisi, bazı bir-iki dakika bir mes’ele-i âhirete dair benimle görüşüyordu. Bu gurbet halimde; garib, yalnız, kimsesiz, nafaka için çalışmaya benim gibilere muvafık olmayan bir köyde, her şeyden herkesten men’edildim. Hattâ dört sene evvel, harab olmuş bir câmiyi tamir ettirdim. Memleketimde imamlık ve vaizlik vesikam elimde olduğundan, o câmide dört senedir (Allah kabul etsin) imamlık ettiğim halde, şu mübarek geçen Ramazanda mescide gidemedim. Bazan yalnız namazımı kıldım. Cemaatle kılınan namazın yirmibeş sevabından ve hayrından mahrum kaldım.”[65]

“BİRİNCİ MES’ELE-İ MÜHİMME: “Fütuhat-ı Mekkiye” sahibi Muhyiddin-i Arab (K.S.) ve “İnsan-ı Kâmil” denilen meşhur bir kitabın sahibi Seyyid Abdülkerim (K.S) gibi evliya-i meşhure; küre-i arzın tabakat-ı seb’asından ve Kaf Dağı arkasındaki Arz-ı Beyza’dan ve Fütuhat’ta Meşmeşiye dedikleri acaibden bahsediyorlar; “gördük” diyorlar. Acaba bunların dedikleri doğru mudur? Doğru ise; halbuki, bu yerlerin yerde yerleri yoktur. Hem Coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul edemiyor. Eğer doğru olmazsa, bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilaf-ı vaki’ ve hilaf-ı hak söyleyen nasıl ehl-i hakikat olabilir?

Elcevab: Onlar ehl-i hak ve hakikattırlar; hem ehl-i velayet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler, fakat ihatasız olan halet-i şuhudda ve rü’ya gibi rü’yetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rü’yadaki adam kendi rü’yasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşf ve şuhud dahi rü’yetlerini o halde iken kendileri tabir edemezler. Onları tabir edecek, “asfiya” denilen veraset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktıkları zaman, Kitab ve Sünnet’in irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler; hem etmişler.

Şu hakikatı izah edecek şu hikâye-i temsiliyeyi dinle. Şöyle ki:”[66]

“Beşincisi: Varaka İbn-i Nevfel (Hatice-i Kübra’nın ammizadelerinden) bidayet-i vahiyde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm telaş etmiş. Hatice-i Kübra o hâdiseyi, meşhur Varaka İbn-i Nevfel’e hikâye etmiş. Varaka demiş: “Onu bana gönder.” Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Varaka’nın yanına gitmiş, mebde’-i vahiydeki vaziyeti hikâye etmiş. Varaka demiş:

Yani: “Telaş etme, o halet vahiydir. Sana müjde! İntizar edilen Nebi sensin! İsa, seninle müjde vermiş.”[67]

“Medar-ı ibret bir hikâye: Bedevi aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden belki elli adamdan fazla öldürdükleri halde; Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit; o iki düşman taife, eski adaveti unutup omuz omuza verip, o haricî aşireti def’edinceye kadar, dâhilî adaveti hatırlarına getirmezlerdi.”[68]

“Sultan Mehmed Fatih’in zamanında hikâye edilen meşhur ve manidar “Cibali Baba kıssası” nev’inden olarak bir kısım ehl-i velayet, zahiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczubdurlar. Ve bir kısmı dahi; bazan sahvede ve daire-i akılda görünür, bazan aklın ve muhakemenin haricinde bir hâle girer. Şu kısımdan bir sınıfı ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor. Sekir halinde gördüğü bir mes’eleyi halet-i sahvede tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez. Meczubların bir kısmı ise indallah mahfuzdur, dalalete sülûk etmez. Diğer bir kısmı ise mahfuz değiller, bid’at ve dalalet fırkalarında bulunabilirler. Hattâ kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş.”[69]

“Meselâ: Bu bîçare Said, Van’da ders-i hakaik-i Kur’aniye ile meşgul olduğum miktarca Şeyh Said hâdisatı zamanında vesveseli hükûmet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi. Vakta ki “neme lâzım” dedim, kendi nefsimi düşündüm. Âhiretimi kurtarmak için Erek Dağı’nda harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebebsiz beni aldılar nefyettiler. Burdur’a getirildim. Orada yine hizmet-i Kur’aniyede bulunduğum miktarca, -o vakit menfîlere çok dikkat ediliyordu, her akşam isbat-ı vücud etmekle mükellef oldukları halde- ben ve hâlis talebelerim müstesna kaldık. Ben hiçbir vakit isbat-ı vücuda gitmedim, hükûmeti tanımadım. Oranın valisi, oraya gelen Fevzi Paşa’ya şikayet etmiş. Fevzi Paşa demiş: “Ona ilişmeyiniz, hürmet ediniz!” Bu sözü ona söylettiren, hizmet-i Kur’aniyenin kudsiyetidir. Ne vakit nefsimi kurtarmak, yalnız âhiretimi düşünmek fikri bana galebe etti. Hizmet-i Kur’aniyede muvakkat fütur geldi; aks-i maksadımla tokat yedim. Yani, bir menfadan diğerine (Isparta’ya) gönderildim. Isparta’da yine hizmet başına geçtim. Yirmi gün geçtikten sonra bazı korkak insanların ihtarlarıyla: “Belki bu vaziyeti hükûmet hoş görmeyecek, bir parça teenni etsen, daha iyi olur.” dediler. Bende tekrar yalnız kendimi düşünmek hatırası kuvvet buldu. “Aman halklar gelmesin” dedim. Yine o menfadan dahi üçüncü nefy olarak Barla’ya verildim. Barla’da ne vakit bana fütur gelmiş ise, yalnız kendimi düşünmek hatırası kuvvet bulmuş ise, bu ehl-i dünyanın yılanlarından, münafıklarından birisi bana musallat olmuş. Bu sekiz senede seksen hâdiseyi, kendi başımdan geçtiği için hikâye edebilirim. Usandırmamak için kısa kesiyorum.”[70]

“İbn-i Abbas (R.A.) gibi zâtlara isnad edilen sahih bir rivayet var ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan sormuşlar: “Dünya ne üstündedir?” Ferman etmiş: “Dünya, öküz ve balığın üzerindedir.”Bir rivayette bir defa ale’s-sevr demiş, diğer defada ale’l-hût demiştir. Muhaddislerin bir kısmı, İsrailiyattan alınma ve eskiden beri nakledilen hurafevari hikâyelere bu hadîsi tatbik etmişler. Hususan Benî İsrail âlimlerinin müslüman olanlarından bir kısmı, kütüb-ü sâbıkada “Sevr ve Hut”hakkında gördükleri hikâyeleri, hadîse tatbik edip, hadîsin manasını acib bir tarza çevirmişler. Şimdilik bu sualinize dair gayet mücmel üç esas ve üç vecih söylenecek.”[71]

“Bazı kütüb-ü İslâmiyede sevr ve huta dair acib ve haric-i akıl hikâyeler, ya İsrailiyattır veya temsilâttır veya bazı muhaddislerin tevilâtıdır ki, bazı dikkatsizler tarafından hadîs zannedilerek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a isnad edilmiş.”[72]

“Nasılki Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un şerik ve naziri mümteni’ ve muhaldir. Öyle de: rububiyetinde ve icad-ı eşyada başkalarının müdahalesi, şerik-i zâtî gibi mümteni’ ve muhaldir.

Amma ikinci muhaldeki müşkilât ise müteaddid risalelerde isbat edildiği gibi, eğer bütün eşya Vâhid-i Ehad’e verilse; bütün eşya, bir tek şey gibi sühuletli ve kolay olur. Eğer esbaba ve tabiata verilse, bir tek şey, umum eşya kadar müşkilâtlı olduğu, müteaddid ve kat’î bürhanlarla isbat edilmiş. Bir bürhanın hülâsası şudur ki: Nasılki bir adam, bir padişaha askerlik veya memuriyet cihetiyle intisab etse, o memur ve o asker o intisab kuvvetiyle, yüzbin defa kuvvet-i şahsiyesinden fazla işlere medar olabilir. Ve padişahı namına bazan bir şahı esir eder. Çünki gördüğü işlerin ve yaptığı eserlerin cihazatını ve kuvvetini kendi taşımıyor ve taşımaya mecbur olmuyor. O intisab münasebetiyle, padişahın hazineleri ve arkasındaki nokta-i istinadı olan ordu; o kuvveti, o cihazatı taşıyor. Demek gördüğü işler, şahane olarak bir padişahın işi gibi; ve gösterdiği eserler, bir ordu eseri misillü hârika olabilir. Nasılki karınca, o memuriyet cihetiyle Firavun’un sarayını harab ediyor. Sinek o intisab ile, Nemrud’u gebertiyor. Ve o intisab ile, buğday tanesi gibi bir çam çekirdeği, koca çam ağacının bütün cihazatını yetiştiriyor.Eğer o intisab kesilse, o memuriyetten terhis edilse, yapacağı işlerin cihazatını ve kuvvetini, belinde ve bileğinde taşımağa mecburdur. O vakit, o küçücük bileğindeki kuvvet mikdarınca ve belindeki cephane adedince iş görebilir. Evvelki vaziyette gayet kolaylıkla gördüğü işleri bu vaziyette ondan istenilse, elbette bileğinde bir ordu kuvvetini ve belinde bir padişahın cihazat-ı harbiye fabrikasını yüklemek lâzım gelir ki; güldürmek için acib hurafeleri ve masalları hikâye eden maskaralar dahi bu hayalden utanıyorlar!..”[73]

“Hak’tan olmaz şikayet, belki maksad hikâyet…”[74]

“Sakın sakın münakaşa etmeyiniz, casus kulaklar istifade ederler. Haklı olsa, haksız olsa bu halimizde münakaşa eden haksızdır. Bir dirhem hakkı varsa, münakaşa ile bin dirhem bizlere zararı dokunabilir. Bir zaman Eskişehir hapsinde titiz kardeşlerime söylediğim bir hikâyeyi tekrar ediyorum: Eski harb-i umumîde Rusya’nın şimalinde doksan zabitimiz ile beraber bir uzun koğuşta esir olarak bulunuyorduk. O zâtların bana karşı haddimden çok ziyade teveccühleri bulunmasından, nasihatla gürültülere meydan vermezdim. Fakat birden asabiyet ve sıkıntıdan gelen bir titizlik, şiddetli münakaşalara sebebiyet vermeye başladı. Ben de üç-dört adama dedim: Siz nerede gürültü işitseniz, gidiniz haksıza yardım ediniz. Onlar dahi öyle yaptılar, zararlı münakaşalar kalktı. Benden sordular: “Neden bu haksız tedbiri yaptın?” Dedim: Haklı adam, insaflı olur; bir dirhem hakkını, istirahat-ı umumînin yüz dirhem menfaatine feda eder. Haksız ise ekseriyetle enaniyetli olur, feda etmez, gürültü çoğalır.”[75]

“Birinci Hikâye: İki sene evvel benim hakkımda bir müdür sebebsiz, gıyabımda tezyifkârane, hakaretli sözler söylemişti. Sonra bana söylediler. Bir saat kadar Eski Said damarıyla müteessir oldum. Sonra Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi, sıkıntıyı izale edip o adamı da bana helâl ettirdi. O hakikat şudur:”[76]

“İkinci Hikâye: Şu senede işittim ki, bir hâdise olmuş. O hâdisenin vukuundan sonra yalnız icmalen vukuunu işittiğim halde, o vakıa ile ciddî alâkadar imişim gibi bir muamele gördüm. Zâten muhabere etmiyordum; etsem de pek nadir olarak bir mes’ele-i imaniyeyi bir dostuma yazardım. Hattâ dört senede kardeşime birtek mektub yazdım. Ve ihtilattan hem ben kendimi men’ediyordum, hem de ehl-i dünya beni men’ediyordu. Yalnız bir-iki ahbab ile, haftada bir defa görüşebiliyordum. Köye gelen misafirler ise; ayda bir-ikisi, bazı bir-iki dakika bir mes’ele-i âhirete dair benimle görüşüyordu. Bu gurbet halimde; garib, yalnız, kimsesiz, nafaka için çalışmaya benim gibilere muvafık olmayan bir köyde, her şeyden herkesten men’edildim. Hattâ dört sene evvel, harab olmuş bir câmiyi tamir ettirdim. Memleketimde imamlık ve vaizlik vesikam elimde olduğundan, o câmide dört senedir (Allah kabul etsin) imamlık ettiğim halde, şu mübarek geçen Ramazanda mescide gidemedim. Bazan yalnız namazımı kıldım. Cemaatle kılınan namazın yirmibeş sevabından ve hayrından mahrum kaldım.”[77]

“Dünkü suale benzer, kırk sene evvel olmuş bir sual ve cevabı size hikâye edeceğim. O eski zamanda, Eski Said’in talebeleri üstadlarıyla şiddet-i alâkaları, fedailik derecesine geldiğinden, Van, Bitlis tarafında Ermeni komitesi, Taşnak fedaileri çok faaliyette bulunmasıyla Eski Said onlara karşı duruyordu, bir derece susturuyordu. Kendi talebelerine mavzer tüfekleri bulup medresesi bir vakit asker kışlası gibi silâhlar, kitablarla beraber bulunduğu vakit, bir asker feriki geldi, gördü dedi: “Bu medrese değil, kışladır.” Bitlis hâdisesi münasebetiyle evhama düştü, emretti: “Onun silâhlarını alınız.” Bizden ellerine geçen onbeş mavzerimizi aldılar. Bir-iki ay sonra harb-i umumî patladı. Ben tüfeklerimi geri aldım. Her ne ise…”[78]

“Takdimiyle hasrı ifade eden kelimesi, bazı ehl-i kitab’ın iman ettikleri âhiret hakikî bir âhiret olmadığına ta’rizdir. Çünki onların [79]âyet-i kerimesinin hikâye ettiği gibi: “Cehennem ateşi, bizi daima yakacak değil ya! Ancak birkaç gün yakacaktır.” gibi sözleriyle ve bir cihette lezaiz-i cismaniyeyi nefy ve inkâr ettiklerinden anlaşıldığına göre, bildikleri âhiret, mecazî bir âhiret imiş.”[80]

“İkincisi ise: İlm-i Sarf’ta , , bütün fiillerin terazisi olduğu gibi; üslûblarda da uzun hikâyeleri, işleri, vakıaları, kıssaları bir lafız ile ifade eden bir fezlekedir. Sanki kinaye kabilinden cümleleri tabir eden bir zamirdir.”[81]

“Evet Kur’an-ı Kerim, evvelce gaibane yaptığı hikâyeden sonra, burada hitaba başladı. Bu da, belâgatça malûm bir nükte içindir. Şöyle ki:”[82]

“Ey arkadaş! Herşeyin Kitab-ı Mübin’de mevcud olduğunu tasrih eden “Yaş ve kuru ne varsa ap açık bir kitapta yazılmıştır.”[83] âyet-i kerimesinin hükmüne göre: Kur’an-ı Kerim zahiren ve bâtınen, nassen ve delaleten, remzen ve işareten her zamanda vücuda gelmiş veya gelecek herşeyi ifade ediyor. Buna binaen gerek enbiyanın kıssa ve hikâyeleri, gerek mu’cizeleri hakkında Kur’an-ı Kerim’in işaratından fehmettiğime göre,mu’cizat-ı enbiyadan iki gaye ve hikmet takib edilmiştir:

İkincisi: Terakkiyat-ı maddiye için lâzım olan örnekleri nev’-i beşere göstererek, o mu’cizelerin benzerlerini meydana getirmek için nev’-i beşeri teşvik ve teşci’ etmektir. Sanki Kur’an-ı Kerim, enbiyanın kıssa ve hikâyeleriyle terakkiyatın esaslarına, temellerine parmakla işaret ederek: “Ey beşer! Şu gördüğün mu’cizeler, bir takım örnek ve nümunelerdir. Telahuk-u efkârınızla, çalışmalarınızla şu örneklerin emsalini yapacaksınız.” diye ihtar etmiştir. Evet mazi, istikbalin âyinesidir; istikbalde vücuda gelecek icadlar, mazide kurulan esas ve temeller üzerine bina edilir. Evet şu terakkiyat-ı hazıra tamamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden hasıl olan ilhamlar üzerine vücuda gelmişlerdir.”[84]

“Kur’an -başından sonuna kadar- gayr-ı belig, gayr-ı ahlâkî, yahud terbiyeye muhalif fikirlerden, cümlelerden ve hikâyelerden tamamen münezzehtir.”[85]

“Ve beşer için öyle bir istikbalden haber veriyor ki, dünyevî istikbal ona nisbeten bir katre hükmündedir. Ve öyle bir saadetten müjde veriyor ki, dünya saadetleri ona nazaran rü’yalar gibi olur. Evet bu kâinatın perdesi altında çok acaib şeyler vardır, bizleri bekliyorlar. Biz de onları intizar ediyoruz. Binaenaleyh o acaibi görüp bize keyfiyetlerini hikâye etmek için hârikulâde bir insan lâzımdır ki, o hârika garaibi görsün ve gördüğü gibi bize de söylesin.”[86]

“Geceye benzeyen gençliğim zamanında gözlerim uyumuş idi, ancak ihtiyarlık sabahıyla uyandım, mealinde olan:

şiirin şümulüne dâhilim. Çünki gençliğimde en yüksek bir intibah şahikasına çıktığımı sanıyordum. Şimdi anlıyorum ki, o intibah intibah değilmiş. Ancak uykunun en derin kuyusunda bulunmaktan ibaret imiş. Binaenaleyh medenîlerin iftihar ile dem vurdukları tenevvür-ü intibahları, benim gençlik zamanımdaki intibah kabilesinden olsa gerektir.

Onların misali, rü’yasında güya uyanıp, rü’yasını halka hikâye eden naim meselidir. Halbuki rü’yasında onun o intibahı, uykunun hafif perdesinden derin ve kalın bir perdeye intikal ettiğine işarettir. Böyle bir naim ölü gibidir. Yarıbuçuk uykuda bulunan insanları nasıl ikaz edebilir?”[87]

Altıncı Mektub’a kadar yazılan Sözleri bir taraftan yazıyor, diğer taraftan da yazının geççe yazılışından sıkılarak okumaya başlıyordum. Pek çok sürur beni kaplıyordu. Altıncı Mektub’a gelince, şu gurbetteki firkatinizin en hazîn kısmını tayyettiğinizi ve bir kısmının da hikâye edildiğini okudum. Okudukça sizinle beraber kalbim hazîn hazîn ağlamaktan kendimi alamamakta idim. Hattâ yanımda bulunan vâlideme dahi okudum. Okurken vâlidem ağlıyor, gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Ben de ağlamamak için nefsime cebrediyordum. Diğer taraftan da, acaba tayyedilen kısmından da biraz yazılsa idi.”Hüsrev.[88]

“Şeyh Mustafa’ya benim tarafımdan geçmiş olsun de ve şu hikâyeyi ona söyle:”[89]

“Kardeşlerim! Size latif bir hikâye:”[90]

“Bundan kırk-elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah (Rahmetullahi Aleyh) ile bir muhaveremi hikâye ediyorum:”[91]

“Hâfız Ali’nin mektubunda bazılara hitaben yazdığımız bir mektub ile ve hâdise-i hazıra dair hafif geçeceğine ait son mektub, bugünden bir hafta evvel postaya verilmiş. Hâfız Ali, yoldaki o iki mektubu okumuş gibi mektubunu yazması, sadakatının bir lem’a-i kerameti olduğu gibi; aynı günde, -hiç vuku’ bulmamış- yanıma ehemmiyetli büyük bir memur-u siyasî gelmesini Nazif’in arkadaşlarından Köroğlu Ahmed rü’yada aynen görüp, o memurdan üç saat evvel rü’yayı bize hikâye edip tabir istedi; tabiri, tevilsiz çıktı.”[92]

“Mâdem Cenâb-ı Hak, sizleri, fikrime ihsan ettiği mânâlara hissedar etmiştir; elbette hissiyatıma da hissedar olmak hakkınızdır. Sizleri ziyade müteessir etmemek için, gurbetimdeki firkatimin ziyade elîm kısmını tayyedip, bir kısmını sizlere hikâye edeceğim. Şöyle ki :”[93]

“Dört aydanberi, bu hayat-memat mes’elesinde, hiçbir yerden benim acınacak halim bir mektubla dahi sordurulmadığı; ve benim hakkımda halkı tenfir edecek bir surette teşhir etmekle nefret-i âmmeyi aleyhime celbedip bütün bütün teshilât ve muavenetten mahrum kalmış, garib ve kimsesiz halimi tasvir eden, itiraznamemde izah ettiğim bir hikâye:”[94]

“Mübalağa ihtilâlcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meyl-üt tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meyl-ül mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meyl-ül mübalağa ile, hayali hakikata karıştırmaktır. Bu seciye-i seyyie ile iyilik etmek, fenalık etmek demektir. Bilmediği halde tezyidinden noksan, ıslahından fesad, medhinden zemm, tahsininden kubh tevellüd eder. Zira müvazenet ve tenasübden naşi olan hüsnü, min haysü lâyeş’ur ihlâl eder. Nasılki bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ’e inkılab etmektir. Öyle de hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalağalı tergib ve terhib ile, gıybeti katle müsavi veya ayakta bevletmek zina derecesinde göstermek veya bir dirhemi tasadduk etmek hacca mukabil tutmak gibi müvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar. Bu sırra binaen: Vaiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır. Evet müvazenesiz vaizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebeb olmuşlardır. Meselâ: İnşikak-ı Kamer olan mu’cize-i mütevatire-i bahireyi, meyl-ül mücazefe ile, arza nüzul ile peygamberin cebine girip çıkmış olan ilâve, o güneş-misal mu’cizeyi Süha yıldızı gibi mahfî ve kamer-misal olan bürhan-ı nübüvveti münhasif ettiği gibi münkirlerinin bahanelerine kapılar açtı.”[95]

“Bir kelâmda, her fehme gelen şeylerde mütekellim muahaze olunmaz. Zira mesûk-u lehülkelâmdan başka mefhumlar irade ile deruhde eder. İrade etmezse, itab olunmaz. Fakat garaz ve maksada mutlaka zâmindir. Fenn-i beyanda mukarrerdir: Sıdk ve kizb, mütekellimin kasd ve garazının arkasında gidiyorlar. Demek maksud ve mesâk-ı kelâmda olan muahaze ve tenkid mütekellime aittir. Fakat kelâmın müstetbeatı tabir olunan telvihat ve telmihatında ve suver-i maânî ve tarz-ı ifade ve maânî-i ûlâ tabir olunan vesail ve üslûb garazında olan günah ve muahaze; mütekellimin zimmetinde değil, belki örf ve âdete ve kabul-ü umumîye aittir. Zira tefhim için, kabul-ü umumî ve örf, ihtiram olunur. Hem de eğer hikâye ise, halel ve hata mahkiyyun anh’a aittir. Evet mütekellim suver ve müstetbeatta muahaze olunmaz. Zira onlara el atmak, semeratını almak için değildir. Belki daha yukarı makasıdın dallarına çıkmak içindir. Eğer istersen kinaî şeylere dikkat et. Meselâ: “Filanın kılıncının bendi uzundur” ve “Ramadı çoktur” denildiği vakit, o adam uzun ve sahî ola… Ramad ve kılıncı hiç olmazsa da kelâm sadıktır. Eğer istersen misal ve müsül-i faraziyeye dikkat et. Göreceksin: İştihardan neş’et eden kıymet ve kuvvet ile müdavele-i efkâr ve akıllar arasında sefarete müstaid oluyorlar. Hattâ Mesnevî sahibi ve Sa’dî-i Şirazî gibi en doğru müellif ve en muhakkik hakîm, o müsül-i faraziyeyi istihdam ve istimal etmelerinden, müşahhat görmemişlerdir. Eğer bu sır sana göründü ve ışıklandı: Mumunu ondan yandır, kıssat ve hikâyetin köşelerine git. Zira cüz’de cari olan, bazan küllde dahi cari olabilir…”[96]

“Bugünlerde bir hikâye buna misal olabilir: Fahr olmasın; zaman-ı sabavetimden beri üssülesas-ı meslekim; ifrat ve tefrit ile hakaik-i İslâmiyete sürülen lekeleri temizlemek ve o elmas gibi hakikatlarına saykal vurmak idi. Bu mesleğime tarih-i hayatım, pek çok vukuatıyla şehadet eder. Bununla beraber, bugünlerde küreviyet-i Arz gibi bedihî bir mes’eleyi zikrettim. O mes’eleye temas eden mesail-i diniyeyi tatbik ve tevfik ederek düşmanların itirazatını ve muhibb-i dinin vesveselerini def’ eyledim. Nasılki mesailde mufassalan gelecektir. Sonra gulyabanî gibi, hayalâta alışan zahirperestlerin dimağları kabul etmeyecek gibi göründüler. Fakat asıl sebeb başka garaz olmak gerektir. Güya göz yummakla gündüzü gece veya üflemekle güneşi söndürmeye ihtimal vermek gibi bir hareket-i mecnunanede bulundular. Güya onların zannınca küreviyet-i arza hükmeden, dinde çok mesaile muhalefet ediyor. Onu bahane ederek büyük bir iftirayı ettiler. O derecede kalmadı. Vesveseli ezhanı, iftiranın büyümesine müsaid bir zemin bulduklarından, iftirayı o derece büyüttüler ki; ehl-i diyanetin hakikaten ciğerlerini dağdar ve ehl-i hamiyeti, gerd-i terakkiyatından me’yus ettiler. Lâkin bu hal büyük bir derstir. Beni ikaz etti ki: Cahil dost, düşman kadar zarar verebilir. Öyle ise şimdiye kadar yalnız düşmanın tarafına bakıp eldeki elmas kılınçla onların tefritlerini kırardım; fakat şimdi mecburum: Öyle dostların terbiyeleri için, onların avamperestane ve ifratkârane olan hayalâtlarına, o kılıncı bir derece iliştireceğim. Eğer çendan böyle şahsî şeylerin böyle mebahisatta zikirleri lâzım değildir. Fakat şahsiyette kalmadı. Medreselerin hayatlarına taalluk eder bir mes’ele-i umumî hükmüne geçti. O zahirperestler emin olsunlar ki, sa’yleri beyhudedir. Şimdiye kadar böyle avamperestane safsatalar ile bizi cahil bıraktılar. Bundan sonra bizi cahil bırakmakla cehlimizden istifade etmek istiyorlar. Olmaz ve olamaz; medreseler hayatlanacaktır vesselâm…”[97]

“”Kaf”a işaret eden kat’iyy-ül metinlerden yalnız dir. Halbuki caizdir; “Kaf”, “Sad” gibi olsun. Dünyanın şarkında değil, belki ağzın garbındadır. Şu ihtimal ile delil yakîniyetten düşer. Hem de kat’iyy-üd delalet bundan başka olmadığının bir delili; Şer’in müçtehidlerinden olan Karafî’nin ­ demesidir. Lâkin İbn-i Abbas’a isnad olunan keyfiyet-i meşhuresi, Dördüncü Mukaddeme’ye bak. Vech-i nisbeti sana temessül edecektir. Halbuki İbn-i Abbas’ın her söylediği sözü, hadîs olması lâzım gelmediği gibi, her naklettiği şeyi de onun makbulü olmak lâzım gelmez. Zira İbn-i Abbas gençliğinde İsrailiyata, bazı hakaikin tezahürü için hikâyet tarîkiyle bir derece atf-ı nazar eylemiştir.”[98]

“Kelâmın selâmet ve rendeçlenmesi ve itidal-i mizacı ise, her kaydın istihkak ve istidadına göre inayeti taksim ve hil’at-ı üslûbu tevzi’ ve giydirmektir. Hem de hikâyette olursa mütekellim kendini mahkiyyun anh yerinde farz etmek gerektir. Şöyle: Eğer başkasının hissiyat ve efkârının tasvirinde ise mahkiyyun anh’a hulûl etmek ve onun kalbinde misafir olmak ve lisanıyla tekellüm etmek gerektir. Eğer kendi malında tasarruf etse, alâmet-i kıymet olan itibar ve ihtimamın taksiminde her kaydın istihkak ve istidad ve rütbesini nazara almak ile taksiminde adalet ve üslûblarda istidadın kametine göre kesmektir. Tâ herbir maksad onun münasibinde olan üslûbdan cilveger olabilsin.”[99]

“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm malûm olan ümmiyetiyle beraber güya gayr-ı mukayyed olan ruh-u cevvale ile tayy-ı zaman ederek mazinin a’mak-ı hafasına girerek, hazır ve müşahid gibi enbiya-yı salifenin ahvallerini ve esrarlarını teşrih etmesiyle; bütün enzar-ı âleme karşı öyle bir dava-yı azîmede -ki, bütün ezkiya-i âlemin nazarlarını dikkate celbeder- bilâ-perva ve nihayet vüsuk ile müddeasına mukaddeme olarak o esrar ve ahvalin ukad-ı hayatiyeleri hükmünde olan esaslarını zikretmekle beraber, kütüb-ü salifenin ittifak noktalarında musaddık ve ihtilaf noktalarında musahhih olarak kısas ve ahval-i enbiyayı bize hikâye etmesi, sıdk ve nübüvvetini intac eder.”[100]

“Evet millet-i İslâmiyenin sebeb-i saadeti, yalnız ve yalnız hakaik-i İslâmiye ile olabilir. Ve hayat-ı içtimaiyesi ve saadet-i dünyeviyesi şeriat-ı İslâmiye ile olabilir. Yoksa adalet mahvolur. Emniyet zîr ü zeber olur. Ahlâksızlık, pis hasletler galebe eder. İş yalancıların, dalkavukların elinde kalır. Size bu hakikatı isbat edecek binler hüccetten bir küçük nümune olarak bu hikâyeyi nazar-ı dikkatinize gösteriyorum:”[101]

“Ey insan-ı gafil! Ey dünya için dinini ihmal eden! Şu temsilî bir hikâyeyi dinle. Tâ dinsiz dünyanın hakikatını göresin.”[102]

“Eğer şu hikâye-i temsiliyedeki dekaikı fehmettin ise, hakikatı ona tatbik et. Mühimlerini ben söyleyeceğim. İncelerini de sen istihrac et.”[103]

“Evet tevekkül etsen, dünyada istirahatın, âhirette istifaden kat’îdir. Mütevekkil ile sözü anlamayan gayr-ı mütevekkilin misalleri şu hikâyeye benzer ki:”[104]

“Yahu şu asilzade evlâd, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyet’in bayrağını, âfâk-ı kemalâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev’-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir. İşte hikâyemin yarısı bu kadar.”[105]

Mehmet ÖZÇELİK

24-11-2004

[1] 5-9-2004.

[2] İbrahim Refik.

[3] Mustafa Miyasoğlu.Milli Gazete.19-09-2004

[4] Mehmet Kırkıncı.Hayatım-Hatıralarım-62.

[5] Asar-ı Bediiye.

[6] Bak145.

[7] Sözler.736-738,Kastamonu Lahikası.174-176.

[8] İsrâ Sûresi, 17:88.

[9]Sözler. Age.411.

[10] Lem’alar.203.

[11] Age.237.

[12] Mektubat.421.

[13] “Mesih Deccalın fitnesinden… Ahirzaman fitnesinden… (sana sığınıyoruz Allah’ım).” Buhari, Daavât: 37, 39, 44, 45, 46, Ezan: 149, Cenâiz: 88, Fiten: 26; Müslim, Mesâcid: 127, 128, 130-134; Müsned, 6:139.

[14] Şualar.584-585.

[15] Kastamonu Lahikası.262.

[16] Emirdağ lahikası.2/242-243.

[17] Sebilürreşad, IX/222, (Haziran-1956), S. 251-252.)”Milli Gaz. Fahri Güven.

[18] Tarihçe-i Hayat.65.

[19] Age.65-66.

[20] Sözler.5.

[21] Age.5.

[22] Age.16.

[23] Age.18.

[24] Age.20.

[25] Age.22.

[26] Age.25.

[27] Allah’ın varlığına ve birliğine ve âhiret gününe îmân ettim.

[28] Sözler.Age.30.

[29] Age.34.

[30] Age.37.

[31] Age.48.

[32] Age.48.

[33] Age.58.

[34] Age.59.

[35] Age.61.

[36] Age.63.

[37] Age.70.

[38] Age.88.

[39] Age.120.

[40] Age.122.

[41] Age.122.

[42] Age.130.

[43] Age.254,Şualar.244.

[44] Age.291.

[45] Age.315.

[46] Age.334.Haşiye.1.

[47] Age.342.

[48] Hud Sûresi, 11:13.

[49] “Yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem ateşinden sakının.” Bakara Sûresi, 2:24.

[50] Sözler.Age.383-384,Mektubat.186.

[51] Age.451-452.

[52] Şuarâ Sûresi, 26:9.

[53] Rahmân Sûresi, 55:13.

[54] Mürselât Sûresi, 77:15.

[55] Sözler.Age.454.

[56] Age.491-492.

[57] Age.573-574.

[58] Age.615-616.

[59] Age.734.

[60] Age.784.

[61] Age.784-785.

[62] Mektubat.24.

[63] Age.64.

[64] Age.64.

[65] Age.65.

[66] Age.81.

[67] Age.173, Buharî, Bedü’l-Vahy: 3; Enbiyâ: 21; Ta’bîr: 1; Müsned (tahkik: Ahmed Şâkir), 4:304, no. 2846; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:363; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:743; Acurrî, eş-Şerîa, 443; Ebû Naîm, Delâilü’n-Nübüvve, 1:217.

[68] Age.269.

[69] Age.343.

[70] Lem’alar.41.

[71] Age.90-91.

[72] Age.94.

[73] Age.183-184.

[74] Age.279.

[75] Şualar.321.

[76] Age.464.

[77] Age.465.

[78] Age.521.

[79] Bakara Sûresi, 2:80.

[80] İşarat-ül İ’caz.58.

[81] Age.136.

[82] Age.177.

[83] En’âm Sûresi, 6:59.

[84] İşarat-ül İ’caz .Age.207.

[85] Age.216.

[86] Mesnevi-i Nuriye.27.

[87] Age.125-126.

[88] Barla lahikası.73-74.

[89] Age.253.

[90] Kastamonu Lahikası.21.

[91] Age.88.

[92] Age.137-138.

[93] Tarihçe-i Hayat.174.

[94] Age.237.

[95] Muhakemat.31-32.

[96] Age.44-45.

[97] Age.50-51.

[98] Age.63.64.

[99] Age.109.

[100] Age.149.

[101] Hutbe-i Şamiye.74,78

[102] Nurun İlk Kapısı.14.

[103] Age.20.

[104] Age.105.

[105] Sünuhat-Tuluat-İşarat.65.




REJİM TARTIŞMASI

REJİM TARTIŞMASI

Rejim,toplumun temel direklerini oluşturan öğelerdir.Tıpkı binaların temel direkleri gibi.Rejimin direkleri de zamanla binanın direkleri gibi aşıma,zaman aşımına uğrar.

Direkler oranın sakinlerinin sakince yaşıyacakları yapı göz önünde bulundurularak yapılır veya yapılmalıdır.Aksi takdirde kabul görmeyip yıkılmaya mahkum olurlar.

Rejimler insanların ve bulunulan asrın ömrüyle mütenasibtir.

Rejimlerde herkesin mutluluğu aranır.Tâ ki başka bir rejim ihtiyacı duymasın.Geçersiz veya miadını doldurmuş rejimler uygulanmayan kanunlar gibidir.Nitekim şapka kanunu halen mevcut iken bir yaptırıcılığı bulunmamaktadır.

Rejimler gerektiğinde tartışılmalıdır.Seviyeli yerlerde ve seviyelice alternatifler üretilerek ele alınmalıdır.

Rejimler elbiseler gibi olup,zaman ve mevsime göre değişebilir.Cilt değil ki sabit ve sürekli kalsın,ilahi değil ki tartışılmasız olsun.

Asrın başındaki kara trenle bir rejim kurulduğu düşünülüp devam ettirilmesi,herkesin kara trene binmesinin istenmesi veya zorlanması bir zorbalık ve halka bir eziyettir.

Rejimler konulduğu gibi kaldırılabilmelidir de…Çünki ilahi olmayan her kanun değişim kanununa tabi olup,gelişme göstermektedir.

Gelişen dünyaya ayak uyduramayan rejimler ihraç edilmeye mahkumdurlar ve onları savunanlar da…

Bu millet bir çok rejimlerden geçmiştir.Koca Osmanlı çınarından çıkan bir filizden Türkiye Cumhuriyeti doğmuştur.En zor böyle bir değişimi ve dönüşümü yapan bu ülke elbetteki kendisinin elini ve kolunu bağlayan bağnaz ve dar kalıplardan da kurtulabilecektir.

Her elbise her zamanda her bünyeye ve herkese uygun gelemez ve gelmesi de düşünülemez.Bir dönemin belli bir rejim elbisesi gelişen zaman içerisinde madden ve manen gelişen topluma dar gelecektir.

Buradaki tezat ve karşı koymalar geçmişi tamamen silme olarak düşünülmekte ve gereksiz tepkilere gidilmektedir.

Nitekim Osmanlıdan Cumhuriyete geçilirken bu yanlışlar yapılmıştır.Geçmişe aid olan her şey silinmiş,hafızalar kazılmış,izlerine dahi tahammül edilmediğinden kelleler uçurulmuştur.

Esas olan rejimi kaldırmak değil,onu tashih etmektir.Mecvut rejim elbisesinin ise yarayan kumaş parçalarını bedene uydurmaktır.Aksi takdirde bedeni elbiseye uydurmak gerekecektir ki;buda bedeni doğramak ve insanı öldürmektir.

Yüzde beşlik bile olmayan bir kesim sürekli olarak rejim problemi üretmekte,yüzde 95 ve 99’a tahakküm aracı olarak kullanmaktadır.

Mevcut olan rejim değil yüzde yüzü,yüzde yetmiş,elli,kırk ve yirmiyi bile memnun etmemektedir.Herkes şikayetçidir.Dünyada rejimini değiştirmeyecek bir ülke düşünülecek olsa idi,hiç tereddütsüz Rusya derdik.Rusya bile kominizm rejimini bıraktı.Milyonlarca kanın ve iskeletin üzerine bina edilen bu rejimin içinin boş olması onu ayakta tutamadı ve yıkıldı.

Bizler birbirlerimizi anlamıyor,anlıyamıyor ve anlamak istemiyoruz.Düzeltmek ve düzgün hale getirmek yıkmak değildir.

Ne eski eski olduğu için reddedilir,ne de yeni yeni olduğu için kabul edilir.

Biz ne Osmanlıyı tamamen kabul,ne de Cumhuriyeti tamamen red ile sahili selamete ulaşabiliriz.Her ikisinin doğrularını ve tecrübelerini mezcederek geleceğe yönelik esaslar tesis edebiliriz.Nerelerde hata yaptığımızı görüp düzeltmek,yanlışta ısrar etmemek,bir erdemlik ve ileri görüşlülüktür.

Sürekli rejim korkusunu üretip türetenler,aslında kendi dar kafalarındaki rejim şablonunun yıkılacağından korkmaktadırlar.Bizzat rejimin çürüklüğünü ima ederek de kurdukları rejimi yine kendileri kendi elleriyle yıkmaktadırlar.

27 Mayıs 1960 ihtilaliyle her 10 yılda bir ihtilal yolunu açanlar otomatik makine gibi nöbete tutulanların nöbet saatlerinin değişmesi,depreşmesi ve deprasyonundan başka bir şey değildir.

Bu hastalık aydın geçinenlerimizde de mevcut olup,heves edilmektedir.Nitekim Emre Kongar:”Çok partili dönemdeki ilk askeri müdahale,Demokrat partinin rejimi yozlaştırmasına,demokrasi adına çoğunluğun diktatörlüğünü uygulamaya çalışmasına karşı yapıldı ve dünyadaki öteki askeri müdahale örneklerine bütünüyle ters bir biçimde,demokrasiyi rafa kaldırmak için değil,tam tersine,demokrasiyi işletmek için gerçekleştirildi.Nitekim 27 Mayıs askeri müdahalesinin hazırlattığı 1961 anayasası,bügün bile dünya anayasaları içinde en demokratik anayasa olma özelliğini korumaktadır.”[1]

Herkes gözlüğünün rengine göre alemi görmektedir.

Cenab-ı Hak hikmeti gereği olarak menfi insanların menfi icraatlarının menfiliğini bu milletin dibe vurmalarıyla göstermektedir.Bu arada iyi insanları çıkartarakta gösteriyor ve isbat ediyor.Fatura ağır,tecrübe zor,ancak sonuç olumlu.Rejim problemi üreten bu insanlar neden çözüm yolu göstermemekte,çare üretmemektedirler.Çareyi çaresizlikte aramaktadırlar.

Rejim tartışılmalıdır.Tartışılmazsa doğrular nasıl bulunacak,yanlışlardan nasıl kurtulma yoluna gidilecektir.

Hukuki kanun ve yasalar çıkarılırken az bir kısım ve kesimin değil,tüm dünya ve insanlık için evrensel değerler göz önünde bulundurularak yapılmalıdır.

Değişen dünyada ne kadar değiştik?Kaç arpa boyu yol aldık?Ding beygiri gibi aynı noktada dönmekteyiz.Arabamız sürekli patanaj yapmaktadır.

Memleketimizde doğruları bulmak ve ulaşmanın adı hakaret olarak adlandırılmakta,bazı gizlilik ve dokunulmazlık zırhına büründürerek gizlemeye çalışılmakta veyahutta açıklanmasının doğuracağı zorluklardan ve infiallerden korkulmaktadır.

Rejim korkusunu sürekli üreten,milletin rağmına hareket eden CHP ve taraftarları bununla kendilerini ayakta tutma politikası gütmektedir.Bu amaçla gerilla hareketi içerisine girmeyi düşünmekte ve milleti sürekli tahrik etmektedir.Türkiyenin geri kalmasında CHP’nin vebali büyüktür.Bir derece bu vebali bu hırçın hareketinden vazgeçerek hafifletebilir.

Toplumun ve ekserin huzur ve güveni esastır.Bazı sevdalar uğruna feda edilmemelidir.

Namussuz ve arsızlara gösterilen müsamaha ve verilen cesaret,namuslu ve dürüstlerede tanınmadıkça yanlışlar ve kayıplar bitmeyecektir.

Kaybeden bizleriz,hepimiziz.Dedem kaybetti,babam da kaybetmekte,ben ise kaybetmek üzereyim,oğlumunki ise meçhul,torunumunki ise ihtimal dahilinde…

300 sene de düzelmeyecek ve düzeltilemeyecek bir yoldayız.Ancak sürat asrındayız.Allah’a olan iman ve ümidimiz var.Ümitsizlik ise bize yaraşmaz.

Ümitvarız,cennet-âsa bir bahara…

Mehmet ÖZÇELİK

01-01-2004

[1] Yeni Şafak.7-1-2004.