ELLİYEDİLERİN CELBİ

ELLİYEDİLERİN CELBİ

Kendisi gerçekçi ve inançlı bir insandır.Ramazanlarda orucunu tutar,diğer zamanlarda olmasa da ramazanda beş vakit namazı ve Cuma namazlarını kaçırmaz.Vatanına milletine sadık bir insandır.Millete yararlı olmaya çalışır.Ahiretine o kadar olmasa da dünya ve çocuklarına yatırımda gayretli bir insandır.

Bir gün öğretmen odasındayız.Kendisi de muavin olup arada bir boş olduğunda gelir.Bu seferde gelmişti.Masanın üzerindeki bir sendikanın göndermiş olduğu dergi dikkatini çekti.Ve sayfalarını teker teker çevirip okumaktan ziyade bakmaya başladı.

Derginin sonuna gelmişti.Son sayfadaki insanlar dikkatini çekmişti.Bunlar ise o sendikaya mensub olan öğretmenlerin ölüm haberleri idi.Ölümleri normaldi.Zaten o durumda onu pek etkilememişti.Veya öyle görünüyordu.

Ancak birden bire elindeki dergiyi kapatmasıyla ileriye fırlatarak;Bu dergileri bir daha buraya koymayın yav,diyerek heyecanlı ifadesi dikkatimi çekmişti.

Ne demek istediğini anlamak üzere tebessümle karışık bir şekilde yüzüne baktım.Yüzü belirtmemeye çalışmakla karışık bir kızarıklık belirtisi içerisinde idi.

-Yahu bunlar hep 1957 doğumlularmış,yenilermiş…

Dergiye daha önce bende göz atmış,ondan fazla öğretmenlerin resimlerinden anlaşıldığı üzere pek yaşlı kimseler değillerdi.

Müdür muavini arkadaşın bu telaşı,kendisinin de 1957 doğumlu olmasındandı.

Ben ise sevinmiştim.Arkadaşa dönerek;Hocam desene bizim celbimize daha var.Hem ben 1960 Temmuz doğumluyum.En azından beş altı celbden sonra beni çağırırlar.Daha 60’ların celbine bir zaman daha olduğu için rahat edebilirdim.

Ancak firara düşmemek için o zamana kadar acemiliklerimi gidermeli,orada gösterecekleri eğitime yabancı ve yabani olmamalıydım.

Kendisine hazırlıklı olmasını söyleyim,her an celb tezkeresinin gelebileceğini hatırlattım.Ancak gerek kendisinin daha iyi hazırlanmamış,çocukları ve dünya için hazırlıklar içerisinde bulunup,o işlerinin bitmesini beklediğinden zamanın nede çabuk geçtiğinden habersizdi.Artık kendi akranları teket teker celbe çağırılıyordu.

Gösterdiği tepkisi hem gerçek hem de bir feryattı.

Aynı doğumlular celbe çağrılırken elbette biz atlanamaz veya unutulamazdık.

Öğretmenler odasında olan bu olaydan birkaç sonra bir öğretmen arkadaşın daha taziyesine gittik.Oda 57 celblerindendi.

Muavin arkadaşın bir ay kadar önce amcası vefat etmiş,taziyesine gitmiştik.Amcasından pek de hayırla bahsedilmiyordu.Şeytan ve şeytan gibi bir insan olarak bahsediliyordu.

Kendisi öyle değildi ama acaba kaçak muamelesi görürmüydü?

Bu genel kural olmasa bile bazen seferberliklerde çok öncekiler bir daha celbe tabi tutuldukları gibi,daha askerliği gelmemiş olanlarda askere alınabiliyordu.Ancak pek seferberlik aklımıza gelmediği için kendi yaşımızı beklemekteyiz.

Bu devre 57 ve öncekiler celb kapsamı içerisindeler.

Oh be, daha bizim celbe varmış! Zamanda ne kadar da çabuk geçiyor!

Unuttum yahu,siz hangi celbe tabisiniz?Celbinize daha varmı?Kaç doğumlularla beraber gideceksiniz?Hiç arkadaşlarınızdan giden var mı?

Televizyon ve Radyolardan gidenlşeri çok duyuyoruz da,henüz bizim mahalle ve akrabalardan bizim devre gidenler pek olmuyor?Olsa da pek ilgilenmiyoruz veya duymuyoruz.Bazen de bize duyurmuyorlar mı?diyorsunuz…

Bizden önceki bir asırda altı milyara yakın insan celbedildi,bu asırda da yıllık bütçede yedi milyar insan düşünülüyormuş…

Bu durumda mutlaka bizde varızdır..tıpkı bizden öncekiler gibi…

58’ler sizde hazırlanın,şube işlemlerini yaptırın,tecil işlemlerin varsa yaptırınız.Bazen paralı askerlik de çıkıyor tıpkı sadakanın belaları defetmesi,ömrü uzaltması gibi…

Siz hangi katagoridesiniz?

Mehmet ÖZÇELİK




SİGARANIN FAYDALARI

SİGARANIN FAYDALARI

Sigaranın faydaları başlığını görür görmez içinizden biraz hayret ve telaş,biraz da yüzlerinizde tebessüm görür gibiyim.

Hiç zararı bu kadar kesin olan,çocuklar tarafından bile zararı anlaşılan,sigaranın üstünde bile-Sağlığa zararlıdır.-yazan bir meretin hiç de faydası mı olurmuş?

Neden olmasın?İşte size faydaları:

-İçenler erken ölürler.Her yıl yüz bin kişi ve 15 yılda 3 milyon insan sigaradan ölmektedir.Ya şimdi soframıza 3 milyon insan daha otursaydı?Halimiz nice olurdu?Şu anda,her yıl iki yüz milyon insan açlıktan ölmektedir.Varsın sigara içenler de tokluktan ölmüş olsun…

-Ekonomiye katkı sağlar.

-Sigara fabrikaları çalışır,orada çalışan işçiler için bir gelir kaynağı olur.

-Sağlığa zararlı olduğundan,bir çok ilaç kullanılır.Bu amaçla ilaç fabrikaları harıl harıl çalışır.

İşte bir haber:” Dünyada yılda 12 milyon kişi, Türkiye’de ise 190 bin kişi kalp hastalıklarından dolayı ölüyor. Sigara içmemek, tuzu azaltmak ve egzersiz yapmak ömrü uzatıyor. “
-Sigaranın doğurduğu yeni hastalıkların tedavisi amacıyla yeni buluşlara,farklı hastalıkların farklı tedavi yöntemlerinde buluşlar gerçekleşir.

-Gelişen dünya nüfusunun artışında bir fazlalık görüldüğünde,ekmeğimizde bölünmeler olduğundan dolayı nüfus azalmasına sebeb olur.İşte size Nüfus Planlaması…

-Kanser çeşitlerine gırtlak kanseri,ciğer kanseri,kan kanseri gibi yeni kanser çeşitlerinin gelişimini arttırmaya katkı sağlar.

-Çevre ve hava kirliliğine sebeb olduğundan,siprey ve temizlik maddelerinin artışına katkıda bulunmuş olur.

-Dinen,mantıken,tıbben zararlı olsa da,bunlara karşı dayanma gücü oluşturur.

– Sinir sistemlerini uyuşturduğundan dolayı,hastalığımızı bilmemiş,uyutmuş ve uyuşturmuş oluruz.

-Devletin ve hükümetlerin ekonomik açıklarını kapatmak için ilk zam rekoru kırmasını sağlayan önemli bir sektör ve gelir kaynağıdır.

-Hava parası,hava gazı,havadan cıvadan şeylere para öderken,neden bir de hava dumanı parası ödenmesin?Buna ancak buluşlara karşı çıkanlar,karşı çıkar!!!

-Yukardakileri savunanlardan bazıları,İçkinin de faydalarının olduğunu söylemektedirler.Şöyle ki:

-Sirozdan öldürür.

-Her türlü kötülüğe kapanan kapıları açar.

-Aklı uyuşturup,düşündürmez.

-Tetiği çekmek gibi,bir kere kullanmakla işi geciktirmeden bitirir.

-Gülmeyen insanları kendine güldürmeye sebeptir.

-Önümüze geleni döver,önümüze gelenden dayak yeriz.

-Geçim derdini,Âile ve çocukları,görevimizi düşünmediğimizden rahatlamış gibi oluruz.

26-02-2003

MEHMET ÖZÇELİK




VECİZ İKTİBASLAR

VECİZ İKTİBASLAR

-Hadiste:”Essahiyyu habibullah velevkâne fâsikan. Elbahilu aduvvullah velev kâne sâlihan.”

”Cömert Allah’ın dostudur velev fâsıkta olsa,Cimri Allah’ın düşmanıdır velev sâlihte olsa…”

-Din bir imtihandır.Dinin mahiyeti,imtihanın neticesinde altın ve kömür ruhlu insanları Temyiz ve Tefrik etmektedir.

-İnsan yeryüzünün halifesi olma liyakatını Talim-i Esma ile elde etmiştir.

-Meleklerin Allaha karşı;Yeryüzünde fesad çıkaracak,kan dökecek varlıkları mı yaratacaksın?”sözünden murad,itiraz olmayıp belki İstifsar yani açıklanmasını istemek için olduğu belirtilir.

-Hadisteki;dünya öküz ve balığın sırtı üzerindedir.-sözünden maksad mecaz olup,karada yaşayanların geçimi bugün dahi öküzün sırtından kazanılması,diğer sahillerde yaşayanlarında balık ve balıkçılıkla maişetlerini temin etmelerinden kinayedir.

-Dünya ve içindekiler bir resmi geçit tarzındadırlar.

-Rabbimizi bize tarih eden üç külli muarrif vardır:Kur’an,Kâinat,Rasulullah.

-Kader ilimdir,ilim maluma tabidir.

-Müçtehid,şâri’ ve müşerri’ olamaz.

– En sağlam hallerimde ve en genç zamanlarımda, en zevkli ve lezzetli evradımda bulmadığım bir manevî sürur hissettim. Ve hadsiz şükür edip, o dehşetli hastalığıma razı oldum.

– İnsanlar kaderin verdiği cezayı kabullenmemektedirler,red ve inkâra gitmektedirler.Ancak ödüllendirildiklerinde kabullenip,inkâr etmemektedirler.

– Hz.Alinin;Kimse yok mu şu sadrımdakini boşaltsam,demesi ve bunu da bir kuyuya boşaltması,konuşması.hakikatların doğrudan onlardan alındığının bir ifadesidir.

-Bu hizmet akıl,fikir,bilgi,zenginlikle değil,doğrudan doğruya ihsanı ilahi tarafından omuzumuza konulmuştur.Risale-i Nur şimdiye kadar gelen hizmetlerin zincirinden âzadedir.

-Mesele dava adamı olmaktır.Dava adamı olanda tüm esma,tam manasıyla tecelli etmektedir.Mazhariyeti tâmdır.

-Miskin bir kimseye yapılan bir sadaka yerine geçerken,akrabaya yapılan sılayla beraber iki sadaka yerine geçmektedir.

-Peygamberimiz;İsteyenin bir hakkı var,der,velev at üzerinde de gelse…

-Eğer ruh geçiş yapıyorsa ilk devirde Hz.Adem ve Havva arasında değişmesi gerekirdi.Fakat havuz dolmada ve sürekli boşalmada.

-Gadab,kalbi tutuşturup yakan bir ateştir.

-İbni Abbas der:”Allahın en büyük cünudu rüzgardır.

-İbni Abbas dedi;O nebi (SAM) ümmi idi.Yazmaz ve okumaz ve hesab etmez (zanda bulunmaz) idi.(Mecmuat-ün minet-Tefasir.Arapça.2/647)

-“Lâ tezalu min ümmeti ümmeten gaimeten min emrillah.”,”Ümmetimden bir ümmet ve taife kıyamet kopuncaya kadar Allah’ın emrini ikame eder,yerine getirirler.”(Mecmuat-ün minet-Tefasir.Arapça.2/676)

-“Hani bir zaman da onlar:”Ya Rabbi,eğer bu Kur’an senin tarafından gelmiş hak bir kitap ise hemen üzerimize gökten taş yağdır,yahut bize acı bir azap ver!”demişlerdi.

“Halbuki sen onların aralarında bulunduğun müddetçe Allah onları azaba uğratmaz;eğer onlar istiğfar ederlerse Allah bu takdirde de onlara azab etmez.”(Enfal.32-33.Bak. Mecmuat-ün minet-Tefasir.Arapça.3/36-37)

-“Ey Peygamber!Müminleri savaşa teşvik et.Eğer sizden tam sabırlı yirmi kişi olursa,ikiyüz kişiye galib gelir ve eğer siz müminlerden yüz kişi olursa,kâfirlerden bin kişiyi mağlub eder;çünki o kâfirler gerçeği ve akibeti anlamayan bir güruhtur.

Ama şimdi Allah yükünüzü hafifletti,çünki sizde savaşma konusunda bir zayıflık olduğunu müşahede etti.O halde sizden sabırlı yüz kişi,Allah’ın izniyle onlardan ikiyüz kâfire üstün gelir ve eğer sizden bin kişi olursa,onlardan ikibin kişiye galib gelir.Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.”(Enfal.65-66, Mecmuat-ün minet-Tefasir.Arapça.3/66-67)

– Hz.Enesden,Rasulullah dedi:”Namazımızı kılan ve kıblemize yönelen ve kestiğimizi yiyen bu kimse Allahın ve rasulullahın zimmetinde bir müslümandır.”(Mecmuat-ün minet-Tefasir.3/89)

– Cilbab celbedici değil,nazarları defedici olmalıdır…

– Halkı şer şer değil belki çok hayırlara vesile olmasıyla bilvesile hayırdır,hayırlara sebebdir…

-İçtihad kapısı açık olup oraya girmeye bazı maniler vardır,aşılırsa girilebilir….

-Cihat,musibet,cehennem gibi şeyler azab olmayıp rahmete münafi değildir.Oysa şehid on kere ölümü istemektedir,öldürüldüğünden dolayı,cehennemlik cehenneme girmese yok olacak ki buda cehennemin ta kendisi,ondanda beterdir.Bütün bunlar rütbenin yükselmesine sebebtir…

-Yaratılışın amacı marifetullah,muhabbetullahtır…

-Yer ve göğün 6 günde yaratılışı,ömrününde 6 gün olacağına işaret etmektedir.(Bak.Sözler.B.S.Nursi.14.söz)

– Allahın danışmayı ve meşvereti öğretmek üzere insanın yaratılışını meleklere sormuştur…melekler itiraz etmeyib isticvab yani cevabı öğrenmeyi taleb etmişlerdir…

-Din bir imtihan olup,âla ile esfeli tefrik etmek içindir.Vemtâzu-daki ayrıştırma….”Fakat bugün sizler,şöyle bir tarafa çekilin ey mücrimler.”Yasin.59.

-Allah kadın erkeği yaratıp,çocuklarını dünyaya gönderdikten sonra onları öldürüyor.Hikmeti nedir?Tıpkı insan gibi ki;oda buğdayı ekip,daha sonra onu kesip,toprağından ve yuvasından alıp koparıyor.Tâ ki,sapla saman birbirinden ayrılsın diye.Biri anbara,diğeri ahır ve samanlığa…Sapla samanın karıştığı dünyadan sonra,-Vemtâzul yevme eyyühel mücrimûn- emriyle tefrik edilecek…
-Cenab-ı Hak kendi dininin ve şeriatının hak olduğunu göstermek ve zihinlerde tesbit etmek üzere yanlışlara tahakküm etmiyor,hikmeti müsaade ediyor,itiraz kapısını kapatıyor,bizzat tattırıp,müşahede ettiriyor.Geriye dönüş,heves ve temennisini ortadan kaldırıyor.

-“İsterseniz dünyayı gezip dolaşın da dini yalan sayanların akibetlerini görün.”Âl-i İmran.137.

-Her şey tek bir su damlasından yaratılmaktadır.”Hayatı olan her şeyi sudan yaptık.”(Enbiya.30)Suyun maddesi bir olduğu halde,yaptığı iş binlerce…

-Gonca-güller gibi gülesin güzel gözlü gülüm,güllerle geceleyesin,güller göresin,günün gününden güzel geçsin gülüm,güller gibi gülesin.

-“Zilletle içilen âb-ı hayat, tıpkı Cehennem gibidir; İzzetle Cehennem ise, benim için iftihar ettiğim bir menzildir”.

– Dilimizi sal-a bindirdiler,sel-e götürdüler.Milletimizin kamus-u namusudur.Ödün verme,odun ver.Yanıta kanıtın var mı?Olasılık mı,güldürme kısık kısık,ağrıyor bendeki kasık.

– Haşir ve Nisa surelerindeki bazı ayetler yahudi şair olan Ka’b b. Eşref-in şenaatinden dolayı inmiştir.(İslam Ansiklopedisi.İsam.24/4)

-Tevbe suresinini 117-119.ayetleri Rasulullahın,savaştan geri kalan şairi Ka’b b. Malik-in aklanması üzere inmiştir. Ve Ka’b-ın bu anlatımı Buhari-de geçmektedir (İslam Ansiklopedisi.İsam-24/5)

-Rasulullahın meşhur 3 şairi;1)Ka’b b. Malik.2)Hassan b. Sabit.3)Abdullah b. Revaha.Bunlar Medinenin 5 büyük şairlerinden üçüdür.(İsl.ans.24/4-5)

-Rasulullah şiire müsaade etmiş,savaştaki kılıçla eş tutmuştur.

-Kader konusunda alimlerin genelde yaptıkları usul ve tarz;kadere yaratma açısından bakıp değerlendirirler.Bediüzzaman ise,asli yönü olan ilim ve takdir açısından değerlendirerek baştan sona doğru bir gidiş yolu takib eder.Diğerleri ise,sondan başa doğru gelmeye çalışarak zorlanmışlardır.

– Tevfik Fikret’in “Beşerin böyle delâletleri var/Putunu kendi yapar, kendi tapar”

– Hz.Süleyman:”O da demişti ki:”Gerçekten ben,mal sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim.”(Sad.32.)

-Ka’b b. Ucre hakkında fidye ayeti nazil olmuştur.(Bakara.196,İsl.Ans.age.24/6-7)

-Dil,farsça gönül demektir.Buna binaen,dil,gönüldekileri aktarıp dışa aksettiren bir alettir.

-Bütün emir ve yasaklar vahiy yoluyla gelmiştir.Namaz ise miraçta farz kılındığından dolayı hadiste;”Namaz mü’minin miracıdır.”denilmiştir.

– Ciddi cemiyetler kadınlardan ulvi, bozuk cemaatler de kadınlardan süfli şeyler ister. Sosyal ve siyasi meseleler karıştırıldığı için Avrupa’daki feministlerin siyasi hak talepleri bizdekilere sosyal hak ve hürriyet talebi olarak aksetmiştir.” (Said Halim Paşa.Buhranlarımız)

– Kadir gecesinin hangi gece olduğu konusunda;Muhammed bin Hanbele göre 21. gece,Ahmed bin Hanbele göre 23. gece,İmamı Şafiiye göre 25. gece,İmamı Azam Ebu hanifeye göre 27. gecedir.Bediüzzaman hazretleri ise ramazanın 25. gecesi vefat etmiştir.Hafız Hacı Ali abi o gecede bazı harikalıklara şahid olduğunu ve kendisine o gecenin kadirgecesi olduğunu manevi canibden haber verdiklerini ifade eder.Sabahının ise,başka vakitlerde güneş kırmızı ve sarı olarak doğarken,kadir gecesi sabahının beyaz renkte doğub,herkesin çıplak gözle görebileceği ve kendisinin de buna şahit olup,bakarak gördüğünü anlatmıştır.Hadisde ise 21-den sonraki tek gecelerde aranması tavsiye edilmiş,böylece tüm geceler ibadetle geçirilmiş olmaktadır.

-“Ey mü’minler! (Müşriklerle harb ettiğiniz gibi) ehl-i kitab ile de harb edin. Zira onlar, Allah’a ve Ahiret’e hakkıyla iman etmezler ve Allah ve Resulü’nün haram ettiğini haram etmezler ve hak din olan islamiyeti din olarak kabul etmezler (Yani İslamiyeti terk edip Yahudilik veya Hıristiyanlık diye tabir edilen uydurma bir dine inanırlar). İşte bu ehl-i kitap ile, onlar kendi elleriyle ve zillet içinde cizyelerini verinceye kadar harb edin.”

(Beyzavi-İbni Abbas-Tevbe-29)

-Her insanda bir potansiyel enerji ve güç vardır.Önemli olanın;bunun ortaya çıkarılması ve iyiye kanalize edilmesidir.

-İkbal diyor ki;İnsanlar geçmişteki peygambere dönüyor ancak o peygamber geçmişte olupta,geleceğe gitmektedir.

-Dinin ihtiyarlara hitab ettiği kadar,gençlere de hitab ettirildiğini bilmek ve bildirmek gerekir.

-Dinin ruhuna da inilip aktarılması gerekir.

-Neden eskiden yazılanlar bir ağırlık kazanırken,yeni yazılanlar o ağırlığı gösterememektedir?Acaba beslenme farklılığından mıdır?

-Hadisde;Kıyametin bir belirtisi de,İstanbulun ikinci defa fethedileceği,bunun alameti ise,Ayasofyanın tekrar aslına yani camiye çevrilişidir.

-İnsanların hüviyeti,akibet penceresinden bakmakla anlaşılır.

-”Yabancı kadınlara bakmak,zehir ile su verilmiş,şeytanın oklarından bir oktur.Allah korkusundan gözünü koruyana öyle iman verilir ki,tatlılığını kalbinde duyar.”Hadisi Şerif.

”Ey Davud, gözünü haramdan sakın ki,dünyayı senin itaatine vereyim.”Zebur-dan.

-Kutlu doğum,mutlu doğumdur.

– Peygamber Efendimiz bir ara sahabelerle beraber giderlerken,ölmüş ve çöplüğe atılmış bir koyun gördüler.Yanındakilere;”Bu koyunun sahibinin yanında bir değeri var mı?”buyurdular.Onlar da cevaben;”Değeri olmadığı için atılmış!”dediler.Bunun üzerine buyurdular ki;”Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yeminle söylerim ki;İlâhi ahlak esaslarına uymadan geçirilen bir dünya hayatının Allah yanında,bu koyunun sahibi yanındaki kıymeti kadar da değeri yoktur.Eğer Kur’an esaslarına uymadan geçirilen bir dünya hayatının Allah yanında bir değeri olmuş olsa idi,kâfirler bir yudum su içemezlerdi.”

– Damladaki Deryalar-dan:

*Gününü gün eden,yarınını tüketir,dün eder.

*O’n-dan gelen,O’n-a gider.From God,To God.Min-el ezel,ile-l ebed.

*İdrâk anlayandır,ihata eden değil!Göz görür,idrak edemez.Allah bilinen meçhuldür.

*Hasret vuslattandan mukaddemdir.Hasret olmadan vuslat olmaz.Vuslat hasretle güzeldir.Hasret vuslatı sağlar,vuslat hasreti bağlar.

*Var olduğun için yoksun,yokluğun varlığından.Yok ol ki,var olasın.Yâr,var da değil,yoktadır.

*Ümmi,hakikat ilmine enesini karıştırmayandır.İçini dışa yansıtan,içindekine başkasını karıştırmayan…

*Allah’ın eserini tanıyıp bilmeyen,O’nu nasıl anlayabilsin?

*”İnsanlar uykudadırlar,ölünce uyanırlar.”hakikatınca,uyanmamak için bunca sıkıntı ve feryat niye?

*İntihar,bedenin değil,ruhun ölümüdür.

*İmtihan,verilenlerin denenmesidir.Verilmeyenler imtihana tabi değillerdir.İmtihanın dehşeti,verilenin haşmeti nisbetindedir.

*Kendisini bilen şirketmez,kâinatı bilen küfretmez.

– Kalb;tecelli karşısında sürekli değişmelere maruz kalıp,bukelemun gibi olmak değildir.Kalb,ân be ân değişendir,tecelli karşısında ayrı ayrı mazhariyetlere sahib olmaktır.Değişmeyen,değişiminde farklılık olmayan kalbsizdir.Rasulullah (ASM):Ben her gün yetmiş kere tevbe ediyorum,derken,buradaki tevbe günahtan kaynaklanan bir tevbe olmayıp,hergünki mazhariyet,değişim ve tecelli neticesinde yükseliş bir önceki güne nisbetle yetmiş katıdır.

-*Kıymetsiz Yazılar-(”Kıymetsiz Yazılar.İ.Rabbani.Terc.S.Sadeddin Efendi) kitabından seçmeler:

*Âdem aleyhisselâmın hilkatinden [yaratılmasından] beri yedi bin yıl tamam olmadı.

*Âdem aleyhisselâmdan evvel geçen Âdemlerin vücûdları âlem-i misâlde idi. Âlem-i şehâdette [madde âleminde] ilk mevcut olan Âdem aleyhisselâmdır ki, sıfatı Cemiyet üzere mahlûktur. Çok vasflar sahibidir.

*“Âhır zamanda bir kavm zuhûr eder ki, râfizî diye adlandırılır. İslâmı terk ederler. Onları öldürün ki, onlar müşriktirler.” Hadis-i şerif.

*Ebû Bekr hakkında, Resûlullah : (Allahü teâlânın benim kalbime akıttığını, Ebû Bekrin kalbine akıttım) buyurmuşlardır.

*Ebû Bekr hakkında, Resûlullah buyurdular ki: “Hak teâlânın bana ihsân eylediği, esrârın tamamını, Sıddîkın kalbine döktüm.”

*Ebû Hüreyre buyurmuştur ki, “Resûlullahdan iki ilim edindim ki, birini beyan eyledim [açıkladım]. Diğerini âşikâre eylesem [açığa çıkarsam] öldürülürüm. O ilim, ilm-i esrârdır ki, herkesin idrâki ona yetişemez.”

*Eşref saat, cevf-i şebdir [gece yarısıdır.]

*“Eshâbın bir müd arpa sadakasına verilen sevaba, sâirleri Uhud dağı kadar mal verseler vâsıl olamazlar.” Hadis-i şerif.

*Eshâb-ı kirâmın üsûl-i dinde ihtilâfı yoktur. [Îmanda ihtilâfları yoktur.] Var ise fürû’dadır.

*İmâm-ı Gazâlî buyurdular ki, Sıffîn vak’ası, halîfe olmak için değil, şeriatin kısas emrini yapmak içindi.

*Timûr hânın Buhârada, Şâh-ı Nakşîbende olan tevâzu ve tezellülü sebebi ile, hüsn-i hâteme ile müşerref olması [son nefeste îman ile gittiği] umulur. Zîrâ Hâce Nakşîbend, Emîrin vefâtından sonra buyurdular ki, (Timûr mürd ve îman bürd). [Tîmûr öldü, îmanı da götürdü.]

*“Hamele-i Kur’anın diğer insanlar üzerine fazîleti, Halıkın mahlûk üzerine olan fazîleti gibidir.” Hadis-i şerif.

*Delîl, medlûlden ezhârdır. [Delîl, delîl getirilmiş şeyden açıktır]. Hak sübhânehudan daha açık birşey yoktur.

*Resûlullahın sâyesi [gölgesi] yok idi. Âlemde Ondan eltaf [daha latîf] olmayınca, sâyesi [gölgesi] nasıl olur.

*Resûlullahın uykusu abdestini bozmazdı. Çünki, Nebî çoban gibidir. Kendi ümmetini muhâfazada gaflet, Onun, Peygamberlik makamına uygun değildir.

*Resûlullahın uykusu itidal üzere idi. Mubârek kalbleri uyumaz; belki, çeşm-i saadetleri [mubârek gözleri] uyur idi. Ve ayın onyedinci veya ondokuzuncu veya yirmi birinci günü fast ettirirlerdi [hacamat olurlardı].

*Resûlullah Eshâb-ı kirâma buyurdular ki, “sizler bir zamanda vücûda geldiniz ki, emirlerin ve yasakların onda birini terk eyleseniz helâk olursunuz. Sizlerden sonra dahî bir gürûh [zümre] gelse gerektir ki, emirlerin ve yasakların onda birini yapınca, felaketten kurtulurlar.” İşte şimdi, o vakittir.

*Zeytine, yetmiş Peygamber, bereket ile duâ etmiştir.

*Zeytinin en çok faydalısı [faydası çok olanı], Şâmda yetişir. Mübârek bir ağaçtır.

*Şü’ûnât-ı ilâhî [ilâhî şü’ûnât] sıfatların aslı olup, zat-i ilâhîde kâinlerdir. [Vardırlar]. O yüce mertebede ayrılık görülmediğinden, bu şü’ûnât, zat-i akdesten ayrı değildir. Ve zatın gayrı değildirler. Ve birbirlerinden ayrılmaları da yoktur. Ve birbirlerinin aynı da değildirler. Zat-i teâlâ, tamamiyle bu şü’ûndan herbirinin renginde zuhûr eder.

*Şü’ûnâtın îtibarât üzerine üstünlüğü vardır.

*Şü’ûnât-i ilâhî, hakîkî sıfatların asllarıdır.

*Şü’ûnât-i ilâhî, kemâlât-ı zâtiyyeyi mündemiçtir [içine alır].

*Şü’ûnât-i ilâhî, zat üzere zâid değildir. [Zat ile berâberdir.]

*Şü’ûnât-i zâtiyyeden terakkî [yükselme] câiz ve vâkı’dır [olur, vukû’ bulur].

*Şü’ûnât-i ilâhî azze şânühüde mücerret îtibarâttır.

*Şü’ûnât ile sıfat arasında kâbiliyyetler vardır ki, bunlar hem şü’ûnlara, hem sıfatlara benzerler.

*Şü’ûnât-i ilâhî zat-i ilâhîye bağlıdır. [Onunla alâkalıdır.] Mâsivâ ile alâkalı olmaktan uzaktır. Sıfât-i ilâhînin te’alluku mâsivâya maksûrdur. [İlâhî sıfatlar mâsivâya tealluk eder.]

*Şü’ûnlar ile sıfatlar arasında fark çok incedir. Bu farkı kimse bildirmemiştir. (Bu farktan bir kulun konuşması mâlûm değildir.).

*Subbet aleyye, mesâibü lev ennehâ.

Subbet alel eyyâmi sırna leyâlehâ.

(Üzerime yağan musîbetler bellidir herkesce,

Eğer gündüzlere yağsalardı, hepsi olurdu gece.)

Âişe-i Sıddîka, Resûlullahın vefâtlarında buyurmuşlardır.

*Tarîkat-i Nakşibendiyyeye silsile-i zeheb derler.

Tarîkat-i Nakşibendiyye, Eshâb-ı kirâmın yoludur.

*Tavr-ı aklın verâsı [aklın ötesi, akıl sâhasının ötesi] öyle bir sâhadır ki, orada kalb yolu ile keşf ve müşâhede olunan bazı şeyler anlaşılır ki, akıl onun idrâkinden âcizdir. Hislerin, aklın idrâk ettiği şeylerden âciz olması gibidir. “Mevlânâ Câmî”.

*Tûfândan sonra gelen ulül’azm Peygamberlerin evveli İbrâhîm aleyhisselâmdır.

*Tûfândan sonra, ilk biten ağaç zeytindir.

*Zâlim zulmünü mazlumdan kaldırmadıkça, özrü kabûl olmaz. “Hadis-i şerif”

*Zâlimin zulmünü kaldırmaya gücü yetmiyen, oradan hicret etmelidir. “Hadis-i şerif.”

*Zâlim sultan yanında adaleti söylemek, cihâdların en eftalidir.

*Osman, vilâyet ve nübüvvet yüklerini taşıdığı için (zinnûreyn) denir. Çünki, Ebû Bekr ve Ömer nübüvvet, Ali vilâyet yükünü taşımaktadır.

*Akıl, hissin ötesi olup, his ile idrâk edilmiyeni, idrâk ettiği gibi, nübüvvet gücü de, akıl gücünün ötesi ve üstüdür. Akıl ile anlaşılamıyan, nübüvvet gücü ile idrâk edilir.

Akıl, ancak his edilenleri [beş duyu ile] idrâk edebilir. Görülenlerde misâli olmıyan işleri, akıl idrâk edemez.

*İlm-i ezelî, eşyaya varlıklarından önce te’alluk eden ilimdir.

*Îsâ aleyhisselâm vilâyette, Mûsâ aleyhisselâm nübüvvette çok yüksek mertebededirler.

*Fıkhın kurucusu Ebû Hanîfedir. Ve fıkhın dörtte üçünü o ictihâd etmiştir.

*”Kerâmet, yakîni kuvvetlendirmek içindir. Yakîn verilmiş [ihsân edilmiş] olan için kerâmete hâcet yoktur.”

*”Âlem-i emr latîfelerinin başlangıcı kalbdendir. Ve kalbin üstü ruh, ruhun üstü sır, sırrın üstü hafî, hafînin üstü ahfâdır. Kalb, âlem-i halk ile âlem-i emr arasında geçiddir.

*”Kalb latîfesinin aslı, fiiller makamıdır. Ruh latîfesinin aslı, sıfâtın zılleridir.

Kalb latîfesinin izâfî sıfatlara, ruh latîfesinin hakîkî sıfatlara bağlantısı vardır.

Kalb latîfesinin nasibi, fiiller mertebesidir. Ruh latîfesinin nasibi, sıfatlar mertebesidir. Sır latîfesinin nasibi, şü’ûnât mertebesi, hafî latîfesinin nasibi, tenzîh ve taktîs mertebesidir. Cehl ve hayret mertebesi, ahfânın nasibidir.

*”Allahü teâlâ ile öyle vakitlerim olur ki, o anda hiçbir melek ve hiçbir Peygamber bana yaklaşamaz [aramıza giremez]” hadis-i şerifindeki nâdir vakit namazdır.

*”Meleklerin hakîkatleri, İsrâfil aleyhisselâmın hakîkatından meydana gelmiştir.

*”Mehdînin “aleyhirrahme” hakîkati, sıfat-ül-ilimdir [ilim sıfatıdır].

*”Mehdînin gelişi, yüzyıl başında olacaktır. Daha evvel doğuda, kuyruklu yıldız görülecektir.

*”Nefsin makamı dimâgdadır.

*”Nefs, bir merkez, santraldır. Duygular, organlar onun tafsîlatıdır [âletleridir].

Nefsin kalb ile bağlılığı vardır. Gönül vâsıtası ile ruha bağlanır. Ruhdan gelen feyzler, tafsîlatlı olarak kalbe ve nefse ve nefsten his organlarına yayılır.

*“Nûr-ı kalb, asfer [sarı], nûr-ı ruh, ahmer [kırmızı], nûr-ı sır, beyaz, nûr-ı hafî, esved [gizli siyah], nûr-ı ahfâ, ahdar [yemyeşil]dir.

*“(Vebtegû ileyhil-vesîlete…) [Mâide sûresinde, Ona kavuşmak için vesîle arayınız!] buyurulmuştur. Bu râh-i gaybül-gaybda, mürşid-i kâmilin yardımı olmadıkça, yol almak ve sülûk eylemek çok zordur. Mecâzî sultânın [dünya sultânlarının] huzuruna vesîlesiz kavuşmak mümkin değil iken, hakîkî sultânın dergâhına [kavuşmak için], vesîle zarûrî lâzımdır.

*”Lâ yese’unî erdî ve lâ semaî ve lâkin yese’unî kalbü abdil mümini [Yere ve göke sığmam. Fakat, mümin kulumun kalbine sığarım] hadis-i şerifinde, yer ve gök, imkân dâiresine dahildir. Lâ mekânî [mekânsız] olan, mekâna sığmaz. Bi-çûn olan, çünde ârâm eylemez. [Allahü teâlâ, yaratılanda yerleşmez]. Müminin kalbi mekânsızdır. Niçin ve nasıldan berîdir. Onda sığışma mütehakkıktır [tahakkuk edendir].

*-Lâ yese’unî erdî ve lâ semaî ve lâkin yese’unî kalbü abdil mümini [Yere ve göğe sığmam. Fakat, mümin kulumun kalbine sığarım]. Bu sığmadan murâd, vücûd mertebesinin kendisi değil, sûreti, örneği sığmaktadır. Kendisinin sığması düşünülemez.”

-Kur’an-da Maldan;hayr,fazl,zinet diye bahsedilmektedir.Bakara.198,Cuma.10,nisa.32,Araf.32,Kehf.7.

-Kur’an-da Nimetlerden faydalanma konusunda ise;A’raf.32,Maide.87.

-“Kötü tuzak,sadece hazırlayanın ayağına dolanır,sadece onu perişan eder.”Fâtır.43.

-” Alim bir şair olan Fuzuli şiir hakkındaki görüşlerini Türkçe divanının önsözünde şu şekilde açıklamıştır: “İlimsiz şiir esası yok dîvar olur ve esassız dîvar gayette bî i’tibâr olur.”

-“Kargalar her yerde serbest de bülbül kafeste tutsak.”

-Feyizlerden Damlalar.M.Feyzi Efendi-den-Musa Özdağ.

“Âdemin sulbünden ihrac edilen cüz-ü lâ yetecezza hâlindeki zerreler bütün küre-i arzı istila etmişti.Herbir ruh,kendi zerresiyle birleşti.Rabbimiz bu halde onlara “Elestü bi Rabbiküm” diye hitapta bulundu.Bütün ruhlar,-Kâlû belâ:Evet,Rabbimiz sensin- cevabını verdiler.-Münâfık ve kâfirler dahi-Belâ-demekten başka kendilerinde mecal bulamadılar.

-Elest-bezmindeki o zerrecikler,sonradan vakti gelince dünyaya gelenher çocuğun kalbine tevdi ediliyor.”sh.25.

-“Kâbenin hakikatı bütün hakaikin fevkindedir.Hakikati kâbe dünyadan değildir.”29.

-“Medine Harem-i Rasul,Kâbe-de haremullahtır.”29.

-“Güneş Nur isiminin,ay Mübin isminin,hayvanat Müzill isminin,su Muhyi ismininhava Hayy isminin,madenler Aziz isminin,toprak Mümit isminin,ateş Kâbız isminin,Enbiya ve bütün müminler Hâdi isminin,şeyâtin Mudil isminin mahzarıdırlar.”36.

-“Âlem-i misal bütün avâmilden geniştir.Çünki onda hepsinden temessülât vardır.”36.

-“Sekeratta Rasulullah Efendimiz ümmetine temessül ediyor.Kabrinde temessül ediyor,lehinde şahitlik ediyor.”42.

-“Efendimiz (SAM),Vahyi tevakkuf anında ve bir de mu’cize izharı zamanında nerede ise beşer denmeyecek kadar kuvve-i kudsiyye kesbederlerdi.Bunun dışında kendisinde beşeri vasıflar bulunurdu.Cihadda mübarek yüzlerine yetmiş kılıç darbesi isabet ettiği halde,hiçbir yara almamamıştı.Yalnız bir defa lihikmetin tesir etti.O da mücahidin-i islamı teskin için idi.”43.

-“Erkek küldür.Kadın ise erkekten bir cüzdür.Kadının erkeğe meyli,cüz’ün külle olan meyli gibidir.Bunun için kadının erkeğe meyli,erkeğin kadına meylinden daha fazladır.Fakat kadında haya olduğu için bu meyli perdeler.Kadının meylinin çok olmasının bir hikmeti de,âile saadeti ve neslin devamıdır.“45.

-“Bütün yer altı madenleri Mehdi Rasul (ASM) zamanında çıkacak.Mehdi rasul zamanında altın o kadar çok olacakki,kendine istemeye gelenlerin eteğini altınla dolduruverecek.Kıyamet yakın olduğu için,altın artık kıymetsiz olacak.”46.

-“İnsan,dünyada iken kendisinde hangi hayvanın sıfatı galibse,o hayvanın suretinde haşrolacak.Bu durum hesab kitab görülünceye kadar devam edecek.”48

-“İnsanın bütün mafsallarında,bütün organlarında ve duyularında vazifeli melekler bulunur.Tayin edilen zaman gelince melekler çekiliverir.O zaman organ hastalanır veya ölüm vaki’ olur.Doktorlar da ilaçlar da tesir edemez.O vakit doktorlar:Bizim yapacağımız bu kadar,tıbbi imkânlar bitti deyiverirler!”

-“Ulemamız ahkâma dair olan meselelerde aslâ zayıf hadisle amel etmediler.Fazâile ait zayıf hadisler varsa,ona da ilişmediler.”51

-“Her ruhun ahsen-i takvim üzere sureti de vardır.Ervah fevk’al arş halkolundu.Alem-i ervahta seciyeleri birbirine uygun olan ruhlar birbirleriyle tanıştılar.Âlem-i ervahta birbirleriyle tanışan,bir araya gelen ruhlar,bu dünyada da çeşitli vesilelerle bir araya gelirler,buluşurlar,tanışırlar,kaynaşırlar.”52.

-“Mü’minlerin kabirde çürümesi hatta cehenneme girmesi tathir içindir;azab için değildir.”62.

-“İbrahim (AS) Mekke-i Mükerreme için dua ettiler.Rasulullah Efendimiz de Medine-i Münevvere için dua ettiler.Medine-i Münevvere Harem-i rasuldür.Mekke-i Mükerreme ehli,İbrahim (AS) duası berekâtıyla,Medine-i Münevvere ehli de Rasul-ü Ekrem Efendimizin duası berekâtıyla rızıklanırlar.”61

-“Hz.Hasan’ın altı aylık hilafetiyle otuz senelik hilafet-i kâmile tamam olup,kutbiyet bâtına intikal etti.Âhirde;Mehd-i Âl-i Rasul-de,hem hilafet hem kutbiyet cem’ olacak(Birleşecek)”66.

-“Kur’an-da bin emir,bin nehiy,beş yüz helal ve beş yüz haram beyan edilmiştir.“-66

-“Zikrullahtan cünudullah halkolunuyor.”69

-“Ta’lim-i esmâ,Âdem(AS)’a icmâlen oldu.Rasulullah Efendimize ise tafsilen oldu.”70

-“Şuûnat-ı ilâhiye nâmütenahidir.”87

-“Cevher-i ferd olan atom,inkisam edip parçalanmıyor,enerji neşrediyor.Eğer cüz parçalansaydı,Arşın sahibine yol bulurlardı.”93 –Belki “Tekessür ve Tevessü” yani çoğalıp,genişliyor.(Bak.sh.147)

-Ezan huzura davettir,Kamet huzura girmeye izindir.”97

-“Geceleri tecelli Cemallidir.Gündüzleri ise Celallidir.”100

-“Farz,Vacib,Sünnet,haram,mekruh gibi,şer’i istilahlar Cibril’in(AS) vahyi aldığı makamlardan dolayı değişiyor.”114

-“Üç yüz altmış bin alem,iki aleme inkilab edecek.”117

-“İbrahim Hakkı Hazretleri,İmam-ı Şa’rani sıddıkindendir.Sıddık her mertebeyi gözetir ve hakkını verir.”120

-“Bir veli sıddıkiyyet mertebesinden sonra irşadla vazifelendirilir.Meczûbîn irşada kâdir değildir.”120

-“Her asırda sıdıkta vardır,zındık da.Ama her asrın sıddıkı da zındıkı da o asra göredir.”121

-“Sıddıklar da,sıdklarını yerinde kullanıp kullanmadıklarından sual olunacaklar.”121

-“Tevhid-i mezhebi ancak,İsa(AS) gerçekleştirebilecektir.Zira O’na,hangi mezheb isabet etmiş,hangisi hata etmiş,vahiyle bildirilecek.”123,51

-“Tasdik nuruna mahzar her mü’min,veliyyullahtır.”124,149

-“Aldatmayan,hileden,yalandan,dolandan,sakınan sadık tacir habibullahtır.Sadık tacirin,ahirette yüzü ayın on dördü gibi parlayacak.”126

-“Muamelatında doğru sözlü olana sadık denir.Sıddık ise,her işinde sıdkı benimseyendir.Şu halde her sıdık aynı zamanda sadık,ama her sadık,sıdık değildir.Aralarında umum husus farkı vardır.”127

-“Mekke-i Mükerremenin havası latif ve çok güzeldir;bir seviye gidiyor.”129

-“Mekke-i Mükerreme küre-i arzın kalbidir.Medine-i Münevvere de,Mekke-i Mükerremenin kalbidir.”129

-“Kâbe,Mekke-i Mükerremenin kalbi hükmündedir.Ayların kalbi ramazan-ı şeriftir.Gecelerin kalbi,Kadir gecesidir.Kur’an-ın kalbi de,Yasin-i şeriftir.”129

-“Harem-i şerif Kâbenin,Mekke,harem-i şerifin,mîkat mahalleri Mekkenin;yeryüzü de mîkat mahallerinin haremidir.”130

-“Kâbeye her an yüz yirmi rahmet nazil olur.Rahmetin altmışı tavaf edenlere,kırkı etrafında namaz kılanlara,yirmisi O’na nazar edenleredir.”131

-“Üstad,”Fıkıhda Şafii fıkhı,usulde ise Hanefi usulü mazbuttur (sağlamdır) derdi.”143.

-“Tecelli olmasaydı,marifetullah mümkün olmazdı.”147

-“Sıddıkiyyet mertebesi,merâtib-i nübüvvetin ibtidası,derecât-ı velayetin müntehası olan bir mertebe-i berzahiyyettir.Nübüvvetle ittisali yoktur.”151

-“Aşkta insan her şeyini kaybeder (Hallac-ı Mansur gibi).En iyisi şevktir.”153

-“Her makamın,her zamanın sözü başkadır.Her makamın hakkını vermek,her şeyin zamanını gözetmek,ancak sıdıklara mahsustur.”155

-“Allah’ı bilmeyen ise,ondan ne korkacak.”155

-“Nüzul-ü İsa(AS),daire-i nübüvveti,Mehdi Âl-i Rasulün (AS) zuhuru da daire-i velayeti temhir içindir.”160

**Feyizli Sözler.(M.Feyzi Efendi’den-R.Küllüoğlu)

*”Kıyamete yakın sırlar meydana çıkacak ve kıyamet kopunca zahir-batın;iç-dış;alt-üst;kalb-galb olacak.”31.

*”Arş cennetin tavanıdır.Arşın fevki ise âlem-i emirdir.”32.

*”İmam-ı Azam ticaret için mal göndermiş.Malın içinde bir tane defolu top kumaş varmış.Satıcıya,”Bu topu satarken defolu yeri göster”diye tenbih etmiş.Satıcı geri dönünce;”O top kumaşı satarken kusurlu yerini gösterdin mi?”diye sormuş.Satıcı da unuttuğunu,malın arasında diğerlerinin fiatına satıldığını söyleyince,İmam-ı Azam,o seneki bütün kazancını tasadduk etmiş.”36.

*”Peygamberimizin Ümmi olması ise,bazı muhakkikine göre şöyledir:Ümm kelimesi Arapça,”ana,asıl” mânasınadır.Peygamberimiz,yaratılanların evveli olması hasebiyle onların aslı,ümmüdür.O,aslî vaziyetini değiştirmediği için,ümmi denmektedir.”53.

*”Sıddıkiyet mertebesi,meratibi nübüvvetin ibtidası,derecât-ı velayetin müntehâsı olan bir mertebe-i berzahiyettir.Nübüvvetle ittisali yoktur.”56.

*”Sizden biriniz,bir münker görürse onu eliyle;gücü yetmezse,diliyle önlesin.Eğer ona da gücü yetmez ise,kalbiyle buğz etsin.Bu ise,imanın en zayıf mertebesidir.”

İmam-ı Âzam efendimiz,”El ile mani olmak ümerânın;dil ile mani olmak ülemânın;kalben buğz etmek de avâmın vazifesidir.”şeklinde tevil etmişlerdir.Eğer ümerâdan olan kişi eli ile mani olmayıp,kalben buğz ile yetinse,işte bu,en zayıf imanın tezahürüdür.”58.

*”Üstad hazretleri,kesbî ilimlerden başka;ilmi,Üveysî olarak İmam-ı Gazali’den;o da,Üveysî olarak Hz.Ali (RA) hazretlerinden aldılar.”87.

Veysel Karanî(RA) ümmi idi.Dersini,batında A.S.M Efendimizden aldı.Ümmi olup da dersini mânen A.S.M. Efendimizden alan evliyalara Üveysî denir.

Rasulullah Efendimiz Veysel Karani’den haber verdi ve hırkasını Veysel karani’ye bıraktı.Bu hırkayı Hz.Ömer ve Hz.Ali Veysel Karani’ye getirip verdiler.Ondan dua istediler.”143.

*”Şeytan,bir sabah Abdulkadir Geylani hazretlerini sabah namazı için uyandırmış.Abdulkadir-i geylani hazretleri bunun sebebini sorunca şeytan:”Bir sabah namaza kalkamayınca,Allah’a nice yalvarıp af dilediydin de,o gün sabah namazına kalkamayanların hepsinin affedilmesine vesile olmuştun.Yine uyandırmazsam tekrar af dilersin,öteki kılmayanlar da affedilir ve benim de bütün emeklerim boşuna gider”demiş.”108.

*”Enbiya masumdur,evliya mahfuzdur.”131.

*”Ahz-ı Misak ânında,Âdem(AS) zahrından çıkan zerreler,küre-i arzı tamamen doldurdular.En ön safta Enbiya(AS),ikinci safta evliya-i kiram(RA),onun arkasında müminler,onun arkasında münafıklar ve kâfirlerin safı vardı.

Birinci saftaki enbiya(AS) Cenâb-ı Hakkı perdesiz,müşahede ettiler.Hitabı bizzat işittiler.Saçılan nur,onlara bizzat isabet etti.İkinci saftaki evliya ya Peygamberler perde oldular.Hitabı işittiler,saçılan nur isabet etti.Üçüncü safta müminler vardı.Müminlere evliya-ı izam ve peygamberân-ı kiram hazeratı perde oldular.Müminler de hitabı işittiler.Saçılan nur isabet etti.

Müminlerin arkasında münafıklar ve kâfirler vardı.Münafıklar saçılan nuru hayal meyal parıltı şeklinde gördüler.Kâfirler ise,karanlıkta kaldılar.Hitabı işitemediler.Nuru da göremediler.

Cenâb-ı Hak enbiyaya,evliya ya,müminlere cemal tecellisi ile tecellide bulundu.”Elestü birabbiküm”hitabına karşı,”-Kalu- belâ Şehidna” dediler.

Cenâb-ı Hak münafıklara ve kâfirlere Celâl ile tecelli buyurduğundan,münafık ve kâfirler “Elestü bi rabbiküm”hitabına,”Belâ”ile cevab verdiler.”

Hz.Ali (KV):”Elestü bi rabbiküm hitabında verilen Belâ cevabını,dünkü gibi,bugünkü gibi hatırlıyorum”diyor.

Sehl b.Abdullah(KS):”Belâ ‘yı çok iyi hatırlıyorum;önümdekini,arkamdakini,sağımdakini ve solumdakini ismen sayarım”diyor.141.

*”Âhirzamanda en son inkiraza maruz kalacak olan;Mezheb-i Hanefiyyedir.”142.

*”Namazda Rasulullah Efendimiz,bütün külliyeti ile teveccüh ederdi.Namaza başlanacağı zaman,Cenâb-ı Hak kul ile arasında olan 70.000 hicabı kaldırır.İnsan,Cenâb-ı Hakkın vechi şerifiyle karşı karşıya gelir.Namazın kıyamında,rükusunda, secdesinde, tahiyyatında Cenâb-ı Hakkın vechi şerifiyle karşı karşıyadır.

Namazda Cenâb-ı Hakla insan arasında perde kalmaz.Fakat insanın nefsi,enaniyeti,masiyetleri kendisine perde olur.”144.

*”İmam Buhari Hazretleri,sahihine dercetmek istediği her bir hadis için,güzelce gusleder,iki rekat namaz kılıp istihare yapardı.Bilahare sıhhati tahakkuk ettiğinde dercederdi.İmam Buhari hadis mevzuunda çok titizdi.Çok ince eleyip sık dokurdu;senedine ve ravilerine çok dikkat ederdi,çok tahkik ederdi.

İmam-ı Buhari Hazretlerinin hıfzında senedi ve ravileriyle beraber 600 bin hadis vardı.Ravileri ile,senedleriyle,metinleriyle altı tane hadis-i şerifi bilemeyen adamlar,İmam-ı Buhari aleyhinde konuşamazlar.(Hoca efendi bu sözü birkaç defa tekrarladı)

İmam-ı Buhari Hazretleri vefat edip kabre konulunca,topraktan güzel bir koku neşrolmaya başladı.Herkes kabrin toprağından avuç avuç aldı.İmamın cesedi meydana çıktı.Ne kadar toprak örttülerse de toprağı yağma ettiler.En sonunda İmam-ı Buhari’nin kabrinin üstünü tahta ile örttüler.

Ehadis-i sahihanın asılları da vahiydir.Lafzı,peygamber aleyhisselamdandır.”153-154.

*”Alışverişin 28 kadar mesâili vardır.Hz.Ömer,halifeliğinde esnaflık,ticaret yapacak kimseden bunları sual ederdi.Esnaflık,ticaret yapabilmek için,sıhhatını,fesadını bilecekti.Yoksa o kişiyi ticaretten men ederdi.”165.

*”Türbe-i saadette yeşil atlasta Efendimizin ikiyüzbir ismi de yazılıdır.Delâil-i hayratta da Efendimizin ikiyüzbir ismi yazılıdır.

Tecelli-i icadiyede ilk halkolunan Efendimizin ruh-u hakikatı,nur-u Muhammedidir.”176.

*”Kişi mertebe-i daire-i nefiste olduğu halde,nefs-i nâtıkayı künhüyle keşf edemez.Kalb mertebesibe terakkiden sonra,nefsin künhüne kalbin nuruyla nazar eder ve kendine nefsin hakikatı münkeşif olur.

Mertebe-i kalbde olduğunda,kalbin hakikatı künhüyle bilinemez,tâ ki mertebe-i daire-i ruha terakkisinde ruhun nuruyla kalbin hakikatı inkişaf eder.Diğer meratib de bu minval üzeredir,fakat ifşaya mezun olunamaz.”177.

*”İmam-ı Rabbani hazretleri”Kâbenin hakikatı her hakikatın fevkindedir”diyor.Kâbe’nin hakikatı,bu dünyadan değildir.”180.

-Hadiste:”Benden sonra hilafet 30 senedir.Sonra ısırıcı (işini adaletle değil,kuvvetle halden) melikler gelir.”

Bu 30 yıl ise;

Hz.Ebubekir:2 yıl,3 ay,10 gün.

Hz.Ömer:10 yıl,6 ay,8 gün.

Hz.Osman:11 yıl,11 ay,9 gün.

Hz.Ali:4 yıl,9 ay,7 gün

Yekun=29 yıl,6 ay, 4 gün halifelik yapmıştır.

Hz.Hasan-ın;6 aylık süresi ile 30 yıla tamamlanmaktadır.(Bak.age.200-1.

-Köle azad etmede;“Resul-i Ekrem-in 63,Hz.Âişe-nin 67,Hz.Abbas-ın 70,Hz.Hakim b.Hüzam-ın 100,Hz.Abdullah b. Ömer-in 1000,Hz.Nedel-Kelâh el-Humeyri-nin 8000,Hz.Abdullah b.Avf’ın 30 bin köleyi azad ettiği bilinmektedir.age.250,bak.İslam kültürünün garbı medenileştirmesi.A.Gürkan.215.

-Kunut duaları birer Hadistir..age.26. Bak Edebi ve ilmi açıdan Hadis.Yr.Doç.İ.Bayraktar.200.

-Teşehhüd hadisi de böyledir.27.

-Hadis:“Kıyametin nefesi zamanında peygamber olarak gönderildim.”39.

-Ehli sünnetin Prensipleri için el-İsferâyinî,et-Tabsir adlı eserinde 47 madde de özetlemiştir..155-7.

-“Düşüncenin Gökkuşağı.Cemil Meriç.Hazırlayan.Mustafa Armağan.Cemil Meriç’in sözleri:”Her asırda birkaç kişi düşünür.Gerisi,düşünülenleri düşünür sadece.”319.

-“Bütün İzm’ler idrakimize giydirilen deli gömlekleri”dir.14,138.

-C.Meriç,Ahmet Hamdi Tanpınar hakkında;”Tanpınar’da samimi,dürüst,mütecessis bir müsteşriktir.Maddi sıkıntı çekmedi.Babası kadıydı.Halk partisine yalvardı,mebus seçilmek için.Ahmed Kudsiye çok yalvardı,ihsan için.Zaafları olan bir insandır Tanpınar.Batı’yı bilir.Doğu bilgisi ise dekoratiftir,plastiktir.Tanpınar arayan adamdır.Ve küçük tatminlerin adamıdır.Hamdi bey küçük hesaplar için avuç açan ve ayak öpen bir şahsiyettir..”26.

-C.Meriç bununla beraber Tanpınar için:”Bu (Tanpınar) istisna-i olarak kayayı çatlatan incir çekirdeği..”28.

Böylece hem –çatlatan-ifadesiyle büyütür,hem de –İncir çekirdeği-ifadesiyle küçültmüş olur.

-Cemil Meriç,Said Nursi’yi”Kabuğuna çekilmiş yüz binlerce insanı uyandırdı.Bu hayalî insanlar o kunuştukça gerçekleşti.Yani Nurculardan önce kelâm var.

O konuştukça Laikliğin kartondan setleri yıkıldı birer birer.

Tanzimattan beri her hisarı deviren teceddüd dalgası ilk defa olarak Nur kalesi önünde geriler.”121.

-Cemil Meriç,”Nâzım’ı,Kemal Sülker’in ısrarı ile okudum,anlamadım ve sevmedim.Ondokuzunda putperestir insan.Kozasını yırtmak ister.Kanatlarını tutuşturacak bir alev arar pervane.

…Nâzım’ı Avrupa çapında meşhur eden ne?Şairliği mi?Hayır,kavgası.”126-7.

-“Haçlılardan bu yana Avrupalının amacı,İslâmiyeti tanımak değil,İslâmiyeti yıkmaktır.”216.

-“Anarşitti (Fikret);toplumdan kopmuştu.Ferdiyetçi anarşitti.(Ama)Ahlak,hamiyet sahibidir.İslâmiyetin emrettiği her şeye karşı çıkmıştır.”317.

NOT:Cemil Meriç;okuyan ve dokuyan bir kişi ancak sık dokuyan değil,sık okuyan ve yazan,konuşan…

Her telden çalan bir tellal,bazen de çalınan.Kulağa hoş gelen cinsde,herkesi kucaklamasa da…

Düşünceler anaforunda bocalayan,bocaladıkça yazan,yazdıkça bulunduğu alanı deşeleyen bir kişi.

O bir şey olamayan her şey..istediği de bu idi.

O bazen Marksist,bazen sosyalist oldu.Kendi ifadesiyle;hem tanrıya inanıyor,hem inanmıyordu!Her iki taraftan sermayesi ve delilleri vardı…

Ancak yine de bir şey olmak ve öyle görünmek istiyordu;Namuslu Bir Çığlık…

O;başına düşenleri deşeleyerek döşeyen bir yazar.Geniş bir perspektifle eşseydi,belli bir noktaya düşseydi,eşsiz olurdu.

O bir fikir avcısıdır.Fikir dokuyucusu ancak avları ve dokudukları farklı farklı olmasını isteyen adam ve tasarlayıcı.A’raf,Arasat ve berzahtaki kişi.

Manevi istikametteki bir hat ve minval üzere gitseydi,asrın Veysel Karanisi olurdu.

O dinlerin olmasa da,düşüncelerin üstüne çıkmaya çalışan bir düşünce ve fikir adamı.

O bertaraf olma düşüncesiyle,bîtaraf olmaya çalıştı.O yine de bir tarafı ağır basan, tarafsız bir yazardı.

O doğulu değildi,batılı da kalmadı.

O,o idi.

-Zübdet-ül Hakaik-İmam Nesefi.Terc.M.T.Yüksel-kitabından:

“İnsanın hicabı kendi cism,unsurudur.Ruh cisimden dışarı geldiğinde hiçbir nesne ona hicab olamaz.”25.

-“Hak değirmeni,hakkın kaderiyle devreder.”35.

-“el abdu yüdebbiru,vallahu yukaddiru.”,(Kul tedbir eder,Allah Takdir eder.)

-“Vahdet ehli derler ki;insanın ruhu kendi cismine aşıktır.Zira görünen cisim ruhun sıfatıdır.Ruh sıfat ve isimlerini onda müşahede etmek için kendi cismini görmek ister.”50.

-“Sahih olan kavillere göre;Mehdi Taklid edici olmayıp Tahkik edici olduğu için İslâm arasında mehdice malum olacağından öylece amel ve hüküm olunacaktır.Mehdinin keramet ve harikulade halleri sınırlı ve sayılı değildir.”66.

-“Seyr-i ilallah için son vardır.Seyr-i fillah için son yoktur.”104.

“Allahümme erini hakaikel eşya-i kem âhiye.”,(Allahım!Eşyanın hakikatını olduğu gibi göster.)

“Şeriat hakikatın esasıdır.”108.

-“Tabiat süfli alemin padişahıdır.”100.

-“İnsanın bedeninde akıl Hudanın halifesidir.Yıldızı aklı evveldir.Zira aklı evvel alem-i kebirde Hudanın halifesidir.”104.

-“Hadisi kudside Hz.Musa’ya;Tecevvâ terâni,tecerred tâsıl.”Aç kalki beni göresin,dünya ve ahiret fikrinden sıyrıl ki bana eresin.”

-“Ferîkun fil cenneti ve ferîkun fissaîr.”,”O ne müdhiş manzara!Bir kısım cennette,bir kısım cehennemde!(Şûra.7)

-“Hadis:”es-Saidu saidun fi batni ümmihi,veşşakiyyu şakiyyun fi batni ümmihi.”

“Said ve mes’ud kişi annesinin karnında da mes’ud olan kişidir.Şaki ve eşkıya olan da annesinin karnında iken şaki ve eşkiyadır.”

-Kaçıyorum,sigara içilen ortamdan

Kaçırıyorum aklımı ve sigara içenleri kendimden…

-Bir kimsenin ruhu dünyada hangi makamda ise,öldükten sonra da o makama rücu eder.Böylece mukadder olan makamına ulaşır.Herkes tayin edilen makamına doğru seyretmektedir.Günahlar bunu yavaşlatırken,küfür geriye döndürmektedir.”Tûba lehüm ve hüsne meâb”,”Eninde sonunda dönüp gidilecek güzel yurt onların olacak.”(Ra’d.29)olur.

-“Küllü hizbin bima ledeyhim ferihun.”,”Her grup,kendilerine ait görüşten ötürü memnun ve mutludur.”(Mü’minun.53,Rum.32)

-Hz.Hızır kendisinden istekte bulunan ;üç kişiden birine ilim,diğerine mal,üçüncüsüne de helal süt emmiş saliha zevce isteklerini verir,ancak üçüncüsü kazanır,diğerleri kaybedip,ellerinden alınır.

-Ruh bu aleme organlar penceresiyle ve sınırlı olarak bakar,lezzet alır.Lezzeti organların sınırı nisbetindedir.Ağzı,ferci,gözünün inkişafı nisbetinde lezzet alır.

-Ali Ulvi Beyin bir gencin yıllar önce İslâm’ın sanata bakışıyla ilgili soruya verdiği ayaküstü irticâli cevap da ilginç: “İslâm çirkini güzelleştirir, güzeli daha da güzel eyler!” Yine hâtıralar âlemine dalıyoruz; “Mısır’da Hattat Şevki Bey’in bir levhasını gördüm, bir hadis—i şerifi yazmış: ‘Rave’l Hasen, ani’l Hasen, an ebi’l Hasen, an cedd’i—l—Hasen: Ahsenü’m hasen, el—hulk’ul— hasen.’ Yani, ‘Güzel olan Hasan—ı Basrî, güzel olan Hasan’dan, güzel olan Hasan’ın babası Aliyyel Murteza’dan

-” Resûlullahı medh eden şu iki beyt, Hz. Âişenindir:

Ve lev semi’û ehl-ü Mısre evsâfe haddihî,

Lemâ bezelû fî sevm-i Yûsüfe min naktin.

Levîmâ Zelîhâ lev reeyne cebînehû

Le âserne bil-kat’il kulûbi alel eydi.

Mısrdakiler, Onun yanaklarının güzelliğini işitmiş olsalardı, Yûsüf aleyhisselâmın pazarlığında hiç para vermezlerdi. Yâni, bütün mallarını, Onun yanaklarını görebilmek için saklarlardı. Zelihâyı kötüliyen kadınlar, Onun parlak alnını görselerdi, ellerinin yerine kalblerini keserlerdi (de acısını duymazlardı). “

-“Ya men bi dünyahuş teğal

Gad ğarrehu tulül emel.

Evelem yezel fi ğafletin

Hatta dena minhul ecel

El-mevtu ye’ti bağteten

Vel kabru sandukül amel

İsbir alâ ehvaiha

Lâ mevte illa bil ecel.”

-Anlamı:”Ey dünya ile meşğul olan kişi!Muhakkak ki uzun emel seni aldatmıştır.Gaflet içinde devam ederken,ölüm ona yaklaştı.(Ölüm yaklaşıncaya kadar gaflette devam etti.)

Ölüm ansızın gelir.Kabir amellerin sandukası,amellerin kasasıdır.Dünya ve hayatın zorluklarına karşı sabret.Ölüm ancak ecel iledir.”

-“Eğer bir gün Peygamber Efendimiz ziyaretinize gelse

Yalnızca birkaç günlüğüne

Aniden çalsa kapınızı

Merak ediyorum neler yapacağınızı

Biliyorum ama

Böylesine şerefli bir konuğa

Açacağınızı en güzel odanızı

Ona sunacağınız tüm yemeklerin

En iyisi olacağını

Ve inandırmaya çalışacağınızı

Onu evinizde görüyor olmaktan

Mutluluk duyacağınızı

Gerçekten de evinizde

Ona hizmet etmekten alacağınız hazzı

Fakat söyleyin bana

Efendimizi,evinize doğru gelirken gördüğünüzde

Onu kapıda mı karşılayacaksınız?

Yoksa Onu içeriye almadan önce

Aceleyle bazı dergileri,gazeteleri çarçabuk saklayıp

Yerine Kur’an’ı mı koyacaksınız?

Peki hala Amerikan filmlerini seyredecek misiniz, televizyonda?

Yada kapatmaya mı koşacaksınız aceleyle. O size kızmadan önce?

Kim bilir belki de

Ağzınızdan hiç çıkmamış olmasını dilerdiniz

Hatırlayabildiğiniz en son çirkin kelimenin

Peki ya

Dünyalık müziğinizi, kasetlerinizi de saklayacak mısınız?

Ve bunun yerine ortalığa

Kitaplığınızın raflarında tozlanmış hadis kitapları mı çıkaracaksınız?

Hemen içeriye girmesine müsaade edecek misiniz?

Yoksa telaşla “ne yapayım” diyerek,

Sağa sola mı koşturacaksınız?

Merak ediyorum

Eğer peygamber efendimiz

Birkaç günlüğüne sizinle birlikte yaşasa

Yapmaya devam edecek misiniz,

Her zaman yaptığınız şeyleri?

Ailenizdeki sohbetler eski halini koruyacak mı?

Her yemekten sonra sofra duası etmeyi yine zor mu bulacaksınız?

Hiç yüzünüzü asmadan

Oflayıp puflamadan her vakit namazınızı kılacak mısınız?

Ya sabah namazı için

Sıcacık yataktan erkenden fırlayacak mısınız?

Peki ya yine mırıldanacak mısınız

Her zaman söylediğiniz şarkıları

Ve okuyacak mısınız her zaman okuduğunuz kitapları?

Peki izin verecek misiniz

Aklınızın ve ruhunuzun beslendiği şeyleri?

Yoksa hiç bilmemesini mi isterdiniz?

Şöyle diyelim ya da,

Gideceğiniz her yere

Götürebilecek misiniz Peygamberi de?

Yoksa birkaç günlüğüne değişecek mi planlarınız?

Tanıştırmaktan onur duyar mısınız

En yakın arkadaşınızı O’nunla

Yoksa hiç karşılaşmamasını mı umardınız

Peygamberin ziyareti bitene dek birbirleriyle?

Şimdi söyleyin açık yüreklilikle

Onun kalmasını ister misiniz sizinle

Sonsuza dek, hep birlikte?

Yoksa rahat bir nefes mi alacaksınız,

Ziyareti bitip gittiğinde?

Gerçekten bilmek ilgi çekici olabilir değil mi?

Bilmek ve düşünmek

Eğer bir gün

Peygamber Efendimiz

Ziyaretimize gelse,

Yapacağımız şeyleri? “

– Lokman Hakîm, oğluna şöyle nasihat ederdi: Oğlum, horoz senden daha akıllı olmasın! Hâlbuki o, her sabah zikir ve tesbîh ediyor, sen ise uyuyorsun. Şu iki beyti burada söylemek çok güzel olur:

Gece karanlığında güvercin, dallar üzerinde,

Feryâd ile zikrediyor, ben ise uykudayım.

Bu hâl, beni utandırsın! Eğer âşık olsaydım.

Güvercinden evvel, gece ben ağlardım. “eyyühel veled.tercümesinden.

– Gayrı müslimlerin en önemli bir özellikleri de,Mantıklarına uygun gelen bir şeyi hemen kabul etmeleridir,isterse bu dinlerini değiştirmeye sebeb olan bir şey bile olsa…

” Meşhûr edebiyatçı Bernhard Shaw, daha ileri giderek, (Dünyada en tehlikeli kitap Tevrât ve İncîldir. Onu sağlam bir kilit altına koymalı ve bir daha meydana çıkmamasını temîn etmelidir) demektedir. “herkese lazım olan iman.kitabı

-“ Kitap-ı mukaddes bugüne kadar pek çok defalar dînî hey’etler tarafından tedkîk ve tebdîl edilmiştir. Bu tedkîkler hâlâ devam etmektedir. Bir rivayete göre, bugün elde birbirinden farklı tamam 4000 Kitap-ı mukaddes vardır. Her tedkîk hey’eti, bir evvelki Kitap-ı mukaddesin içinde çok ağır hatâlar bulunduğunu iddiâ etmektedir.

-İmparatorler, krallar Kitap-ı mukaddeste tâdîlât yapılması için emirler vermişler ve bu emirleri yerine getirilmiştir. “herkese lazım olan iman.kitabı

-Aynalar yalan söylemez.Ameller aynalarımızdır.Nasılsak,öyle görünürüz.Göründüğümüz gibi olmazsak,olduğumuz gibi görünürüz.Aynaları şekillendiren bizleriz.Aynaya tükürmiyelim!Yoksa aynada bize tükürür.Lekelediğimiz aynalar,bizde kalıcı leke bırakırlar.

-Hz.Hasan-ı karısı zehirledi.

-Ebu Hanife’nin babası ölünce,dul kalan annesiyle Cafer-i Sadık evlenmiştir.

-”Hz. Süleyman bir gün büyük çadırını kurunca kuşlar gelip hünerlerini birer birer sayıp dökmeye başladılar. Her biri hünerini anlatıyor, sonra diğeri geliyordu. Nihayet sıra Hüthüt kuşana geldi. Hüthüt:

“Ey ulu padişah, dedi, ben size küçük bir hünerimden bahsedeceğim.”

Hz.Süleyman:

“Buyur söyle, seni dinliyorum.” deyince, Hüthüt:

“Yükseklerde uçarken baktığımda yerin derinliklerindeki suyu görürüm, o suyun ne kadar derinlikte olduğunu, renginin nasıl olduğunu, topraktan mı, yoksa taştan mı kaynadığını görür, bilirim. Ey ulu padişah sefere gidersen beni yanına al. Sana konaklayacağın yer konusunda faydalı olurum.” dedi.

Hz. Süleyman da:

“Ey güzel arkadaş, susuz ve uçsuz bucaksız çöllerde bize arkadaş ol, böylece bize faydalı olursun.” dedi.

Bunu duyan karga araya girdi:

“Bu zavallı yalan söyleyip yüzünü kara etmektedir, dedi, çünkü eğer böyle bir hüneri olmuş olsa önce yerdeki tuzağı görüp ona yakalanmaz ve kafeslerde mahkûm olmazdı.”

Bunun üzerine Hz. Süleyman:

“Ey Hüthüt yaptığını beğendin mi, bizim huzurumuzda yalan söylemek olur mu?” diye Hüthütü azarladı.

Hüthüt:

“Ey yüce padişah, benim hakkımda karganın söylediklerine inanma. Ben huzurunuzda yalan söylemedim. Dediklerim doğrudur. Benim tuzağı görmeyişimin sebebi kaza ve kaderin gözümü kapatması, aklımı bağlamasıdır. Yoksa elbette ki yerin üstündeki tuzağı görürüm. Fakat ne yazık ki, kaza gelince bilgi uykuya dalar, ay tutulur, gün kararır.” dedi. (Mesnevi’de Geçen Bütün Hikâyeler, Hazen Y.)

-İmam-ı Azam Ebu Hanife vasiyetinde: “Beni gasbedilmemiş bir toprağa gömün”.

-“Muhiddin-i Arabi (k.s.) hazretleri vefat ederken:

“- Benim kıymetimi bu havali ahalisi bilemediler, mezarımı bile tarumar

edecekler…Fakat gelecek nesiller beni anlayacaklardır. Ve “Sin” “Şin’e”

girdiği zaman benim kabrim bulunacaktır.

Yavuz Sultan Selim Han, Doğu’ya çıktığı seferinde Şam şehrini aldığı

zaman, yanında bulunan ulemadan Muhiddin-i Arabi’nin kabrini bulmasını

istedi. Buldurdu ve türbesini yaptırdı. Muhiddin’i Arabi hazretlerinin

kerameti, “Selim” “Şam’a” girince gerçekleşmiş oldu.”

-”‘…Küçük insan, Büyük Alemin (makro-kozmos) bir minyatürüdür… İnsan varlığı, alemden daha da küçük olsa da, o Büyük Alemin bütün hakikatlerini kendisinde toplamaktadır. Bu sebepledir ki, bilge insanlar, bu aleme Büyük İnsan (İnsan-ı kebir) adını veriyorlar…’’İbn’ül Arabi, Fusüs Ül-Hikem(2) “

-Sevginin mahalli kalptir.Kalb kasasında gizli olarak bulunan bu sevgi,söz ve fiille ortaya çıkar.Çiçekler bile sevgiyle açar ve büyürler.Sevgi bir ihtiyaçtır.

-Sevgiyle yapılan bir işin neticesi kötüde olsa,güzeldir.Sevginin neticesi kolay kolay kötü olmaz ve çıkmaz.Çünki insan sevdiği şeyin yok olmasını değil,yaşamasını ister.

-Kur’an-da dünya hayatı,hayatın bir süsü olarak belirtilmiştir.(Kehf.46)

-İnsanlar bir çok yeteneklerle donatılmış olarak dünyaya gönderilmişlerdir.

-Hadiste:”Büyük kardeşin küçük kardeş üzerindeki hakkı,babanın çocuğu üzerindeki hakkı gibidir.”İhya.2/195.

-Kardeşler arasında en kötü davranış kıskançlıktır.Yusuf Peygamberin kerdeşleri arasındaki durum gibi.

-Ailedeki en önemli sıkıntı kaynağı;Fertlerin birbirlerini Anlamama,Anlıyamama,Anlamak istememeden kaynaklanmaktadır.Birbirlerini sonuna kadar dinlememekden kaynaklanır.Tesbite göre;Erkek günde 13 bin hece sarfetmesi gerekirken,kadın 25 bin hece sarfetmek durumundadır.Ondan kadın hissiyle hareket eder,konuşmaya ve dinlenilmeye yönelirken,erkek bunu çözme,dinlememe ve konuşmamayla halletmeye çalışır.

-Kötü alışkanlıklar özellikle uyuşturucu kullanmanın % 83-ü arkadaş grubuyla,% 28-i merakla,% 25-i arkadaş etkisiyle ,% 5-i de bilmeden kullanma sonucu başlamaktadır.

-Bir millet kendisini değiştirmedikçe,Allah’da onların durumunu değiştirmez.(Ra’d.11)

-Almanya Münih üniversitesinde kurulan “Kur’an araştırmaları enstitüsü” dünyadaki toplamış olduğu 42 bin Kur’an nüshasını bir araya getirip incelediğinde bunlar arasında hiçbir farkın olmadığını tesbit etmiştir.

-Muhammed İkbal:”Allah özgür iradeye sahib insanı yaratmakla,bazı konularda kendi iradesine sınır koymuştur.”

-”Ünlü bir fıkra vardır: Bir Yeniçeri, kılık-kıyafetinden Yahudi olduğunu anladığı birini yolda yakalamış, kılıcıyla dürtüyormuş; “Sen neden bizim İsa Aleyhisselâm Efendimizi öldürdün” diye… Yahudi, şaşkın, “Ama, bu söylediğin 1700 yıl önce oldu” deyince, Yeniçeri, “Olsun, ben yeni duydum” cevabını vermiş…”

-*”Ebu Hanife Camii ile ilgili basında yazılar peşpeşe gelmeye devam ediyor. Bunlardan birisini de Rey gazetesinden Celil Marka’ya ait yazı idi. ‘Ebu Hanife’nin ayaklarını uzatması vakti geldi’ başlıklı yazıda ilginç bir kıssa aktarılıyor :” Simasına celal ve vakarın aktığı bir zat birgün Ebu Hanife’nin meclisine gelir. Meclisindekiler ayağındaki bir ağrıdan dolayı Ebu Hanife’nin huzurlarında ayaklarına uzatmasını mazur görürlermiş. Ancak İmam, vakar sahibi adamı karşısında görünce hürmetinden dolayı ayaklarını geri çekmiş. Meclistekilere sabah namazının vaktini anlatmaktadır ve vaktin güneşin doğumu öncesine kadar devam ettiğini belirtir. Adam bütün vakarını ortadan kaldıran bir soru sorar: Fecirden önce güneş doğarsa, bu namazın hükmü nedir? Ebu Hanife taaccüp eder ve şöyle düşünür: Bu vakar ve celal bu cehaletle nasıl bir araya gelmiş! Bunun üzerine meşhur sözünü söyler: Ebu Hanife’nin ayaklarını uzatması vakti gelmiştir…” Adam vakarını kaybederek karşı tarafın kendisine yönelik hürmetini ıskat etmiştir. Bu kıssa, bu gibi durumlar için anlatılagelir. Bağdat’taki işgalcilerin durumu da bu vakarsız adamın durumu gibidir.”Mustafa Özcan.Yeni Asya.29-4-2003.

İmam-ı Azam 30 yıl ders halkasını sürdürmüş bir kişidir.İmam-ı Ebu Yusuf,fakir olduğundan babasının tavsiyesi üzerine ders halkasını bırakır,geçimini sağlamak peşinde koşar.Durumu araştıran imam-ı Azam Ebu Yusuf-u çağırtarak ders halkasına devam etmesini sağlar ve kendisine bir kese akçe vererek her bittiğinde bildirmesini söyler.Ve her ihtiyacı anında 20 yıl süren keseyi vermeyi devam ettirir.Ebu Yusuf imamın büyük çömertliğini ikrar ve tasdik eder.

”Kur’ân’ın yanısıra Sünnete de gereken değeri veren, Peygamberi yaşamı gıpta ile ölçü edinmenin yanısıra hadisleri de eserlerine delil olarak yansıtan bu velinin “Makâlât”ı, büyük ve eşi bulunmaz bir hazinedir. Nitekim şu ifadeler bunun bariz bir ifadesidir:

“Dünyada her şeyi içine çeken, boğan yedi de deniz var. Tende de her şeyi içine çeken ve boğan yedi deniz var:

Birincisi gözdür, görerek içine alır.

İkincisi dildir, söyleyerek içine alır.

Üçüncüsü kulaktır, işiterek içine alır.

Dördüncüsü boğazdır, ezilerek içine alır.

Beşincisi karındır, acıkarak içine alır.

Altıncısı ağrı, sızıdır, ölümle neticelenerek içine alır.

Yedincisi sevdadır, delirterek içine alır.

Dünyada ırmaklar da var, gözyaşları ırmaklara benzer…”Milli gazete.A.F.Gün.2-3-2003

-İbni Abbasdan;”Allah ruhları cesedlerden 4 bin sene önce yarattı ve rızıkları ruhlardan 4 bin sene önce yarattı.Daha mahlukat olmamış ve yer ve gök ve kara ve deniz yok iken öncesinde o şehid ve hazır idi.(Mec.tefs.1/471,Al-i İmran.18)

-Ebu Hureyreden rivayet edilen hadisde:”Nefsim yedi kudretinde olan Allaha kasem ederimki;Eğer siz günah işlemeseniz,Allah sizi götürür,günah işleyen bir kavmi getirir.Onlar istiğfar eder,Allahda onları affeder.”(Mec.tefs.1/591)

-Peygamberimiz;Sılayı rahimin rızkın genişliğine ve ömrün uzamasına neden olduğunu söylemektedir.(Mecm.tefs.2/70)

-“Hz. Ömer (r.a), Fil Olayından on üç sene sonra Mekke’de doğmuştur. Kendisinden nakledilen bir rivayete göre o, Büyük Ficar savaşından dört yıl sonra dünyaya gelmiştir (İbnül-Esîr, Üsdül-Ğâbe, Kahire 1970, IV,146).

-Hz.Osman:”Fil olayından altı sene sonra Mekke’de doğmuştur.

-“Hz. Osman on iki sene hilâfet makamında kalmıştır.

-“Hz. Ömer devrinde devletin bütün hukuk işleriyle ilgilenip adeta İslâm devletinin baş kadısı olarak görev yaptı. Hz. Ömer’in şehâdeti üzerine yine devlet başkanını seçmekle görevlendirilen altı kişilik şûra heyetinde yer alıp, bu altı kişiden en sona kalan iki adaydan biri oldu.

Hz. Osman’ın hilâfeti döneminde idarî tutumdan pek memnun olmamakla birlikte İslâm devletinin muhtelif vilâyetlerinden gelen şikayetleri hep Hz. Osman’a bildirmiş ve ona hâl çareleri teklif etmişti. Hz. Osman’ı muhasara edenleri uzlaştırmak için elinden gelen gayreti sarfetti.

-Arabi aylar;Zilkade,Zilhicce,Muharrem ve Receb;bu dört aya Eşhur-u Hurum denip,onlarda işlenen günahlar diğer aylarda işlenen günahlardan,o aylarda işlenen sevablar da diğer aylarda işlenen sevablardan daha fazladır.(Bak.tevbe.36)

-Şimdiye kadar hep Arapçadan Türkçeye ve diğer dillere tercümeler yapılırken,Risale-i Nur bunu değiştirerek önemli bir inkilab yapmış,artık Türkçeden Arapça ve diğer dillere tercümeler yapılır olmuştur.

-Hindistanlı Vahididdin adındaki bir alim.2002 yılında –Küreselleşme ve Bediüzzaman-sempozyumunda yaptığı konuşmada,Hadislere dayabdırarak,ahirzamanda gelen şahsın tecdid hareketinin iki asır devam edeceğini ifade etmiştir.Bu da bediüzzamanın;-Eğer farzı muhal olarak o beklenilen zat da gelse risale-i nurları kendisine ölçü ve düstur alacağını-ifade ederken bu hakikatı ifade eder.Nitekim hadisde;-her yüz senede bir müceddidin geleceği umumi olarak ifade edilirken,ahirzamanın dehşetinin külli olması,yapılan tahriblerin ancak iki asırda tamir edilebileceğininden dolayı ahirzamanda gelecek olan şahıs hem kendi asrına hem de kendisinden sonraki asra hitab edecektir.

-” Kadın hürriyeti medeniyet başlatmaz, batırır. Hak eden hürriyeti kendisi alır. Bizde kadınlardan gaspedilmiş bir hürriyet değil, içtimai yapımız böyledir.”

-Ebu Hureyre’den (R.A.) Peygamber (A.S.M.) şöyle buyurdu:

“Benimle İsa (A.S.) arasında bir peygamber yoktur. O inecektir*. İsa (A.S.) yeryüzünde 40 yıl yaşayacak, sonra vefat edecek, cenaze namazını da Müslümanlar kılacaktır”.

Abdullah ibn Selam’dan (R.A.):

“Tevrat’ta Muhammed (A.S.M.)’ın sıfatı yazılıdır. İsa (A.S.)’da yazılıdır ve İsa (A.S.) Muhammed (A.S.M.)’ın yanına defnedilecektir”.(Tirmizi

-«İnsanlar üzerine bir zaman gelecek ki: Onların endişeleri mideleri olacak, şerefleri de meta-ı dünya olacak ve kıbleleri de ka­dınları olacak ve dinleri de dirhem ve dinar­ları (paraları) olacak. Bunlar mahlu­katın en şerlileridir ve Allah ka­tında onların hiç na­sibleri yoktur.» (Keşf-ül Hafa hadîs: 3270) (Ramuz-ul Ehadîs sh: 504)

-Rasulullahın Hz.Hasan ve Hüseyini sığındırdığı dua.Hz.İbrahim oğulları ismail ve İshakı da öyle sığındırırdı:”Eîzüküma bi kelimatillahit-tâmmeti an külli şeytanin ve hâmmetin ve min külli aynin lâmmetin.”Sahihayn.İbni Abbas.

-Hadisi şerifte “Eshabı Kehf Mehdinin yardımcılarıdır” şeklinde buyuruldu.

-Ebu Hureyre (Radıyellahu anhu) şöyle dedi. Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Davaları bir olan iki gurup savaşmadıkça kıyamet kopmaz.”(Buhari)

-Ebu Hureyre (Radıyellahu anhu) şöyle dedi. Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “İki gurup savaşmadıkça kıyamet kopmaz. Aralarında büyük ölümler olur. Davaları birdir. Otuz taneye yakın yalancı Deccallar gönderilmedikçe kıyamet kopmaz. Bunlardan herbiri, kendini Allah’ın Resulu zanneder.”(Buhari)

-Sizden herkim Deccala kavuşursa, Kehf suresinin başını (on ayeti) ona karşı okusun. Onlar sizi Deccalın fitnesinden korur.”

-Ebu Hureyre’den rivayet edildiki Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Rum (hıristiyan ordusu) A’mak veya Dâbık’a inmedikçe kıyamet kopmaz. Onlara karşı, Medine’den o vakitte yeryüzü müslümanlarının en hayırlılarından olan bir ordu çıkar. Karşılıklı saf olunca, Rumlar derki ‘Bizim ile bizden esir alanların arasını serbest bırakın ki onlarla savaşalım’

Müslümanlar ‘Hayır! Vallahi sizin ile kardeş lerimizin arasını asla serbest bırakmayız.’ Onlarla (Rumlarla) savaşırlar. Ordunun üçte biri hezimete uğrar. (kaçar) Allah, onların ebediyyen tevbesini kabul etmez. Ordunun üçte biri şehid olur. Allah katında en faziletli şehidler bunlardır. Üçte biri savaşı kazanır. Bunlar ebediyyen fitnelenmezler (asi olmazlar) Kostantiniyye’yi (İstanbul’u) feth ederler.

Onlar, kılıçlarını zeytin ağaçlarına astıkları halde ganimetleri taksim ederlerken, içlerinde şeytan nida ederek ‘Mesih Deccal arkanızdan ehlinize musallat oldu’ der. Yola çıkarlar, halbuki bu söz batıldır.

Şam’a vardıklarında Deccal çıkmış olur. Bir de onlar savaşa hazırlanıp saf olduklarında namaz için kamet edilir. Meryemoğlu İsa (Sallallahu aleyhi ve sellem) gökten iner. Onlara namaz kıldırır.

Allahın düşmanı (Deccal) onu görünce tuzun suda eridiği gibi erir. Şayet onu kendi haline bıraksaydı elbette eriyip helak olurdu, fakat Allahu Teala O’nun elinde Deccal öldürür. Onlara kanını, süngüsünde gösterir.”

-Feminizm;kendisine bir kocanın az geldiği,yedi kocalı Hürmüz gibi,çok kocalılık sanatıdır.

-”Mezhebi farklılıklar,ilmin tabii neticesi olmanın yanında –ümmet için bir genişlik olması sebebiyle-Allah’ın bir lütfu ve nimetidir.”Soruşturma.-3-Fıkıh – İçtihad.H.A.Kansızoğlu.sh.80)

-Allah Yahya (AS) daha çocukken nebi nebi yapmıştır.”Ey Yahya!Kitaba kuvvetle sarıl,deyip daha çocukken ona hüküm verdik.”Meryem.12.

-Barnabas-ın ilkesi-nin 17.bölümünde;Allah’ın eşi olmayıp,tek olan olduğu ki ihlas suresini hatırlatır.

” Barnabas İncîlinin 70. bâbından; (Îsâ, kendisine, ‘Sen Allahın Oğlusun’ diyen Petrusa çok kızdı. Onu azarladı. Ona, “Def ol” benden uzaklaş! Sen şeytansın ve bana fenalık yapmak istiyorsun, dedi. Ondan sonra havârîlerine dönerek,bana böyle söyliyenlere yazıklar olsun! Çünkü, Allah bana bunlara lânet etmek emrini verdi, dedi. )

-Devletlerin hukuken yasakladıkları şeyleri bilmek için,hukuk fakültesini bitirmek gerekmediği gibi;Allah-ın yasaklarını bilmek için de özel bir tedris gerekmemektedir.Zira fıtrat fıtri olmayan şeyleri reddedip atar.Mide kendisine uygun olmayan bir şeyi istifrağ ile dışarıya attığı gibi,günahlara karşı da fıtrat soğuktur,reddeder,kabul etmez,yasak olduğunu bilmiyordum-mazereti mazeret ve bahane olmaz,kabul edilmez.

-” Rus ihtilâli elliiki milyon insan boğazlamıştır ki, bunun kırk milyonu tarım ve fabrika emekçileridir. (Toprak dağıtacağım, işletmelere ortak edeceğim) diye gelmiş, fakir köylünün birkaç dönüm tarlasını, yoksul işçinin kulübesini de ellerinden almış, dîni, îmanı olanları, Allah diyenleri öldürmüştür. “Koministlik ve Koministlerde din düşmanlığı…kitabından.

-“Bediüzzaman, yanında bulunan talebesi Ziya Arun ile Fener’deki Patrik Athenagoras’a gider ve onunla mülâki olur. Bu görüşme sırasında, Bediüzzaman ona:

-Hıristiyanlığın din-i hakikisini kabul etmek, Hazret-i Muhammed’i (ASM) peygamber ve Kur’ân-ı Kerim’i de kitabullah kabul etmek şartıyla, ehl-i necât olacaksınız’ der. Athenagoras ise cevaben: ‘Ben kabul ediyorum’ deyince,

Bediüzzaman: ‘Pekalâ, siz bunu dünyanın diğer manevî reislerine de söylüyor musunuz?’ diye sorar. Aldığı cevap şöyledir: “Söylüyorum, fakat onlar kabul etmiyorlar… “Bu mülâkat veya görüşme II. Vatikan Konsili kararlarından önceye rastlamıştır. II. Vatikan Konsilinden ise Athenagoras’ın söylediklerine benzer sonuçlar çıkmıştır. Ve Vatikan’da bu tutum, Patriğin şahsî kabulünün ötesinde kilise kararı haline gelmiştir. Bununla birlikte kilise içinde bu kararlara bazı muhalefet şerhleri düşenler vardır. Nedeni de, necât ve kurtuluş ihtimalinin İslâmiyet gibi diğer dinlere de şamil olmasının kilisenin manevî erkanını zayıflatacağını ve misyonerliğin anlamını buharlaştıracağını öngörmeleridir.”[1]

-”Peygamberimiz bir Sahâbîye buyuruyor ki: (Dünya için, dünyada kalacağın kadar çalış! Âhıret için, orada sonsuz kalacağına göre çalış! Allahü teâlâya, muhtaç olduğun kadar itaat et! Cehenneme dayanabileceğin kadar günah işle!).”

-“Sadrazam Talât Paşa birgün aylak aylak dolaşan ve parası-pulu olmayan Neyzen’e güya iyilik yapmak niyetiyle “Gel seni devlete memur olarak alalım” der. Neyzen de “Niçin?” diye sorar. Talât Paşa “Niçin’i var mı, iş güç sahibi olursun, para kazanırsın” diye cevap verir. Konuşma şöyle devam eder:

— Peki sonra?
— Sonrasını ne bileyim, belki âmir olursun.

— Sonra?
— Belki müdür, hatta genel müdür olursun.

— Sonra?
— Eğer azmedersen siyasete girer, mebus (milletvekili) bile olabilirsin.

— Sonra?
— Çabalayıp nâzır (bakan), hatta sadrıâzam (başbakan) olman dahi mümkün!

— Peki daha sonra?

O devirde sadrıâzamın üstünde sadece padişah vardır ve padişahlık da verasetle olup çalışıp çabalamakla kazanılamadığından Talât Paşa çaresiz der ki:

— Hiiiiiç!

Neyzen’in cevabı enfestir:

— Ben zaten şimdiden hiçim paşam! O halde niçin bu kadar yorulayım ki!?! (Neyzen Tevfik gerçekten de göğsüne ‘Hiç’ yazılı bir kağıt asar, öyle dolaşırdı.)”[2]

-” 3 Mart 1931 tarihli Son Posta gazetesi, İstiklâl Mahkemesi cellatlarından biri olan Cellat Kara Ali’yle bir röportaj yapar. Orada Kara Ali, “İstiklâl Mahkemesi’nin kararına istinaden astığı insanların toplam sayısının 5216 olduğunu, bunlardan 3.000 küsurunu yalnızca Konya ve civarında astığını” dile getirir.” Vakit gaz.16-3-2003.Arif Çevikel.

-Hz.Hüseyinin şehid edilerek göğüslediği zulüm ve sel,milyonları kurtarmıştır.Her şey bir bedel istemektedir.Tıpkı Yunus peygamberin denize atılarak gemi ve içindekilerin kurtulmasında bir bedel teşkil etmesi gibi,büyük zatlar gelecek olan büyük selleri göğüsleyerek,selin önüne baraj olarak kurtarır ve başarıların üretimini sağlayıp canlı tutarlar.İşte o zatlatr bu sebeble büyüktürler ve büyüklüklerini ilel ebed muhafaza ederler.Gökten inen dlu,kar,fırtına önce dağlara iner,tüm haşmet ve dehşetiyle…

Küçük çakıl taşlarının milyonlarcası bir araya gelmeliki bir dağı oluştursun,yüz binlercesi bir araya gelmeliki bir tepeyi oluştursun.Onlar dağ ve tepe,bizler birer çakıl taşıyız.Zorlukları kim göğüsleyebilir?

O zatlar bedenen kendilerini feda ettiler,o ruhu koruyup devam ettirdiler.

Bugün onlar kabirlerinde başarılarımızı manen alkışlamakta, başarısızlık larımızdan da en az bizim kadar ızdırap duymaktadırlar.

-H.5.asırda yaşayan Serahsi ile ilgili olarak Muhammed hamidullah şu sitayişde bulunur.Ki tüm İslam alimleri din ile siyasetin,din alimleri ile devlet yöneticilerinin zaman zaman karşı karşıya geldiklerini,barışamadıklarını da göstermektedir.

“… Hicretin beşinci asrında yaşayan ünlü Hanefi fakihi Serahsi bir diğer şarihti. Onun eserini yazdığı şartlar gerçek anlamda korkunçtu.

“Son derece zeki, âlim, dürüst ve korkusuz bir fakih olan İmam Serahsi, o zamanki idarecilerin koydukları adaletsiz vergiler aleyhinde verdiği fetvadan olsa gerek hapsedilmişti. Büyük bir fakih olarak sahip olduğu şöhreti nedeniyle yönetim onu ortadan kaldıramamış, kurumuş bir kuyuya atmıştı. Kuyuda tutulduğu ondört yıl boyunca, talebelerinin kuyunun duvarında oturmalarına ve onun derslerini kağıda dökmelerine her nasılsa izin verilmişti.

“Ondört yıllık hapis hayatı müddetince verdiği abidevî eserlerin uzun listesini görünce insan gerçekten hayrete düşmektedir. Kitâbu’l-Mebsut otuz cilt halinde yayınlanmıştır. Bu eser kuyunun içinde yazdırılmıştır. Şeybânî’nin es-siyeru’l-Kebir’inin dört ciltlik şerhi de kuyudan yazdırılmıştır. Bir düzineden fazla eser meşhur fakihin hapis hayatı sırasında bu şekilde yazdırılmıştır. Hürriyeti tepe tepe kullanan bizler, yanında tek kitap dahi bulundurmasına izin verilmeyen, buna rağmen çalışmalarına kurumuş kuyuda dahi devam eden ve bu şartlarda dahi ilmî derinliğinden taviz vermeyen bu büyük alimden ders almalıyız…”[3]

-“Endülüs Emevilerinin genç halifesi Hişam bekâr idi.Evlenmek istediğinde gelin adayında aradığı tek şart hafız olmakdı.Araştırmalar neticesinde tam720 kişi çıktı.Halife bunun üzerine ikinci bir şart eklemeyi düşündü.İmam-ı Malik-in hadis kitabı,El-Muvatta-yı ezbere bileceklerdi.

İkinci şarta rağmen yine yüksek bir rakamla karşılaştılar.Tek Kurtuba şehrinin gelinlik kızları içinde 500 kişi hem Kur’an-ı Kerim-i,hem de El-Muvatta ki hem hadis,hem fıkıh ve hem de bir kanun kitabı sayılır,ezbere biliyorlardı.

Müslümanlar Endülüs’e (Bugünkü İspanya) ya iman ve insanlık,sanat ve medeniyet,zarafet ve ilim götürdüler.Sadece Kurtuba’da 800 medrese,1700 cami vardı.O zamanın Avrupa okullarında Arabça dersi mecburen okutuluyordu.Hatta krallar,Endülüs’e iyi yetişmeleri için yüzlerce kız ve erkek talebe gönderip,onların iyi eğitimlerini Müslümanlardan rica ediyorlardı.”[4]

-Garip isim ve soyadlar

Geçenlerde gazetelerde de yayınlanan bir istatistik dikkatimi çekti. Bu bir rekordu bana göre; şöyleki: Türkiye’de kadınların 4 milyon 199 bin 600’ü Fatma, 3 milyon 184 bini Ayşe, 2,5 milyonu Emine, 2 milyonu Hatice isimlerini taşıyorlar…

Erkeklerde ise 3 milyon Mehmet, 2 milyon Mustafa, 1 milyon 700 Ahmet, 1,5 milyon Ali, 1 milyon da Hüseyin (bendenizin mübarek ismi yani)…

-”İnsan vücudunun değeri 45 milyon dolar

Kullanılabilir parçalarının ayrı ayrı satılması halinde insan vücudunun toplam değerinin yaklaşık 45 milyon doları bulacağı hesaplandı.

İnsan vücudunun kullanılabilir parçalarının ayrı ayrı satılması halinde toplam değerinin 45 milyon doları bulacağı hesaplandı. “Wired Magazine” adlı dergi tarafından yapılan araştırmaya göre insan vücudundaki sıvılar, dokular ve mikrop öldürmeye yarayan antikorlar büyük para ediyor. Ancak bunları satmak mümkün değil, vücut parçaları olmadan insanlar yaşayamıyor. Parasal açıdan yapılan değerlendirme, insan vücudundaki her bir parçanın satılabilecek durumda çıkarılması esasına dayanıyor.

En pahalısı kemik iliği

Araştırma, hayati organların pahalı organlar olmadığı gerçeğini de ortaya koydu. Örneğin insan vücudunun en pahalı unsuru kemik iliği. Kemik iliğinin gramı 23 bin, kilosu ise 23 milyon dolar. Her hücrede bulunan DNA’lar ise gramı 1.3 milyon dolardan işlem görüyor. Vücuttan alınabildiği takdirde antikorlar da 7.3 milyon dolar ediyor. Buna karşılık bir akciğer 116 bin 400, böbrek 91 bin 400, kalp ise 57 bin dolara alınabiliyor. Araştırmaya göre üretken kadınlar, 8 yılda toplam 32 yumurtalık hücresi satarak 224 bin dolar kazanabiliyor. Bir erkeğin bu kadar para kazanabilmesi için 20 yıl boyunca her ay 12 sperm bağışı yapması gerekiyor. “[5]

“Üstad ezanı Türkçe okutmadı”

“Yanına kötü niyetle geleni bilirdi. Yani sıdkı bütün olanla, sıdkı bütün olmayanı bilirdi. Bizim hapishanede ezanı Kandil’cinin oğlu Ahmed okurdu. O zamanlar ezanlar “Tanrı uludur? Tanrı uludur?’ diye okunurdu. Üstad bir gün pencereden Kandilci’nin oğlu Ahmet’e:

“Hükümet ne derse desin, bana ne ceza verecekse versin “Tanrı uludur” diye uluyup durma, bana ‘Allahüekber! Allahüekber! diye ezan oku’ dedi. Ondan sonra Kandilci’nin oğlu Ahmet ezanı ‘Allahüekber! Allahüekber’ diye okumaya başladı. Kimse de ‘Niye böyle’ diye karışamadı.”[6]

“Duada elleri ters çevirmenin izahı”

“Bediüzzaman’ın sakalı yoktu. Saçları uzundu. keskin bakışlıydı. Şafii mezhebine bağlıydı.

“Bir gün namazdan sonra dua ediyordu. Elleri havaya doğru açıktı. Birden ellerini yere doğru eğdi, aşağıya çevirdi. Ona: ‘Hocam’ dedim. ‘Avuçları yukarıya çevirmek hadi Allah’tan istemek. Peki ellerini yüzgeri edip, yere dikmek ne oluyor? Bilmiyorum.

“Bu, kazasız ver, ya Rabbi demektir’ dedi.”[7]

”Bir defasında, ‘Üstadım, ben müezzin olmak istiyorum’ demiştim. Üstad da, ‘Şimdi ezan-ı Muhammedi (a.s.m.) hoparlör vasıtasıyla Arş-ı Âzama işittirilecek derecede gidiyor’ dedi. Bundan anlamıştım ki, Üstad hoparlör gibi bir icada taraftardı.”[8]

Bediüzzaman:” “İmam Hatip Okullarını eski zamanın medreseleri olarak görüyorum”[9]

“Namaz kortizonu düşürüyor…

Case Western Reserve Üniversitesi Weatherhead School of Management Örgütsel Davranış Bölüm Başkanı, duygusal zeka uzmanı Prof. Richard Boyatzis, meditasyon ve benzeri uygulamalar sayesinde vücudun rahatladığını ve daha iyi verim alındığını ifade ederek, ”Bu Müslümanlar için çok daha kolay. Namaz kılarak vücutlarını rahatlatıyorlar. Namaz, vücudun kortizon seviyesini düşürdüğü için rahatlatıyor” dedi.

”STRES BEYNİN BİR KISMINI DÜŞÜNMEYE KAPATIYOR”

– Boyatzis, ”Stres olduğunda hormonlar harekete geçiyor ve 48 saat boyunca bağışıklık sistemimiz kapanıyor ve vücudumuz kendi kendini yiyor” dedi.

Özellikle negatif iş ortamında strese giren insanların meditasyon ve benzeri uygulamalarla vücutlarını rahatlattıklarını anlatan Boyatzis, ”Bu Müslümanlar için çok daha kolay, çünkü 5 defa namaz kılıyorsunuz. Müslümanlar namaz kılarak vücutlarını rahatlatıyorlar. Namaz, vücudun kortizon seviyesini düşürdüğü için rahatlatıyor” diye konuştu.”[10]

“DİE verilerine göre boşananların sayısında ürkütücü bir artış yaşanıyor. Uzmanlar değer erozyonunun evlilik kurumunu da tehdit ettiği görüşünde.

1990 ile 2000 yılları arasında yaşanan boşanma vakalarında yüzde 36’lık artış oldu. Boşanma nedenleri arasında “geçimsizlik” başı çekiyor. Uzmanlar ise ayrılığın en son verilecek karar olduğunu söylüyor”

“Ülkemizdeki boşanmalarda büyük artış yaşanırken uzmanlar “Ayrılık çözüm değil, daha büyük sorunların kaynağıdır” diyerek çiftleri uyarıyor.”[11]

Rasulullah ne okur,ne de yazardı.O Ümmi idi.

“Sen daha önce bir kitabtan okumuş ve elinle de onu yazmış değildin.Öyle olsaydı, batıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi.”[12]

İntihar;Askerlik süresi bitmeyen bir askerin önceden firarı ve izinsiz kaçışıdır.Bir erken doğumdur.Sezeryanla doğumu yaklaşmamış olan yavrunun zorla doğumudur.Koşuş değil,kaçıştır.

-12 ayda 22 bayramla dünyada görülmemiş bir rekora imza atıyor.

”11 Eylül’den sonra Amerikalılar’da vatandaşlık ruhu canlanmış, pekçok kapıda ve bahçede bayrak asılı, Müslümanlar’a karşı da bir soğukluk oluşmuş.”[13]

İçki içene veya kumar oynayan kimseye,şeytanın bol olsun derler.Çünki bu işler şeytan işidir.

-İç dünyamızda Tesettürle,

Dış dünyamızda Filistinle,

Tüm dünyada İsraille,

Musibetlerden zelzele,sel,sars,ekonomi ve sefahetle..

İmtihan olunmaktayız.

-Büyük işler çıkaran küçük işler.Bazen küçük işler büyük iş çıkarır veya başa büyük işler açabilir.Küçük işler küçük görülmemeli

-Çocuk ailesine,Bağlı olmalı,bağımlı olmamalı.Bağlılık ilgi ve sevgiyi gösterirken,bağımlılık onlardan kopmamayı,kopamamayı,onlarsız hiçbir iş yapamamayı gerektirir.Bağımlı olan bağlanır.

-“Duaya icabet,nefsin için seçtiğin vakitte değil,Allah’ın senin için tercih ettiği zamanda tecelli ve tahakkuk edecektir.”H.Ataiyye.

-Hiçbir şey yokluğa gitmiyor.Hayvanlar bile yok olmuyor.Bu konuda Bediüzzaman:

“Eğer zîruh ise, zevil-ukûlden değilse, onların zeval ve firakı, bir adem ve fena değil; belki vücud-u cismanîden ve vazife-i hayatın dağdağasından kurtulup, kazandıkları vazifenin semerelerini bâki olan ervahlarına devrederek; onların o ervah-ı bâkiyeleri dahi birer esma-i İlahiyeye istinad ederek devam eder, belki kendine lâyık bir saadete gider.”[14]

Akıl sahibi olmayan hayvanlar,ahirette cesed itibariyle yok olsalar bile,ruhen baki kalıp,dünyada gördükleri hizmetlerinin mükafatlarını kendilerince bir saadet olarak elde ederler.

Hesaptan sonra ahirette hayvanların cesedlerinin toprak olmasını gören âsi insan şöyle der:” Sizi, yakın gelecekteki bir azabla uyardık; o gün kişi elleriyle sunduğuna bakar ve inkarcı da: “Keşke toprak olaydım” der.”[15]

“Hayvanların ruhları bâki kalacağını.. ve Hüdhüd-ü Süleymanî (A.S.) ve Neml’i, ve Naka-i Sâlih (A.S.) ve Kelb-i Ashab-ı Kehf gibi bazı efrad-ı mahsusa hem ruhu, hem cesediyle bâki âleme gideceği ve herbir nev’in arasıra istimal için birtek cesedi bulunacağı rivayet-i sahihadan anlaşılmakla beraber; hikmet ve hakikat, hem rahmet ve rububiyet öyle iktiza ederler.”[16]

-İttifak olmadan ittihad olmaz.İttifak-ı İslam değil,ittihad-ı İslam.Önce ittifak-ı mü’min olmalı,daha sonra ittihad-ı İslam olmalıdır.İttihadın yolu ittifaktan geçer.Gönüllerin birleşmesiyle,vücutlar birleşebilir.

-Acaba bizler ve tüm varlıklar bir holigramda mı yaşıyoruz?Yani hakikatı doğuran hayali proğramlarla mı uğraşıyoruz?Tıpkı hadisde belirtildiği gibi ki:”İnsanlar uykudadırlar,ölünce uyanırlar.”

Yoksa uyur gezer,uykuda,belli bir kabuk,yumurta ve zarın içindemiyiz?Ölüm o tohumun,zarın ve yumurtanın yırtılıp parçalanması ve dağılmasıyla vücut bulması gibi,vücut mu bulacağız?

Maddeyi aşmak gerek.

İmtihanımız;Madde de boğulmadan,mâna da yükselmektir.

-Nâci’nin mısralarından birinde şöyle bir duada bulunur:

* “Bir hakikat kalmasın âlemde Allah’ım nihân”…

*”Mal ve mülke olma mağrur, deme var mı ben gibi.

Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi!

*“Hâşâ, zulmetmez kuluna Hudâsı,

Herkesin çektiği, kendi cezâsı!

*”Geçti gençlik tatlı bir rüyâ gibi ey çeşmim zâr! [ağla!]

Beni mecnûn etti girye, meskenim olsun mezar!”

*“Âyinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz.

Şahsın görünür rütbe-i aklı, eserinde!”

*”Güzel yanağını bilen, güle hiç bakmaz.

Senin sevginde eriyen, derman aramaz!”(Faideli bilgiler.A.C.Paşa)

*“Edib olur kişi sermaye-i hayası kadar.”

*“Yâr için ağyara minnet ettiğim ayb eyleme,

Bağban bir gül için bin hâre hizmetkâr olur.”

*-Dil bedest âver ki hacc-ı ekberest

Sad hazâran Ka’be yekdil bi-derest

Ka’be bünyad Halil-i âzerest

Dil nazargâh Celil-i ekberest.

(En büyük hac olan gönül yapmak,yüz bin hac yapmaya mukabildir.Zira Ka’be Âzer’in oğlu İbrahim Peygamberin yaptığı bir bina olup,Ka’be ise Allah’ın nazar ettiği ve yaptığı bir binadır.)

*İdrak-i maâli bu küçük akla gerekmez.

Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.

*“Onlar ki verir lâf ile dünyaya nizamat,

Bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde.”

*Mâl-ü mülke olma mağrur, deme var mı ben gibi?

Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi!”

*Hak tecellî eyleyince, her işi âsân eder.

Halk eder esbâbını, bir lahzada ihsân eder

*Herkesin var bir kesi,

Ben bî-kesin yok kimsesi.

Ben bî-kesin, sen ol kesi,

Ey kimsesizler kimsesi!

*Yüzbin ok ve kılınc yapamaz aslâ,

Göz yaşının seher vakti yaptığını.

Düşmanı kaçıran, süngüleri, çok defa,

Toz hâline getirir, bir müminin duâsı.

*Kamış boşum dedi, şekerlendi,

Ağaç yükseldi, baltayı yedi.

*Geçti gençlik, tatlı bir rü’yâ gibi, ey çeşmim zâr!

Beni mecnûn etti girye, meskenim olsun mezar!

*“Onlar ki verir lâf ile dünyaya nizamat,

Bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde.”

*Soysuz olana, kıymet mi verir hiç diploma?

Altın palan vursan, eşek yine eşektir!

*Allaha tevekkül edenin yâveri Haktır.

Na-şâd olan bu kalbim, birgün şâd olacaktır.

* Hudâ Rabbim, Nebim hakkâ Muhammeddir Resûlullah.

Hem islâm dînidir, dînim; kitabımdır kelâmullah.

Akâidde, Ehl-i sünnet oldu mezhebim hamdolsun.

Amelde, Ebû Hanîfe mezhebi, mezhebim vallah.

* Hak teâlâ, intikâmını yine kul ile alır.

Bilmiyen (ilm-i ledünnî) anı kul yaptı sanır.

Cümle eşya Hâlıkındır, kul elîle işlenir.

Emr-i Bârî olmayınca, sanma bir çöp deprenir!

*İnsana sadâkat yaraşır, görsede ikrâh,

Yardımcısıdır doğruların hazreti Allah.

*“ Köpek, aya bakınca havlar,

Ayın bunda ne kusuru var,

Köpekler, her zaman havlar.

Beyt:

Ağız tadının kaçması, hastalığı bildirir.

En lezzetli şerbetler hastaya acı gelir.

* Kimseye bâkî değildir, mülk-i dünya, sîm-ü zer,

Bir harap olmuş gönül, tâmîr etmektir hüner.

Buna fânî dünya derler, durmayıp dâim döner,

Âdem oğlu, bir fenerdir, âkıbet bir gün söner.

*”Yunus Emre: “Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere

Yalan değil gerçektir, ben de gördüm tozunu…”

*”Muin-i zalimin, dünyada, erbab-ı denaettir.
Köpektir zevk alan, seyyad-ı bî-insafa, hizmetten!.”

N.FAZIL-DAN :

“Üstün çile dev gibi, gelip çattı birden: Tos!

Sen cüce sanatkârlık, sana büsbütün paydos…

İşte bütün meselem, her meselenin başı.

Ben bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı…”

***

“Kaçır beni ahenk, al beni birlik,

Artık barınamam gölge varlıkta.

Ver cüceye onun olsun şairlik,

Şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta.”

***

“Her fikir, her düşünce bir mevsimlik vesselâm

Zaman ve mekân üstü biricik nizam: İslâm!..”

***

“Mezarda kan terliyor babamın iskeleti

Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti…”

***

“Ölüm güzel şey, odur perde arkasından haber,

Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?..”

****

Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader

Aldırma bu dünya böyle gelmiş,böyle gider.

ÖZLÜ SÖZLER

-Hiçbir zaman gökten gül yağmaz;daha çok gül istersek,daha çok fidan dikmemiz gerekir.

-Âilemiz,bize tutulan boy aynalarıdır;kim olduğumuzu ve kim olabileceğimizi onlara bakıp anlarız.

-Dört şey geri gelmez;Söylenen söz,atılan ok,geçen zaman,kaçırılan fırsat.

– Acı çekmeyenler,başkalarının acı çekebileceğini akıllarına getirmezler.

Eğer bir yerde,küçük insanların gölgeleri,büyük görünüyorsa,orada güneş batıyor demektir.

-Kötülüğün hakim olmaması için tek şart,iyilerin gayret göstermesidir.

-Milyonların girip çıktığı tuvaletleri kimse kutsal saymaz.

-Gençliğinde bilgi ağacı dikmeyen,yaşlılığında rahatlayacağı bir gölge bulamaz.

-Bize değer kazandıran şey,yaptığımız işlerdir.

-Aslan mağarada can verse dahi,köpeğin artığını yemez.

-İnsan hayatının dörtte üçü yapamayacağı şeyleri istemekle geçer.

-Cahiller içinde bir alim,ölüler içinde diri gibidir.

-Hane tamiriyle kendimi viran ettim.

-Kadın bir hanenin kanı gibidir.

-Milletler parasızlıktan değil,ahlaksızlıktan çekerler.

-İki şeyi asla unutma;Allah’ı ve ölümü.İki şeyi de asla hatırlama;yaptığın iyiliği ve gördüğün kötülüğü.-L.Hekim.

-Ölüm,ajandanızda kayıtlı olmayan tek randevu.

-Fikir ve idealler,yaş keçe gibidir.Dövüldükçe kuvvetlenirler.

-Kadın evlenmeden önce,erkek evlendikten sonra ağlar.

-Büyük kafalar fikirleri,orta kafalar olayları,küçük kafalar ise kişileri konuşur.

-Doğruyu söyleyip zincire vurulmak,yalan söyleyerek zincirden kurtulmaktan iyidir.

-Hiçbir kalbe kapısı kırılarak girilmez.Sevgi bütün gönül gümrüklerinde geçerli tek pasaporttur.

-Fil olduğundan küçük,bit ise olduğundan büyük çizilir hep.

-Hayata yeniden başlasaydım,saniyelerin nabzını tutardım.

-Ne kadar yaşadığınız değil,nasıl yaşadığınız önemlidir.

(Bunlar-Tebessüm Saati- (Mahir Duman) kitabından alınmıştır.

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Yeni Asya.6-7-2003.Mustafa Özcan

[2] Yeni Şafak.6-7-2003.Dücane Cündioğlu.

[3] Milli gaz.A.F.Gün-ün köşesinde.5-7-2003.

[4] Hizmet takvimi.16-12-2002.,”Rönesansı Bizans değil,Endülüs tetikledi.”bak.Aksiyon.M.Öztürk.1-6-2003.

[5] Yeni Şafak.5-7-2003.ve Yeni Asya,Milli gaz.5-7-2003.

[6] Son.Şahidler.Necmettin Şahiner.2/288.

[7] Son.Şahidler..age.2/288.

[8] Son Şahitler.Age.Receb Onaz.4/136.

[9] Son Şahitler.Age.4/150.

[10] Sonsaniye.30-6-2003.

[11] Milli Gaz.29-6-2003,Tercüman.29-6-2003.

[12] Ankebut.48.

[13] H.Karaman.Yeni Şafak.15-6-2003.

[14] Mektubat.287.

[15] Nebe’.40.

[16] Lemalar.370.




TÜRKLER VE OSMANLILAR

TÜRKLER VE OSMANLILAR

Aynı anne ve babanın evladı olarak,Hz.Âdemle başlayan insanlık,ikinci Âdem olan Hz.Nuh peygamberle devam etmiş,çoğalarak çeşitli bölgelere ayrılmıştır.Nitekim Nuh peygamberin oğlu olan Ham-Sam-Yafes’den,Afrika,Arap ve Türk ırklarının oluşmuş olduğu ifade edilir.

Kendilerinin Yafes’den olduğunu ifade eden Türkler tarih boyu içerisinde göçebe olarak yaşamış,sonuçta tek inançta olsa Şamanizm inancına sahib olmuşlardır.Savaşçı bir millettir.

Tarihin tüm bu seyri içerisinde en önemli dönüm noktası Hz.Ömer döneminde başlamış,751 Yılında Talas savaşıyla Ebu Müslim komutasındaki ordunun Arapların yanında Çinlilere karşı beraber mücadelesiyle gerçekleşmiştir.Türkler toplu olarak Müslüman olmuşlardır.Bu gelişim ikinci Ömer olan Hz.Ömer’in torunu Ömer bin Abdulaziz döneminde daha da bir gelişim içerisine girmiştir.

Selçuklu dönemi Türk milletinin kendini isbat ettiği dönemdir.Sanat yönüyle kültürün mezci,Nizamiye medreseleriyle ilk eğitim sisteminin temelinin atılarak Fatih Döneminde Sahn-ı saman medreseleriyle geliştirmesi,köklü yerleşiminde etkili olmuştur.Bir Konya,Kayseri,Kırşehir,Edirne,İstanbul,Bursa gibi yerler bunun canlı şahitleridir.Bir yandan taşa kazınan değerler,bir yandan zihne kazılmış,diğer yandan da bayraklaştırılarak tüm âfakta dalgalandırılmıştır.

Selçuklu sultanı Alparslanın Malazgirtte Romen Diyojene karşı giriştiği savaştaki başarısı Türklere anadolunun kapılarını açmış oldu.

Osman beyin Kur’an-a göstermiş olduğu saygı,küçük bir Söğüt kasabasından çıkan Osmanlıyı şahlandırmış,madde ile manayı,ruh ile cesedi,din ilimleriyle fen ilimlerini beraber götürmeleri muvaffakiyete sebeb olmuştur.

Siyasi alanda ise tüm ırk,din ve kültürde olan insanları tak bir çatı altında toplaması kücüne daha da bir güç katmış oldu.

Osmanlı padişahları genellikle veli kimselerdir.Maddi ve mânevi yönden pişmiş kimselerdir.Yunus’un dediği gibi:

Taptuğun tapusunda,

Kul olduk kapusunda,

Miskin Yunus hiç idik

Piştik Elhamdülillah…

-”Eyyüb Sabri pâşa, (Mir’ât-ül Haremeyn) kitabında diyor ki, sultan Abdülmecîd hân, Mustafâ Reşîd Pâşanın mason olduğunu, islâmiyete uymıyan bir yol tuttuğunu anlayınca, kahrından, üzüntüsünden hastalandı. Yatakta oturamıyor, hep yatıyordu. Yalnız, mühim şeyler okunuyor, (irâde-i şâhâne) alınıyordu. Sırada bulunan bir kâğıd için (Medîne ehâlîsinin bir dilekçesi okunacak) bilgisi verildi. (Durun, okumayın! Beni oturtun!) buyurdu. Arkasına yastık koyup, oturtuldu. (Onlar, Resûlullah efendimizin komşularıdır. O mübârek insanların dilekçesini yatarak dinlemekten hayâ ederim. Ne istiyorlarsa, hemen yapınız! Fakat, okuyunuz da, kulaklarım bereketlensin!) buyurdu. Bir gün sonra vefât eyledi.”

Kur’an tarafından Türk milleti övünmüştür.Âyette:”Ey iman edenler!Sizden kim dininden dönerse (Bilsin ki):Allah,sevdiği ve kendisini seven,mü’minlere karşı alçak gönüllü,kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir.(Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar.Bu,Allah’ın,dilediğine verdiği lütfudur.Allah’ın lutfu ve ilmi geniştir.”(Mâide.54)

Peygamberin övügüsüne mahzar olan Fatih’de:”Kostantiniyye elbette fethedilecektir.Onu fetheden asker ne güzel askerdir ve onu fetheden komutan ne güzel komutandır.”buna liyakatını göstermiştir.Maddi ve manevi eğitimi beraber götürmüşür.

İttihad-ı İslâmın tesisine vesile olan Yavuz Sultan Selim’de;Geçilmesi imkansız sina çölünü geçerken atından inmiş,sebebi sorulduğunda da,Hz.Peygamber önde yaya yürürken,ben nasıl olurda ata binerim,demiştir.

Şeyhul İslâm İbni kemâl-in atının ayağından sıçrayan çamuru,herkes ters bir tepki göstermesini beklerken,öldüğünde bu elbisesinin tabutunun üzerine konulmasını emretmeiş ve-Alimlerin atının ayağından sıçrayan çamurun,kendileri için bir şeref olacağını ifade etmiştir.

Ölümü anında baş ucunda bulunan Hasan Can-ın,-Padişahım Allah’la olma zamanı yakındır,sözüne karşı,Hasan Can,Hasan Can!şimdiye kadar bizi kiminle sanırsın,diyerek manevi dünyasını dışa yansıtmıştır.

Kanuni dönemi hem zirveyi hem de inişi birleştiren dönemdir.Şu olay bunu net olarak yansıtmaktadır;

Osmanlı sürekli olarak kendisini kontrol edip yön verecek olan Halifelik müessesesini tesis ederek,mânevi canibini sürekli canlı ve ayakta tutmuştur.Maddi ve mânevi sorumluluğunu ve yüklerini tüm milletle paylaşmıştır.

” Sa’d-ı Teftezani şöyle demiştir:

“Hilafet (İmamet-i Uzma), Peygamber (A.S.M.)’a niyabeten din ve dünya işlerinin tanzim ve ikamesi için umumi riyasettir”.

Batıdan 40 çeşmeleri getirten Kanuni,iltifat ve takdir görmek amacıyla ins ve cinin müftüsü olan Şeyhulislâm Zenbilli Ali Efendiye,-Ne dersiniz?dediğinde bu zat veciz olarak geleceğe ışık tutan şu sözü söylemiştir;

Kanuni!Kanuni!Öyle bir bok sıçtın ki,bu 40 çeşmeler üzerinden 40 sene aksalar yine de onu temizleyemezler.

Körü körüne batıya açılış dönemi başlamış ve bu durum inişi hızlandırmıştır.

Nitekim bunu takib eden dönemlerde Osmanlının hatlarının kırılma noktaları;1839’da 1.Tanzimatla başlamış,1856’da gayr-ı Müslimlerden alınan ve önemli bir gelir kaynağı olan cizyeyi kaldırmış,1908’de de 2.Meşrutiyet uygulanmıştır.

Elbette her yıkılışın altında bazı olumsuzluklar vardır.Mesela: ”Üçüncü Murad’ın cenaze namazının kılındığı 27 Ocak’ın hemen ertesi günü, “Kanunnâme-i Âl-i Osman”ın “Nizâm-ı Âlem” maddesine uyularak Üçüncü Murad’ın on dokuz şehzâdesi idâm edilmiş ve bu haber İstanbulluyu yasa boğmuştur!.. Üç-beşi hariç hemen hepsi ana kucağında olan bu yavruların en büyükleri Mustafa’nın babasının ölümünü duyduğunda söylediği: “Nâsiyemde Kâtib-i Kudret ne yazdı bilmedim/Ah kim bu gülşen-i âlemde hergiz gülmedim” mısraları meşhurdur.”(Mustafa Müftüoğlu.milli gazete.17-1-2003.)

Koca Veli Sultan II.Abdulhamid Han o zor şartlar altında devleti 33 sene ayakta tutmuş,iç ve dış entrikalara karşı sürekli uyanık davranmıştır.Ustalığı ve siyaseti ile saldırıları boşa çıkarmıştır.

Sürekli savaş hali içerisinde olmasına karşı,Medine demiryolu projesini hayata geçirmiş,asırlardır Yahudilerin hayalleri olan Filistin korunmuştur.

1.Dünya savaşına girmemize sebeb olan Mithat paşanın bu uygulamasına karşı,tüm dünya devletlerine karşı politika geliştirmiş olmasına rağmen,kendisinin bulunmaması ve basiretsizliklerden dolayı kayıplar başlamıştır.

1908’de hal’ini sunanlar içinde Müslüman bir kimse bulunmamış,Yahudi,Ermeni ve Rum temsilciler bulunmuştur.

Bu çöküş dünyadaki bir çok değişimi de beraberinde getirmiştir.

Ortadoğu ve Balkanlarda kaynayan ve kaynatılan kazanlar dinmek bilmemiş,Filistin elimizden çıkmış,Musul-Kerkük el değiştirmiş,tek tek sahib olduğumuz yerler kaybedilmiştir.Bugün bile oradan arta kalan mirasla geçinmekteyiz.

Lozan’da Lord Gürzon ve Haim Naum’un aldığı kararlar Osmanlının yıkılmakla kalmayıp,benliğini yitirmesinde önemli rol oynamıştır.

Bu değişim değil bizlere dünyaya dahi bir fayda sağlamamış,sürekli huzursuzluklar devam edegelmiştir.

Osmanlı aranmaktadır.Nitekim Osmanlının çöküşünden sonra orta doğu ve balkanlarda pek çok sorunun cevaplanamadığını belirten Guardian yazarı Ash,”Osmanlı imparatorluğunu yeniden canlandırmak gerekir.”(Yeni Şafak.28-3-2003) itirafında bulunmuştur.

Osmanlının boş bıraktığı yeri Amerika 1945’de süper devlet olarak almış ancak yerini dolduramamıştır.Çünki hareket tarzı menfaat ve keyfi hareket üzerine oturmaktadır.

80 senelik kendi idaremizde bile,59 tane hükumet gelmekle,her bir hükumete 1,5 yıl bile düşmemektedir.Dünya sürekli ihtilallerle,karışıklıklarda,el değiştirmelerle çalkalanmaktadır.

Nerede bir Türk varsa müslümandır.Müslüman olmayan Türkler dahi Türklükten çıkmışlardır.Moğollar ve Macarlar gibi.Türklerde din,etle cilt gibi birbiriyle kaynaşmıştır.

Ancak şu anda biz gerçek dinimizi yaşamamakla beraber yansıtamamız,tarihimizi bile bir asır ötesine gidemeyerek bilemeyişimiz,içte birlik ve beraberlikteki kopukluklar bizleri yıkan en önemli faktörler arasındadır.

624 yıl gerek bizlere gerekse de dünyaya sahiblik eden Osmanlıya bizler ise sahib çıkamadığımız gibi,sürgüne göndermişiz.

Amerikalı John Dawson ile evli olan II.Abdulhaim’in torunu Nadine Sultana Amerika’da yaşamaktadır.Ve “Osmanlı, Birinci Dünya Savaşı’nda Batı’ya yardım ettiği için yıkıldı”itirafında bulunmaktadır.

Kendisine sorulan bir soruya verdiği cevapta:”Osmanlı’nın politikaları ile ABD ve İngiltere gibi gelişmiş ülkelerin bugünkü politikaları arasında ne tür farklar var?

Bildiğiniz gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda halkların kendi kültürlerini yaşama ve koruma hakkı vardı. Çok farklı sosyal, etnik ve dini gruplar mevcuttu imparatorluk içinde. Ama öyle bir sistem vardı ki neredeyse her grubun kendine ait bir idaresi bulunuyordu. Tarih ne söylerse söylesin ben inanıyorum ki bu çok büyük bir toleranstı. Tabii bunda İslam’ın, Osmanlı İmparatorluğu’nun politikaları üzerindeki etkisinin rolü büyük. Farklı dinlere mensup kişiler de bu yüzden tolore edildi. Tabii ki bütünüyle eşit olamazsanız. Ama Osmanlı İmparatorluğu’nun yaptığı şey farklılıklara saygı göstermekti. İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu zayıflarken koloniler edindi farklı yöntemlerle. Sömürü amaçlıydı bu.

Amerika’nın durumu ise farklı. Amerika’nın kültürü yok açıkçası, tarihi yok.” Yeni Şafak.5-5-2003.

1300-1600 yılları arasındaki Osmanlı padişahları şunlardır:

I.Osman Gazi.1281-1324.

Orhan Gazi.1324-1360.

I.Murad Hüdavendigâr.1360-1389.

I.Yıldırım Beyazıd.1389-1402.

Fetret Devri.1402-1413.

I.Mehmet Çelebi.1413-1421.

II.Murat.1421-1444.

II.Mehmet.(Fatih)1444-1446.

II.Murat.1446-1451.

II.Mehmet.(Fatih)1451-1481.

II.Beyazıd.1481-1512.

I.Selim.(Yavuz)1512-1520.

I.Süleyman.(Kanuni)1520-1566.

II.Selim.(Sarı)1566-1574.

III.Murad.1574-1595.

III.Mehmet.1959-1603.

1600-1908 Yıllarında Osmanlı Sultanları:

III.Mehmet.1595-1603.

I.Ahmet.1603-1617.

I.Mustafa.1617-1618..

II.Osman.(Genç)1618-1622.

I.Mustafa.1622-1623.

IV.Murat.1623-1640.

İbrahim.1640-1648.

IV.Mehmet(Avcı)1648-1687.

II.Süleyman.1689-1691.

II.Ahmet.1691-1695.

II.Mustafa.1695-1703.

III.Ahmet.1703-1730.

I.Mahmut.1730-1754.

III.Osman.1754-1757.

III.Mustafa.1757-1774.

I.Abdulhamit.1774-1789.

III.Selim.1789-1807.

IV.Mustafa.1807-1808.

II.Mahmut.1808-1839.

Abdulmecid.1839-1861.

Abdulaziz.1861-1876.

V.Murat.1876.

II.Abdulhamid.1876-1909.(Bak.Osmanlı Devleti-Heyet-3/447)

Bugün ise kendimizi,batıyı ve İslâm dünyasını özetleyecek olursak;

”- Demokrasi ; aristokrasi ayrımı olan batının eşitlik anlayışıdır. Bizde aristokrasi yok ki böyle bir hürriyet arayışı olsun.

Anayasa ; Osmanlı ırk, lisan, millet olarak o kadar farklıdır ki böyle bir yapıya Avrupalının aklı ermez. Bu birlik İslam birliğidir.

– Avrupa’da ise mütecanis unsurlar asırlar sonra birlik sağlamışlardır. Onların yapısına uygun bir meşrutiyet bizim yapımızı dağıtmak demektir.

– Taklitçilik milli ve batılı diye ayrım getirdi. Özellikle adliye ve maarifte bütün problem meşrutiyet dahil ne istersek hep aşırıya kaçmamızdır.”Said Halim Paşa.Buhranlarımız.)

”- Partiler ve kavgalar bize siyasi hürriyet getirecek zannedip kurduk. Husumet ve rekabeti körükledik. Mebuslar birbirlerine şiddetle düşmanlık yapınca meşrutiyet (demokrasi) yükseliyor sanıp safdilane memnun olduk. Oysa hakikat tam aksidir. İnsanlar siyasi çekişme yerine sevgi ve dostlukla daha verimli olurlar.

– Fenciler rekabet olmadığı için müthiş bir hızla ilerliyorlar. Bizdeki çekişmeler, partiler ve millet vekilleri suni oluşturulmuştur. Milli ve ırki yönler körükleniyor.

– Kötü niyetli azınlıklar ve partiler meclise meşrutiyet (demokrasi) diye girdiler.

– Osmanlı düşmanı olup her değişikliği iyi zannedip, örf ve adetleri bir anda değiştirmeye kalkıştık. Taklitçiliğin sonu bugünkü gibi anarşidir.

– Batılı demokrasiye, adaletsizliğe, baskıya karşı savaşarak eğitim ve vatanseverlikle ulaşmıştır. Bizde baskı yoktur ki demokrasi arayışı olsun. Komşudan ısmarlama olmaz. “S.H.Paşa.Buhranlarımız)

”- Kadın hürriyeti medeniyet başlatmaz, batırır. Hak eden hürriyeti kendisi alır. Bizde kadınlardan gaspedilmiş bir hürriyet değil, içtimai yapımız böyledir.

– Ciddi cemiyetler kadınlardan ulvi, bozuk cemaatler de kadınlardan süfli şeyler ister. Sosyal ve siyasi meseleler karıştırıldığı için Avrupa’daki feministlerin siyasi hak talepleri bizdekilere sosyal hak ve hürriyet talebi olarak aksetmiştir.” S.H.Paşa.Buhranlarımız)

– İslam dünyasının gerileme sebeplerini ilk batılılar ele aldılar ve bunun İslam şeriatından kaynaklandığını yaydılar.

– Müslümanlar bu iddiayı batılıların İslam’a olan kinine bağlayarak şiddetle tepki gösterdiler, batı ve batıcılar da bu tepkiye bağnazlık -taassup-yobazlık dediler.

– Düşüncemizdeki karışıklık gerçek sebebi yani neden tembel ve cahil kaldığımızı tesbiti geciktirdi.

– Milletlerin inandıkları dine kendi özelliklerinden verdikleri bir vakıadır. Eğer din mani olsaydı Japonlar ilerleyemezdi.

– Yeni Müslüman olan toplumlar eski cahiliyet dönemi adetlerinin tesirinden tam kurtulamadılar, neleri terkedeceklerinin bilemediler, din yeni ihtiyaçlara uygun tefsir edilemedi, çare İslam’ın bunlara tesirini arttırmakken tersi oldu.

– Türkler ise İslam’dan önceki medeniyetleri İslam’dan sonraki ilerlemesine mani olacak kadar köklü olmadığından yeni şeriatı tam temsil edip (Malik Bin Nebinin) ifadesi ile 6 asır tehlikelere set çektiler. Fakat onlardan Arap ve Acemlerden menfi etkilendiler.

– Batıya olan nefret onların medeniyetteki ilerlemelerini takibe engel oldu. İslam alemi felsefi ve metafizik kısır çekişmelerle uğraşırken batı yeni icatları ile istila etti.

– Müslüman liderler saadetimizin yolunun batıya benzemek olduğunu zannettiler. Oysa batı kendi anlayış ve ananelerine göre bir sistem kurmuştur. Bu bize uymaz.( Bilginin İslamileştirilmesi .Bak.12. söz, 3. esas, Hikmet-i felsefe ve Hikmet-i Kur’aniye)”(S.H.Paşa.Buhranlarımız)

”- İslam toplumlarında asırlardan beri tarafsızlık, insaf ve adalet hisleri yaygın oldukça ihtilaller olmamıştır. İhtilaller batıcılığın meyvesidir. Sağ-sol vb.” S.H.Paşa.Buhranlarımız)

– Hakimiyet milletindir ilkesi eskiden Kilise ve Krallığın yaptığını taklit eden hayali bir haktır. Temelinde kuvvet vardır.

– İnsanda doğuştan hak yoktur. Zamanla ‘söz geçirme hakkı, saygı hakkı, hürriyet hakkı, mutluluk hakkı’nı elde eder.

-Milli irade denen şey milletin çoğunu temsil etmeyen çoğu zaman suni milletvekilleriyle göstermelik bir hakimiyettir. Eskiden azınlık baskısı vardı şimdi çoğunluk.” (S.H.Paşa.Buhranlarımız)

Çörçil İnönüye yaptığı teklifle bizi de II.Dünya savaşına sokmaya çalışmıştır.

”2.Dünya Savaşı’ndan müttefiklerin galibiyeti, demokrasinin totaliter rejimlere galibiyeti olarak algılandı. İnönü’nün Demokrat Partiye müsaade etmesi, totaliter bir sistemi devam ettirmesinin mümkün olamayacağına inanması ve Rusya’nın karşısında Avrupa’nın Türkiye’yi yalnız bırakma endişesi idi.”(A.F.Başgil.27 Mayıs)

06-05-2003 / Mehmet ÖZÇELİK




TEFEKKÜR DÜNYAMIZ

TEFEKKÜR DÜNYAMIZ

-Arz 6 günde yaratılmıştır.[1]

-Her şey sudan yaratılmıştır.[2]

-Bir tek sudan çok değişik şeyler var edilmiştir..[3]

-Kuru ve yaş her şey Kur’andadır.[4]

-New Scientist 27-nisa-2002 tarihindeki kapak konusunda:”neden hepimiz bir hologramın içinde yaşıyoruz?”başlığını kullandı.”[5] yani rüyadaki bisiklet sürenin uyanıkken sürenle aynı heyecanı paylaşması,hipnotize edilenin uyanık gibi yapması,üstadın ey uykudayken kendisini uyanık zannedenler.”sözü,uyur gezerlerin durumu,insana dünyanın hakikatının bir gölge gibi olduğunu gösteriyor.Tıpkı anne karnındaki çocuğun bir zarın içerisinde oluşu gibi varlıklarda adeta bir fanusun içindemi yaşıyorlar.Yani görüntü algılanana göremi şekilleniyor,yoksa öyle olduğu şekilde mi görünüyor?

-İbni Abbasdan;”Allah ruhları cesedlerden 4 bin sene önce yarattı ve rızıkları ruhlardan 4 bin sene önce yarattı.Daha mahlukat olmamış ve yer ve gök ve kara ve deniz yok iken öncesinde o şehid ve hazır idi.[6]

-Ben kimim?Kâinatta bir nokta,Kur’an-da bir hareke,bir harf,bir kelime ve bir cümleyim.

-Cuma suresinde;Keşke toprak olsaydık,derler,elbette böyle dediler diye olurlar mı?”İnsanları kendilerine azabın geleceği (kıyamet) gününden korkut ki,sonra zalimler;”Ey Rabbimiz,yakın bir müddete kadar bize süre verde senin davetine uyalım ve peygambere tabi olalım,derler.(Onlara)-Daha önce,sizin için bir zeval olmadığına,yemin etmemiş miydiniz?(denilir)”[7],”Ahirette uzuvlar şahitlik eder.”[8],”O gün zalimlere özür dilemeleri hiç bir fayda sağlamaz.Artık lanette,kötü yurtta onlarındır.”[9]

-Eğer ruh geçiş yapıyorsa ilk devirde Hz.Adem ve Havva arasında değişmesi gerekirdi.Fakat havuz dolmada ve sürekli boşalmada.

-İlla ki sadık olmak için köpek,azimli olmak için eşek ve karınca,iyi konuşmak için papağan,çalışmak için arı,güçlü olmak için öküz,sıcağa dayanıklı olmak için deve,soğuğa dayanıklı olmak için kutub ayısı,zeki olmak için tilki,hakkını koparıp almak için kurt,iletişim kurmak için yunus,karanlıkta yönünü görmek için yarasa,gidilecek yere ulaşmak için leylek,koşmak için tavşan,temiz olmak ve temizlemek için sinek ve kedi,yüzmek için balık,uçmak için kuş yani illa bunlar olmak için böyle mi olmak gerek?

-Semanın cemi’ ve arzın tek zikredilmesindeki sebeb;semanın farklı cinslerden olup,arzın tek bir cins olan topraktan olduğunu ifade içindir.[10]

-Sakat olan bir fil yavrusunu annesi ve kız kardeşi terketmeyip,sabırla,sakat olup yürüyemeyen,ayağının düzelmesi için sabırla yanında kalıp,sonuçda yürüyebilmesinin gerçekleşmesine sebeb olurlar.Ve Penguenin yumurtayı ayağının ucuna alışı,buzullarda bütün penguenlerin birbirine sarılarak tam bir askeri düzen içerisinde dört ay bekledikten sonra yumurtadan çıkan yavrunun sağlıklı oluşu ki,eğer yere bırakmış olsa idi yavru donacaktı,belki tüylerinin altına alarak onu hayata kavuşturmuş oldu.Kaplumbağaların yumurtadan çıkıp,doğruca suya dalışı ve yolunu bulamayan bir yavruya timsahın ağzına alarak yol göstermesi.toprağın altındaki yumurtadan çıkan bu yüzlerce yavrunun özellikle suyu aramaları tam bir mucize eseridir.Timsahın ayrıca yavrularını ağzına alışı,yumurtadan çıkmayanların yumurtasını ağzında incitmeden kırıp hepsini suya götürerek suyun içine bırakışı,birden suyu kaplayan yavruların karayı bularak çıkışları tesadüfi olamaz.Varlıklardaki harikalardan biriside Kamuflaj sistemidir.Her canlı küçük olsun büyük olsun bulunduğu ortama mükemmel bir şekilde uymaktadır.Bitkilere,yaprağa,ağaca,kumlara,renginin birden bire girdiği yerde değişerek uyum sağlaması üstün bir tasarım sistemidir.

-Çapı bir mm. olan ipek ipliği,aynı kalınlıktaki bir çelik telden beş kat daha sağlamdır.Ve kendi uzunluğunun dört katı kadar esneyebilmektedir.İpek hafif olup,dünyanın çevresi boyunca uzatılacak bir ipek ipliğinin ağırlığı sadece 320 gram gelmektedir.

-Termodinamiğin veya Entropinin kanununa göre;evrende kendi haline terkedilen herşey,eskir,dağılır,çürür ve bozulur.Evrim geçirip başka bir varlığa dönüşmez.Yani düzensizlik düzensizliği doğurur.Einstain ise entropiyi,bütün bilimlerin,birinci kanunu olarak niteler.Evrim teorisi,materyalizm,kominizm gibi izm-ler,insanı bir materyal yani madde olarak görürler.Evrim daha ziyade gelişmemişi gelişme sürecine giren toplumlarda kendisine müşteri bulabilir,o boşluktan yararlanarak.Gelişen toplumlar bunu aşarlar.Çünki ilimler ilerledikçe,varlıklardaki harikalıklarda daha net görülmektedir.Varlıklardaki kompleks yapı ve tasarım tam bir harika eseridir.Embriyolar farklı farklıdırlar.Maddeyi algıladığımız, kavradığımız kadar bilmekteyiz.Ya bilmediğimiz vede bilemediğimiz noktalar?Darwinin oğlu Francis Darwin şöyle der:”Babamın kafası kesinlikle bilimsel değildi ve bilgisini genel kanunlar altında genelleştirmeyi denemedi.Ancak onun yaptığı karşısına çıkan hemen hemen herşey için bir teori üretmekti.Onun bilgisinin bana bir şey kazandırdığını düşünmüyorum.”[11] Yakın zamanlarda insanın insandan olduğunun milyarlarca delili mevcutken,olmayan bir şeye saplanıp kalmak,körü körüne bir saplantıdan başka bir şey değildir.İşte ibret;Her doğan 40 insana karşılık,700 milyon karınca dünyaya gelmektedir.

Yalçın Doğan-ın darwinizmi benimseyen yanılgıları.[12]

-9-Şubat.2001-de cumhuriyet gazetesinde ki yazısında İlhan selçuk -insan ve hayvan-başlıklı yazısıyla insanın maymundan geldiğini,9-ocak 2000’de Yalçın Doğan milliyet gazetesinde yöneticisi de olduğu gazetedeki yazı başlığında-Milyon yıl sonra,insan bize benziyor-yazısıyla emrimi savundu,daha önceki yanlışına ne kadar da benziyor,zira önceki bir yazısında -Kur’an-da faiz yiyenlerin kurtuluşa erdiklerini yine kur’andan delil getirmeye çalışması gibi,oysa Kur’an-da faiz faiz olarak değil,riba olarak geçmektedir.Ancak kendisi araştırma zahmetinden ziyade sözlük bilgisinden öteye gidememiş,faizin sözlük anlamını vermişti.

Tevfik Fikret’in.”Beşerin böyle dalaletleri var.

Putunu kendi yapar,kendi tapar.

-Marksist sol’un duayeni Mihri Belli:Din kurtuluş ilacıdır.”Sol’un duayeni ve ‘eski tüfek’ Mihri Belli’den ilginç açıklama;”Marks,din afyondur”derken,bu insanlık o kadar acı çekiyor ki,bu acıyı tedavi etmek ve dindirmek için kullanılan afyondur” manasında kullanmıştır. Bence bir kötüleme kastı yoktur. Dini insanlığın acısını dindirmek için bir tedavi unsuru olarak görür.”[13]

-Kur’andaki mucizeler;Kur’an-da,7 (seb-a semavat-gök)7 kere geçmektedir.

yevm-30,eyyam-365,yevmeyn-12 kere geçer.

-hıyanet-16,habis.16 kere

-Bitki.26,ağaç.26.

-ceza-117,afv.(iki katı) 234.

-Dünya.115,Ahiret.115.

-Şeytan.88,Melek.88.

-İman.25,Küfür.25.

-Zekat.32,Bereket.32.

-Rahmet.79,Hidayet.79.

-Ebrar.6,Füccar.3.

-Yaz-sıcak.5,Kış-soğuk.5.

-Sizi yarattı.16,Kulluk.16.

-Hamr.6,Sekr.6.

-Zenginlik.26,Fakirlik.13.

-İnsan.65,Yaratılış safhaları;toprak.17,nutfe.12,alak.6,Mudğa.3,İzam.15,Lahm.12.Toplam.65.”[14]

-Yeryüzünde gezinde ibret alın,nice kavimler geçti.[15]

-Elif-lam.ra-dada her şeyin tek bir su damlasında yaratılışı anlatılıyor.suyun maddesi bir,yaptığı iş binlerce…

-Allah Fettah ismiyle tüm kapalı olan çekirdek,tohum ve yumurtaları açmaktadır. Tüm kapalı olan kapılar,kalb ve kalıblar bu ismin tecellisiyle açılmaktadırlar.

Musavvir ismiyle de yaratılıp açılan tüm varlıklara,kendilerine münasib bir şekil ve suret verilmektedir.Fil kendi şeklinden ve açılışından memnun,fare hâkeza…

-Yunuslarin beyni insanlarinkinden daha büyüktür.
-Arılar, sivrisinekler ve diğer ses çıkaran böcekler kanatlarıyla bu sesi çıkarırlar.
-İnsan vücudunda 600 ‘ü aşkın adele vardır.Beynin %85 ‘i sudur.
-İnsan vücudundaki en güçlü kas dildir.
-Gözleri açık tutarak hapşırmak imkansızdır.

-Döllenmeden doğuma kadar bir bebeğin ağırlığı beş milyon kat artıyor.
-İnsan vücudu bir saniyede iki milyon kırmızı kan hücresi üretir.
-Aynı parmak izi gibi, her insanın dil izide farklıdır.

-Güneşin merkezindeki sıcaklık 13 milyon derece,yüzündeki ise 6 bin derecedir.İnsanda ve hayvanda 104 element vardır.

-Gen ve hücre;Bunlarda insanların kaderi yazılıdır.

-Bir gecede 14 bin kaplumbağa doğuyor.Bir kaplumbağa 175 kg geliyor.Kaplumbağa senede 6-7 kere yumurtluyor.Her seferinde 110 tane yumurta bırakıp,bir çok seferde yokluyor.Rayn adası kaplumbağa yeri.Kaplumbağanın ölümü;sıcaklık,ters çevrilme,susuzluk ve açlıkladır.Sıcaklık 60 derecedir.

-Peygamberimizin sır katibi;Huzeyfetül Yemanidir.

-Vehhabilik bir iç mesele olmakla beraber,İngiliz oyunudur.[16]

-Habeşistanda hüküm süren hükümdarlara Necaşi,Türk melikine Hakan,Rum melikine Kayser,İran melikine Kisra,Hint milikine Betlamyus,Yemen hükümdarlarına da Tuba denilirdi.[17]

“İsviçreli matematikçi Charles Ugyn Joey, bütün bu işlemleri hesaplama-ya kalkışmış ve bir protein parçasının tesadüf yoluyla oluşması imkânının ancak 10 x 160/1 oranında olduğunu görmüştür. Yani, on sayısının yüzaltmış sayısına çarpımının bire bölünmesi gibi bir oran ortaya çıkmaktadır. Bu rakamı telaffuz etmek ya da kelimelerle ifade etmek de mümkün değildir. Bu durumda bir tek protein parçasını tesadüf yoluyla meydana getirmek için gerekli olan maddelerin sayısı, şu evrenin milyonlarca büyüklüğünde yer işgal edecektir. Böyle bir parçanın sadece yeryüzünden tesadüf yoluyla meydana gelmesi, milyarlarca senenin geçmesini gerektirmektedir. İsviçreli bilgin bunu da hesaplamış ve on sayısının ikiyüz kırküç kere kendisiyle çarpılmasında ortaya çıkan sonuç oranında sene olduğunu ortaya çıkarmıştır (10 x 243 sene)

-“Proteinler, amino asitlerin uzun bir dizilişinden meydana gelirler. O hal-de bu parçaları atomlar nasıl oluştururlar. Çünkü bilindiği şekliyle birleşmiş olmasalardı, hayat için elverişli olamazlardı. Hatta kimi zamanlarda zehirli de olabilirlerdi. İngiliz bilgin J.B. Seather, basit bir protein parçasında atomların birleşebilecekleri yolları hesaplamış ve rakamın milyonlara vardığını görmüştür. (1048) … Bu nedenle bir tek protein parçasını meydana getirmek için, bütün bu tesadüflerin biraraya gelmesi akla göre imkânsız görünmektedir.”fizilal.en’am.95.

-Bir insan yaşamı boyunca iki yüzme havuzu dolduracak kadar tükürük salgılar.
Yetişkin bir insan günde ortalama 23.000 kez nefes alır.
İnsanlar yaşamları boyunca altı filin ağırlığına eşit miktarda yiyecek
tüketiyorlar.
-Ortalama bir insan yılda 1.460 ‘in üzerinde rüya görür.

Vücudumuzdaki kemiklerimizin dörtte biri ayaklarımızda bulunur.
İnsanlar vücutlarinda 300 adet kemikle doğuyorlar ama yetişkin olduklarında
bu sayı 206 ‘ya düşüyor.

-İnsan terinin bir santimetrekaresi 625 tane ter bezi içerir.
-“ Size gökten su indiren O’dur ve hayvan otlattığınız çayırlar O’nun sayesinde gelişir.

Allah su aracılığı ile sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve çeşit çeşit meyvalar bitirmektedir. Bunda düşünen kimseler için ibret dersi vardır.”[18]

-“Kâfirler, Allah’ın yarattığı her şeyin gölgesinin uzayıp kısalarak sağdan sola döndüğünü ve böylece O’na boyun eğerek secde ettiğini görmüyorlar mı?”[19]

-“Allah, yarattıklarından size gölgeler sağladı;”[20]

-“Allah gökten su indirerek, onunla yeri, ölümünden sonra diriltti. Gerçekleri işitebilecek kulakları olanlar için bunda ibret dersi vardır.”[21]

-“Sizin için süt hayvanlarında da ibret dersi vardır. Onların karınlarındaki (bağırsaklarındaki) posa ile kan arasından size halis ve tatlı içimli bir besin kaynağı olan sütü içiririz.”[22]

-“Onlar gök boşluğunda, süzülen kuşları görmüyorlar mı? Onları dengede tutan Allah’dan başkası değildir. Bu olayda mü’minler için birçok ibret dersleri vardır.”[23]

-”Böceklerin, insanlar gibi akciğerleri yoktur. Solunumlarını borucuklar aracılığı ile gerçekleştirirler. Fakat böcekler gelişip vucudları irileşince söz konusu borucuklar irileşen vucudları oranındaki oksijen akışını sağlayamazlar. Bu yüzden tabiatta bir kaç santimden uzun böcek türüne rastlanmaz. Böceklerin kanatları da fazla uzamaz. İşte böceklerin organik yapılarının bu özellikleri ve solunum yollarının sınırlı fonksiyonu yüzünden iri gövdeli bir böcek türünün varlığı mümkün değildir. Bu sınırlı gelişmişlik düzeyi tüm böcek türlerini frenlemiş; onlara dünyaya egemen olma imkanı vermemiştir. Eğer bu doğal engel olmasaydı, yeryüzünde insan soyu varolamazdı. Arslan kadar iri bir eşek arısı ile ya da o kadar kocaman bir örümcek ile normal bir insanın karşılaştığını düşününüz. Acaba o insanın hali nice olur?”[24]

-“İnsan yalnız değildir” (İlim iman etmeye çağırıyor) kitabının yazarı şöyle der: “Ay bize 240.000 mil uzaklıktadır. Günde iki kere gerçekleşen med olayı bize ayın varlığını gayet latif bir şekilde hatırlatır. Ayın çekim gücü sonucu okyanuslarda meydana gelen kabarma bazı yerlerde yaklaşık olarak 18 m’ye kadar çıkar. Hatta ay çekimi sonucu .yer kabuğu bile günde iki kere dışa doğru birkaç santim kayar. Bütün bunlar bir dereceye kadar bize düzenli görülür. Ve biz, bütün okyanusun düzeyini birkaç metre kabartan ve son derece sert görünen yer kabuğunu birkaç santim dışa doğru kaydıran korkunç gücü kavrayamayız.

-“Merih gezegeninin de bir ayı vardır. Küçük bir ay. Bu ay sadece gezegene 6000 mil uzaklıktadır. Bunun gibi dünyamızın uydusu olan ay da şu andaki uzaklığı yerine söz gelimi 50.000 mil uzaklıkta olsaydı, ay çekimi sonucu sularda meydana gelen kabarma o kadar güçlü olurdu ki, deniz yüzeyinin altında bulunan bölgeler günde iki defa, dağları aşındıracak güçte tazyikli bir suyun altında kalacaktı. Bu durumda belki de gerekli çabuklukta derinliklerden yükselen dağlar olmayacaktı. Bu basınç sonucu yer kabuğu çatlayacak, havadaki kabarma hergün kasırgaların kopmasına neden olacaktı.”[25]

”Küçük hücrelerde gizli bulunan kalıtımsal özelliklere ilişkin olarak “İnsan Yalnız Değildir” kitabında yer alan bazı açıklamalar:

“Erkek ya da dişi bütün hücreler kromozomlar ve genler. (kalıtım taşıyıcıları) içerir. Koromozom geni içeren küçük ve sönük bir çekirdektir. Genler kesin olarak herhangi bir canlının ya da insanın temel özelliklerini belirleyen başlıca etkenlerdir. Stoplazma ise, kromozom ve genleri kapsayan hayret verici kimyasal birleşimlerdir. Kahtım taşıyıcıları olan genler, yeryüzünde yaşayan bütün insànların kişisel özelliklerinden, ruhsal durumlarından, renklerinden ve cinslerinden sorumlu olmalarına rağmen son derece ufaktırlar. Şayet hepsi bir araya getirilirse, bir yere konulsa hacmi bir yüzük taşının hacminden daha az olur.

“Bu son derece küçük ve ancak mikroskopla görülebilen genler, bütün insanların, hayvanların ve bitkilerin karakterlerinin, özelliklerinin mutlak anahtarlarıdır. İki milyar insanın kişisel özelliklerini kapsayan bir yüzük kaşı hiç kuşkusuz küçük hacimli bir yerdir. Bununla beraber bu saydıklarımız tartışma götürmez gerçeklerdir.

“Cenin nütfeden (protoplazmadan) cinsiyetinin ortaya çıkmasına doğru bir düzen içinde aşamalı olarak gelişimini tamamlarken tescil edilmiş bir tarihi anlatır. Bu tarih genlerdeki ve stoplazmadaki atomların diziliş şekli ile korunur ve dile getirilir.

“Genlerin bütün canlıların yapısında yeralan soya çekim hücrelerindeki atomların en küçük mikroskobik dizilişinden ibaret olduklarını görmüştük. Bu şekliyle genler, yaratılış projesinin, geride kalanların ve bütün canlı varlıkların özelliklerinin korunduğu bir arşiv niteliğindedir. Genler en ince ayrıntısına kadar bütün bitkilerin köklerine, gövdelerine, yapraklarına, çiçeklerine ve meyvelerine egemendir. Başta insan olmak üzere bütün hayvanların şeklini, kabuklarını kıllarını ve kanatlarını belirler.”

Yaratıcı ve planlayıcı ilahi gücün hayata bahşettiği akıl almaz olağanüstülüklerden bu kadarını sunmakla yetiniyoruz. “Rabb’inin gücü herşeye yeter.”[26]

-“İnsan yalnız değildir” (İlim iman etmeye çağırıyor) kitabında şu açıklamalar yer alıyor:

-“Dünya, kendi ekseni etrafında yirmidört saatte bir kere döner. Bu yaklaşık olarak saatte bin mil hıza eşittir. Şimdi dünyanın saatte sadece yüz mil yaptığını varsayalım. Neden olmasın? Bu taktirde gecemiz ve gündüzümüz ,şimdikinden on kat daha uzun sürecektir. Bu durumda kızgın yaz güneşi hergün bitkilerimizi yakacaktır. Geceleri de yeryüzündeki tüm bitkiler donacaktı.”[27]

-“Yüzyıllardır yerden fışkıran gazlar havaya yükselir. Bunların çoğu zehirlidir. Buna rağmen hava (atmosfer) yine de kirlenmemiş kalır. İnsanın yaşaması için elverişli olan gaz oranlarının dengesi değişmez. Bu büyük dengeyi sağlayan mekanizma denizleri ve okyanusları kaplayan engin sulardır. Hayat, besin maddeleri, yağmurlar, ılımlı iklim ve son olarak insan, varlıklarını bu uçsuz bucak-sız su kütlesine borçludurlar.”[28]

-“Eğer yeryüzünün kabuğu şimdikinden birkaç karış daha kalın olsaydı karbonun ikinci oksidi oksijeni emer ve bitkilerin hayatının varlığı imkansızlaşırdı. “Eğer hava tabakası bugün olduğundan daha yüksekte bulunsaydı hava dışında yanmakta olan ve saniyede altı mil ile kırk mil arasında değişen bir hızla seyretmekte olan milyonlarca alevlerin bazıları yerkürenin bütün parçalarına çarpar ve yanabilecek olan her şeyi yakabilirdi. Eğer bu meteorlar tabancanın kurşunu hızıyla seyretmiş olsalardı hepsi yere çakılırdı. O zamanda sonuç korkunç olurdu. İnsana gelince, onun kurşun hızının doksan katı hızla gelmekte olan küçük bir göktaşı ile çarpışması, doğal olarak onu sırf hızının sıcaklığıyla paranı parça ederdi.”

“Eğer havadaki oksijenin oranı yüzde 21 yerine yüzde 50 olsaydı dünyadaki yanabilecek her şey hemen alevlenebilirdi. Yıldırımdan saçan bir kıvılcımın bir ağaca isabet etmesiyle bütün bir orman adeta patlayarak alevlenecekti. Havadaki oksijenin oranı yüzde 10’a ve daha da aşağıya düşseydi belki hayat asırlar boyunca kendisini ona ayarlayabilirdi ama o zaman da insanın alışageldiği ateş gibi medeniyet kaynaklarından (etkenlerinden) çok azını elde edebilirdi.”[29]

”Gökler, yeryüzünde yaşayan bizler için yukarıda gibi görünen şu uçsuz bucaksız varlıklar kümesidir. Ve biz onun büyüklüğü karşısında çok az sayılacak bir şey biliyoruz. Bu güne kadar göklerde yüz milyarlarca güneş sisteminin bulunduğunu, her birinde bizim güneşimiz gibi yüz milyarlarca güneşin yeraldığını ve bunların herbirinin hacminin bizim dünyamızdan milyon kere daha büyük olduğunu öğrendik. Bu güneş sistemlerini artık biz insanlar küçük teleskoplarımızla gözetleyebiliyoruz. Bunlar gök boşluğuna dağılmış durumdadırlar. Aralarındaki mesafeler ise yüz milyarlarca ışık yılı olarak ifade edilecek kadar korkunçtur. Işık yılı hızına göre hesaplanır ki, bu, saniyede 168.000 mile ulaşır.”[30]

-Kara sinek milyonlarca yumurta yapar. Fakat bu yumurtalardan çıkan sinek yavruları iki haftadan fazla yaşamazlar. Eğer bu yüksek yumurtlama oranı yanında birkaç yıl yaşasalardı yeryüzünün her yanını kara sinekler kaplar ve başta insan olmak üzere birçok canlının dünyada yaşaması imkansız olurdu.

Sayıca en kalabalık, en hızlı biçimde çoğalan ve en saldırgan varlıklar olan mikroplar, aynı zamanda en dayanıksız ve en kısa ömürlü canlılardır. Soğuğun, sıcaklığın, ışığın, asitlerin, kan salgılarının ve başka birçok faktörün etkisi ile milyarlarcası ölür. Sadece çok az sayıdaki hayvana ve insana karşı üstünlük sağlayabilirler. Eğer çok dayanıklı ve uzun ömürlü olsalardı hayatı ve tüm canlıları yok ederlerdi.

Bütün canlı türleri kendilerini düşmanlarına karşı koruyan ve yok olmalarını önleyen silahlarla donatılmışlardır. Bu silahlar çeşitli türde ve birbirinden farklıdır. Sözgelimi sayı çokluğu bir silah olduğu gibi, güçlü vücud yapısı bir başka silahtır. Bu ikisi arasında türlü türlü, çeşit çeşit silahlar vardır.

Korunma bakımından pek beceriksiz bir canlı türü olan domuz böceği kötü koku yayan, yakıcı bir madde ile donatılmıştır. Kendisine dokunan her canlıya bu maddeyi salgılayarak düşmanlarından korunur.

Dişi yumurtacık erkek sperması tarafından döllendikten sonra rahmin çeperine yapışır. Bu döllenmiş yumurtacık son derece oburdur. Çevresindeki çeperi aşındırarak orada emmesine ve gelişmesine elverişli bir kan gölü oluşturur. Cenini annesine bağlayan ve doğuma kadar beslenme kanalı görevi yapan göbek bağının boyu gerçekleştirdiği amacın gereklerine uygun miktarda yaratılmıştır. Yani bu bağ taşıdığı besinin ne yolda ekşimesine yol açacak kadar uzundur ve ne de bu besinin hızla akarak cenini rahatsız etmesine sebep olabilecek kadar kısadır.

“Gebeliğin sonunda ve doğumun başlangıç aşamasında ana memesi sarıya çalan beyazlıkta bir sıvı salgılar. Yüce Allah’ın şaşırtıcı sanatının bir eseri olarak bu sıvı yeni doğan yavruyu hastalıklara karşı koruyan erimiş kimyasal maddelerden oluşmuştur. Doğumun ikinci gününde memede süt oluşmaya başlar. Yine yüce Allah’ın eşsiz plânı uyarınca ana memesinden akan sütün miktarı günden güne çoğalarak bir yılın sonunda iki buçuk litreye ulaşır. Oysa doğumun ilk günlerinde bu sütün miktarı birkaç yüz gramı geçmez. Ana sütündeki mucize sadece süt miktarının çocuğun büyümesine paralel biçimde artması ile sınırlı kalmaz. Ayrıca sütün bileşimine giren maddelerin cinsi ve oranı da zamanla değişir. Ana sütü doğumu izleyen ilk günlerde çok az oranda nişasta ve şeker içeren su ağırlıklı bir sıvı iken zamanla koyulaşır; içindeki nişasta, şeker ve yağ oranı artar. Bu gelişme çocuğun dokularının ve sistemlerinin sürekli gelişimine ayak uyduracak tempoda günden güne gerçekleşir:

Öte yandan hayvan organizmasının sistemleri, bu hayvanın türüne, yaşadığı çevreye ve yaşama şartlarına bağlı olarak değişmekte, farklılık göstermektedir. “Aslanların, kaplanların, kurtların, sırtlanların ve çölde yaşadıkları için ancak avladıkları öbür hayvanların etleri ile beslenebilen bütün yırtıcı hayvanların ağızları kesici dişlerle ve sert azı dişleri ile donatılmıştır. Bunlar avlarına saldırdıklarında kas gücünden yararlanacakları için bacak kasları güçlüdür. Ayrıca bu bacakların uçlarında keskin tırnaklar ve pençeler vardır. Bu hayvanların mideleri de etleri ve kemikleri sindirebilen asitler ve enzimler salgılar.”

Buna karşılık geviş getiren, çayırlarda otlayarak beslenen evcil hayvanların organik sistemleri farklı donanımdadır:

“Bu hayvanların sindirim sistemleri yaşadıkları çevrenin şartlarına uyacak biçimde tasarlanmıştır. Bu hayvanların ağızları oldukça geniştir. Azı ve köpek dişleri sert yapılı ve güçlü değildir. Buna karşılık ağızları parçalayıcı, keskin dişlerle donatılmıştır. Bu sayede otları ve bitkileri çabuk yerler ve bir kerede yutarlar. Böylece yaratılış amaçları olan hisleri insana sunma imkanına kavuşurlar. Yüce Allah bu sınıfa giren hayvanların sistemlerini son derece şaşırtıcı nitelikte yaratmıştır: Bu hayvanların acele ile yuttukları otlar ve bitkiler önce “işkembe”ye iner. Burası besin deposu görevini görür. Gündelik çalışma bitip de hayvan istirahate geçince işkembede depolanan besinler midenin “börkenek” adlı gözüne iner, sonra da tekrar ağzına çıkar. Hayvan bu yutulmuş besinleri ikinci kez iyice çiğnedikten sonra midesinin üçüncü gözü olan “kırkbayır”a gönderir, besinler oradan da midenin dördüncü gözü olan “şirden”e iner.

Bu uzun sindirim işleminin amacı bu tür hayvanları korumaktır. Çünkü bunlar çayırda otladıkları sırada çoğu kere yırtıcı hayvanların saldırısına uğrama tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Bu yüzden bir an önce besinlerini elde edip hızla güvenli istirahat yerlerine çekilmek zorundadırlar.

Bilim diyor ki; geviş getirme işlemi bu tür hayvanlar için zaruri, hatta hayatidir. Çünkü otlar, selüloz zarı ile kaplı hücrelerden oluştuklarından dolayı sindirilmeleri zor bitkilerdir. Hayvan bu bitkileri sindirebilmek için oldukça uzun bir zamana muhtaçtır. Eğer geviş getirmese ve midesinde acele ile yuttuğu besinleri depo etmeye yarayacak “işkembe” denen göz olmasaydı, hayvan otlarken uzun zaman harcamak zorunda kalacaktı, bu zaman bir tam güne yakın olacak, fakat buna rağmen yeteri besini sağlayamayacaktı, üstelik çiğneyip yutma işlemleri sırasında kasları çok yorulacaktı. Oysa geviş getirme işlemi sayesinde acele ile ağzına aldığı besinleri “işkembe”sinde depoluyor, bu besinler orada biraz mayalanıp yumuşadıktan sonra hayvan tarafından tekrar ağza çıkarılarak çiğneniyor, öğütülüyor ve arkasından yutuluyor. Böylece hayvan kolayca otlamış, besinini almış ve aldığı besini sindirmiş oluyor. Bütün bu kolaylıkları tasarlayan Allah ne kadar yücedir.”

Kuşların sindirim sisteminin geriye kalan bölümü de son derece hayret verici bir yapıdadır. Dişleri olmadığı için besinlerini sindirsinler diye “kursak”la ve “taşlık”la donatılmışlardır. Kuşlar, “taşlık”larındaki besinleri sindirmelerine yardımcı öğeler olsunlar diye çakıl taşları ve sert maddeler yutarlar.”

“Amip, minik gövdeli bir canlıdır. Göl kenarlarında ve bataklıklarda ya da akar suların taşıdığı taşlar üzerinde yaşar. Gözleri yoktur, “göz lekeleri” aracılığı ile görür. Kütlesi amarftur, yani ortamın şartlarına ve ihtiyaca göre biçim değiştirir. Hareket edince vücudundan bazı çıkıntılar uzar. Bu çıkıntıları ayak gibi kullanarak istediği yere doğru gider. Bu yüzden bu çıkıntılara “yalancı ayaklar” adı verilir. Besinini bulduğu zaman onu bu çıkıntıların biri ya da ikisi ile yakalar, üzerine sindirimi sağlayıcı bir salgı akıttıktan sonra besinin yararlı öğelerini emer, yararsız artıklarını vücudunun dışına atar. Bu minik canlı sudan aldığı oksijeni kullanır ve bütün vücudu ile solunumunu yapar.”[31]

”Konuşan bir insan herhangi bir sözcüğü nasıl seslendirir?

Bu olay, çok aşamalardan geçen, çok adımları olan, çok sayıda organik sistemin işbirliğini gerektiren, bazı aşamaları halâ bilinmeyen, şu ana kadar aydınlığa kavuşturulamamış olan, son derece karmaşık bir işlemdir.

Bu işlem, bilinçte o sözcüğü söyleyerek belirli bir meramı gerçekleştirmeye yönelik bir ihtiyacın belirmesi ile başlar. Bu ihtiyaç duygusu sonra idrak alanından, ya da akıldan veya ruhtan somut bir işlem aracı olan beyne gider. Ama bu geçişin nasıl olduğunu bilmiyoruz. Sonra da bilim adamlarının söylediklerine göre beyin, sinirler aracılığı ile bu belirli sözcüğü seslendirmeye ilişkin emir verir. Sözcüğün kendisini ise insana yüce Allah öğretiyor, anlamını o belletiyor. Bu sırada akciğerler depoladıkları havanın bir bölümünü dışarıya basarlar. Bu hava bronşlardan soluk borusuna, oradan gırtlağa geçerek ses tellerini titreştirir. Bu ses telleri insan yapısı hiçbir ses aygıtının, hiçbir müzik enstrümanının tellerine benzetilemeyecek oranda şaşırtıcı bir yapıya sahiptirler. Gırtlağa gelince sese dönüşen bu hava aklın isteğine göre biçim alır. Yani yüksek olur, alçak olur; hızlı olur, yavaş olur; sert olur, yumuşak olur, bas olur, tiz olur, ya da başka bir biçime ve niteliğe bürünür. Gırtlağın yanısıra dil, dudaklar, gırtlak ve dişler de devreye girer. Ses bu organlardan geçerken çeşitli harflerin çıkış yerlerindeki özel vurguların etkisi ile biçimlenir. Özellikle dil üzerinde her harfe özgü ses tonunu sağlayan çeşitli bölgeler vardır. Buralarda belirli vurgu gerçekleşerek belirli titreşimi gerektiren harf seslendirilir.

Bütün bu aşamaların sonunda bir tek sözcük seslendirilmiş olur. Bunun arkasından cümleler, konular, düşünceler, geçmişe, şimdiki zamana ve geleceğe ilişkin duygular gelir. Bütün bunlar şaşırtıcı, tuhaf ve ayrı birer alemdirler.` İnsanın şu tuhaf ve şaşırtıcı organizmasında oluşurlar. Onları meydana getiren, Rahman olan Allah’ın sanatı ve lütfudur.”[32]

“Her iki denizden de inci ve mercan çıkar.”

İnci aslında bir hayvan türüdür. “İnci belki de denizlerin en enteresan yaratığıdır. Bu canlı denizlerin derin yerlerinde yaşar. Üzerinde, kendisini tehlikelerden koruyan kireçli bir kabuk vardır. Bu hayvanın öbür canlı varlıklardan farklı bir yapısı ve yaşama tarzı vardır. Balıkçı ağına benzer ince örgülü acayip bir ağı vardır. Bu ağ süzgeç görevi görür. Suyun, havanın ve besin maddelerinin hayvanın vücuduna girmesini sağlarken kum ve çakıl taşı gibi zararlı maddelerin girişine engel olur. Bu ağın altında hayvan ağızları bulunur. Her ağızda dört dudak vardır. Eğer bir kum tanesi, bir çakıl ya da zararlı bir canlı şu ya da bu biçimde söz konusu kabuktan içeri gererse hayvan hemen kaygan bir sıvı salgılayarak o yabancı maddeyi kuşatır, sonra bu sıvı içindeki yabancı madde ile birlikte donarak inciye dönüşür. Oluşan incinin iriliği, söz konusu yabancı maddenin hacmine göre değişir.”

“Mercan da yüce Allah’ın enteresan yaratıklarından biridir. Denizlerin beş metre ile üçyüz metre arasında değişen derinliklerinde yaşar. Vücudunun alt kısmı ile bir taşa ya da bir deniz gibi bitkisine tutunur. Vücudunun üst kısmında bulunan ağız boşluğu bazı çıkıntılarla kaplıdır. Hayvan bu çıkıntıları besinini sağlamak için kullanır. Çoğunlukla deniz böceği gibi küçük canlılardan oluşan avlar bu çıkıntılara dokunur-dokunmaz hareketsiz hale gelerek bu çıkıntılara yapışıp kalır: Sonra bu çıkıntılar kasılarak ağza doğru eğilirler. Böylece insanların yemek borusunu andıran dar bir kanaldan geçerek hayvanın vücuduna girer.

Bu hayvan üreyici hücreler salgılayarak çoğalır. Bu hücreler yumurtacıkları döller. Böylece oluşan embriyo, bir taşa konar ya da bir deniz-altı bitkisine tutunur ve bir süre sonra tıpkı diğer hayvan türlerinde görüldüğü gibi, ayrı bir canlı olur.

Yaratanın gücünün bir kanıtı olarak bu hayvanın bir başka üreme biçimi vardır. Bu üreme biçimi tomurcuklanmadır. Bu yolla meydana gelen yavru tomurcuklar anaç tomurcuklarla birlikte bulunur. Böylece mercan ağacı oluşur. Bu ağacın kalın olan gövdesi dallanma noktalarına yaklaştıkça incelir ve tepe noktasında son derece ince olur. Mercan ağacının boyu otuz santim kadar olur. Canlı mercan adaları portakal sarısı, karanfil kırmızısı, zümrüt mavisi ve koyu siyah gibi çeşitli renklerde olurlar.

Kırmızı mercan, hayvanın canlı kısımlarının yok oluşundan sonra geride kalan katı omurgadır. Bu ölü hayvanların kalkerli iskeletleri büyük koloniler meydana getirir.

Kuzey-doğu Avustralya’daki “Büyük Mercan Seddi” zincirleme kayalar oluşturan bu mercan kolonilerinin en tanınmışıdır. Bu kaya zincirinin uzunluğu bin üçyüz elli mil, genişliği ise elli mil kadardır. Bu kaya zinciri sözünü ettiğimiz küçük canlılardan oluşmuştur.”[33]

“Azot olmadan, besin kaynağı bitkilerin hiçbiri gelişemez. Azotun ekime elverişli toprağa karışmasının iki yolu vardır. Bunlardan biri; belirli bakterilerin üremesidir. Bunlar, yonca, nohut, bezelye ve bakla gibi bitkilerin köklerinin yanına yerleşirler. Bu bakteriler havadan aldıkları azotu, bitkinin emmesine elverişli olacak şekilde ayrıştırırlar. Bitkiler kuruyunca bu birleşik azotun bir kısmı toprakta kalır.

“Azotun toprağa karışmasını sağlayan bir diğer yol da gök gürlemesidir. Havada şimşek çaktığı sırada az miktarda oksijen ve azot birleşir. İşte bu birleşik azot yağmur tarafından toprağa karıştırılır. (Yani bu azot bitkilerin emebileceği şekilde toprağa iner. Yoksa bitkiler -daha önce değindiğimiz gibi- havada % 78 oranında bulunan saf azotu emecek güçte değildirler.)”[34]

“İşitme duyusu dış kulak ile başlar, nerede bittiğini ise ancak Allah bilir. Bilim diyor ki. Sesin havada meydana getirdiği titreşim kulağa aktarılır. Bu titreşimler kulak içinde belli bir düzene girerek kulak zarına çarpar. Oradan kulak içindeki bir boşluğa geçer.

“Bu boşluk burgu ve yarım daire arasında bir tür kanalı kapsamaktadır. Kanalın sadece burgu şeklindeki kısmında “Baş”ta ki işitme sinirine bağlı dört bin küçük yay vardır.

“Bu yaylardan birinin hacmi ve uzunluğu ne kadardır? Sayıları binleri bulan ve her biri özel bir yapıya sahip bulunan bu yaylar nasıl oluşmuşlar? içine yerleştirildikleri alan neresidir? Ve son derece duyarlı ve dalgalı yapıları ile o bölgede yer alan öteki kemikler. işte bütün bunlar neredeyse gözle görülmeyecek kadar küçük olan bu boşlukta yer alıyorlar. Bir kulakta yüz bin işitme hücresi bulunur. Sinirler son derece duyarlı püsküllerle sona ererler. Hiç kuşkusuz bu akıllara durgunluk veren bir incelik, insanı dehşete düşüren bir yüceliktir.”

“Görme duyusunun merkezi gözdür. Göz yüz otuz milyon ışık alıcısını içerir. Bunlar görme sinirlerinin çevresinde yer alırlar. Göz, sklera denilen dış yüzeyi sert bir tabakadan iris tabakasından, Kornca tabakasından, Retinadan ve koroid örtüsünden oluşur. Bunların yanı sıra insanı dehşete düşüren sayıda sinirler ve alıcılar mevcuttur.”

“Retina birbirinden ayrı dokuz tabakadan oluşur. Bunlardan en derinde olan çubuklardan ve konilerden oluşur. Çubukların sayısının otuz milyon, konilerin sayısının ise üç milyon olduğu söyleniyor. Bunlar gerek kendi aralarında gerekse merceklerle aralarında çok sağlam bir oranlama ile düzenlemişlerdir. Göz merceği değişik yoğunlukta bir yapıya sahiptir. Bu yüzden bütün ışınlar merceğin odağında toplanır. insanoğlu böyle bir şeyi tek türden bir maddede örneğin camda gerçekleştiremez.”[35]

”Newyork bilimler akademisi rektörü ve Amerika Birleşik Devletleri bilimsel araştırmalar kurulu eski üyelerinden A.Cressy Morrissonn “insan Yalnız Değildir:’ adlı eserinde şunları söylüyor:

“Biz bilinmeyen engin aleme yavaş yavaş yaklaşıyoruz. Çünkü anlıyoruz ki bilimsel açıdan madde, tümüyle özü elektrik olan evrensel bir sistemin görünümlerinden başka bir şey değildir. Evrenin oluşumunda rastlantının hiçbir rolü olmadığı konusunda kuşku kalmamıştır. Çünkü bu engin evren yasaların egemenliğindedir:’”[36]

“Uykunuzu dinlenme vakti yaptık. Geceyi bir örtü yaptık. Gündüzü geçiminiz için çalışıp kazanma zamanı yaptık.”

Uykunun insanoğlunun başına gelen bir alıkoyucu olması, insanı belirli bir süre zihinsel ve bedensel etkinliklerden alıkor. İnsanların vücutlarını ve sinirlerini dinlendirir. Uyanıkken çalışıp didinirken ve hayatın problemleri ile uğraşırken vücutlarının ve sinirlerinin harcadığı gücü onlara yeniden kazandırır. Ölüme ve hayata benzemeyen bir konuma yani uyku durumuna sokulmaları yüce Allah’ın planlamasının ürünüdür. Ve bütün bunlar insanın gerçek yüzünü kavrayamadığı, kendisinin iradesinin zerre kadar rol oynamadığı ve kendi benliğinde nasıl olup da meydana geldiğini gözlemlemesinin imkansız olduğu Hayret verici bir olgudur. insan uyanıkken uyku halinde nasıl olduğunu bilmez. Uykuda iken de, uykuda olduğunu kavrayamaz ve uyku durumunu gözlemleyemez. Bu durum, canlının oluşum sırlarından birisidir ve bu sırrı ancak bu canlıyı yoktan var eden, kendisine bu sırrı veren ve hayatın ı bu sırra dayalı kılan yaratıcı bilebilir. Belirli bir süre hariç hiçbir canlı uykusuz kalmaya dayanamaz. uyanık kalsın diye dıştan gelen baskıları bunalan canlı uykusuz kalmaya dayanamaz ve kesinlikle ölür.

Uykuda vücudun ve sinirlerin ihtiyaçlarım karşılamaktan başka sırlar da vardır. Uyku ruhun girmiş olduğu şiddetli hayat mücadelesinde, yapmış olduğu ateş-kestir. Öyle bir ateşkes ki, insanın başına gelir gelmez ruh, ister-istemez silahını ve kalkanını bir yana bırakır, kendini güvenli bir esenliğin, su ve ekmek gibi muhtaç olduğu esenliğin kucağına bir süre atar. Bazı durumlarda bu olay mucizeye benzer şekilde gerçekleşir. Şöyle ki, ruh yorgundur, sinirler yıpranmıştır, ruh huzursuzdur, gönül korku içindedir. İşte tam bu esnada gözlere uyku çöker. Bazen birkaç dakikayı aşmayan bu uyku, bu kişinin benliğinde tam bir değişim meydana getirir ve sadece gücünü değil, hatta tüm benliğini yeniler. Öyle bir yenilenme ki insan uykudan uyandığında adeta yeni bir canlıdır. Bu mucize açık olarak Bedir ve Uhut savaşlarında yorgun düşen Müslümanların başına gelmiştir. Yüce Allah, onlara bu mucizeyi anlatarak kendilerine verdiği nimeti hatırlatmaktadır:

“Hani Allah korkunuzu gidermek için sizi hafif bir uykuya daldırmıştı.” “Sonra o kederin ardından Allah, üzerinize içinizden bir grubu saran bir güven duygusu bir uyuklama indirdi.”[37] Birçok kimse buna benzer olaylarda bu durumu yaşamıştır.

Ayetin deyimi ile bu “sübat” yani uyku ile zihinsel ve bedensel etkinliklere ara verme, canlı varlıkların oluşumları için gerekli elemanlardan birisi, yaratıcı kudretin sırlarından bir sır ve ancak Allah’ın verebileceği nimetlerden bir nimettir. Kur’an’ın uyguladığı bu metod ile bakışların bu nimete çevrilmesi, insanın dikkatini kendi varlığının özelliklerine, bu özellikleri kendi benliğine yerleştiren kudret eline çekmekte ve insanda düşünce, tefekkür ve etkilenme uyandıracak bir dokunuşla ona dokunmakta ve etkilemektedir.”[38]

“Biz suyu döktükçe döktük.”

Suyun yağmur şeklinde dökülmesi hangi çevrede yaşarsa yaşasın, hangi derecede bilgi deneyimi olursa olsun her insanın bilip tanıdığı bir hakikattır. Bu bir gerçektir. Her insan onunla muhataptır, onunla yüz yüzedir. insanlık bilimde ilerledikçe bu ayetin anlamını daha geniş boyutlarda kavramakta ve eski dönemlerde bilinenin ötesinde bilgiler elde etmektedir. Böylece her insanın gördüğü ve hergün tekrarlanan bu yağmur hakkında insanın bilgisi derinleşmektedir.

Büyük okyanusların meydana gelişine ilişkin şu anki teorilerin doğruya en yakını, bu okyanusların önce gökte üstümüzde oluştukları, sonra yeryüzüne boşandıklarını söyleyen teoridir. Bugün ise okyanuslardan buharlaşan su, yağmur şeklinde yere inmektédir.

Çağdaş bilginlerden biri bu konuda diyor ki; “Eğer yer küresinin güneşten ayrıldığı sıradaki sıcaklığı on iki bin derece civarında idi. Veya yeryüzünün sıcaklık derecesi bu kadardı şeklindeki görüş doğru ise bu demektir ki orada tüm elementler özgür ve bağımsızdır. Bu nedenle önemli kimyasal herhangi bir oluşumun meydana gelmesi mümkün değildi. Yerküresi ya da onu oluşturan parçalar yavaş yavaş soğumaya başlayınca oluşumlar meydana geldi ve tanıdığımız gibi dünyanın hücresi oluştu, darlık oksijen ve hidrojenin birleşebilmesi için sıcaklık derecesinin dört bin dereceye düşmesi gerekiyordu. Bu noktaya gelindiğinde elementler birleştiler. Şimdi bildiğimiz su meydana geldi. Ve yerkürenin semasını kuşattı. Bu sıradan olay gerçekten korkunç büyüklükte meydana gelmiş olmalıdır. Bütün okyanuslar gökte bulunuyordu. Birbiriyle birleşmeyen elementlerin tamamı havada gaz halinde bulunuyorlardı. Atmosferin dış yüzeyinde oluştuktan sonra yere doğru inmeye başladı. Fakat ona ulaşması henüz mümkün değildi. Zira sıcaklık derecesi binlerce mil uzaklıktaki mesafeye oranla yere yaklaştıkça artıyordu. Doğal olarak suyun yeryüzüne ulaştığı tufan zamanı geldi. Ulaşıp buhar şeklinde tekrar yükseliyordu. Okyanusların havada olduğu sıralarda soğumanın ilerlemesi ile meydana gelen taşmalar gerçekten her türlü tahminin üstünde beklenenin çok ilerisinde meydana gelmiştir. Ve bu coşku patlamalarla birlikte devam edip gitmiştir:

Biz Kur’an ayetlerini bu teoriye bağlamasak ta bu teori bizim bu ayetlere ve işaret edilen tarihe ilişkin düşüncelerimizin sınırlarını genişletmektedir. Suyun bardaktan boşanırcasına dökülmesi tarihine bir boyut kazandırmaktadır. Bu teori doğru da olabilir. Yeryüzündeki suyun aslına ilişkin başka teoriler de söz konusu olabilir. Fakat Kur’an’ın hükmü her çevrede ve her nesilde yetişen tüm insanlara hükmedecek niteliğini her zaman korur.”[39]

“Soluk almaya başlayan sabaha.” ifadesi de bunun gibidir. Hatta ondan daha canlı ve daha yüklü mesaj taşımaktadır. Sanki sabah nefes Alıp veren bir canlıdır. Nefesleri aydınlık, hayat ve canlı olan herşeye sızan harekettir. Aşağı yukarı kesin söyleyebilirim ki, Arap dili ve edebiyatı bütün ifade ve anlatım gücüne rağmen sabahın bu türden bir ifadesini içermemektedir. Şafağın görünmesi, açık olan kalplere onun bilfiil nefes aldığı duygusunu vermektedir. Sonra bu ifade geliyor, açık olan kalbin hissettiği bu gerçeği tasvir ediyor.”[40]

”İnsanın bedensel yapısını meydana getiren en genel sistemlerin her biri Hayret verici güzelliktedir. İnsanların karşılarında durup dehşete kapıldığı insan yapısı ile sanat ve sanayi güzelliklerinin bütün Hayret verici ürünleri asla karşılaştırılamaz. Bunlar: İskelet sistemi, kas sistemi, cild sistemi, sindirim sistemi, kan dolaşımı sistemi, solunum sistemi, üreme sistemi, bezler sistemi, sinir sistemi, boşaltım sistemi, tad alma sistemi, koklama, işitme ve görme sistemleridir. İnsanlar insan yapısı sanatlara yönelmekte fakat incelikleri, derinlikleri ve büyüklükleri her türlü takdirin üstünde olan bu sistemleri unutmaktadırlar! “İngilizce yayınlanan Bilimler Dergisinde deniyor ki: İnsan eli eşsiz, Hayret verici doğal güzelliklerin başında yer almaktadır. Sadeliği, gücü ve hızlı uyum sağlaması yönünden insan elinin işlevini görecek bir makinayı yapmak gerçekten çok zordur, hatta imkansızdır. Mesela bir kitap okumak istediğinde onu elinle rahatlıkla alıyorsun. Sonra onu okumaya en uygun biçimde indiriyorsun. İşte onu doğru biçimde ve otomatikmen yerleştiren bu eldir. Kitabın bir sayfasını çevirmek istediğinde parmaklarını yaprağın altına koyuyor ve üzerine basıyor. Hem de kağıdı çevirerek derecenin ne altında ne de üstünde bir biçimde. Sonra yaprağın çevrilmesiyle baskıya son veriyor. Kalemi tutan ve onunla yazı yazanda eldir. İnsanın günlük hayatında kaşıktan bıçağa ve daktiloya varıncaya kadar tüm adet ve edevatı kullanan. Pencereleri açıp kapatan ve insanın her istediğini kaldırıp taşıyan da eldir. her iki el yirmiyedi kemikten ve onyedi kas sisteminden oluşmaktadır.”

“İnsan kulağının (orta kulak) küçük bir kesimi yaklaşık dört bin kadar ince ve karmaşık kıvrımdan meydana gelen, şekil ve hacim bakımından Hayret verici bir düzene sahip bir kompleksten oluşmaktadır. Bu kıvrımların bir musiki aletini andırdığını söylemek mümkündür. Öyle anlaşılıyor ki bunlar gök gürültüsünden, ağaç hışırtısına kadar meydana gelen her sesi ve gürültüyü herhangi bir şekilde Alıp beyine aktaracak biçimde hazırlanmıştır. Ayrıca orkestradan veya kendi düzenli bütünlüğü içinde her müzik aletinin çıkardığı tüm sesleri birbirinden şahane biçimde ayarlayacak yapıdadır.”

“Gözdeki görme duyusunun merkezi, ışığı karşılayan yüz otuz milyon sinir uçlarından meydana gelmiştir. Kirpiklerle beraber göz kapakları onu, gece gündüz korumaktadır. Göz kapağının hareketi refleks halindedir ve gözü topraktan,mikroplardan ve yabancı maddelerden korumaktadır. Kirpikler meydana getirdikleri gölge ile güneş ışınlarının keskinliğini kırmaktadırlar. Göz kapaklarının hareketi, bu korumanın yanında gözün kurumasını da engellemektedir. Gözü kuşatan ve gözyaşı adı verilen salgıya gelince bu göz için en güçlü en etkili temizleyicidir.”

“İnsandaki tat alma cihazı dildir. Dilin bu eylemi içinde epitelyum hücreleri bulunan tat alma, hücrelerinin dilin üzerinde oluşturduğu kaygan dokularla gerçekleşir. Bu dokuların değişik şekilleri vardır. Bunların bir kısmı ipliksi, bir kısmı mantarsı, bir kısmı ise mercimeksidir. Bu dokular, tad alma sinirlerini ve dilin damarlarını beslemektedir. Yeme esnasında tat alma sinirleri etkilenmektedir ve bu etkiyi beyne iletmektedir. Bu cihaz ağzın girişindedir. Böylece insanın zararlı olduğunu hissettiği bir şeyi hemen dışarı atması mümkün olmaktadır. İnsan bu cihazla acı ve tatlıyı, soğuk ve sıcağı, tuzlu ve tuzsuzu, zehirli ve benzeri şeyleri hissetmektedir. Dil, küçük, ince tad alma hücrelerinden dokuz binini ihtiva etmektedir ve bu hücrelerin herbiri birkaç sinirle beyine bağlıdır. Buna göre sinirlerin sayısı kaçtır, hacimleri nedir, tek olarak nasıl çalışırlar, beyinde duyuyu nasıl toplayıp oluştururlar, bilmiyoruz.”

Vücudun her tarafını bütünüyle kuşatan sinir sistemi, vücudun her tarafından geçen ince ve kendisinden daha çok başkalarına bağlı olan ince, küçük duyarlılık hücrelerinden oluşmaktadır. Bunlarda, merkezi sinir sistemine bağlıdırlar. Vücudun herhangi bir tarafı etkilendiğinde isterse bu etkilenme insanı kuşatan havanın sıcaklığında ufak bir değişme olsun bu durumda sinir hücreleri bu duyguyu vücuda yayılmış olan merkezlere iletirler. Bunlar da duyuyu beyne iletirler. Böylece beynin gerekli tepkiyi göstermesi sağlanır. Sinirlerdeki işaretlerin ve uyarıların hızı saniyede yüz metreye ulaşır.”

“Sinir sistemine baktığımızda onun bir kimya labaratuarındaki bir işlemi andırdığını görürüz. Yediğimiz yemeklere baktığımızda onların Hayret verici maddelere dönüştüğünü farkeder ve orada meydana gelen işlemin gerçekten Hayret verici olduğunu kesin anlarız. Çünkü burada midenin kendisi dışında hemen hemen herşey yenir.

Önce bu kimya lâboratuarına bir kaç çeşit basit yiyecek maddelerini koyalım ve bu konuda lâboratuarın kendisine ait düzenini hiç göz önünde bulundurmayalım. Sindirme kimyasının onları nasıl ayrıştırdığını düşünmeyelim. Biz birkaç et parçası, fasulye buğday ve kızartılmış balık yiyoruz. Sonra da bir miktar su içiyoruz.

Mide bu karışımın arasındaki yararlı maddeleri seçip almaktadır. Yemeğin her çeşidini ezmekte ve onları kimyasal bölümlerine ayırmaktadır. Geri kalanını yeni proteinlere dönüştürmektedir. Bunlar değişik hücrelerde gıdalar haline gelmektedir. Sindirim sistemi bu sırada kalsiyum, kükürt, iyot, demir ve diğer bütün zaruri maddeleri seçmektedir. Ve bu sırada öz maddelerin zayi olmamasına özen göstermekte, hormonların üretilmesine imkan sağlamakta ve hayat için gerekli olan tüm ihtiyaçların düzenli ölçüler içinde ve her zaruri ihtiyacın hazır hale gelmesine dikkat etmektedir. Açlık gibi herhangi bir geçici durumu karşılamak amacı ile yağ ve diğer ihtiyati maddeleri depo etmektedir. Bütün bunları insan düşüncesinden ve onun yorumundan habersiz yapar. Biz sayılamayacak derecede çok olan bu maddeleri bu kimyasal lâboratuara döküyoruz ve yaklaşıl; olarak bütünü ile yaptığımız işlerden sarfınazar ediyor gerisine karışmıyoruz. Böylece hayatımızın devamı için gereken otomatik bir işlem saydığımız bu faaliyete sırtımızı dayamış oluyoruz. Bu yiyecekler sindirilip ve yeniden hazırlanıp sürekli olarak milyonlarca hücreye dağıtılır. Bu hücrelerin sayısı yeryüzündeki bütün insanların sayısından fazladır. Her hücreye ulaştırılması gereken bu kesin maddelerin sürekli ve tek tek her hücreye ulaştırılması gerekmektedir. Ve bu belli düzenin ihtiyaç duyduğu maddelerin dışında başka şeylerin ona götürülmemesi gerekir. Bu kesin maddelerinde kemik, tırnak, et, saç, göz ve diş yapacak olan her hücreye kendisine has besinlerin ulaştırılması gerekir.

Demek ki burada insan zekasının icat ettiği en mükemmel labaratuvarda daha çok maddelerin elde edildiği bir kimya lâboratuarı bulunmaktadır. Yine burada şu ana kadar dünyanın tanıdığı nakil ve dağıtım düzenlerinin çok ilerisinde bir dağıtım düzeni vardır. Burada herşey son derece düzenli bir şekilde gerçekleşmektedir.”[41]

”Su örümceklerinden biri, kendisi için, örümcek ağı ipliğinden balon şeklinde yuva yapar ve onu suyun altında bir yere bağlar. Sonra su yüzüne çıkar ve gayet ince bir ustalıkla vücudunun altındaki kıllar arasında bir hava kabarcığı saklayarak suyun içine dalar. Hava kabarcığını yuvasının altına bırakır. Bu işi defalarca tekrar eder, nihayet balon biçimindeki yuva şişince içine girip yavrular. Şu örümceği, bu balon içinde hava cereyanlarından emin olarak yavrularını büyütür. Burada dokuma, mühendislik, inşa ve havacılık ilimlerinin bir sentezi ile karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz.

Yavru halindeki “som” balığı yıllarca denizde yaşar. Fakat birgün gelir doğduğu nehre döner. İşin enteresan tarafı “som” balığının, içinde doğduğu nehir kolunun büyük nehirle birleştiği yerden içe doğru girmesidir. Belki bu nehrin iki tarafında bulunan iki Amerikan eyaletinden birinde kanunlar kesin, diğerinde gevşektir, fakat kanunlar, nehrin sadece bir kıyısını tercih ettiğini söyleyebileceğimiz som balığına göre mutlak manada kesindir. Peki, bu balığı o kadar ince ve titiz hesaplarla doğum yerine döndüren şey nedir? Doğduğu yer istikametinde yüzmekte olan som balığı nehrin başka bir koluna nakledilse yanlış yolda olduğunu fark eder ve ana nehre ulaştıktan sonra yolunu değiştirerek asıl gideceği yere yönelir.

Bu konuda çözüm bekleyen daha güç bir bilmece vardır; yukarıda anlattığımız hareketin tanı aksini yapan yılan balıklarının macerası. Bu Hayret verici yaratıklar, olgunluk çağına erişince, bulundukları çeşitli göl ve nehirlerden göç etmeye başlar. Söz gelimi Avrupa’da bulunan yılan balıkları denizde binlerce kilometre seyrettikten sonra, hepsi de Bermudanın güney açıklarındaki dipsiz derinliklere gider. Burada yavruladıktan sonra ölür. Yavru balıklar, engin denizin ortasında hiçbir şeyden haberi olmayan o hayvanlar da yolculuğa çıkar. Ölmüş annelerinin geliş yolunu bularak onların geldikleri sahile varırlar. Orada da kalmayarak eskiden annelerinin yaşadığı nehri, gölü veya su birikintisini bulurlar. Böylece suyun her bir zerresi yılan balığıyla tanışmış olur. Düşünelim ki, bu hayvan buraya gelebilmek için en kuvvet!i akıntılara göğüs germiş, bütün deniz kabarmaları ve kasırgalarına mukavemet göstermiş ve birçok azgın dalgalarla boğuşarak onları yenmiştir. Şimdi artık gelişebilir. Nihayet birgün olgunluk çağına gelince gizli bir kuvvet onu dönmeye, geldiği yere doğru tekrar yola çıkmaya sevk eder.

O halde yılan balığına böyle yön veren kuvvet nereden doğmaktadır? Şimdiye kadar hiçbir Amerikan yılan balığı Avrupa sularında yakalanmadığı gibi hiçbir Avrupa yılan balağına da Amerika sularında rastlanamamıştır. Tabiat Avrupa yılan balağının gelişmesini diğerlerine nispetle bir veya birkaç yıl daha geciktirmiştir ki yürüyeceği uzun mesafe için gerekli kuvveti kazanmış olsun.

Ne dersiniz, maddenin en küçük parçaları, atomlar ve moleküller, yılan balığını teşkil etmek için bir araya geldiklerinde, bunlarda bir yön verme şuuru ve icra için gerekli bir irade gücü mü doğmaktadır, acaba?

Rüzgarın dişi bir kelebeği üst kattaki odanızın penceresinden içeriye attığını düşünelim. Dişi kelebek hemen gizli bir işaretle erkeğine haber verir. Erkek kelebek ne kadar uzakta bulunursa bulunsun bu işareti Alır ve karşılığını verir. Siz bu iki kelebeği şaşırtmak için ne yapsanız faydasızdır.

Acaba bu çelimsiz ve cılız yaratığın verici ve radyo istasyonu ve erkeğinin de antenli bir alıcı radyosu mu vardır, yoksa dişisi, havayı titreştiriyor da öteki bu titreşimleri mi alıyor?

Istakoz gibi birçok hayvan vardır ki, sözgelimi, pençelerinden birini kaybedecek olsa vücudundan parça koptuğunu farkeder, hücrelerini çalıştırmak ve bakiye unsurlarından faydalanmak suretiyle hemen kaybolan organı yerine getirmeye koyulur. Organ tam olarak yerine gelince hücrelerin çalışması durur, çünkü hücreler, bilinmeyen bir yolla işi bırakma zamanının geldiğini anlar.

Tatlı su polipi ikiye ayrıldığı zaman, bu parçalardan biri yoluyla yeniden teşekkül etme imkanını bulur. Solucanın başını kesecek olursanız hemen yeni bir baş imal ettiğini görürsünüz. Biz insanlar da yaralarımızı iyileştirme imkanına sahibiz. Fakat operatör -gerçekten olabilecekse- hücreleri harekete geçirip de yeni yeni kollar, tırnaklar… Ve sinirler elde etme imkanına ne zaman kavuşacaklardır?

Burada “yeniden yaratma” bilmecesine bir parça ışık tutan müthiş bir gerçek vardır: Hücreler ilk gelişimi sırasında bölünecek olursa, bölünen her parça tam bir canlı meydana getirme kudretine sahip olmaktadır. O halde ilk hücre iki ayrı parçaya ayrılırsa her bir parçadan ayrı ayrı fertler oluşur. İkizlerin birbirine benzemesi bu olayla izah edilebilir. Fakat hadiseden daha önemli bir netice çıkarmalıyız: Demek ki başlangıçta mevcut olan her hücre bütün ayrıntılarıyla türünün tam bir ferdi olabilmektedir. O halde hiç şüphe yok ki sen her hücre ve dokuda aynen sensin.”[42]

“Bu insanlar bakmıyorlar mı develerin nasıl yaratıldığına?” Deve arap insanının ilk başta gelen hayvanı idi. Onun üzerinde yolculuğa çıkar, onun üzerinde yüklerini taşırlardı. Sütünü içerler, etini yerlerdi. Yününü örüp, derisini yaygı olarak kullanırlardı. Yani deve onların ilk hayat kaynağı idi. Sonra devenin öteki hayvanlardan ayrı özellikleri de vardı. Bunca kuvvetine, cüssesine ve güçlü yapısına rağmen deve boyun eğen bir hayvandır, bir küçücük çocuk çeker götürür onu, o da boyun eğer. Çok büyük yarar sağlaması ve iş görmesine rağmen az masraflı bir hayvandır. Beslenmesi kolaydır, yetiştirilmesi için harcanan emek yok denecek kadar azdır. Evcil hayvanlar içerisinde açlığa, susuzluğa, yorgunluğa ve kötü hayat şartlarına en çok dayanabilen hayvandır. Bir de az ilerde belirtileceği gibi, devenin şeklinin gözler önündeki doğal tablo ile uyum sağlaması bakımından da bir farklılığı vardır.

Bunun için Kur’an-ı Kerim, dinleyenlerin dikkatini, önlerinde bulunan ve yeni bir bilgiyi ve haberi gerektirmeyen devenin yaratılıyı düşünmeye çekiyor. “Bu insanlar bakmıyorlar mı develerin nasıl yaratıldığına?” Devenin yaratılışına ve vücut yapısına bakmazlar mı onlar? Sonra da üşenmezler mi? Deve görevini yerine getirmeye uygun olan şu biçimi ile nasıl yaratılmıştır? Yaratılış gayesini yerine getiren, yaşadığı çevre ile ve görevi ile uyumlu olarak bu biçimi ile nasıl biçimlendirilmiştir. Onu yaratan kendileri değildir. Kendi kendini de yaratmış olmayacağına göre, geriye kala kala eşsiz sanatı olan bir yoktan var edicinin yaratması sonucu var olmaları kalıyor. Ki o yaratıcının sanatı kendi varlığına delil olup varlığını kesin olarak göstermektedir ve O’nun herşeyi yönettiğini ve planladığını göstermektedir.”[43]

Ana rahmine düşen ilk hücre, orada bomboş, hareketsiz olarak durmaz. Aksine hemen -Rabbinin izni ile orada yaşayıp beslenmek için kendine uygun ortamı hazırlamak uğruna çalışıp çabalamaya, uğraş vermeye başlar. O karanlık dünyadan çıkış kapısına ulaşıncaya kadar bitip tükenmeyen bir uğraştır bu. Ardından annenin çektiği doğum sancısının yanında, yavrunun bizzat kendisinin de aynı sancıdan neler çektiğini Allah bilir. Ana rahmindeki bu çocuk dünya ışığını görür görmez öyle bir basınç ve itilme ile karşılaşır ki Rahim denilen o küçücük alemin kapısından çıkarken neredeyse boğulacak gibi olur.

İşte bu andan itibaren en yorucu çaba ve en acı çile başlar. Çünkü ana rahmindeki bu çocuk şimdi hiç alışık olmadığı havayı teneffüs etmeye başlar. ilk kez ağzını ve ciğerlerini açar. Çığlıklar içinde nefes Alıp vermeye başlar. Bu çığlıklar sanki dünya hayatının başlangıcının çilelerinin işaretlerini verir gibidir! Sindirim sistemi ve kan dolaşımı daha önce alışılmayan bir biçimde çalışmaya başlar. Barsakları bu yeni reaksiyona alışıncaya dek gıda artıklarını dışarı çıkarmak için neler çeker! Bundan sonra attığı her adım çile, yaptığı her hareket yorgunluk üstüne yorgunluk, bitkinlik üstüne bitkinliktir. Emeklemek isteyen, yürümeye çalışan bir çocuğu izleyen onun bu basit hareketleri yapmak için ne çileler çektiğini kendi gözleri ile görür.

Dişleri çıkarken çile, ayakta dengede durmak ayrı bir zahmettir. Düşmeden adım atması meşakkat, öğrenmesi yorgunluk, düşünmeyi öğrenmesi ayrı bir çiledir. Yani her yeni tecrübesi emeklemek ve yürümek gibi ayrı bir çiledir.

Daha sonra yollar ayrılır, zahmetler çeşitlenir. Kimi kas gücü ile yorulur. Kimi zihin gücü ile didinir durur. Kimi ruhu ile çaba harcar, kimi bir lokma ekmek ve bir hırka giymek için ter döker. Kimi binini ikibin, yapmak onbin’ini yüzbine çıkarmak için didinir durur. Kimi makam ve mertebe için kendisini parçalar. Kimi de Allah yolunda yorulur. Kimi de şehvet ve arzu peşinde koşar. Kimi inanç sistemi ve islam davası için ter döker. Kimilerin yorgunluğunun sonu cehennemdir. Kimilerinin ki ise cennettir. Kısacası herkes yükünü omuzuna almış taşımaktadır. Herkes Rabbine giden yolda basamak basamak çilelere göğüs gererek yükselmektedir ve en sonunda da Rabbine kavuşacaktır herkes. Orada en büyük acı günahkârların, en muazzam rahatlık da mü’minlerin olacaktır.

Doğrusunu söylemek gerekirse, dünya hayatının yapısı yorgunluktur. Şekli ve nedenleri değişebilir ama son tahlilde hepsi de yorgunluktur. Zararlıların en zararlısı dünyanın yığın yığın çilelerine katlanan, sonunda ise çektiği çilelere karşılık öbür dünyada en yorucu ve en acı felaketlerle karşılaşan kimsedir. Bahtlıların en bahtlısı ise Rabbine giden yolda zâhmetlere ve çilelere göğüs gerip yorulan, sonunda ise, kendisinden öbür dünyanın meşakkatlerini Alıp götürecek iyi amellerle Rabbine kavuşan ve yüce Allah’ın gölgesi altında kendisine en büyük rahatı sağlayacak, salih amellerle O’na ulaşan mü’mindir.”[44]

-“Sizi tek bir nefisten yarattı, sonra da ondan kendi eşini var etti ve sizin için..

davarlardan sekiz çift indirdi.Sizi annelerinizin karınlarından, üç karanlık içinde,bir yaratılıştan sonra (bir başka) yaratılışa (dönüştürüp) yaratmaktadır. İşte Rabbiniz olan Allah budur;mülk de O’nundur.O’ndan başka ilah yoktur.Buna rağmen nasıl çevriliyorsunuz?”[45]

“Üç perde; ana karnı, ana rahmi ve zardır.”

“Doğurana ve doğurduğuna andolsun ki,”[46]

“Bir bitkiyi düşünelim. Gelişme aşamalarında bir tohum, nelerle boğuşur. Atmosferin etkilerine göğüs gerer. Çevresinde bulunan elementlerden gıdaları emmeye çalışır. Sonunda dallı-budaklı bir ağaç olur. Kendisi gibi tohum ya da tohumlar vererek kıvama gelir. Ve hoş manzarası ile kainatı süsler. İşte bir tohum bu aşamaya gelmek için ne çilelere göğüs gerer! Şimdi, bu söylenenleri aklımızın bir köşesine koyup, bitkiler dünyasından, hayvanlar ve insanlar alemine eğilirsek, doğuran ile doğan canlının daha büyük çilelere katlandıklarını görürüz. Ve her iki canlı dünyasının kendi türünü koruma uğruna ve şekilleri ile kainatın güzelliğini saklamak için çok daha fazla çilelere ve meşakkatlere katlandıklarını görürüz: ‘

Yüce Allah insan denen yaratığın hayatında değişmez bir gerçeği pekiştirmek, üzerine dikkat çekmek için “doğuran ve doğan” üstüne yemin ediyor.

Yüce Allah insan denen yaratığın hayatında değişmez bir gerçeği pekiştirmek, üzerine dikkat çekmek için “doğuran ve doğan” üstüne yemin ediyor.

“Biz insanı birtakım zorluklar, zahmetler ve sıkıntılar içinde yarattık.” Biz insanoğlunu, bitip tükenmez, meşakkat, sıkıntı, çaba, çile, mücadele ve uğraşı ile meşgul olmak üzere yarattık. Nitekim yüce Allah başka bir surede buyurur: “Ey insan! Sen Rabbin için çalışıp çabaladın, artık O’na-kavuşmaktasın.” [47]

Çapı bir mm. olan ipek ipliği,aynı kalınlıktaki bir çelik telden beş kat daha sağlamdır.Ve kendi uzunluğunun dört katı kadar esneyebilmektedir.İpek hafif olup,dünyanın çevresi boyunca uzatılacak bir ipek ipliğinin ağırlığı sadece 320 gram gelmektedir.

-” Anne Sütünün Oluşumu: Doğumdan sonra anne beyninde bulunan Hipofiz adlı salgı bezinden salgılanan prolakdin adlı maddenin uyarısıyla annenin memelerinde süt yapımı başlar. Bebeğin memeyi emmesi sırasında beyindeki merkezden oksitosin denilen hormonun salgılanmasıyla süt kanalları kasların kasılmasıyla kasılmasını sağlayarak sütün dışarı akmasını sağlar. Memeden geçen her 300 mililitre kandan 1 mililitre süt oluştuğu hesaplanmıştır. “[48]

-“İnsan vücudunun nehirleri olan damarlarında dolaşıp akan kana bakalım. Kanımızda vazifeleri farklı olan üç çeşit kan hücresi vardır.

-İlki alyuvarlar: Kanımıza kırmızı rengi verir. Bir metreküp kanda 4-5 milyon kadar alyuvar vardır. Alyuvarlar, vücudumuzun ihtiyacı olan oksijeni hücrelere ulaştırır. Alyuvarlar, genel olarak 100-120 gün kadar vazife gördükten sonra ölürler. Kandaki alyuvar sayısını korumak için, vücut her saniyede 10 bin alyuvar üretmek zorundadır.

İkincisi akyuvarlar: Bir milimetreküp kandaki akyuvar sayısı 4-10 bin civarındandır. Akyuvarlar vücudumuzu mikroplara karşı korurlar. Hastalık şiddetlendiği zaman sayıları artar ve bir milimetreküp kandaki sayısı 10 bin den 30 bine kadar yükselir.

Üçüncü olarak ta trombositler vardır. Bunlardan bir milimetreküp kanda 300 bin tane bulunur. Trombositler kanın pıhtılaşmasını sağlayarak kanamayı durdururlar. Eğer trombositler olmasaydı, vücudumuzun her hangi bir yeri kanadığında kan durmayacaktı. “

“Dünyamızdan saniyede 16 milyon ton su buharlaşır. Ve dünyanın dört bir yanına dağılır. Böyle bir sıcaklığı kömür yakarak sağlamaya çalışsa idik 410 000 000 000 000 000 bu kadar ton kömürü her saniye yakmamız gerekecekti. Allah’a hamd olsun güneşin yüzeyindeki 6000 derecelik sıcaklık bizleri böyle üstesinden gelemeyeceğimiz bir zahmetten kurtarıyor.”yeni Ufuk.

-”Güneşin yüzey ısısı 6000 kelvin derecedir. Bu sıcaklıktaki bir toplu iğne başı, insanı 150 kilometreden öldürebilir. “

-İpek böceği dünyanın etrafını üç kere dolanacak şekilde ördüğü ipin toplamı bir kilo tutar.İnce ve çelikten beş kat fazla sağlam ve de esnektir.

-”Kara deliğin sırrı!

Astronomlar evrenin oluştuğu zamanlara ait olduğu düşünülen dev bir kara deliğin kütlesini ölçmeyi başardı. Kara delik dünyadan bir trilyon büyük”[49]

” NASA: Göktaşı Dünya’ya çarpmayacak

Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi, 2002 NT7 adlı göktaşının 1 Şubat 2019’da Dünya’ya çarpma ihtimalinin çok düşük olduğunu açıkladı.
Liverpool’daki John Moores Üniversitesi’nden Dr. Benny Peiser, ilk olarak 5 Temmuz gecesi New Mexico’daki gözlemevince saptanan 2002 NT7 katalog numaralı gökcisminin, Dünya ile çarpışma ihtimali içeren rotada bulunduğunu ve 1 Şubat 2019’da Dünya’ya çarpabileceğini söylemişti.
Peiser, parlaklığı gözönüne alındığında 2 kilometre genişliğinde olduğu tahmin edilen NT7’inin Dünya’ya çarpma olasılığının 60 binde bir olduğunu belirtmişti. İngiliz bilim adamları, NT7’yi bugüne kadar tespit edilen en tehlikeli göktaşı olarak nitelendirmişti.
Araştırmacılar, Güneş’in çevresindeki dönüşünü 837 günde tamamlayan NT7’nin, 1 Şubat 2019’da Dünya’ya çarpma hızının saniyede 28 kilometreye ulaşabileceğini, bu hızın bir kıtayı yok edecek seviyede olduğunu ve küresel iklim değişikliklerine yol açabileceğini tahmin ediyor.

” Gökbilimciler, Samanyolu galaksisi içinde, Güneş’ten farklı bir yıldızın etrafında dönen 100. gezegenin keşfi üzerine, galaksimizde milyarlarca dünya olabileceğini söylüyorlar.Carnegie Enstitüsü Gezegen Araştırma Programı’nda çalışan gökbilimcilerin dev teleskopla keşfettikleri yeni gezegenin, 293 ışık yılı uzaklıktaki HD 2039 yıldızı etrafında döndüğü belirtildi.100. gezegenin keşfinden sonra bilim adamları, Samanyolu galaksisinde kaç gezegen olduğu ve bunların kaçının Dünya gibi olduğu konusunu tartışmaya başladılar. Bilim adamları, her iki soruya da milyarlarca yanıtını veriyorlar.
Araştırmacılara göre, galaksimizde 300 milyar civarında yıldız varsa 30 milyar kadar da gezegen sistemi olabilir ve bu sistemlerin büyük çoğunluğu, Dünya gezegeni gibi dünyaları kapsayabilir. Samanyolu’nun ortalama çapı 100 bin ışık yılı, bir ışık yılı ise 9.5 trilyon kilometre.”

”Güneş Sistemi’nin de içinde bulunduğu Samanyolu üzerinde dört yıldır yapılan incelemeler sonuç verdi. 500 milyon yıldızın araştırılması sonucu galaksimizin haritası çıkarıldı. Böylece Samanyolu’nun bütünlük içinde portresi ilk kez resmedilmiş oldu 2MASS adlı araştırma sonucunda ortaya çıkarılan bu perspektif sayesinde galaksimizin merkezindeki yeni keşfedilen yıldızlar da haritanın içinde gösterilebiliyor. Böylece bugüne kadar ancak teorik olarak ifade edilebilen yıldızların varlığı da kanıtlanmış oldu.[50]

-“Yeni bir insanın yaratılmasının sebebi olacak spermler erkek vücudunun ‘dışında’ üretilir. Bunun sebebi üretimin ancak vücut ısısının yaklaşık 2 derece altında gerçekleşebilmesidir. Bu ısının sabitlenmesi için bir de testis üstüne yerleştirilmiş özel deri çalışır. Bunun fonksiyonu soğukta büzüşerek, sıcakta ise terleyerek gerekli olan ısıyı sabit tutmaktır. Testislerde dakikada ortalama 1000 adet üretilen spermler erkeğin testislerinden kadının yumurtalarına doğru yapacağı yolculuk için özel bir dizayna sahiptir; baş, boyun ve kuyruktan oluşur. Kuyruğu bir balık gibi ana rahminde ilerler.

Bebeğin genetik şifresinin bir bölümünü barındıran baş kısmı özel bir koruyucu zırhla kaplanmıştır. Bu zırhın faydası anne rahminin girişinde farkediliyor: Buradaki ortam -annenin mikroplardan korunması amacıyla- son derece asitlidir.

Erkekten rahme atılan sadece milyonlarca sperm değildir. Meni birbirinden farklı sıvıların karışımından oluşur. Bu sıvılar spermlerin gerek duyduğu enerjiyi karşılayacak olan şekeri içerir. Ayrıca baz özelliğiyle ana rahminin girişindeki asitleri nötralize etmek, spermin hareket edeceği kaygan ortamı sağlamak gibi görevleri vardır. Spermler yumurtaya varana kadar annenin vücudunda zorlu bir yolculuk geçirirler. Kendilerini ne kadar savunurlarsa savunsunlar, 200-300 milyon spermden yumurtaya ulaşanların sayısı bini pek aşamaz.”

-“Son araştırmalar bir RNA molekülünün 20 milyon bilgi taşıdığını söylüyor. Bu durumda belki de milyonlarca yıllık bir bilgi birikimine sahip alt beyin sistemi, tabiidir ki pek çok öğretide bir mikrokozmos olarak tanımlanacak.”[51]

-“İnsan beynini meydana getiren ve nöron diye isimlendirilen 120 milyar hücre her beyinde farklı bir dizilim oluşturur. Her beyinde farklı olan bu dizilim modeli, yani beyindeki biyoelektrik kanallarının dizilimi, beyin ağları, bireyin kişiliğini çizer. İşte bu dizilim ve bağlantı modeli, “beynin programı” diye ifade edilir.

Beyin ilk temel programlamaya ana rahminde iken maruz kalır ve anatomik gelişmesini doğumdan hemen sonra tamamlar. Nöronlar ile onların kol ve uzantıları olan aksonların birbirleriyle bağlantıları, doğumdan önce her beyinde farklı bir biçim alır. Bu model, doğumla birlikte kesinleşir ve bireyin ömrü boyunca hiçbir değişikliğe uğramaz. Ayrıca, hiçbir beyin hücresi de yenilenmez.”[52]

-“Mevlana’nın Mesnevide “Aklı Küll” dediği şey’in “Kollektif Bilinçaltı” olduğu düşüncesindeyim.(Sory Jung) Bu bakımdan bilinçaltı insanın bildiği aklı dışındaki aklıdır. Hipnoz da normalde farkına varamadığımız bu aklı kullanmaktır.”

-“Yani aslında içimizdeki ben dışımızdaki benden gerçekte çok daha aktif ve çoğu zaman ipler içimizdeki benin elindedir. Sayın Doç. Dr. Nusret Kaya ” % 28’lik üst beyin hücreleri hiçbir zaman % 72’lik alt beyin hücreleriyle başa çıkamaz.” diyor. Bunun için biz aslında alt beynimizin hakimiyeti altındayız. Bazıları ise tamamen bilinçaltının kontrolü altına girebiliyor. Bu durumlara da psikotik durumlar deniliyor. Her şey tamamen bilinçaltının kontrolü altında olduğundan psikotik hastaların tedavi başarı yüzdesi de bu nedenle çok düşük olmaktadır.”

Eğer bilinçaltına girilebilirse tüm bilgi ve hatıralara da ulaşılmış ve bir çok problemler kökünden çözülme yoluna gidilmiş olur.Özellikle psikolojik hastalıklara tedavi getirilebilir.

-İnsanların hayatlarındaki değişim ve dönüşümler,ölüm ve doğum gibi oluşumlar bir boyut değiştirmek midir?

-“1920’lerde Edwin Hubble,Evrende bizden çok büyük hızlarla uzaklaşan milyonlarca galaksi bulunduğunu keşfetti.Daha sonraki gözlemler,bizden en uzak galaksilerin bizden en yüksek hızlarla,daha yakındakilerin ise daha küçük hızlarla uzaklaştığını gösterdi.Bu,eğer evren devasa bir patlama,bir “Big Bang” ile oluştuysa beklediğimiz tablonun aynısıdır.Patlamanın en hızlı fırlattığı parçalar daha yavaş fırlatılan parçalara göre uzayda daha uzağa giderler.Hubble,ayrıca bir galaksinin uzaklığı ile hızının arasındaki oranın sabit olduğunu buldu.”[53]

-“Bir kara delik o kadar çok sıkıştırılmış maddedir ki yakınlarına gelen her şeyi içine çekip hapseden inanılmaz güçteki çekim kuvvetinden başka kendisinden hiçbir şey kalmamıştır.”[54]

-“Hiç düşündünüz mü,üzerinde oturduğunuz sandalye,yediğiniz elma neden dağılıp gitmez?Onları neyin bir arada tuttuğu aynı zamanda bir çok arkadaşlığı ve evliliği de açıktır:Zıt kuvvetlerin birbirini çekmesi olgusu.Elbette burada bahsettiğimiz,uzun ve kısa,ya da içine dönük ve dışına dönük gibi kavramlar değil,pozitif ve negatif elektrik yükler.”[55]

-“Elmas ve grafitin ise daha çok ortak özelliği vardır.Her ikisi de karbon elementinin saf formlarıdır.Fakat karbon atomları kendilerini her ikisinde çok değişik organize ettiği için birbirlerinden bu kadar farklı görünürler.Bildiğimiz kadarıyla elmas,karbon atomlarının en kararlı dizilişidir.”[56]

Hayatında kararlı olan insanda,elmas değerinde bir insandır.

-“Göllerdeki ve okyanuslardaki su donduğu zaman buz yüzeyde toplanır.Bu ise balıkların ve diğer canlıların buzun altında hayatta kalmasını sağlar.Eğer buz batsaydı,okyanuslar katı olarak donacaktı ve dünyada hayat hiçbir zaman gelişemeyecekti.Bu ise”Su her yerde su,ama içmeye tek damla yok.”sözünü anlamlandıracaktı.”[57]

-Hayvanlar hayat şartlarına uymak üzere,bulunduğu yere ve eşyaya göre şekil alma olan Kamuflaj sistemi içerisinde yaratılmışlardır.Herşeye uyum sağlamaktadırlar.

-Kâinatta otomatiğe bağlanmış gibi,tam bir Ekolojik denge mevcuttur.Özellikle dünya sürekli olarak kendisini yenilemektedir.Tıpkı yeni açılan bir bilgisayarın önce tüm proğramları tekrar gözden geçirip kontrol etmesi,silinen dosya veya proğramlar varsa bunu bildirmesi kabilinden,dünyamızda da bir yandan kendisini dengeleyen bir denge,düzen,yenileme sistemiyle bareber,meydana gelen olumsuzlukları da çeşitli vesilelerle duyurmaktadır.

Tüm varlıklar bu ekolojik dengenin birer tamamlayıcı faktörüdürler.Tıpkı çiçeklere zehir olan oksijen bizler için gıda,bizler için zehir olan karbondioksit bitkiler için gıda olmaktadır.

Sistem sürekli kendini sistematize etmektedir.

Dengenin bozulmasında en önemli faktör insana aittir.Bilerek veya bilmeyerek,maddi veya manevi olarak insan bu dengeyi bozmaktadır.Şuurlu olan insan,şuursuzca hareketiyle dengeyi sarsmaktadır.Şuursuz olan varlıklarda ise,şuurluca hareket gözlenmektedir.

” Fizikte Nobel ödülü alan ve Trieste Enstitüsü’nü yönetmekte olan dostum Abdusselam bir gün bana, Qur’an’da 835 defa kişisel düşünme çağrısı yapıldığını ya da düşünenler vs. dendiğini söyledi. Eleştiri düşüncesinin ölmesiyle İslam dininin yayılışında gerileme başladı; yayılma bir yy sürdü, sonra durdu.”

-“Eckarth Tolle: Sizin sırf bir çapraz bilmeceyi çözebilmeniz ya da bir atom bombası yapabilmeniz, zihninizi kullandığınız anlamına gelmez. Köpeklerin kemik çiğnemeyi sevmeleri gibi, zihin de sorunları çiğnemekten hoşlanır. İşte bu yüzden o çapraz bilmeceler yapar ve atom bombaları yaratır. Her ikisinde de sizin bir çıkarınız yoktur. Size şunu sorayım: siz her istediğinizde zihninizden, düşüncelerden kurtulabilir misiniz? “Kapatma” düğmesini buldunuz mu?”

Kâinatta tam bir Hassas Ayar vardır.

Anahtar kadar bir eşyadaki atomları görmek için,onu kainat kadar büyültüp,ancak o şekilde görmekle mümkün olabilir.O halde her bir şey bir kâinat kadar özellik arzetmekte,kâinat kadar büyültülmekle onun içerisindeki harikalar ve sistemler ortaya çıkmaktadır.

Âyette:“Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanları yemeyin;bu gerçekten Allah’ın emri dışına çıkmaktır.”[58] İşte hikmet ciheti:

Besmele mucizesi

Moheet.com sitesinde yer alan habere göre, Suriye’nin muhtelif üniversitelerinde tıbbın farklı alanlarında uzman 30 profesörden oluşan bir araştırma grubu, Şam’da üç sene süreyle Besmeleyle kesilen, hayvan etleriyle Besmelesiz kesilen hayvan etleri arasındaki farkı ortaya koymak üzere laboratuvar ortamında deneysel incelemeler de bulundular.

Bilim adamları, hayvan ve kuş kesimi esnasında dinen yerine getirilmesi zaruri olan ‘Bismillahi Allahü Ekber’ sözünün kesilen etler üzerindeki etkisi, tam mânâsıyla mucize denilebilecek sonuçlarla karşılaştılar.

Grup adına bir açıklama yapan Prof. Dr. Halid Halave, incelemeler esnasında laboratuvar ortamında yapılan deneylerde, besmelesiz kesilen sığır, küçük baş ve kuşların et dokularında pıhtılaşmış kan, çoğalmaya müsait bakteri ve mikroplar tesbit edilirken, Besmele ile kesilen hayvan et dokularında ise kan, mikrop ve bakterilere rastlanmadığını ifade ederek, araştırmanın bu sürpriz sonucu insan sağlığı açısında tıpta bilimsel bir devrim olduğunu belirtti.

Besmeleyle kesilenlerin farkı

Gruptan sözkonusu araştırmaya öncülük eden başka bir araştırmacı olan Dr. Abdulkadir Dirani, araştırma ve sonuçları konusunda şunları söyledi; “Kur’ân’da Allah adı zikir edilmeden kesilen hayvan etini yemeyin’ şeklindeki İlâhî emre rağmen ve hayvan kesiminde çekilen Besmelenin ardındaki hikmeti bilmeyen insanların, hayvan kesiminde besmeleyi ihmal etmeleri, beni bu konuyu bilimsel olarak araştırmaya sevk etti. Besmele ve tekbir ile hayvan kesimi konusunu araştırmaya başlarken ekipteki bir kısım arkadaşlar konuya ilk önceleri soğuk baktılar ancak araştırmalar esnasında her safhada çarpıcı sonuçlar ortaya çıkınca ekibin konuya olan merak ve ilgisi artmaya başladı. Besmele ve tekbirle kesilen hayvan etlerinde, Besmelesiz kesilen hayvan etlerinin aksine, et dokularında kan ve mikropların bulunmaması Besmelenin bir büyük mucizesi olarak karşımıza çıktı.”

Besmeleli etlerde mikrop yok

Araştırma metot ve tekniği konusunda da grubun başka bir üyesi, Şam Üniversitesi Eczacılık eski dekanı Prof Dr. Nebil Şerif de şu açıklamada bulundu; “Besmele ile kesilen kuş, sığır ve küçük baş hayvanların etlerinden ve besmelesiz kesilen aynı hayvanların etlerinden numuneler alarak özel laburatuvarlarda mikroskopik incelemelerini yapmaya koyulduk. Bazı icraatlarla her iki numune etleri kuru bir ortamda 48 saat beklettik, 48 saatlık zamanın sonunda Besmele ile kesilen hayvan etleri numuneleri açık kırmızı gül rengi alırken, besmelesiz kesilen et numuneleri ise, siyaha yakın koyu kırmızı bir renk aldı. Buna ilaveten Besmeleli etlerde her hangi bir mikroba da rastlanmadı. Besmelesiz etlerin teşhisinde ise, sürekli çoğalan büyük ölçüde zararlı mikrop ve bakteriler tesbit edildi.

Ayrıca ikincisinin dokularındaki kanlarda iltihaplı akyuvarlar ve alyuvarlar tesbit edilirken birinci grup et dokularında ise, buna benzer herhangi bir tesbit yapılmadı.”

Uyuşturulan hayvanların eti

Araştırmada İslâmî usule göre kesilen hayvanların daha az eziyet çektiği ve etlerinin de daha sağlıklı olduğu belirtilirken, Batıda uyuşturularak öldürülen hayvanların kanı vücutta kaldığı için, bu tür etlerin daha çabuk bozulduğu, bu nedenle etler hemen donduruculara konularak muhafaza edildiği, İslâmî usûle göre kesilen hayvan etlerinin ise hemen kasaba gönderilip akşama kadar bozulmadan durabildiği ifade edildi.”

[59]

– Gülmek, tip 2 şeker hastalarında kan şekerini düşürüyor. Japonya Tsukuba Üniversitesi’nin araştırmasına göre, yemek sırasında gülen insanlarda kan şekeri gülmeyenlere göre daha az yükseliyor.”[60]

-“Küresel ısınma dünyamızı ciddi biçimde tehdit ediyor. Önlem alınmazsa sadece 50 yıl sonra bütün buzullar eriyecek ve denizler yükselecek.

Küresel ısınmanın temel nedeni, sera gazlarının artışı.

Küresel ısınma bundan 150 yıl önce başladı ve bugün itibarıyla hızla artıyor. Küresel ısınma, dünya yüzeyinde her bölgede aynı ölçüde değil. Sıcaklık artışı kutup bölgelerinde daha fazla. Küresel ısınma ile dağınık alanlardaki ve kutup bölgelerindeki buzullar eriyecek, deniz seviyelerinde yükselmeler olacak. Deniz düzeyinin yükselmesi, kıyılarda toprak kaybına sebep olup, aynı zamanda kıyılara yakın temiz su kaynakları denizle bütünleşecek. Yazla kış, geceyle gündüz arasındaki sıcaklık farkının azalması gündeme gelecek, ve bütün dünyadaki rüzgar desenleri etkilenip, fırtınaların sıklığı, şiddeti ve yönleri değişecek.

Küresel ısınma neticesinde sıcaklıkların artmasıyla, aşırı sıcaktan insan ölüm oranlarında artışlar meydana gelecek. Küresel ısınmayla böceklerin yaşam süreleri uzayabilecek bu da insanlar için büyük bir tehlike oluşturacak. Örneğin sivrisineğin yaşam süresinin uzaması halinde sıtma hastalığından insan ölümlerinde artışlar görülecek.

Küresel ısınma yalnızca sıcaklık artışına yol açmayacak yağış düzenleri de değişecek. Kimi bölgeler aşırı miktarda yağış alırken, kimi bölgelerde aşırı kuraklık meydana gelecek.

Hava sıcaklığı her 10 yılda 3 derece yükseliyor

Hindistan bir yaprak gibi kuruyor

Ülkede 3 haftadır etkili olan aşırı sıcaklar nedeniyle 1165 kişi hayatanı kaybetti. Ölüm nedenleri susuzluk ve güneş çarpmaları.”[61]

“Atmosferdeki su, karbondioksit, oksijen ve azotun devredilmesindeki ahengi, nizam ve intizami bildigimiz için, yagmur yerine “kezzap” adını verdigimiz nitrik asitin yağabileceği aklımıza dahi gelmez, degil mi?Oysa ki, atmosferin % 80’ini teşkil eden azot gazı, yıldırım ve şimşeklerin tesiri altında oksijenle birleşir. Bu oksitlenme sonucunda, nitratların meydana gelmesine yarayan azot oksitleri teşekkül eder. Yani ilmen, havadaki her elektriklenmede, nitrik asit yağmurunun meydana gelmesi için bütün şartlar hazırdır…. Ancak şimşek çaktığında , damla damla merhamet ve rahmet yağar. Ve bize haddimizden fazla değer veren yüce kudrete bütün mahlûkat sükreder.

Üzerimize her an kezzap yagabilmesinin mümkün oldugunu bilen kimya âlimi Prof. Dr. Arthur Macomb bu konuda sunlari söyler: “Ne zaman şimşek çakıp gök gürlese, semâdan yağmur yerine nitrik asit yağacak diye soluğum kesilir, rengim kaçar, sığınacak bir yer ararım. Çünkü havada nitrik asit teşekkülü için bütün şartlar hazırdır.”

H2 + O = su ( söndürücü )

H (Hidrojen) yanıcı O (Oksijen) yakıcı

Yanıcı ve yakıcı iki madde bir araya gelince yangın olacağına tam tersine , söndürücü olmaktadır. Bunu ayarlayan kimdir?

-Çevremizde var olan 1000.000 varlığın sadece 3,5 unu görebiliyoruz…O halde bizler daha Allah’in yarattıklarını göremiyoruz. Görülmeyen seyleri yaratan Allah’i hiç göremeyiz.

-4’ün var olması için 3’e ihtiyaç vardır.3 olmadan 4 olmaz.3’ün var olması için 2’ye , 2’nin var olması için (iki adet) 1’e ihtiyaç vardır.1 olmadan 2, 2 olmadan 3 olmaz. Fakat;1’in var olması için sıfır’a ihtiyaç yoktur. Çünkü sıfır hiç ,yok, boşluktur. Boıtan,hiçten bir olmaz. O halde ,her şeyin başi 1’dir. Bir’den 2 ,ondan 3 çıkmıştır. O Bir’de Vahidu’l-ehad olan Allah’tır.

Bir tren ve vagonlarını düşünelim:

V3 – V2 – V1 – LOKOMATIF

V3’ü çeken V2’dir.V2’yi çeken V1’dir.V1’i çeken ise lokomotiftir. Lokomotifi çeken nedir ,diyemeyiz. Çünkü lokomotif çeker ama çekilmez. Onun hareketi kendindedir.

-Peygamber Efendimiz: “Sizin sesleriniz kaybolmaz, evrende boşlukta

dolaşır” buyurmuştur. İlim bunu yeni keşfetmiştir.

-Not: Peygamber Efendimizin deve sidiği ile tedavi etmesini diline dolayan T. Dursun, yıllar sonra “çişteki mucize” isminde bir kitabın piyasaya çıkacağını tahmin edemezdi.”[62]

”Havada asılı kalan soru: Karanlık..!

Tarihin en büyük fizik alimlerinden Albert Einstein’ın (1879-1955) öğretim üyeliği yaptığı ABD-Princeton Üniversitesi astrofizikçileri dahil bilim adamları, varlığın veya evrenin en gizemli yanının uzayın ”karanlık maddesi” ve ”karanlık enerjisi” olduğunu hatırlatıyor. Güneş, Dünya, Ay ve gökadalardaki tüm yıldızlar, tüm evren maddesinin ancak yüzde 1’den çok azını oluşturuyor. “[63]

Şimdiye kadar hiçbir bilim adamı, uzayın “karanlık enerjisi”ni çözemedi. İşte havada asılı kalan soru…

10-5-2003

Mehmet ÖZÇELİK

[1] Hud.7,Hadid.4,A’raf.54,Furkan.59.

[2] Enbiya.30.

[3] Ra’d.4.

[4] En’am .59.

[5] Araştırma derg.temmuz.2002.

[6] Mecmuatün minet-Tefasir.Arapça.1/471,Al-i İmran.18.

[7] İbrahim.44.

[8] Fussilet.20-22.

[9] Mü’min.52.

[10] M.Tefasir.1/234.age.

[11] Evrimcilerin itirafları.H.Yahya.17.

[12] Bak.evrimcilere net cevab.1-h.yahya.220.Yıllar öncede yine böyle bir yanlış yapmış,Haşir suresinin son âyetinde geçen;-Ve ulaikehümül fâizun-(onlar kurtuluşa ermişlerdir)âyetini –faiz verenler kurtulmuştur-lafzen ve mânen uymayan bir yorumda bulunmuştu.Demek ölçüdeki yanlışlık,o ölçüye uydurulan her şeyi de yanlış olarak ortaya koyuyor.

[13] Milli gazete.14-9-2002.

[14] Kur’an Mu’cizeleri.h.yahya.sh.71.

[15] Ali İmran.137.

[16] Bak.İslam ülkelerinde anayasa hareketleri.Doç.S.Tuğ.256-309.

[17] İslamda .Sosyal Adalet.Seyyid Kutub.199.

[18] Nahl.10-11.

[19] Nahl.48.

[20] Nahl.81.

[21] Nahl.65.

[22] Nahl.66.

[23] Nahl.79.

[24] Fizilal.Furkan.1-3

[25] Fizilal.Furkan.53.

[26] Fizilal.Furkan.54.

[27] Fizilal.Furkan.61.

[28] Fizilal.Fatır.12.

[29] Fizilal.Mümin.61.

[30] Fizilal.Şura.1.

[31] Fizilal.Kamer.43.

[32] Fizilal.Rahman.1.

[33] Fizilal.Rahman.22.

[34] Fizilal.Mülk.15.

[35] Fizilal.Mülk.23.

[36] Fizilal.Hakka.38.

[37] Ali İmran 154.

[38] Fizilal.Nebe.9.

[39] Fizilal.Abese.25.

[40] Fizilal.Tekvir.18.

[41] Fizilal.İnfitar.6.

[42] Fizilal.A’la.1.

[43] Fizilal.Ğaşiye.17.

[44] Fizilal.Beled.3-20.

[45] Zümer,6,12-18.

[46] Tefim-ul Kur’an.Zümer.14,3.

[47] İnşikak Suresi, 6.

[48] Said Gezer.Çocuğu anlamak.

[49] Milliyet.27-3-2003.

[50] . 01.02.2002 . 30.07.2002”gökbilimci.com.

[51] N.Kaya.

[52] Astroloji.A.Hulusi.

[53] Sıfırdan Sonsuza.A.R.Jonas.Terc.Ö.Çelik.sh.7.

[54] Age.12.

[55] Age.52.

[56] Age.54.

[57] Age.57-58.

[58] En’am.121.

[59] 02.06.2003.Yeni Asya.

[60] Tercüman.1-6-2003.

[61] Bak.www.gezegenimiz.com.

[62] Bak.İslam.www.ahmetberk.com.

[63] Sonsaniye.21-6-2003.




ÖLÜM SANCISI DOĞUM SANCISIDIR

ÖLÜM SANCISI DOĞUM SANCISIDIR

Dünyaya gelen çocuk ve onu dünyaya getiren anne bir müjde ile haberdar edilmektedir.Doğum müjdesi…

Büyük haberlerin ve değerli,kıymetli şeylerin haberi de büyük olur.

Dünyaya kâinatın fevkinde olan bir varlık teşrif etmektedir.Bu küçük bir hadise değildir.İnsan ve insanlık başlı başına bir hadisedir.Allah’ın tüm varlıklar namına alakadar olduğu tek ve mümtaz bir varlık olan insanın haberi;bir deprem,savaş,güneş tutulması,meteor taşlarının düşmesi,bir yıldızın dünyamıza çarpması olayı,en büyük bir buluştan daha büyük bir olay ve hadisedir.

Her ölüm de bir doğumdur.

Her ölümde meydana gelen sancı,bir doğum sancısıdır.

Ölüm ile yeni bir hayatta doğan bir insanın hadisesi de küçük bir hadise,önemsiz bir olay değildir.

Zira ölüm ile girilen kabir,âhiret menzil,durak ve istasyonlarının ilkidir.

Doğum ile tanımadığı bir dünyaya gelen insan ağlar.Ölüm ile yeni doğduğu,durumuna göre haberdar olduğu nisbette bir aleme geçen insanın hırıltısı da,çocuğun ağlamaları misalidir.Bu aynı zamanda bir temizlenme ve gusüldür.

Berzahlar hep hırıltılıdır.

Dünyada aynı âkibete düçâr olacaktır.Onu hırıltısı ise daha dehşetle vuku bulacaktır.

“o dünya olan büyük insan sekerata başlayıp acib bir hırıltı ile ve müdhiş bir savt ile fezayı çınlatıp dolduracak, bağırıp ölecek; sonra emr-i İlahî ile dirilecektir.”[1]

Bu hırıltı ölüm ânında meydana geldiği gibi kabirde de devam edecektir.Öyleki duruma göre bu hırıltı daha dehşetli olarak devam edecektir.

Kırşehir’in velilerinden olan Mahzenli Ali efendi-ye,babasını öldükten sonra kabrinde kötü bir durumda birkaç kere gören birisi,bu zatın yanına gelerek,babasının bu durumdan kurtulması için tavsiye istemesi üzerine şöyle der;

Babanın kabrine git,ayak ucundan başlamak üzere yedi kere Âyet-el Kürsi-yi oku der.O kişi de bunu yapar ve babasını kabirde o azab ve sıkıntıdan kurtulmuş olarak görür.

Bunu anlatan kişi bir hocaya vasiyet ederek kendisine de yapılmasını ister.Aynı durum onda da görülür.

Doğum gibi ölümün de sancısı,sancılı ve acıdır.

Kişinin ölüm ânındaki istekleri,doğum ânındaki istekleriyle benzerlik arz etmektedir.Zamanı olmamasına rağmen ölüm ânındaki yaşlı bir akrabamızın gönlü nar istemişti.Kurutmak için kışlık saklamış olan bir öğrencimizden bulmuş ve yetiştirmiştik.Kısa bir süre sonra da vefat etti.

Dünyaya gelen çocuk da annesinin memesini aramaya başlar.Bir şeyler yemek arzu eder.

Ölüm ile yeni bir hayata geçiş ânındaki istekler,doğum ile yeni bir dünyaya gelen insanın istekleri,doğuşun,farklı bir hayata geçişin istekleridir.

Anne karnındaki bir çocuğun dünyaya gelişindeki isteklerinin farklılığı gibi,anne karnı misali olan dünyadan daha geniş bir aleme geçen insanın istekleri de o nisbette arzu edilir.

Toprak altında çürüyen bir tohum,çürüp ölmekle yeni bir hayata gözünü açar,hem de daha verimli ve gür olarak…

Ölmeden doğulmaz.Doğmak için ölmek gerek.Nitekim tohumun daha verimli doğmasını sağlamak amacıyla toprağın altına gömer,kışın yağmur,dolu ve karı altında çürütür,yakıcı olan gübre ile yakar,parçalarız.Bütün bu ameliyeler daha bereketli doğmasını sağlamak içindir.

İnsan da tıpkı tohum misali.Vücutta ölen hücreler,sperm olarak bir yarışa tabi tutulup milyarlarca sperm içinden başarısı neticesinde seçilir ve anne karnında defnedilir.Defin süresinde üç karanlık devre geçirir.Bunlar;ilk kırk günde sulu bir ortam ve aşama,ikinci kırkta sık ağaçlarla çevrili bir ormanlık arazi,üçüncü kırkta da zifiri karanlık bir tünelden geçirilerek hayata kavuşturulur.Yüz yirmi günden sonra ruh üflenerek ayrı bir doğuşa tabi tutulur.

“Meryem ona (İsa’ya) hamile kaldı.Bunun üzerine onunla uzak bir yere çekildi.

Doğum sancısı onu bir hurma ağacına (dayanmaya) sevketti.-Keşke,dedi,bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!-

Altından (İsa yahut Melek) ona şöyle seslendi:-Tasalanma!Rabbin senin alt yanında bir su arkı vücuda getirmiştir.-

-Hurma ağacını kendine doğru sikele di,üzerine olgun taze hurma dökülsün.

Ye,iç.Gözün aydın olsun!Eğer insanlardan birini görürsen de ki:Ben,çok merhametli olan Allah’a oruç adadım;artık bugün hiçbir insanla konuşmayacağım.”[2]

Hz.Meryem gibi,Kur’an,iman ve amel bu sancıyı azaltmaktadır.Az sancılı bir doğum ile geçiş sağlanmaktadır.

Doğum sancısız olmaz…

“Dünyaya geldiğin zaman, sen ağlarken çevrendekiler gülüyorlardı.

Öyle bir hayat sür ki, öldüğünde çevrendekiler ağlarken, sen

gülümseyerek ahirete gidesin”.N. Kubra (Rahmetullahi Aleyh)

21-04-2003

Mehmet ÖZÇELİK

[1] Sözler.Bediüzzaman Said Nursi.530.

[2] Meryem.22-26.




MÜSBET HAREKET

MÜSBET HAREKET

Teknolojik asrındayız.Herşey elektroniğe ve otomotiğe bağlı.Yönetimlerde ve menfiliklerin tasfiyesini de otomotiğe bağlamak gerektir.Nitekim 1946’daki hile ve dalavereden sonra millet otomatik olarak bunu yapanları sadece 1950’de sandığa gömmedi,bunları takib eden 1965,1983 yıllarında da sandığa ve tarihe gömdü.Yapılacak diskalifiye milletin anlayış,hassasiyet,ilgi,tavrını açıkça ortaya koyması,birlik ve beraberliği içerisinde olursa daha köklü olur.Yapışmış gibi gitmeyenleri öyle bir gömüş gömer ki,varsa dürüstlükleri onlar bile gider.Kötü bir akibetle sonuçlanırlar.Gelin işi otomotiğe bağlayalım.

Uzun boylu düşünüp konuşmak gerek.YSK Tayyib Erdoğan-a siyasi yasak koymakla ve 3-3 olurken başkanın yani Tufan Algan’ın yasak yönünde oy kullanması,70 milyonun yerine geçip ambargo koymasıyla eş durumdadır.Adeta 70 milyonun,ekserin oyu hiçe sayılmıştır.

Bütün bu ve buna benzer olumsuzluklardan;asmalar,ihtilaller,hapse atmalar,takibler,yıldırmalar,maddi sıkıntılar,imkansızlıklar,eğitim,sağlık gibi bir çok alandaki eksiklikler,konuşma ve düşünceye vurulan onca prangalar,bütün bunlar,bunun gibiler,bilinen ve bilinmeyenler kesinlikle bizi kahretmemekte,asıl bizi kahreden çaresizlikler içerisinde kime baş vuracağımızı bilmemek,en önemlisi de böyle bir mercinin olmayışıdır.Millet olarak bunun on katını da –elbette tasvib etmeksizin çekeriz- yeterki; çözücü,baş vurulacak bir merci bulunsun.Bulunan en yetkili yer bile etkisiz ve yetkisiz kalmakta,böylece kimin etkili ve yetkili olduğu bilinmemektedir.Çünki herkes şikayetçi durumunda kalıp,şikayetleri çözecek kaynaktan mahrum bulunmaktadır.

Ne gariptirki;Devleti yönetenin varlığı bir çocuğun kanına bağlı,baba rızasıyla çocuğunun kanını bağışlayıp,hakimde o yönde karar verince çocuk gibi bizlere de gülmek kalmaktadır.Çünki bizleri idare eden idareciler kanımıza talib,bizlerin sahibi olan babalarımız ve büyüklerimiz bizlerin kanını sıkıp onlara vermekte,karar mercileri olan hakimde o yönde hükmedince elbette ağlanmaz ancak gülünür.Ancak biz onu da unuttuk,gülemiyoruz da…Acaba yılın bir gününü gülme günü olarak ilan etsek de hiç olmazsa o gün geldiğinde millet olarak içimizi boşaltsak?Bu ise şimdilik beş yılda bir verilmekte oda ağlata ağlata,dağlata dağlata izinle sınırlandırılmaktadır.

Ve nihayet 2002 yılında milleti illet edip,ezen,büzenler bugün köşelerine itildiler,her biri bir yere savrulmuş durumdalar.

Millete vuran vurulur.Milleti kıran kırılır.Millete sırt çevrilene sırt çevrilir.

Takdir-i huda kuvve-i bâzu ile dönmez

Bir şem’a ki Mevla yaka üflemekle sönmez…

Mehmet ÖZÇELİK




NECİB FAZIL KISAKÜREK

NECİB FAZIL KISAKÜREK

Asıl adıyla Ahmet Necib olan Necib Fazıl Kısakürek;25-Mayıs-1905 yılında İstanbul’da büyükbabası Mehmet Hilmi Efendi’nin köşkünde doğar.Bu zat aynı zamanda 2.Abdulhamid’in zamanında İstanbul Cinayet mahkemesi ve İstinaf reisliğinden emekli,Mecelleyi yazan heyetin içerisinde bulunmaktadır. Mehmet Hilmi Efendi’nin tek oğlu olan Abdulbaki Fazıl Bey’in tek oğluda Necib Fazıl’dır.

Küçük yaştan itibaren hayatı hep fırtınalı geçer.Âdeta fırtınalı denizlerde,dalgalı sularda,durulmayan bir çerçevede hayatı geçer.

Bir çok okulda okuduğu halde,hepsinde de tamamlamadan,kesintiye uğrayarak geçen bir tahsil hayatı vardır.Fransız, ve Amerikan kolejleriyle beraber,bir çok okulu bitiremeden Bahriyeli olur.Burayı da tamamlayamadan İstanbul Felsefe bölümüne kaydolup,burayı da bitiremeden Devlet bursu ile 1924 yılında Paris’e Sorbon üniversitesine Felsefe bölümünü okumaya gider.

Ancak burada kendisini bohem bir hayatın içerisinde bulur.Eğlenceye dalmıştır.Bu da kendisini tatmin etmez.Fırtınalar dinmez.Bir ömür içerisindeki fırtınalaran da etkisiyle aradığı hakikatı bulamaz.Zira hakikatları yanlış yerlerde aramaktadır.

Burayı da bitiremeden İstanbula döner.Devlet konservatuarında,Güzel sanatlarda,Robert kolejinde değişik dersler verir.Bankacı olur.Hep savrulur,durulmaz.

Şiire ise daha 12 yaşındayken başlar.Buna da sebeb olan durumun,annesi Mediha hanımın hastahanede yattığı bir sırada,orada bulunmakta olan veremli bir kızın yazmış olduğu şiir defteri bulunmaktadır.Bu hevesle anne oğluna;”Senin de şair olmanı ne kadar isterdim,der.

Bu da kendisinin şiir dünyasına girmesinde önemli bir faktör oluşturur.

Onun hayatını üç bölümde ele almak gerekir.Birincisi;Ferdiyetçilik dönemi olan,kişisel şiirlerini yazdığı dönem.Kaldırımlar şiiri gibi.İkincisi;Maneviyatın içinde kıpırdanmaya başladığı ve kendisinin de aradığını bulmayı düşündüğü metafizik dönemi.Üçüncüsü ki;asıl hayatının başlangıcını oluşturan dönemdir.Bu dönemde sanatla imanı,madde ile manayı,birleştirdiği dönem.Nitekim şiirinde:

Anladım sanat,Allah’ı aramakmış.

Marifet bu,gerisi yalnız çelik çomakmış…

Bunun ise temelinin başladığı dönem olan Maneviyat büyüğü Abdulhakim Arvasi ile tanıştığı dönemdir.Gerek bir arkadaşının tanıştırması gerekse de Beyoğlu’nda Ağa camiinde vermiş olduğu vaazlarından dinlediği bu zatın cezbesine kapılır.Artık onun manyetik alanına girmiştir.

Allah dostunu gördüm,bundan altı yıl evvel

Bir akşamdı ki zaman,donacak kadar güzel.

Buna istinadendir ki,Sanat ve edebiyat dünyasını şöyle tanımlar:O’ndan önce,O’nunla beraber,O’ndan sonra…

Artık Mevlana’nın dediği gibi:Hamdım-yandım-Piştim..devresi tamamlanmıştır.

1934 yılı onun için yeni bir dönemin başlangıcı olur.Şiddetle esip,dalgalanan bir hayat,yavaş yavaş durulmaya,kendi mecrasında durmadan durularak akmaya,taşmaya başlar.

Artık kabına sığmaz bir şahsiyettir.Kabuğunu kıran civciv gibi,sürekli kabında kaynayan bir hakikat aşığı olma yolunda ilerler.

Çileli bir yola girmiştir.Çile’yle beraber çile de başlamıştır.Çileleri göğüslemek üzere.Ferdiyetçili döneminde Kaldırımlar şairi bilinirken artık çile şairi olma yolunda ilerler.

1949 yılı kendisinin yazmış olduğu Sakarya Türküsüyle de şahlanış dönemidir.

1941 yılında evlenir,1941’de 9 defa gerçekleşecek olan bir hapis hayatı da başlamış olur.

Bir çok eserini de orada yazar.

O dalgalı dönemin maneviyat büyüklerinden ve iman cephesinin kahramanı olan Bediüzzaman Said Nursi’de haykırmakta,sürgün ve hapislerle süren bir hayatı sürmektedir.Oda eserlerini hapishanelerde yazar.

Kendisini bulunduğu dönem itibariyle değerlendirmek gerekir.Bir gençlik oluşturmaya çalışır.Bu amaçla bir çok dergi çıkarır,bir çok gazetelerde yazılar yazar,Şiir,Tiyatro,hikaye,roman,fikir yazıları ve günlük yazılar yazar.Velud bir insandır.

En verimli olduğu dönem,1950 sonrası dönemdir.

Batı eğitim ve kültürünü aldığı halde,doğunun dili,sözü ve kültür adamı olur.

Bizdeki bir boşluğu doldurur.İngilizler için Şekspir,Fransızlar için Viktor Hugo,Almanlar için Hothe ne ise,bizim içinde Necip fazıl o olur.

O kendisinde Fuzuli’yi,Şeyh Galib’i,Mehmet Akif’i,Yunus’u temsil etmeye çalışır.

Şiir,şuur, ve imanını birleştirir.

Aksiyon adamı olup,sembol bir şahsiyet olur.Âsım’ın nesli gibi bir nesil oluşturmaya çalışır.

27-12-1967’de Büyük Doğu mecmuasında ilk olarak Süleyman Demirel’in kayıtlı Mason kütüğünün fotokopisini yayınlar.

Hep yokuşlarda yürür.Ama yine de ümitsiz değildir.

“Mehmed’im sevinin başlar yüksekte
Ölsek de sevinin eve dönsek de…
Sanma ki kalır bu tekerlek tümsekte
Yarın elbet bizim, elbet bizimdir;
Gün doğmuş; gün batmış, elbet bizimdir.”

”1980’de Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü’nü, ‘İman ve İslam Atlası’ adlı eseriyle fikir dalında Milli Kültür Vakfı Armağanı’nı (1981), Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü’nü (1982) alır.Fikir ve sanat adamı olarak seçilir.Ayrıca Türk Edebiyatı Vakfı’nca 1980’de verilen beratla ‘Sultan-üş Şuara’ (Şairlerin Sultanı) ünvanını kazanmıştır.

Dönemindeki şair ve edebiyatçılar içerisinde mümtaz bir yere sahiptir.Edebiyatımıza katkıları büyük olur,etkileri ve yetiştirdikleriyle eserini devam ettirmektedir.

Siyasi,içtima-i ve edebi bir kişiliğe sahiptir.Umuma malolmuş bir özelliği vardır.

Son sözü;Demek böyle ölünürmüş,olur.

20.vefat yıl dönümünde kendisini rahmetle anıyoruz…

Sakarya Türküsü

İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.
Her şey akar, su tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.
Akışta demetlenmiş, büyük küçük kainat;
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!
Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş; suya vurulmaz perçin?
Rabbim isterse sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.
Eyvah, eyvah, Sakarya’m, sana mı düştü bu yük?
Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük!..
Ne ağır imtihandır, başındaki Sakarya!
Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?
İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.
Hamallık ki, sonunda ne rütbe var, ne de mal,
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.
Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu an;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!
Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;
Giden şanlı akıncı ne gün döner yurduna?
Mermerlerin nabzında hala çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgar o sedayı: Allah bir!
Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;
Sakarya, kandillere katran döktü geceler.
Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!
İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümlü gerçek;
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?
Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl!
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!
Sakarya, saf çocuğu masum Anadolu’nun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!
Sen ve ben, gözyaşiyle ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!
Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!..

Necip Fazıl KISAKÜREK

KALDIRIMLAR

Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.
Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık.
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.
İçimde damla damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler…
Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;
Gözüne mil çekilmiş bir ama gibi evler.
Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.
Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!
Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;
İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.
Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer takı, gölgeden taş kemerler.
Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.
Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir kuyuya,
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi..

ÇİLE

Gaiblerde bir ses geldi: Bu adam,
Gezdirsin boşluğu ense kökünde!
Ve uçtu tepemden birdenbire dam;
Gök devrildi, künde üstüne künde…

Pencereye koştum: Kızıl kıyamet!
Dediklerin çıktı, ihtiyar bacı!
Sonsuzluk, elinde bir mavi tulbent,
Ok çekti yukardan, üstüme avcı

Ateşten zehrini tattım bu okun,
Bir anda kül etti can elmasımı.
Sanki burnum, değdi burnuna (yok)un,
Kustum, öz ağzımdan kafatasımı

Bir bardak su gibi çalkandı dünya;
Söndü istikamet, yıkıldı boşluk.
Al sana hakikat, al san rüya!
İşte akıllılık, işte sarhoşluk!

Ensemin örsünde bir demir balyoz,
Kapandım yatağa son çare diye.
Bir kanlı şafakta, bana çil horoz,
Yepyeni bir dünya etti hediye

Bu nasıl bir dünya, hikayesi zor;
Makânı bir satih, zamanı vehim.
Bütün bir kahinat muşamba dekor,
Bütün bir insanlık yalana teslim.

Nesin sen, hakikat olsan da çekil!
Yetiş körlük, yetiş, takma gözde cam!
Otursun yerine bende her şekil;
Vatanım, sevgilim, dostum ve hocam!

Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın,
Benliğim bir kazan ve aklım kepçe,
Deliler köyünden bir menzil aşkın,
Her fikir içimde bir çift kelepçe.

Niçin küçülüyor eşya uzakta?
Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?
Zamanın raksı ne bir yuvarlakta?
Sonum varmış, onu öğrensem asıl?

Bir fikir ki sıcak yarad kezzap,
Bir fikir ki, beyin zarında sülük.
Selam sana haşmetli azap;
Yandıkça gelişen tılsımlı kütük.

Yalvardım: Gösterin bilmeceme yol!
Ey yedinci gök, esrarını aç!
Annemin duası, düş de perde ol!
Bir asâ kes bana, ihtiyar ağaç!

Uyku, katillerin bile çeşmesi;
Yorgan, Allahsıza kadar sığınak.
Teselli pınarı, sabır memesi;
Size şerbet, bana kum dolu çanak.

Bu mu, rüyalarda içtiğim cinnet,
Sırrını ararken patlayan gülle?
Yeşil asmalarda depreniş, şehvet;
Karınca sarayı, kupkuru kelle…

Akrep nokta nokta ruhumu sokmuş,
Mevsimden mevsime girdim böylece.
Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş,
Fikir çilesinden büyük işkence.

Evet, her şey bende bir gizli düğüm;
Ne ölüm terleri döktüm, nelerden!
Dibi yok göklerden yeter ürktüğüm,
Yetişir çektiğim mesafelerden!

Ufuk bir tilkidir, kaçak ve kurnaz;
Yollar bir yumaktır, uzun ve dolaşık.
Her gece rüyamı yazan sihirbaz,
Tutuyor önümde bir mavi ışık.

Büyücü, büyücü ne bana hıncın?
Bu kükürtlü duman, nedir inimde?
Camdan keskin, kıldan ince kılıcın,
Bir zehir kıymak gibi, beynimde.

Lugat, bir isim ver bana halimden;
Herkesin bildiği dilden bir isim!
Eski esvaplarım, tutun elimden;
Aynalar söyleyin bana, ben kimim?

Söyleyin, söyleyin, ben miyim yoksa,
Arzı boynuzunda taşıyan öküz?
Belâ mimarının seçtiği arsa;
Hayattan mühacir; eşyadan öksüz?

Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim,
Minicik gövdeme yüklü Kafdağı,
Bir zerreciğim ki, Ars’a gebeyim,
Dev sancılarımın budur kaynağı!

Ne yalanlarda var, ne hakikatta,
Gözümü yumdukça gördüğüm nakış.
Boşuna gezmişim, yok tabiatta,
İçimdeki kadar iniş ve çıkış.

Gece bir hendeğe düşercesine,
Birden kucağına düştüm gerçeğin.
Sanki erdim çetin bilmecesine,
Hem geçmiş zamanın, hem geleceğin.

Açıl susam, açıl! Açıldı kapı;
Atlas sedirinde mavera dede.
Yandı sırça saray, ilahi yapı,
Binbir avizeyle uçsuz maddede.

Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;
Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.
İçiçe mimari, içiçe benlik;
Bildim seni ey Rab, bilinmez bilinmez meşhur!

Nizam köpürüyor, med vakti deniz;
Nizam köpürüyor, ta çenemde su.
Suda bir gizli yol, pırılıtılı iz;
Suda ezel fikri, ebed duygusu.

Kaçır beni ahenk, al beni birlik;
Artık barınamam gölge varlıkta.
Ver cüceye, onun olsun şairlik,
Şimdi gözüm, büyük sanatkarlıkta.

Öteler öteler, gayemin malı;
Mesafe ekinim, zaman madenim.
Gökte saman yolu benim olmalı;
Dipsizlik gölünde, inciler benim.

Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!
Heybem hayat dolu, deste ve yumak.
Sen, bütün dalların birleştiği kök;
Biricik meselem, Sonsuza varmak…

ALLAH DERİM

Sırtımda, taşınmaz yükü göklerin;
Herkes koşar, zıplar, ben yürüyemem!
İsterseniz hayat aşını verin;
Sayılı nimetler bal olsa yemem!

Ey akıl, nasıl delinmez küfen?
Ebedi oluşun urbası kefen!
Kursa da boşluğa asma köprü, fen,
Allah derim, başka hiçbir şey demem!

25-05-2003

Mehmet ÖZÇELİK




YERİNDE KULLANILMAYAN MÜFETTİŞLİK

YERİNDE KULLANILMAYAN MÜFETTİŞLİK

Müfettişlik;teftiş edip,araştırma,inceleme,bilgilenip,bilgilendirme,tecrübe ve bilgi birikiminin olduğu makamdır.

Bugün milli eğitim camiasında müfettişlik,bir sorgulama,öğretmenin kursunu bulmaya çalışma makamı olarak işlemektedir.Normal çalışan bir öğretmenin sitresini arttırma,yapmacık hareketlere girmesine sebeb olma,ciddiyetin ötesinde resmiyetin devreye girmesidir.

Bugün bir anket yapılacak olsa,öğretmenlerin % 95’inin müfettişlerden şikayetçi olacağı,müfettişlik makamının yerinde kullanılmayacağını söyleyeceği kesindir.

Öğretmenin talebeye vermiş olduğu birikimin,müfettiş tarafından öğretmene verilmesi gerektir.Teftişte bulunan müfettişin veya bulunduğu makamda tecrübeli olması gereken bu şahsın,kendi birikimlerini öğretmene taşıyarak,daha verimli olmasını sağlaması gerekir.

Müfettişlere her türlü maddi imkan,profluğa kadar çıkacak olan unvan verilerek onların araştırmalarının sağlanarak,elde ettikleri bilgilerini öğretmenlere taşımaları gerekmektedir.Bu araştırmalarını ay be ay broşürler halinde bu bilgi birikimleriyle öğretmene karşı sorumlu olmalıdırlar.Yoksa öğretmenle kavgalı,göstermelik bir yakınlık,çabuk teftişini yapsa da gitse düşüncesinin ötesinde,devamlı beklenmeli,gözlenmeli,acaba şimdi neler getirecek,denilmelidir.

Eğer bugün öğrencilerde bir yetersizlik varsa,bunun temelinde müfettişlik makamının yerinde kullanılmamasında yatmaktadır.Teknik bilgilerle donatılmayan öğretmenin ferdi çabalarıyla oluşacak bir eğitim de ancak bu kadar olur.Oysa eğitimin bir kadro işi olması gerekir.Tıpkı şimdilerde –Kalite yöntemi- sisteminin uygulanmaya çalışılması gibi.Tıpkı bir fabrikadan çıkacak olan bir ürünün çıkmasında 100 kişinin o hedefe yönelerek,o eşyanın alıcıya sağlıklı bir şekilde ulaştırılmasına kadar gösterilen hassasiyet gibi.

İnsan ise bir mamulden geri olmadığına göre,onun yetiştirilmesinde de aynı hassasiyet bir ekip halinde ve bilinçli olarak sürdürülmesi gerekmektedir. Burada müfettişin sorumluluğu,tıpkı fabrikadaki denetleyicinin ötesinde,projeyi üreten,standartlarını belirleyen mühendisin pozisyonunda bulunması gerekir.

Mesela;sınıf öğretmenlerinin birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar sürdürdükleri eğitimde her bir müfettiş bir birden beşe kadarki bir sınıf üzerinde her yönüyle araştırma yaparak öğretmenleri takviye etmelidir.O dönemdeki bir insanın ruh haletinden maddi gelişimine kadar geçirdiği devrelerdeki pozisyonunu bir ihtisas alanı seçmelidir.

Bu arada her öğretmeninde her bir yıl bir üst sınıfı okutmasının şu aksaklıkları ortaya çıkmaktadır;Birinci sınıftan alıp beşe kadar götürmesi güzel olmakla beraber,tekrar bire dönen bu öğretmen yirmi beş yıllık öğretmenliğinde her bir sınıfı beşer kere okutmuş olmaktadır.Beş yıl okutan bir öğretmen o alanda,o sınıf konusunda ne derece etkili ve yetkili olabilir?

Oysa her bir öğretmen bir sınıf üzerine eğilecek olsa yirmi beş yılda tek bir sınıfı okutan bir öğretmen o konuda daha mütehassıs ve yetkili bir kişi olacaktır.Ve bu imkanda ona sağlanmalıdır.Oysa zaten birleri bu sene okutacağım,beş seneye kadar da unutacağım diyen bir öğretmen;ilk okul birinci sınıftaki incelikleri,yapılması gerekenleri yeteri kadar elde etmeyecektir.Her bir sınıf içinde durum aynı olacaktır.

Müfettiş bunları göz önünde bulundurarak;öğretmene şunları getir,neden bunlar yok,demektense,lazım olan bu evrakları araştıran,resmiyeti bilen veya bilmesi gereken bir kimse olarak kendisinin temin etmesi gerekir.

Müfettiş öğretmenle kavgalı olmamalı,öğretmen böyle bir kaygıya girmemelidir.

Bakanlık müfettişlerinin dört yılda bir yaptıkları teftişte pek o kadar problem ve sıkıntı olmamakta hatta kendilerini dinlediğim bir çok arkadaş ve kendiminde gözlemlediğim şudur ki;onların bir cümlede olsa söyledikleri ömür boyu unutulmamakta,o tecrübelerden ve gösterdikleri rehberlikten istifade edilmektedir.

Nitekim ilk göreve başladığım yıl okulda teftiş vardı.Dersime giren müfettişin ilk söylediği söz aradan geçen 16 yıl içerisinde hala tazeliğini korumaktadır;Hocam,sen kendini çok yoruyorsun,daha önünde yıllar var,bu kadar yorulma,demişti.

Neden bu hal il müfettişlerinde yok,diye arkadaşlarla konuşurken,bir aşağılık kompleksinin olduğunu sezdiğimi söylediğimde,bir çok kimse bunu tasdik etti.Elbette bu tesbit umum olmamakla beraber,hüküm çoğunluğa göre verilir.

O kişide şunu söylemişti;Çünki buradakiler genelde siyasi kanalla gelmiş kimselerdir.Burada aranması gereken,tecrübe,bilgi,imtihanda başarı,yeteneklerin ön plana çıkması gerekirken,bunun olmamasının neden olduğunu söylemişti.

Öğretmenin beş yıl boyunca okuttuğu halde kesin karar ve kanaatını verememesine rağmen – ve de her gün o öğrenciyle beraber olduğu halde,bir müfettiş yılda bir veya iki defa 15 dakika kaldığı bir sınıfta hem öğretmenin gururuyla oynayabilmekte hem de bir talebe havası içerisinde ona not verebilmektedir.Ne derece sağlıklı bir davranış olacağını her akıl sahibi anlayacaktır.

Bugün milli eğitimde müfettişliğin sağlıklı olarak yerine oturtulmaması,eğitimi baltalamaktadır.Adeta yolluk ve harcırah alma yeri haline gelmektedir.

Dediğim gibi gerekirse her türlü imkan sağlanmalı,yurt dışına gönderilmeli,akademik kariyer verilmeli ve onun birikimleri öğretmene yansıtılmalıdır.

Müfettişlik makamı morel vermeli,moral yıkmamalıdır.Her yönüyle rehberlik yapmalıdır.

Müfettişlik tekrar gözden geçirilmeli,gerçek yerine oturtulmalıdır.

Milli eğitimde işlerin karar ve icrasında,kendisine pek danışılmayan öğretmenlerdir.Karar onun hakkında alınır,ona uygulatılır,ancak kararda ve danışmada o yoktur.Tıpkı bir Milli eğitim bakanının;Şu öğretmenler,öğrenciler olmasa bu bakanlık ne kadar güzel idare edilir,deyişine benziyor.

Oysa birikimi ve tecrübesi olan öğretmendir.En sağlıklı görüş onlardan alınacak görüştür.Öğretmenin yanlış olan görüş ve kararı başkalarının doğru olan görüşlerinden daha doğru bir görüştür.

Milli eğitimin her meselesinde gerekirse tüm öğretmenlerin görüşü alınmalı,milli eğitim sağlıklı bir zemine oturtulmalıdır.

Resmiyetten ziyade ciddiyete bina edilmeli,o yönde yönlendirmede bulunulmalıdır.Aksi takdirde bir şeyi meşru zemine otutturmak için,her türlü gayrı meşru yol denenecektir.

Öğrencinin öğrenmesi,geçer not alması ile orantılı olarak yürümekte veya yürütülmektedir.Talebe açısından durum böyle olduğu gibi,öğretmen ve idare açısından da bu hedeflenmektedir.Seviye tesbit imtihanlarında da bundan öteye gidilmeyip,önemli olanın seviyeyi tutturmak olduğu görülmektedir.

06-10-2002

Mehmet ÖZÇELİK




O K U M A K

O K U M A K

İnsanı üstün kılan okumasıdır.

Meleklerden farklı kılan eşyanın isimlerinin insana öğretilmesi ve onları okuyabilmesidir.

İlk inen âyet oku ile başlar.[1]

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[2]Elbette olmaz.En basit ifadeyle birisi bilmekte,diğeri bilmemektedir.

Okumak teşvik edilmeli,cazib hale getirilmelidir.

Okumak sevdirilmeli,kişi severek okumalıdır.

Okumaktan amaç,birinci derecede bilgiyi değil,düşünceyi arttırmaktır.

Eğitimimiz bu konuda yeterli değildir.

Mesela,hazine dolu bir şeyin üzerinde –Bunun içerisinde hazine var,anahtarı da falan yerde –denilse,milyonlarca sene de geçse bilinemiyecek ve bulunulamıyacaktır.

Bilgisizlik insana bir şey kazandırmamakla beraber,çok şey kaybettirmektedir.Nice hazineler yitirilmektedir.

Aynen bunun gibi,bir su veya ilacın üzerinde –zehirdir,kullanmayın- yazılsa,bilmeyen insan hayatı bahasına,ölümü seçecektir.

Bir kapıda açık veya kapalı işaret ve levhasını okuyamıyan bir insan farkına varmaktan aciz kalacaktır.Açık ile kapalılığı bir birbirinden ayıramıyacaktır.

Ruh okumakla doyum sağlar.Okumak ruhun gıdasıdır.

Özellikle yaz zamanı gaflet zamanı olduğundan,yazın özellikle öğretmen ve öğrencilerin daha ziyade okumaya eğilmeleri,bilgiyle şarz olmaları gerektir.

Kesinlikle okuyupta ne olacağım?dememeli,denilmemeli ve o hale getirilmemelidir.

Kitap okumayı banyo yapmak gibi kendimize adet eilmeli,en kötü ihtimalle ayda bir kitap bitirmeye kendimize söz vermeliyiz.

En önemli bir noktada;neyi,neleri ve nasıl okuyacağımızı bilmeliyiz…

Çocuklara,kadınlara,eğitimcilere yönelik kütüphaneler kurmalıyız.

Okumamaya sebeb olan en önemli faktör ise,televizyonlardır.Daha doğrusu düzensiz televizyon seyredilmesidir.Bunu düzenlemeli,zamanlarımızı bir plan dahilinde ayırmalıyız.

Bir raporda;” Aileler dikkat! TV’de sürekli klip seyreden 0-2 yaş çocukları otistik oluyor. 4 yaşını geçtikten sonra bunun tedavisi de yok. Aile ya da bakıcıları tarafından, “Oyalansın” diye televizyon karşısına oturtulan bebekleri sinsi bir tehlike bekliyor. Sürekli klip seyrettirilen çocuklarda “klip sendromu” denen bir tür otizm oluşuyor. Marmara Üniversitesi Odyoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ferda Aktaş, RTÜK’e başvurarak klip yayını yapan TV kanallarında “0-2 yaş arası çocukların izlemesi sakıncalı” uyarısının yer almasını istedi.”[3]

Okumamaya sebeb olan bir durumda;yanlış bir zihniyet,materyalist bir düşünce olan –okumayla karın doymuyor.- denilmesidir.Oysa okumak ilk planda karın değil,akıl,ruh,vicdan gibi duyguları doyurmaktadır.

Veya başkaları okuyor,onlardan istifade ederiz,yanlış düşüncesidir.Nitekim başkası karnını doyururken,nasıl olsa o yiyiyor,benim yememe ne gerek var,demiyor,kendimizde haklı olarak yiyiyoruz.Okumakta bunun gibi,kendi manevi açlığımızı gidermektedir.

Okumamak maddi manevi erozyona sebeb olmakta,kültür kaybını doğurmaktadır.

İstatistiklere göre,en fazla okuması gereken eğitim camiasının çok az bir kısmı okumakta,mevcut bilgi ile yetinilmektedir.

Otuz yıl önce beş bin basılan kitaplar,bugün bin adet olarak basılmaktadır.

Otuz yıl önce üç milyon gazete basılırken,otuz yıl sonra bugün yine üç milyon basılmaktadır.

Okumak sözdeki kalite ve etkiyi arttırır.

Söz ola kese savaşı/Söz ola kestire başı.

Söz özden olmalıdır.

İki şey geri gelmez:Biri oktan çıkan yay,diğeri ağızdan çıkan sözdür.

Sözdeki tepki,okumadaki tepki ile orantılıdır.

Mehmet ÖZÇELİK

21-07-2003

[1] Alak.1,Bak. İLİM: [002.120] [K], [002.145] [K], [003.007] [K], [003.018] [K], [003.019] [K], [003.061] [K], [004.162] [K], [006.080] [K], [006.119] [K], [006.143] [K], [006.148] [K], [007.007] [K], [007.089] [K], [010.093] [K], [012.022] [K], [012.068] [K], [013.037] [K], [016.027] [K], [017.085] [K], [017.107] [K], [018.065] [K], [019.043] [K], [020.098] [K], [021.074] [K], [021.079] [K], [022.054] [K], [027.015] [K], [027.042] [K], [028.014] [K], [028.080] [K], [029.049] [K], [030.056] [K], [034.006] [K], [040.007] [K], [040.083] [K], [042.014] [K], [043.061] [K], [044.032] [K], [045.017] [K], [045.023] [K], [046.004] [K], [046.023] [K], [047.016] [K], [053.030] [K], [058.011] [K]

İLİMDE DERİNLEŞENLER: [003.007] [K], [004.162] [K]

BİLGİ: [002.004] [K], [002.032] [K], [002.118] [K], [002.247] [K], [003.066] [K], [003.075] [K], [004.157] [K], [005.050] [K], [005.107] [K], [005.109] [K], [006.075] [K], [006.100] [K], [006.140] [K], [006.144] [K], [007.052] [K], [009.078] [K], [010.089] [K], [011.046] [K], [011.047] [K], [012.076] [K], [013.002] [K], [016.025] [K], [017.036] [K], [018.005] [K], [018.091] [K], [020.052] [K], [020.110] [K], [022.003] [K], [022.008] [K], [022.071] [K], [024.015] [K], [026.024] [K], [026.112] [K], [027.003] [K], [027.066] [K], [027.082] [K], [027.084] [K], [028.078] [K], [029.008] [K], [030.029] [K], [030.060] [K], [031.004] [K], [031.006] [K], [031.015] [K], [031.034] [K], [032.012] [K], [032.024] [K], [033.063] [K], [035.011] [K], [038.069] [K], [039.049] [K], [040.042] [K], [043.020] [K], [044.007] [K], [045.004] [K], [045.020] [K], [045.024] [K], [045.032] [K], [048.025] [K], [051.011] [K], [051.020] [K], [052.036] [K], [053.028] [K], [056.095] [K], [067.026] [K], [074.031] [K], [079.043] [K], [102.005] [K]

BİLGİN: [005.044] [K], [005.063] [K], [007.109] [K], [007.112] [K], [009.031] [K], [009.034] [K], [010.079] [K], [015.053] [K], [026.034] [K], [026.197] [K], [051.028] [K]

[2] Zümer.9.

[3] Sabah.9-3-2003




KUR’AN-I KERİM’DE NASIL –KEYFE-

KUR’AN-I KERİM’DE NASIL –KEYFE-

Keyfe,hayret ifade eden ve Nasıl anlamına gelen bir kelime olup,Kur’an-da 62

yerde geçmektedir.

Bir yandan soru olarak kullanılırken,bir yandan da bakıp görmeyi,görüp ibret almayı teşvik eder.Sorduğu soru ile karşıdakinin tasdikini alır.

Elmalı mealinden alınmıştır.

1-[002.028] [E0] Allaha nasıl küfr ediyorsunuz ki ölü idiniz sizleri diriltti. Sonra sizleri yine öldürecek sonra sizleri yine diriltecek. Sonra da döndürülüp ona götürüleceksiniz.

2-[002.259] [E0] Yahud o kimse gibi ki bir şehre uğramıştı, altı üstüne gelmiş ıpıssız yatıyor, “Bunu bu ölümünden sonra Allah nerden diriltecek?” dedi, bunun üzerine Allah onu yüz sene öldürdü sonra diriltti, ne kadar kaldın? diye sordu “bir gün yahud bir günden eksik kaldım” dedi, Allah buyurdu ki: Hayır, yüz sene kaldın, öyle iken bak yiyeceğine, içeceğine henüz bozulmamış, hele merkebine bak, hem bunlar, seni insanlara karşı kudretimizin canlı bir âyeti kılayım diyedir, hele o kemiklere bak onları nasıl birbirinin üzerine kaldırıyoruz? Sonra onlara nasıl et geydiriyoruz? Bu suretle vaktaki ona hak tebeyyün etti, şimdi biliyorum, dedi: Hakikaten Allah her şey’e kadir.

3-[002.260] [E0] Bir vakıt da İbrahim: “yarabbi göster bana ölüleri nasıl diriltirsin?” demişti, “inanmadın mı ki? buyurdu, “inandım velâkin kalbim iyice yatışmak için” dedi, öyle ise, buyurdu: Kuşlardan dördünü tut da onları kendine çevir, iyice tanıdıktan sonra her dağ başına onlardan birer parça dağıt sonra da çağır onları sana koşa koşa gelsinler; ve bil ki Allah hakikaten azîzdir, hakîmdir.

4-[003.006] [E0] rahimlerde sizi dilediği keyfiyette tasvir eden o, başka Tanrı yok ancak o, azîz o, hakîm o.

5-[003.086] [E0] nasıl muvaffak eder Allah? bir kavmi ki kendilerine beyyineler gelmiş ve Peygamberin hakk olduğuna şehadet getirmişler iken imanlarının arkasından nankörlük edib küfre sapmışlardır, halbuki Allah zalimler güruhunu muvaffak etmez.

6-[003.137] [E0] Sizden evvel kanun olmuş bir takım vak’alar geçti, onun için Arzda dolaşın da bir bakın: Peygamberleri tekzib edenlerin akıbetleri nasıl olmuş?

7-[004.050] [E0] Bak Allaha karşı nasıl yalan uyduruyorlar, açık günah da bu yeter.

8-[005.031] [E0] Derken Allah bir karga gönderdi, yeri deşiyordu ki ona kardeşinin cesedini nasıl örteceğini göstersin, eyvah, dedi: şu karga kadar olub da kardeşimin cesedini örtemedim ha! Artık peşimanlığa düşenlerden olmuştu.

9-[005.064] [E0] Bir de Yehudîler “Allahın eli bağlı” dediler, ve dedikleriyle dilediği gibi bahşediyor, celâlim hakkı için sana rabbından indirilen onlardan bir çoğunun tuğyanını ve küfrünü arttıracaktır, maamafih biz onların arasına kıyamete kadar sürecek buğz ve adavet bıraktık, her ne zaman harb için bir yangın tutuşturdularsa Allah onu söndürdü, hep yer yüzünde fesad için koşarlar, Allah ise müfsidleri sevmez.

10-[005.075] [E0] De ki; ya daha siz Allahı bırakıyorsunuz da siz kendiliklerinden ne bir zarara.

11-[006.011] [E0] De ki: yer yüzünde dolaşın da bakın o Peygâmberlere yalancı diyenlerin akıbeti nasıl olmuş?”

12-[006.024] [E0] Bak vicdanlarına karşı nasıl yalan söylediler, gâib oluverdi de kendilerinden o uydurdukları ma’budlar.

13-[006.046] [E0] De ki söyleyin bakayım: Eğer Allah sizin kulaklarınızı ve gözlerinizi alıverir ve kalblerinizi mühürleyiverirse kimdir Allahdan başka bir ilâh ki onu size getirib verecek? Bak biz âyetlerimizi nasıl evirib çevirib türlü suretlere sokuyoruz? Sonra da onlar nasıl geçiveriyorlar?

14-[006.065] [E0] De ki o size üstünüzden veya altınızdan bir azâb salıvermeğe, yahud birbirinize katıb ba’zınızın ba’zınızdan hıncını tattırmaya da kadirdir, bak âyetleri nasıl tasrîf ediyoruz, gerek ki fıkhiyle anlasınlar.

15-[007.084] [E0] Ve üzerlerine bir azab yağmuru yağdırdık, işte bak mücrimlerin akıbeti nasıl oldu?

16-[007.086] [E0] Hem öyle tehdid ederek her caddenin başına oturub da Allahın yolundan ona iyman edenleri çevirmeyin ve yolun çarpıklığını arzu etmeyin, düşünün ki vaktiyle siz pek az idiniz, öyle iken o sizi çoğalttı ve bakın o müfsidlerin akıbeti nasıl oldu?

17-[007.103] [E0] Sonra onların arkasından âyetlerimizle Musâyı Fir’avne ve cem’iyyetine gönderdik, tuttular, o âyetlere zulm ettiler, ettiler de bak o müfsidlerin akıbeti nasıl oldu?

18-[007.129] [E0] Biz, dediler: sen bize gelmezden evvel de eza edildik sen bize geldikten sonra da, umulur ki, dedi: Rabbınız hasmınızı helâk edib de sizi yer yüzünde halife kılacak, sizin de nasıl işler yapacağınıza bakacaktır.

19-[009.007] [E0] O müşriklerin Allah yanında, Resulü yanında bir ahdi nasıl olabilir? Ancak mescidi haram yanında muahede yaptıklarınız var ki bunlar size doğru durdukça siz de onlara doğru bulunun, Allah, hıyanetten sakınanları elbette sever.

20-[009.008] [E0] Evet, nasıl olabilir ki: size bir zafer bulsalar hakkınızda ne bir zimmet gözetirler ne de bir yemin, ağızlariyle sizi hoşnud etmeğe çalışırlar, kalbleri ise iba eder durur, zaten ekserisi insanlıktan çıkmış fasıklar.

21-[010.014] [E0] Sonra onların arkasından sizi Arzda halifeler yaptık ki bakalım: nasıl ameller işliyeceksiniz?

22-[010.035] [E0] De ki sizin şeriklerinizden hakka hidayet eden var mı? Allah de ki: hakka hidayet eder, o halde hakka hidayet eden mi ittibaa ehaktır, yoksa hidayet olunmadıkça kendi kendine iremiyen mi? O halde ne oluyorsunuz? Nasıl hukmediyor sunuz?

23-[010.039] [E0] Hayır onlar, ılmini ihata etmedikleri ve te’vili kendilerine hiç gelmemiş olan bir şey’i tekzib ettiler, bunlardan evvel geçenler de böyle tekzib etmişlerdi amma bak zâlimlerin akıbeti nasıl oldu?

24-[010.073] [E0] Bunun üzerine yine onu tekzib ettiler. Biz de onu ve beraberindekileri gemide necâte çıkarıb bunları Yer yüzünün halifeleri kıldık, âyetlerimizi tekzib edenleri ise gark ettik, bak işte inzâr olunanların âkibeti nasıl oldu?

25-[012.109] [E0] Senden evvel gönderdiğimiz Peygamberler de başka değil ancak şehirler ahalisinden kendilerine vahyeylediğimiz bir takım erler idi; Ya şimdi o yerde bir gezmediler mi? Baksalar â kendilerinden evvel geçenlerin akıbetleri nasıl olmuş? Ve elbette Âhiret evi korunanlar için daha hayırlıdır ya, hâlâ akletmiyecekmisiniz?

26-[014.024] [E0] Gördün’a Allah nasıl bir temsil yaptı; hoş bir kelimeyi, hoş bir ağaç gibi ki kökü sâbit dalı Semada.

27-[014.045] [E0] Siz de o kendilerine zulm etmiş olanların meskenlerine sakin oldunuz, onlara nasıl yaptığımız ise sizce tebeyyün etti ve size emsal gösterdik.

28-[016.036] [E0] Celâlim hakkı için biz, her ümmette “Allaha ibadet edin ve Tâguttan ictinab eyleyin” diye bir Resul ba’settik, sonra içlerinden kimine Allah hidayet nasîb etti, kiminin de üzerine dalâlet hakkoldu, şimdi Yer yüzünde bir gezin de bakın peygamberleri tekzib edenlerin akibeti nasıl oldu?

29-[017.021] [E0] Bak bir kısmını diğerine nasıl tafdıl etmişiz ve elbette Âhıret derecatca da daha büyük, tafdılce de daha büyüktür?

30-[017.048] [E0] Biz pek âlâ biliyoruz seni dinlerken ne suretle dinliyorlar? Birbirleriyle fısıldaşırlarken de ve o zalimler derlerken de: başka değil, sırf bir sihirli adama tâbi’ oluyorsunuz.

31-[019.029] [E0] Bunun üzerine ona işaret etti, beşikteki bir sabî ile nasıl konuşuruz dediler.

32-[025.009] [E0] Bak senin hakkında ne kıyaslar, ne temsiller – yaptılar da çıkmaza saptılar, artık hiç bir yol bulamazlar.

33-[025.045] [E0] Bakmaz mısın rabbına? Gölgeyi nasıl uzatmakta? Dilese idi elbet onu sâkin de kılardı, sonra nasıl Güneşi, ona delil kılmışız?

34-[027.014] [E0] Ve nefisleri yakîn hasıl ettiği halde mücerred zulm-ü kibirden onlara cehudluk ettiler, fakat bak o müfsidlerin akıbeti nasıl oldu?

35-[027.051] [E0] Şimdi bak! mekirlerinin akıbeti nasıl oldu? Kendileri ve kavimlerini toptan tedmir ediverdik.

36-[027.069] [E0] De ki; hele, Arzda bir gezinin de bakın mücrimlerin akıbeti nasıl olmuş?

37-[028.040] [E0] Biz de kendisini ve ordularını tuttuk da deryaya fırlatıverdik, şimdi bak o zâlimlerin akıbeti nasıl oldu?

38-[029.019] [E0] Ya görmediler mi de: Allah halkı ibtida nasıl yapıyor? Sonra onu iade de eder, şübhesiz bu Allaha göre kolaydır.

39-[029.020] [E0] De ki: Arzda bir gezinin de bakın, halkı iptida nasıl yapmış, sonra da Allah “neş’eti uhra” inşa edecek şübhesiz Allah her şey’e kadir.

40-[030.009] [E0] Ya Yer yüzünde gezib bir bakmadılar da mı? Nasıl olmuş akıbeti kendilerinden evvelkilerin? Kuvvetçe kendilerinden daha şiddetli idiler, Arzı aktarmışlar ve onu kendilerinin ı’marından ziyade ı’mar etmişlerdi, Peygamberleri de onlara beyyinat ile gelmişlerdi, demek Allah onlara zulmetmiyordu velâkin kendileri nefislerine zulmediyorlardı.

41-030.042] [E0] De ki Arzda bir gezin de bakın: bundan evvelkilerin akıbeti nasıl olmuş? Onların ekserisi müşrik idiler.

42-[030.048] [E0] Allah odur ki rüzgârları gönderir de bir bulut savururlar, derken onu Semâda nasıl dilerse öyle serer, parça parça da eder, derken yağmuru görürsün aralarından çıkar, derken onu kullarından kimlere dileyorsa döküverdimi derhal yüzleri gülüverir.

43-[030.050] [E0] Şimdi bak Allahın rahmeti asârına, Arzı ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şübhe yok ki o her halde ölülerin diriltir, daha da her şey’e kadirdir o.

44-[035.044] [E0] Ya Yer yüzünde gezip bir bakmadılarda mı? Kendilerinden evvelkilerin akıbeti nasıl olmuş? Halbuki onlar onlardan daha kuvvetli idiler, Allah, ne Göklerde ne Yerde hiç bir şeyin onu âciz bırakmasına imkân-ü ihtimal yoktur. O hiç şübhesiz alîm bir kadîr bulunuyor.

45-[037.073] [E0] Sonra da bak o inzar edilenlerin akıbeti nasıl oldu?

46-[037.154] [E0] Nah sizlere! nasıl hukmediyorsunuz?

47-[040.021] [E0] Yer yüzünde bir gezmediler de mi? Baksalar a kendilerinden evvelkilerin akıbeti nasıl olmuş? Onlar, gerek kuvvetçe ve gerek Arzda asarca kendilerinden daha çetin idiler, öyle iken Allah onları günahlariyle tuttu alıverdi ve kendilerine Allahdan bir koruyucu bulunmadı.

48-[040.082] [E0] Daha Yer yüzünde gezip de bir bakmazlar mı? Kendilerinden evvelkilerin âkıbeti nasıl olmuş? Onlar kendilerinden hem daha çok hem kuvvetçe ve Arzda âsarca daha çetin idiler, öyle iken o kesbettikleri şeyler kendilerini kurtarmadı.

49-[043.025] [E0] Onun üzerine biz de onlardan intikamını aldık da bak o tekzib edenlerin akıbeti nasıl oldu?

50-[047.010] [E0] Ya Yer yüzünde bir gezmediler mi? Baksalar a kendilerinden evvelkilerin akıbetleri ne olmuş? Allah üzerlerinden tedmir eylemiş, o kâfirlere de öylesi yaraşır.

51-[050.006] [E0] Artık üstlerindeki Semâya bir baksalar a, biz onu nasıl bina etmişiz ve ziynetlemişiz hiç bir gediği yok.

52-[067.017] [E0] Yoksa emînmisiniz o Semâdekinden: üzerinize bir mermîler yağdırıcı gönderivermesinden? O vakıt bilirsiniz ki nasılmış inzarım?

53-[068.036] [E0] Neniz var? Nasıl hukm ediyorsunuz?

54-[071.015] [E0] Görmediniz mi nasıl yaratmış Allah yedi Semayı uygun tabaka tabaka?

55-[074.019] [E0] Kahrolası nasıl biçti.

56-[074.020] [E0] Sonra kahr olası nasıl biçti.

57-[088.017] [E0] Ya hâlâ bakmazlar mı o deveye: nasıl yaratılmış?

58-[088.018] [E0] Ve o göğe: nasıl kaldırılmış?

59-[088.019] [E0] Ve o dağlara: nasıl dikilmiş?

60-[088.020] [E0] Ve o Arza nasıl satıhlanmış?

61-[089.006] [E0] Görmedinmi rabbın nasıl yaptı Ad kavmine?

62-[105.001] [E0] Görmedin mi? Nasıl etti Rabbın ashabi fîle?

Mehmet ÖZÇELİK

04-07-2003




HAYATIN ZORLUKLARI VE TECRÜBELERİ

HAYATIN ZORLUKLARI VE TECRÜBELERİ

Baba olmak zor bir şeymiş.Hele hele İstanbul gibi bir yerde,sürekli diz üzerinde çekiç vurarak yapılan bir ayakkabı ile aile geçindirmek gerçekten de zor mu zor…

Kazandığın üç-beş kuruşu yemek için mi, kira için mi, çocukların ayakkabı, okul, giysi gibi ihtiyaçları için mi, nereye, hangisine harcayacaksın?

Bu düşüncenin sürekli zihnimizi işgal etmesinden başka şeyleri düşünmeye vakit bulamıyoruz. Bir hafta sonu çocuklarla bir yere çıkmak başlı başına bir sıkıntı. Bir günlük bir tatil için 3-4 güne ek olarak gece de çalışmamız gerekecek ki o boşluğu doldurup telafi edelim.

En büyük sıkıntımız yaptığımız ayakkabıları pazarlıyamamak veya zamanında parasını alamamak idi.Bu da bir çok defa da olsa başımıza gelirdi.

Giderek fabrikasyon mallarının da piyasaya çıkması ve ucuza mal olması da bizleri sıkıntıya sokuyordu.Bu işin bilenleri için fark etmese de genelde hazıra yöneliş kaçınılmazdı.

Yine bir Kurban bayramının arefe günü idi.Geceden itibaren çalışmış,elimizdeki işleri arefe gününe yetiştirmeye çalışıyorduk.Epey yorulmuş ve uykusuz kalmıştık ama işleri de yetiştirmiştik.

Çok şükür elimize bir şeyler geçmişti.4 gün boyunca bayramda bizi idare edebilirdi.Kurban kesemesek de dostları ağırlayabilir,bayramlaşacağımız yerlere gidebilirdik.Fakat yine de düşündürüyordu.Çünki hanım oğlan için ısrarla kazak alınmasını istemişti.İstekleri bir yanda sıraladım,diğer yanda da aldığım paraları kıyasladım.Yama kapanmıyordu.Bu sefer nereyi yamalayıp,nereyi bırakacağımı düşünüyordum.Ancak yorgan gene de kısa kalıyor,ayak dışarıya sarkıyordu.Ayağı kapatsam baş açık kalıyor,başı kapatsam ayak açık kalıyordu.

Bu düşünce ile Ali ustanın yanına doğru gittim.Ali usta tezgahın üzerine başını koymuş yatıyor gibiydi.Seslendim.Bir iki seslendikten sonra isteksizce başını ağır ağır kaldırmaya başladı.Gözünde uyku ve uyuklama ve uykusuzluk belirtisi yok ancak derin bir üzüntü izi görülüyordu.

Sebebini sordum.Pek konuşacak gibi değildi.Belliki yara derin ve derinlerdeydi.Israrlı ve istekli sormama karşı Ali usta;-Yarın bayram olduğunu,yaptığı ayakkabıların elinde kaldığını,önceden verdiklerinin ise daha parasının gelmediğini,bayram için daha eve hiçbir şey alamayıp,cebinde de beş kuruş parasının bulunmadığını,yarın ise bayramda ne yapacağını dertli dertli anlatmaya başladı.Belliki dolmuş,boşalacak birisini de arıyordu.Öyleki bir çocuk gibi ağlamadığı kalmıştı.

Birden Allah tarafından aklıma geldi.Dedim,usta;Bunları Beyazıt camiinin önüne serelim,teker teker 500 liradan satalım.

Ali Ustanın birden gözleri açılmaya başladı.Karanlıkta tünelde giden bir insanın ışık belirtilerine kavuşması gibi birden;

Olur mu yav Celâl!

Niye olmasın usta!Bugün arefe,herkes alışverişe çıkmış,birazda ucuz verince neden almasınlar?

Ali Ustanın yüzündeki izler yavaş yavaş gitmeye,yerine açılmış bir çehre gelmeye başlamıştı.Belki de Ali usta ilk defa bu kadar umutlanmıştı.Şimdiye kadar hep ayakkabı imal etmiş,hiç satış yapmamıştık.İlk defa böyle bir tecrübe yaşıyor idik.

Umutlanan usta 300’e,gerekirse 200’e bile satmamı istiyordu.Sattığım takdirde ayakkabı başına bana da komisyon verecekti.Fakat yine de ümitsizlik belirtileri hakim durumda idi ki;eğer satamazsan aman ha,sakın geri getireyim deme,hemen oradan git,denize dök,gel.Kesin söylüyorum,satılmazsa,sakın getireyim deme,yakarım.

Ben ayakkabıları sepete doldurdum,bir kısmını da kendisi omuzladı.Biraz da karton bulduk,yere sermek için..ve başladım ben;-Güzel ayakkabılarımız var,çocuğunu sevindir,bayram ayakkabıları,diye..Satış yapmaya başladım.Müşteriler bir iki gelip almaya başladılar.Ali usta ise ileride çaktırmadan beni gözlüyordu,acaba satılıyor mu diye?..

1-3-5 diye satılınca Ali ustanın yerinde duramadığına şahit oluyor,ümitlendiği yüz ve hareketlerinden belli oluyordu.İlk anlarda;aman ha ne verirlerse ver,pazarlık yapma,aşağı veren olursa hemen ver,ucuz mucuz demeden sat,diyordu.Çünki denize dökmekten iyiydi.O duruma da gerek kalmadan satılıyordu.

Ve gerçekten birkaç saat içinde epey satmış,ikindi de ise tüm ayakkabıları bitirmiştik.Ali usta bana sarılıp çocuk gibi öpmeye başladı.Benim komisyonumu fazlasıyla verdi ve memnun olarak bir birimizden ayrılmıştık.

Ben de artık evin bana verdiği siparişleri alabilirdim.Oğlum için istenilen kazağı rahatlıkla alabilecek parayı bulmuştum.Bayramı gönül rahatlığıyla geçirebilirdik,ondan sonrası ise Allah kerimdi.

Yıllar sonra da olsa oğluma aldığım o beyaz kazakla çektiğimiz fotoğrafı seyrettikçe hep derinlere gider,o günleri hatırlarım.

Bayram paşaya doğru bu düşüncelerle giderken birden gözüme bir cüzdan ilişti.Eğilip aldım.İçinde desteyle para vardı. Etrafa, sahibini görür müyüm diye araştırıcı gözlerle bir göz gezdirdim. Ancak o kadar kalabalıkta kimin olabilirdi? Cüzdan kimin diye bağırsam, beikide yüz kişi başıma üşüşecek,hepside benim diyecekti.Kaybeden kimseden de herhangi bir eser yoktu.

Allah afvetsin.Bir tuvalete gidip paraları saydım,1960’ların parasıyla bir evi rahatlıkla birkaç ay idare edebilecek miktardaydı.

O bayram iyi geçmişti.Acaba onu kaybeden adamın bayramı nasıl geçmişti?

O bayram İstanbulda asker olan kardeşim gelmiş,hem yeğenim hem de hanımın kardeşi olan üniversitedeki öğrenci kardeşi gelmiş,bizi düşündüren zorlu durumdan,Allah’ın bizlere açtığı bu kapılardan çıkmıştık.

Allah’ın her kapıyı kapatmadığını bir kez daha görmüştük.

-Yine böyle sıkıntılı bir günde yapmış olduğumuz ayakkabılar elimizde kalmış, mağazalara verememiştik. Epeyde yığılmıştı. Çünki bizim el emeği, göz nuruyla yaptığımız bu sağlam ayakkabılar pahalı olunca,ucuzlara rağbet ediliyordu. Mağazalar da onları tercih ediyorlardı.

Bu durum ise bizleri fazlasıyla düşündürüyor,elimizdeki yaptıklarımızı pazarlıyamıyorduk ki, yenilerini yapalım.

Satmamız lazım ki bizde o parayla deri ve kösele alalım,ayakkabı hazırlıyalım!

Bu düşünce,sıkıntı ve telaş içerisindeyken,içeriye tanımadığımız bir adam girdi.Belliki doğudan gelen bir vatandaşa benziyordu.Doğuda ayakkabıcılık yapmakta olduğunu,mal almak için buraya geldiğini söyledi.

Bizde artık Hızır gözüyle görmeye başladığımız bu adama en uygun bir fiyat söyledik.Adam üstelemeden hepsini alacağını söyledi.

Ve adama malları hazırlayarak teslim edip paramızı aldık.Mağazalara vereceğimiz fiyattan daha uygun bir fiyata vermiştik.

Demek ki kul sıkışmayınca Hızır da yetişmiyormuş.

Her esnafın hayatında bu ve buna benzer bir çok olaylar mutlaka geçmiş ve yaşanmıştır.

Buralarda birkaç gün çalışmasan her şey durur,hayat durur.

Büyük şehrin derdi de büyük oluyor,nimeti de büyük oluyor…

20-10-2002

MEHMET ÖZÇELİK




DİYARBAKIR’DAN TATVAN’A

DİYARBAKIR’DAN TATVAN’A

Sevgili peygamberimiz bir sözlerinde;”Ya Ali!Aklına hiçbir şeyi getirmeden iki rekat namaz kıl sana bir deve vereyim.”

Birinci rekatı başarıyla,aklına bir şey getirmeden kılan Hz.Ali,ikinci rekatta düşünür;acaba kırmızı deve mi verecek,diğer deveden mi verecek?diye düşünür.

Zira kırmızı deve çölün Mersedesi ve kıymetli olanıdır.Ve Hz.Ali deveyi kaybeder.

Diyarbakır’lı Hacı Hafız Hoca Ali abide bir hatırasını şöyle anlatır;

Bir ramazan teravih namazını diğer imamlardan farklı kıldırmak amacıyla,Kur’an-dan sonu aynı biten ayetleri tesbit ettim.(Ve hüvel ğafurur-rahim,vel âkibetü lil müttakin gibi…) Ve teravihte de böyle okumaya başlayınca,cemaatımda büyük artış oldu.

Bir gün Ankara’dan Diyanetten imamlık imtihanı için görevli ve müfettişler geldiler.İmtihanın akşamı Müftü beye akşam teravih namazını hangi camide kılacaklarını sorunca müftü bey de;Bir hocamız var ki,çok farklı kıldırmakta,çok da beğeneceğinizi umuyorum,diyerek bizim camiye getirir.

Ben de namazdan önce kıldırmaları için kendilerine teklifte bulundum.Kabul etmeyip,özellikle burada kılmak için geldik deyip,arkamda namaza durdular.

Teravih namazını kıldırırken bir rekatında rükuu yapıp kıyama kalktım.Secdeye gitmek üzere eğildim.Secdeye daha varmadan kıyam ile secde arasında iken bir kardeşimiz gözümün önüne gelerek;Haydi abi,Tatvana gideceğiz,araba hazır,dedi.Ben de kabul edip yola çıktık.İki ilçeye uğradıktan sonra Tatvana vardık.Kardeşlerimizin bulunduğu dershaneye vardık.Bizi görünce çok sevindiler.Kısa sohbetten sonra çay getirdiler,içmeye başladık.Ancak ben işim olduğunu söyleyerek aceleyle çayı içip Diyarbakır’a döndük.

Böylece bir çok yere uğramış,Tatvanda çayımızı içmiş ve dönmüştük.

Birden o anda hatırladım ki ben namazdayım.Hemen secde yaptım,ancak kaçıncı rekatta olduğumuzu unuttum.

Bu kadar uzun yola gittiğimize göre her halde ikinci rekattayızdır diyerek oturdum. Arkamdaki Müftü,Diyanet mensubları ve Müfettişlerde –sübhanallah-deyib beni uyarmamışlardı.Demek ki benimki doğruydu,diye kendi kendime yorum yapmıştım.Ancak yine de şüpheliydim,acaba cemaat ne durumdaydı?Tahiyyatı okumaya başlarken gözüm sol tarafa kaydı.Gördüm ki yüz kadar insan ayağı kalkmış.Gözüm sol tarafa iliştiğinde gördüm ki iki yüz kişi kadarı ayaktalar.O anda anladım ki ben bir rekat kılmışım.Hemen ikinci rekata kalkarak,teravih namazını bu şekilde kıldırdım.

Namazdan sonra Diyanet mensublarını ve Müftü beyi eve çaya davet ettim.Bu esnada onlara hitaben;Hocam,şimdiye kadar hep siz başkalarını imtihan ediyorsunuz,şimdi de ben sizi imtihan edeyim.

Neden namazda beni uyarmadınız?Secdeye giderken arada kaldığım,Diyarbakırdan Tatvana gidip,çay içerek geri geldiğim sürede,neden Sübhanallah diyerek beni uyarmadınız?dedim

Görevlilerden biri;Hocam,o esnada ben Eskişehire gittim.İftara davet etmişlerdi.O yolculuğu ve iftarı düşünüyordum.Birden aklıma geldiyse de her halde hocanın kıldırdığı doğrudur deyip,ses çıkarmadım.

Müftü bey de;Hocam,ben de bir an Elazığa gitmek üzere yola çıktım.Yolda bir yerde konaklayıp,aileme yetişmeyi ve onlarla beraber iftarı düşünüyordum.Ben de şüphelendimse de,her halde hocanın kıldırdığı doğrudur,deyip ses çıkarmadım.

Müfettiş de;Hocam,ben de bugün imtihan ettiğim bir imam adayının ısrar ile beni evine iftara davet ettiğini düşündüm.Çünki düşündüm ki,Ben bu adamı imtihan ettim,daha sonuçlar belli değil.Eğer evine iftara gidersem,kazanamamışsa,bu durumda onu kazandırmak mecburiyetinde kalırım,düşüncesiyle gitmeyişimi,ısrarına rağmen reddedişimi düşünüyordum.Ben de diğerleri gibi bir eksikliğin olduğunu düşündüysem de,herhalde hocanın kıldırdığı doğrudur deyip,ses çıkarmadım.

Hâsılı;her biri de iftara bir yere gidince,cemaatta başsız kalmıştı.İftardan dönmelerini beklemeleri gerekmekteydi.Ve öyle de oldu.

Kim bilir,belki o cemaatta her biri bir yerlere gitmiş,kendi işleriyle meşgul idiler?

Şeyy..aslında bizim durumumuz nasıl?Bizler nerelere gitmekteyiz?Muhakkak bizlerde bir yerlere gidiyoruzdur.Mesela,borçları dağıtmaya ve ödemeye veya ödeyememeye..eve neler alınacak ve neler yapılacaktı?Genel bir muhasebe.

Bir şeyinizi mi unuttunuz?Hemen ya namaza veya (af edersiniz) tuvalete gidiniz.Hemen aklınıza gelir.Namazda gelmesi ise;En çok düşmanın kurşunlarına maruz olan kimse,cephede,önde bulunan kimsedir.Namazdaki kişide cephede olup,her an şeytanın hücumuna maruz kalmaktadır.Önemli olan ucuz yaralarla kurtulabilmek,büyük kârlarla bitirebilmektir.

MERHAMETİN TEZAHÜRÜ

Yine bir hatırasında;

Sabah namazına gitmekteydim.Önüme bir sarhoş çıktı.Ondan kaçmak, uzaklaşmak istedim.Bir an durakladım.Birden hadisteki şu mânayı hatırladım:”Siz yerdekilere merhamet ediniz ki,göktekilerde size merhamet etsin.”buyuruluyordu.

Bunu düşünüp,bununda Allah tarafından yaratılmış olduğunu hatırlayarak ona doğru yanaştım.

O sarhoş bağırarak;beni bu denizden kurtarın,boğulacağım diyor,bir adım bile yürüyemiyordu.

Ne deniziydi?

Ancak önünde çok az bir miktarda su birikintisi vardı.Oda gözünde deniz görünmekteydi.Yanına yaklaşıp,bana sarılmasını söyledim.Hızla ve sıkıca bana sarılmaya başladı.

Fakat gemiye aldım da,birde motoru çalıştırmak gerekiyordu.Motor sesini taklid ederek çalıştırmaya başladım.O hâla beni sımsıkı tutuyordu.Ancak bu defa da geminin yürüdüğünü göstermek üzere düdük sesini taklid ile birkaç adım yürüdüm.

Haydi geldik diyerek inmesini söyledim.Şaşırmıştı ve ne çabuk geldik?diyerek hayretini ifade etmeye başladı.

Ben de;elbette çabuk geliriz,bu Allah’ın gemisi deyip,adamı evine getirip,hanımına teslim ettim.Camiye gideceğimi söyledim ve ayrıldım.

Camiye geldiğimde üstümü çıkardım, çünkü içki kokuyordu.Pijamanın üzerine cübbeyi giyerek namazı kıldırdım.

Bu durum dikkatini çeken cemaat, sebebini sorduklarında,denize düştüğümü söyleyip,geçiştirdim.

Öğlen ve nihayet ikindi vakti.Cemaat çıkmış ancak şık giyimli birisi önde oturmaktaydı.Bu ise o geceki sarhoş adamdı.Başladı başından geçen olayı anlatmaya;

Sabah eve geldiğimde yatmış,bir rüya görmüştüm.Rüyamda her şey yıkılıyor,denizler kabarıyordu.Ben de bu şaşkınlık ve korku içerisinde iken,denizde boğulma durumu ile karşı karşıya idim.Birden birisi belirerek bana elini uzatıp;eğer tevbe eder,içki ve kumarı terk edersen,seni buradan kurtarırım,dedi.

Ben de yemin ederek söz verip,bir daha yapmayacağımı söyledim.Beni oradan çekip kurtardı.Ve hemen uyandım.Böylece artık namaza başladım.

Daha sonra bu kişi ailesi ve çocuklarıyla çok iyi bir insan olarak yaşadı ve birkaç sene sonra bu insan,iyi bir kişi olarak dünyadan göçtü.Rahmetullahi aleyh.

Mehmet ÖZÇELİK




DİNDE TEVESSÜL-VELAYET-ŞEYHLİK-TARİKAT

DİNDE TEVESSÜL-VELAYET-ŞEYHLİK-TARİKAT

“- Nitekim Bedir’de Allah sizi zafere ulaştırdı, oysa siz zayıftınız. O halde Allah’tan korkunuz, O’na şükretmiş olasınız.

Hani sen müminlere `Allah’ın gökten indirilmiş üç bin melekle yardım etmesi size yetmez mi?’ diyordun.

Evet, eğer siz sabreder ve Allah’tan korkarsanız, bu arada onlar şimdi, şu taraftan üzerinize saldırırlarsa Allah size beşbin nişanlı melekle yardım eder.

Allah size bu yardımı sırf size müjde olsun ve bu sayede kalpleriniz rahatlasın diye yaptı. Yoksa zafer, sadece üstün iradeli ve hikmet sahibi olan Allah’tan kaynaklanır.”[1]

“Biz kâfirlerin kalplerine korku salacağız. Çünkü onlar kendilerine hiçbir güç verilmemiş olan nesneleri Allah `a ortak koşmuşlardır. Onların gidecekleri yer Cehennem’dir. Zalimlerin varacağı yer ne fenadır!”[2]

“Eğer Allah size yardım ederse sizi hiç kimse yenemez. Fakat eğer sizi yüzüstü bırakırsa O’ndan başka size kim yardım edebilir? Müminler sadece Allah `a dayansınlar.”[3]

“Sizinle karşılaşan iki topluluğun durumunda ne büyük ibret vardır.Bunlardan biri Allah yolunda savaşıyor,öteki kâfirdir.Gözleriyle onların iki misli olduğunu görüyordu bu kâfir topluluk.Allah dilediğini yardımıyla kuvvetlendirir.Bunda gören göze sahib olanlar için büyük ibret var.”[4]

“Ey iman edenler,Allah’tan korkun ve O’na (yaklaşmaya) vesileler arayın,O’nun yolunda cihad edin ki mutluluğa eresiniz.”[5]

Burada vesileler yaklaşmaya sebeb gösterilirken,devam eden âyette ise,küfür tek sebeb olarak o vesileliği ortadan kaldırmaktadır.

“Küfredenler,yeryüzünde olanların hepsi onların olsa ve bunlara bir misli daha katılsa da kıyamet günü azaptan kurtulmak için bütün bunları fidye olarak verseler,yine kabul edilmez.Onlara acıklı azap vardır.”[6]

Allah’a giden yollar, mahlûkatın nefesleri sayısıncadır.

İfrat hareketler,tefritleri doğurur.Kabirlere yapılan ifrat ziyaretler,bez ve çaput bağlayıp,orada yatan zattan beklemek ve onun yaptığına inanmak onları perdelemiş oldu.Nitekim İbni Kayyım Cevzi:” Kabir ziyaretinde bulunan Müslümanlara müşrik deyip, hocası İbni Teymiye gibi, türbelerin yıkılmasını istedi. Hatta Resulullah efendimize dil uzatarak, vefatından sonra, bir meziyetinin kalmayıp, diğer insanlardan bir farkının bulunmadığını iddia etti. Bu konuda bildirilen hadis-i şerif ve haberleri, âlimlerin sözlerini tevil ederek Ehli sünnete uymayan birçok fikirler ileri sürdü. Bunun için, Ehli Sünnet âlimleri tarafından şiddetle tenkit edildi. Hocası İbni Teymiye ile birlikte Şam Kalesine hapsedildi. Hocasının ölümünden sonra hapisten çıkarıldı. (Rehber Ans.)”

”(İrşad-üt-talibin) de, (Büyük bir âlim vefat edince, feyz vermesi kesilmez, hatta artar) buyuruluyor. Allahü teâlâ, sevdiklerinin ruhlarına işittirir, onların hatırı için istenileni yaratır. Ölülerin dirilere yardım etmesi yine Allahü teâlânın dilemesi ile olmaktadır.

(Künuz-üd-dekaik) deki hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Kabirdekiler olmasa, yeryüzündekiler yanardı.) [Deylemi]”

Vesilelik meşru ve caizdir.Yeterki aradaki iman ve küfür bağı,O’nu düşündürücü durum ile düşündürmeyici durumların farkları açıkça belirlenmiş olsun.

M.Feyzi Efendi:”İnsan ölünce ruhun cesedden Tedbiri kesilir.Fakat Nisbeti devam eder.Cesed kabirde çürüse bile,cesedin hakikatı mahfuzdur;ruhla nisbeti,bağı devam eder.Enbiyanın ve bazı kibar-ı evliyanın vefatından sonra dahi cesedle ruhun hem tedbiri,hem nisbeti devam eder.Cemadat olsun,nebatat olsun,hayvanat olsun;cüz olsun,kül olsun;müfredat olsun mürekkebat olsun,hepsinin kendi mertebesinde o mertebeye layık ruhu hükmünde olan melekutu vardır.O melekutta hakkı tesbih ederler. Evamir-i tekviniyeden gelen hitabata isyansız itaat ederler.”[7]

Feyzi Efendinin göstermiş olduğu yüzlerce keramet,onun maddi yapısının ötesinde manevi tasarrufunun cereyan ettiğini gösterir.Nitekim;felç olmuş,konuşmayan bir kimseye Kaside-i Bürde’nin okunup,misvağın suyun içerisine konularak içirilmesi halinde dilinin açılması hangi maddi kurallarla izah edilebilir.

Bu zatın; yanına gelenlerin her hangi maksad ve sorularla gelmeleri halinde onların sorularına aynen cevab vermeleri örnekleri yüzlerce olup,bizde kendimizde bizzat müşahede edip,tasdik ettik.Bu hangi maddi alıcılarla izah edilebilir.Maddi manevi ihtiyaçları giderme hangi tesadüfle izah edilebilir.

Bizi bu konuyu araştırıp incelemeye yiten bir sebeb de;Doç.Abdulaziz Bayındır’ın iyi hazırlanmış olduğu ödevinde,bir şeyh efendi ile girmiş olduğu münakaşa ve münazarada bazı haklı çıkışlar yaparak,yapmış olduğu haksızlıklar oldu.

Bazı haklı olarak tenkid ettiği ifrat hareketlere karşı,tefritte bulunuyor,masum gibi görünen gerekçelerle hazırlamış olduğu 2 bölüm halindeki Tasavvuf konusunu işlerken,cerbezeli ve mantık oyunlarıyla önemli hatalara düşüyordu.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Risale-i Nur külliyatında bu konuya bir çok cihetlerle değinilmektedir.Gerek Evliyanın tevessülü ve yardımı,gerekse de velayet,şeyhlik,şefaat konuları izah edilecektir.

”Cenâb-ı Hakka bir hacetimiz olduğu zaman,(ASM) Efendimizi kalben niyet ederek vesile ve vasıta kılmalıyız.Edeb bunu iktiza eder.Hem,seven,sevdiğinin hatırını kırmaz.Peygamberimize bir hacetimiz olursa,yâranları Hz.Ebubekir ve Ömer(RA) Efendilerimizi vesile yapmalıyız.”[8]

“Büyükler cenaze namazlarını,kendileri de kılarlar.”[9]

Kıyamet gününde Allah’ın izniyle vesilelik görevini yapacak olan peygamberler şefaatta bulunacaklardır. [10]

Hatta Peygamberimizle beraber ,[11] peygamberlerin dışında Melekler [12],yapılan iyilikler [13]ve yapılan dualar,[14] kurtuluşa birer vesiledirler.

Allah’ın sevdiği veli kimselerin bazı şeyleri bilmesi ilham veya Allah’ın ikramı olan keramet iledir.Bu gaybı bilmek demek değildir.

“Gaybın anahtarı O’nun yanındadır. Onları O’ndan başkası bilemez”[15].

“De ki: Göklerde ve yerde Allah’tan başka kimse gaybı bilemez”[16]

“(O bütün) gaybı bilendir, gaybına kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden, bildirmek istediği bunun dışındadır”[17].

“De ki: ‚Ben size, Allah’ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem; size ben meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum. ‚De ki: ‚Körle gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?”[18].

Velilik Allah’ın dostluğunun kazanıldığı makamdır.

Velayet Abdulkadiri Geylanîde kemalini bulmuştur.

“Haberiniz olsun ki Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur.Onlar mahzun da olacak değillerdir.Onlar iman edip takvaya ermiş olanlardır.”[19]

Allah’ın onlara bu dünyadaki keramet yoluyla veriği ikramı,âhirette de devam edecektir.

“Dünya hayatında da,âhirette de onlar için müjdeler vardır.Allah’ın sözlerinde hiçbir değişme yoktur.Bu en büyük saadetin ta kendisidir.”[20]

Bu makam olgunluk,hamlıktan kurtulup pişme zamanıdır.

”Bir pîre demişler ki, evlen! Demiş :
Ben daha bulûğa ermedim!
insan veliliğe erince baliğ olur;
Velilik olmayınca çocukluk olur.”[21]

Bu zatlar hakikat,tarikat ve şeriatın birer kahramanı,önderleri ve muhafızlarıdırlar.

”Şeriat gemi, tarikat deniz hakikat ise inci gibidir. “

Velayet Abdulkadiri Geylanîde kemalini bulmuştur.

Allah’a giden yollar, mahlûkatın nefesleri sayısıncadır.

Tarikatlarda hakikata giden bir yoldurdur.

İfrat hareketler,tefritleri doğurur.Kabirlere yapılan ifrat ziyaretler,bez ve çaput bağlayıp,orada yatan zattan beklemek ve onun yaptığına inanmak onları perdelemiş oldu.Nitekim İbni Kayyım Cevzi:” Kabir ziyaretinde bulunan Müslümanlara müşrik deyip, hocası İbni Teymiye gibi, türbelerin yıkılmasını istedi. Hatta Resulullah efendimize dil uzatarak, vefatından sonra, bir meziyetinin kalmayıp, diğer insanlardan bir farkının bulunmadığını iddia etti. Bu konuda bildirilen hadis-i şerif ve haberleri, âlimlerin sözlerini tevil ederek Ehli sünnete uymayan birçok fikirler ileri sürdü. Bunun için, Ehli Sünnet âlimleri tarafından şiddetle tenkit edildi. Hocası İbni Teymiye ile birlikte Şam Kalesine hapsedildi. Hocasının ölümünden sonra hapisten çıkarıldı.”[22]

”(İrşad-üt-talibin) de, (Büyük bir âlim vefat edince, feyz vermesi kesilmez, hatta artar) buyuruluyor. Allahü teâlâ, sevdiklerinin ruhlarına işittirir, onların hatırı için istenileni yaratır. Ölülerin dirilere yardım etmesi yine Allahü teâlânın dilemesi ile olmaktadır. (Künuz-üd-dekaik) deki hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Kabirdekiler olmasa, yeryüzündekiler yanardı.) [Deylemi]”

Leysi şöyle dedi:Rasulullah (SAM) ile birlikte Huneyn’e çıktık.Kureyşin büyük yeşil bir ağacı vardır.Her sene ona giderler ve ona silahlarını asarlar ve onun için kurban keserlerdi.

Başka bir rivayette Rasulullah (SAM) ile birlikte Huneyn’den önce çıkmıştık. Müşriklerin yöneldikleri ve silahlarını astıkları Zat-ü Envat adını verdikleri bir ağaç vardı.Böyle büyük bir ağacın yanından geçtik ve dedik ki:

“Ey Allah’ın Rasulü!Onların –Zat-u Envat-ı gibi bizim içinde bir zat-u Envat yap-Nebi (SAM) hemen:

“Bu Musa’nın kavminin,Musa’ya âyette:”Onların ilahları gibi bize de bir ilah yap.”[23] dediği gibidir.Siz de sizden öncekilerin takib ettikleri yolu takib edeceksiniz.”

Hadiste:“Allah,peygamberlerinin kabirlerini mescidler edinen hristiyan ve Yahudilere lanet etti.Böylece onların yaptıklarından ümmetini sakındırarak şöyle devam etti:”Allahım kabrimi tapınılacak bir yer kılma.”

Hz.Ömer gölgesinde Rasulullah (SAM)’e biat edilen ağacı kestirmiş ve sebebini şöyle açıklamıştır:Sizden öncekilerin helakinin sebebi,nebilerinin izlerini takib edip biat edilen yerleri ibadet yerleri kılmalarıdır.Sizden kim bu mescidlerden geçerse namazı kılsın,oraya özellikle gitmesin.”[24]

“Ya Rabbi! Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail hürmetlerine ve şefaatlerine, beni (bizi) cinn ve insin şerlerinden muhafaza eyle” demeli,Allah’ın kendilerinden razı olduğu,Onlarında Allah’tan hoşnud olduğu kimseleri [25]vesile yapmalı..Allah’tan isteyip,Allah’tan da beklemeliyiz.[26]

Şafii hakiki Allah olmasına rağmen insanlar doktora tevessül etmekte,şifa aramaktadırlar.Bunda bir beis olmamakla beraber,yanlış olanın şifayı Allah’tan beklememesi gibi,tevessülde de önemli olanın yani neticenin Allah’tan olduğunu bilmekle orantılı olmasıdır.

Bediüzzamanın eserlerinde uzunca anlatmış olduğu bu hakikatları komprime hülasalar nevinden sizlere arzedeceğiz:

VESİLE :

Bediüzzaman hazretleri binlerce yerde vesileliklerin önemli bir yer tuttuğunu ifade eder.Vesileleri ve sebebleri görüp,farklı olarak bunların arkasındaki müsebbibül esbab olan Allah’ı da beraber değerlendirir.İkisini birbirinden ayırmaz.Sebeb ve vesileler dünyasında,Allah’tan gelecek olan maddi ve manevi her şey bir sebeb ve vesileye binaen oluşmaktadır.Kudret ve irade asıldır,sebeb vesiledir.Sebeb şeffaf cam gibi olup,arkasındaki hakiki faili gösterdikten sonra,elbette reddedilemez.Ve vesilelere sarılmasında da bir beis olmaz.

“Üstadın bir kerametini gözlerimle gördüm”

“Denizli hapishanesinde mahkemeye gidip gelişlerimizi hatırladım.

“İkişer kişi halinde kelepçe takarlardı. Her duruşmada çeşitli arkadaşlarla kelepçelenirdik. Bir gün beni Üstad’la beraber bağladılar. Mahkemeye gidiyorduk. Tam kabristanın yanından geçerken Üstad Fatiha diyerek okumaya başladı. Kelepçe, zincirli ve asma kilitliydi. Yan gözümle Üstad’a baktım. Fatihayı okuduktan sonra ellerini yüzüne sürdü. Elimiz beraber bağlı olduğu halde benim elim kalkmadı. Bunu Üstad’ın bir kerameti olarak bizzat müşahede ettim..”[27]

“Kadınhan’dan bazıları yine ziyaret için Denizli’ye gitmişlerdi. Bunlardan Haydar Özarslan ismindeki adam saralı idi. Otuz senedir hastaydı. Her gün sokakta düşer, bayılır ve çırpınırdı. Hep saralı gezerdi. Halini Bediüzzaman’a anlatarak dua ve muska istemiş. Bediüzzaman:”Biz muska vesaire yapmayız. Yalnız ben sana dua ederim. Sen de bu duaya âmin de! Belki Allah şifa verir.’

“Sonra Bediüzzaman elini kaldırarak duaya başlamış:

“Yarabbi!.. Bu kulun zayıf, dayanamıyor. Bunun hastalığını bana ver. Bu adama şifa ver Yarabbi!…’

“Bizim memleketli olan bu adam ondan sonra sara hastalığı görmedi. İyileşip şifa buldu.

“Denizli’de Bediüzzaman’ı ziyaret eden iki tüccar arkadaş Hasan Kağnıcı ve Bekir koyuncu l50’şer lira para çıkarıp vermek istemişler.

“Biz para almıyoruz!’ diyerek vermek istedikleri l50′ şer lirayı reddetmiş.”[28]

”Üstadın hapiste iken Cuma’ya gitmesi

“Bediüzzaman hapiste iken Cuma namazına gitmek için izin istemiş, ancak vermemişler. Bir ara gardiyanlar, koğuşuna baktıklarında kendisini görememişler. Telâş içerisinde camileri araştırmaya başlamışlar. Muhtelif camilere giden polisler, kendisini aynı anda İmarat, Otpazarı ve Mısırlı camilerinde namaz kılarken görmüşler.

“Ancak namazdan çıkışta da kendisini bir türlü bulamamışlar.

“Hapishaneye döndüklerinde bir de ne görsünler, Üstad koğuşunda duruyor. Bu hadise çoğu Afyonlu tarafından bilinmektedir.”[29]

”Hakikatlı bir rüya

“l952 yılında çok acaip bir rüya görmüştüm. Rüyamda Stalin, Üstadın oturduğu evin dış kapısından içeri girmek istiyordu. Ben, Ceylân ve Zübeyir Ağabeyler, üçümüz kapının arkasında, bu herifi içeri sokmamak için uğraşıyorduk. Sonra nasıl olduysa, gücümüz kâfi gelmemişti. Stalin bizi iterek, dış kapıdan içeri girdi. Bu sırad Üstad elinde bir keserle merdivenden aşağıya iniyordu. Biz endişe içindeydik. Stalin’le Üstad aşağı merdiven sahanlığında karşılaşmışlardı. Stalin, yukarıya Üstadın oturduğu mevkiye gitmek istiyor, Üstad onu bırakmıyordu. Tam bu sırada Üstad elindeki keserle Stalin’in kafasına vurmaya başlamıştı. Stalin içeriye giremeden, orada düşüp geberdi. Ben heyecanla rüyadan uyandım.

“Ertesi günü bu rüyayı Zübeyir Ağabeye anlattım. O da Üstada anlatmış, Üstadımız beni çağırtmıştı. Zübeyir Ağabey gelerek, ‘Kardaşım, gel, Üstad seni istiyor’ dedi. Beraber Üstada gittik. Üstad, ‘Gel Mahmud kardaşım, gel, nasıl gördün rüyayı, anlat!’ dedi. Ben gördüğüm gibi anlattım. Üstad hayretle ‘Fesubhanallah!’ dedi. Sonra rüyayı yorumladı: ‘Bu, Risale-i Nur’un ve İslâmiyetin komünizme galip gelmesidir. İnşaallah muvaffak olacağız.’

“Üstad, Zübeyir Ağabeye, ‘Bu rüyayı kaleme alın. Bütün kardeşlere dağıtın’ dedi. Sonra bu rüya lâhika olarak dağıtıldı. Rüyayı gördüğüm gece Stalin beyin kanamasından gebermişti. Ölümünü on-on beş gün kadar gizlemişlerdi. Gazetelerden okuduğum kadarıyla, herifin ölüm günü ile rüyam aynı gün cereyan etmişti.”[30]

“İşte o hâlis şükrün ve o safî hürmetin tercümanı ve ünvanı olan “Bismillahirrahmanirrahîm”i de. O rahmetin vusulüne vesile ve o Rahman’ın dergâhında şefaatçı yap.”[31]

Besmele hem vesile hem şefaatçı kılınmaktadır.

“Rahmet ne kadar kıymettar bir vesile ve ne kadar makbul bir şefaatçi olduğunu bununla anla ki: O rahmet, öyle bir Sultan-ı Zülcelal’e vesiledir ki, yıldızlarla zerrat beraber olarak kemal-i intizam ve itaatle -beraber- ordusunda hizmet ediyorlar.[32]

Yağmura rahmet adı verilmiştir.Çünki rahmet vesile ve aracılığıyla bir çok isimler tezahür etmekte,varlıklarla yaratıcı arasında bir iletişim sağlanmaktadır.

“Ve bu Rahmeten-lil-Âlemîn olan rahmet-i mücessemeye vesile ise salavattır. Evet salavatın manası, rahmettir. Ve o zîhayat mücessem rahmete rahmet duası olan salavat ise, o Rahmeten-lil-Âlemîn’in vusulüne vesiledir. Öyle ise sen salavatı kendine, o Rahmeten-lil-Âlemîn’e vesile yap ve o zâtı da rahmet-i Rahman’a vesile ittihaz et.”[33]

Her bir salavat,peygamberimizin Allah’ın yanındaki derecesini arttıran bir puandır.Bu vesile ile şefaatı uzması tahakkuk etmektedir.

“Eğer hayat-ı uhreviyeyi gaye-i maksad yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa etsen ve ona göre çalışsan; o vakit hayvanatın büyük bir kumandanı hükmünde ve şu dünyada Cenab-ı Hakk’ın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun.”[34]

Dünya hayatı her şeyiyle âhiret ve nimetlerine ulaşmaya bir vesiledir.

“Bak! O zât nasılki risaletiyle, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Onun gibi, ubudiyetiyle ve duasıyla, o saadetin sebeb-i vücudu ve Cennet’in vesile-i icadıdır.”[35]

Sen olmasaydın,sen olmasaydın,ben bu eflaki,kâinatı ve dünyayı yaratmazdım hakikatı varlıkların vücuduna vesile olduğu gibi,ubudiyet ve duasıda ikinci hayatın ve cennetin icad ve ulaşımına da sebeb ve vesiledir.

-Çirkinlikler bile Allah’ın tenzihine vesiledir.[36]

İstiğfar ve tazarru’da niyaza vesiledir.[37]

Asl-ı vesvese bile ciddiyete vesiledir.[38]

“İman duayı bir vesile-i kat’iyye olarak iktiza “etmektedir.[39]

“Belki ağacın herbir cüz’ü, o kanun-u emrînin duygularının birer merkezi hükmündedir ki; uzun vasıtaları perde olup bir mani teşkil etmek değil, belki telefon telleri gibi birer vesile-i teshil ve takrib olur. En uzak, en yakın gibidir.”[40]

Cenâb-ı Hak her şeyi kudretiyle bir anda yaratabilirken,sebeb ve vesileleri kudretine perde ve vesile kılmıştır.O vesile telleriyle kudretini tecelli ettirmektedir.

“Her hakkın her vesilesi hak olması lâzım değildir.

Öyle de, her bâtılın her vesilesi bâtıl olması, yine lâzım değildir. Neticesi şu çıkar: Hak olan bir vesile, bâtıl vesileye galibdir.

İtaat galib olur, o emrin isyanına ki bir tavr-ı bâtıldır. Bir bâtıla vesile olmuş olursa bir hak, vaktaki galib olsa

Bir bâtıla ki, olmuş o da vesile-i hak. Bilvasıta bir hakkın bir bâtıla mağlubdur. Fakat bizzât değildir.”[41]

Şer bile hakka vesile kılınmış,neticesi hakka vesile olmuş.

“Kabir ve ecel ve acz ve fakr, nasıl birer vesile-i saadet(’tir.) Saadet-i Dâreyne giden yolu gösterir.”[42]

Allah’a ulaşmaya en büyük ve keskin vesile acz ve fakrdır.Zira O’nun en büyük ismi olan Samed ismi bunlarla tezahür eder.

“Kardeşim ben –Rahmanir-Rahim-isimlerini öyle bir nur-u a’zam görüyorum ki, bütün kâinatı ihata eder ve her ruhun bütün hacat-ı ebediyesini tatmin edecek ve hadsiz düşmanlarından emin edecek, nurlu ve kuvvetli görünüyorlar. Bu iki nur-u a’zam olan isimlere yetişmek için en mühim bulduğum vesile; fakr ile şükr, acz ile şefkattir. Yani: Ubudiyet ve iftikardır. Kur’an-ı Hakîm’in parlak bir i’caz ile, parlak bir surette gösterdiği ve ism-i Rahîm’in vusulüne vesile olan hissiyat-ı Yakubiye, yüksek bir derece-i şefkattir. İsm-i Vedud’a vesile-i vusul olan aşk ise; Züleyha’nın Yusuf Aleyhisselâm’a karşı olan muhabbet mes’elesindedir. “[43]

Küçük yaşta ölen bir çocuk“vefatıyla, ebedî Cennet’te on milyon sene bana evlâd muhabbetine medar ve saadet-i ebediyeye vesile bir şefaatçı hükmüne geçer.”[44]

“Vesile-i saadet-i dâreyn olan iman ve İslâmiyet”[45]

“Muhabbet iki kısımdır. Biri: Mana-yı harfiyle, yani: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hesabına, Cenab-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyt’i sevmektir. Şu muhabbet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın muhabbetini ziyadeleştirir. Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine vesile olur.

İkincisi: Mana-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzât onları sever. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ı düşünmeden Hazret-i Ali’nin kahramanlıklarını ve kemalini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah’ı bilmese de, Peygamber’i tanımasa da yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın muhabbetine ve Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine sebebiyet vermez; hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adavetini iktiza eder.”[46]

Bir göz hatırı için,çok gözler sevilir.

“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yağmur duası, tevatür derecesinde ve çok defa tekrar ile, daima sür’atle kabul olması, başta İmam-ı Buharî ve İmam-ı Müslim, eimme-i hadîs nakletmişler. Hattâ bazı defa minber-i şerif üstünde, yağmur duası için elini kaldırıp, indirmeden yağmış. Sâbıkan zikrettiğimiz gibi, bir-iki defa ordu susuz kaldığı vakit bulut geliyordu, yağmur veriyordu. Hattâ nübüvvetten evvel, cedd-i Nebi Abdülmuttalib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın küçüklük zamanında mübarek yüzüyle yağmur duasına giderdi. Onun yüzü hürmetine gelirdi ki; o hâdise, Abdülmuttalib’in bir şiiri ile iştihar bulmuş. Hem vefat-ı Nebevîden sonra, Hazret-i Ömer, Hazret-i Abbas’ı vesile yapıp demiş: “Yâ Rab! Bu senin habibinin amucasıdır. Onun yüzü hürmetine yağmur ver.” Yağmur gelmiş.”[47]

Haydi,o zatı vesilelikten çekip,bütün insanlıkla beraber,ehli imanla beraber dua edip yalvaralım,o zatın sür’atle kabul olan duasına mukabil,bizim ki ne derece makbul olur,düşünelim?

“Tevatüre yakın meşhurdur ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, sahabe ve imana gelenler daha kırka vâsıl olmadan ve gizli ibadet etmekte iken dua etti:-Allahım,İslâmı Ömer bin hattab veya Amr bin Hişam ile kuvvetlendir.- Bir-iki gün sonra, Hazret-i Ömer İbn-il Hattab imana geldi ve İslâmiyeti ilân ve i’zaz etmeye vesile oldu. “Faruk” ünvan-ı âlîsini aldı.”[48]

O zat“bir vesile-i saadet’dir.[49]

“Vesile-i muhabbet olan kemal ve hüsün ve ihsanın “[50]

Tüm güzel sıfatlar özelikle de kemal,hüsün ve ihsan gibi sıfatlar muhabbete birer vesiledirler.

“Mevcudat ve vesait ve ecram onun ef’aline mümanaat etmez, ta’vik etmez, belki hiç lüzum yok. Faraza lüzum olsa, elektriğin telleri gibi ve ağacın dalları gibi ve insanın damarları gibi; eşya, vesile-i teshilat ve vasıta-i vusul-ü hayat ve sebeb-i sür’at-i ef’al hükmüne geçer. Ta’vik, takyid, men’ ve müdahale şöyle dursun; belki teshil ve tesri’ ve îsale vesile hükmüne geçer. Demek Kadîr-i Zülcelal’in tasarrufat-ı kudretine herşey itaat ve inkıyad cihetinde -ihtiyaç yok- eğer ihtiyaç olsa kolaylığa vesile olur.”[51]

Zaten vesile,vasıta ve varlıklar onun ne fiillerine ne de irade ettiklerini engellemeye birer mani teşkil edemezler.Belki vesileler,kolaylığa vesiledirler.

“Ey derd-i maişetle mübtela olan insan! Bil ki senin hanendeki bereket direği ve rahmet vesilesi ve musibet dafiası, hanendeki o istiskal ettiğin ihtiyar veya kör akrabandır.”[52]

“Peder ve vâlide, ihtiyarlık halinde bir hanede bulunsa, ne derece vesile-i bereket ve vasıta-i rahmet ve “Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi, belalar sel gibi üstünüze dökülecekti.” Ne derece sebeb-i def’-i musibet olduklarını sen kıyas eyle.”[53]

“Vasıta-i halas ve vesile-i necat…”ihlastır.[54]İhlassızlık ise helakete vesiledir.

“Tevekkül ve kanaat ise, vesile-i rahmettir.”[55]

“Vesile-i rızk-ı helâl; acz ve iftikardır, zekâ ve iktidar değildir.”[56]

“Bu seyr ü sülûk-u kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin miftahları ve vesileleri, zikr-i İlahî ve tefekkürdür.”[57]

Anahtar hazinenin yerine geçmese de,açılmasına açığa çıkıp bilinip tanınmasına vesiledir.İlahi hazinenin sıfat ve isimleri de vesilelerle açığa çıkarlar.Hadis-i Kudside:”Ben gizli bir hazine idim,mahlukatı yarattım,tâ ki kendimi bileyim,göreyim ve görüneyim.

“Masiva-yı İlahiyeye teveccühü hengâmında, mana-yı harfîden mana-yı ismîye geçmesiyle; tiryak iken zehir olur. Yani; gayrullahı sevdiği vakit, Cenab-ı Hak hesabına ve onun namına, onun bir âyine-i esması olmak cihetiyle rabt-ı kalb etmek lâzımken; bazan o zâtı, o zât hesabına, kendi kemalât-ı şahsiyesi ve cemal-i zâtîsi namına düşünüp, mana-yı ismiyle sever. Allah’ı ve peygamberi düşünmeden yine onları sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile değil, perde oluyor. Mana-yı harfî ile olsa, muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir.”[58]

O’nun namına ve O’nun adıyla olup,O’na ulaştıran her şey sevilmeye layıktır.

“Tarîkatın ve hakikatın en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri hükmüne geçer. Yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, şeriatın muhkematıdır. Yani: Hakaik-i şeriata yetişmek için, tarîkat ve hakikat meslekleri, vesile ve hâdim ve basamaklar hükmündedir.”[59]

“Tarîkat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak gerektir. Eğer maksud-u bizzât hükmüne geçseler; o vakit şeriatın muhkematı ve ameliyatı ve Sünnet-i Seniyeye ittiba’, resmî hükmünde kalır; kalb öteki tarafa müteveccih olur. Yani: Namazdan ziyade halka-i zikri düşünür; feraizden ziyade, evradına müncezib olur; kebairden kaçmaktan ziyade, âdâb-ı tarîkatın muhalefetinden kaçar…Yani: Tekyesi, câmideki namazın zevkine ve ta’dil-i erkânına vesile olmalı; yoksa câmideki namazı çabuk resmî kılıp, hakikî zevkini ve kemalini tekyede bulmayı düşünen, hakikattan uzaklaşıyor.”[60]

“Şeriatın bir hâdimi ve bir vesilesi olan tarîkat…”[61]

Hakikata giden bir çok yollar içerisinde tarikatta hakikata ulaşmaya bir vesiledir.

“Hazret-i Yunus İbn-i Metta Alâ Nebiyyina ve Aleyhissalâtü Vesselâm’ın münacatı, en azîm bir münacattır ve en mühim bir vesile-i icabe-i duadır.”[62]

“Madem Zât-ı Ahmediye (A.S.M.), insanlara olan hadsiz ihsanat-ı İlahiyenin en mühim bir vesilesidir. Elbette Cenab-ı Hak hesabına, hadsiz bir muhabbete lâyıktır.”[63]

“Ciddî bir mes’eleye vesile olabilecek bir latife…”[64]

Çok küçük şeyler var ki,büyük şeylere birer vesiledir.Minarenin her bir taşı,çakılı,minarenin oluşumuna vesiledir.

“Lihye-i Saadet, yalnız Lihye-i Şerifin saçlarından ibaret değil, belki re’s-i mübarekinin traş oldukça hiçbir şeyini kaybetmeyen Sahabeler, o nurlu ve mübarek ve daimî yaşayacak saçları muhafaza etmişler. Onlar binlerdir. Şimdiki mevcuda müsavi gelebilirler. Yine o vakit hatırıma geldi ki: Acaba her câmide bulunan, sened-i sahih ile bu saç Hazret-i Risalet’in saçı olduğu sabit midir ki, ona karşı ziyaret makul olabilsin? Birden hatıra geldi ki: O saçların ziyareti, vesiledir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a karşı salavat getirmeye sebeb ve bir hürmet ve muhabbete medardır. Vesilelik ciheti o şeyin zâtına bakmaz, vesilelik cihetine bakar. Onun için eğer bir saç hakikî olarak Lihye-i Saadet’ten olmazsa, madem zahir hale göre öyle telakki edilmiş ve o vesilelik vazifesini yapıyor ve hürmete ve teveccühe ve salavata vesile oluyor; kat’î sened ile o saçın zâtını teşhis ve tayin lâzım değildir. Yalnız, aksine kat’î delil olmasın, yeter. Çünki telakkiyat-ı âmme ve kabul-ü ümmet, bir nevi’ hüccet hükmüne geçer. Bazı ehl-i takva böyle işlerde, ya takva veya ihtiyat veya azimet noktasında ilişseler de, hususî ilişirler. Bid’a da deseler, bid’a-i hasene nev’inde dâhildir. Çünki vesile-i salavattır.”[65]

Vesilenin kıymeti vesile kadar,vesileliği kadardır.Aslı yerine geçemez.

“İlahî! Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten lil-Âlemîn olan Habib’in senin rahmetine yetişmek için vesilemdir.”[66]

Mekke ve Medineye gitmek için vasıtalar ne güzel vesile,ayakla ne güzel vasıtadır.Ancak onlar Mekke ve Medine yerine geçmemektedirler.

“Evet üstad ve mürşid, masdar ve menba telakki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve ma’kes olduklarını bilmek lâzımdır. Meselâ: Hararet ve ziya, sana bir âyine vasıtasıyla gelir. Senden Güneş’e karşı minnetdar olmaya bedel, âyineyi masdar telakki edip, Güneş’i unutup, ona minnetdar olmak, divaneliktir. Evet âyine muhafaza edilmeli, çünki mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir. Cenab-ı Hak’tan gelen feyze ma’kes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır. Hattâ bazı olur ki, masdar telakki edilen bir üstad, ne mazhardır, ne masdardır. Belki müridinin safvet-i ihlasıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazar ile o mürid başka yolda aldığı füyuzatı, üstadının mir’at-ı ruhundan gelmiş görüyor. “[67]

“İhlas ve rıza-yı İlahî yolunda zerre, yıldız gibi olur. Vesilenin mahiyetine bakılmaz, neticesine bakılır. Madem neticesi rıza-yı İlahîdir ve mayesi ihlastır; o küçük değildir, büyüktür.”[68]

“Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçı, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir dua-yı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet: İhlastır.”[69]

“Hastalık mütemadiyen hastaya ve Lillah için hastaya bakıcılara sevab kazandırmakla beraber, duanın makbuliyetine en mühim bir vesiledir.”[70]

“Dergâh-ı İlahîde za’f u aczim o kadar büyük bir şefaatçı ve vesile oldu ki, şimdi de hayretteyim.”[71]

“İhtiyarlıktaki za’f u acz, rahmet ve inayet-i İlahiyenin celbine vesiledir.”[72]

“Evet minnetdarlık ve teşekkürü davet eden ve muhabbet ve sena hissini tahrik eden, hayattan sonra rızk ve şifa ve yağmur gibi vesile-i şükran şeyler dahi doğrudan doğruya Zât-ı Rezzak-ı Şâfî’ye ait olduğunu; esbab ve vesait bir perde olduğunu “Şüphesiz rızık veren,sarsılmaz güç sahibi olan ancak Allah’tır.”[73]”Hastalandığım zamanda da o beni iyileştirir.”[74],”Yağmuru O indirir.Onlar tam ümitsizliğe düştüğü sırada rahmetini yaymakta olandır.”[75]gibi âyetler ile “Rızk, şifa ve yağmur, münhasıran Zât-ı Hayy-ı Kayyum’un kudretine hastır.” Perdesiz, ondan geldiğini ifade için kaide-i nahviyece alâmet-i hasr ve tahsis olan –Hüvellezi,Hüverrezzak- ifade etmiştir. İlâçlara hâsiyetleri veren ve tesiri halkeden ancak o Şâfî-i Hakikî’dir.”[76]

“İnsanlar fıtraten Hâlıkını pek ciddî severler ve Hâlıkları onları hem sever, hem kendini onlara her vesile ile sevdirir..”[77]

“Cenab-ı Hakk’ın nur u feyzine ma’kes ve vesile ve vasıta olan üstadın, masdar ve muktedir ve menba telakki edilmemek lâzım geldiği…”[78]

“Risale-i nur ve iman hizmeti gibi durumlar da belaların define birer vesiledirler.”[79]

“Namaz, kalblerde azamet-i İlahiyeyi tesbit ve idame ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlahiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbanîye imtisal ettirmek için yegâne İlahî bir vesiledir. Zâten insan medenî olduğu cihetle, şahsî ve içtimaî hayatını kurtarmak için, o kanun-u İlahîye muhtaçtır. O vesileye müraat etmeyen veya tenbellikle namazı terkeden veyahut kıymetini bilmeyen; ne kadar cahil, ne derece hâsir, ne kadar zararlı olduğunu bilâhere anlar, ama iş işten geçer.”[80]

Marifetten sonra en büyük vesile ibadet özellikle namazdır.

“İbadet, dünya ve âhiret saadetlerine vesile olduğu gibi, maaş ve maâde, yani dünya ve âhiret işlerini tanzime sebebdir ve şahsî ve nev’î kemalâta vasıtadır ve Hâlık ile abd arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir rabıtadır.”[81]

İbadetin bir çok hikmetinden bir hikmet ciheti,“İbadetin yapılması, ateşe girmemeğe vesiledir.”[82]

“Dünya âhirete vesiledir.”[83]

“Feya Rabbî, ya Hâlıkî, ya Mâlikî! Seni çağırmakta hüccetin hacetimdir. Sana yaptığım dualarda uddetim fâkatimdir. Vesilem fıkdan-ı hile ve fakrimdir.”[84]

Herşey“Sâni’ ile masnu arasında bir vesile-i tearüf ve tahabbüb olsun.”[85]

“Vesile-i dünya olan Şah-ı Levlâk…”[86]

“İsimlerini, vesile-i kabul olmak üzere kullanarak iltica edebiliyorum. Hiç mümkün müdür ki, bu eşiğe yüzümü sürerken, “Ya Rab, üstadım Said Nursî Hazretlerinden razı ol, dâreynde muradlarını hasıl kıl!” diye yalvarmayayım? Aslâ ve kat’â. Bu bir vazife olmakla beraber, kanaatça inşâallah vesile-i icabe-i duadır.”[87]

“İkinci sualin: İbrahim Hakkı, “Cû’ ism-i a’zamdır” demesinin muradını bilmiyorum. Zahiren manasızdır, belki de yanlıştır. Fakat ism-i Rahman madem çoklara nisbeten ism-i a’zam vazifesini görüyor. Manevî ve maddî cû’ ve açlık, o ism-i a’zamın vesile-i vusulü olduğuna işareten mecazî olarak Cû’ ism-i a’zamdır, yani bir ism-i a’zama bir vesiledir, denilebilir.”[88]

“Küfür ve dalalet, kâinata büyük bir tahkir ve mevcudata bir zulm-ü azîmdir ve rahmetin ref’ine ve âfâtın nüzulüne vesiledir. Hattâ deniz dibinde balıklar, canilerden şekva ederler ki; “İstirahatımızın selbine sebeb oldular” diye rivayet-i sahiha vardır.”[89]

“Yâ Said! Âhirzamanın fitnelerine yetişip düştüğün zaman, benim dua ve himmetimi kendine vesile ve şefaatçi yap.”[90]

Benim adımı,kartımı,şifremi,karyerimi,namımı kullan…

“Dört def’a zelzelelerin başlaması ve intişariyle durmaları ve Anadoluda ekser yerlerde okunması harb-i umumînin Anadoluya girmemesine bir vesile olduğu Sûre-i Ve-l Asr işaret ettiği halde, bu iki ay kuraklık zamanında mahkemenin Risale-i Nurun beraetine ve vatana menfaatli olduğuna dair kararını mahkeme-i temyiz tasdik ederek tam bir serbestiyetle Risale-i Nurun intişarı ve okunmasını beklerken, bütün bütün aksine olarak men’edilmesi ve mahkemedeki risaleler sahiblerine iade edildiği halde bizi de o cihetce konuşmaktan men’etmeleri cihetiyle belâların def’ine vesile olan bu küllî sadaka-i mâneviye, belâya karşı çıkamadı, günahımız neticesi kuraklık başladı.”[91]

“Medeniyetin ve san’atın hakikî üstadı, ve vesilelerin ve mebâdilerin tekemmüliyle cihazlanmış olan şedid bir ihtiyac ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki, susmaz ve kırılmaz.”[92]

Vesileler tamam olmadıkça,neticeler hasıl olmaz.

TEBERRÜK :

Üstad hazretleri kendisiyle bereketlenmek anlamına gelen teberrükü kabul eder,bu hususta yapılmasında da bir beis görmez.Teberrük batıl bir adet değil,belki müstahsen bir âdet-i islamiyedir.Ancak batıl olan bir şeyle veya yaratanı düşünmeden eşyaya bir kutsallık vererek yapılan bir teberrük o eşyaya verildiğinden dolayıdır ki bu nevi hareket cahiliye adetidir.

“Hem -nakl-i sahih-i kat’î ile- hacamat edip mübarek kanını Abdullah İbn-i Zübeyr teberrüken şerbet gibi içtiği zaman ferman etmiş: “İnsanların senden çekeceği var.Senin de insanlardan çekeceğin var.”deyip, hârika bir şecaatle ümmetin başına geçeceğini ve müdhiş hücumlara maruz kalacaklarını ve insanlar onun yüzünden dehşetli hâdiselere giriftar olacaklarını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış. Abdullah İbn-i Zübeyr, Emevîler zamanında hilafeti Mekke’de ilân ederek kahramanane çok müsademe etmiş; nihayet Haccac-ı Zalim büyük bir ordu ile üzerine hücum ederek, şiddetli müsademeden sonra o kahraman-ı âlişan şehid edilmiş.”[93]

“Yüzyirmi yaşında bulunan Mevlâna Hâlid’in (K.S.) cübbesini size bir gün göndereceğim. O zât onu bana giydirdiği gibi, ben de onun namına sizin herbirinize teberrüken giydirmek için hangi vakit isterseniz göndereceğim.”[94]

“Ve keza teyemmün, teberrük ve istiane gibi çok vecihleri hâvi; ve tevhid, tenzih, sena, celal ve cemal ve ihsan gibi çok makamları tazammun; ve tevhid ve nübüvvet, haşir ve adalet gibi makasıd-ı erbaaya işaret eden Besmele, zikredilen yerlerin herbirisinde bu vecihlerden, bu makamlardan biri itibariyle zikredilmiş ve edilmektedir.”[95]

“Bizans Hristiyanlarını, içine düştükleri bâtıl itikadlar girîvesinden, ancak Arabistan’ın Hira Dağı’nda yükselen ses kurtarabilmiştir. İlahî kelimeyi en ulvî makama yükselten ses, bu ses idi. Fakat Rumlar bu sesi dinleyememişlerdi. Bu ses, insanlara en temiz ve en doğru dini talim ediyordu. O yüksek din ki, onun hakkında, Gundö Firey Hesin gibi muhakkik bir fâzıl, şu sözleri pek haklı olarak söylüyor: “Bu dinde mukaddes sular, şâyan-ı teberrük eşya, esnam ve azizler, yahud a’mal-i sâlihadan mücerred imanı müfid tanıyan akideler, yahud sekerat-ı mevt esnasında nedametin bir faide vereceğini ifade eden sözler, yahud başkaları tarafından vuku bulacak dua ve niyazların günahkârları kurtaracağına dair ifadeleri yoktur. Çünki bu gibi akideler, onları kabul edenleri alçaltmıştır.”[96]

Tıpkı kutsal bilinip,kendisi için kurbanlar kesilen Sava gölü,Hindularca kutsal bilinen Ganj nehri gibi…

“Ve bin o hediye kadar kıymetli bulunan, o hediye ile gösterilen iltifatına karşı, ne kadar teşekkürde israf ve ifrat etse de makbuldür. Ve o çok mübarek zâtın o hediyesine sardığı kâğıtları da teberrük deyip şeker gibi yese, hattâ o hediye içindeki cevizlerin sert kabuklarını da teberrük diye ekmek gibi yutsa ve o hediyenin kabını mübarek bir kitab gibi öpse ve başına koysa, israf olmadığı ….”[97]

“Mübarek bir hanım, yanında çok senelerdenberi muhafaza ettiği Mevlânâ Hazretlerinin cübbesini, Ramazan-ı Şerifde teberrüken Üstadımızın yanında kalsın diye Feyzi ile gönderir. Üstadımız hemen Emin kardeşimize yıkamak için emrederek Cenab-ı Hakka şükretmeye başlar. Feyzi’nin hatırına: “Bu hanım, benim ile yirmi gün için gönderdi! Üstadım neden sahib çıkıyor?” diye hayretler içinde kalır. Sonra o hanımı görür, o hanım Feyzi’ye der ki: “Üstad hediyeleri kabul etmediğinden, bu suretle belki kabul eder diye öyle söylemiştim. Fakat emanet onundur, canımız dahi feda olsun” der, o kardeşimizi hayretten kurtarır. Evet, mübarek Üstadımızın o cübbeyi kabulü, Mevlânâ Halid’den sonra vazife-i teceddüd-ü dinin kendilerine intikaline bir alâmet telâkki etmesindendir, derler. Hem de öyle olmak lâzım.”[98]

ŞEFAAT :

Risale-i Nur’da şefaatla yapılan vesileliğe sıkça değinilmekte,Sadece rasulullahın değil,aynı zamanda Kur’an-ı,Cevşen-i,Risale-i Nurları ve onun Âyetül Kübra gibi bir risalesini,ihlası,samimiyeti,duaları,ibadet ve namazı,Yasini vesile yaparak Cenab-ı Haktan istemiş,istenilmiş ve istenilmesi teşvik edilmiştir.Zira diğerlerinde olduğu gibi burada da bunlar Allah’a ulaşmaya birer engel değil,vesile kılınmış,ehemmiyetlilikleri sür’atle kabul ve icabete,iletişim ve ulaşıma aracı ve ricacı kılınmıştır.

“Evet, bu kelime (Besmele)öyle mübarek bir definedir ki: Senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabtedip Kadîr-i Rahîm’in dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçı yapar.”[99]

“O besmeleyi)”Rahman’ın dergâhında şefaatçı yap.”[100]

“Rahman-ı Zülcemal, elbette kendi istiğna-i mutlakına karşı, rahmetini ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçi yapmış.”[101]

“Ey insan, eğer insan isen “Bismillahirrahmanirrahîm” de. O şefaatçiyi bul!”[102]

“Kâmil insanlar, aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki; kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip, Allah’a acz ile sığınmışlar. Aczi ve havfı, kendilerine şefaatçı yapmışlar.”[103]

“Rasulullah“O esmadan şefaat taleb ediyor…”[104]

“ Ukûl-ü aşere ve erbab-ül enva’ namıyla şerikleri itikad eden müşrik felasife gibi ve yıldızlara ve melaikelere bir nevi uluhiyet isnad eden Sabiiyyun gibi, Cenab-ı Hakk’a veled nisbet eden mülhid ve dâllînler gibi, Zât-ı Ehad ve Samed’in vücub-u vücuduna, vahdetine, samediyetine, istiğna-yı mutlakına zıd olan veledi nisbet ve melaikenin ubudiyetine ve ismetine ve cinsiyetine münafî olan ünûseti isnad mı ederler? Kendilerine şefaatçi mi zannederler ki, sana tabi olmuyorlar?”[105]

Şefaatı yanlış ve geçersiz kılan sebeb,yanlış ve isabetsiz seçimdir.Yanlış kapıyı çalmakla,kapı açılmaz.

“Cenab-ı Hak,“fermanında ona tebaiyeti ve Sünnet-i Seniyesine ittiba’la şefaatine mazhariyeti en ehemmiyetli bir mes’ele-i insaniye göstermiş…”[106]

“Cenab-ı Hak bizleri, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın şefaatına mazhar etsin, âmîn.”[107]

“Enbiya ve evliyaya Kur’anın tarif ettiği tarzda muhabbetin neticesi: O enbiya ve evliyanın şefaatlarından berzahta, haşirde istifade etmekle beraber; gayet ulvî ve onlara lâyık makam ve füyuzattan o muhabbet vasıtasıyla istifaza etmektir.”[108]

“Rasulullah;”Hem keşf-i evliyada, hem sadık rü’yalarda ümmetine görünür, hem haşirde umum ile şefaatle görüşür.”[109]

“Kardeşim, çocuğun vefatı beni müteessir etti. Fakat –El-Hükmü lillah-,-Hüküm Allah’ındır.-kazaya rıza, kadere teslim İslâmiyetin bir şiarıdır. Cenab-ı Hak sizlere sabr-ı cemil versin. Merhumu da, size zahîre-i âhiret ve şefaatçı yapsın.”[110]

“Küçük yaşta vefat eden bir çocuk“vefatıyla, ebedî Cennet’te on milyon sene bana evlâd muhabbetine medar ve saadet-i ebediyeye vesile bir şefaatçı hükmüne geçer.”[111]

“Dua edileceği vakit, istiğfar ile manevî temizlenmeli, sonra makbul bir dua olan salavat-ı şerifeyi şefaatçı gibi zikretmeli ve âhirde yine salavat getirmeli. Çünki iki makbul duanın ortasında bir dua makbul olur.”[112]

“İşte ey müslüman! Senin rûz-i mahşerde böyle bir şefiin var. Bu şefiin şefaatini kendine celbetmek için, sünnetine ittiba’ et!”[113]

“Kur’an ne kadar makbul bir şefaatçı, ne kadar doğru bir rehber, ne kadar kudsî bir nur olduğunu gör!”[114]

“Namaz kıldığım o Bayezid Câmiindeki cemaatle iştirakimi ve herbiri benim bir nevi şefaatçim hükmüne ve kıraatımda izhar ettiğim hükümlere ve davalara birer şahid ve birer müeyyid gördüm. Nâkıs ubudiyetimi, o cemaatin büyük ve kesretli ibadatı içinde dergâh-ı İlahiyeye takdime cesaret geldi. …

Benim bu kadar şefaatçilerim var; benim namazda söylediğim herbir sözü aynen söylüyorlar, tasdik ediyorlar.”[115]

“Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçı, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir dua-yı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet: İhlastır.”[116]

“Cenab-ı Erhamürrâhimîn’den bütün esma-i hüsnasını şefaatçı yapıp niyaz ediyoruz ki: “Bizleri ihlas-ı tâmme muvaffak eylesin… Âmîn…”[117]

“Bana sekiz sene kemal-i sadakatla hiç gücendirmeden hizmet eden Barla’lı Süleyman’ın halasının, bir vakit gözü kapandı. O sâliha kadın, bana karşı haddimden yüz derece fazla hüsn-ü zan ederek, “Gözümün açılması için dua et” diyerek, câmi kapısında beni yakaladı. Ben de, o mübarek ve meczube kadının salahatını duama şefaatçı yapıp, “Ya Rabbi, onun salahatı hürmetine onun gözünü aç” diye yalvardım. İkinci gün Burdur’lu bir göz hekimi geldi, gözünü açtı. Kırk gün sonra yine gözü kapandı. Ben çok müteessir oldum, çok dua ettim. İnşâallah o dua, âhireti için kabul olmuştur. Yoksa benim o duam, onun hakkında gayet yanlış bir beddua olurdu. Çünki eceli kırk gün kalmıştı. Kırk gün sonra -Allah rahmet etsin- vefat eyledi.”[118]

“O Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyaya geldiği dakikada “ümmetî ümmetî” rivayet-i sahiha ile ve keşf-i sadıkla dediği gibi, mahşerde herkes “nefsî nefsî” dediği zaman, yine ümmetî ümmetî” diyerek en kudsî ve en yüksek bir fedakârlık ile, yine şefaatıyla ümmetinin imdadına koşan bir zâtın gittiği âleme gidiyoruz. Ve o güneşin etrafında hadsiz asfiya ve evliya yıldızlarıyla ışıklanan öyle bir âleme gidiyoruz.”[119]

“Kusurumun afvı için, Kur’anı ve Cevşen-ül Kebir’i şefaatçı ederek rahmetinden afvımı niyaz ediyorum.”[120]

“Hem Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a Makam-ı Mahmud verilmesi, umum ümmete şefaat-ı kübrasına işarettir.”[121]

“Bir gün bir duada, “Ya Rabbi! Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail hürmetlerine ve şefaatlerine, beni cinn ve insin şerlerinden muhafaza eyle”[122]

“Şahs-ı manevînizden himmet ve meded ve sebat ve metanet ve şefaat bekleyen

Kardeşiniz,Said Nursî”[123]

Mü’minler ibadetlerinde, dualarında birbirine dayanarak cemaatle kıldıkları namaz ve sair ibadetlerinde büyük bir sır vardır ki; her bir ferd, kendi ibadetinden kazandığı miktardan pek fazla bir sevab cemaatten kazanıyor. Ve her bir ferd ötekilere duacı olur, şefaatçi olur, tezkiyeci olur, bilhassa Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâma…[124]

“Risale-i Nur’un vasıta-i neşri olan üstadımızın câmii, Barla’da seddedildi. Risale-i Nur’u yazacak hariçteki talebelerinin yanına gelmeleri men’ edildiği hengâmda kuraklık başladı. Yağmura ihtiyac-ı şedid oldu. Sonra yağmur başladı, her tarafta yağdı. Yalnız Karaca Ahmed Sultan’dan itibaren, bir daire içinde kalan Barla mıntıkasına yağmur gelmedi. Üstadımız bundan pek müteessir olarak dua ediyordu. Sonra dedi ki: “Kur’an’ın hizmetine sed çekildi, bu köydeki mescidimiz kapandı. Bunda bir eser-i itab var ki, yağmur gelmiyor. Öyle ise, madem Kur’an’ın itabı var. Yâsin Suresini şefaatçı yapıp Kur’an’ın feyzini ve bereketini isteyeceğiz.” Üstadımız, Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye dedi ki: “Sen kırkbir Yâsin-i Şerif oku.” Muhacir Hâfız Ahmed Efendi bir kamışa okudu. O kamışı suya koydular. Daha yağmur alâmeti görünmezken, ikindi namazı vaktinde, üstadımız daima itimad ettiği bir hatırasına binaen Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye söyledi ki: “Yâsinler tılsımı açtı, yağmur gelecek.”

İşte bu hâdise, kat’iyyen delalet ediyor ki; o yağmur, Hizmet-i Kur’an’la münasebetdardır. O rahmet-i âmme içinde bir hususiyet var ki; Sure-i Yâsin anahtar ve şefaatçı oldu ve yağmur kâfi mikdarda yağdı.”[125]

“Tesbihattan sonra dua için elimizi kaldırdık, üstadımız yağmur duası etti. Kur’anı şefaatçı yaptı. Birden o güneş altında, herbirimizin ellerine yedi-sekiz damla yağmur düştü. Elimizi indirdik, yağmur kesildi. Cümlemiz bu hale hayret ettik. O vakte kadar yirmi-otuz gündür yağmur gelmemişti. Yalnız o yağmur duası ânında dua eden her ele, yedi-sekiz damla düşmesi gösterdi ki, bunda bir sır var. Üstadımız dedi ki: “Bu bir işaret-i İlahiyedir. Cenab-ı Hak manen diyor ki: Ben duayı kabul ediyorum, fakat şimdi yağmur vermiyorum.” Demek sonra Sure-i Yâsin şefaat edecek. Nitekim öyle olmuştur.”[126]

“Hâfız Ali’nin mektubunda, Risale-i Nur’a karşı kemal-i mahviyetle kemal-i ihlası ve irtibatı, onun eskiden beri takdir ettiğim bir hasiyet-i mümtazesini göstermekle beraber, benim gibi bir bîçareyi de şefaatçi yapıp, ben de onun kemal-i samimiyetini şefaatçi yapıp, duasına âmîn derim.”[127]

“Risale-i Nur mü’minlere; Kur’an’dan hedaya-yı hidayet, kevneyn–i saadet, mazhar-ı şefaat ve feyz-i Rahman’dır.”[128]

“Hakikat-ı Leyle-i Kadr’i şefaatçi ederek rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz.”[129]

“Benim dua ve himmetimi kendine vesile ve şefaatçi yap. İnşâallah, senin herşey’inde ve her işinde uzun bir zamanda, yâni tufûliyet zamanından tâ ihtiyarlığın vaktinde işkenceli esaretine kadar.. yâni, bin ikiyüz doksandörtten tâ bin üçyüz kırkbeş, belki altmışdörde, daha ziyade bir zamana kadar Allah’ın izniyle ve kuvvetiyle senin imdadına yetişeceğim.”Said Nursî.[130]

“İmam-ı Ali (R.A.) gayb-âşina nazariyle bu risaleyi görmüş, “Kaside-i Celcelutiye” sinde bu risalenin ehemmiyetine ve makbuliyetine işaret edip-Ve bil âyetil kübra emini minel fecet-( Âyet-ül Kübra hakkı için o fecet ve musibetten şakirdlerine aman ver)[131]fıkrasiyle onu şefaatçi yaparak dua etmiştir.”[132]

HADİSLERDE ŞEFAAT :

-Ebû Hüreyre radiya’llâhu anh’den:

Şöyle demiştir: (Bir kere) “Yâ Resûlâ’llâh, Kıyâmet gününde Sen’in şefâatin en ziyâde kime râyegân olacak?” diye sordum. Buyurdu ki: “Yâ Ebâ Hüreyre, hadîs (bellemek) için sende gördüğüm hırsa göre bu hadîsi senden evvel kimsenin bana sormayacağını (zâten) tahmîn ediyordum. Kıyâmet gününde halk içinde şefâatime en ziyâde mazhar olacak kimse kalbinden (yâhud içinden) hâlis olarak Lâ ilâhe illâ’llâh diyendir.”

-Abdullâh İbn-i Ömer radiya’llâhu anhümâ’dan rivâyete göre -şöyle demiştir: Kıyâmet günü insanlar küme küme, her ümmet peygamberinin peşinde (ileri, geri) dönüştürürler (ve büyük peygamberlere):

– Ey falan, şefâat et, ey falan, şefâat et, derler. En sonu şefâat dileği Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem’e erişip nihâyet bulur. Bu şefâat vâkıası Allâhu Teâlâ’nın peygamberi Muhammed Mustafâ’yı Makâm-ı Mahmûd’a gönderdiği gün vukû’ bulur. (Ve herkes o gün Muhammed Mustafa’yı tebcîl eder.)

-Ebû Hüreyre radiya’llahu anh’den rivâyete göre, Resûlu’llah Salla’llahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Her peygamberin kendisine has müstecab bir du’âsı vardır. Onunla Allah’a du’â edegelmiştir. Fakat ben du’âmı âhirette ümmetime şefâ’at etmek için saklıyorum.

-Enes (İbn-i Mâlik) radiya’llahu anh’den Nebî Salla’llahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim, dediği rivâyet olunmuştur: Kıyâmet günü hulûl ettiğinde (Umûmî sûrette) ben şefâ’at ederim. Bunun üzerine ben: Yâ Rabbî! Gönlünde hardal dânesi kadar îmânı olanları Cennet’e koy, diye niyâz ederim, bunlar Cennet’e girerler. Sonra ben: Yâ Rabbî! Hardal dânesinden az îmânı olanları da koy, diye şefâ’at ederim. Enes İbn-i Mâlik der ki: (Az bir îmânı) dediği sırada ben Resûlu’llah’ın parmaklarına bakar gibi idim. O parmaklarını biribirine zam ederek işâret ediyordu.

-Yine Enes İbn-i Mâlik radiya’llahu anh’den Ma’bed İbn-i Hilâl ma’rifetiyle şefâ’at hadîsi rivâyet olundu, Ebû Hüreyre’den uzun bir metin ile rivâyet olunan şefâ’at hadîsi yukarıda geçti. Buradaki rivâyetin sonuna Enes İbn-i Mâlik şu ma’lûmâtı ziyâde etmiştir.

Mahşer halkı ‘Îsâ’ya gelirler (şefâ’at dilerler). Hazret-i ‘Îsâ da onlara:

– İstediğiniz umûmî şefâ’atci ben değilim. Lâkin siz, Muhammed Salla’llahu aleyhi ve sellem’e gidip mürâcaat ediniz, diyecek. Bunun üzerine ehl-i mahşer bana gelecekler. Ben de onlara:

– Umum beşeriyete şefâ’at bana ihsân olunmuştur. Rabbimden müsâ’ade istiyeyim, diyeceğim. Rabbimden istediğim de müsâ’ade olunacak, ve bana Allahu Teâlâ’ya arz-ı Mahmedet için şimdi hâfızamda bulunmıyan birtakım hamd ü senâlar ilhâm olunacak. Bu mehâmid-i seniyye ile Allahu Teâlâ’ya hamdü senâ edip Cenâb-ı Hakk’a secdeye kapanacağım. Sonra bana Allahu Teâlâ:

– Yâ Muhammed! Başını secdeden kaldır, hem (ne istersen) söyle, sözün dinlenecek, (ne dilersen) iste verilecektir, şefâ’at et, şefâ’atin de kabûl olunacaktır, buyuracak ben de artık:

– Yâ Rab! Ümmetimi ümmetimi, diye niyâz edeceğim. Bunun üzerine bana:

– Haydi git, gönlünde arpa dânesi kadar îmânı olan müslümanları Cehennem’den çıkar, denilecek. Resûl-i Ekrem der ki: Ben de gidip vazîfemi îfâ edeceğim. Sonra dönüp geleceğim. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk’a o birtakım hamdü senâlarla hamd edip sonra Cenâb-ı Hakk’a secdeye kapanacağım. Bunun üzerine bana taraf-ı ilâhîden:

– Yâ Muhammed! Başını secdeden kaldır, ve (ne dilersen) söyle, sözün dinlenecek, ve iste; istediğin verilecektir. Şefâ’at de et, şefâ’atin kabûl olunacaktır, buyurulacak. Ben de hemen:

– Yâ Rab! Ümmetimi ümmetimi, diye niyâz edeceğim. Bunun üzerine bana:

– Haydi git, gönlünde zerre veyâ hardal dânesi kadar îmânı olan müslümanları Cehennem’den çıkar, denilecek. Ben de gidip onları çıkaracağım. Sonra dönüp geleceğim. Bu def’a da Cenâb-ı Hakk’a evvelki hamd ü senâlarla hamd edip sonra Cenâb-ı Hakk’a secdeye kapanacağım. Bunun üzerine taraf-ı ilâhîden bana:

– Yâ Muhammed! Başını kaldır ve ne dilersen söyle, sözün dilenecek, ve iste, dileğin verilecek, şefâ’at de et, şefâ’atin kabûl olunacaktır, buyurulacak. Ben de:

– Yâ Rab! Ümmetimi ümmetimi, diye niyâz edeceğim. Bunun üzerine bana:

– Haydi git, hardal dânesine yakın mikdarda, azın azı îmânı olan kimseleri Cehennem’den çıkar, denilir. Ben de gidip onları çıkarırım.

-Yine Enes İbn-i Mâlik’den gelen bir rivâyet tarîkında deniliyor ki: Ben dördüncü def’a dönüp geleceğim. Ve Allahu Teâlâ’ya o mehâmid-i mübâreke ile hamd ü senâ edip sonra secdeye kapanacağım. Bunun üzerine bana:

– Yâ Muhammed! Başını kaldır ve söyle; sözün dinlenecek, iste, dileğin verilecek. Şefâ’at et, şefâ’atin de kabûl olunacaktır, denilecek. Ben de:

– Yâ Rab! Bana müsâ’ade buyur da Lâ ilâhe illa’llah, diyen bütün ehl-i tevhîd hakkında şefâat edeyim, diye niyâz edeceğim. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak:

– İzzetim ve celâlim, kibriyâ ve azametim hakkı için Lâ ilâhe illa’llah, diyen ehl-i tevhîd’in hepsini muhakkak sûrette Cehennem’den çıkaracağım, buyuracaktır.

KERAMET :

“Bütün evliya keşf ü kerametlerine istinad edip davasını tasdik ettikleri ve bütün asfiya tahkikatına istinad ederek hakkaniyetine şehadet ettikleri Resul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in tahakkuk etmiş bin mu’cizatı…”[133]

“Mi’rac ise, velayet-i Ahmediyenin (A.S.M.) keramet-i kübrası, hem mertebe-i ulyâsı olduğundan, risalet mertebesine inkılab etmiş. Mi’racın bâtını velayettir, halktan Hakk’a gitmiş. Zahir-i Mi’rac risalettir, Hak’tan halka geliyor. Velayet, kurbiyet meratibinde sülûktur. Çok meratibin tayyına ve bir derece zamana muhtaçtır. Nur-u a’zam olan risalet ise, akrebiyet-i İlahiyenin inkişafı sırrına bakar ki, bir ân-ı seyyale kâfidir. Onun için hadîste denilmiş: “Bir anda dönmüş gelmiş.”[134]

“Sema-yı risaletin kamer-i müniri olan Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet, nasılki mahbubiyet derecesine çıkan ubudiyetindeki velayetin keramet-i uzması ve mu’cize-i kübrası olan Mi’rac ile, yani bir cism-i Arzı semavatta gezdirmekle semavatın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüchaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velayetini isbat etti. Öyle de: Arz’a bağlı, semaya asılı olan Kamer’i, bir Arzlının işaretiyle iki parça ederek Arz’ın sekenesine, o Arzlının risaletine öyle bir mu’cize gösterildi ki: Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) Kamer’in açılmış iki nurani kanadı gibi; risalet ve velayet gibi iki nurani kanadıyla, iki ziyadar cenah ile, evc-i kemalâta uçmuş; tâ Kab-ı Kavseyn’e çıkmış, hem ehl-i Semavat, hem ehl-i Arz’a medar-ı fahr olmuştur…”[135]

“Bir mi’racî kerametle melekler, gördüler elhak ki müsellem bir nübüvvette muazzam bir velayet var.”[136]

Velayetin bittiği noktada,nübüvvet başlar.Veli bu ulvi makamından dolayı kerametlerle ikram olunurken,nebi harika ikramlara mazhar olur.

“Keramet ve ikram ve inayetin bahsi geldiği münasebetiyle, keramet ve ikramın bir farkını söyleyeceğim. Şöyle ki:

Kerametin izharı, zaruret olmadan zarardır. İkramın izharı ise, bir tahdis-i nimettir. Eğer keramet ile müşerref olan bir şahıs, bilerek hârika bir emre mazhar olursa, o halde eğer nefs-i emmaresi bâki ise, kendine güvenmek ve nefsine ve keşfine itimad etmek ve gurura düşmek cihetinde istidrac olabilir. Eğer bilmeyerek hârika bir emre mazhar olursa, meselâ birisinin kalbinde bir sual var, intak-ı bilhak nev’inden ona muvafık bir cevab verir; sonra anlar. Anladıktan sonra kendi nefsine değil, belki kendi Rabbisine itimadı ziyadeleşir ve “Beni benden ziyade terbiye eden bir hafîzim vardır.” der, tevekkülünü ziyadeleştirir. Bu kısım, hatarsız bir keramettir; ihfasına mükellef değil, fakat fahr için kasden izharına çalışmamalı. Çünki onda zahiren insanın kesbinin bir medhali bulunduğundan, nefsine nisbet edebilir. Amma ikram ise; o, kerametin selâmetli olan ikinci nev’inden daha selâmetli, bence daha âlîdir. İzharı, tahdis-i nimettir. Kesbin medhali yoktur, nefsi onu kendine isnad etmez.”[137]

Sahabe makamı velayetle nübüvvet arasında bir makam,bir köprü ve berzahtır.En büyük velayet onların makamıdır.Nübüvvete makes olduklarındandır ki,en büyük veli en küçük sahabeye yetişemez.

“Sahabelerin velayeti, velayet-i kübra denilen, veraset-i nübüvvetten gelen, berzah tarîkına uğramayarak, doğrudan doğruya zahirden hakikata geçip, akrebiyet-i İlahiyenin inkişafına bakan bir velayettir ki, o velayet yolu, gayet kısa olduğu halde gayet yüksektir. Hârikaları az, fakat meziyatı çoktur. Keşif ve keramet orada az görünür. Hem evliyanın kerametleri ise, ekserîsi ihtiyarî değil. Ummadığı yerden, ikram-ı İlahî olarak bir hârika ondan zuhur eder. Bu keşif ve kerametlerin ekserisi de, seyr ü sülûk zamanında, tarîkat berzahından geçtikleri vakit, âdi beşeriyetten bir derece tecerrüd ettiklerinden, hilaf-ı âdet hâlâta mazhar olurlar. Sahabeler ise, sohbet-i nübüvvetin in’ikasıyla ve incizabıyla ve iksiriyle tarîkattaki seyr ü sülûk daire-i azîminin tayyına mecbur değildirler. Bir kademde ve bir sohbette zahirden hakikata geçebilirler. Meselâ: Nasılki dün geceki Leyle-i Kadr’e ulaşmak için iki yol var:

Biri: Bir sene gezip dolaşıp, ta o geceye gelmektir. Bu kurbiyeti kazanmak için bir sene mesafeyi tayyetmek lâzım gelir. Şu ise, ehl-i sülûkün mesleğidir ki, ehl-i tarîkatın çoğu bununla gider.

İkincisi: Zamanla mukayyed olan cism-i maddî gılafından sıyrılıp, tecerrüdle ruhen yükselip, dün geceki Leyle-i Kadr’i öbür gün Leyle-i Îd ile beraber bugünkü gibi hazır görmektir. Çünki ruh zamanla mukayyed değil. Hissiyat-ı insaniye ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişlenir. Başkalarına nisbeten mazi ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hazır hükmündedir.”[138]

“Şu mu’cize-i taamiye ve mu’cize-i mâiye ise, mu’cizeden ziyade bir keramettir, belki kerametten ziyade bir ikramdır, belki ikramdan ziyade ihtiyaca binaen bir ziyafet-i Rahmaniyedir. Onun için çendan dava-yı nübüvvete delildir ve mu’cizedir; fakat asıl maksad: Ordu aç kalmış; bir çekirdekten bin batman hurmayı halkettiği gibi, Cenab-ı Hak hazine-i gaybdan bir sa’ taamdan, bin adama ziyafet veriyor. Hem susuz kalmış mücahid bir orduya, kumandan-ı a’zamın parmaklarından, âb-ı kevser gibi su akıttırıp içiriyor. İşte şu sır içindir ki, mu’cize-i taamiye ve mu’cize-i mâiyenin her bir misali, hanin-i ciz’ derecesine çıkmıyor. Fakat o iki mu’cizenin cinsleri ve nevileri külliyet itibariyle, hanin-i ciz’ gibi mütevatir ve kesretlidir. Hem taamın bereketini ve parmaklarından suyun akmasını herkes göremiyor, yalnız eserlerini görüyor. Direğin ağlamasını ise herkes işitiyor. Onun için fazla intişar etti.”[139]

Bazı bilinmeyen şeylerden haber vermek;ilmin kerameti,samimiyetin kerameti,hassasiyetin kerameti,ihlasın kerameti,ferasetin kerameti,Hissi kablel vuku’nun kerameti,Kur’an-ın kerameti,şeyh ve velinin kerameti,niyeti halisenin kerameti,iktisadın kerameti,sadakatin kerameti gibi hususlar sebebiyle vücuda gelebilir.

“Hicaz’da bir çocuk dünyaya gelir. Onun iki omuzu arasında hâtem gibi bir nişan var. İşte o çocuk umum insanlara imam olacak!” Sonra gizli Abdülmuttalib’i çağırmış, “O çocuğun ceddi de sensin” diye kerametkârane, bi’setten evvel haber vermiş.”[140]

“Kurdun bahsini ettiğin zaman topuzu hazırla, vur; çünki kurt geliyor.” Demek bir hiss-i kabl-el vuku’ ile, latife-i Rabbaniye icmalen o adamın gelmesini hisseder. Fakat aklın şuuru ihata etmediği için; kasden değil, ihtiyarsız olarak bahsetmeye sevkeder. Ehl-i feraset bazan keramet gibi geldiğini beyan eder. Hattâ bir zaman bende şu nevi hassasiyet fazla idi. Bu hali bir düstur içine almak istedim, fakat yakıştıramadım ve yapamadım. Fakat ehl-i salahatta ve bahusus ehl-i velayette bu hiss-i kabl-el vuku’ fazla inkişaf eder, kerametkârane âsârını gösterir.”[141]

“Dünyevî işlerimde; keramet sahibi bir şeyhin bir müridi, nasıl şeyhinden hacatına dair meded ve himmet bekliyor; ben de Kur’an-ı Hakîm’in kerametli esrarından o hacatımı beklerken, ümid etmediğim ve ummadığım bir tarzda bana çok defa hasıl oluyor.”[142]

“Evet velayetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus Lillah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde ciddî, samimî tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inayata mazhar olur.”[143]

“Ehl-i velayet, hizmet ve meşakkat ve musibet ve külfeti hoş görüyorlar, nazlanmıyorlar, şekva etmiyorlar. “Elhamdülillahi alâküllihal” diyorlar. Keşf ü keramet, ezvak u envâr verildiği vakit, bir iltifat-ı İlahî nev’inden kabul edip setrine çalışıyorlar. Fahre değil, belki şükre, ubudiyete daha ziyade giriyorlar. Çokları o ahvalin istitar ve inkıtaını istemişler, tâ ki amellerindeki ihlas zedelenmesin. Evet makbul bir insan hakkında en mühim bir ihsan-ı İlahî, ihsanını ona ihsas etmemektir; tâ niyazdan naza ve şükürden fahre girmesin.”[144]

“Kırk gün ekmek yemeyen Seyyid Ahmed-i Bedevi’nin hârikulâde halleri, imkân-ı örfî dairesindedir. Hem keramet olur, hem hârikulâde bir âdeti de olabilir. Evet Seyyid Ahmed-i Bedevi’nin (K.S.) acib ve istiğrakkârane hallerde bulunduğu, tevatür derecesinde naklediliyor. Kırk günde bir defa yemek yemesi, vaki’ olmuştur. Fakat her vakit öyle değil. Keramet nevinden bazı defa olmuştur. “[145]

“İktisaddaki bereketin keramet derecesine çıktığı…”[146]

“Bu fevkalâde enaniyetli ehl-i dünyanın enaniyet işinde o kadar hassasiyet var ki, eğer şuuren olsa idi, keramet derecesinde veyahud büyük bir deha derecesinde bir muamele olurdu.”[147]

En büyük keramet ve ikramı ilahi imana mazhariyet,ibadete nailiyettir.

“İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî diyor ki: “Bir küçük mes’ele-i imaniyenin inkişafı, benim nazarımda yüzler ezvak ve kerametlere müreccahtır.”[148]

“Ey beşer! Yüksek ve alçak bütün ecramı sizin istifadenize tahsis etmekle sizlere bu kadar i’zaz ve ikramlarda bulunan Cenab-ı Hakk’a ibadet ediniz! Ve sizlere yaptığı keramete karşı liyakatınızı izhar ediniz.”[149]

“İnsanın eti, hürmet ve keramet için; zehir, zarar için; lâşe eti, necaset için haram olmuşlardır.”[150]

“İnsan bu keramete, bu şerefe nâil olduğu halde, kendisini başıboş ve gayr-ı mes’ul zannetmesin.”[151]

“Keramet ile istidrac manen birbirine mübayindir. Zira keramet, mu’cize gibi Allah’ın fiilidir. Ve o keramet sahibi de kerametin Allah’tan olduğunu bilir ve Allah’ın kendisine hâmi ve rakib olduğunu da bilir. Tevekkül ü yakîni de fazlalaşır. Lâkin bazan Allah’ın izniyle kerametlerine şuuru olur, bazan olmaz. Evlâ ve eslemi de bu kısımdır.

İstidrac ise, gaflet içinde iken eşya-yı gaybiyenin inkişafından ve garib fiilleri izhar etmekten ibarettir. Fakat bu istidrac sahibi, nefsine istinad ve iktidarına isnad etmekle enaniyeti, gururu öyle fazlalaşır ki- Karun:”Bu varlık bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi.”[152]-okumaya başlar. Lâkin o inkişaf, tasfiye-i nefs ve tenevvür-ü kalb neticesi olduğu takdirde, ehl-i istidrac ile ehl-i keramet arasında tabaka-i ûlâda fark yoktur. Tam manasıyla fenaya mazhar olanlar ise, onlara da Allah’ın izniyle eşya-yı gaybiye inkişaf eder. Ve onlar da, o eşyayı fena fillah olan havaslarıyla görürler. Bunun istidracdan farkı pek zahirdir. Zira zahire çıkan bâtınlarının nuraniyeti, müraîlerin zulümatıyla iltibas olmaz.”[153]

“Süleyman, benim her hususî işimi ve kitabetimi kemal-i şevk ile minnet etmeyerek, mukabilinde birşey kabul etmeyerek, kemal-i sadakatla yapmış. Hattâ o derece hizmeti safî ve hâlis, lillah için yapıyordu; belki yüz defadan ziyade arzu ettiğim dakikada, ümid edilmediği bir tarzda geliyor; fesübhanallah diyordum “Benim arzu-yu kalbimi, bu işitiyor mu?” Anladım ki o istihdam olunuyor, sadakatının kerametidir. Hattâ hizmetimde bulunduğu bir gün, bir yaşındaki kız çocuğuna bakılmamış. Yüksek bir damdan, taş üstüne çocuk düştü. O hizmet sadakatının bir ikram-ı İlahî olarak, o çocuk hiçbir teessür ve hastalık görmediği gibi; sütten, memeden bile kesilmedi. Her ne ise, bu tarz sadakatının lem’alarını çok gördüm.”[154]

“Bu Re’fet’in bir keramet-i ferasetidir.”[155]

“İhlasın ve sadakatın dahi velayet gibi kerameti var. Belki bazan daha fevkindedir.”[156]

“Çok şahs-ı denî, nur ile hem buldu keramet…”[157]

“Keramet, mu’cize gibi Cenâb-ı Hakkın fiilidir, hediyesidir, ihsanıdır ve ikramıdır; beşerin fiili değildir. O keramete mazhar olan zât ise, bâzan biliyor, bâzan bilmiyor -vukuundan sonra bilir-. Keramete mazhariyetini kablelvuku’ bilen ve ikram-ı İlâhîye ihtiyarıyla tevfik-ı hareket eden kısım, eğer enaniyetten bütün bütün tecerrüd etmiş ise ve Hazret-i Gavs gibi kudsiyet kesbetmiş ise, Cenâb-ı Hakkın izniyle, o kerametin her tarafını bilerek kendisi sahip çıkar, bilir ve bildirir. Fakat bununla beraber, mâdem o keramet ikramdır; bütün tafsilâtiyle keramet sahibine de meşhud olmak lâzım değildir. Bu sırra binaen; Hazret-i Şeyh; i’lâm-ı Rabbanî ve izn-i İlâhî ile bu asrı görmüş ve hizmet-i Kur’aniyenin etrafında bizleri müşahede edip nazar-ı şefkatiyle bakmış. O beş satır, sırf bir keramet ve intak-ı bilhak ve bir ikram-ı İlâhî ve veraset-i Nebeviye itibariyle zuhur ettiğinden, mu’cizevârî, kudret-i beşer fevkınde bir şekil almış. Sun’î, irade-i şeyh ile olduğu değildir. Çünki intakdır. Ruh-u kudsîsi hissetmiş, görmüş. İrade ve ihtiyar yetişemiyor. Akıl ise ruhun harekâtını ihâta edemez. Lisan, ne kadar aklın dekaik-ı tasavvuratının tercümesinde âciz ise, ihtiyar dahi ruhun dekaik-ı harekâtının derkinde o derece âcizdir.”[158]

“Hazret-i Gavs, o derece yüksek bir mertebeye mâlik ve o derece hârika bir keramete mazhardır ki, kâfirlerin bir kısmı demiş: “Biz İslâmiyeti kabûl edemiyoruz; fakat Abdülkadir-i Geylânî’yi de inkâr edemiyoruz.”Hem evliyayı inkâr eden Vahhâbînin müfrit kısmı dahi Hazret-i Şeyhi inkâr edemiyorlar. Evliya, onun derece-i celâletine yetişmediği bütün ehl-i tarikatca teslim edilmiştir.”[159]

“Keramet ise mu’cize gibi Cenâb-ı Hak tarafındandır, intak-ı bilhak nev’indendir…”[160]

“Bir mutasarrıfın pençe-i kahriyle, elleri bağlı, muhafız nezaretinde Bitlise nefyedildi. Jandarmalarla yolda giderken namaz vakti gelir. Namaz kılmak için, kayıdların açılmasını jandarmalara ihtar eder. Jandarmalar kabul etmeyince, demir kayıdları bir mendil gibi açarak önlerine atar, jandarmalar, bu hali keramet addedip hayretler içinde kalırlar. Teslimiyetle, rica ve istirham ile:

– Biz şimdiye kadar muhafızınız idik, bundan sonra hizmetçiniziz! derler.

“Bir gün Bediüzzamana soruldu:

– Kaydı nasıl açtın?

Dedi:

Ben de bilmem. Fakat, olsa olsa namazın kerametidir.”[161]

“Şeyhin kerameti şeyhten rivayet; lâkin tahdis-i nimet dahi bir şükürdür.”[162]

VELİ :

“Bütün münevver kalblerin kutubları olan veliler..”[163]

“Kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli …”[164]

“Bir hacı, ne kadar ami de olsa, kat’-ı meratib etmiş bir veli gibi umum aktar-ı arzın Rabb-ı Azîmi ünvanıyla Rabbine müteveccihtir. Bir ubudiyet-i külliye ile müşerreftir.”[165]

“Bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi, kendi ağacını tavsif eder. Fark yalnız icmal ve tafsil ile olduğu gibi; senin ve benim gibi bir âminin -velev hissetmezse- namazı, büyük bir velinin namazı gibi şu nurdan bir hissesi var…”[166]

“Cenab-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe ve meydan-ı imtihanda çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakla çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ: Leyle-i Kadri, umum ramazanda; saat-ı icabe-i duayı, Cum’a gününde; makbul velisini, insanlar içinde; eceli, ömür içinde ve kıyametin vaktini, ömr-ü dünya içinde saklamış.”[167]

“En büyük veliler sahabe derecesine çıkamıyorlar. Hattâ Celaleddin-i Süyutî gibi, uyanık iken çok defa sohbet-i Nebeviyeye mazhar olan veliler, Resul-i Ekrem (A.S.M.) ile yakazaten görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar, yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki Sahabelerin sohbeti, Nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) nuruyla, yani Nebi olarak onunla sohbet ediyorlar. Evliyalar ise, vefat-ı Nebevîden sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı görmeleri, velayet-i Ahmediye (A.S.M.) nuruyla sohbettir. Demek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın onların nazarlarına temessül ve tezahür etmesi, velayet-i Ahmediye (A.S.M.) cihetindedir; nübüvvet itibariyle değil.”[168]

“Velayet-i kübra olan veraset-i nübüvvet ve sıddıkıyet ki, sahabelerin velayetidir; bir veli kazansa, yine saff-ı evvel olan sahabelerin makamına yetişmez. “[169]

“Bazı veliyy-i kâmil olan padişahlar; çok dairelerde, bazı eşhas suretinde icraatını yaptığı rivayet edilir.”[170]

“Her zîkalb ve kâmil veli, seyr ü sülûk ile, arştan ve daire-i esma ve sıfâttan kırk günde geçebilir. Hattâ Şeyh-i Geylanî, İmam-ı Rabbanî gibi bazı zâtların ihbarat-ı sadıkaları ile; bir dakikada arşa kadar uruc-u ruhanîleri oluyor.

Velilerin ebdalı, çok yerlerde bir anda zuhur eder, görünür.”[171]

“Said Nursî, Kur’an ve imana hizmet mesleğini ihtiyar edip, hiçbir maddî ve manevî menfaat, salahat ve velilik gibi manevî makamları maksad ve gaye etmeden, sırf Cenab-ı Hakk’ın rızası için hizmet yapmıştır.”[172]

“Makamat-ı velayette bir makam vardır ki, “Makam-ı Hızır” tabir edilir. O makama gelen bir veli, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bazan o makam sahibi yanlış olarak, ayn-ı Hızır telakki olunur.”[173]

“Bizde “Seyda” lakabıyla meşhur bir veliyy-i azîm, sekeratta iken, ervah-ı evliyanın kabzına müekkel Melek-ül Mevt gelmiş. Seyda bağırarak demiş ki: “Ben talebe-i ulûmu çok sevdiğim için, talebe-i ulûmun kabz-ı ervahına müekkel mahsus taife ruhumu kabzetsin!” diye dergâh-ı İlâhiyeye rica etmiş. Yanında oturanlar bu vak’aya şahid olmuşlar.”[174]

“Evet velayetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus Lillah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde ciddî, samimî tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inayata mazhar olur.”[175]

“Velilerin himmetleri, imdadları, manevî fiilleriyle feyiz vermeleri hâlî veya fiilî bir duadır. Hâdi, Mugis, Muin ancak Allah’tır. Fakat insanda öyle bir latife, öyle bir halet vardır ki, o latife lisanıyla her ne sual edilirse, -velev ki fâsık da olsun- Cenab-ı Hak o latifeye hürmeten o matlubu yerine getirir. O latife pek uzaktan bana göründü ise de, teşhis edemedim.”[176]

“Eski zamandan beri ekser yerlerde medrese taifesi, tekyeler taifesine serfüru’ etmiş; yani inkıyad gösterip onlara velayet semereleri için müracaat etmişler. Onların dükkânlarında ezvak-ı imaniyeyi ve envâr-ı hakikatı aramışlar. Hattâ medresenin büyük bir âlimi, tekyenin küçük bir veli şeyhinin elini öper, tâbi’ olurdu. O âb-ı hayat çeşmesini tekyede aramışlar. Halbuki medrese içinde daha kısa bir yol hakikatın envârına gittiğini ve ulûm-u imaniyede daha sâfi ve daha hâlis bir âb-ı hayat çeşmesi bulunduğunu ve amel ve ubudiyet ve tarîkattan daha yüksek ve daha tatlı ve daha kuvvetli bir tarîk-ı velayet; ilimde, hakaik-i imaniyede ve Ehl-i Sünnet’in ilm-i Kelâmında bulunmasını, Risale-i Nur Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın mu’cize-i maneviyesiyle açmış göstermiş, meydandadır.”[177]

“Böyle kaza ile vefat eden şehid hükmünde olduğu gibi, şehid de veli hükmünde olmasından altı arkadaşıma acımadım.”[178]

“Sual : Gavs-ı A’zam gibi büyük veliler, bâzı evkatta, mâzi ve müstakbeli hazır gibi müşahede ederler. Neden mâziye ait cihette sarahat suretinde haber veriyorlar da istikbalden hafî remizlerle, gizli işaretlerle bahsediyorlar?

Elcevap :”De ki:”Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilemez.”[179]âyetiyle,

“(Bilinmeyenleri) Gaybı O bilir,kendi sırlarını da kimseye açıklamaz.Ancak bir peygamber olarak seçtiği müstesnadır.”[180] âyeti ifade ettikleri kudsî yasağa karşı ubudiyetkârane bir hüsn-ü edeb takınmak için, tasrihden işaret mesleğine girmişler. Tâ ki işaretler ile, remz ile anlaşılsın ki, ihtiyarsız niyetsiz bir surette talim-i İlâhî ile olmuştur. Çünki istikbâlî olan gaybiyat, niyet ve ihtiyar ile verilmediği gibi; niyet ile de müdahale etmek, o yasağa karşı adem-i itâati işmam ediyor.”[181]

“İki veli, iki ehl-i hakikat, birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zâhir-i şeriata muhalif ve hatâ bir ictihad ile hareket edilmiş ola.”[182]

“S- Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız. Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz?

C- Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni; tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir! Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihdir, siz de büyük tanımayınız!”[183]

“Türk Milleti asırlardanberi İslâmiyete hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez; siz de çekmeyiniz; teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir!”[184]

“S- Veli olan şeyhin, müddeî olan müteşeyyih ile farkları nedir?

C- Eğer hedef-i maksadı, İslâmın ziya-yı kalb ve nur-u fikriyle ittihad ve mesleği muhabbet ve şiarı terk-i iltizam-ı nefs ve meşrebi mahviyet ve tarîkatı hamiyet-i İslâmiye olsa kabildir ki, bir mürşid ve hakikî şeyh olsun. Lâkin eğer mesleği tenkis-i gayr ile meziyetini izhar ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin ve inşikak-ı asâyı istilzam eden hiss-i taraftarlık ve meyelan-ı gıybeti intac eden kendine muhabbeti, başkalarına olan husumete mütevakkıf gösterilse; o bir müteşeyyih-i müteevviğdir, bir zi’b-i mütegannimdir. Din ile, dünyanın saydına gider. Ya bir lezzet-i menhuse veya bir içtihad-ı hata onu aldatmış, o da kendisini iyi zannedip büyük meşayihe ve zevat-ı mübarekeye sû’-i zan yolunu açmıştır!”[185]

“Şüheda cem’iyetindenim. Tek bir veliyi inkâr veya istihfaf etmek, meş’umdur. Öyle ise, iki milyon evliyaullah olan şühedayı inkâr etmek ve kanlarını heder saymak, meş’umların en meş’umudur.”[186]

EVLİYA

“Mehasin-i rububiyetin dellâlları olan enbiya ve evliyaya kulak ver. Nasıl müttefikan Sâni’-i Zülcelal’in kusursuz kemalâtını, hârika san’atlarının teşhiriyle gösteriyorlar, beyan ediyorlar, enzar-ı dikkati celbediyorlar.”[187]

“Birinci Sır: “Evliya niçin usûl-i imaniyede ittifak ettikleri halde, meşhudatlarında, keşfiyatlarında çok tehalüf ediyorlar. Şuhud derecesinde olan keşifleri bazan hilaf-ı vaki’ ve muhalif-i hak çıkıyor? Hem niçin ehl-i fikir ve nazar, herbiri kat’î bürhan ile hak telakki ettikleri efkârlarında, birbirine mütenakız bir surette hakikatı görüyorlar ve gösteriyorlar. Bir hakikat niçin çok renklere giriyor?”

Evet çünki hakikatta hakikî kemal-i etem öyledir. İşte şu esrarın hikmeti şudur ki: İnsan çendan bütün esmaya mazhar ve bütün kemalâta müstaiddir. Lâkin iktidarı cüz’î, ihtiyarı cüz’î, istidadı muhtelif, arzuları mütefavit olduğu halde binler perdeler, berzahlar içinde hakikatı taharri eder. Onun için hakikatın keşfinde ve hakkın şuhudunda berzahlar ortaya düşüyor. Bazılar berzahtan geçemiyorlar. Kabiliyetler başka başka oluyor. Bazıların kabiliyeti, bazı erkân-ı imaniyenin inkişafına menşe’ olamıyor. Hem esmanın cilvelerinin renkleri mazhara göre tenevvü ediyor, ayrı ayrı oluyor. Bazı mazhar olan zât, bir ismin tam cilvesine medar olamıyor. Hem külliyet ve cüz’iyet ve zılliyet ve asliyet itibariyle cilve-i esma, başka başka suret alıyor. Bazı istidad, cüz’iyetten geçemiyor ve gölgeden çıkamıyor. Ve istidada göre bazan bir isim galib oluyor, yalnız kendi hükmünü icra ediyor. O istidadda onun hükmü hükümran oluyor.”[188]

Hem enbiya ve evliyayı sevmek, Cenab-ı Hakk’ın makbul ibadı olmak cihetiyle, Cenab-ı Hakk’ın namına ve hesabınadır ve o nokta-i nazardan ona aittir.”[189]

“Diyorsun: Benim taamlara, nefsime, refikama, vâlideynime, evlâdıma, ahbabıma, evliyaya, enbiyaya, güzel şeylere, bahara, dünyaya müteallik ayrı ayrı muhtelif muhabbetlerimin (Kur’anın emrettiği tarzda olsa) neticeleri, faideleri nedir?

Bütün neticeleri beyan etmek için büyük bir kitab yazmak lâzımgelir. Şimdilik yalnız icmalen bir iki neticeye işaret edilecek. Evvelâ, dünyadaki muaccel neticeleri beyan edilecek. Sonra âhirette tezahür eden neticeleri zikredilecek. Şöyle ki:

Sâbıkan beyan edildiği gibi; ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzında ve nefis hesabına olan muhabbetlerin; dünyada belaları, elemleri, meşakkatleri çoktur. Safaları, lezzetleri, rahatları azdır. Meselâ: Şefkat, acz yüzünden elemli bir musibet olur. Muhabbet, firak yüzünden belalı bir hirkat olur. Lezzet, zeval yüzünden zehirli bir şerbet olur. Âhirette ise; Cenab-ı Hakk’ın hesabına olmadıkları için, ya faidesizdir veya azabdır. (Eğer harama girmiş ise.)”[190]

“Sual: Enbiya ve evliyaya muhabbet, nasıl faidesiz kalır?

Elcevab: Ehl-i Teslis’in İsa Aleyhisselâm’a ve Râfızîlerin Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’a muhabbetleri faidesiz kaldığı gibi.

Eğer o muhabbetler, Kur’anın irşad ettiği tarzda ve Cenab-ı Hakk’ın hesabına ve muhabbet-i Rahman namına olsalar, o zaman hem dünyada, hem âhirette güzel neticeleri var.

Enbiya ve evliyaya muhabbetin ise: Ehl-i gaflete karanlıklı bir vahşetgâh görünen âlem-i berzah, o nuranîlerin vücudlarıyla tenevvür etmiş menzilgâhları suretinde sana göründüğü için o âleme gitmeğe tevahhuş, tedehhüş değil; belki bilakis temayül ve iştiyak hissini verir; hayat-ı dünyeviyenin lezzetini kaçırmaz. Yoksa onların muhabbeti, ehl-i medeniyetin meşahir-i insaniyeye muhabbeti nev’inden olsa, o kâmil insanların fena ve zevallerini ve mazi denilen mezar-ı ekberinde çürümelerini düşünmekle, elemli hayatına bir keder daha ilâve eder. Yani “Öyle kâmilleri çürüten bir mezara, ben de gideceğim” diye düşünür; mezaristana endişeli bir nazarla bakar. “Ah!” çeker. Evvelki nazarda ise: Cisim libasını mazide bırakıp, kendileri istikbal salonu olan berzah âleminde kemal-i rahatla ikametlerini düşünür, mezaristana ünsiyetkârane bakar.”[191]

“Enbiya ve evliyaya Kur’anın tarif ettiği tarzda muhabbetin neticesi: O enbiya ve evliyanın şefaatlarından berzahta, haşirde istifade etmekle beraber; gayet ulvî ve onlara lâyık makam ve füyuzattan o muhabbet vasıtasıyla istifaza etmektir.”[192]

“Maatteessüf birinci kısım, hususan ülema-i ehl-i zahir, meslek-i Ehl-i Sünneti muhafaza niyetiyle, çok mühim evliyayı inkâr, hattâ tadlil etmeye mecbur olmuşlar. İkinci kısım olan tarafdarları ise, o çeşit şeyhlere ziyade hüsn-ü zan ettikleri için, hak mesleğini bırakıp, bid’ate hattâ dalalete girdikleri olmuş.”[193]

“Hem şu hakikata bina edilen beyn-el evliya kesretle vuku bulmuş olan “bast-ı zaman” hâdiseleridir. Bazı evliya bir dakikada, bir günlük işi görmüş. Bazıları bir saatte, bir sene vazifesini yapmış. Bazıları bir dakikada, bir hatme-i Kur’aniyeyi okumuş olduklarını rivayet edip ihbar ediyorlar. Böyle ehl-i hak ve sıdk, bilerek kizbe elbette tenezzül etmezler.”[194]

“Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm, gerçi Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a yetişmiyor. Fakat onun âli, enbiyadırlar. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın âli, evliyadırlar. Evliya ise, enbiyaya yetişemezler.”[195]

“Üçyüzelli milyon içinde Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dan yalnız iki zâtın; yani Hasan (R.A.) ve Hüseyin’in (R.A.) neslinden gelen evliya, -ekser-i mutlak- hakikat mesleklerinin ve tarîkatlarının pîrleri ve mürşidleri onlar olmaları”[196]

“Gavs-ı A’zam gibi, memattan sonra hayat-ı Hızıriyeye yakın bir nevi hayata mazhar olan evliyalar vardır. Gavs’ın hususî ism-i a’zamı “Ya Hayy” olduğu sırrıyla, sair ehl-i kuburdan fazla hayata mazhar olduğu gibi, gayet meşhur Maruf-u Kerhî denilen bir kutb-u a’zam ve Şeyh Hayat-ül Harranî denilen bir kutb-u azîm, Hazret-i Gavs’tan sonra mematları hayatları gibidir. Beyn-el evliya meşhur olmuştur.[197]

“Evliya divanlarını ve ülemanın kitablarını çok mütalaa eden bir kısım zâtlar taraflarından soruldu: “Risale-i Nur’un verdiği zevk ve şevk ve iman ve iz’an onlardan çok kuvvetli olmasının sebebi nedir?”

Hem Risalet-in Nur, sair ülemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliya misillü yalnız kalbin keşf ü zevkiyle hareket etmiyor; belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh vesair letaifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i a’lâya uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar; hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir.”[198]

“Hazret-i Şeyhin vefatından sonra hayatta oldukları gibi tasarrufu ehl-i velâyetce kabûl edilen üç evliya-yı azîmenin en âzamı o Hazret-i Gavs-ı Geylânî’dir.”[199]

“Bir zaman meşhur bir allâmeyi harbin müteaddid cephesinde cihada gidenler görmüşler. Ona demişler… O da demiş: “Bana sevap kazandırmak ve derslerimden ehl-i îmana istifade ettirmek için, benim şeklimde bazı evliyalar, benim yerimde işler görmüşler.”[200]

VELAYET :

“Ciddî bir maksad için Muhyiddin-i Arabî gibi zâtlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velayet …”[201]

“Berzahlar tavassut eder. Âyine ve mazharların kabiliyetleri, Şems’in cilvelerine birer renk takıyor. Şu yol ise, velayet mesleğini temsil eder.”[202]

“Onikinci ve Yirmidördüncü ve Yirmibeşinci Sözlerde isbat edildiği gibi, nübüvvetin velayete nisbeti, Güneşin ayn-ı zâtıyla, âyinelerde görülen Güneşin misali gibidir. İşte daire-i nübüvvet, daire-i velayetten ne kadar yüksek ise, daire-i nübüvvetin hademeleri ve o güneşin yıldızları olan sahabeler dahi, daire-i velayetteki sulehaya o derece tefevvuku olmak lâzım geliyor. Hattâ velayet-i kübra olan veraset-i nübüvvet ve sıddıkıyet ki, sahabelerin velayetidir; bir veli kazansa, yine saff-ı evvel olan sahabelerin makamına yetişmez.”[203]

“Sahabelerin kurbiyet-i İlahiye noktasındaki makamlarına velayet ayağıyla yetişilmez. Çünki Cenab-ı Hak bize akrebdir ve herşeyden daha ziyade yakındır. Biz ise, ondan nihayetsiz uzağız. Onun kurbiyetini kazanmak iki suretle olur. Birisi: Akrebiyetin inkişafıyladır ki, nübüvvetteki kurbiyet ona bakar ve nübüvvet veraseti ve sohbeti cihetiyle sahabeler o sırra mazhardırlar. İkinci suret: Bu’diyetimiz noktasında kat’-ı meratib edip bir derece kurbiyete müşerref olmaktır ki, ekser seyr ü sülûk-ü velayet ona göre ve seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkî bu suretle cereyan ediyor. İşte birinci suret sırf vehbîdir, kesbî değil, incizabdır, cezb-i Rahmanîdir ve mahbubiyettir. Yol kısadır, fakat çok metin ve çok yüksektir ve çok hâlistir ve gölgesizdir. Diğeri; kesbîdir, uzundur, gölgelidir. Acaib hârikaları çok ise de; kıymetçe kurbiyetçe evvelkisine yetişemez. Meselâ: Nasılki dünkü güne, bugün yetişmek için iki yol var. Birincisi: Zamanın cereyanına tabi olmayarak, bir kuvvet-i kudsiye ile; fevk-az zaman çıkıp, dünü bugün gibi hazır görmektir. İkincisi: Bir sene kat’-ı mesafe edip, dönüp dolaşıp, düne gelmektir; fakat, yine dünü elde tutamıyor, onu bırakıp gidiyor. Öyle de, zahirden hakikata geçmek iki suretledir. Biri: Doğrudan doğruya hakikatın incizabına kapılıp, tarîkat berzahına girmeden, hakikatı ayn-ı zahir içinde bulmaktır. İkincisi: Çok meratibden seyr-ü sülûk suretiyle geçmektir. Ehl-i velayet, çendan fena-i nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmareyi öldürürler. Yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki sahabelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiğinden; nefsin mahiyetindeki cihazat-ı kesîre ile, ubudiyetin enva’ına ve şükür ve hamdin aksamına daha ziyade mazhardırlar. Fena-i nefisten sonra, ubudiyet-i evliya besatet peyda eder.”[204]

“Mi’rac, velayet-i Ahmediyenin (A.S.M.) bütün velayatın fevkinde bir külliyet, bir ulviyet suretinde bir tezahürüdür ki; bütün kâinatın Rabbi ismiyle, bütün mevcudatın Hâlıkı ünvanıyla Cenab-ı Hakk’ın sohbetine ve münacatına müşerrefiyettir.”[205]

“Bir mi’racî kerametle melekler, gördüler elhak ki müsellem bir nübüvvette muazzam bir velayet var.”[206]

“Hem demiş ki: “Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki, meşhur velayettir. Biri velayet-i vustâ, biri velayet-i kübradır. Velayet-i kübra ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır.”[207]

“Eğer denilse: Hazret-i Ömer’in (R.A.) minber üstünde, bir aylık mesafede bulunan Sâriye namındaki bir kumandanına – Ey Sariye,dağa dikkat et,dağa!- deyip, Sâriye’ye işittirip, sevk-ül ceyş noktasından zaferine sebebiyet veren kerametkârane kumandası ne derece keskin nazarlı olduğunu gösterdiği halde, neden yanındaki katili Firuz’u o keskin nazar-ı velayetiyle görmedi?

Elcevab: Hazret-i Yakub Aleyhisselâm’ın verdiği cevab ile cevab veririz.Yani: Hazret-i Yakub’dan sorulmuş ki: “Ne için Mısır’dan gelen gömleğinin kokusunu işittin de, yakınında bulunan Ken’an Kuyusundaki Yusuf’u görmedin?” Cevaben demiş ki: “Bizim halimiz şimşekler gibidir; bazan görünür, bazan saklanır. Bazı vakit olur ki, en yüksek mevkide oturup her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz.”[208]

“Yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i velayetin ihatasız keşfiyatı, veraset-i nübüvvet ehli olan asfiya ve muhakkikînin şuhuda değil, Kur’ana ve vahye, gaybî fakat safi, ihatalı, doğru hakaik-i imaniyelerine dair ahkâmlarına yetişmez. Demek bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşahedatın mizanı: Kitab ve Sünnettir. Ve mehenkleri, Kitab ve Sünnetin desatir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikînin kavanin-i hadsiyeleridir.”[209]

“Cadde-i Kübra, elbette velayet-i kübra sahibleri olan sahabe ve asfiya ve tâbiîn ve eimme-i Ehl-i Beyt ve eimme-i müçtehidînin caddesidir ki, doğrudan doğruya Kur’anın birinci tabaka şakirdleridir.”[210]

“Hakaik-i imaniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan eden ve esrar-ı Kur’aniyeden tereşşuh eden Sözler, velayetten matlub olan neticeleri verebilirler.”[211]

“Velayet, bir hüccet-i risalettir; tarîkat, bir bürhan-ı şeriattır. Çünki risaletin tebliğ ettiği hakaik-i imaniyeyi, velayet bir nevi şuhud-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakîn derecesinde görür, tasdik eder.”[212]

“Meslek-i velayet çok kolay olmakla beraber çok müşkilâtlıdır, çok kısa olmakla beraber çok uzundur, çok kıymetdar olmakla beraber çok hatarlıdır, çok geniş olmakla beraber çok dardır.”[213]

“Mazhariyet-i esmadan ibaret olan meratib-i velayet dahi öyle mütefavittir.”[214]

“Velayet yolları içinde en güzeli, en müstakimi, en parlağı, en zengini; Sünnet-i Seniyeye ittiba’dır. Yani: A’mal ve harekâtında Sünnet-i Seniyeyi düşünüp ona tabi olmak ve taklid etmek ve muamelât ve ef’alinde ahkâm-ı şer’iyeyi düşünüp rehber ittihaz etmektir.”[215]

“Cadde-i kübra, velayet-i kübra olan ehl-i veraset-i nübüvvet olan sahabe ve selef-i sâlihînin caddesidir.”[216]

“Velayet yollarının ve tarîkat şubelerinin en mühim esası, ihlastır. Çünki ihlas ile hafî şirklerden halas olur. İhlası kazanmayan, o yollarda gezemez. Ve o yolların en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet muhabbet, mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemaline delalet eden zaîf emareleri, kavî hüccetler hükmünde görür. Daima mahbubuna tarafdardır.”[217]

“Hodgâm, aceleci bir kısım ehl-i sülûk; âhirette alınacak ve koparılacak velayet meyvelerini, dünyada yemesini ister ve sülûkunda onları istemekle vartaya düşer.”[218]

“Nübüvvet, sıfat-ı rububiyete nâzır ve mazhar olduğundan, umumî bir câmiiyete mâliktir. Velayet ise, hususî ve cüz’îdir.”[219]

“Velayet sahibi, avamın itikad ettiği şeyleri gözle müşahede ediyor.”[220]

“Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm değildir. Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.”[221]

ŞEYH :

“Eğer derseniz: Şeyhler bazan işimize karışıyorlar. Sana da bazan şeyh derler.

Ben de derim: Hey efendiler! Ben şeyh değilim, ben hocayım. Buna delil: Dört senedir buradayım; bir tek adama tarîkat verseydim, şübheye hakkınız olurdu. Belki yanıma gelen herkese demişim: İman lâzım, İslâmiyet lâzım; tarîkat zamanı değil.”[222]

“Ehl-i tasavvufun mabeyninde “fena fi-ş şeyh, fena fi-r resul” ıstılahatı var. Ben sofi değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte “fena fi-l ihvan” suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna “tefani” denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani: Kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.”[223]

“Evet eğer mesleğimiz şeyhlik olsa idi, makam bir olurdu veyahut mahdud makamlar bulunurdu. O makama müteaddid istidadlar namzed olurdu. Gıbtakârane bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir. Gıbtakârane müzahameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur; hizmetini tekmil eder. Pederane, mürşidane mesleklerdeki gıbtakârane hırs-ı sevab ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil: Ehl-i tarîkatın o kadar mühim ve azîm kemalâtları ve menfaatleri içindeki ihtilafatın ve rekabetin verdiği vahim neticelerdir ki; onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid’a rüzgârlarına karşı dayanamıyor.”[224]

“Gizli düşmanlarımız bazı memurları ve bir kısım enaniyetli hocalar ve şeyhleri aleyhimize evhamlandırdılar.”[225]

“Hem belki karşımıza aldanmış veya aldatılmış bazı hocalar ve şeyhler ve zahirde müttakiler çıkartılır. Bunlara karşı vahdetimizi, tesanüdümüzü muhafaza edip onlar ile uğraşmamak lâzımdır, münakaşa etmemek gerektir.”[226]

“Eski zamanda bir şeyhin müridleri pek çok olmasından, o memleketin hükûmeti siyasetçe telaş edip onun cemaatini dağıtmak istemiş. O zât, hükûmete demiş: “Benim yalnız bir buçuk müridim var, başka yok. İsterseniz tecrübe edeceğiz.” O zât bir yerde çadır kurdu, kendi binler müridlerini oraya toplattı. O da emretti: “Ben bir imtihan yapacağım. Her kim benim müridim ise ve emri kabul etse, Cennet’e gidecek.” Çadıra birer birer çağırdı. Gizli bir koyun kesti; güya has bir müridini kesti, Cennet’e gönderdi. O kanı gören binler müridler daha hiç biri şeyhi dinlemedi, inkâra başladılar. Yalnız bir adam dedi: “Başım feda olsun.” Yanına gitti. Sonra bir kadın dahi gitti, başkalar dağıldılar. O zât hükûmet adamlarına dedi: “İşte benim bir buçuk müridim bulunduğunu gördünüz.”[227]

Bir zaman, müslim olmayan bir zât, tarîkattan hilafet almak için bir çare bulmuş ve irşada başlamış. Terbiyesindeki müridleri terakkiye başlarken, birisi keşfen mürşidlerini gayet sukutta görmüş. O zât ise ferasetiyle bildi, o müridine dedi: “İşte beni anladın.” O da dedi: “Madem senin irşadın ile bu makamı buldum, seni bundan sonra daha ziyade başımda tutacağım.” diye Cenab-ı Hakk’a yalvarmış, o bîçare şeyhini kurtarmış; birdenbire terakki edip bütün müridlerinden geçmiş, yine onlara mürşid-i hakikî kalmış. Demek bazan bir mürid, şeyhinin şeyhi oluyor. Ve asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terketmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadakatın şe’nidir.”[228]

“Üstadımız kendisi söylüyor ki: “Ben sekiz-dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî Tarikatında ve oraca meşhur Gavs-ı Hîzan namiyle bir zattan istimdad ederken, ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak “Yâ Gavs-ı Geylanî” derdim. Çocukluk itibariyle elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa, “Yâ Şeyh! Sana bir fatiha, sen benim bu şeyimi buldur.” Acibdir ve yemin ediyorum ki, bin def’a böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasiyle imdadıma yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle fâtiha ve ezkâr ne kadar okumuş isem, Zât-ı Risaletten (A.S.M.) sonra Şeyh-i Geylânî’ye hediye ediliyordu. Ben üç-dört cihetle Nakşî iken, Kadirî meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. Fakat tarikatla iştigale ilmin meşguliyeti mâni oluyordu.

Sonra bir inâyet-i İlâhiyye imdadıma yetişip gafleti dağıttığı bir zamanda Hazret-i Şeyhin “Fütuh-ül Gayb” namındaki kitabı hüsn-ü tesadüfle elime geçmiş. Yirmisekizinci Mektupta beyan edildiği gibi, Hazret-i Şeyhin himmet ve irşadiyle eski Said (R.A.) yeni Saide inkılâb etmiş. O Fütuh-ül-Gaybın tefe’ülünde en evvel şu fıkra çıktı: Yâni, “Ey bîçâre! Sen Dar-ül-Hikmet-il-İslâmiyede bir âza olmak cihetiyle güya bir hekimsin, ehl-i İslâmın mânevi hastalıklarını tedavi ediyorsun. Halbuki, en ziyade hasta sensin. Sen, evvel kendine tabib ara, şifa bul; sonra başkasının şifasına çalış.” İşte o vakit, o tefe’ül sırriyle, maddî hastalığım gibi mânevî hastalığımı da kat’iyyen

anladım. O şeyhime dedim: “Sen tabibim ol.” Elhak o tabibim oldu. Fakat pek şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. “Fütuh-ül-Gayb” kitabında “Yâ gulâm!” tâbir ettiği bir talebesine pek müdhiş ameliyat-ı cerrahiye yapıyor. Ben kendimi o gulâm yerine vaz’ettim. Fakat pek şiddetli hitab ediyordu. “Eyyüh-el-münafık ” “ey dinini dünyaya satan riyakâr” diye diye yarısını ancak okuyabildim. Sonra o risaleyi terkettim. Bir hafta bakamadım. Fakat ameliyat-ı cerrahiyenin arkasından bir lezzet geldi; iştiyak ile o mübarek eseri acı tiryak gibi veya sulfato gibi içtim. Elhamdülillâh, kabahatlerimi anladım, yaralarımı hissettim, gurur bir derece kırıldı.” Hocamızın sözü bitti.”[229]

“Avâm-ı mü’minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla îmanlarını sarsılmadan muhafaza etmek…”[230]

“S- Sen eskiden umum şeyhlere muhabbet, hattâ müteşeyyihlere de hüsn-ü zan ederdin. Neden şimdi bid’aya düşmüş bir kısım müteşeyyihlere hücum ediyorsun?

C- Bazan adavet, şiddet-i muhabbetten gelir. Evet nefsim için onları ne kadar severdim. Nefs-i İslâmiyet için bin derece daha ziyade onlara âşıktım.

Lâkin onların asl-ı esas-ı mesleği, kulûbün tenviri ve rabtı, yani fazilet-i İslâmiye üzerine sülûk.. yani hamiyet-i İslâmiye ile tahattüm.. yani İslâmiyet için hayatta zühd ve ravhı terk.. Yani ihlas için terk-i menafi’-i şahsî.. Yani tesis-i muhabbet-i umumiyeye teveccüh.. yani ittihad-ı İslâmiyeye hizmet ve irşad…”[231]

“S- Bid’alara düşen şeyhlere hücum hatardır. İçlerinde evliya bulunur.

“Bilmeden bir kavme fenalık edersiniz de,yaptığınıza pişman olursunuz.”[232]

C-Evet benim hücumum onların aleyhinde değil, lehlerindedir. Tâ ki onların suretiyle kendini gösteren bazı ehliyetsiz, onların kıymetini tenzil etmesin.”[233]

“S- Şimdiki şeyhlerden ne istersin?

C- Daima onların demdemelerinin mevzuu olan ihlası; hem de tekke denilen manevîleşmiş kışlalarda, tarîkat denilen ruhanîleşmiş askerlikte ona murabıt oldukları cihad-ı ekberi ve terk-i iltizam-ı nefsi; hem de onların şiarı olan, zühdün manası olan terk-i menafi’-i şahsiyeyi; hem de daima iddiasında bulundukları ve mizac-ı İslâmiyetin mayesi olan muhabbeti isterim. Zira onlar, bizi istihdam ederek ücretlerini almışlar. Şimdi bize hizmet etmek borçlarıdır.”[234]

“S- Veli olan şeyhin, müddeî olan müteşeyyih ile farkları nedir?

C- Eğer hedef-i maksadı, İslâmın ziya-yı kalb ve nur-u fikriyle ittihad ve mesleği muhabbet ve şiarı terk-i iltizam-ı nefs ve meşrebi mahviyet ve tarîkatı hamiyet-i İslâmiye olsa kabildir ki, bir mürşid ve hakikî şeyh olsun. Lâkin eğer mesleği tenkis-i gayr ile meziyetini izhar ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin ve inşikak-ı asâyı istilzam eden hiss-i taraftarlık ve meyelan-ı gıybeti intac eden kendine muhabbeti, başkalarına olan husumete mütevakkıf gösterilse; o bir müteşeyyih-i müteevviğdir, bir zi’b-i mütegannimdir. Din ile, dünyanın saydına gider. Ya bir lezzet-i menhuse veya bir içtihad-ı hata onu aldatmış, o da kendisini iyi zannedip büyük meşayihe ve zevat-ı mübarekeye sû’-i zan yolunu açmıştır!”[235]

“Şeyhin kerameti şeyhten rivayet; lâkin tahdis-i nimet dahi bir şükürdür.”[236]

KURBAN :

Kurban bir vesiledir.Kesilen kurban kişiye sıratta Burak olur.[237]

Bunun batıl oluşu;zamanla vesilelikten çıkıp gaye haline girmesi ile olmuştur.Nitekim islamdan önce,”Allah’a yaklaşmak amacıyla sanemlere kurbanlar kesilmesi…”gibi..[238]

“Hak yolunda,[239] Nur yolunda kurban olunması,[240] feda olunması da hakikata ulaşmak içindir.

Annenin evladını kurtarmak için kurban olması,[241] şefkatin hakikatıdır.

Kurban yapılırken,ibadete de vesile olması,[242]kurbanın hakikatıdır.

Dini akidelerin kurbanı olunması,[243] dinin kudsi hakikatındandır.

“İbadet amacıyla başkasının namına kurban kesmek…[244]caiz ve meşrudur.

“Cemaat için eşhasın kurban edilmesi,zayıf da olsa bir adalettir.[245]

Yanlış olan her şeyde ve her yerde “Özün söze kurban edilmesidir.[246].

“Çirkin hatalara kurban olunması.[247]

Kötü niyetle de kullanılabilir.“Kurban koyunu gibi kesmek için bizi beslettiriyordu.[248]

Adanan bazen bir kurbanlık hayvan bazende insan olur.“Dahi nezrim bu ki canım sana kurban olacak.”[249]

“Aşiretime kurban olayım”[250]

TAKARRUB :

Bütün bunlar yaklaşmak amaçlı olup,bzen kişilerden kaynaklanan sebeblerde yanlışda da kullanılabilir.O kişilere ait eksik bir sıfat olup,yaklaşma aracı ve işlemine ait değildir.Kusur vasıtada değil,onu yanlış kullanandadır.

“Takarrüb istifadeye vesiledir.”[251]

“İnsanlar her zaman Allah’a yaklaşmak istemişlerdir.[252]

İLHAM :

Veli zatlar kalb telefonuyla Cenâb-ı hak ile manevi irtibat kurmuş,ilhama mahzar şahsiyetlerdir.İİlham farklı şekillerde tezahür eder.

“Ve telefon ise, ma’kes-i vahy ve mazhar-ı ilham olan kalbden uzanan bir nisbet-i Rabbaniyedir ki, kalb o telefonun başıdır ve kulağı hükmündedir.”[253]

“Amma sair kelimat-ı İlahiye ise: Bir kısmı, has bir itibar ile ve cüz’î bir ünvan ve hususî bir ismin cüz’î tecellisi ile ve has bir rububiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususî bir rahmet ile zahir olan kelâmdır. Hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri muhteliftir. Ekser ilhamat bu kısımdandır. Fakat derecatı çok mütefavittir. Meselâ en cüz’îsi ve basiti, hayvanatın ilhamatıdır. Sonra, avam-ı nâsın ilhamatıdır. Sonra, avam-ı melaikenin ilhamatıdır. Sonra, evliya ilhamatıdır. Sonra, melaike-i izam ilhamatıdır. İşte şu sırdandır ki: Kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der:Yani: “Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.” Demiyor: “Rabb-ül Âlemîn’den haber veriyor.” Hem der: “Kalbim, Rabbimin âyinesidir, arşıdır.” Demiyor: “Rabb-ül Âlemîn’in arşıdır.” Çünki kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicabların nisbet-i ref’i derecesinde mazhar-ı hitab olabilir.”[254]

“Enbiyaya gelen vahyin ekseri melek vasıtasıyla olduğunu ve ilhamın ekseri vasıtasız olduğu…”[255]

“Şu sure (Zilzal suresi) kat’iyyen ifade ediyor ki: Küre-i Arz, hareket ve zelzelesinde vahy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor. Bazan da titriyor.”[256]

“Kalb etrafındaki ilhamat ve vesveselerin mübarezelerinden tut, tâ sema âfâkında melaike ve şeytanların mübarezesine kadar o kanunun şümulünü iktiza eder.”[257]

“Bal arısı ve ipek böceğini istihdam edip ilham-ı İlahî ile azîm bir istifade yolunu açar…”[258]

“Şeytan ile melek-i ilham, kalb taraflarında mücaveretleri var “[259]

“İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur.”[260]

“Şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyat-ı beşeriye ve kemalât-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belki ona onun za’fı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş.”[261]

Medeniyet harikaları ilham ile insanlara bildirilmiştir.

“Bazı ehl-i keşif ve ehl-i velayet olan muhaddisîn-i muhaddesûn ilhamlarıyla gelen bazı maânî, hadîs telakki edilmiş. Halbuki ilham-ı evliya -bazı arızalarla- hata olabilir. İşte bu neviden bir kısım hilaf-ı hakikat çıkabilir.”[262]

İlhamda bir kemal ve yükseklik vardır.

“İhtiyar sahibi olanların içinde, arı emsali gibi vahy ve ilham ile tenevvür edenlerin amelleri, cüz’-i ihtiyarîsine itimad edenlerin amellerinden daha mükemmeldir.”[263]

Melek ve beşer ve hayvanatın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibariyle çok muhteliftir.”[264]

“Şahs-ı Âdem’e talim-i esma ünvanıyla nev-i benî-Âdeme ilham olunan bütün ulûm ve fünunun talimini ifade eder…”[265]

Hidayette de ilham vardır.“Evet envâr-ı hidayeti ilham eden…”[266]

“Bütün ehl-i edyan “melek-ül cibal, melek-ül bihar, melek-ül emtar” gibi her nev’e göre birer melek-i müekkel, vahyin ilhamı ve irşadı ile bulunduğunu kabul ederek o namlarla tesmiye ediyorlar.”[267]

“ilham-ı Rabbanî ile gaibden haber veren bu ârifler…”[268]

“Bir zaman ben, bu hiss-i kabl-el vukuu, zahirî ve bâtınî meşhur duygulara ilâve olarak, insanda ve hayvanda “saika” ve “şaika” namıyla aynı “sâmia” ve “bâsıra” gibi iki hiss-i âheri ilmen bulmuştum. Ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meşhur hislere; -hata ederek- ahmakçasına “sevk-i tabiî” diyorlar. Hâşâ sevk-i tabiî değil, belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak insan ve hayvanı kader-i İlahî sevkediyor. Meselâ: Kedi gibi bazı hayvan; gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.”[269]

“Hem rûy-i zeminin sıhhiye memurları hükmünde ve bedevi hayvanatın cenazelerini kaldırmakla muvazzaf kartal gibi âkilüllahm kuşlara bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderî ile ve o hiss-i kabl-el vuku ilhamıyla ve o saika-i İlahî ile bildirilir ve bulurlar.”[270]

“Hem yeni dünyaya gelmiş bir arı yavrusu; yaşı bir gün iken, havada bir günlük mesafeye gider, havada izini kaybetmeyerek, o sevk-i kaderî ile ve o saika ilhamıyla döner, yuvasına girer. Hattâ herkesin başında çok defa tekerrür ediyor ki, birisinden bahsediyorken, âni kapı açılarak tahminin fevkınde aynı adam gelir.”[271]

“Kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz’î manaları “Kelâmullah” tahayyül edip, âyet tabir etmeleridir. Ve onunla, vahyin mertebe-i ulya-yı akdesine bir hürmetsizlik gelir. Evet bal arısının ve hayvanatın ilhamatından tut, tâ avam-ı nâsın ve havass-ı beşeriyenin ilhamatına kadar ve avam-ı melaikenin ilhamatından, tâ havass-ı kerrûbiyyunun ilhamatına kadar bütün ilhamat, bir nevi kelimat-ı Rabbaniyedir. Fakat mazharların ve makamların kabiliyetine göre kelâm-ı Rabbanî; yetmiş bin perdede telemmu’ eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbanîdir.”[272]

“Amma vahiy ve kelâmullahın ism-i hassı ve onun en bahir misal-i müşahhası olan Kur’anın necimlerine ism-i has olan “âyet” namı öyle ilhamata verilmesi, hata-yı mahzdır.”[273]

“Sadık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbaniyedir, fakat iki fark vardır:

Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melaike vasıtasıyla ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır.

İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melaike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşit hem pekçok enva’larıyla denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbaniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.”[274]

“Evet herkes bizzât gaybı bilmez. Fakat i’lam ve ilham-ı İlahî ile bilinebilir ki, bütün mu’cizat ve keramat ona dayanır.”[275]

“Risale-i Nur vahiy değil, ilham ve istihracdır.”[276]

“Evet şu terakkiyat-ı hazıra tamamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden hasıl olan ilhamlar üzerine vücuda gelmişlerdir.”[277]

“Tecrübeler sayesinde ve telahuk-u efkâr ile husule gelen terakkiyat-ı tıbbiye, Hazret-i İsa’nın (A.S.) mu’cizesinin ilhamatındandır.”[278]

“Takdis ederiz o zâtı ki, bu sineğe nezafeti ilhamen öğretir, bana da üstad yapar. Ben de onun ile nefsimi ikna ve ilzam ederim.”[279]

“Doğrudan doğruya Kur’andan alıp ilhamı,

Asrın idrâkine söyletmeliyiz islamı.”[280]

MÜLHEM :

“Ekalliyet teşkil eden muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar…”[281]

Risale-i Nurlar,“Doğrudan doğruya Kur’anın feyzinden mülhemdir.”[282]

28-05-2003

Mehmet ÖZÇELİK

[1] Al-i İmran-123-126.

[2] Al-i İmran-151.

[3] Al-i İmran-123-126.

[4] Âl-i İmran.13.Bak.Enfal.9-13,17-18,42-44,48,50.

[5] Maide.35.

[6] Mâide.36.

[7] Karanlıktan Aydınlığa.Şaban Kalaycı.sh.127.

[8] Feyizlerden Damlalar.Derleyen.Musa Özdağ.sh.77.

[9] Age.109.

[10] Bakara.48,123,254-255,Yunus.3,Hud.105,Meryem.85-87,Taha.109-110,Enbiya.28,Sebe’.23,Zümer.43-44,Mü’min.18,Zuhruf.86,Necm.26,Müddessir.48,Nebe’.38.

[11] Yunus.2,İsra.79,Mü’minun.118.

[12] Enbiya.28,Sebe’.23,Necm.26,Mü’minler,Duhan.41-42.

[13] Nisa.85.

[14] Âl-i İmran.194,Şuara.87-89.

[15] En’am, 59.

[16] Neml,63.

[17] Cin,26-27.

[18] En’âm,50.

[19] Yunus.62-63.

[20] Yunus.64.

[21] Şeyh Şirazî «Gülşen-i Raz»

[22] Rehber Ans.

[23] A’raf.138.

[24] İrtidat ve Mürtedin Hükmü.A.Heysemi.Çeviren.H.Müftüoğlu.sh.78-92,Bak.Nisa.171, Zümer.3, Yunus.18,İsra.56-57,Nahl.36,Enbiya.25,Bakara.255,Sebe’.22-23,İbrahim.35-36.

[25] Beyine.8.

[26] Şualar.257.

[27] Son.Şahidler.Mehmet.Feyzi Pamukçu.2/126.

[28] Son.Şahidler.2/265.

[29] Son Şahitler.2/320.

[30] Son Şahitler.2/362.

[31] Sözler.10-11.

[32] Sözler.14.

[33] Sözler.15.

[34] Sözler.24.

[35] Sözler.70,237,239.

[36] Sözler.231.

[37] Sözler.270.

[38] Sözler.278.

[39] Sözler.317,318.

[40] Sözler.611.

[41] Sözler.725.

[42] Sözler.777.

[43] Mektubat.30,79.

[44] Mektubat.79.

[45] Mektubat.80.

[46] Mektubat.107.

[47] Mektubat.143.

[48] Mektubat.144.

[49] Mektubat.199,201,304.

[50] Mektubat.226.

[51] Mektubat.250.

[52] Mektubat.260.

[53] Mektubat.261.

[54] Mektubat.270.

[55] Mektubat.271.

[56] Mektubat.418.

[57] Mektubat.444.

[58] Mektubat.450.

[59] Mektubat.451.

[60] Mektubat.452.

[61] Mektubat.485.

[62] Lemalar.5.

[63] Lemalar.58.

[64] Lemalar.105.Haşiye.1.

[65] Lemalar.111.

[66] Lemalar.130.

[67] Lemalar.135.

[68] Lemalar.156.

[69] Lemalar.159.

[70] Lemalar.214.

[71] Lemalar.234.

[72] Lemalar.235.

[73] Zariyat.58.

[74] Şuara.80.

[75] Şura.28.

[76] Lemalar.332.

[77] Lemalar.369.

[78] Lemalar.394.

[79] Şualar.341,384.Haşiye.1,402,412,425,443,514.

[80] İşarat-ül İ’caz.43.

[81] İşarat-ül İ’caz.83,99.

[82] İşarat-ül İ’caz.127.

[83] Mesnevi-i Nuriye.91.

[84] Mesnevi-i Nuriye.106.

[85] Mesnevi-i Nuriye.113.

[86] Barla lahikası.209.

[87] Barla lahikası.216.

[88] Barla lahikası.347.

[89] Kastamonu Lahikası.75.

[90] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.165.

[91] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.205,211.

[92] Tarihçe-i Hayat.93.

[93] Mektubat.103,Lemalar.339.

[94] Şualar.306.

[95] İşarat-ül İ’caz.31.

[96] İşarat-ül İ’caz.214.

[97] Kastamonu Lahikası.66,Sikke-i Tasdik-i Gaybi.49.

[98] Tarihçe-i Hayat.329.

[99] Sözler.6.

[100] Sözler.11.

[101] Sözler.11.

[102] Sözler.11.

[103] Sözler.32.

[104] Sözler.72.

[105] Sözler.388.

[106] Sözler.460.

[107] Sözler.585.

[108] Sözler.649.

[109] Sözler.705.

[110] Mektubat.77.

[111] Mektubat.79,Lemalar.200.

[112] Mektubat.279.

[113] Mektubat.301.

[114] Mektubat.384.

[115] Mektubat.393.

[116] Lemalar.159.

[117] Lemalar.166.

[118] Lemalar.213.

[119] Lemalar.224-225.

[120] Lemalar.374,Şualar.59,622.

[121] Şualar.97.

[122] Şualar.257.

[123] Şualar.297.

[124] Mesnevi-i Nuriye.239.

[125] Barla Lahikası.168-169.

[126] Barla Lahikası.169.Kastamonu Lahikası.239,Sikke-i Tasdik-i Gaybi.19-20,40.

[127] Kastamonu Lahikası.214.

[128] Emirdağ Lahikası.1/97,135.

[129] Emirdağ Lahikası.1/245.

[130] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.165.

[131] Şualar.297.

[132] Tarihçe-i Hayat.332.

[133] Sözler.88,235.

[134] Sözler.562.

[135] Sözler.589.

[136] Sözler.701.

[137] Mektubat.32,Şualar.749.

[138] Mektubat.50-51.

[139] Mektubat.131.

[140] Mektubat.173.

[141] Mektubat.248-249.

[142] Mektubat.357.

[143] Mektubat.372.

[144] Mektubat.451.

[145] Lemalar.64.

[146] Lemalar.147.

[147] Lemalar.174-175,Tarihçe-i Hayat.189,190.

[148] Lemalar.340.

[149] İşaratül İcaz.99,Bak.Bakara.22.

[150] İşaratül İcaz.193.

[151] Mesnevi-i Nuriye.45.

[152] Kasas.78.

[153] Mesnevi-i Nuriye.227-228,Bak.A’raf.182,Kalem.44.

[154] Barla lahikası.200.

[155] Barla Lahikası.208.Haşiye.1.

[156] Barla Lahikası.255.

[157] Emirdağ Lahikası.1/115.

[158] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.150.

[159] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.150.

[160] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.156.

[161] Tarihçe-i Hayat.43-44.Haşiye.1.

[162] Münazarat.93.Haşiye.1.

[163] Sözler.100.

[164] Sözler.134.

[165] Sözler.199.

[166] Sözler.273.

[167] Sözler.342-343,721.

[168] Sözler.489.

[169] Sözler.491.

[170] Sözler.565.

[171] Sözler.705.

[172] Sözler.758.

[173] Mektubat.6.

[174] Mektubat.352.Haşiye.1.

[175] Mektubat.372.

[176] Mesnevi-i Nuriye.240.

[177] Kastamonu Lahikası.228-229.

[178] Emirdağ Lahikası.2/199.

[179] Neml.65.

[180] Cin.26-27.

[181] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.162.

[182] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.195.

[183] Tarihçe-i Hayat.82.

[184] Tarihçe-i Hayat.150.

[185] Münazarat.77-78.

[186] Sünuhat-Tüluat.İşarat.108.

[187] Sözler.68.

[188] Sözler.335-336.

[189] Sözler.640.

[190] Sözler.643.

[191] Sözler.643-645.

[192] Sözler.649.

[193] Mektubat.343.

[194] Lemalar.17.

[195] Şualar.95.

[196] Şualar.95.

[197] Barla Lahikası.336-337.

[198] Kastamonu Lahikası.11-12.

[199] Sikke-i Tasdik-i gaybi.144.

[200] Tarihçe-i Hayat.586.

[201] Sözler.258.

[202] Sözler.338.

[203] Sözler.491.

[204] Sözler.492.

[205] Sözler.561.

[206] Sözler.701.

[207] Mektubat.22.

[208] Mektubat.52.

[209] Mektubat.83.

[210] Mektubat.100.

[211] Mektubat.355.

[212] Mektubat.444.

[213] Mektubat.446.

[214] Mektubat.447.

[215] Mektubat.450.

[216] Mektubat.450.

[217] Mektubat.450.

[218] Mektubat.455.

[219] Mesnevi-i Nuriye.63.

[220] Mesnevi-i Nuriye.223.

[221] Münazarat.24,Âsar-ı Bediiye.A.Badıllı.455.

[222] Mektubat.63.

[223] Lemalar.162.

[224] Lemalar.166.

[225] Lemalar.263.

[226] Şualar.315.

[227] Şualar.319.

[228] Şulalar.319.

[229] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.143-144.

[230] Tarihçe-i Hayat.308.

[231] Münazarat.70-71.

[232] Hucurat.6.

[233] Münazarat.73-74.

[234] Münazarat.75.

[235] Münazarat.77-78.

[236] Münazarat.93.Haşiye.1.

[237] Sözler.203.

[238] Mektubat.175,176,Şualar.629,Barla Lahikası.157.

[239] Mektubat.522.

[240] Mektubat.523,Emirdağ Lahikası.1/117,124,189,Sikke-i Tasdik-i Gaybi.222,228.

[241] Lemalar.199.

[242] Şualar.233.

[243] Barla Lahikası.58.

[244] Emirdağ Lahikası.1/190.

[245] Emirdağ Lahikası.2/98,Sözler.717,Hutbe-i Şamiye.145.

[246] Tarihçe-i Hayat.20.

[247] Tarihçe-i Hayat.222.

[248] Tarihçe-i Hayat.239.

[249] Tarihçe-i Hayat.540.

[250] Sünuhat-Tuluat.İşarat.66.

[251] Sözler.258,Lemalar.111.

[252] Lemalar.392,442,İşarat-ül İcaz.217,Mesnevi-i Nuriye.147.

[253] Sözler.54.Haşiye.1.

[254] Sözler.134.

[255] Sözler.136.

[256] Sözler.171.

[257] Sözler.179.

[258] Sözler.260.

[259] Sözler.276.

[260] Sözler.316.

[261] Sözler.328.

[262] Sözler.342.

[263] Sözler.356.

[264] Sözler.367.

[265] Sözler.401.

[266] Sözler.432.

[267] Sözler.510.

[268] Mektubat.174.

[269] Mektubat.348.

[270] Mektubat.348.

[271] Mektubat.348.

[272] Mektubat.448.

[273] Mektubat.448.

[274] Şualar.124-125.

[275] Şualar.436.

[276] Şualar.699,Haşiye.1,706.Haşiye.1,714.

[277] İşaratül İcaz.207.

[278] İşaratül İcaz.208.

[279] Mesnevi-i Nuriye.80.

[280] Tarihçe-i hayat.161.

[281] Sözler.266.

[282] Şualar.711.




LOZAN ZAFER Mİ HEZİMET Mİ

LOZAN ZAFER Mİ HEZİMET Mİ

Lozan zahiren galib bir devletin mağlub bir devletle masa başına oturmasıdır.

İngiltere/İsviçrenin bir kenti olan lozanda dünya entrikalarını çevirmekte usta olan İngiltere ile bazı hakların görüşülmesi amacıyla yapılmış bir toplantıdır.

Mehmet Âkif Ersoy Safahat’ında “Köse İmam”a şöyle söyletir: “İngiliz yok mu, o hain, ya doyup patlamalı/yahut aç kalmalıdır… Yoksa bizim fal kapalı.”

Lozana galib devlet pozisyonuyla gitmiş olmamıza rağmen aşağıdaki tarihi gerçeklere halimiz ne kadar da benziyor değil mi?

”Avrupa’ya eski sadrazam Tevfik Paşanın riyaseti altında gönderilecek murahhas heyetinin azası meyanında ben de vardım.İtilaf devletlerinin murahhasları,gene Versay’ın tarihi salonunda bizi kabul ettiler.Bakınız kısa bir vakfeden sonra,elinde bir tomar kağıt olduğu halde kalkan Klamenson ne diyordu:”Efendiler!Siz de harbe sebebsiz girdiniz.Çanakkalayı yıllarca kapattınız.Muharebenin dört sene uzamasına,milyonlarca insanın ölmesine sebebiyet verdiniz.Bundan dolayı,bugün size teklif etmekte olduğumuz muahede şartları çok ağırdır.İçindeki maddeleri asla müzakere ve katiyen müzakere etmeyeceğiz.Onların bir kelimesini bile değiştirmeyeceğiz.Kül halinde ve aynen –birkaç gün içinde tetkik ettikten sonra- kabul eylemenizi istiyoruz.”[1]

Genelde toplantının dört aktörü bulunmaktadır;Mustafa Kemal,İsmet İnönü,Lord Gürzon,Haim Naumdur.

Daha önceki araştırma yazımızda olayı detayıyla ele almış,burada ise özetleyecek olursak;

-İsmet İnönüyle beraber olan Dr.Rıza Nur aynı zamanda yasak olan Hatıratım adlı dört ciltlik kitabında sürekli İsmet İnönüden bahsederek,beceriksizlik ve ilgisizliğini nazara vermektedir.

Onun bir diplomat olmadığını,zaten başta da gitmek istemediğini,M.kemalin zorlamasıyla bir asker edasıyla orada bulunup,kendi başına karar veremeyerek sürekli M.Kemali arayarak ortak noktalarda beraber karar verebildiğini,dil bilmeyip,kulağının ağır duymasından olayı sağlıklı kavramadığını,Musul ve Kerkük gibi önemli yerlerin bu şekilde verilmesiyle kalmayıp,almamız gereken adaların bile söz konusu edilmeyerek İngilizlere bırakıldığını dile getirir.

Olay yani –Lozanın İçyüzü- Büyük Doğu mecmuasının 29. sayısında tüm çıplaklığıyla işin geri planı ve hileleri ortaya konulmuştur.Şöyleki:

“Büyük Doğu’nun yirmidokuzuncu sayısında; “Lozan’ın İç yüzü” diye yazılan makaleden:

İngiliz murahhas heyeti reisi Lord Gürzon, nihayet en manidar sözünü söyledi. Dedi ki:

“Türkiye İslâmî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs birliği etmiş olur ve Hristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz.”

Lozan’da Türk murahhas heyeti başkanı bulunan ve henüz hakikî kasıdları anlayamayan İsmet Paşa, bir aralık bütün Hristiyan emellerinin Türkiye’yi mazisindeki ruh ve mukaddesatı kökünden ayırmak olduğunu sezdiği halde, şu gizli ivaz ve teminatı veriyor ve diyor ki:

“Eskiden beri kökleşmiş ve köhne engellerden (yani an’ane-i İslâmiyet’ten) kurtulmak hususunda besledikleri (yani İsmet’in beslediği) azmin, inkâr edilmez delilidir.”

Harfi harfine iktibas ettiğimiz bu sözlerle, Türk başmurahhasının yani İsmet’in, eskiden kökleşmiş ve köhne olmuş engellerden kurtulmak hususunda Türk milletine beslediği kat’î azimle ne kasdettiğini ve bunu hangi maksad altında İslâmiyet düşmanlarına ivaz diye takdim ettiğini sormak lâzımdır.

Konferansın birinci defasında Türk başmurahhası, bizzât karar vermek vaziyetinde olmadığı ve büyüğüne, yani Mustafa Kemal’e bildirmek zorunda olduğu için, memlekete dönüyor; kendisini Haydarpaşa’dan Ankara’ya götüren tren ve devlet reisini (Mustafa Kemal) İzmir’den Ankara’ya götüren trenle Eskişehir’de buluşuyor. Bir arada ve başbaşa seyahat… Sonra Ankara gizli meclis toplantıları… Fakat esas mes’elelerde daima başbaşa. Mustafa Kemal ile İsmet beraber içtimaları ve karar: “Din öldürülecektir.”

Lozan Konferansı’nın ikinci sahifesi: …Artık herşey Türkiye hesabına çantada hazırdır. Yani dini terk ile herşey yapılacak. Yeni hizbin (Kemalizm ve İsmet hükûmeti) bundan böyle bu millette, İslâmiyet’i katletmek prensibiyle hareket etmekte, hasım dünyanın kumandanlarından, yani düşman ehl-i salib kumandanlarından, dini vurmakta daha hevesli olduğu ve örnekler vereceği ve bilhassa hudud dışı değil de, hudud içi ve millî irade yaftası altında çalışacağı şübheden vârestedir.

Nihaî Vesika

Lozan Muahedesinden sonra, İngiltere Avam Kamarası’nda “Türkler’in istiklalini ne için tanıdınız?” diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon’un verdiği cevab:

“İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz.” Yani Mustafa Kemal ve İsmet’in verdikleri karar, Türk Milletini İslâmiyet ve din cihetinden öldürmek kararıdır.

Artık bunun üzerine herşey apaçık anlaşılıyor değil mi?..

Gizli anlaşmanın entrikası:

Türkler’e dinlerini ve din temsilciliğini feda ettirmek şartıyla, sun’î istiklal işinde gizli anlaşmanın müessiri, tek kelime ile Yahudiliktir. Buna memur-u müşahhas kimse de, şimdi Mısır Hahambaşısı bulunan Hayim Naum’dur. Bu Hayim Naum, bu korkunç teşebbüse evvelâ Amerika’da Türkler lehinde bir seri konferans vermek ve emperyalizma şeflerine, Türk’ün maddesini serbest bırakmaları, buna mukabil ruhunu, tâ içinden ve kendi öz adamlarına yıktırmaları fikrini telkin etmek suretiyle başlamıştır. Yani masonluk hasebiyle Kur’anın ahkâmını kaldırmak, milleti dinsiz yapmak. Hayim Naum müdhiş plânının zeminini Amerika’da hazırladıktan sonra İngiltere’ye geçmiş ve hâlis Yahudi olan Lord Gürzon ile temas ederek şu teklifte bulunmuştur:

“Siz Türkiye’nin mülkî tamamiyetini kabul ediniz. Onlara ben İslâmiyet’i ve İslâmî temsilciliklerini, ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüd ediyorum.” Aynı Hayim Naum, Türk murahhaslar heyetine müşavir sıfatıyla sokulmanın da yolunu bulmuş, yani Mustafa Kemal ve İsmet’i kendine dost bulmuş. Onun için üçü birleşmiş ve artık arada santralın intizamla işlemesine hiçbir mani’ kalmamıştır.

Hayim Naum o sırada Ankara’ya kadar da uzanarak plânın muvaffakıyeti için gereken en mühim ve merkezî şahıs nezdinde -yani Mustafa Kemal yanında- emin bulunduğu tesirinin derecesini ölçmek istemiştir. Öyle ki bu tesir, mahud mevzuda Hayim Naum’dan daha heveskâr ve gayretli bir İslâmiyet düşmanına tesadüf etmekle muradına ermiş ve artık Türk’ü içinden vurmanın plânını gerçekleştirmek için her unsur tamamlanmıştır.

İşte bu ehemmiyetli vesika, tam tamına Risale-i Nur tercümanının kırk küsur sene evvel hadîs-i şerifin ihbarına dair beyan ettiği hâdiseyi tasdik ettiği gibi; ve Şeriat-ı Ahmediye’ye ihanet eden o dehşetli şahsın mühim bir kuvveti Yahudi olduğu, Yahudi olan Lord Gürzon ile Hayim Naum o ihbarın hakikatını gösterdiklerini ve yirmibeş seneden beri Nurcuların imhasına keyfî kanunlarla dehşetli zulümlerin hikmetini tam gösteriyor.”[2]

-Lozanda tatmin olunulmamıştır.Belkide öyle istendiği için.Koca Osmanlıdan kalan geniş alan küçültülmüş,Misak-ı Milli ile değil,Sevr ile ölçülüp muhakeme ve mukayese yapıldığından hataya düşülmüş,müebbed hapis idama tercih edilmiştir.Ölümü gösteren İngiliz sıtmayı kabul ettirmiştir.

-Lozan bir asır sürecek olan direncimizi kırmıştır.Elimizi kolumuzu bağlamıştır.

-Lozan bir asır sürecek olan sağcı-solcu,laik anti-laik gibi kavgaları başlatmıştır.

-Lozanın bununla beraber en önemli ikinci belki de birinci kaybettirdiği ise,Osmanlı ile çizilen sınırların daha da küçültülmesi,Türk devletinin küçültülme politikasıdır.

-Sürekli önde tutulmaya çalışılan bir görüşte de;İslamiyetin değil,Türk rıkının hedef alınmasıdır.

Oysa bilinmelidir ki;Bin küsur yıldır bu Türk devleti neyi temsil etmektedir?Türk deyince ilk akla gelen İslamiyet ve Müslümanlıktır.

O halde ayrılınan ana nokta şuradadır;Dünyada Laiklik Fransada çıktığı için bir onların kanunlarında ve idare sistemlerinde mevcuttur,birde bizde.

Laiklik tanımındaki gibi bizde uygulanmayışı,lozanda alınan kararların uygulanmasına zemin hazırlamış olmaktadır.

-Niyazi Berks’in ifadesiyle:”Türk laikliği İslâmcı selefliğe karşıt olarak doğmuştur.”[3]

Yanlış uygulamayla içimize sokulan kazık,bir türlü çıkarılamamış,milletle devlet sürekli kavgalı halde tutulmuştur.Millet suçlu olarak ve tehdit unsuru olarak kabul edilmiştir.

Cumhuriyetin kuruluşunda kanuna konulan bir madde de;Hilafet reisi cumhurun şahsında mündemiçtir,denilerek tepkiler çekilmemiş,dolaylı olarak kaldırılmıştır.Lozanda alınan kararlarla bu başarılmıştır.

Acaba Lozan yeni kurulan devlette bir ideal miydi?Düşünülmesi gerektir.

Acaba Lozan ile bir imparatorluğun devamı mı söz konusu yapılmış,yoksa ulus devletin devamı mı göz önünde bulundurulmuştur?Tartışmanın odaklandığı önemli noktayı oluşturmaktadır.

Birde olaylara farklı zaviyelerden bakıştır ki,ana nokta da birleşilememektedir.Oysa düşünülecek olunsa,bir çok noktada birleşilecektir.

Kadir Mısıroğlu ve yazdığı eser olan –Lozan zafer mi hezimet mi-kitabında gösterdiği hassasiyet ve telaş işin bu arka planına ve perdenin gerisine bakmış olmasındandır.

Zafer larak değerlendirenler ise olaya,maddi,zahiri ve sevr ile yapılan mukayese doğrultusunda mücerred değerlendirmedendir.

Olay gündeme geldiğinde sürekli olarak Atatürkçülükle ve laiklikle odaklandırılıp,elden gidiyor,savunması ile değerlendirilir.Sağlı bir perspektiften olaya bakılmaz.

Özetle Lozan;hakimin tüm olayları dinleyerek kalemini kırıp verdiği hüküm kabilinden değerlendirecek olursak;Lozan bir hezimettir.

Mevzii birkaç nokta açısından bakılacak olunursa;verilen bazı tavizlerle beraber bir zaferdir.

Mehmet ÖZÇELİK

28-07-2003

[1] Operatör Cemil Paşa.Canlı Tarihler.II,İstanbul.sh.133-134.

[2] Emirdağ Lahikası.II/31-33.

[3] Geçmişi Bilmek.M.Kafkas.110.