GENÇLER VE GENÇLİK

GENÇLER VE GENÇLİK

Akıldan ziyade hissi dinleyen genç ve gençlik;freni patlamış bir araba gibidir.

Gençliğe,gençliğin elinden tutacak bir el,bir el freni gerekmektedir.

Hisleri galeyana geldiğinde onları durduracak bir emniyet kemeri gerekmektedir.

Bu durumda evvela;genci suça yitecek,kötülüklere çekecek sebeblerin ortadan kaldırılması gerekir. Sonra gencin kalbini ve aklını doyurucu iman ve ilim esasları verilmelidir.

Kısaca:”Aklı aydınlatan fen ilimleridir. Kalbi aydınlatan din ilimleridir. İkisinin birleşmesiyle hakikat tecelli eder. Birbirlerinden ayrıldıklarında,birincisinden şüphe,tereddüt ve inkar,ikincisinden taassub tevellüd edecektir.”

Bugün gençlik başı boş bırakılmakla yetinilmeyip,sür’atle o boşluğa itilmektedir.

Gençlik;boşlukta yürümektedir.

Gençlik;boşlukta yüzmektedir.

Gençlik;boşlukta bocalamaktadır.

Bir an evvel bu boşluğun doldurulması,gençliğin istikamete yönlendirilmesi gerekmektedir.

Zarar verici gelişmelerin budanması,dengeli ve ölçülü büyümesi gerekir.

Toplumun her mevkide,en fazla suç oranının işlendiği kesim,gençlerdir ve gençlik dönemidir.

Gençlik,rehbersizlikten kıvranmaktadır. Zira her şey sisli görülmekte,öyle görmekte ve gösterilmektedir.

Bir kılavuz vasıtasıyla bunların ortadan kaldırılmasına ihtiyaç vardır.

Günahın en çok işlendiği dönem,gençlik dönemidir. Tüketimin,tükenmenin,harcamanın ve harcanmanın en sür’atli ve hızlı olduğu dönem,yine gençlik devresidir.

İnsanın gerek dünyasını,gerekse de ahiretini kazanmaya en müsait olduğu dönem,yine gençlik dönemindedir.

O halde çözülmesi gereken esas problem,gencin problemi,gençliğin problemleridir. Zira,ekonomi de onun içindir ve onun iledir. Eğitimi de onun ile olmakta ve oluşmaktadır.

Gençliğini kaybeden bir toplum,sermayesini yitiren bir esnaf gibidir.

Gençleri kaybetmeyelim.. onları kazanalım…

5-6-1996

MEHMET ÖZÇELİK




MÜMTAZ GENÇLER

MÜMTAZ GENÇLER

“Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız.”

Yıllarca hasretle bekleyip,yollarını gözlediğimiz bir gençliktir mümtaz gençler. Zira bunların dünyası genç ve dinamik bir dünyadır. Taze bir hayatın,taze insanlarıdır bu mümtaz gençler. Bu dünyaları içerisine girilip gezilecek bir dünyadır mümtaz gençlerin dünyası. Bir sürü sürü halindeki gençler içerisinde mümtazdır bu mümtaz gençlerin hayatı. Mümtaz gençler ve mümtaz gençlik cennete aid bir kavram ve yaşayıştır. Hayatın en verimli döneminde bu mümtaz gençlerin ürünleri de kendileri gibi mümtazdır. Bu mümtaz gençler rasulullahın müjdelemiş olduğu bir gençliktir.

Bu mümtaz gençler önlerinde bulunan bir çok barajları,engelleri,aşamaları,kaleleri,zirveleri ve de berzahları aşan farklı şahsiyetlerdir. Hayat berzahının en zor ve tehlikeli devresini aşan bu insanlar,bundan sonraki devreleri de aşacak olan kişilerdir bunlar.

Bu mümtaz gençler deli-dolu,kanı deli gibi akan delikanlılardan olmayıp,istikamet üzere kanı akıllıca akıp,akıllı ve olgun kişilerdir. Akıllı ve dirayetli olup,nefis ve hislerine kapılmayan istikbal vadeden farklı bir nesildir bu mümtaz şahsiyetler. Bunlar zamanın kendilerini bitirip kişiler olmayıp,kazancını bilen,zamanı yaşatmak,ebedi kılıp sermaye olarak kullanan kimselerdir. Fani olanı baki kılan bir gençliktir,bu mümtaz gençlik…

Değerleri değersiz kılmaz. Değerli şeyleri değerlendirip,değersizlerin kendilerinde değerlendiği,değerlerine sahib, değerli bir şahsiyete sahib kimselerdir.

Gençliğin kıymet ve ehemmiyetinin,kıymetli şeylerde olduğunun şuurunda bir gençliktir bu mümtaz gençlik.

Bugünkü gençliğin yarınki gençlik olmasını arzulayıp,bu uğurda gayret gösterenlerdendir. Gençliğini bitirip,geride bırakan bir genç ve gençlik bitmeye,tükenmeye ve de unutulmaya mahkum bir gençlik olduğunu bilir. Gününü gün eden bir gencin,yarını şimdiden tükenen bir genç olduğu basiretindedir. Onlar için yarınlar mazide kaldığı için tükenen müflis bir gençlik peşinde gitmez.

Mümtaz gençlik,geleceğe hazır bir gençliktir. Geleceği olan,geleceğe ümid bağlayan,sigortalanmış bir gençliktir. Müflis nesil;sigortasız,emniyetsiz,aşı boş,hayatı toz-pembe görüp,is-den,sis-den ve de sefâhetin pisliklerinden önünü göremeyen bir gençliktir. Böyle bir genç ve gençlik dizginleri başkalarının elinde olan mahkum bir gençliktir. Mümtaz genç ise maddeye ve manaya,nefsin desise ve hilelerine ve de nesillere hakim bir gençliktir.

Mümtaz genç için hayatın mana ve hakikatı tam bir hakikat manzumesidir. Hayatın manası hayatın boynuna takılmış birer incidir. Hayat onunla kıymet bulur.

Kıymetli şeylerin müşterileri de çok olur. Onlara çokları talib olur. İşte böyle mümtaz gençlerin önüne çok tuzaklar kurulmuş,başları çok ağrıtılmış,onları asıllarından koparmak uğruna,çok kopuk kopmuşlar seferber olmuşlar. Dünyalarını,olmayıp tükettikleri şahsiyetlerini,her şey ile tek bağlantıları olan hayatlarını da bu uğurda feda dahi etmişler,tıpkı mümtaz şahsiyetlerin fedakarlıkları derecesinde,menfi fedakarlık…

Bu mümtaz şahsiyetlere cennet talib olmuş,ötelerden talebler gelmiş,Allah onların talibi olduğu matlub insanlar olmuşlar.

Bu mümtaz gençlere bir girdaba doğru çekilmektedirler. O girdab ki,zahiren tatlı,hakikatta ise acı bir çıkmaz ve de bir sondur. Küfürden sonra mü’min için en tehlikeli bir yoldur. Aynı zamanda boş bırakılan bir gençliğe sunulan alternatifsiz bir alternatiftir. İradenin,kalb ve vicdan gibi alınan duyguların karşısına dikilen nefis canavarıdır.

Böyle bir gencin dünyaya bakışı ve dünya görüşü kördür ve nefis hesabınadır. Görüş mesafesi kısır ve de kasırdır. İleriyi,ebedi alemi görecek gözden mahrum bırakıldığı gibi,aklın gözüne de perdeler çekilmektedir. İşte sefâhet o perdelerdendir.

İşte mümtaz gençler,hem o göze sahibtirler,hem de öyle perdeleri aşmış,perde ötesi bir kimliğe sahib şahsiyetlerdir.

Gencin bakışı kör ve hissi olduğu gibi,gençliğe ve gence bakışta onun kadar körce bir bakıştır. Körce ve körü körüne bir hayata ve hayvaniyete sevkediştir. Oynayan ve hoplayan ve de zıplayan bir gençlik bekleyenler,sonunda onların oynaklık ve hoppalalıklarından da şikayete hakları olmayacaktır. Çünkü öyle bir nesli kendi istedi ve de elde etti. Hayırlı olsun. Hem üst katta zıplamasına müsaade edeceksin,sonrada şikayette bulunacaksın?

Fakat mümtaz gençlik,kalb ve ruhun cimnastiğiyle tecrübeli,ağırlıklı,her yönüyle sağlıklı bir nesildir. Mesele ve problemlerini bilen,kolaylıkla çözüm yollarına yönelen ve bulan problemsiz kişiliğe sahib kişilerdir. Çareleri tüketen değil,hal çareleri üreten üreticilerdir. Modası geçmişlerle uğraşmaz,yeni moda ve modeller çıkarırlar. Zira sefâhet ve eğlenceler tâa cehalet asrında kalıp bir fayda sağlamayan modası geçmiş modellerdir. Bu modası geçmiş modeller geçmişte geçmiş olan modellerdir. Bunlar üretimi değil,tüketimi arttırdığını bilip,yeni formüller üretirler.

Mümtaz gençler gençleri kendileri gibi mümtaz yollara sevk ederken,kendilerinden geçmiş gençlerde,kendileri gibi seçkin olmayan geçkin yollara yönlendirirler.

Genç de büyük bir potansiyel ve enerji vardır. öyle ki bununla dünyayı bile yerinden oynatırken,evreni lerzeye getirebilir. Bu bir infilak da olabilir,kainat çapında bir tamir ve başarı da olabilir. O halde böyle bir güç yabana atılmamalı,insanlığın sonsuza dek yararına olacak yönde sarf edilmelidir. Bu genç saadete hazırlanmalı,hayra yönlendirilmelidir. Aynı zamanda ruhuna uygun bir eğitim ve terbiye verilmelidir. Allah’ın ve rasulünün gösterdiği terbiye sistemleri ile yetiştirilmelidir.

Mevlâna’nın dediği gibi:”Hamdım. Piştim. yandım.” İşte bu genç bu devrelerden geçirilerek pişirilmelidir. Hamlıktan kurtarılmalıdır. Pişmeden yenilmez,yanmadan olunmaz,olmadan bulunmaz,bulunmadan varılmaz,varmadan hakka kavuşulmaz,hak ile olunmaz. O’nun rü’yeti,O’nun marifeti,O’nun muhabbeti,O’nun rızası ve cenneti elde edilemez. İşte mümtaz genç,bu merhaleleri aşan gençtir.

Mümtaz genci mümtaz kılan,kimliğini bilip,sahib olmasıdır. Kimliksizlik ise belirsizliği,oda şahsiyetsizliği netice verir. Zira bir civciv,civcivliğini koruyarak kaldığı sürece,başkalarına özenip taklide çalışan bir filden daha üstün ve de büyüktür.

Batı kültürüyle yoğrulmuş,kendi eğitiminden ziyade başkalarının eğitimini almış,onların değersizliklerini değer kabul etmiş bir genç de şuna benzer:

Bir tavuk yüz senede ördeği taklid etse,ördek gibi olamaz. Olamadığı gibi kendi yürüyüşünü de unutur. Ne kendi gibi yürür,ne de onlar gibi. Bir berzah karanlığında,bir bocalama içinde bocalamaya başlar. Ne idüğü belirsiz melez,nesli kesik bir kişi ve kişileri temsil ederler.Tıpkı katır gibi… İki ayrı ırktan,bir acib yaratık olarak ortaya çıkar. Hiçbir tarafa mal olamadığı gibi,hiçbir tarafta onu kendi tarafına almaz. Kimliksiz ve vasıfsız bir şey???

Mümtaz genç ihtiyar gibi yaşar,genç gibi ibadet eder. Elli sene sonraki gerçek yüzünü ve çehresini görür. Onun da ötesinde ahiretteki son neticeyi görür ve öyle yürür. geçirdiği yıllara acımaz. Büyük bir oohh çeker. Bâd-ı hevâ geçiren ihtiyarlar gibi aaahh aah demez. Önceki gayret ve çabalar ona onu dedirttirmez. Önceden düşünür ve ona göre yaşar. Önce yaşayıp da sonra düşünme yoluna gitmez. Ekinini ekim zamanı eker,biçim zamanı da biçer. Ekim zamanı oynayıp,keyif edenlere bir yandan gülerken,diğer yandan da acır. İhtiyarlık gençliğin mahsulüdür. Nasıl bir gençlik ekilirse,öylesine de bir ihtiyarlık biçilir,derilir.

Gençlik elbette gidecek. Eğer meşru dairede geçmişse yerine binler lezzet bırakarak gidecek. Eğer ğayrı meşru geçmiş ise,ödenmesi güç hesap ve faturalar geriye bırakaraktan sönüp yok olacaktır.

Evet. Nasıl bir gençliğe talibsiniz? Nasıl bir ihtiyarlık beklemektesiniz? İstikbal vadeden bir gençlik içinde misiniz? Yoksa geleceği karanlık ve meçhullerle dolu bir gençlik hayatı içerisinde misiniz? İhtiyarların sizi nasıl gördüğünü hiç onlara sorup,onların gözleriyle kendinize baktınız mı? Eldeki büyük sermayeler nerede ve nerelerde harcanmaktadır. Harcanmakta mıyız?

“Sizdeki gençlik katiyen gidecek Eğer siz daire-i meşruâda kalmazsanız,bir gün o gençlik zayi olup başınıza hem dünyada,hem kabirde,hem ahirette kendi lezzetinden çok ziyade belalar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarf etmezseniz o gençlik manen baki kalacak ve ebedi bir gençlik kazanmasına sebeb olacak.

Elhasıl,gençlik gidecek. Sefâhette gitmiş ise hem dünyada,hem ahirette binler bela ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle su-i istimal ile israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere,taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz;hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisanı halinden gençlik saikasıyla israfat ve su-i istimalden gelen hastalıktan eninler ve eyvahlar işiteceğiniz gibi;hapishanelerden dahi ekseriyetle gençliğin taşkınlık saikasıyla ğayrı meşru dairedeki harekatın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristandan ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o alemi berzahta –ehli keşfel kubûrun müşahedatıyla ve bütün ehli hakikatın tasdikiyle ve şehadetiyle- ekser azaplar gençlik su-i istimalâtının neticesi olduğunu bileceksiniz. Hem nevi insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette ekseriyeti mutlaka ile esefler,hasretler ile eyvah gençliğimizi bâd-ı hevâ,belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız.”diyecekler. Çünkü beş-on senelik gençliğin ğayrı meşru zevki için dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azab ve zarar ve ahirette cehennem ve sakar belasını çeken adam en acınacak bir halde “Errâdi bid-darari Lâ yunzeru leh” sırrıyla hiç acınmaya müstahak olmaz. Çünkü zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve layık değildir. Cenâb-ı Hak bizi ve sizi bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin,amin”

“Evet,o şirin,güzel gençlik nimetine istikametle,taatte şükretse;hem ziyadeleşir,hem bakileşir,hem lezzetlenir. Yoksa hem belalı olur,hem elemli,gamlı,kabuslu olur,gider. Hem akrabasına,hem vatanına,hem milletine muzır bir serseri hükmüne geçirmeğe sebebiyyet verir.”

Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatları dairesinde bulunur. Yoksa dünyevi bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesi yedirir on tokat vurur gibi hayatın lezzetini kaçırır.

“O’nu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. O’nu unutan saraylarda da olsa zindandadır,bedbahttır.”

“Ey gaflete dalıp ve bu hayatı tatlı görüp ve ahireti unutup,dünyaya talib bedbaht nefsim! Bilirmisin neye benzersin? Deve kuşuna…Avcıyı görür,uçamıyor;başını uma sokuyor,ta avcı onu görmesin. Koca gövdesi dışarda. Avcı görür. Yalnız o,gözünü kum içinde kapamış,görmez.”

“Ey nefsim! Deme:”Zaman değişmiş,asır başkalaşmış,herkes dünyaya dalmış,hayata perestiş eder. Derdi maişetle sarhoştur.” Çünki:Ölüm değişmiyor. Firak,bekaya kalbolup başkalaşmıyor. Aczi beşeri,fakr-ı insani değişmiyor,ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor,sür’at peyda ediyor.”

Evet,değerli gençler! İhtiyarlık size gelmeden evvel,siz bazen ihtiyarlığa hayâlen dahi olsa gidiniz. Kendinizi birde oradan seyrediniz.

Hadiste buyurulur:”Mûtû Kable en temûtü”,(Ölmeden evvel ölüme hazırlanınız.) Bizde diyoruz ki;ihtiyar olmadan evvel gençliğin kıymetini bilip,ihtiyarlığa öylece hazırlanınız.

Fâni ve geçici bir gençliği,ebedi ve sonsuz bir gençliğe feda etmek ister misiniz? Madem istemek insaniyetin ve aklın bir gereğidir. O halde baki fani olana tercih edilmelidir. Ta ki ebedi neticeler vermiş olsun…

Mümtaz genç! Ebedi ve sonsuz bir hayatta,Allah’ın mümtaz iltifatına mazhar gençtir. Her şeyiyle imtiyazlı bir gençtir,mümtaz genç ve gençler…

14-5-1994

MEHMET ÖZÇELİK




Â İ L E

Â İ L E

Muhabbet üzerine kurulan kainat muhabbet ile başlayıp,yine onunla devam eder ve etmektedir.

Ailenin manevi bir zenbereğidir muhabbet…

Küçük bir manevi cenneti hatırlatan aile,aksi durumda cehennemi bir halete döner.

Ailenin saadeti ve sağlıklı olarak devamı;iman ve sevgi iledir. Onlar üzerinedir,Onların içerisindedir,onlarladır,onlarsız olamaz ve düşünülemez.

İmanın tesiri azim ve büyüktür.[1]

Aileyi ayakta tutan en büyük iman esası;öldükten sonra tekrar beraber olma düşüncesi,o mânevi rabıtayı temin etmektedir.[2]

Bu muhabbetin ve ahirette tekrar beraber olma düşüncesi,beraberliği ve o beraberliğin devamlılığını da sağlamış olacaktır.

İhtiyarların ihtiyarladıkça,ahirete yaklaştıkça dindarlıklarının artmasındaki en önemli faktör;bu ahiretteki beraberlik düşünce ve inancıdır.[3]

Ailedeki bu manevi hat ve bağlar onları ayakta tutarken,bunların gitmesi anne babayı yıktığı gibi,düzensiz çocukların yetişmesine,başarısızlığa kapı açarak,nesilleri etkileyecektir.

Bir kaset gibi,kamera gibi çocuklar yanlış sesler ve görüntülerle dolmuş olacak ve topluma da onları boşaltacaktır.

Aile;[4] nikahla başlar. Nikahta bazı şartlar vardır. Bunlar;

Hanefi:İki şahit.

Şafii: Velinin rızası.

Maliki: İlan,esas demiştir.

Böylece aile bu bağla bağlanır,bu manevi bağın kopmasıyla da kopar.

Ayriyeten Mut’a ile yani geçici bir süre için evlilik ile ilgili olarak;Prof.İ.Canan-ın;”Namus fitnesi Mut’a”adlı kitabında titiz bir araştırma neticesinde ortaya konan husus şudur ki;

-Ehli sünnet ve cemaatın ittifakla kabulü;Mut’a Haramdır.

-Şiiler bunu sırf Hz. Ömer’e muhalefetten (ondan rivayet edildiği sebebiyle) mut’ayı meşru görür,yaparlar.

-Acaba bu insanlar kızları için bunu nasıl düşünmektedirler? Abes görmemekte midirler?

Mut’a;fuhşun meşru kılıf giydirilmeye çalışılan vechesidir.

Mut’a;paralı fuhşun biraz daha uzun süreli olanıdır.

Mut’a;aileyi ve aile mefhumunu bozar.

3 – 6 – 1996 MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bak. Şualar. B. Said Nursi.11.şua.8.mesele.sh.226,Emirdağ Lahikası. B. Said Nursi. II / 211, Sözler. B. Said Nursi.32.söz.2. nokta.2.Mebhas.sh.699,644,648-de 3. işaret.

[2] Bak.Şualar.age.9.şua.4.delil.sh.183.

[3] Bak. Kastamonu Lahikası. B. Said Nursi.sh.124.

[4] Bak. Devlet Felsefesi. (aile) S. Mürsel.sh.135, Hadislerle Müslümanlık. M. Yusuf Kandehlevi. 2 / 585(Kadınların savaşı)




BULANIK HAYATIN BULANIK ÇOCUKLARI

BULANIK HAYATIN BULANIK ÇOCUKLARI

Saf ve berrak bir hayattan gelen bu insanlar,bulanık bir su,bulanık bir havayla karşılaştılar. Tuttular,kendilerini hayatın bu bulanıklılığına attılar,daha doğrusu terk ettiler. Çok şeylerini,değer ve kimliklerini terk ettikleri gibi…

İnsanlar onları terk etti,onlarda insanları ve ailelerini… Eller uzatılmadı ki,o ellere uzansınlar,gerçek sahiplerine ulaşsınlar.

Terkedilmiş bölgelerin,metruk insanları oldular.

Hilelerle onlara yaklaşıldı,hayatları tüketilmek üzere.

Boşlukları doldurulmadı. Bilakis boşluklarına boşluklar açıldı. Kapanmaz boşluklar oluştu. Topluma kapatılmaz maddi-manevi yaralar açtı.

Kapatmak isteyenlerin ağızları kapandı,yerleri-yurtlar zan altında bırakılarak kilitler vurulmaya çalışıldı.

Yani;birisinin hayatına kilit vurulurken,diğerlerinin hayat kaynaklarına kilitler vuruldu. Kilitleri kırmak isteyen ellere kelepçeler vuruldu,hayatına son verildi.

Öldüren bu asırda;hem maddi hayata,hem de manevi hayata gem vuruldu. Manen öldürülen insanlar,madden de ölmeye başladı.

Ödüllendirilen bu asırda;öldürenler,ölmeyen ölüler olarak yaşadılar. Harama verilen müsaade ve yetki,helale verilmedi.

Günah illetine tutulanlara –Helal olsun-denildi. Toplumun sırtına binenler alkışlandı,binmeyip de inenler, toplumu sırtlayanlar taşlandı;buda yetmemiş gibi,her türlü eziyetlerle haşlandı.

Onlar bir yandan taşlayıp haşlarken,kader-i İlahi;” Hamdım-Pişdim-Yandım”misali onları pişirdi. Pişkin ve seçkin insanlar kıldı.

Bulanık hayatın bulanık çocuklarının ve insanların her şeyleri de bulanık idi. Her şey toz-pembe görülüyordu.

Bir rüya da gibi..Ama bir gün uyanacak,uyandırılacak idi. Ölmeden evvel uyanmalı,uyandırılmalı idiler.

Onların topluma ihtiyacı olduğu kadar,toplumunda onlara ihtiyacı vardı.

Sarhoşlar güruhu,neden uyanıklar güruhu olmasın? Uyuyanlar ne kadar uyanık olabilir? Bu bulanık kafayla nereye kadar gidilebilir?

Gelin,millet olarak uyuyan sarhoşlarımızı uyandıralım! Ayık insanlar olalım!

Uyur-gezer. Nereyi? Ne kadar? Gerçekleri nasıl sezer? Hayatın kirini ve pasını nasıl süzer?

Ayık gezelim..gerçekleri sezelim..faydalıyı süzelim…

29-10-1997

MEHMET ÖZÇELİK




ALEMLER VE İNSAN

ALEMLER VE İNSAN

“Cenab-ı Hakkın şu ğayrı mütenahi fezada çok alemleri vardır.”[1]

İnsanı yokluktan alıp ahirete götüren Allah,bu insanı bir çok menzillere uğratarak tabiri caizse,her bir yerde oraya münasip pişme usulleri ile pişirdikten işledikten sonra ebedi cennet ve cehennem hayatına götürmektedir. Mevlana’nın deyimi ile:

“Hamdım,Pişdim,Yandım”

İşlenmemiş bir taş ancak ustasının eline girmekle bir kıymet alır. ancak o taşında taş olması gerek…

Hadis-de”İnsanlar madenler gibidir.” İnsan bu seyrinde işlenmek için yola çıkarılmıştır. Kabiliyetine göre nasıl bir maden olacaktır?

İnsanda Cenab-ı Hakkın terbiyesi altında terbiyelenmekte,bir kıymet almaktadır. Allah gönderdiği peygamber ve kitabı ile verdiği akıl,kalb,ruh,vicdan,his,şuur,idrak,şefkat gibi duyguları ile o insanı gerçek insanlığa namzed kılmaktadır. Çünkü alem ve alemlerden maksad insandır.

Mesela bir ekmeğin elde edilebilmesi için bir çok aşılması gereken zorluklar ve engeller vardır. Bunlar ise;O buğday tanesinin toprağın karanlıklarından,onun mengenesi altında ezilerek,yağmur,dolu,kar ve güneşin altında pişmesi ile,değirmenin altında inim inim inleyip,posası atılarak,fırıncının yumrukları altında belli bir kıvama girecek ve en müthişi olan ateşin içinde evrile çevrile pişirilecek ki ekmek olup yenilebilir bir hale gelsin.

Mesele bu kadarla da bitmemektedir. O ekmek insanın diş değirmenin de öğütülecek,oradan midenin yakıcı asid salgılaması ile hazmedilip ayrıştırılacak ve oradan da vücudun münasib olan her hangi bir yerine oturarak orada iş görecek,bir hücre olacak,geriye kalan posaları da tekrar dışa ve dışarıya dışkı olarak atılacaktır. layık olduğu yere gidecektir. Çünkü,alınması gereken alınmıştır.

İşte alemde böyledir. İnsanda bu dünyaya gelene kadar tavırdan tavıra,halden hale dönüşerek gelmiş ve de gitmektedir. Milyonlarca sperm içinde sadece sağlıklı olarak kendisi seçilmiştir. Diğer milyonlarcası,milyarlarcası atılmıştır. Kazanamamışlardır. İnsanlığa aday değillerdir. Kazanan aday kendisidir. İlahi lutfun desteği ve tercihidir.

Amaç ise kamil manada gerçek insan elde etmektir. Özü alıp posasını kazurat ve pislik olarak cehennemine boşaltmaktır.

Gelelim alemdeki seyahatimize;İnsanı yokluktan,hiçlikten,atom ve zerrede iken Allah’ın kudreti ile varlık alemine çıkmıştır. Çünkü Allah için yok diye bir şey yoktur. Her eşya onun ilim ve kudretinin sınırları içerisindedir. O’nun varlığının sınırı yok ki varlıklar onun dışına çıkıp kaçabilsinler. Yokluk ile varlık sanki iki alem gibidirler. Birinden alıp ötekine koymak gibidir.

Mesela;yokluk karanlık ise,varlık aydınlığın ifadesidir. Hatta diyebiliriz ki;küfür ve imansızlık en büyük bir yokluktur. Zira onun için varlık,var olma bir anlamsızlıktan ibarettir. Nitekim ay ve yıldızlar güneş ile olan bağlantılarını kestikleri zaman,bizim için karanlıkta kaldıklarından ve varlıkları bilinmediğinden,görülmediğinden,bize meçhul ve gizli kalıp,yok olmuş olacaklardı. Karanlık olan küfürde,Allah’dan bağlılığın kesilmesi ve karanlığa gömülmesidir.

Var olan Allah insanı var ederken onu taş ve toprak yapmadı. İnsan onun özelliğini taşıdı ve o mertebeyi aştı. Bitkiler ve hayvanlar alemini geçerek,aldığı yüce duygular ile insanlığa namzed oldu. Oysa insan, insan değil de her şey olabilirdi,bir şeyde olmayabilirdi. İşte Allah insanı bütün bu aşamalardan aşırıp onu bir şey olan insan olarak yaratmayı irade etti.

Evvela;İnsan olarak yaratılacak bu varlığa temel oluşturacak olan bir öz gerekti. o öz de ruh olarak tecelli etti.

RUHLAR ALEMİ : Mahiyeti ve her şeyi ile Allah’ın ilminde olan varlıklar,Allah’ın emri ve var etmesi ile var olurlar. Bedenden ayrı olan ruh,Allah’ın emir dairesindendir. Ayetin ifadesi ile:”Sana ruhtan sorarlar:Deki,ruh rabbimin emrindendir. Ve size bilgiden ancak,çok azı verilmiştir.”[2]

Ruh ve onun ışığı olan hayat ve hayatın ışığı olan şuur ile her şeyin hatta Allah’ın isimlerinin üzerindeki perdeler açılarak,varlıklar ve Allah’ın isim ve sıfatları keşfedilmiş ve bilinmiş olmaktadır.

Ruh esas olduğunda,madde onun olgunlaşmasına sebeb olmaktadır. O halde münasebeti az da olsa bu latif duygu olan ruha bir cesed,maddi bir kılıf gerekti. Artık ilk imtihan ruhlar aleminde başlamış,Allah ruhları kendi varlığına şahidler kılmış,ruhlarda bu şahitlikte bulunmuştur.

Bu ilk aşamadır,belki de sonu belirleyen bir sonun ilki.

Ruhlar aleminin varlığı o kadar açıktır ve nettir, aramızdaki mesafe o kadar incedir ki;bir veli onlarla irtibat kurup sohbet edebilir.Ahirete gitmek için bekleyen ruhlarla görüştüğü gibi,mümkün olsa ve çıkıla bilse,dünyaya gelmek için bekleyen ruhlarla da görüşülebilir.

Müstakim olan ruh,girdiği vücudun ölmesi ile ölmez,çıplak kalmaz,kendi sabit kılıfında muhafaza edilir. Cesed gibi bozulmayan bir birliği vardır,dağılmaz.

Ruh aynı zamanda Allah’ın _Ol –emri ile,emir dairesinden çıkmış bir kanundur. Ancak mücerred olarak kanun bir şeye sahib değildir.Bir şey yapamaz. Lakin yaptıracak bir güce,kanun koyucuya ihtiyaç vardır. Kanunlar arasında da farklılık vardır. Bir gün ceza verecek kanun ile,idam ettirecek kanun aynı boyutlarda olmayıp farklılık arzederler.

Yetki sahibi olan ruh kanun ise,cesed de onun icrasında bir memurdur.

O ruhtur ki;Hz. Ali;ruhlar alemini bugünkü gibi hatırladığını söylerken,bir diğer alimde;çevremde olanların kimler olduğunu söyleyebilirim,demektedir.

Tabiattaki yer çekimi,suyun kaldırma gücü gibi kanunlar da bir derece ruha benzer.yani onlara da insana giydirildiği gibi bir cesed giydirilseydi,o zaman o kanun o cesedin ruhu olurdu.

Ancak insanın ki hayatlı ve şuurlu bir kanundur. Allah’ın iradesi ile de ulvi kılınmıştır.

-ANNE KARNI (RAHMİ MÂDER) : İnsan için ikinci aşama ise anne karnıdır. Başlı başına bir alemdir. Allah ruha münasib bir cesedi burada dokur ve ruha giydirir. Artık insan burada tavırdan tavıra döndürülmekte,kendisi için takdir edilen cesed ve sureti insan olarak yaratılıb dünyaya gönderilmeye hazırlanır.

Kur’an ve fennin de ifade ettiği gibi;Üç karanlık devreyi aşmakla karşı karşıyadır. Bunlar ise evvela;sık ağaçlıklarla kaplı bir ormanı hatırlatır. İkincisi;Sularla kaplı,sulu bir araziyi oluşturmaktadır. Üçüncüsü;Zifiri karanlık bir tüneldir.

Böylece insan bu gibi hallerde yoğrula yoğrula,en önemlisi Allah tarafından dünyaya gönderilmesine dair son karar çıktıktan sonra şu maddi aleme,dünyaya gönderilir. Çünkü karar çıkmadan bir sebeble anne karnında ölebilir veya kürtaja maruz kalabilirdi.

Anne karnı insan için,ruh ile bedenin tanıştığı bir mekandır. Biri ulvi,diğeri ise süfli yani aşağı… Biri medeni,diğeri denîyi temsil eden iki zıd. Biri madde ile yoğrulmuş,diğeri özden ibaret hakikat ve mana. Artık ezeli iki rakib.Birbirleri ile sonu belirleyen,en şiddetli engellere ilk adım atma merhalesine yani aşamasına gelinmiştir.

DÜNYA ALEMİ : Gözle görülen,elle tutulabilen her şeyin bulunduğu alem. Yapısı maddi,kışır,kabuk,kılıf,lafız ve mahfazadan ibaret,başlı başına bir kıymet ve manası olmayan varlık. Hedef değil,araç. Manaya yardım eden bir lafızdır. Cevizin içini koruyan bir kabuk gibi. Ahirete çıkmaya yarayan bir basamak. Manaya ve hakikata bir kılıf. Ruh için mahfaza ve yücelmesine bir vesile. Allah hakikatına ulaştıran bir yol. Manaya hizmetkar yani madde mana ile ayakta durup,madde olmasa da var idi. Bunlarla beraber,madde mananın önünde aşılması gereken ayrı bir engeldir. Bunun aşılması ile yani dünya kabuğunun kırılması ile ahirete ulaşılabilir ve elde edilir.

Dünya öyle bir maddedir ki,mana ve hakikat olan ahirete meyve yetiştirir. Oda nasıl meyveler! Peygamberler,veliler,yıldız gibi sahabeler hep buradan yetişir. Duygular burada yeşerir,açılır ve ahirete namzed ve layık olarak seçilir.

Bununla beraber küçük ancak sürekli akan bir çeşme gibi ahireti dolduracak mahsuller hep buradan gider. O kadar ve öyle mahsuller ki,cennet ve cehennemi doldurur,doyurur ve memnun olur müşterileri ile…

-MİSAL ALEMİ : Dünya ile ahiret arasında kurulmuş,dünyadakilerin ahirettekileri görmelerini engelleyip,ahirettekilerin ise dünyadakileri görmelerini engellemiyen ince,tenteneli bir perde gibidir. Nitekim tül perde ile dışarıdan içeriye bakıldığında görülmez,içeriden dışarısı görülür. Böylece biz de o ahiret alemine göre dışarıda yer almaktayız.

Misal alemi her şeyin gerçek hali ile görüldüğü bir alemdir. Dünya alemindeki bir çekirdeğin ağaç olarak açılıp görüldüğü bir alemdir. Gerçekte,çekirdeğin içinde ağacın dalları,yaprakları ve meyveleri ile mevcuttur. Ancak bu,toprağa ekilip,açılıp belli bir zaman ve süreye ihtiyaç vardır ki gerçek hali açılsın ve görülsün.

Misal aleminde ise eşyanın;bir zaman ve süreye ihtiyaç duyulmadan gerçek hali ile görüldüğü alemdir.

Misal alemi bir ayna gibidir ki;aynada görülen kişi gerçek kişinin ne aynısıdır,ne de ğayrısıdır. yani ne bizzat kendisidir,çünkü görüntüsüdür. ne de başkasın ait bir görüntüdür. O insanın görüntüsü olup,başkası da değildir.

Misal alemi gerçeklerin yansıdığı bir alemdir. Mesela;İnsanın gerçek hali ile,Cenâb-ı Hakkın yanındaki kıymet ve itibarı ve gerçek çehrenin görüldüğü alemdir.

Nitekim İstanbul / Üsküdardaki Aziz Mahmud Hudâ-î’nin durumu buna güzel bir örnektir. Zira o gündüz vakti,elinde mumla çarşıda dolaştığını gören dostları,böyle gündüz vakti mumla ne aradığını sorduklarında cevaben:-Adam arıyorum-der. Çünkü o insanların alemi misaldeki gerçek halini görmektedir ki,o da tam bir dehşet verici hal.

M. Akif: Kimi yamyam,kimi hindu,kimi bilmem ne bela.

Hani tauna da züldür bu rezil istila…

İşte o vahşi insanların misal aleminde görülen suretleri,insan eti yiyen yamyam ve hindu gibidir.

Yine deli denilen fakat veli olan Behlül Dânâ’nın çarşıda insanların üzerine bevletmesi ile Harun Reşide şikayet edilir. Harun ise sebebini sorduğunda Behlül şöyle der:

Ben insanların üzerine bevletmedim. İstersen bak,der. Ve cübbesini Harun Reşid’in gözü önüne getirince,Harun dehşette kalır. Zira demin karşısında duran insanlar,şimdi kendisine maymun,tilki,hınzır şeklinde görülmektedir.

Sanki mübarek hayvanat parçası. Harun yine de ricada bulunarak,yapmamasını söyler. İşte dünyadaki durumu insan iken,alemi misaldeki açılmış gerçek hali,vasfına göre bir hayvan şeklini almaktadır.

Alemi misal;bir sinema perdesi gibidir. Film odası ise,dünya gibidir. projöktörün önüne gelen film,görüntüsüyle perde de görülür. Bir de projöktörün daha önüne gelmeyen filimler vardır ki,oda olacak olan gelecekteki takdir ve kadere aid yönüdür. Oda Allah’ın ilmiyle bağlantılıdır. Ancak Cenab-ı Hak bazen o gelecek filimleri veli kullarına da bildirir.Böylece onlarda daha olmadan o şey hakkında bilgi sahibi olurlar.

Alemi misal;rüyada görülen alem…

Alemi misal;dünyada olan olayların,ahirettekilere seyrettirilmek üzere filimlerin çekildiği bir stüdyo…

-KABİR ALEMİ : Ahiret yolculuğunun ilk durağı. İlk istasyon. Bekleme salonu. Ahirete açılan ilk kapı. Maddi alemden sıyrılıp,manevi aleme geçiş,görünmeyen alemin başlangıcı. Fani,geçici hayattan,ebedi aleme ve hayata geçmek için bir köprü ve bir dinlenme salonu. İmtihanın bitip,ilk sorgulamanın yapıldığı yer. Ya bir cennet bahçesi veya bir cehennem çukuru. Dünyanın bitimine kadar verilen nimetlerin muhasebesinin yapıldığı yer. mahkemeden önceki nezarethane. ve ileride verileceklerin belirlendiği yer. Dünyada iken akıl gibi duyguların önündeki perdelerin kalkıp,her şeyin iç yüzünün bilindiği ve görüldüğü yerdir. Kimi için ağzını açmış,her şeyi yutan korkunç bir ağız iken, kimi için de;anne şefkati gibi bağrına basmak için bekleyen merhametli,sıcak bir kucak. Birini bağrına basarken,diğerini bağrından atmakta,uzaklaştırmaktadır.

-BERZAH ALEMİ : Kabir alemi olup,uyku,rüya,mana,misal alemi olarak da isimlendirilir.

Mahşerde büyük hesap yapılmadan önce burada küçük çapta bir soruşturma yapılır. O haşir ki,insanın önünde belki de aşılması gereken en zor ve en son merhale diyebiliriz. Zira mahşer,kararların verileceği ve okunacağı yerdir. Öyle bir mahkeme salonu ki;insan,cin,şeytan,hayvan ve var olan bütün varlıkların gerek hesap,gerek şahitlik için toplandıkları mahşer mi mahşer bir yer…

Hakimler hakimi olan Allah’ın adaletiyle her şeyi neticeye bağladığı,zalim ile mazlumu birbirinden ayırdığı yer. Gidilecek yerin nere,nasıl ve ne şekilde olacağının belirlendiği makam.

-AHİRET ALEMİ : Cennet ve cehennem. Gerçek son,en son alem. Son karargah. Kendisinden başka yerin olmadığı bir yer. Bitiş. Müsabakanın sonu. Asıl hayata geçiş. Sonsuzluk zincirinin ilk halkası. İyilik ve kötülüklerin içerisine boşaldığı iki havuz ve iki mahzen. Adem’den beri süregelen,birinden nurun,diğerinden kirin aktığı iki oluk…

İşte insan böyle uzun bir yolculuğa çıkan,yani;Ruhlar aleminden anne karnına,oradan çocukluk,gençlik ve ihtiyarlığa,kabre,haşre,sırattan geçerek cennet veya cehenneme giden müstesna bir varlıktır.

Çünkü çarşıda başı boş,avare bir şekilde gezene hesab yok. Şu anda sorulmamaktadır. Zira yaptığı iş,yapmadığıdır,gayet basit ve adicedir. Fakat ilk-orta-lise-üniversite ve profesörlüğe kadar çıkan insan için her kademe ve makamda hesap ve imtihan çok,çünkü derece yüksek…

İşte netice olarak:Hedef olan cennete varmak,yaratanı razı etmek,gerçek bir insan olmak alemlerdeki bu badire ve uçurumları geçmek iledir. Mesele geçmekte… Geçememek ise,gayet hazin bir tablo görünümünü yansıtmaktadır…

“ Sen kendini küçük bir cisim zannedersin. Lakin alemi ekber (Kainat) sende toplanmıştır.”

10-4-1991

MEHMET ÖZÇELİK

[1] İşarat-ül İ’caz. B. Said Nursi. Sh.215-216.

[2] İsra.85.




DEDENİN FERYADI

DEDENİN FERYADI

“Eğer beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi,belalar üzerinize sel gibi yağardı.”

Hayatımızı kendilerinin hayatına feda ettiğimiz,ancak kendi hayatlarını bizim ölümümüze bağlayan evlatlarımız,eğer ölmezlerse kendileri de ihtiyar olacaklardır. Men dakka dukka,yani kim kimin kapısını çalarsa onunda kapısı çalınır. Kaidesince kendi evlatları da kendilerine aynı muameleyi yapacaklardır.

Ben ki aciz ve güçsüz bir insanım. Çocuktan daha çocuk olmama rağmen o çocuğun az bir ağlaması halinde bütün ev halkı onun yardımına ve ihtiyaçlarının teminine koşarken,ben feryad ederimde,kimse yüzüme bile bakmaz. Ölse de bu herif,bizde kurtulsak. Veya malı mülkü bize kalsa da devran sürsek. benim ölümümü isteyip de malıma konarak devran sürmek isteyen bir evlada,evladı da devran değil,feveran ettirir.

Aslında inanıyoruz ki,bizi siz değil ancak rabbimiz memnun eder. Onun davetini beklemekteyiz. Ne zaman ki emri hak vaki olursa,bizde icabet ederiz.

Evin bir parça sıcak ekmeğini bize çok gördüler. Yerleri darmış, geçinemiyorlarmış, beni huzur evine gönderdiler,orada ise huzursuzum. Öyle zannediyorum evladım da huzursuzdur,torunlarım da huzursuzdur. Onlar beni düşünüyorlar mı bilmiyorum ama ben onları düşünmeden edemiyorum. Bayramları değil,her zaman yollarını gözlüyorum.

Torunlarımla bir hizmetçi,bir dadı gibi ilgileniyordum. Şimdi ise çocuklarla kim ilgilenecek,kim onlarla oynayıp,onları güldürecek,hikaye anlatacak,bilmiyorum? Öyle zannediyorum onlarda beni arıyorlardır.

Aaah hanım aah. Sen var iken ne güzel geçinip gidiyorduk. Her ne kadar ufak tefek şeyler oluyorduysa da,bu durumdan o durum binlerce defa daha iyiydi. Eskiden eve gelirlerdi,şimdi buraya beni sormaya kimse gelmiyor. Evladım bile bayramdan bayrama geliyor,geri nasıl gideceğini şaşırıyor. Torunlarımı bile bana çok görüyor,onları bile gelirken getirmiyor.

Bize buda mı reva görülecekti? Bulunduğunuz hayatı biz size hazırladık. İşte sizin bizlere hazırladıklarınız?

Geriye bakıyorum. Birde buna müstahakım,diyorum. Çünkü ihtiyarlığa daha doğrusu ahiret hayatıma bir hazırlık yapmadım. Gençlik geçtikten sonra,kimse bizi yanına almazken bizde camiye ve ibadete koştuk adeta sığındık,sığınmalık bile olamadık. Burada ise kimse bize kötü davranmıyor. Gençliğimde yetiştirmediğim çocuğumun elinden,ihtiyarlığımda çekiyorum. demek bunu böyle ektim,aynısını biçiyorum.

Allahım! İhtiyarlığımızda kimse bize merhamet etmiyor,sen bize merhamet et. Zira sen merhametlilerin en merhametlisisin. Senin merhametin olmasa,bizim halimiz nice olur.

Rabbim sen Kur’an-ın da;-Sana imandan sonra beş mertebe anne-baba hakkının gözetilmesini söyler-,Rasulünde:”Eğer beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi belalar üzerinize sel gibi akardı.”buyurulmasına rağmen,belalar onların değil,bizlerin üzerine sel gibi yağmada…

Bize sahib çıkan,elimizden tutan yok. Biz mi onlara merhamet etmedik,ellerinden tutmadıkta bu kadar bîgâne kaldılar?

Korkarım ki bir gün bir köşede ölürümde kimse duymaz. Ortada kalırım.

Dünya çocuğu,genci ve ihtiyarıyla güzeldir evlatlarım. Bizlere sahib çıkın. Bizleri yitmeyin. Şefkat etmeseniz de ilgilenin. Bizde sizin gibi gençken meğer uyuyormuşuz. Oysa bugün uyanmış durumdayız. Sizler bizim gördüklerimizi görmez ve bilmezsiniz.

Bizler sizin tarihiniz ve geçmişiniziz. Geçmişi olmayan,geçmişine sahib çıkmayan bir milletin geleceği de olmaz. geçmişiniz ve tarihiniz olan biz ihtiyarlara sahib olunuz.

MEHMET ÖZÇELİK




İLGİSİZ ÇOCUKLAR

İLGİSİZ ÇOCUKLAR

Tinerci dedik,sokak ve sahibsiz çocuklar dedik,şimdi de ilgisiz çocuklar diyoruz. Aslında başlık “Saldım çayıra,Mevlam kayıra” olmalı idi. Zira bir çok ailenin ilgisizliğini millet olarak çekmekteyiz.

Hepimiz çocuklarımızdan şikayetçiyiz. Ancak çocuklarımıza neyi, ne kadar verdiğimizi de hiç düşünmemekteyiz! Çocuklarımıza vermediklerimizi,veremediklerimizi onlardan istemekteyiz!

Tinercilerden daha çok tehlikeli olan,adeta potansiyel suçlu olabilecekler toprağın altında,sessizce beklemekteler. Çocuklar ihmalle çok şeyden de mahrum bırakılmaktadır.

Yeni yetişecek nesillerin;fikirleri hür,vicdanları hür,inançlarını söylemekten ve yaşamaktan sıkılmayan dinleri hür nesiller olarak yetiştirilmeleri gerekir. İlim ve irfan sahibi olmalı. Faziletli ve atılımlı olmalı.

Bahçe bahçıvansız,çiçek bakımsız,akçe sahibsiz bırakılmamalı,korunmalıdır.

Fıtrat fıtri olmayan bir şeyi –ister fikir bazında olsun,ister uygulamaya yönelik her hangi bir uygulamada olsun- istifrağ ile,ifrağ eder, def-u hacetle def ve ref ve ihraç eder. Yanlış uygulamalar,batıl ideolojiler de bu kabildendir. Ma’kes bulamaz.

Bu gün Rusya-nın yıkımı,dış da ve iç-de gücünü yitirmesi;fıtrata muhalif bir icraatta bulunmasındandır. Dünya onu kustu.

Dünya fuhşu kusacak.. Dünya içtiği kanı kusacak.. Dünya kendisine uygun olmayan şeyleri dışarıya atacaktır. Er veya geç.

Geç kalanlar düşünmeli,tedbirini almalıdır.

21-11-98

MEHMET ÖZÇELİK




ÇOCUK ÜZERİNE

ÇOCUK ÜZERİNE

Âyetin ifadesiyle:”Çocuklar dünya hayatının süsüdürler.”[1]

Çocuktaki fiziki gelişmeyle beraber şahsiyet de beraberinde gelişir. Öyle ki bu daha çocuk 6 aylıkken kendisini gösterir.

-Anneden kopma,çocuk da bir çok kopukluklara neden olup,kendisini boşlukta hissetme durumları meydana getirir.

Öyle ki bunun kendisi için bir eksiklik olduğu bunalımında olan çocuk,aynı durumun verdiği eksiklikle kendisini şuurlu-şuursuz suçun içinde bulur veya bazılarında kasıtlı olarak,onlardan istifade düşüncesiyle kolayca suça itilirler.

Kendisine bir mesned,bir dayanak bulmayı,çocukluk psikolojisiyle kucaklanmayı istemekte ve beklemektedir. Emin eller tarafından tutulup kollanmayan bu çocuklar,neticede emin bildiği hain ellerde kendisini bulmaktadır.

Zamanla bu olayların kangrenleşmesi sonucu,topluma tedavisi güç yaralar açmaktadır.

-Çocuklar birer çiçektirler. Soldurulmamaları ve dondurulmamaları gerekmektedir.

Çiçeklere gösterilecek ihmal ne gibi bir çöküntüyü netice veriyorsa;aynısı çocuklar için de geçerlidir.

-Çocuk sevgi suyuyla,ilgi sıcaklığı güneşiyle gelişir ve büyür.

Bu eksiklik ise umumi bir eksiklik ve de kayıptır.

Büyük bir insan bile ilgi beklerken hatta ararken,çocuğun hakkı değil midir ilgi?

İnsanda sevgi,çocukta da onu alma duygusu vardır. Bunlar birbirini tamamlamakla tamlanırlar. Aksi durumda eksiktirler.

Sevgi bir irtibat duygusudur. Sevgi koparsa irtibat da kopar. Bu irtibat devam ettirilmelidir.

Yaradılışla beraber İslâmın verdiği bu güzel duyguyu,menfi kimseler,-şeytan dahi gösterse- başarılı olup,kendisine çekmektedir.

Çocuk problemlerini ve keşmekeşliklerini onunla çözer,sevgiyle atar,bertaraf eder. Yoksa kendi bertaraf olur.

İnsanlık kâinatın bir çekirdeği olduğu gibi,çocukta dünya ağacının bir meyvesi olan insanı oluşturur.

Meyveler kurtlanmasın! O halde çekirdeklere iyi bakılsın,iyi olsun. Çekirdekler paralanıp parçalanmasın.

Çekirdek çocuk çekirdek aileyi;çekirdek aile,çekirdek toplumu ve o da çekirdek olan bir dünya ile gerçek insanlığı vermiş olur.

-Bir insan bir yere gittiğinde ne derece ve ne yere kadar uyum sağlamaktadır?

İşte çocuk da,yeni gelmiş olduğu dünyaya karşı,size karşı bir uyumsuzluk içinde ise,bu devam edecek anlamına değildir.

-Acaba biz de ne kadar uyum göstermiştik ve gösterebilmiştik?

Uyumsuzluklar uyumsuzluklarla düzeltilmeye çalışılırsa,katmerli bir uyumsuzluğu netice vermiş olur.

O halde kir,kirle temizlenmemelidir. Yoksa kirin kirliliğini arttırmış oluruz.

-Büyüdüklerinde her hangi bir yönlerinden arızalı olarak yetişmiş olan çocuklar;küçük yaştaki bu eksikliklerin ve ilgisizliklerin bir eseri olarak kendisini gösterecektir.

Bu konuda onlar sürekli cezalandırılma yöntemleriyle düzeltilmeye çalışılmamalıdır.

Zira ceza sevgiden sonra gelir. Ceza;son ve çaresizliğin bir çaresidir.

“Ayinesi iştir kişinin,lafa bakılmaz. Görünür şahsı sureti eserinde.” En güzel usül,nümûne-i imtisal oluşturmaktır. Ona ayine olmaktır.

-Çocuk konusunda,devletin başlı başına bir izleyeceği ve bir politikası olmalıdır. Tâki istikbalinden de emin olunabilsin.

-Çocuk zariftir. Çabuk etkilenir. Fakülte seviyesinde,bakanlık derecesinde onlarla alakalı tedbirler düşünülmeli,şimdiden yöntemleri belirlenmelidir.

-Dünyada en fazla etkilenen ve heder olanlardan biri de;işte bu çocuklardır.

-Dünya hakimiyeti için bir yandan çocukların doğması engellenmekte,bir yandan toplu ölümlere terk edilmekte,bir yandan Kolombiya da olduğu gibi bazılarının sağlıkları uğruna gözleri feda edilmekte,çalınmaktadır.

Her sene dünyada harb gibi,hastalık gibi çeşitli sebeblerle milyonlarca çocuk ölmektedir.

“Nüfus planlaması”oyun ve hileleriyle,gizli raporlarla,milyonlar harcanarak,İslam aleminin artışı engellenirken,ebter olan batı nüfuslarının artışı için her yola baş vurmakta,teşvike çalışmaktadırlar.

ABD’nin 1976’dan beri başlatıp,sadece 1996 yılında bunun için harcadığı para 5.400.000 dolar yani (324 milyar) dır.[2]

Aynı oyun 1994 yılında Mısır da da oynanarak,böylece müslümanların,İslâm aleminin nüfusu kontrol altına alınmaya çalışılmaktadır. Bu konuda batı ısrarla kürtajı da teşvik etmektedir.[3]

Çocuklar doğmasınlar! Bu,çocuklar ölsünler,demektir. Onlar ölsünler mi? Peki,doğmasınlar ile olan farkı nedir?

-Avrupa’da çocuk,aile ve kadın gibi bir meta olup,çocuklar başı boş olmalarının yanında,mal gibi satılmaktadırlar.

-Çin’deki bir çocuk sahibi olma mecburiyeti,neticede bunun 2020 yılında erkeklerin evlenecek kadın bulmakta zorluk çekecekleri istatistikler neticesinde ortaya konulmaktadır.

-Dünya özellikle dinimiz çocuğun doğumunu,sağlıklı büyütülmesini teşvik ederken,maalesef bizde ısrarla kısırlaştırılmaya gidilmektedir. Tedbirlerde kısırca tedbirlerden öteye de gidememektedir. Teşvik bir yana adeta cezalandırılmaktadır.

-D. Gürlek;Osmanlıda çocuğun 5 yaşında mektebe verilip ve bunun 12 yaşına kadar devam ettiğini ifade eder.[4]

-Çocukların başarısızlılıklarını etkileyen faktörlerden birisi de,onların yaramazlıklarıdır.

Bu da onun devamlı kendisini gösterme ve isbat etme duygusundan kaynaklanır.

Ancak neticede buda müsbet yaklaşımlarla telafi edilebilir.

-Çocukların fiziki ve ruhi gelişmelerinde bir proğram takib edilmelidir.

Rast gele,işi oluruna bırakarak,adeta –saldım çayıra,mevlam kayıra- şeklinde gösterilecek bir davranış ve uygulama,çocukta da sürekli bir dengesizliğe yol açacaktır.

Fiziki ve ruhi gelişmelerinde her durumu mümkün mertebe de itibara alınmalıdır.

-İhmalin faturası da,topluma büyük bir ödeme zorluğu getirmiştir. Nitekim Unesko tarafından 1994’de,dünyadaki çocukların durumu ile ilgili raporda:

“Bugün dünyada 30 milyonu aşkın çocuk sokaklarda yaşamaktadır;7 milyon çocuk mülteci statüsünde bulunmakta,en az 50 milyon çocuk güvenliksiz ortamlarda çalışmakta,100 milyonu aşkını ilk öğretimden yoksun ve 150 milyon civarında çocuk da beslenme yetersizliğiyle baş başa bulunmaktadır.”der.

-Yiyecek konusunda çocuğa ısrarla yemek yedirme yoluna gidilmemelidir. Çocuktaki inad,onun inadını daha da arttırıp,fayda yerine zarar verecektir.

Her yiyen sağlıklı,yemiyen sağlıksız anlamına gelmemelidir.

Kısaca;ölçülü ve dengeli olunmalıdır.

Çocuklardaki oluşan deprasyonun çeşitli sebebleri göze çarpmaktadır. Bunlar;

-Gündüz seyrettiği veya kendisine anlatılan masalların zihninde yer etmesiyle,gece sakin bir zeminde depreşmesidir.

-Çocuğu susturmaya veya dediğini yaptırmaya çalışırken öcülerle korkutarak,onda sevgiden önce nefret ve korkunun gelişmesine sebeb olunmaktadır.

Bu durum onun korkuyla büyümesine,saldırgan bir tutum ve ruh haletine sahib olmasını netice verecektir.

Bu menfi duygu depreştikçe,menfilikler de kendiliğinden depreşecektir.

-Çocuklar sevgiyle büyütülmelidir. Bir tanıdığımız vardı. Bu kişi üç-dört yaşlarındaki çocuğuna,cenneti tüm güzellikleriyle anlatır. Bunu hayran hayran dinleyen çocuk dayanamayıp;-arabası da olan babasına dönerek-

-Baba,haydi o zaman bizde cennete gidelim.

Daha sonra baba çocuğuna oraya ne zaman ve nasıl gidileceğini anlatarak teskin eder.

Bu olayı duymuştuk. İki sene kadar sonra çocuk,babasıyla yanımıza geldiğinde çocuğa;

-Haydi,beraber cennete gidelim,dediğimizde o çocuk bize;

-Şimdi gidilmeyeceğini,ikna olmuş bir şekilde anlatmaya başladı.

-Evet,çocuk kaçırılmamalı. Belki o güzelliklere doğru teşvik edilmelidir.

-Ruhta meydana gelen bu korku duygusu,çocuktaki bir dengesizliğin neticesi ve ilerideki bir olumsuzluğun belirti ve habercisidir.

Bediüzzamanın ifadesiyle:”Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır.”

-“Batıl şeyleri iyice tasvir,safi zihinleri idlaldir.”bozmaktır.

-Şiddet ve şiddetli rüyalar ise;güzel görmemenin veya göstermemenin,kötü şeyleri tasvir etmenin,güzel düşünmemenin ve düşündürmemenin ve neticede hayattan lezzet yerine elem almayı netice vermektedir.

Çocuğa devamlı müsbet,yapıcı ve güzel şeylerin tasviri yapılmalıdır.

-Cennet,cehennemi şeyleri kabul etmez,reddeder.

-Bir gün Peygamber Efendimize sorulmuştu:”Ya Rasulallah! Kim cennete girecek?

-Allah rasulü ise:”Peygamber cennetliktir. Şehid cennetliktir. Çocukken ölen cennetliktir. Diri diri gömülen çocuk cennetliktir.”(Ebu Davud)

-Çocuklar korku ve şiddet filimlerinden de sakındırılmalıdırlar. Bununla yetinmeyip o çocuk tv. ile değil,anne-baba terbiyesiyle yetiştirilmelidir.

Çocuk kimin terbiyesiyle yetiştirilirse,onun malı olur. Başkası –anne ve babası bile olsa-hak dava edemezler.-

-Çocuğun yetiştirilmesinde en büyük faktörlerden biri de;arkadaş seçimidir. Atasözünde ne güzel belirtilmiş:”Bana arkadaşını söyle,sana kim olduğunu söyliyeyim.”

Çocuğun iyi bir arkadaş seçimi,kişiliğinin oluşmasında da büyük tesir icra eder.

Buda onun ailesine ve topluma uyum sağlamasını sağlar.

-Çocuk eğitimle gelişir. Verilecek iyi bir eğitim,iyi bir çocuk,iyi bir çocuk da iyi bir nesil ve gelecek demektir.

Eğitim çocuğa sevdirerek verilmeli ikna edilip,tatmin edilmelidir.

Çocuğa faydalı ve lüzumlu şeyler öğretilerek hafızasının gelişmesine yardımcı olunmalıdır. Aksi takdirde bilgisiz bir bilgi hamalı olmuş olur.

“Çalışmayan demir paslanır.” Zeka ve hafızanın gelişmesi,çalışmasıyla ilgilidir.

Çocuk konusunda İbni Cerir:”Çocuk,ebeveyni yanında emanettir. Onun tertemiz kalbi nakış ve suretten başı berrak ve soyut bir cevherdir. Bu mübarek kalb,kendisine öğretilecek her şeye kabiliyetlidir. Neye meylettirilirse ona meyleder. Kendisine hayırlı ve güzel şeyler öğretilirse hayır üzerine büyür. Dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşur. Anne ve babası sevabına ortak olurlar. Eğer şerre atılır,bu doğrultuda yetiştirilirse şaki olup dünyada da,ahirette de helak olur. Günah da onun terbiyesiyle mükellef olanındır. Çünki onun velisi sorumludur.”[5]

-Çocuğun yetiştirilmesi ona anlatılacak güzel hikayelerle olduğu gibi,zihninin gelişmesinde yardımcı olacak eğitici ve düşündürücü oyuncaklarla da takviye edilebilir. Yani çocuk eğitilerek öğretilmelidir. Meseleleri kavrıyamıyan çocuk,böylece oyun ile bilgilendirilmiş ve kabul ettirilmiş olacaktır.

-Çocuğun maddi ve manevi gelişimi anne karnından itibaren başlar. Mesela;

Hadisde:”O nutfe o rahimde yerleşti mi Allah,o nutfe ile Hz. Âdem arasındaki bütün soyunu o nutfenin başında hazır eder (de,o bunlardan birisinin şeklini alır.)”[6]

-Çocuğun gelişmesinde özellikle 0-6- yaş arasında verilenler veya çocuğun aldıklarının büyük ve silinmez etkileri vardır.

Nitekim kendimizden pay biçebiliriz. Öyle ki zihnimizde iz bırakmış olan bir olayı,hayatımız boyunca kolay kolay unutmaz ve unutamayız.

O dönemde öğrenilenler,hafıza arşivlerinin taze olması,mermere kazınmış gibi sağlamlılık gösterir.

-Onlara kıymet verilmeli,sevginin yanında saygıda kusur etmemelidir.

Hadisde:”Çocuğunuza,Muhammed adını koyduğunuzda,ona değer veriniz ve oturduğunuz mecliste ona yer açın.”[7]

Çocuğun yetişmesinde anne-baba kadar,belki daha fazla diyebileceğimiz bir faktörde okuldur.

Böyle bir yükü yüklenmeden önce çocuk o eğitime hazırlandırılmalıdır..Fiziken hazır haldeki durumu göz önünde bulundurulduğu gibi,ruhen o münasib ve müsaid hale getirilmelidir.

-Çocuğun fiziki olarak yetişmesinin de,ruhi olgunluğuna etkisi vardır. Aynı zamanda bir sünnet olan “Kaylûle” [8] yani;kuşluk ve öğle uykusunun,herkesin olduğu gibi hasseten çocukların dinlenmesine ve dikkatlerinin dağılmamasına ve zayıflamamasına sebeb olmakta,dinçlik sağlamaktadır.

Açlığa karşı ağızdaki salgılama gibi öğle vakti,öğleden sonra vücutta uykuya karşı öyle bir salgı salgıladığı bugün tıbben de tesbit edilmiş durumdadır.

-Bugün çocukların dengesizleşmesinde ve bozulmasında menfi görev yapan medyanın büyük rolü vardır.

Görüntülü ve resimli medya bu saf ve temiz kalbleri,tâ ruhun derinliklerine kadar hançerlemektedir.

Bugün medya;kadını yuvası olan evinden alıp kopardığı gibi,çocukları da o cennet yuvasından uçurmuş ve kaçırmıştır. Problemli çocukların meydana gelmesine zemin hazırlamıştır.

-Çocuğu sarmalayarak boğan o kadar sebebler teşekkül etmiştir ki;bunun izalesi,mesuliyetini hisseden ve hissedecek olan büyük bir himmet ve gayret sahibi toplum ile mümkün olacaktır.

Ancak bahane hazırdır;kendi problemlerini çözemediklerini,maişet derdinin boylarını aştığını ve onlarla uğraştığını söyleyen bir toplumda,iş fertlere kalmış olmakta,gönüllü erlerin ve fedailerin geç de olsa hizmetleriyle yerine getirilebilir.

-Habersiz olan büyüyen çocuğun durumunu,onun sorumluğunu üstlenen kimse daha fazla görmektedir. Daha fazla da dikkat etmesi gerekmektedir.

Zira;her şeyinde kendisini anne ve basının kucağına atmaktadır. Problem büyüdüğünde toplumun ve neticede devletin kucağına atmaktadır.

-İlk yapılacak iş;çocukta manevi bir kontrol mekanizmasını oluşturmaktır. Muhasebesini yapacak ve yapabilecek bir duygunun yerleştirilmesine çalışmak lazımdır.

Bununda temelini;iman ve inanç duygusunu harekete getirip,ibadet şuurunun onda yerleşmesini sağlamaktır. Zira bunlar kötülüklere karşı bir dizgin,bir fren görevini görecektir

Belki haklı olarak,siz bir gölge gibi onun arkasında olamazsınız. Fakat Cenâb-ı Hakkın onu her yerde ve her zaman gördüğü inancı,omuzunda iyilik ve kötülüklerini yazan –Kirâmen Katibin- melekleri tarafından her şeyinin yazılıb,hesaba çekilerek,mükafat ve cezaya çarptırılmak üzere ahiret diye bir alemin varlığı inanç ve şuurunu yerleştirdiğinizde,bu onun için de,sizin için de bir teminat olacaktır.

“Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyat da kördür,görmez.” Her şey madde ölçülü ve madde orantılı değildir.

-Zamanında ibadete alıştırılmayan ve namaza başlamayan bir çocuğun büyüdüğünde bir gayr-ı müslimin,müslüman olması kadar zorlaşacağını söyleyen Bediüzzaman;[9]onların namaza alıştırılmaları gerektiğini belirtir.

Çocuk;terbiye ve tedris süzgecinden geçirilmelidir.[10]

-Anlatılmaktadır;İdam edilmek üzere olan şahsa son istek ve arzusu sorulur. Oda annesini ister ve annesine hitaben,dilini öpmek isteğinde olduğunu belirtir.

Ağlayan ve üzüntülü olan anne,hiç olmazsa son anda çocuğunu memnun etme düşüncesiyle dilini uzatır.

Öpmek üzere olan çocuk,birden annesinin dilini ısırarak koparır ve tükürür.

Annenin feryadı bir netice vermez. Artık anne dilsiz kalmıştır.

İdamlık çocuğa,neden bunu annesine yaptığının nedeni sorulduğunda cevaben şöyle der;

-Ben küçükken,komşudan yumurta çalsam,annem beni engellemez,tersine;-aferin benim oğluma,der. Beni engelleme yerine teşvik ederdi. Her yaptığım yanlışlık da böyle davranırdı. İşte bu idamlığa ben onun dilinin cezası olarak gelmiş ve çıkmış olmaktayım.

Bana çektirdiğinin karşılığını,dilinin acısıyla bu dünyada çeksin,der.

-Yine anlatıldığı üzere;Evladı tarafından dayak yeyip,süründürülen baba bu duruma güler. Sinirlenip de evlat vurdukça,baba yine gülmeye devam eder. Hiddeti artıp,bir yandan da vuran evlad sebebini sorduğunda,cevaben baba;

-Evladım! Ben de babama aynen senin bana yaptığın gibi yapmış,bu ağacın altına kadar sürüyüp atmıştım,der. Ve vurması halinde de hakkını kendisine helal edeceğini de söyler. Ve bu durum evladı düşündürür.

-Ben de böyle bir duruma şahit olan birisini dinlemiş ve o kimsenin hala kendi mahallelerinde yaşamakta olduğunu da söylemişti ki;nitekim herkes buna benzer olaylara hayatında değişik şekillerde vakıf olmuştur. İbret alına…

-Elbette evladın da anne babaya karşı yapması gereken sorumluluklar vardır.

-Fahreddin-i Râzi-ye göre;İsra 23.24. ayetin açıklamasında,evladın anne babaya karşı mükellefiyeti beş şekilde tasnif edilir:

1)Onlara –öf- bile dememek.

2)Azarlamamak.

3)Hoş söz söylemek.

4)Onlara acımak.

5)Onlara dua etmek.[11]

Ana babanın çocuklar üzerinde bir çok hakları olup,peygamber lisanıyla;onların ihtiyacını karşılamanın Allah yolunda savaşmayla eş anlamda zikredilmiştir.[12]

Bediüzzamanın ifadesiyle:”Anne babasını rencide eden insan,insan bozması bir canavardır.”

-Dininden dönme ve dine aykırı gibi bir durum olmadıkça evlad anne-babasına itaatte kusur etmemelidir. Nitekim:

-“Sa’d bin Ebi Vakkas’ın müslüman olmasından hoşlanmayan annesi,oğlunun kendisine olan sevgisini de düşünerek;

-Dininden dönmedikçe yemek yemiyeceğini söyleyib,üç gün böyle devam etmesine karşı Hz. Sa’d şöyle demiştir:

“Vallahi ana! İyi bil ki,senin yüz canın olsa da onlar birer birer çıksa ben yine o peygamberin dinini bırakmam.

Bunun üzerine Ankebut suresinin 8. ayeti indi.Bunda:”Ana-babaya iyilik tavsiye edilmekle beraber,şayet onlar,çocuklarını Allah’a şerik koşturmaya kalkışır ve uğraşırlarsa,bu yolda kendilerine asla itaat edilmemesi gerektiğine….açıklandı.”

Sa’d ibni ebi Vakkas’ın kardeşi Amir’in de müslüman olması,annesini artık çileden çıkarmış ve şöyle söyletmişti:”Hz. Sa’d annesi ile kardeşinin başına halkın toplandığını görüb sebebini sorduğunda;”Şu anan,kardeşin Âmir’in yakasına yapıştı. Tuttuğu dini bırakmadıkça,hurma ağacının altında gölgelenmemeye,yeyip içmemeye and içti.”dediler. Hz. Sa’d annesinin yanına vararak;”Vallahi,ey ana! Cehennem ateşi durağın oluncaya kadar sakın gölgeleneyim,yeyip içeyim deme!”dedi.[13]

Hadis-de:”Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra babası onu;yahudi,nasrani ve müşrik yapar.”[14]

İbni Abbas’dan;Kafirlerin çocuklarının cennetlik olduğu da[15] rivayet edilir.

-Çocukların eğitimlerinde hadisler[16] ölçü alınmalı,yahudilik ve hristiyanlıkta olmayıp,İslâmiyette olan farklı bir özelliği ki;rivayetleri Rasulullaha dayandırmalı,[17]sohbetlerde hadis ve sünnet kelimeleri geçmeli,[18]sahabeyi övüp,onlardan ve hayatlarından[19] bahisler açmalı,Peygamberlerin hayatlarını anlatmalı,büyük zatların hayatları anlatılıp ibret almaları sağlanmalı,onların çocukları nazara verilerek,onlar gibi büyüklüğe adım atmaları sağlanmalıdır.

Aksi takdirde çocukların nazarlarını başka alanlara çevirip,onlarla meşgul olmalarına sebeb olmak tıpkı Hz. Ömer zamanındaki kadının aç olan çocuklarını susturmak için taş kaynatmasına benzeyecektir. Ve insanların durumlarını araştıran Hz. Ömer onları bu durumdan kurtardığı gibi bize de bir Hz. Ömer gerekecektir ki,bu insanları ve çocukları böyle eğlence ve aldatmacalardan kurtarsın. Tükenen nesiller yerine,tükenmeyen nesiller yer almış olsun…

3-6-1996

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Kehf.46.

[2] Bak.Zaman gaz.8-1-1996.

[3] Bak. Zafer dergisi.Ağustos.1992.sh.23,agd.Eylül.1998.sh.14.

[4] Zaman gaz.10-9-1994.

[5] Aile Eğitimi. 1 / 156.

[6] Müsned.3 / 297,Tefsir-i Kebir. F. Razi. Terc. heyet. 22 / 549.

[7] Kenzul Ummal,T.Kebir.age. 23 / 221.

[8] Lem’alar.B Said Nursi.256.

[9] Emirdağ Lahikası. II / 66.

[10] Teğabün.14-15,Bakara.187,25,Tahrim.6, Emirdağ Lahikası.age. II / 41,(Birincisi),64,102,212,252,66(Rabian), Kastamonu Lahikası. B. Said Nursi.252, Mektubat. Agy.17.mektub, Şualar. B.Said Nursi.333,Lem’alar.age.277.

[11] Kur’an-ı Kerim-de adab-ı muaşeret. Doç. Z. Duman.141.

[12] Bak. Büyük sevablar. C. Yıldırım. 288,293,Bak.Kütüb-ü sitte.age. 2 / 485.

[13] İslam Tarihi. Mekke Devri. M. Asım Köksal. 1 / 181.

[14] Tirmizi. 4 / 447.

[15] Muhtasar Tefsir-i İbni Kesir. (Arapça) 3 / 606.

[16] Ma’ruf ve Münker. S. C. el-Amra. Terc.M. İslamoğlu.278,Kütüb-ü sitte.age. 1 / 495-496.

[17] Kütüb-ü Sitte.age. 1 / 499-500.

[18] Age. 1 / 491.

[19] Age. 1 / 518,522.




YIKILAN HAYAL VE ÂİLELER

YIKILAN HAYAL VE ÂİLELER

Evlenmeden önce düşünmüş ve evlenenlere benim için gizli olan noktalarını sormuştum.

Gerçi âilede yetişmiş,âileyi müsbet ve menfi olarak gözlemlemiştim. Ancak ne kadar yeterliydi?

Olaya birde başkasının gözü ve gözlüğüyle bakmak,özellikle bir öğretmen arkadaşa âilenin ve evliliğin zor ve güzel taraflarının ne olduğunu sormuştum.

Kolay demedi. Ancak bu âile hayatının yorucu durumu içerisinde çocuğunun kendisine gelerek-babacığım- deyip kucağına atlamasının,kendisi için büyük bir rahatlık olduğunu söylemişti. Âile yoruyor,rahatlatıcı durumlar o zorluğu gideriyordu.

Bu ise beni biraz daha ümidlendirmiş ve bir nebze olsun adım atmak için cesaretlendirmişti. Çünki gerek ben gereksede evlenecek olan kız,hiç tanımadığı,huyunu bilmediği bir insanla ömür boyu arkadaşlık yapacaktı. Elbet bu durum kolay değildi. Ancak yeterki,uyum ve anlayış olsundu.

Bu durum bana şu iki olayı hatırlatmıştı:

-Dünyada şöhret bulan,milyonlarca kasedi,milyonlarca alkışlayanı,trilyonları olan bir bayan sanatçının intihar etmeden önce yazmış olduğu not,ibretâmiz idi. Benim içinde düşünülebilirdi,bir baba olarak.Notta şu tek cümleyi söylüyordu:

“Eğer anne olsaydım,intihar etmeyi düşünmezdim.”

Âdeta şu mesajı veriyordu;Evlenmemek intihar etmektir.

Evlenen bahre düşer,evlad olursa ğark olur.

Sen kenarı bahri tut,evlenme sultanlık budur.

Tut ki kazara evlendin,sabredip artık otur.

Bir beladır başında sus,söylenme insanlık budur.(Tahirul Mevlevi)

Evlenmekle sultanlığı terk mi etmiş olacaktım? Ama birde âdet vardı. Her doğanın ölmesi gibi,her yaşayanında bir evlenmesi söz konusu idi.

O halde bu evlenilecek aday,kalbe mukabil bir kalb olmalıydı.

Durum hem erkek hemde kadın açısından değerlendirilmeli.

Hadisde:”Cennet annelerin ayakları altındadır.”buyurulmakta.Mantık oyunu demeden önce,birde şöyle düşünülmeli;”Cennet kızların değil,annelerin ayakları altındadır.”

-Aday Okumuş mu Olmalıydı?

Denk olmalıydı. Bu denklikte ne güzellik,ne zenginlik,ne neseb değil,din-ahlak ve diyanet noktasında bir denklik taşımalıydı.

Kadının erkekten aşağıda olması,bazı olumsuzlukları gemlemede rol oynar.

Bu adayın okumamış olması anlamına değildir.

Okumamışın ne derece yetiştirildiğine bağlıdır. Zira bir zamanlar,hâlada geçerli olmakta,kız çocukları okutulmazken yetiştirilmesi yapılmıyorsa,problem olacaktır. Bundan dolayı bazı büyükler evlenecek adaylara,okumamış olmayı tavsiye ederlerdi. Buda bir nevi elde kalan inançlı kimselerin çocuklarının iyi kimseleri gitmesini sağlamayı amaçlamakta idi. Terside mümkün. Âile iyi olmayan kız çocuklarının iyi birisine gitmesini sağlamak amacıyla her türlü iyi yönü gösterebilirler.

Önemli olanın anlayışlı,inançlı ve ahlaklı bir hanım,okumamış olanına tercih edilirken,okumamış,ahlaklı ve inançlı olanda,okumuş,ahlaki özelliği olmayana tercih edilir.

Âile ferdleri dünyanın kazanılmasında destekçi ve yardımcı olmaları göz önünde bulundurulur iken,âhiret hayatını berbad etmemeleri,kazanmalarıda göz ardı edilmemelidir.

Hadiste:“Kim kadınla güzelliği için evlenirse Allah onu rezil eder. Zenginlik için olanı fakir eder. Nesebi için olanı alçaltır. Dini için olanı huzurlu eder.”

-Çalışan Kadın Tercih Edilmeli mi?

Evvela kişi bunu kendi çocuğunu okutma,neyi,nasıl okutma ve çalıştırma düşüncesinde olup olmama,tercih edip etmeme yönüyle düşünmelidir.

Çalışan kadının gerek kendisi açısından,özellikle çocuğuyla ilgili ve terbiyesi açısından büyük riskleri vardır.

Göndereceği en iyi kreş kendisi kadar ilgilenemeyecektir. Bu aynı zamanda bir yük getirecek veya bir bakıcı tutacaktır. Kendisi memure olması hasebiyle giyimindeki farklılıklar ve giderler ayrı bir masraf çıkartacaktır.

Bu farklı gelir,farklı gider ve harcamalara sebeb olduğundan pekte maddi açıdan önemli bir faydası olmayacaktır.

Çalışan ve çalıştırılan hiçbir kadın için kimse memnun değildir. Zoraki olarak götürmektedir.

Evini,kocasını ve çocuğunu ihmalde işin cabası olacaktır.

-Öğretmenin Tecrübesi…

Kendisi görüşme usulüyle ve konuşarak evlenen bir öğretmen hanım,öğretmenler odasında evlenme ile ilgili bir konuşma esnasında önce şaşırdığım,sonrada hoşuma gidip takdir ettiğim şu görüşünü dile getirmişti;

6 yaşında olan çocuğunun,evlenme çağına geldiğinde,oğlunun bizzat kendisinin bularak evlenmesine karşı olduğunu,anne olarak kendisinin arayıp bulmak suretiyle evlendireceğini söylemişti.

Buna gerekçe olarakta;Çocuğunun sağlıklı düşünerek bir tercih yapamayacağını,his duygusuyla hareket edeceğini,bununda ilerisi için uygun olmayacağını söyledi.

Evet. Erkek galeyanda olan nefsini tatmin için karşısındakinde gerekli özellikleri aramayacağı,hissi davranacağı âşikârdır. Bu kadın içinde geçerlidir.

Nitekim uzun süren nişan süresinde tarafların birbirleriyle olan içli dışlı görüşmeleri,neticede ayrılmalara dönüşecektir.

-İlk geceden sonra başlayan âile içi münakaşalar;hep tarafların karşısındakinde aradığını,bulamama hayal kırıklığıdır.

Önceden aranmayan özellikler,sonradan bulunulmaya çalışılmaktadır.

Umduğunu bulamamıştır.

Toz pembe olan hayat ve âiledeki kapalılık ve tozluk ve pembelik gitmiş,yerini yersiz münakaşalar almıştır.

Aşk üzerine kurulan âile hayatında,aşk gitmiş yerini münakaşa almıştır.

Oysa aşkın yanına birde şefkat oturtturulmalıdır ki,devam etsin.

Şefkat ve merhametten mahrum bir âile hayatı,kadın için,öldürücü zehirli bir hayattır.

Hürmet ve saygıdan yoksun âile hayatıda erkek için,çekilmez bir yuvadır.

Âilenin devamı bu iki duygu olan Hürmet ve Merhamet üzerine oturtturulmalıdır.

-Münakaşa…

Âiledeki münakaşanın ana sebebi;iletişimsizliktir ki;itişmelere sebeb olur. Buda tarafların birbirlerini anlamama,anlayamama,anlatamama veya anlamak istememelerinden kaynaklanır.

Münakaşanın en büyük zararı;âile içerisinde büyüyen çocuklaradır. Âile huzursuz olurken,onun büyük fatura ve bedelini çocuklar ödemektedir. Ya huysuz olur veya psikolojik dengesizlikler onlarda görülmeye başlar. En azından zihinde kalan fotoğraflar bir gün depreşir.

Bir ömür boyu etkisi –şuurlu veya şuursuz olarak – onlarda görülür.

Uyumsuz aile,uyumsuz doku gibi ve doku nakli gibidir.İstenmeyen ve birbirlerini istemeyen aile ferdleride birbirlerinin uyumsuz dokuları mesabesindedirler.

-Boşanma…

İngiliz ajan Hempher Müslüman-Türk milletinin yıkımının,bu milletin âile hayatının çökertilmesiyle mümkün olacağını söylemektedir ki,doğrudur.

Âile küçük bir toplum,toplum büyük bir âiledir.

İlâhiyatçı olan müdürümüz Hukukuda bitirmek üzere iken,ne yapacağı kendisine sorulduğunda;Boşanma davalarına bakacağını söylemişti. Özellikle İzmir gibi yerlerde bu durumun dahada çoğunlukta olduğunu ifade etmişti.

Mesela Halis Toprak adındaki bir iş adamının,boşamış olduğu hanımına trilyonları vererek avukat ücreti olarak verilecek paranında payı azımsanmayacak kadar büyüktür.

Kronikleşmesini önlemek amacıyla;Allahın boşanmayı helal görüp,fazla kızmış olduğu bir olaydır,boşanma…

Taraflar mümkün mertebe emanetine aldığı kişiyi,emin olarak korumalı,başka alternatifin olmadığı en son noktada öyleki ölümü tercih etmeye,düşünmeye götürecek durum halinde boşanmayı seçmelidir.

Allahın en fazla kızdığı bir helaldır boşanma. Çaresizliğin en son çaresi olarak varılacak son çaredir boşanma…

Cahiliye döneminde talak bilinir mi?diye İbni Abbasa sorulduğunda cevaben;Evet,bilinirdi. Bain olarak üç talak vardı,diyerek Beni Kays bin Sa’lebelerden Aşâ-nın bu husustaki beyitlerini okudu.[1]

Batı dünyasında âile hayatı çökük olduğundan dolayı,elbise değiştirir gibi kadın değiştirilmektedir. Burada harcanan ise kadındır. Birde çocuğun olduğunu düşündüğümüzde,ömür boyu onun sıkıntısınıda yüklenmiş olacaktır.

Bu kadar sıkıntılarına rağmen,bizdeki ömür boyu bir kadınla yetinmeye hayret etmektedirler. Oysa hayret edilecek,âilesiz bir hayatın hayat olarak devam ettirilmeye çalışılmasıdır.

Kopuk hayatın,kopuk insanları…

Bugün içinde bulunan toplumumuzda aynı noktaya itilmektedir.

O halde sonunda düşüneceğimiz noktaları,başlangıçta düşünüp,ona göre tercih yapmalıyız.

Her yola baş vurduktan sonra kısmete rıza göstermeli. Hayatı bir okul gibi geliştirerek sürdürmelidir.

İman-ibadet-ahlak içerisinde devam eden bir âile hayatı;cennet hayatıdır.

Âyette:”Kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yarattık.”

Eşler birbirlerinin huzur kaynağıdırlar,öyle de olmalı ve kalmalıdırlar. Zira hayat âile olarak başlar,öylede devam edip,öyle son bulur. Cennet hayatıda âile hayatı ile devam eder.

-Kadının Sadakati…

Bir dostumun dükkanında bulunurken,Almanyada çalışan bir bay ve bayan karı-koca gelmişlerdi. Aralarındaki samimiyetten dolayı o dostum,seçim zamanı olduğundan erkeği ikna edemeyeceğini anlayınca kadına dönmüş ve şöyle demişti;Bacı,kocanın verdiği o partiye verme. Kadın ise;o hangisine verirse,bende ona veririm. O cehennemede gitse,bende onunla beraber giderim. Hayret etmiş ve hayran kalmıştım. Çünki tam bir sadakat ve emniyet duyuyordu. Âile için ise bu en büyük bir şarttı.

Buradaki yanlışta ısrardan ziyade,kocasına olan bağlılığını simgelemiş olmasıydı.

Sadakat ve Emniyet. Birbirlerine bağlı ve güven duyan bir âile,kopmaz ve koparılamaz bir âiledir.

-Kadın Evini Sevmeli…

Kadının gözü ve hevesi dışarıda olmamalıdır. Evini seven kadın,evinde olanlarıda,âilesinide sevecektir.

Evini seven kişi,evine bağlı kalacaktır. Bu aynı zamanda erkek içinde geçerlidir. Evini sevmeyen erkek,huzuru başka yerlerde arayacak,soğukluk ve kopukluk baş gösterecektir.

Süslenirkende evine göre değil,dışarıdakileri göz önünde bulundurarak süslenecektir.

Nitekim Beyin biri karısına bir elbiselik almak ister. Ancak bir türlü beğenemez. Gider davulcunun yanına. Ona şuradan karısı için bir elbiselik beğenmesini söyler. Davulcu şaşırır. Ben senin hanımının neyi seveceğini ne bileyim,der.

Adam ise;Karım elbise alırken benim için almıyor,sizin karşınızda nasıl bir elbiseyle oynayacağını düşünerek alıyor. Yani kendini bana değilde,size beğendirmek için aldığından,elbiseyide sen benden daha iyi bilirsin deyip ona seçtiriyor.

Kadın ibadetini olabildiği kadarıyla yapmalı. Zira onların hizmeti ve onlara hizmet eksiktir. Kadın hayızlı iken camiye giremez,kâbeyi tavaf edemez,ancak tavaf ederken hayız durumu olsa;tavaf eder,sonra kurban keserek,kabulü için dua eder.

-Kadın Sorumsuz mu?

Olur olmaz,ceviz kabuğunu doldurmaz meselelerden münakaşa mı çıkarıyor? Sizi anlamıyor,anlıyamıyor,anlamak mı istemiyor? Gücünüzün üzerinde isteklerde bulunup,sizi zora hatta ğayrı meşru kazançlara mı sevkediyor? Evinize bakmıyor,yemek yapımında ihmal gösterip,malınıza sahiblik etmiyor mu? Zamanlı zamansız yatıp,istediği zaman kalkıp ileri asıyormu? Öğlene kadar uyuyor,gidişinizden,çocuklarınızın aç olarak okula gitmesinden rahatsız olmayıp,sorumsuzluk mu yapıyor? Siz dış işleriyle ilgilenirken,o iç işleriyle ilgilenmiyor mu? Çocukların sadece midesini düşünürken,eğitim ve terbiyelerini ihmal mi ediyor? Âilenize gerekli saygıyı göstermiyor,çocuklarınızla ilgilenmiyor mu? Evinize geldiğinizde gerekli sıcaklığı ve tebessümü görmüyor,senin tabirinle dır-dır larla mı,şikâyetlerle mi karşılaşıyorsun?

Veya sayamadığım,senin bildiğin bazı olumsuzluklar mı var?

Veya bütün bu durumlar senden kaynaklanıyor da,sen mi sorumsuz davranıyorsun?

Evine sahib olmuyor,ilgilenmiyor,zamanlı zamansız geliyor,evi otel ve lokanta olarak mı kullanıyorsun? Çocukların ve hanımınla ilgilenmiyor musun? Onların yetişmesinde ne gibi bir katkıda bulunuyorsun? Başkasıyla ilgilendiğin kadar çocuklarınla ilgileniyor musun?

-Başkalarıyla İlgilendiğimiz Kadar….

Sürekli büyüklerle yapılan istişarelerde aynı konu bir çok defa gündeme gelirdi. Başkalarının çocuklarıyla ilgilendiğimiz kadar,kendi çocuklarımızla ilgileniyormuyuz? Başkalarıyla ilgilenmek için onları arayıp bulmaya gerek yok,işte evinde ve elinin altında;kendi evladın.

Herkes bundan muzdarip,herkes bunun çözülmesini ve hayata geçirilmesini arzu etmektedir. Ancak eksiklikler devam etmektedir. Bazen gerçekleri dile getirerek,bazende nefsi müdafaada bulunarak. Marangozun kapısı olmaz,terzinin elbisesi yırtık olur,ayakkabı tamircisinin ayakkabısı tamire muhtaçtır,öğretmenin kalemi olmaz,vs.vs…

Bende bir gün oğlumun başarısızlığından dolayı okula gitmiş,şunu söylemiştim. Ben her yıl binlerce talebe ile uğraşıyorum,bana ağır gelmiyor. Ancak bir çocuk bana ağır geliyor. Kendi çocuğum…

Adıyamanın eşrafından merhum Mahmut Allahverdi abimiz,ölene kadar durmadı,ölüm onu ancak durdurabildi. İnsanlarla,gençlerle ilgilenmekten,çocuklarıyla ilgilenmeye vakit bulamazdı. Çocuklarıda bundan şikâyetçiydi.

Tâ bizi ziyaret için Yozgat / Yerköye gelmiş,ogün doğan çocuğumuzun isminide kurmuştu. Acaba âile içi durumu nasıldı?

Bu amaçla oğlu Feyziye sordum. Oda içini dökerek şöyle anlatmıştı;Babam bizimle pek ilgilenmezdi,zaten evdede pek kalmazdı ki… Dışarıdan arayan bile onu evde bulamayacaklarını bildiklerinden dolayı gece 1030-dan sonra veya sabah namazı esnasında ararlardı. Başka türlü bulamazlardı.

Nitekim bir gün kızmış ve babama çıkışarak;Baba bir gün olsun seni evde doğru dürüst göremiyoruz. Başkaları seni bizden daha çok görüp,istifade ediyor. Nedir bu? Başkalarıyla ilgileniyor,bizimle ilgilenmiyorsun? Talebelerin bile para ihtiyacını karşılıyor,bize vermiyorsun?

Sertte olsa soru haklı ve meşru hakkı idi Feyzinin… Ancak cevab ise ondan geri değildi.Haklısın deyip,devam etmişti;

-Allahım!Eğer benim için ne yaptın diye beni hesaba çekersen;işte evladımı kendime isyan ettirecek derecede senin rızan için çalıştım ve koşturdum.

Cevab doğru ve mantıklı olsada,yeterli değildi. Üstün bir fedakârlık ruhunun bir yansıması idi.

Çünki kişi birinci derecede elinin altındakilerden sorumlu idi.

Hadiste:”Hepiniz çobansınız. Hepiniz raiyyetinizden,güttüklerinizden sorumlusunuz.”

Ancak bu sözü merhum değilde,başkası söylemiş olsa idi,sorumluluktan ve vicdan azabından kurtulmak için söylenilmiş olduğuna inanacaktım. Bu ise onun samimiyetinden şüphe etmeyi mümkün kılmaz.

Âile ferdler tarafından bir bütün olarak düşünülmeli,bütünlüğü korunmalıdır. Cüzlerden meydana gelen bir kül ve bütün olsada,parçalara ayrılmayan bir bütün olarak telakki edilmelidir.

-Erkek Evin Direği,Kadın Erkeğin Direği…

Hz. Haticenin öldüğü yıla –Hüzün yılı- denilmektedir. Peygamberimizin hayatındaki tek hüzün yılı,hanımı Hz. Haticenin öldüğü yıldır. Peygamberimizi ayakta tutan her ne kadar kendi şahsiyeti isede,maddi ve mânevi hayatının her safhasında yıkılmayıp ayakta kalmasında,hayatına ümid olmada hanımı Hz. Haticenin büyük desteği olmuştur. Hedefe varmada onun payı büyüktür. Peygamberliğin ilk anında telaşını gidermiş,herkes inkâr ederken ilk inanan o olmuş,madden desteklemiş ve ona güç vermiştir. Peygamberimizde onu kadınlar içerisinde farklı kadın olarak değerlendirmiştir.

Erkeğin ayakta kalabilmesi,kadının ayakta tutabilmesine bağlıdır.

Kadın bir erkeği azizde eder,zelilde…

Hadiste:”Kişinin takvadan sonra en hayırlı işi saliha hanımdır. Ki ona baktığında rahatlar. İyi bir halef olur.”

“Elbet sefil olursa kadın, alçalır beşer” (Tevfik Fikret) kadın üreten bir varlık.erkek dal,kadın çiçek. Çiçek dalla kâim,dal çiçeksiz zalim,ne varlık olur nede çalım. Birbirini tamamlayan iki satır,ikisi bir cümle. Bağışlayın,biri at ise,diğeri semer. Biri gaz,diğeri fener.

-Evlenecek Aday…

Akrabamdan bir genç,bocalama devresi içerisinde idi. Okul-iş-evlenme kıskacında yorulmuştu. Âdeta herkesten kaçıyordu. Banada o kaçışla geldi. Netleşen değil,bocalayan bir görünümü vardı.

Evlilik konusunda sordu.

Bende kendisine Kur’an-Hadis ve İslâm bilginlerinin hep tavsiye edici ve teşvik edici olduklarını,hayattan örneklerle açıkladıktan sonra;

Son olarakta bütün bunlarla beraber birçok zorluk ve sorumluluklarınında bunu takiben başladığını anlattım.

Deniz sakin görünmekle beraber,derin ve derinden akmaktadır.

Âilede iki farklı dünyanın insanları,birbirlerini tamamlamak amacıyla bir araya gelmişlerdir. Fırtına ve dalgalarıda o nisbette büyük ve derindir.

Bir batılınında yabana atılmayacak olan şu görüşünü naklettim:”Evlenmek ahmaklıktır. Evlenmemek en büyük ahmaklıktır.”

“Şerri kalil için,hayrı kesir kabul edilir,terkedilmez.”

Âile hayatında problem oluşturulmayıp,çözülmeli. Gelenek ve göreneklerle âile yük altına sokulmamalıdır.

Farklı güzellikler farkedilmelidir. Medeni kadının inceliği ve nezaketi,köylü kadının fedakârlığı,erkenden kalkıp işlerin üstesinden gelişi,kiminin becerikliliği,farklı insanlardaki bu güzellikler tesbit edilip bir araya gelmelidir.

-Düğün Merasimi…

Düğün merasimleri her iki tarafın anlayışı ve anlayışlılığıyla gerçekleştirilmelidir.

İslâmi usullere göre düğünler yapılmalıdır.

Nişanlanan bir öğretmen arkadaşımız bir gün düşünceli ve sıkıntılı görünüyordu. Sebebini sorduğumuzda ilk sözü şu olmuştu;Evlenmekten vaz geçeceğim.

Sebebini ise şöyle anlatıyordu; Yozgat / Akdağmadeninin köyü olan köyümüzde bir âdet vardır. Dindar olsun olmasın,namaz kılsın kılmasın mutlaka düğünler içkili yapılır. Ben ise bunu engelliyemiyorum. Ondan dolayı vaz geçeceğim,demişti.

Bizde kendisine yardımcı olmak amacıyla,niyetini bozmamasını söyleyerek bir gün öncesinden bir münibüsle köylerine vardık. Babası ve amcalarını toplayarak ikna ettik. Veya öyle görünmüşlerdi.

Ve arkadaş evlendi. Sonradan içki içilip içilmediğini sorduğumuzda,gizlice içilmiş olduğunu söyledi.

-Yozgat / Yerköy ilçesiki on binin üzerinde mâneviyatı olan bir yerdir. Buradada bir arkadaş mevlitli ve yemekli bir düğün tertib ettiğinde,bir konuşma yapan ilçe müftüsü şu tesbitte bulunmuştu:-Arkadaşımızınki mevlidli yapılan düğünlerimizin 71.cisidir.

Düğün yapacak kişi ayağını yorganına göre uzatmalı. Eşyayı zaruri olan ihtiyaçlar sıralaması içerisinde tedarik ederek,zamana yaymalıdır.

İyisini alıp,tekrar değiştirme durumuna girmemelidir.

Düğün günü akraba ve dostlar çağrılıp,mevlid ve sohbet yapılmalı,bir yemek vererek fazla israftan kaçınmalıdır.

Bilenlerle istişare etmeli,yardımcı olunmalıdır. Bilinmelidirki,evlenen ile ev yapana Allah yardım eder. Allah yardımcısı olsun.

Evlenen kimseye dost ve yakınları hediye ve yardımda bulunmalı ancak mesela Kırşehirde gördüğüm açık arttırmalı bir usulle,falan şu kadar verdi,filan bu kadar verdi,başka….gibi ifadelerle bazılarının mahcub olabilecekleride düşünülmelidir.

-Bir Hatıra…

Bediüzzamanın talebelerinden Doktor sadullah Nutku’ya,meslek hayatında en ibretli bulduğu bir hatırasını anlatması istenildiğinde şöyle der:

Bir gün muayene için yaşlı bir kadın getirmişlerdi. Muayene esnasında kadın aniden ölmüştü. Artık yapacak bir şey yoktu. O sırada kadının beyi;

Zaten pekte hoşnut değildim. Devamlı dır-dır ederdi,diye şikâyetlerde bulundu.

Birden ölmüş olan kadın yattığı yerden doğrularak;Hayır,yalan söylüyor. Bana az mı çektirdi,deyip geri düşmüştü

Hepimiz bu olaya çok şaşırmıştık.

Acaba bizler nasılız? Hangi durumdayız? Giderken nasıl gideceğiz? Hoşnud olarak mı?

-Bediüzzaman hazretlerine kardeşi Abdulmecid Efendi,kendisinden on yaş büyük olmasına rağmen,kadınlara ilgi duymamasının sebebini sorup,acaba o duygu sende yokmu?dediğinde Bediüzzaman;

Ben şimdi evlensem 20 kadınla evlenebilirim. Ben mahfuzum. Yatağada girsem,hizmetin kudsiyeti bana onu düşündürmüyor,der.

-Bediüzzaman hazretleri talebeleriyle birlikte bir mezardan geçerken,yeni gömülmüş bir mezarın başında durur ve talebelerine gitmelerini söyler. Kendisinden iki yaş büyük olan Molla Rasulün dışında hepsi gider.

Tefekküre dalar ve bir ara tebessüm eder. Ayrıldıkları sırada Molla rasul ısrarla tebessümünün sebebini sorduğunda,Bediüzzaman şöyle izah eder:

Bu yeni konulmuş bir kadın mezarı idi. Kadın ipe boncuk saplarken ölmüş olup,kabrindede ipe boncuk saplamakla meşguldü. Öyleki,kıyamet kopacağı zaman diyecekki;Allah ,Allah. Nede çabuk kıyamet koptu. Daha ipe boncuğumu saplamadım.

Hadiste:”Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz,nasıl ölürseniz öylede dirilirsiniz.”buyurulur.

Âile hayatımız nasıl?Nasıl yaşamaktayız? İpe boncuk saplamakla mı?Yoksa boncukları tesbih yapıp çekerek,alemleri tesbih tanesi gibi tefekkür ederek mi?

Âhirette –inşaallah- tekrar beraber olacağımız âilemizde güzel hatıraları hatırlayacak hatıralar bırakmalı,orada mahcub olmamalıyız. Mahcub olacak durumlara düşmemeliyiz.

-Çocuklarımızla Nasılız?

Önce yaşantımız ile onlara örnek olmalıyız.

Orta birdeki oğlumun derslerle ilgisizliğini anket yaparak öğrenmek istediğimde;başarısızlığının sebeblerinden biri olarak sürekli,ısrarla çalış demem,çalışmasını istemem idi.

İlgisizlik menfi tesir yaptığı gibi,ısrarda olumsuz izler bırakıyordu.

Çocuklarımız biz değil,kendileridirler. Kendileri olmalıdırlar. Kendileri olmalarına yardımcı olmalıyız.

Bazen çocuklarımızla çocuk olmalı,bazende büyüklüğümüzü hatırlatmalıyız.

Bilindiği üzere,Bir gün peygamberimiz torunlarını öpüp sevdiği bir sırada sahabenin birisi kendisinin on çocuğu olduğu halde hiç birini öpmediğini söyleyince peygamberimiz cevaben;

-Allah senin kalbinden şefkati çıkarmışsa ben ne yapayım.

-Kendimizi her şeyden evvel evladlarımıza kabul ettirmeliyiz.

-Çocukların yetişmesi için başka uygun yerlere göndermeli.

-Şefkat su-i istimal edilmemeli. Yani şefkatten dolayı sırf çocuğun uykusunun kaçmaması veya yorulmaması için sabah namazına kaldırmamazlık etmemeli.

“bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkil bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa peder ve vâlidesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve vâlidesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi bela olur. Âhirette de onlara şefaatçi değil, belki davacı olur. Neden imanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız?”[2]

-Hissi durumlardan kaçınılmalı.

-Çocukları yaşlarına göre değerlendirmeli. Nitekim İmamı Âzam zamanında 8 yaşındaki alim bir çocuk acıktığında ağlayıp yiyecek isterken,alimliğinide alim olarak yürütür.

Hitabı duruma göre yapmalı. Yaşa ve zamana göre tavır almalıdır. Nitekim İbni Sina çocukken oyun oynadığında bundaki büyüklüğü sezen ferasetli bir ihtiyar;Sen büyük adam olacaksın. Sana oyun yakışır mı?sorusuna cevaben;Her yaşın bir yakışığı vardır,der.

-Kişi çocuğuna verdiğini isteyebilir,vermediğini değil.

-Çocukların beşte bir keyfi hevesatlarına müsaade etmek gerekirken,meşru ve helal daire içerisinde olmasına dikkat edilmelidir.

-Sinema ve tiyatro gibi eğlenceler,birer şaraptır,sarhoş eder.

-Kişi evladını seviyor gibi değil,sevdiğini aynen göstermeli. Nitekim Efendimiz:”Bir kimseyi sevdiğinizde ona –Sizi seviyorum.-deyin,der.

-Çocuğunu terbiye eden,haliyle ve kaliyle örnek olmalıdır.

-Anne ve baba uyum içerisinde bulunmalıdır.

-Evde tezekkür ve sohbette bulunulmalıdır.

-Çocuğun kimlerle gezdiğine bakmalı,dikkat edilmelidir.

-Hataları yüze vurmadan,ölçülü tedip etmek.

-Kabiliyetlerine göre davranıp,teşvik etmek.

-Çocuğun zahmetsiz büyümesi engellenmelidir. Hayatı tanımalıdır.

-Hayata atılacakları zaman;onlara içtima-i ve hayatın siyaseti dersi verilmelidir.

-Yalan ve ölçüsüz olmamalı.Mesela;peygamberimiz savaş için yer tesbitinde tanımayıp gören birisi;Ne aradıklarını sorduğunda ona cevaben:”Nahnu min Irak.Yani;-Biz Irakdanız.- İki mânayada gelir;Irak şehrinden de olur,uzaktan anlamınada gelir. Böylece yalan söylenilmemiş olunur. Söylenilmeyecek bir şey bile olsa,yalan olmamalıdır.

-Kur’anda:”Onlar onu (Muhammedi) evladlarını bildikleri gibi bilirler.”[3]buyurulur. O halde baba evladını biliyormu? Nasıl ve ne kadar biliyor? Burada onlar sorumluluktan evladlarını bile bilmiyorlar. Veya o derece evladlarını biliyorlarki,seni de o kadar bilip inat ve cehaletlerinden kabul etmiyorlar. Veya evladlarını bile bilip sorumluluklarını yerine getirmiyorlarki,seni bilip sana olan vazifelerini yerine getirsinler!

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Heysemi.Mecmauz-Zevaid. 6 / 303-310, 9 / 278-284,Bak.Talak.1,İslam Tarihi.A.Köksal.Medine Devri.5/184.

[2] Emirdağ Lahikası.B.Said Nursi. 1 / 40.

[3] Bakara.146,En’am.20.




EDEB VE EDEBİYAT

EDEB VE EDEBİYAT

*“İnsan fezailden neye erişirse edeble erişir.”[1]

*-Edebden mahrum olan,Rabbin lutfundan da mahrum olur.”

“Gezdim Haleb ile şam’ı

Eyledim ilmi taleb

Meğer ilim bir hiç imiş

İlla edeb illa edeb…”

Hayatını edebden uzak günah kirleriyle,zina içerisinde harama yönelerek geçiren bir insan,budanmamış bir odun ve kütük gibidir.

Asr-ı saadette Peygamberimiz (A.S.) Ashabıyla beraber bulunuyordu. Bir genç çıkageldi ve çok saygısızca:
– Ya Resulallah! Ben falanca kadın ile arkadaş olmak olmak istiyorum, onunla zina yapmak istiyorum dedi.
Ashab-ı Kiram, bu durumdan çok öfkelendiler. İçlerinden gazaba gelerek genci dövmek ve huzuru Resulullah’dan çıkarmak isteyenler oldu. Bazıları bağırıştılar. Çünkü genç çok hayasız konuşmuştu.
Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) bırakın o genci buyurdu. Resulullah, genci yanına çağırdı, dizinin dibine oturttu. Gencin dizlerini kendi mübarek dizine değdirecek bir şekilde oturttu ve:
– Ey genç, birinin annenle bu kötü işi yapmasını ister misin? Bu çirkin hareket hoşuna gider mi? diye sordu. Genç hiddetle:
– Hayır Ya Resulallah, diye cevap verdi. Resulallah:
– Öyle ise o çirkin işi yapacağın kimsenin evlatları da bundan hoşlanmazlar. Sonra:
– Peki, bu çirkin işi senin kız kardeşinle yapmak isteseler, sever misin? diye sorduklarında genç :
– Hayır, asla! diyerek hiddetleniyordu. Şu halde insanlardan hiç kimse bu işi sevmez buyurdu.
Sonra Hz.Peygamber (A.S.) mübarek elini bu gencin göğsüne koyarak şöyle dua etti:
– Allah’ım! Sen bu gencin kalbini temiz kıl. Namusu ve şerefini muhafaza eyle ve günahlarını da bağışla, buyurdu.
Genç, Resulallah’ın huzurundan ayrıldı. Bir daha günah işlemediği gibi böyle bir kötü düşünce aklından bile geçmeden yaşamış!
Rasulullah;-Kadınlarınızın namuslu olmasını istiyorsanız,başkalarının kadınlarına yan gözle bakmayınız.”buyuruyor.

Edeb ve terbiye erkekte olursa güzeldir,ancak kadında olursa daha güzeldir.

Edeb bir tâc imiş nur-u hudadan

Sen giy o tâc-ı kurtul her belâdan.

Özellikle edibler edebli olmalıdırlar,hem de edeb-i islâmiye ile edeblenmiş olmalılar.

Edibleri her türlü yazarlardan en bâriz vasıfları,edebleridir.

Fuzuli,Bâki,Nâbi,Yunus,Mevlâna gibilerini diğer insanlardan ayıran en belirgin özellik,onların edebleridir.

Edeb her şeyden önce;kişinin her konuda haddini,hududunu,kendini bilmesidir.

Edebi olmayan edebiyatçı olamaz,edebi konuşamaz,edebiyat yapamaz,yapmaya da hakkı yoktur.

Edebi olmayan her söz ve uygulama,Rafine edilmemiş,Revizyondan geçirilmemiş,İşlenmemiş bir madde ve madendir.

Edeb fıtrattır.Fıtrata uygun olmayan bir şey,edebe de aykırıdır.

Sünnet bir edebtir.Allah edebin her çeşidini Efendimizde cemetmiştir.

Edeb;dilde,gönülde,fizikte,metafizikte,âdab-ı muaşerette ölçülü hareket etmektir.

Yasaklar edebi sağlamak ve muhafaza altına almak içindir.

İbadetler edebtir.

Namaz,Fuhşiyat ve münkerattan koruyucu edeb bekçisidir.

Edebli toplumlar,kültürlü toplumlardır.Kültür edebin bir şubesidir.

Kıyametin kopması esnasında insanlardan ilk kaldırılacak en değerli şey,edebdir.

Edebin toplumdan kalkması,kıyametin ilk habercisidir.

Edeb kalkmadıkça,kıyamet kopmaz.

Bu konuda Bediüzzaman;

*“Haysiyet ve namus ise, edebsizlerin te’dibini ister.”[2]

*Edebsizlik yeryüzünün birer pisliğidir.[3]

*Kur’an-ı Hakîm edeb-i muaşeretdir.[4]

*”Âlet-i tenasül-i insan, insan nazarında bahsi hacalet-âverdir. Fakat şu perde-i hacalet, insana bakan yüzdedir. Yoksa hilkate, san’ata ve gayat-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edebdir, hacalet ona hiç temas etmez.”[5]

*Kur’an-ı Hakîm menba-ı edebdir.[6]

*” Şeytan münafî-i edeb çirkin halleri tasvir eder. Kalbe “Eyvah” dedirtir. Ye’se düşürtür. Vesveseli adam zanneder ki kalbi, Rabbine karşı sû’-i edebde bulunuyor. Müdhiş bir halecan ve heyecan hisseder. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister.”[7]

“Dinle ey bîçare! Nasılki, senin namazın edeb-i nezihanesinin vesilesi olan zahirî taharete, batnının bâtınındaki necaset ona tesir etmez ve bozmaz.”[8]

*” Bir edebsizin yüzünden, bazan olur ki, bir memleket harab olur.”[9]

*” Esfel-üs safilîne giden o edebsiz zalimler cezalarını buldular”[10]

Hem nasıl medeniyet-i hazıra, hikmet-i Kur’anın ilmî ve amelî i’cazına Öyle de: Medeniyetin edebiyat ve belâgatı da, Kur’anın edeb ve belâgatına karşı mağlub oluyor. [11]

*” Cin ve insin hattâ şeytanların netice-i efkârları ve muhassala-i mesaîleri olan medeniyet ve hikmet-i felsefe ve edebiyat-ı ecnebiye, Kur’anın ahkâm ve hikmet ve belâgatına karşı âciz derekesindedirler.”[12]

*“Mü’minlerin de, böyle edebsiz ehl-i isyana karşı dayanmak için Cenab-ı Hakk’ın çok inayatına muhtaçtırlar.”[13]

*“Edebsiz adam, te’dib suretiyle hapse atılır.”[14]

*“Zira küçük bir hâkimin küçük bir izzeti, küçük bir gayreti, küçük bir celali bulunsa; bir edebsiz ona serkeşane dese: “Beni te’dib etmezsin ve edemezsin.” Herhalde o yerde hapishane yoksa da, tek o edebsiz için bir hapishane teşkil edecek, onu içine atacaktır. Halbuki kâfir,”[15]

*“Hem üdeba-yı İslâmiyenin meşhurlarından bedbînlikle maruf Ebu-l Alâ-i Maarri ve yetimane ağlayışıyla mevsuf Ömer Hayyam gibilerin, o mesleğin nefs-i emmareyi okşayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat ve kemalden bir sille-i tahkir ve tekfir yiyip; “Edebsizlik ediyorsunuz, zındıkaya giriyorsunuz, zındıkları yetiştiriyorsunuz” diye zecirkârane te’dib tokatlarını almışlar.”[16]

*Her asrın bir edebî rütbesi vardır.[17]

“Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvari nazarla, Kur’anda olan letaif-i ulviyet, mezaya-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.

Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelan; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz:

Ya aşkla hüsündür, ya hamaset ve şehamet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabani edebse hamaset noktasında hakperestliği etmez.

Yine ondan gelen, dalaletten neş’et eden ruhun ızdırabatına o edebsizlenmiş edeb (müsekkin hem münevvim); hakikî fayda vermez.İştihayı kabartır, hevesi tehyic eder, his daha söz dinlemez. Kur’andaki edebse hevayı karıştırmaz.

Avrupazade edebse fakd-ül ahbabdan, sahibsizlikten neş’et eden gamlı bir hüznü veriyor, ulvî hüznü veremez.

Kur’anın edebi ise: Öyle bir hüznü verir ki, âşıkane hüzündür, yetimane değildir. Firak-ul ahbabdan gelir, fakd-ül ahbabdan gelmez.

İkisi birer şevki de verir: O yabani edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasit; ruha ferah veremez.”[18]

*”Risale-i Nur’da müstesna bir edebiyat ve belâgat ve îcaz, nazirsiz, cazib ve orijinal bir üslûb vardır. Evet, Bediüzzaman zâtına mahsus bir üslûba mâliktir. Onun üslûbu, başka üslûblarla müvazene ve mukayese edilemez. Eserlerin bazı yerlerinde, edebiyat kaidesine veya başka üslûblara nazaran pek münasib düşmemiş gibi zannedilen bir noktaya rastlanırsa, orada gayet ince bir nükte, bir îma veya ince bir mana veya hikmet vardır. Ve o beyan tarzı, oraya tam muvafıktır. Fakat o ince inceliği, âlimler de birden pek anlamadıklarını itiraf etmişlerdir. Bunun için, Bediüzzaman’ın eserlerindeki hususiyet ve incelikleri, Risale-i Nur’la fazla iştigal etmemiş olanlar, birden intikal edemezler.”[19]

*”Büyük şâirimiz, edebiyatımızın medar-ı iftiharı merhum Mehmed Âkif, bir üdebâ meclisinde, “Viktor Hügo’lar, Şekspirler, Dekartlar; edebiyatta ve felsefede, Bediüzzaman’ın bir talebesi olabilirler.” demiştir.”[20]

*Sünnet,şeriatın bir edebidir.[21]

*Âdâb-ı Nebevîye muhalefet onların nurundan ve o hakikî edebden istifade etmemektir.[22]

*”Sünnet-i Seniye, edebdir. Hiçbir mes’elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın! Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: : Yani: “Rabbim bana edebi, güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş.” Evet siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyeyi bilen, kat’iyyen anlar ki: Edebin enva’ını, Cenab-ı Hak habibinde cem’etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyesini terkeden, edebi terkeder. -Bîedeb mahrum bâşed ez lûtf-i Rab -(Edepsiz kişi Allah’ın lütfundan mahrum olur.)kaidesine mâsadak olur, hasaretli bir edebsizliğe düşer.”[23]

*”Sual: Herşeyi bilen ve gören ve hiçbir şey ondan gizlenemeyen Allâm-ül Guyub’a karşı edeb nasıl olur? Sebeb-i hacalet olan haletler, ondan gizlenemez. Edebin bir nev’i tesettürdür, mûcib-i istikrah hâlâtı setretmektir. Allâm-ül Guyub’a karşı tesettür olamaz?

Elcevab: Evvelâ: Sâni’-i Zülcelal nasılki kemal-i ehemmiyetle san’atını güzel göstermek istiyor ve müstekreh şeyleri perdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek cihetiyle nazar-ı dikkati celbediyor. Öyle de: Mahlukatını ve ibadını sair zîşuurlara güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri, Cemil ve Müzeyyin ve Latif ve Hakîm gibi isimlerine karşı bir nevi isyan ve hilaf-ı edeb oluyor.

İşte Sünnet-i Seniyedeki edeb, o Sâni’-i Zülcelal’in esmalarının hududları içinde bir mahz-ı edeb vaziyetini takınmaktır.”[24]

*”Nasılki bir tabib, doktorluk noktasında bir nâmahremin en nâmahrem uzvuna bakar ve zaruret olduğu vakit ona gösterilir. Hilaf-ı edeb denilmez. Belki edeb-i Tıb öyle iktiza eder, denilir. Fakat o tabib, recüliyet ünvanıyla yahut vaiz ismiyle yahut hoca sıfatıyla o nâmahremlere bakamaz. Ona gösterilmesini edeb fetva veremez. Ve o cihette ona göstermek, hayâsızlıktır.”[25]

*“Esma-i cemaliye ve kemaliye ise, melaike ve ruhanî ve cinn ve insin nazarında güzelliklerini, mevcudatın güzel vaziyetleriyle ve hüsn-ü edebleriyle göstermek isterler.”[26]

*”Hayal veya fikir âyinesinde küfriyatın ve şirkin akisleri ve dalaletin gölgeleri ve şetimli çirkin sözlerin hayalleri, itikadı bozmaz, imanı tağyir etmez, hürmetli edebi kırmaz.”[27]

*“Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine karşı imtihan tarzı sû’-i edebdir, ubudiyete münafîdir.”[28]

*“ Edeb-i Furkanî ile edebleniniz!”[29]

*“Hâlık-ı Rahîm’in hazır nâzır olduğunu düşünüp, ondan başkasının teveccühünü aramayarak; huzurunda başkalarına bakmak, meded aramak o huzurun edebine muhalif “[30]dir.

*“Hem edebiyatça en ileri bulunan Arab edibleri, -İslâmiyete girmeyenler- şimdiye kadar muarazaya pekçok muhtaç oldukları halde Kur’anın i’cazından yedi büyük vechi varken, yalnız birtek vechi olan belâgatının, (tek bir surenin) mislini getirmekten istinkâfları ve şimdiye kadar gelen ve muaraza ile şöhret kazanmak isteyen meşhur beliglerin ve dâhî âlimlerin onun hiçbir vech-i i’cazına karşı çıkamamaları ve âcizane sükût etmeleri; Kur’an mu’cize ve tâkat-ı beşerin fevkinde olduğuna bir imzadır.”[31]

*”Mesmuatıma göre: Merkez-i hükûmette, bir kundura boyacısı çarşı içinde bir büyük adamın yarım çıplak karısına sarkıntılık edip o acib edebsizliği yapması, tesettür aleyhinde olanın hayâsız yüzüne şamar vuruyor.”[32]

*”Bilhassa lise ve üniversite tahsil gençliğine bu hârika eserler orijinal ve çekici üslûbu ve yüksek edebî san’atıyla kendini okutturuyor.”[33]

*”Ahlâk, edeb ve terbiye gibi en yüksek meziyetlere sahib olabilmek için, kuvvetli bir imana sahib olmak lâzımdır.”[34]

*”Bu hesab-ı ebcedî, makbul ve umumî bir düstur-u ilmî ve bir kanun-u edebî olduğuna deliller pek çoktur.

Yüksek edibler bu hesabı, edebî bir kanun-u letafet kabul edip, eski zamandan beri onu istimal etmişler.”[35]

*Kur’an;“edebiyatın mu’cize-i kübrası “[36]

*Kur’an insanların ve ediblerin“edebî malûmatlarına imale etmesi ve benzetmesi, mukteza-yı belâgat ve irşad”dır.[37]

*”Edebiyat ile alâkadar olanlar için Kur’an, bir kitab-ı edebdir.”[38]

*”Edebî dehaların ve yüksek şâirlerin, Kur’an huzurunda eğildikleri bir vakıadır.”[39]

*”Kur’anın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kabil-i temyizdir.”Carlyle.[40]

*”Evet, bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvafık düşmüyormuş. Bunda da isabet var. Çünki edebiyat satılmıyor, Kur’an’dan nurlar gösteriliyor.”[41]

*”Fedakâr Üstad! Diyanetten meded almayan, ehl-i gafletin gafletini ziyadeleştiren edebiyat denilen müdhiş sarhoşluk, ancak ve ancak sizin âsâr ve telkinleriniz sayesinde mündefi’ oluyor.

Sevgili Üstadım! Felsefe mezbelelerinde nâlân, sürünen edebsizler elbette hakikî edebi ve edebiyatı sizin eserlerinizde bulacaklarına asla şübhe yoktur ki, böyle olacak.”[42]

*“Vahdaniyet-i İlahiyeyi güneş gibi isbat eden ve Kur’an’ın otuzüç âyet-i azîmesini tefsir eden Otuzüç Pencere namındaki Otuzüçüncü Mektub ki, sırr-ı tevafukla beraber kıymet-i ilmiyesi ve edebiyesi itibariyle ehl-i tevhidce yalnız maddeten bin lira kadar ehemmiyetli olan risale”dir.”[43]

*”Sehil ve muvaffakıyetime hayırlı dualarınızı rica eder, kemal-i edeble ellerinizi öperim, muhterem üstadım.”[44]

*”Ulaşmaz Dest-i edeb-i garb-ı hevesbar-ı hevâkâr-ı dehâdar

De’b-i edeb, ebed-müddet. Kur’an-ı ziyabar-ı şifakâr-ı hüdâdar.”[45]

*”Evet dinden gelmeyen, belki felsefenin hassasiyetinden gelen celb-i ervah da; hem hilaf-ı hakikat, hem hilaf-ı edeb bir harekettir.

Belki ayn-ı hakikat ve edeb ve hürmet ve istifade odur ki; Celaleddin-i Süyutî, Celaleddin-i Rumî ve İmam-ı Rabbanî gibi zâtların seyr ü sülûk-u ruhanîleri gibi seyr ü sülûk ile yükselerek o kudsî zâtlara yanaşmak ve istifade etmektir.”[46]

*”Kendisinin; ilmî, ahlâkî, edebî, birçok fazilet ve meziyetleri arasında beni en çok meftun eden şey; onun o, dağlardan daha sağlam, denizlerden daha derin, semalardan daha yüksek ve geniş olan imanıdır.”[47]

*“Kitaba girmezden evvel, Üstadı; ilmî, fikrî, tasavvufî ve edebî cepheleri ile de mütalâa etmek isterdim… Fakat çok derin ve pek Şümullü olan bu mevzuların birkaç sahife ile hulâsa edilemiyeceğini kat’î bir surette idrak ettikten sonra; artık, adı geçen mevzulara birkaç cümle ile temas etmeyi münasip gördüm.”[48]

*”Üstad; Risale-i Nur Külliyatı’nda; dinî, içtimaî, ahlâkî, edebî, hukukî, felsefî ve tasavvufî en mühim mevzulara temas etmiş ve hepsinde de hârikulâde bir surette muvaffak olmuştur.”[49]

*“Üstad zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından harikulâde denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi hâizdir.”[50]

*“Kendisi, asr-ı hâzırın ihtiyacını karşılayacak, zamanın ilmî ve edebî seviyesinin fevkinde bütün dünyaya Kur’anın mu’cize olduğunu isbat ve herkesi ikna edebilecek bir kabiliyet, metanet, emel ve fedakârlık taşıyordu.”[51]

*”– Ey gazeteciler! Edibler edebli olmalı; hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı.”[52]

*”Bildiğime göre, edibler edebli olurlar. Edebsiz bazı gazeteleri, nâşir-i ağrâz görüyorum. Eğer edeb böyle ise ve efkâr-ı umumiye böyle karmakarışık olsa, şahid olunuz ki, böyle edebiyattan vazgeçdim; bunda da dahil değilim. Vatanımın yüksek dağlarında, yâni Bâşid başındaki ecram ve elvâh-ı âlemi, gazetelere bedel mütalâa edeceğim.”[53]

*“ İslâmiyetin hakikatında mevcud maddî-manevî en yüksek terakkî ve medeniyet umdeleri yerine; dinsiz felsefenin bataklığındaki nursuz prensipler, edebsiz edib ve feylesofların fikir ve ideolojileri, gizli komünistler, farmasonlar, dinsizler tarafından telkin ediliyor ve çok geniş bir çapta tedris ve talime çalışılıyordu. Bilhassa İngiliz, Fransız gibi İslâm düşmanlarının İslâm Âlemini maddeten ve mânen yıpratmak, sömürmek emellerinin başında Kahraman Türk Milletinin dinî bağlardan uzaklaştırılması; örf âdet, an’ane ve ahlâk bakımından tamamen İslâmiyete zıt bir duruma getirilmek plânları vardı ve bu plânlar maalesef tatbik sahasına konmuştu!”[54]

*”Üstad;”edeb ve iffetin en şâheser nümunelerini nefsinde gösterebilmiş bir nezahet ve hüsn-ü hulk âbidesidir.”[55]

*”Ey sû-i niyetleriyle ve kendi menfî ruhlarına kıyasla bu ahlâk, edeb, îman, marifet ve hakikat âbidesine dil uzatan ve şeytanları dahi utandıracak derecede iftiralarla bu fazilet timsalini yok etmeğe, tezvire çalışmış bedbahtlar!”[56]

*”Bazan yüksek dağ başlarında, büyük kayalıklar arasında gezer, yalnız başına sessiz dolaşır; bazan bağ ve bahçeleri, nebatat ve hayvanatı temaşa ve tefekkür edip; sonra dönüp, şehre inip, en büyük siyasî içtimalarda, gayet beliğ ve mâkulâne hitabeler, ahlâkî edebî nutuklar irad edebilen cevval bir ruh haletini taşırdı.”[57]

*”Maksadım, İslâmiyete hizmet, Türk edebiyatını tanıtmak ve Türk düşmanlarına karşı, yazmak ve çalışmaktır.”[58]

*Bu memleket için bir“İslâm Edebiyatı sergisi” [59]ve de dergisine ihtiyaç vardır.

*“Sû’-i fehm ve sû’-i edeb ile İslâmiyetin hakkını ve müstehak olduğu hürmeti îfa edemedik. Tâ o da bizden nefret ederek evham ve hayalâtın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi.”[60]

*“Kürdlerin emsal-i edebiyesi”[61] gibi her milletin bir çok edebi meselleri mevcuttur.

*”Eğer istersen Harîrî gibi bir dâhiye-i edebin Makamat’ına gir, gör! O dâhiye-i edeb nasıl hubb-u lafza mağlub olarak lafızperestlik hevesi o kıymetdar edebini lekedar ettiği gibi lafızperestlere de bast-ı özür etmiştir ve nümune-i imtisal olmuştur. Onun için o koca Abdülkahir bu hastalığı tedavi etmek için Delail-i İ’caz ve Esrar-ül Belâgat’ın bir sülüsünü onun ilâçlarından doldurmuştur. Evet lafızperestlik bir hastalıktır, fakat bilinmez ki hastalıktır…”[62]

*“Bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için, çok edib edebde edebsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır.” [63]

*Tabiatperestlik edebizce bir hatadır. [64]

*”Sakalımın beyazlanmakla parlaması seni korkutmasın. Zira nur-u mütecessim gibi dimağdan erimiş sakaldan mecra bulup kendini gösteren fikir ve edebin tebessümüdür.”[65]

*”Bir kısmı da, selâmet-i millet fedaileridir. Onların ukde-i hayatiyelerini teşkil eden, mason olmayan ekserî İttihad ve Terakki’dir. Ve sizin şu aşairiniz kadar ülema ve meşayih, Jön Türkler meyanında mevcuddur. Vakıa onlarda bir takım edebsiz, çok sefih masonlar dahi bulunur; lâkin yüzde ondur. Yüzde doksanı sizin gibi mu’tekid müslimlerdir. (Velhükmü lil-ekser).”[66]

*”Madem ki hasene on misline çıkar. Seyyie, nefsinde birde münhasır kalır. Sen de haseneden neş’et eden muhabbeti, muhsinden muhsinin müteallikatına teşmil et. Uyûbundan iğmaz-ı ayn et. Seyyieden neş’et eden adavet-i müsi’den, müsi’in ekaribine veya sair güzel sıfatlarına tecavüz ettirme. Bu edeb-i illiye-i âdile-i Kur’aniye ile edeblen! Kur’an’ın edebiyle edeblenmeyen, zamanın sillesiyle te’dib olunacağı muhakkaktır.”[67]

*”Esefa! Heyet-i içtimaiyeyi faaliyet ve harekete götüren çok ukde-i hayatiyelerden, bizde inkişafa başlayan yalnız fikr-i edebiyat, bahusus şâirane, müfritane, edebşikenane, hodpesendane olan fikr-i hiciv ve arzu-yu tahkirdir.”[68]

*”Te’dib-i hakikîye karşı edebsizliktir ki, birbirine saldırıyor. Fakat millete ve İslâmiyet’e karşı olan ta’rizat-ı zımniyelerini o kâselislerin yüzlerine çarpmakla beraber, onlar birbirine karşı dinsizcesine hiciv ve terzilleri ise, kimbilir belki müstehaktırlar düşünüp, deyip geçmek ile iktifa ederiz.”[69]

10-5-2003

Mehmet ÖZÇELİK

[1] Feyizli Sözler.R.Küllüoğlu.180.

[2] Sözler.50,64,66,122.

[3] Sözler.182.

[4] Sözler.185,Mektubat.311.

[5] Sözler.232.

[6] Sözler.232.

[7] Sözler.274.

[8] Sözler.275.

[9] Sözler.280.

[10] Sözler.376.

[11] Sözler.411,448,Mektubat.413,Tarihçe-i Hayat.367.

[12] Sözler.412.

[13] Sözler.465.

[14] Sözler.471.

[15] Sözler.503.

[16] Sözler.543.

[17] Sözler.734,Kastamonu.172.

[18] Sözler.736-7,Kastamonu.174-6.

[19] Sözler.764.

[20] Sözler.764.

[21] Lem’alar.50.

[22] Lem’alar.53.

[23] Lem’alar.54.

[24] Lem’alar.54.

[25] Lem’alar.54.

[26] Lem’alar.55.

[27] Lem’alar.75.

[28] Lem’alar.131,Mesnevi-i Nuriye.170.

[29] Lem’alar.155.

[30] Lem’alar.163.

[31] Şualar.137.

[32] Şualar.396,231.

[33] Şualar.545.

[34] Şualar.547.

[35] Şualar.712-713.

[36] Şualar.713.

[37] İşarat-ül İ’caz.118.

[38] İşarat-ül İ’caz.214.

[39] İşarat-ül İ’caz.215.

[40] İşarat-ül İ’caz.216.

[41] Barla.62.

[42] Barla.78.

[43] Barla.359.

[44] Barla.370.

[45] Kastamonu.174.

[46] Emirdağ.2/156.

[47] Tarihçe.8.

[48] Tarihçe.16,18.

[49] Tarihçe.17.

[50] Tarihçe.19-20.

[51] Tarihçe.51,Haşiye.1.

[52] Tarihçe.65.

[53] Tarihçe.77.

[54] Tarihçe.154.

[55] Tarihçe.455.

[56] Tarihçe.456.

[57] Tarihçe.456-457,497,700.

[58] Tarihçe.715.

[59] Tarihçe.722.

[60] Muhakemat.9.

[61] Muhakemat.21.

[62] Muhakemat.88.

[63] Muhakemat.88.

[64] Muhakemat.128.

[65] Muhakemat.95.

[66] Münazarat.41.

[67] Nurun ilk kapısı.47.

[68] Sünuhat-Tuluat-İşarat.63.

[69] Sünuhat-Tuluat-İşarat.63.




CİHAD

CİHAD

“Vazifeperver nefer, talime ve cihada dikkat eder.”Çünki,”Onun asıl vazifesi, talim ve cihaddır.”[1]

Hayatı muhafaza etmekte bir cihaddır.[2]

Bu zamanda ise,“Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış.”[3]

“Eski zamandan beri istiklal-i İslâm’ın bekası, hem Kelimetullah’ın i’lâsı için, farz-ı kifaye-i cihadı; o lâzime-i diyanet Deruhde ile, kendini yekvücud-u vahdanî, İslâm’ın âlemine fedaya vazifedar, hilafete bayrakdar görmüş olan bu devlet, Şu millet-i İslâm’ın felâket-i mazisi, getirecek de elbet İslâm’ın âlemine saadet ve hürriyet. Olur geçen musibet,

İstikbalde telafi. Üçü veren, üçyüzü kazandıran, etmiyor elbette hiç hasaret. Halini istikbale tebdil eder, zîhimmet…”[4]

“Bediüzzaman’ın bu hali de, bütün İslâm mücahidlerine ve umum Müslümanlara bir örnektir. Yani, cihad ile ubudiyet ve takvayı beraber yapıyor; birini yapıp, diğerini ihmal etmiyor. Cebbar ve zalim din düşmanlarının plânıyla hapishanelere sevk edilip, tecrid-i mutlakta ve gayet soğuk bir odada bırakılması ve şiddetli soğukların ve hastalıkların ızdırabları ve titremeleri ve ihtiyarlığın tâkatsızlıkları içinde bulunması dahi, te’lifata noksanlık vermemiştir.”[5]

“Fakat o elîm acılar, Bediüzzaman’ı asla ye’se düşürmemiş, bilakis öyle küllî ve umumî bir dinî cihada ve dua ve ubudiyete sevk etmiştir ki: “Kurtuluşun çare-i yegânesi, Kur’ana sarılmaktır.” demiş ve sarılmış.”[6]

“Tarihte eşine rastlanmayan bir istibdad-ı mutlak ve eşedd-i zulüm altında ve dehşetli bir esaret içinde bırakılan ve kendini ve eserlerini imha etmeye çalışan din düşmanlarına mukabil, bir şahs-ı manevî olan Bediüzzaman Said Nursî, Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) Efendimizin sünnetine tam ittiba’ ederek yaptığı dinî cihad-ı ekberinde, beşer tarihinde misli görülmemiş bir tarzda muvaffak ve muzaffer olmuştur.”[7]

“Evet Bediüzzaman Said Nursî’ye, yalnız âlem-i İslâm değil, Hristiyan dünyası da medyun ve minnettardır ki; dinsizliğe karşı umumî cihadında mazhar olduğu muvaffakıyet ve galibiyetten dolayı Roma’daki Papa dahi, kendisine resmen tebrik ve teşekkürname yazmıştır.”[8]

“Hayr-ı kesîr için, şerr-i kalil kabul edilir. Eğer şerr-i kalil olmamak için, hayr-ı kesîri intac eden bir şer terkedilse; o vakit şerr-i kesîr irtikâb edilmiş olur. Meselâ: Cihada asker sevketmekte elbette bazı cüz’î ve maddî ve bedenî zarar ve şer olur. Fakat o cihadda hayr-ı kesîr var ki, İslâm küffarın istilasından kurtulur. Eğer o şerr-i kalil için cihad terkedilse, o vakit hayr-ı kesîr gittikten sonra şerr-i kesîr gelir. O ayn-ı zulümdür. Hem meselâ: Gangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir; halbuki zahiren bir şerdir. Parmak kesilmezse, el kesilir; şerr-i kesîr olur.”[9]

“İşte kömür gibi olan ervah-ı safileyi, elmas gibi olan ervah-ı âliyeden temyiz ve tefrik için, şeytanların hilkatıyla ve sırr-ı teklif ve ba’s-i enbiya ile, bir meydan-ı imtihan ve tecrübe ve cihad ve müsabaka açılmış. Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı, maden-i insaniyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidadlar, beraber kalacaktı. A’lâ-yı illiyyîndeki Ebu Bekr-i Sıddık’ın ruhu, esfel-i safilîndeki Ebu Cehl’in ruhuyla bir seviyede kalacaktı.”[10]

“Tevrat’ın diğer bir âyeti daha: “Seçkin kulum,katı yürekli ve kaba değildir.-İşte “Muhtar”ın manası; “Mustafa”dır, hem ism-i Nebevîdir. İncil’de, İsa’dan sonra gelen ve İncil’in birkaç âyetinde “Âlem Reisi” ünvanıyla müjde verdiği Nebinin tarifine dair: Yanında kılıncı vardır;onunla savaşacaktır.Ümmeti de böyledir.-İşte şu âyet gösteriyor ki: “Sahib-üs seyf ve cihada memur bir peygamber gelecektir.” Kadîb-i Hadîd, kılınç demektir. Hem ümmeti de onun gibi sahib-üs seyf, yani cihada memur olacağını, Sure-i Feth’in âhirinde -İncildeki vasıfları ise şöyledir:Onlar filizini çıkarmış,sonra git gide kuvvet bulmuş,kalınlaşmış ve gövdesi üzerinde yükselmiş bir ekine benzerki,bu,çiftçilerin hoşuna gider.”[11]-âyeti, İncil’in şu âyeti gibi, başka âyetlerine işaret edip, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm sahib-üs seyf ve cihada memur olduğunu İncil ile beraber ilân ediyor.”[12]

Bediüzzaman gerçek cihadı,manevi cihad,cihadı dini olarak adlandırır.[13]

Beiüzzaman Hazretleri eserlerinin yüzlerce yerinde,gerek Kur’an-dan çıkarmış olduğu istihraçlara istinaden gerekse de zamanın şartları gereği,bu zamandaki dini en büyük cihadın manevi olduğunu ve bununda ana zenbereğinin müsbet hareket üzerine bina edildiğini ifade etmiştir.

Geçmiş asırlardan farklı olarak,kafaları koparma yoluna gitmemiş,kafanın içerisindeki küfrü en müdellel delillerle yok edip,yerine imanı yerleştirme yolunu takib etmiştir.

İnsanları küfürlerinden dolayı cehenneme götürme yolunu değildi,kazandırdığı imanla cennete adam yetiştirme yolunu seçmiştir.

“Türklerin hakikî bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürdler…”[14]

“Milyonların imanını kurtardı cihadın”[15]

“Amma maddî cihadın muktezası ise; o vazife şimdilik bizde değildir. Evet ehline göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için topuz lâzımdır. Fakat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!..”[16]

“Meşhurdur ki: Bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddid defa mağlub eden Celaleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerası ve etbaı ona demişler: “Sen muzaffer olacaksın, Cenab-ı Hak seni galib edecek.” O demiş: “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım, Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmam; muzaffer etmek veya mağlub etmek onun vazifesidir.” İşte o zât bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, hârika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.”[17]

“Ben de dedim: “O fenalıklar ve o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onun ile mes’ul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüzbin evliya var. Ben bu orduya karşı kılınç çekmem ve size iştirak etmem.” O zâtlar benden ayrıldılar, kılınç çektiler, neticesiz Bitlis hâdisesi vücuda geldi. Az zaman sonra, harb-i umumî patladı. O ordu, din namına iştirak etti, cihada girdi. O ordudan yüzbin şehidler evliya mertebesine çıkıp beni o davamda tasdik edip kanlarıyla velayet fermanlarını imzaladılar. “[18]

Ayasofya cihadın yadigârıdır.[19]

“Bir zaman meşhur bir allâmeyi, harbin müteaddid cephesinde cihada gidenler görmüşler, ona demişler. O da demiş: “Bana sevab kazandırmak ve derslerimden ehl-i imana istifade ettirmek için benim şeklimde bazı evliyalar benim yerimde işler görmüşler.”[20]

“Büyük Mehdi’nin çok vazifeleri var. Ve siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âlemindeki çok dairelerde icraatları olduğu gibi..”[21]

“Cesaretin verilmesi, cihadı manen ve tekvinen emrediyor.”[22]

“ nin ye tercihan zikrinden anlaşılıyor ki; sefk, zulmen yapılan katldir. Bu ise fesada daha münasibdir. Çünki katlin ifade ettiği mana, katlin mubah kısmına da şamildir. Cihadda veya bir cemaatı kurtarmak için yapılan katiller gibi ki; bu katl, fesada münasib olmaz.”[23]

“İnsanın Allah’a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebair takvasıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.”[24]

“Kâfir ve münafıkların Cehennem’de yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak; Kur’anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir. Çünki masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o bîçare hayvanlara şedid bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû’-i akibetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni’ bir gadirdir.”[25]

“Cihad-ı dinîde olsa, kâfirlerin çoluk-çocuklarının vaziyetleri aynıdır. Ganîmet olabilir; Müslümanlar, onları kendi mülküne dâhil edebilir. Fakat İslâm dairesinde birisi dinsiz olsa; çoluk-çocuğuna hiçbir cihetle temellük edilmez, hukukuna müdahale edilmez. Çünki o masumlar, İslâmiyet rabıtasıyla dinsiz pederine değil, belki İslâmiyet’le ve cemaat-ı İslâmiye ile bağlıdır. Fakat kâfirin çocukları, gerçi ehl-i necattırlar; fakat hukukta, hayatta pederlerine tâbi’ ve alâkadar olmasından, cihad darbesinde o masumlar memluk ve esir olabilirler.”[26]

“Asıl mes’ele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dâhilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.”[27]

“Cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da; vazife-i İlahiyeye karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk’a aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”[28]

“Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark, pek azîmdir.”[29]

“Hem dâhildeki cihad-ı manevî; manevî tahribata karşı çalışmaktır ki; maddî değil, manevî hizmetler lâzımdır. Onun için ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok.”[30]

“Herkes; kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir ve ahlâk-ı Ahmediye ile tahalluk ve sünnet-i nebeviyyeyi ihya ile muvazzaftır.”[31]

“Herbir mü’min İ’lâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira; ecnebiler fünun ve sanayi silâhiyle, bizi istibdad-ı mânevîleri altında eziyorlar. Biz de fen ve san’at silâhiyle, İ’lâ-yı Kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkâra cihad edeceğiz. Amma; cihad-ı haricîyi, şeriat-ı garrânın berâhin-i katıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz; zira, medenîlere galebe çalmak, ikna iledir; söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur!…”[32]

“Eskidenberi İ’lâ-yı Kelimetullah ve beka-yı istiklâliyet-i İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile, kendini yekvücut olan Âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, Âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir.”[33]

“Şehid velidir. Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur. Belki muzaaf bir farz-ı ayn hükmüne geçmiştir. Hacc ve zekat gibi, cihadda da niyetin tasarrufu azdır. Hattâ adem-i niyet dahi asıl nokta-i nazarından niyet hükmündedir. Demek zıdd-ı niyet, yakînen tebeyyün etmezse, cihad şehadet-i hakikiyeyi intac eder. Zira vücub tezauf etse, taayyün eder. İhtiyarı tazammun eden niyetin tesiri azalır. Şu günahkâr millette, birdenbire onbinler evliya inkişaf ve tezahür etse, az bir mükâfat değildir.”[34]

“İman ve İslâmiyete hayat ve hareket vermiş; nesl-i cedidi ihtizaza getirmiş ve kahraman ve cengâver fıtratları inkişaf ettirerek, cihad-ı İslâmiye meydanlarında herşeyini iman uğrunda feda ettirecek derecede koşturmuştur ve koşturmaktadır. Nihayet, dünyanın ve Âlem-i İslâm’ın fevkalâde takdir ve hayranlığına mazhar olmuş ve olmaktadır.”[35]

“Cebbarlığa ve zalime karşı cihad…”[36]

“Melaikeler ise onlarda mücahede ile terakkiyat yoktur. Belki herbirinin sabit bir makamı, muayyen bir rütbesi vardır.”[37]

“En mühim bir mücahede olan ehl-i dalalete karşı manen mücahede etmektir.”[38]

“Birtek gayem vardır: O da, mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâmın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile inşâallah Allah huzuruna girmek istiyorum, bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da, korkarım ki bolşevikler olsun! Bu iman düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız. El birliğiyle, komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına, Allah’ın birliğine hizmet edeyim.”[39]

“Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz. Ve hiç şüphe yok ki, Allah muhsinlerle -Allah’ı görür gibi ibadet eden mücahitlerle- beraberdir.”[40]

“Mücahede ile, gönüllerde îman ve Kur’ân hakikatlerini yerleştirmek için geçen uzun, bir asra yakın bir ömür.”[41]

Tüm hizmetini de bu esas üzerine bina etmiştir.

“Fitne kalmayıncaya ve din tamamıyla Allah’ın oluncaya kadar onlarla muharebe edin.Eğer vazgeçerlerse şüphesiz ki Allah ne yapacaklarını hakkıyla görücüdür.”[42]

“Dünyada rezalet bulundukça faziletin ona karşı cihad etmesi zaruridir. Muhakkak cihad ebedidir.”[43]

Sual: Hal-i hazırdaki medeniyet, dinî cihada müsaade etmediği ve fetva vermediği halde İslamiyet ile bu medeniyet-i hazıra arasında tatbikat nasıl olur?

Cevab: Vakta ki medeniyet, müdafaa için gayr-ı meşru vasıtaları bile meşru kılıp cevazına fetva verdiği halde nasıl bütün şeriatların tesbit ve emr ettikleri cihada müsaade ve teşvik etmeyecek? Dünyada rezalet bulundukça faziletin ona karşı cihad etmesi zaruridir. Muhakkak cihad ebedidir!!!

Sonra bizim mevki ve mekanımız –ki bize çok geniş olup başkaları gibi dar değildir- tedafü’ mevkiidir, tecavüz değil… Ve dinimizin esası da buna işaret eder. Çünki لاَ اِ كْراَه فِى الدِّينِ ve تَعاَلوْا اِلىَ كلِمَةٍ سَواَءٍ بَيْنَناَ وَ بَيْنَكُمْ bizi müdafaa mevkiinde durduruyor. Çünki تَعاَلوْا kelimesi işaret ediyor ki bizim en evvel vazifemiz da’vettir. Sonra onlara karşı cihadla müdafaa yaparız.”[44]

Sahih-i Buharide zikredilen hadislerde özetle:

-Sürekli kılınan namaz ve tutulan oruca denk tutulmuş,harb süresince ibadet sevabı verilmiştir.

-Dünya ve içindeki her şeyden değerli sayılmış.

-Harb için Rıdvan ağacının altında biat edenler diğerlerinden faziletçe üstün kılınmış

-Mekke’nin fethinden sonra hicret değil,cihadın olacağı ifade edilmiştir.

-“Mü’minlerden (evlerinde)oturanlar ile Allah yollunda cihad edenler beraber olmaz.”[45]âyetine ek olarak,maddi yardımla bulunanlar da ortak kılınmıştır.

-Rasulullah sürekli cihada katılmayı arzu etmiştir.

-Bütün bunlarla beraber kişinin dini yolunda hayatını tehlikeye atan,hakir gören her hareketi cihaddan da önemli kılınmıştır.Nitekim İbni Abbas’dan rivayet edilen bir hadiste,Zilhiccenin ilk on gününde yapılan amel cihaddan daha efdal sayılmıştır.

31-05-2003

Mehmet ÖZÇELİK

[1] Sözler.22.

[2] Sözler.52.Haşiye.1.

[3] Sözler.707.

[4] Sözler.711-712.

[5] Sözler.757.

[6] Sözler.761.

[7] Sözler.769.

[8] Sözler.772.

[9] Mektubat.43.

[10] Mektubat.44.

[11] Fetih.29.

[12] Mektubat.167,170,Lemalar.32,Barla Lahikası.276.

[13] Mektubat.412,415,Lemalar.155,Şualar.271,Barla Lahikası.45,110,Tarihçe-i Hayat.27.

[14] Mektubat.430.

[15] Mektubat.480.

[16] Lemalar.104,105.

[17] Lemalar.131.

[18] Şualar.361.

[19] Şualar.385,435.

[20] Şualar.485.

[21] Şualar.590.

[22] İşarat-ül İcaz.174.

[23] İşarat-ül İcaz.203.

[24] Mesnevi-i Nuriye.224.

[25] Kastamonu Lahikası.75.

[26] Emirdağ Lahikası.1/39-40.

[27] Emirdağ Lahikası.2/241.

[28] Emirdağ Lahikası.2/241.

[29] Emirdağ Lahikası.2/242.

[30] Emirdağ Lahikası.2/245.

[31] Tarihçe-i Hayat.58.

[32] Tarihçe-i Hayat.59,64.

[33] Tarihçe-i Hayat.130.

[34] Hutbe-i Şamiye.142.

[35] Nurun ilk kapısı.192.

[36] Sünuhat-Tuluat-İşarat.22.

[37] Sözler.353.

[38] Lemalar.167.Haşiye.1.

[39] Şualar.497-498.

[40] Ankebut.69,Tarihçe-i hayat.9.

[41] Tarihçe-i Hayat.627

[42] Enfal.39,Bakara.217,251.Cihad ve mücahede ile ilgili yüzlerce âyet zikredilmektedir.Bak.Konularına göre Kur’an-ı Kerim Fihristi.Nevzat Yksel.sh.183-191.

[43] Arabi Hutbe-i Şamiye/ Teşhis-ul illet.

[44] Arabi Hutbe-i Şamiye/ Teşhis-ul illet.

[45] Nisa.95-96.




CİN VE ŞEYTAN

CİN VE ŞEYTAN

Cinler;Kur’an-da varlıkları kesin olarak bildirilmiş,[1]Bir surede Cin suresi olarak isimlendirilmiştir.Allah cinleri dumansız,kor ateşten yarattı.[2] Nafi bin Ezrak-ın İbni Abbasa Kur’anın tefsirinden sorduğu yerler:Şuvaz;Dumansız alev. Nuhas;Alevsiz duman.[3] Hızlı hareket edip [4],iman ve ibadetle yükümlü varlıklardır.[5]Gaybı bilmez,[6]

Yeme,içme,erkeklik,dişilik,doğma,ölme gibi özelliklere sahibtirler.Kötülük yapabilip,kötülüklerinden Allah’a sığınılmalıdır.[7]

Süleyman peygamberin onları her türlü işte istihdam ettiği gibi,onlar her türlü ağır ve istihbarat gibi hususlarda kullanılabilir.[8]

Onlar en çok insanların kendilerini bilmemelerinden ve özellikle bilgisizlikten kaynaklanan Korkutma yönüyle insanları etkileri altına almaktadırlar.Korku durumunda;Âyet-el Kürsi,Felak-Nas,korkuda özellikle Kureyş suresi okunmalıdır.[9]

Yahudi ve hristiyanlarca da cinlerin varlığı kabul edilmektedir.

İslamdan önce cinlere tapılmakta idi.[10]

Gözler cinleri görebilecek yetenekte yaratılmamış olup,tıpkı kulağın düşük ve yüksek sesleri duymayıp,aynı frekansta olanları duyması gibi,âdeta frekans farkından dolayı görülmemektedirler.İrade sahibidirler.[11].İnanan ve inanmayanları bulunmaktadır.[12]Kendilerine has yapıları ve bünyeleri vardır.

İnsandan önce yaratılmıştır.İnsanın halife olarak zikredilmesi;sonra gelen anlamınadır.Böylece insandan önce yaratılan cinlerden bir kabilenin isyanı sonucu Cenâb-ı Hak onları helak etmiş ve insanı yaratmayı murad etmiştir.Bakara suresinin başında genişçe izah edilmektedir.Hadiste:”Allah’u Teala cinleri,Âdem’den iki bin sene evvel yaratmıştır.”[13]

Evlenip onlarda çocuk sahibi olurlar.Onlarında isimleri vardır.Onlarla evlenildiği ve de örnekleri de gösterilmiştir.Belkıs’ın anne-babasından birsinin cin olduğu ifade edilmiştir.Ancak evlenmede bazı manilerin olduğu da ifade edilmiştir.Bunlar;ya aynı cinsden olmayışları,ya maksadın gerektiği gibi hasıl olmaması,veya şeriatın bu konuda izin vermeyişindendir.

Mekruh kabul edilip,âyette de Kendi nefislerinizden sizler için eşler yaratmıştır.”buyurulmuştur.[14]

Bizler gibi maddi olmadıklarından dolayı,her şekle rahatlıkla girebilirler.

En çok bulundukları yerler;virane yerler,harabeler,hamamlar,mezbelelikler,boş araziler,kabirlerdir.

Peygamberimiz –Rasulüs-Sakaleyn-dir.Yani yer yüzünün iki ağırlığı olan insan ve cinlerinde peygamberidir.Onlara da peygamber gönderilmiştir.

İbni Abbastan:”Cinler,Yusuf adındaki bir peygamberini öldürdüler;Allah’u Taala onlara da peygamber gönderdi ve ona itaat etmelerini emretti.”

Bunu teyiden,İbni Abbas’dan;-Yedi kat göğü ve onun gibi yedi kat yeri yaratan Allah’tır.”[15] Âyetinden,yedi kat yerin bulunduğu ve her katta,sizin peygamberiniz gibi bir peygamber,Âdeminiz gibi bir Âdem,Nuh gibi bir Nuh,İbrahim gibi bir İbrahim,İsa gibi bir İsa bulunduğu- anlamı çıkarılmıştır.[16]

Süleyman peygamber’e teshir edildiği gibi,onlara maskara durumuna düşülmedikçe,onların oyuncağı olunmadıkça,onlar her işte istihdam edilebilir.40 kere Duhan suresini okumanın bu konuda etkili olduğu ifade ile beraber,Gizli ilimler ve esrar kitaplarında detaylı malumatlar verilmiştir.

Bugün cinnin yerini ruh çağırma almıştır.

İlmin gelişmesinde onlarında ortaklığı vardır.[17]

Hz.Ademe secde ve saygıda bulunmadığından dolayı cezalandırılmıştır.Çünki burada Hz.Ademe saygı göstermemeden ziyade,emre itaatsizlik söz konusudur.

Hadisde:“Cinden herkesin bir kârini [yakını, arkadaşı] vardır. “

“Cinnîler gazaplıdırlar,kibirlidirler.Çocuk gibi haylazdırlar.Eğlenmekten hoşlanırlar.Ne dedikleri pek anlaşılmaz.”

“İmama iktida eden yalnız insanlar değildir.Sulehay-ı cin gelir,imama iktida ederler.”

“Kâinatta hiçbir yer boş değildir.Kimi ruhani,kimi melaike,kimi cin ile doludur.”[18]

-Yaşça insanlardan en az on katı bir ömre sahiptirler.Hatta Peygamberimiz zamanında,Hz.Âdemi görmüş olan beş bin yaşındaki bir cin,peygamberimizle görüşüp,Hz.Âdem’i gördüğünü de ifade etmiştir.

İbni Abbas’a soruldu:”Cinler ölür mü?”Cevab verdi:İblisten başka hepsi ölürler.

“Peki –Cânn-denilen şey nedir?

-O cinlerin küçükleridir.

Bir rivayette de,İbni Abbas:”Günler İblisi kocaltır,sonra yine otuz yaşına avdet eder.”

İbn-i Ebid-Dünyadan,Abdullah bin haris’den nakledilir:”Cinler ölürler.Lakin şeytana bir şey olmaz.Daima taze kalır o.”

Katade dedi ki:”Annesi Bikr’dir,babası da İkr’dir.O,iki Bikr’in bikridir.”[19]

Bunlarında Mü’min ve kâfirleri olduğundan,cennet ve cehennem onlar içinde söz konusudur.

Bazı alimler sevab almaları konusunda farklı görüşte bulunsalar da,onlar içinde sevab ve günah durumu söz konusudur.[20]

Onlar da insanlar gibi haşredilip mahşer yerine sürülecek ve sorguya çekileceklerdir.Göğe nüfuz edip kaçmalarına müsaade edilmeyecektir.[21]

Önemli konulardan birisi de,Cinlerin insanları çarpmasıdır.Evet,cinler insanlara zarar verebilirler.Ancak bu zarar verme mutlak anlamda olmayıp,bazı kayıdlarla kayıdlanmıştır.Herşeyde olduğu gibi bunda da Allah’ın izni olmadıkça hiçbir zarar veremezler.

Bunlarda şu şekilde sıralanmıştır;Bazen şehvet ve aşktan,insanın bilmeden ona zarar vermesinden dolayı,korkutmak,eziyet ve işkence vermek amaçlı olarak,

İbni Abbastan rivayette.”Bir kadın oğlunu Allah rasulünün yanına getirdi ve:Ey Allah’ın rasulü!Bunda delilik vardır.Öğlen ve akşam tutar onu bu hastalık,diye yakındı.

Bunun üzerine peygamber(SAM) onun göğsünü meshetti ve ona dua etti (Bir rivayette,-Uhruc ya aduvvallah!Fe inni Resulullah.(SAM)-,Çık ey Allah’ın düşmanı;ben Allah’ın resulüyüm.) Ona istifra ettirince,karnından sşyah köpek yavrusuna benzer bir şey çıktı.Ve yürüdü.”

Tıpkı bugün röntgen ışınlarıyla veya ışınla tedavide insanın içerisine nüfuz edilip,her türlü faaliyette bulunulduğu gibi,cinlerde bu neviden zararlı ışınlar olarak insanı rahatsız ederler.

Manevi hastalığa yapılacak en müessir tedavi yöntemi,kendi cinsinden olan manevi tedavi olmalıdır.Tıbbın yöntemlerinden istifade edilmelidir.

“Özellikle.”Eğer cin,ifritlerden olup da okuyan kimse zayıf olursa,o zaman o cin,ona zarar verebilir.Bu sebebledir ki,bu gibi büyük cinlere karşı Muavvizeteyn (Felak-Nas),Salavat-ı Şerife okuması ve fazlaca dua etmesi lazımdır.olanca gücü ile günahlardan uzaklaşması,imanını takviye etmesi gerekirÇünki,ister cinler olsun,ister şeytanlar olsun,insanlara günahların açtığı pencerelerden nüfuz ederler.”[22]

KUR’AN-DA CİNLER

-” Ve böyle her Peygamber için insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Onların bâzısı bazısını aldatmak için sözün yaldızlısını fısıldarlar. Ve eğer Rab’bin dilemiş olsaydı ona yapmazlardı, artık onları ve iftira eder oldukları şeyleri bırak.

Ve -o yaldızlı sözleri- âhirete inanmayanların kalpleri ona meyletsin ve ondan hoşlansınlar ve onlar işledikleri şeyleri işlesinler diye telkin eyler.”[23]

“Ve o gün ki, -Allah Teâlâ- onların hepsini bir araya toplayacaktır. Ey cin taifesi!. İnsanlardan birçok kimseler edindiniz -diye buyuracak-. Onların insanlardan dostları olanlar da: Ey Rab’bîmiz!. Bizim bâzımız bâzımızdan faydalandık ve bizim için tâyin ettiğin süreye ulaştık, diyecekler. Cenâb-ı Hak da buyuracak ki: Ateş sizin karargâhmızdır, on’da ebediyen kalacaksınız, ancak Allah Teâlâ’nın dilediği müstesnâ. Şüphe yok ki, senin Rab’bin hikmet sahibidir, bilendir.”[24]

“Andolsun ki, cinler ve insanlardan çoklarını cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır ki, onlar ile anlayamazlar ve onların gözleri vardır ki, onlar ile göremezler ve onların kulakları vardır ki, onlar ile işitemezler. Onlar hayvanlar gibidirler, belki onlar daha sapıktırlar. İşte gâfil olanlar onlardır.”[25]

“Cin taifesini de evvelce bir dumansız ateşten yaratmıştık.”[26]

“Şüphe yok ki, onlar işitmekten elbette uzak tutulmuşlardır.”[27]

“Cin tâifesinden bir ifrit dedi ki: Ben onu daha sen makamından kalkmadan sana getiririm ve şüphe yok ki, ben ona elbette güç yetiririm ve bana güvenebilirsiniz.”[28]

“Süleyman’a da rüzgârları -Musahhar kıldık- sabahtan öğleye kadar -gidişi- bir aylık ve öğleden akşama kadar -gidişi de- bir aylık yol kadar idi. Ve onun için bakır madenini sel gibi akıttık. Ve onun önünde Rabbinin izniyle çalışan bazı cinler de var idi ve onlardan her kim bizim emrimizden sapmış olursa ona da âteş azabından tattırmış olduk.

Sonra vaktaki, onun üzerine ölüm ile hükmettik, onun vefat etmiş olduğuna asâsından yemekte olan bir ağaç kurdundan başkası onlara delâlet etmiş olmadı. Ol vakit ki, yere düşüverdi, cin taifesi anlamış oldu ki, eğer gaybı bilmiş olsalar idi o ihânetli azap içinde kalmış olmazlardı.”[29]

“Dedi ki: Bana vahyolundu: Şüphe yok ki, cinlerden bir gurup dinlemiş te demişler ki; Muhakkak biz, bir acîb -eşsiz- bir Kur’an işittik.

Doğru yola rehberlik ediyor, artık biz ona îman ettik ve Rab’bimize hiç bir kimseyi ortak tutmayacağız.

Ve şüphe yok ki, Rab’bimizin büyüklüğü pek yücedir. Ne bir eş ve ne de bir çocuk edinmemiştir.”[30]

Ve muhakkak ki: Biz göğe dokundukta hemen onu şiddetli bekçiler ile ve alev hüzmeleriyle doldurmuş bulduk.

Ve hakikaten biz dinlemek için ondan oturulacak yerlerde oturuyorduk. Fakat şimdi kim dinleyecek olursa onun için bir alev hüzmesi buluyor.

Ve doğrusu biz bilmiyoruz ki, yerde bulunanlar için bir şer mi istenmiştir, yoksa onlar için Rab’leri bir doğruluk mu irade bu-yurmuştur.”[31]

“Ve muhakkak ki, Allah’ın kulu ne zaman ki, kalktı, ona dua eder oldu, az kaldı ki, onun üzerine toplanmış cemaatler oluversinler.

De ki: Ben bilmem ki: Tehdîd edilip durduğunuz şey, yakın mıdır. Yoksa Rab’bim onun için uzun bir müddet mi koyar.”[32]

“De ki: İnsanların Rab’bine sığınırım.

insanların Melik’ine..

İnsanların İlâh’ına.. -sığınırım-.

O gizlice vesvese verenin şerrinden.

Ki: O, nâs’in göğüslerinde vesvesede bulunur.

O vesvese veren- gerek cinden ve gerek insandan -olsun, hepsinden de Allah’a sığınmalıdır.”[33]

-Cinlerin yaratılışı:”Ve Allah Teâlâ için cinleri ortak kıldılar. Halbuki, onları da o yaratmıştır. Ve Cenab’ı Hak’ka bilgisizce oğullar ve kızlar uydurdular, onun ilâhî varlığı ise vasf ettiklerinden uzaktır, yücedir.”[34]

“Cini de dumanı almayan hâlis bir âteş alevinden yarattı.”[35]

-Cinler ibadet için yaratılmışlardır:”Ve cinleri ve insanları yaratmadım, ancak bana ibadet etsinler diye -yarattım.

Ve ben onlardan bir rızk istemiyorum ve bana yemek yedirmelerini de istemiyorum.”[36]

“Ve eğer onlar, o yol üzerinde dosdoğru gitse idiler, elbette kendilerine bol bol su içirirdik.

Onları bu hususta imtihana çekelim diye, ve her kim Rab’binin zikrinden yüz çevirirse onu da pek meşakkatli bir azaba sevk eder.”[37]

-İman eden ve etmeyen cinler:”Ve şüphe yok ki: Bizden sâlih kimseler vardır ve bizden onun altında olanlar da vardır. Biz türlü türlü yollar tutmuştuk.

Ve muhakkak anladık ki: Allah’ı yerde acze düşüremeyiz ve kaçamakla da onu âciz bırakamayız.

Doğrusu biz vakta ki: O hidâyet rehberini dinledik, ona îman ettik, imdi kimde Rab’bine îman ederse artık ne noksanlıktan ve ne de bir hakarete uğramadan korkmaz.

Ve muhakkak ki, bizden müslümanlar da vardır ve bizden saldırganlar da vardır, artık kimler İslâmiyet’e nâil olmuşlar ise, işte onlar, doğru yolu araştırmışlardır.”[38]

-Mü’min ve Kur’an-ı dinleyen cinler:”Ve o zamanı da hatırla ki, cinlerden bir zümreyi Kur’an-ı dinlemeleri için sana göndermiştik ki, Vaktaki: Ona hazır oldular, dediler ki: Susun -dinleyin- Vaktaki, okunması son buldu, kendi kavimlerine korkutucular olarak dönüp gittiler.

Dediler ki: Ey kavmimiz!. Muhakkak ki, kendisinden önce olanları tasdik edici olarak Mûsa’dan sonra nâzîl olmuş hakka ve dosdoğru bir yola rehberlik ediyor.

Ey bizim kavmimiz!. Allah’ın davetçisine icabet edin ve O’na inanın, sizin için günâhlarınızdan mağfirette bulunsun ve sizi elîm bir azaptan kurtarsın.”[39]

-Kâfir cinler:”Ve muhakkak ki, bizim beyinsiz olanımız, Allah’a karşı pek çok yanlış şeyler söyler olmuştur.

Ve doğrusu biz sanmış idik ki, insanlar ve cinler, Allah’a karşı bir yalan söylemezler.

Ve hakikaten insanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınır olmuştur. Artık onlar için bir azgınlık arttırmışlardır.

Ve şüphesiz onlar da sizin zannettiğiniz gibi zannetmişlerdir ki: Allah hiç bir kimseyi Peygamber göndermeyecektir.”[40]

“Amma, hakkı aşanlar ise işte onlar da cehennem için bir odun olmuşlardır.”[41]

KUR’AN-DA ŞEYTANLAR

Kur’an-da; -Şeytan.88,Melek.88.defa geçmektedir.

-Şeytan-da cinlerdendir.[42]Ona tapınılmaması , [43]peşine düşülmemesi zira o kötülüğü ve hayasızlığı emreder,dost edinilmemesi ,[44]bildirilmiştir.Bu durumda Allah’a sığınılması bildirilmektedir.[45]Kibir sahibidir.[46] İlahi rahmetten kovulmuş [47] ve kıyamete kadar imtihan gereği olarak kendisine müsaade edilmiştir.[48]

-Şeytanın yaratılışı:”Buyurdu ki: Sana emrettiğim zaman seni secde etmekten ne men etti. Dedi ki: Ben ondan hayırlıyım, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.”[49]

“Cin taifesini de evvelce bir dumansız ateşten yaratmıştık.”[50]

“İblis- dedi ki: Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, O’nu ise çamurdan yarattın.”[51]

Şeytan,insan ve cinden yani insi ve cinni olabilir.[52]

-Şeytanlar gaybdan haber almak için kulak hırsızlığı yapmaktadırlar.[53]

-Şeytan insanlara apaçık bir düşmandır.[54]

-Şeytan sürekli kötülüğü,hayasızlığı ve Allah’a karşı gelmeyi emreder.[55]

-Şeytan insanların kalblerine vesvese verir.[56]

-Takva sahibleri ise,şeytanın aldatmasını idrak ederler.[57]

-Şeytan insanları kuruntulara düşürür.[58]

-İnsan ve cin düşmanları,düşmandır.[59]

-Aldatmak için yaldızlı laflar söylerler.[60]

-Kur’an şeytana tabi olunmamasını ısrarla tavsiye eder.[61]

-Şeytanın,mü’minler üzerinde hiçbir hakimiyeti yoktur.[62]

-Şeytanın arkadaşlığı kötü bir arkadaşlıktır.[63]

-Şeytan ancak kalbinde hastalık ve katılık bulunan kimselere etkili olurlar.[64]

-Şeytan,kâfirlerin dostudur.[65]

-Şeytan,münafıkların dostudur.[66]

-Şeytandan Allah’a sığınılmalı.[67]

-Şeytan,Tağut olarak zikredilmiştir.[68]

-İblisin en belirgin özelliği kibridir.[69]

-İblis cennetten kovulmuştur.[70]

-İblis lanetlenmiştir.[71]

-İblise kıyamete kadar süre verilmiştir.[72]

-İblis ilahlığını ilan etmiştir.[73]

-Şeytanın İmtihan ve zıtların birbirinden ayrıştırılması için yaratılışı.[74]

-İblis Allah’ın rahmetinden kovulmuştur.[75]

-İfrit ise,cinlerden bir taifedir.[76]

-Şeytanlar cinlerden olmalarına rağmen,mü’min olma durumları olmayıp,tamamen şer ve kötülük üzerinedirler.Mü’min ve Kâfir diye ayrılmazlar.

İblis kesinlikle melek değildir.Öyle bir şey olmuş olsaydı,isyan etmez,evlenip zürriyet sahibi olmazdı.O,cinlerin de babasıdır.Âyette:”Hani biz meleklere,”Âdeme secde edin”demiştik de iblisten başkası hemen secde etmişlerdi.O ise cinden idi,Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı.Şimdi ise beni bırakıp da onu ve onun neslini,hepsi sizin düşmanınız olduğu halde dostlar edinirmisiniz?Zalimler için ne kötü bir değişme!”[77]

Rivayet edildiği üzere,cinlerin yeryüzünde fesad çıkarmaları üzerine;Allah onlara İblis ve arkadaşlarını göndererek,deniz adalarına ve dağların eteklerine sürdürdü.Bu işi başaran iblis,”Kimsenin yapamadığı işi ben yaptım”diyerek kibre kapıldı.[78]Ve böylece Âdeme secde etmemesindeki kibir de kendini farklı görmesinden kaynaklandı.

-Hadiste:”Şeytan,insanoğlunun (bedeninde) kanın dolaştığı yerde dolaşıp durur.”buyurur.

Hadiste:”Ramazan gelince cennet kapıları açılır,cehennem kapıları kapanır,şeytanlar da zincire vurulur.”

Herkesin bir şeytanının olduğunu söyleyen peygamberimiz,kendisinin şeytanının etkisiz kılınıp,Allah tarafından korunduğu,iyiyi söylediği,bir rivayette de Müslüman olduğu ifade edilmiştir.[79]

Cinlere de vesvese veren şeytanın bu vesvesesi konusunda İbni Abbas’dan nakledilir.”Şeytan İbn-i Aras’a benzer.Ağzını kalbin ağzına kor,durmadan vesvese verir,ona.Allah zikredildiği zaman susar,Allah’ın zikri terk edildiğinde yine avdet eder.İşte vesvas-ı Hannas budur.”[80]

Fıtrata aykırı olan her şey,şeytana ait sıfatlardandır.Sol elle yemek yemek ve esnemek gibi.Hadiste.”Sol elle yemeyiniz çünki şeytan sol elle yer.”

-Cin suresinin inişi:

-(Abdullâh) b. Abbâs radiya’llâhu anhümâ’dan:

Şöyle demiştir: Nebiyy-i Ekrem salla’llâhu aleyhi ve sellem Ashâb (-ı Kirâm’ın) dan bir kaç zât ile birlikte Sûk-ı Ukâz’a doğru yürüyorlardı ki, o târihde şeyâtin, semâdan haber almaktan men’ edilmiş, (haber almağa çıktıkca) üzerlerine şühub (-i sâkıbe) atılmağa başlamış bulunuyordu. (Semâya doğru çıkıp koğulan) şeyâtîn, kavimleri nezdine döndüklerinde kendilerine: “Ne oluyorsunuz? (Neden hiçbir haber getiremiyorsunuz?)” dediler. Onlar da: “Ne yapalım? Semâdan haber almaktan men’ edildik. Üzerimize şühub (-i sâkıbe) havâle edildi” dediler. (Bunun üzerine) onlara: “Sizin haber almanıza hâil olan her halde yeni hâdis olmuş bir şeydir. Arzın şarklarını, garblarını dolaşın (da) semâdan haber almanıza hâil olan (bu yeni şey) ne imiş (öğreniniz)” denildi. (İşte) bunların içinden Tihâme cihetine yönelmiş olan takım da Sûk-ı Ükâz’a gitmek üzere Nahle’de bulunan Nebiyy-i Ekrem salla’llâhu aleyhi ve sellem’in bulunduğu yere varmış oldular ki, o sırada (Resûl-i Hüdâ aleyhi efdalü’t-tehâyâ Efendimiz) orada Ashâb-ı Kirâmına salât-ı fecri kıldırıyordu. (Namazda okuduğu) Kur’ân’ı işidince bunlar kulak verdiler ve (biribirine): “Semâdan haber almaktan sizi men’ eden vallâhi işte budur” dediler. İşte o zaman bu haberciler kendi kavimleri nezdine döndüklerinde:”(Ey kavmimiz) Gerçekten biz,hayranlık uyandıran,doğru yolu gösteren bir Kur’an dinledik ve ona iman ettik;artık Rabbimize kimseyi ortak koşmayacağız.”[81] dediler. Allâhu Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri de Peygamberi salla’llâhu aleyhi ve sellem’e ;”De ki:Bana cinlerden bir zümrenin Kur’an-ı dinleyip şöyle dedikleri vahyolundu…”[82] sûresini inzâl buyurdu. Resûlullâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’e vahyolunan işte cinnin bu sözleridir.”

Ebû Hüreyre radiya’llâhu anh’den:

Şöyle demiştir: Nebiyy-i Ekrem salla’llâhu aleyhi ve sellem (bir gün) buyurdu ki: Cin (tâifesin)den bir ifrit dün gece namazımı bozdurmak için bana ansızın hücûm etti. (Lâkin) Allâhu Teâlâ (beni gâlip getirip) ona istediğimi yapmaya fırsat verdi. Sabah olunca hepiniz onu gör (üp seyred) esiniz diye Mescidin direklerinden birine bağlamak istedim. (Fakat) kardeşim Süleyman (b. Dâvûd aleyhime’s-salâtü ve’s-selâm)’ın:” yâni: “Yâ Rab, bana mağfiret et ve benden sonra kimseye olmıyacak bir mülkü, bana bağışla.”[83] demiş olduğu hatırıma geldi (de ifriti köpek gibi koğdum).

-Ebû Hüreyre radiya’llâhu anh’den rivâyete göre müşârün-ileyh, Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem’in maiyyetinde abdest ve istincâ suyu için küçük bir kırba taşırdı. -Ebû Hüreyre hadîsinin bu kısmı yukarıda geçti- Buradaki rivâyetinde de salla’llâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu ziyâde etmiştir:

– Bana Nasîbîn (Nusaybin) cinlerinin bir hey’eti geldi. Amma (bunlar) ne hoş cin! Benden azık istediler. Ben de onların istifâdeleri için Allâhu Teâlâ’ya:

– Cinler, uğradıkları her kemik ve tezek makûlesi üzerinde her halde (kendileri için) bir taam (hayvanları için de yem) bulalar! diye duâ ettim.

Cinler hakkında Bediüzzaman hazretleri eserlerinin muhtelif yerlerinde bize bir çok noktada ışık tutmaktadır.Bunlar:

Sürekli mücahede içerisinde bulunmaktayız.“Nefis ve heva, cin ve ins şeytanlarına karşı mücahede edip günahlardan ve ahlâk-ı rezileden kalb ve ruhunu helâket-i ebediyeden kurtarmaktır.”[84]

Aynı zamanda onlardan Allah’ın askerleri olarak bahseder.“Cünudullah olan cin taifesi…”[85]

Cinlerde tefekküre sevkedilmektedir.“Herşey, Sâni’-i Zülcelal’in birer mektub-u hakaik-nüma, birer kaside-i letafetnüma, birer kelime-i hikmet-eda hükmündedir ki; melaike ve cin ve hayvanın ve insanın enzarına arzeder, mütalaaya davet eder. Demek ona bakan her zîşuura, ibret-nüma bir mütalaagâhtır.”[86]

Kâinatta olan her bir şey insan ve cin gibi bütün varlıkların nazarına sunulup istihsanlarını celbetmektedir.[87]

Cennet onlar içinde vardır.“Dâr-ı saadet olan cennet cin ve insanlarla şenlendirilecektir.”[88]

Onlarda bu dünyada bizler gibi,“Şu dünya misafirhanesinde cin ve ins”birer misafirdirler. “[89]

Kur’an-ın esasatı hem cinlere hem de insanlara tebliği edilmektedir.”[90]

“Eğer bütün cin ve insanın Kur’andan tereşşuh etmeyen bütün güzel sözleri toplansa; yine Kur’anın mertebe-i kudsiyesine yetişip tanzir edemez.”[91]

Rasulullah onlara da gönderilmiştir.“Evet şakk-ı kamer, nasılki bir mu’cize-i risaletidir; nübüvvetini cin ve inse gösterdi. Öyle de: Mi’rac dahi, bir mu’cize-i ubudiyetidir; habibiyetini, ervah ve melaikeye gösterdi…”[92]

“Şu muhteşem burçlar sahibi, müzeyyen kasırlar hükmünde olan semavat dahi, zîşuur ve zevil-idrak mahluklarla doludur. Onlar dahi ins ve cin gibi, şu âlem sarayının seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalaacıları ve şu saltanat-ı rububiyetin dellâllarıdırlar.”[93]

Yeryüzünün iki sorumlu varlığından biridir.“Hem şu mahdud arz, hadsiz mu’cizat-ı kudrete mazhar olduğundandır ki, en mühim sekeneleri olan ins ve cinnin kuvalarına, sair zîhayatlar gibi fıtrî bir had ve hulkî bir kayıt konulmadığı için nihayetsiz terakki ve nihayetsiz tedenniye mazhar olmuştur.”[94]

“Beşer ve cin, nihayetsiz şerre ve cühuda müstaid olduklarından, nihayetsiz bir temerrüd ve bir tuğyan yaparlar. İşte bunun için Kur’an-ı Kerim, öyle i’cazkâr bir belâgatla ve öyle âlî ve bahir üslûblarla ve öyle gâlî ve zahir temsiller ve mesellerle ins ve cinni isyandan ve tuğyandan zecreder ki; kâinatı titretir.”[95]

Kur’an onlara da hitab etmektedir.“Ey ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi hudud-u mülkümden elinizden gelirse çıkınız…”[96] âyetindeki azametli inzara ve dehşetli tehdide ve şiddetli zecre dikkat et. Nasıl, ins ve cinnin gayet mağrurane temerrüdlerini, gayet mu’cizane bir belâgatla kırar. Aczlerini ilân eder. Saltanat-ı rububiyetin genişliği ve azameti nisbetinde ne kadar âciz ve bîçare olduklarını gösterir. Güya şu âyetle, hem:”O yıldızları şeytanlara atılacak taşlar yaptık.”[97] âyetiyle böyle diyor ki:

“Ey hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve ey za’f ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan cin ve ins! Nasıl cesaret edersiniz ki isyanınızla öyle bir Sultan-ı Zîşan’ın evamirine karşı geliyorsunuz ki; yıldızlar, aylar, güneşler emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler. ”

Yani: “Ey ins ve cin cemaati! Mülkümden hariç bir memlekete çıkıp kurtulmak için semavat ve arzın aktarından çıkmaya kuvvetiniz varsa çıkınız. Amma ancak bir sultanla çıkarsınız.””[98]

“Kur’an-ı Kerim bu âyet ile pek geniş saltanat-ı rububiyete karşı ins ve cinnin aczlerini ilân zımnında nida ediyor: “Ey insan-ı hakir, sagir, âciz! Ne suretle, şeytanları recmeden melaike ile necimlerin, şemslerin, kamerlerin itaat ettikleri Sultan-ı Ezel’e isyan ediyorsun! Nasıl kocaman yıldızları mermi, kurşun yerinde kullanabilen bir askere sahib olan bir sultana karşı isyan etmeye cesaret ediyorsun!”[99]

“Kur’an-ı Hakîm ehl-i şuura imamdır, cin ve inse mürşiddir…cin ve ins münacatını ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, mesailini onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşeretini ondan taallüm ediyor ve hâkeza… “[100]

“Cenaâb-ı Hak her şeyiyle ins ve cinin nazarlarını müsebbib-ül esbab olan kendi zatına çeviriyor. “[101]

Rasulullah ezeli hutbesi olan Kur’an-ı ;”Bütün benî-Âdeme, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor.”[102]

Kudretini cinlere de gösteriyor. [103]

Cenâb-ı Hak,eğer insan isterse cinleri ve şeytanları da onun emrine verir,her işte istihdam edilebilir.Bunlar ağır her türlü kaba işler olduğu gibi,teknolojik,istihbarat, askeri her türlü işte çalıştırmak mümkündür.“Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervah-ı habiseyi teshir edip, şerlerini men ve umûr-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler: “O gün suçluları bukağılara vurulmuş (zincirlenmiş, kelepçelenmiş,birbirine bağlı) göreceksin” [104]ilâ âhir… “Şeytanlardan da onun için dalgıçlık yapan ve daha başka işler gören kimseleri emrine verdik;ve bunları gözetimimiz altında bulunduruyorduk.”[105]ilâ âhir… âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra, zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup, ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenab-ı Hakk’ın evamirine müsahhar olan bir abdine, onları müsahhar etmiştir. Cenab-ı Hak manen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de benim emrime müsahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana müsahhar olabilirler.”[106]

“Adli ve tarihi konularla faydalı olarak cinler çalıştırılabilir.”İşte beşerin, san’at ve fennin imtizacından süzülen, maddî ve manevî fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispirtizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi şu âyet, en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi; bazan kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervah-ı habiseye müsahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımat-ı Kur’aniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.”[107]

İnsanın helaketi için cinlerde faaliyet göstermektedirler.İnsandan geri değillerdir.“Dine karşı yapılan şüphe ve taarruzlar aynı zamanda;”cinnî ve insî şeytanların vesvese ve şübheleri..”dir.[108]

Kur’an ins ve cinin şüphelerini reddediyor. [109]

Cinler gaybı bilmezler. [110]

Kur’an, bütün ins ü cinnin bütün tabakalarını imana davet eder.[111]

Şimdiki medeniyetin gelişmesinde hem cin hem de şeytanların da katkıları vardır.“Bütün nev’-i beşerin ve belki cinnîlerin de netice-i efkârları olan medeniyet-i hazıra”[112]

“Hattâ şeytanların netice-i efkârları ve muhassala-i mesaîleri olan medeniyet..”[113]

“Çok emarelerin ve vakıaların ve keşfiyatın şehadetiyle, cin ve melek ve ruhanîler dahi, tilaveti vaktinde pervane gibi etrafında hakperestane toplanmaları, Kur’anın kâinatça makbuliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.”[114]

Benzeri getirilemiyen Kur’an;”Cin ve meleğe hakikî ve nurlu ve zevkli hikmet dersleri veren”bir mucizedir.[115]

Sadece insanlar değil,küfranı nimet içinde bulunup,dini yalanlayan cinlerede yazık olacaktır. [116]

Rasulullah nübüvvetiyle cinleride minnettar ve mesrur etmiştir.[117]

Şu koca alem elbette cinler tarafından da doldurulmaktadır.[118]

Onlarda alemi ibadetleriyle şenlendirmektedirler.[119]

“Üstad cinlere ders veriyordu”

“Zübeyir Ağabey anlatıyor: ‘Üstad Hazretleri yatsıdan sonra bizi yanına almazdı. Bir gün içeride ne yapıyor diye merak ettim, kapıdan baktım. Baktım ki Üstad sedire oturmuş, karşısında ise bir takım sivri külahlı kimseler dizilmişler, onlara ders veriyor. Sonradan anladım ki Üstad Hazretleri cinlere ders veriyormuş. Neyse ben görünmeden oradan gittim. Üstad beni daha sonra yanına çağırdı. ‘Keçeli bir daha seni orada görmiyeyim’ dedi.”[120]

“Belki madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esîr maddesinden, hattâ manalardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat, zîşuuru kesretle halkeder ki; hayvanatın pekçok muhtelif ecnasları gibi pekçok muhtelif ruhanî mahlukları, o seyyalat-ı latife maddelerinden halkeder. Onların bir kısmı melaike, bir kısmı da ruhanî ve cin ecnaslarıdır.”[121]

Cin ve ruhaniyat dahi, onların da pekçok ecnas-ı muhtelifeleri vardır.[122]

“Eğer cinnîlerle görüşmek istersen:”De ki:Bana cinlerden bir zümrenin Kur’an-ı dinleyip şöyle dedikleri vahyolundu…”[123] surlu sureye gir, onları gör, dinle ne diyorlar? Onlardan ibret al. Bak, diyorlar ki:”Gerçekten biz hayranlık uyandıran,doğru yolu gösteren bir Kur’an dinledik ve ona iman ettik;artık Rabbimize kimseyi ortak koşmayacağız.”[124]

Dünya cinler içinde bir tarla mesabesindedir.[125]

Rasulullah cinlerede rehberlik etmektedir.[126]

Cinlerde amellerinden sorumludurlar.Bazı mezheb ehlinin dedikleri gibi olmayıp,onlarda amellerinin karşılığını alacaklardır.“Evet âlem-i süflînin manevî tezgâhları ve küllî kanunları, avalim-i ulviyededir. Ve mahşer-i masnuat olan küre-i arzın hadsiz mahlukatının netaic-i a’malleri ve cin ve insin semerat-ı ef’alleri, yine avalim-i ulviyede temessül eder.”[127]

Rasulullah;” İslâmiyet’in -başta namaz olarak- esasatını, cin ve inse hediye getirmiştir.”[128]

Ve Mi’raçta;”Saadet-i ebediyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş; cin ve inse hediye etmiştir.”[129]

“Rü’yet-i cemalullah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü’mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir.”[130]

“İnsan kâinatın kıymetdar bir meyvesi ve Sâni’-i Kâinat’ın nazdar sevgilisi olduğu, Mi’rac ile anlaşılmış ve o meyveyi cin ve inse getirmiştir.”[131]

Allah öyle büyüktür ki;“Bütün kâinatta cin ve ins ve melekte olan kemalât, onun kemaline nisbeten zaîf bir gölgedir..”[132]

Dünyadaki kahvaltı sofrasına cinlerde davet edilmişlerdir. [133]

Dünyada olduğu gibi,”Mahşerde ve dâr-ı âhirette cin “lerede hakları tam olarak verilecektir.[134]

Allah tüm varlıklar gibi,cinleride,cilve-i esmasıyla eşkalini tahdid ediyor, tanzim ediyor, birer miktar-ı muayyene veriyor.[135]

“Cin taifesi ve insan nev’i, birer güzel şahıs hükmünde tasvir ve tanzim ve icad edilmiştir. “[136]

“İnsî ve cinnî şeytanların şerlerinden”Allah’a sığınmalı.[137]

Cinlere ait mekanla ilgili bazı hususlarda yapılan keşifler ihatasız olduğundan bazı hata yorumlar olmuştur. [138]

“Muhaddisler nakl-i sahih ile İbn-i Mes’ud’dan beyan ediyorlar ki: İbn-i Mes’ud dedi: Batn-ı Nahl denilen nam mevkide, Nusaybin ecinnileri ihtida için Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a geldikleri vakit, bir ağaç o ecinnilerin geldiklerini haber verdi. Hem İmam-ı Mücahid, o hadîste İbn-i Mes’ud’dan nakleder ki: O cinniler bir delil istediler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir ağaca emretti; yerinden çıkıp geldi, sonra yine yerine gitti. İşte cinn taifesine bir tek mu’cize kâfi geldi. Acaba bu mu’cize gibi bin mu’cizat işiten bir insan imana gelmezse, cinnilerin “Bizim sefihimiz (beyinsizimiz) Allah hakkında yalan söylüyordu.”[139]tabir ettikleri şeytanlardan daha şeytan olmaz mı?”[140]

“Cinler taifesi, melaikeler taifesi o Zât-ı Mübarek’i tanıyorlar ve nübüvvetini tasdik ediyorlar ki; onlar, onu tanıdıklarını, herbir taifesi, bazı mu’cizatını göstermekle gösteriyorlar ve nübüvvetinin tasdikini ilân ediyorlar.”[141]

Ve delilleri binlerdir.[142]

“Cinnîlerin ona iman ve itaati, mütevatirdir. Nass-ı Kur’an ve çok âyâtla musarrahtır.”[143]

“Cinnîler ise; onlar ile görüşmek ve görmek, değil sahabeler, belki avam-ı ümmet dahi çokları ile görüşmeleri çok vuku buluyor. Fakat en kat’î, en sahih haber ile eimme-i hadîs bize diyorlar ki: İbn-i Mes’ud “Batn-ı Nahl’de ecinnilerin ihtidası gecesinde, ecinnileri gördüm ve Sudan kabilesinden Zutt denilen uzun boylu taifeye benzettim, onlara benziyordular.”[144]

“Hem meşhurdur ve hadîs imamları tahric ve kabul ettikleri Hazret-i Hâlid İbn-i Velid vak’asıdır ki: Uzza denilen sanemi tahrib ettikleri vakit, siyah bir kadın şeklinde, o sanem içinden bir cinniye çıktı. Hazret-i Hâlid, bir kılınç ile o cinniyeyi iki parça etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o hâdise için ferman etmiş ki: “Uzza sanemi içinde ona ibadet ediliyordu, daha ona ibadet edilmez.”[145]

“Hem Hazret-i Ömer’den meşhur bir haberdir ki, demiş: “Biz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanında iken, ihtiyar şeklinde, elinde bir asâ, “Hâme” isminde bir cinnî geldi, iman etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona kısa surelerden birkaç sureyi ders verdi. Dersini aldı, gitti. Şu âhirki hâdiseye, çendan bazı hadîs imamları ilişmişler; fakat mühim imamlar, sıhhatine hükmetmişler. Her ne ise, bu nevide uzun söylemeye lüzum yok; misalleri çoktur.”[146]

“Hâtif” denilen, şahsı görünmeyen ve sesi işitilen cinnîler, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın geleceğini mükerreren haber vermişler. “[147]

“Zeyyab İbn-ül Haris’e hâtif-i cinnî böyle bağırmış, onun ve başkasının sebeb-i İslâmı olmuş:”Ey Zeyab,ey Zeyab!En hayret verici bir haberi dinle;Muhammed,kitab ile gönderildi.Mekke’de insanları hakka davet ediyor.Fakat davetine uyulmuyor.

Yine bir hâtif-i cinnî, Sâmia İbn-i Karret-il Gatafanî’ye böyle bağırmış, bazılarını imana getirmiştir: “Hak gelip parladı;bâtıl ise yıkıldı ve sökülüp atıldı.”Bu hâtiflerin beşaretleri ve haber vermeleri pek meşhurdur ve çoktur.”[148]

Rasulullahın doğumuyla cin taifesinin gaybi haberleri kesintiye uğradı. [149]

Rasulullah gelmesiyle, “cinn ü inse saadet-i ebediyeye yol göster”miştir. [150]

Kur’an ins gibi,cinlerinde makbulü ve merğubudur.[151]

Kur’anın hükümleri insanlar gibi,tüm cinlere de şamildir.[152]

O zat cininde seyididir.[153]

Davasını cinlere de işittiriyor.[154]

Kur’an onlara da rehberlik ediyor.[155]

Cinler içinde hakiki saadet; iman-ı billah, marifetullahtır. muhabbetullahtır.[156]

Ölüm onlar içinde bir ikazcıdır. [157]

Her yaptıklarının boşa gitmeyip,kaydedildiğinin müjdesini veriyor. [158]

Ve cinn ü insin bir kısmı saadet-i ebediyeye ve bir kısmı da şekavet-i ebediyeye mazhar olacaktır.[159]

“Cinn ve insin amelleri âhiret pazarına gönderiliyor.[160]

Onlardaki mübarek zatlar dahi;rasulullah için,âhiretin husulü için dua etmektedirler.[161]

Rasulullahın gelmesiyle,müstaid olan cinn ve ins;Cennet ve dâr-ı âhiret, cinn ve ins ile şenlenecek.[162]

İnsi ve cini şeytanlar şirketleşe çalışmaktadırlar.“Şeytan-ı ins, şeytan-ı cinnîden aldığı derse binaen; hizb-ül Kur’anın fedakâr hâdimlerini hubb-u câh vasıtasıyla aldatmak ve o kudsî hizmetten ve o manevî ulvî cihaddan vazgeçirmek istiyorlar.”[163]

“Evet şeytan-ı ins ve cinnî her cihette hücum ederler. “[164]

Kur’an-ın bu asra bakan bir tefsiri olan Risale-i Nur,insanlar gibi cinler tarafından da okunmaktadır.Böyle bir hakikata elbette onlar bîgane kalamazlar.

Lisanından saçılır nur

“Cinnî okur, insan okur

Hûr-u Cennet işte bu “Nur”

Gönüllerde cânân gibi”[165]

“Kur’an-ı Hakîm’in ruh-u hizmetine zıd olan”vaziyetlerden ,”şeytan-ı cinnî ve insî istifade etmek..”tedirler.[166]

“Cinn ve ifrit ve sair muhtelif zîşuur ve zîhayat mahlukların âlemleri ve meskenleri olduğu, çok kesretli ehl-i keşf ve ashab-ı şuhudun şehadetiyle sabit yedi kat arzın âlemleri…”[167]

Kötü fikirli insanlar,cin fikirli insanlar olarak nitelendirilmiştir.Bu da onlarda akış duygusunun farklı olarak gelişmiş olduğundan ileri gelir. [168]

“Şeytan-ı ins ü cinnin kâinattaki müdhiş âsâr-ı tahribkâraneleri ve enva’-ı küfür ve dalalet ve şerr ve mehaliki yaptıkları halde, zerre mikdar icada ve hilkate müdahaleleri olmadığı gibi, mülk-ü İlahîde bir hisse-i iştirakleri olamıyor. Ve bir iktidar ve bir kudretle o işleri yapmıyorlar, belki çok işlerinde iktidar ve fiil değil, belki terk ve atalettir. Hayrı yaptırmamakla, şerleri yapıyorlar.”[169]

“Fenalık ve hevesat yolu, tahribat olduğu için gayet kolaydır. Şeytan-ı ins ü cinnî çabuk insanları o yola sevkediyor.”[170]

“İşte ey ehl-i hak ve ehl-i hidayet! Şeytan-ı ins ü cinnînin mezkûr desiselerinden kurtulmak çaresi: Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak mezhebini karargâh yap ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın muhkemat kal’asına gir ve Sünnet-i Seniyeyi rehber yap, selâmeti bul!..”[171]

“İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesedli ervah-ı habise bilmüşahede bulunduğu gibi, cinnîden cesedsiz ervah-ı habise dahi bulunduğu, o kat’iyyettedir. Eğer onlar maddî cesed giyseydiler, bu şerir insanların aynı olacaktılar. Hem eğer bu insan suretindeki insî şeytanlar cesedlerini çıkarabilse idiler, o cinnî iblisler olacaktılar. Hattâ bu şiddetli münasebete binaendir ki, bir mezheb-i bâtıl hükmetmiş ki: “İnsan suretindeki gayet şerir ervah-ı habise, öldükten sonra şeytan olur.” [172]

“Haşrin mahkeme-i kübrasında mizan-ı azîm-i adaletinde cinn ve insin müvazene-i a’mallerini istib’ad edip inanmayan, bu dünyada gözüyle gördüğü bu müvazene-i ekbere dikkat etse, elbette istib’adı kalmaz.”[173]

“Cennet’i ve saadet-i ebediyeyi cinn ve inse ihzar “etmiştir.[174]

“Şeytanın en büyük bir desisesi, hakaik-i imaniyenin azameti cihetinde, dar kalbli ve kısa akıllı ve kasır fikirli insanları aldatmasına mukabil, tamamıyla şeytan-ı cinî ve insîyi de susturacak…”hakikatlar Risale-i Nur’da vardır.[175]

İns gibi cinnilerde kendi güzelliklerini Allah’ın nazarına arzetmektedirler.[176]

“Sadece bir haykırış olacak;ve hemen hepsi huzurumuza çıkarılmış bulunacaktır.”[177]fermanıyla yani: “Bütün ins ve cinn, birtek sayha ve emr ile yanımızda meydan-ı haşre hazır olurlar.”[178]

Hem “Sizin bütününüzün yaratılması,tekrar diriltilmesi,bir tek kişinin yaratılması,diriltilmesi gibidir;muhakkak ki Allah işitendir,görendir.”[179]”âyetiyle, yani: “Ey insanlar!. Sizin icad ve ihyanız ve haşr ü neşriniz, birtek nefsin ihyası gibi kolaydır. Kudretime ağır gelmez” mealinde bulunan şu üç âyetin sırrıyla, aynı emir ile, aynı kolaylıkla bütün ins ve cinleri ve hayvanı ve ruhanî ve melekleri haşr-i ekberin meydanına ve mizan-ı a’zamın önüne getirir. “[180]

“Ya Rabbi! Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail hürmetlerine ve şefaatlerine, beni cinn ve insin şerlerinden muhafaza eyle” vesile yapmalı..[181]

“Cinnî ve insî şeytanlar ve muzır maddelerin umûr-u şerriyede ve ademiyede istimalleri dahi, yine kudret-i Sübhaniyeyi gadirden ve haksız itirazlardan ve şekvalara hedef olmaktan kurtarmak ile takdis ve tesbihat-ı Rabbaniyeye ve kâinattaki bütün kusurattan müberra ve münezzehiyetine hizmet ediyorlar. “[182]

“Kâinatta adem âlemleri hesabına çalışan şerirlerden ve insî ve cinnî şeytanlardan kendinizi muhafaza ediniz.” Peygamberimize ve ümmetine emrederek, her asra baktığı gibi mana-yı işarîsiyle bu acib asrımıza daha ziyade, belki zahir bir tarzda bakar; Kur’an’ın hizmetkârlarını istiazeye davet eder. “[183]

“Ey cin ve insan topluluğu!İçinizden size âyetlerimizi anlatan ve bugüne ulaşacağınızı size haber verip uyaran peygamberler gelmedi mi?”[184]

âyet-i celileleri mucibince cinlerden de peygamber geldiği bildiriliyorsa da, bu husustaki müşkilin halli için vaki’ suale, üstadımızın verdiği cevabdır:

Aziz kardeşim!Hakikaten senin bu sualinin çok ehemmiyeti var. Fakat Risale-i Nur’un en ehemmiyetli vazifesi, beşeri dalaletten ve küfr-ü mutlaktan kurtarmak olmasından, bu çeşit mes’elelere sıra gelmiyor, onlardan bahis açmıyor. Selef-i Sâlihîn dahi çok bahsetmemişler. Çünki öyle gaybî ve görünmeyen işlerde sû’-i istimal düşer. Hem şarlatanlar, hodfüruşluklarına bir vesile yapabilirler. Nasılki şimdi ispirtizmacılar “cinler ile muhabere” namıyla şarlatanlık yapıyorlar; dinin zararına âlet ederler diye çokça medar-ı bahs edilmez. Hem Hâtem-ül Enbiya’dan sonra, cinlerde peygamber gelmemiş. Hem Risale-i Nur bu zamanda bir taun-u beşerî olan maddiyyunluk fikrini ibtal etmek için cinnî ve ruhanîlerin vücudlarını kat’î hüccetler ile isbat etmeye çalışmış, bu mes’eleye üçüncü derecede bakmış, tafsilini başkalara bırakmış. Belki inşâallah Risale-i Nur’un bir şakirdi, Sure-i Rahman’ı tefsir edip bu mes’eleyi de halleder.”[185]

“Cinn ve insin Şeyhülislâmı Zenbilli Ali Efendi.”[186]

Cinler tüm haseneleri ve kelime-i tayyibeleriyle kâinatı güzelleştirmektedirler.[187] Kur’an“Bütün cinn ve insin binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukûl ve kulûb ve ervahının herbirisine lâyık gıdaları veriyor, dağıtıyor.”[188]

“O vakti hatırla ki,Rabbin meleklere:”Yer yüzünde bir halife yaratacağım.”demişti ”[189] Cenab-ı Hak müşavere yolunu öğretmek ile beşerin hilafetindeki hikmetin sırrını melaikeye istifsar ettirmek üzere bu cümleyi söyledi. Sâmiin zihni, üç noktayı nazara alarak harekete geçti: 1- Melaike ne dediler? 2- Taaccüble hikmeti sordular. 3- Cinlere halife olmakla beraber, beşerde de kuvve-i gazabiye ve şeheviye halkedilmiştir. Bunlar, cinlerden daha ziyade fesad yapacaklardır.”[190]

“Amma meşhur olan manaya nazaran, o idrakli mahluk, cinlerden bir nev’ imiş; yaptıkları fesaddan dolayı insanlar ile mübadele edilmişlerdir.”[191]

İslamdan önce cinlerede ibadet ediliyordu.[192]

“Kezalik bu kesif âlemde ruhanîleri deverandan, cinnîleri cevelandan, şeytanları cereyandan, melekleri seyerandan men’edecek bir mani yoktur.”[193]

“Cinnî şeytanlara üstad olan ey şeytan-ı insî!”bazende insan cine üstadlık yapmaktadır. [194]

Cinin mekrinden emin olmak,ondan kaçmakla olmaz.[195]

Onların hedefi olmaktan bizi kurtarmaz. [196]

Rasulullah;”bilhassa cinn ü inse en âlî bir hediye, en mükemmel bir rehber, en mukaddes bir mürşid olarak, Kur’an-ı Hakîm’i bırakmışlardır.”[197]

“İblis’in en mühim bir desisesi olarak kendine tabi olanlara kendini inkâr ettir..”mektedir.[198]

Risale-i Nur; vahdaniyet hakikatlarını ins ü cinnin enzarına arzedip isbat etmektedir.[199]

“Bazı has kardeşlerim şahsıma hizmette dikkatsizlik ettiklerinden, onların bana karşı acımasını noksan gördüğümden bazan hiddet ve tekdir ettiğim vakit kalbime geldi ki: O bîçareler ziyade hüsn-ü zanla tahmin ediyorlar ki, “Üstadımız istese belki bazı ruhanîler, cinnîler de hizmet edecekler, belki ediyorlar. Hizmet-i Nuriyede inayetin aşikâre cilvesi gösteriyor ki, onun şahsının perişaniyetine meydan verilmiyor ve şefkatimize muhtaç değil.” diye hizmette bazı kusurları oluyor.” ([200])

“Târik-üd dünya ehl-i riyazetin arzu ve kabul ettikleri ruhanî, cinnî hüddamlar bana her gün hem aç olduğum zamanda ve yaralı olduğum vakitte en güzel ilâç getirseler, hakikî ihlas için kabul etmemeğe kendimi mecbur biliyorum. Hattâ berzahtaki evliyadan bir kısmı temessül edip bana helva baklavaları hizmet-i imaniyeye hürmeten verseler, yine onların elini öpüp kabul etmemek ve uhrevî, bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette yememek için nefsim de kalbim gibi kabul etmemeğe rıza gösteriyor.”[201]

“Dünyada insî ve cinnî şeytanlar hiç boş dururlar mı? Onların daima fenalıkları yapmak ve yaptırmakla meşgul oldukları”bir vakıadır.[202]

“Nurlarla şiddetli alâkası bulunan birkaç has kardeşimizin nazarını, fikrini başka tarafa çevirmek veya zevkli ve ruhanî bir meşreb ile meşgul edip, hizmet-i imaniyeye karşı zaîfleştirmek için bazı şahıslar ispirtizma denilen ölülerle muhabere namı altında cinnîlerle muhabere etmek gibi hattâ bazı büyük evliyalarla, hattâ peygamberlerle güya bir nevi konuşmak gibi eski zamanda kâhinlik denilen, şimdi de medyumluk namı verilen bu mes’ele ile bazı kardeşlerimizi meşgul ediyorlar. Halbuki:

Bu mes’ele, felsefeden ve ecnebiden geldiği için ehl-i imana çok zararları olabilir ve çok sû’-i istimalata menşe’ olmakla beraber içinde bir doğru olsa, on yalan karışıyor. Çünki doğruyu ve yalanı tefrik edecek bir mihenk, bir mikyas olmadığından ervah-ı habise ve şeytana yardım eden cinnîlerin bu vesile ile hem onun ile meşgul olanın kalbine ve hem de İslâmiyet’e zarar vermek ihtimali var. Çünki maneviyat namına hakaik-i İslâmiyeye ve akide-i umumiyeye muhalif ihbarat oluyor. Ervah-ı habise iken kendilerini, ervah-ı tayyibe zannettirip belki kendilerine bazı büyük veliler namını verip, İslâmiyet’in esasatına muhalif sözlerle zarar vermeye çalışabilirler. Hakikatı tağyir edip, safdilleri tam aldatabilirler.”[203]

“Rü’ya-yı sadıkada ervah-ı habise ve şeytan, peygamber suretinde temessül edemez. Fakat celb-i ervahta; ervah-ı habise, belki peygamberin lisanen ismini kendine takıp, sünnet-i seniyeye ve ahkâm-ı şer’iyeye muhalif olarak konuşabilir. Eğer bu konuşması şeriatın ahkâmına ve sünnet-i seniyeye muhalif ise tam delildir ki, o konuşan ervah-ı tayyibe değildir, mü’min ve müslüman cinnî de değildir, ervah-ı habisedir. Bu şekilde taklid ediyor.”[204]

“Bu gayet şiddetli hastalığıma karşı sabır ve tahammül niyaz ettim. Rahmet-i İlahiyeden rica ettim, birden kalbime geldi ki: Ekser hayatımdaki zahmetlerde bir inayet ve rahmet cilvesi bulunduğu gibi, inşâallah bunda da o cilve-i rahmet var ki, cinnî ve insî şeytanların ve dinsizlerin seni zehirlendirmek ve susturmaya çalışmaları, vazifenin tamam olmasına ve istirahatine rahmet-i İlahiye bir vesile oldu ki, geçen sene İşarat-ül İ’caz Tefsiri ve Mesnevî-i Arabî’yi bir sene müddetle ders vermeye başlamıştım. Gizli düşmanlarım cinnî ve insî şeytanlar, beni susturmaya desaisleri ile çalıştıkları halde, rahmet-i İlahiye hem İşarat-ül İ’caz’ın, hem Mesnevî-i Arabî’nin Türkçesini ihsan etti…”[205]

Şeytan ise;

“Hem şu mahdud arz, hadsiz mu’cizat-ı kudrete mazhar olduğundandır ki, en mühim sekeneleri olan ins ve cinnin kuvalarına, sair zîhayatlar gibi fıtrî bir had ve hulkî bir kayıt konulmadığı için nihayetsiz terakki ve nihayetsiz tedenniye mazhar olmuştur. Enbiyadan, evliyadan tut, tâ nemrudlara, tâ şeytanlara kadar uzun bir meydan-ı imtihanları peyda olmuştur. Madem öyledir, elbette firavunlaşmış şeytanlar, hadsiz şeraretiyle semaya ve ehline taş atacaklar.”[206]

“Kalb etrafındaki ilhamat ve vesveselerin mübarezelerinden tut, tâ sema âfâkında melaike ve şeytanların mübarezesine kadar o kanunun şümulünü iktiza eder.”[207]

“Yüksek kalelerin muhkem burçlarından atılan mancınıklar ve işaret fişeklerine benzeyen şu hâdisat-ı necmiye, bu recm-i şeytana ne kadar enseb düştüğü bedaheten anlaşılır.”[208]

“Müzahrefat-ı arziyenin mümessilât-ı habiseleri olan casus şeytanları, temiz ve temizlerin meskeni olan semayı telvis etmemek ve nüfus-u habise hesabına tecessüs ettirmemek için, edebsiz casusları korkutmak için atılan mancınıklar ve işaret fişekleri misillü, o şeytanları ebvab-ı semadan o şahablarla red ve tarddır.”[209]

“Senin gibi bir şeytan onun aklını elinden alır, sonra inkârı ona yutturur. Hem ey şeytan! Bâtılı hak ve muhali mümkün gösteren gaflet ve dalalet ve safsata ve inad ve mugalata ve mükâbere ve iğfal ve görenek gibi şeytanî desiselerle çok muhalatı intaç eden inkâr ve küfrü, o bedbaht insan suretindeki hayvanlara yutturmuşsun!”[210]

“Şeytan der: Bunlara karşı gelemem. Müdafaa edemem. Fakat çok ahmaklar var, beni dinliyorlar ve insan suretinde çok şeytanlar var, bana yardım ediyorlar ve feylesoflardan çok firavunlar var, enaniyetlerini okşayan mes’eleleri benden ders alıyorlar. Senin bu gibi sözlerin neşrine sed çekerler. Bunun için sana teslim-i silâh etmem!”[211]

“Kur’an ifham ettiği misillü; melaikelerin Âdem’e secdesiyle beraber, Şeytan’ın secde etmemesi olan hâdise-i cüz’iye-i gaybiye, pek geniş bir düstur-u külliye-i meşhudenin ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikatı ihsas ediyor. Şöyle ki: Kur’an, şahs-ı Âdem’e melaikelerin itaat ve inkıyadını ve Şeytan’ın tekebbür ve imtinaını zikretmesiyle; nev’-i beşere kâinatın ekser maddî enva’ları ve enva’ın manevî mümessilleri ve müekkelleri müsahhar olduklarını ve nev’-i beşerin hassalarının bütün istifadelerine müheyya ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber, o nev’in istidadatını bozan ve yanlış yollara sevkeden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri, o nev’-i beşerin tarîk-i kemalâtında ne büyük bir engel, ne müdhiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, bir tek Âdem’le (A.S.) cüz’î hâdiseyi konuşurken bütün kâinatla ve bütün nev’-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor.”[212]

“Sizin pederiniz bir defa şeytana aldandı, cennet gibi bir makamdan rûy-i zemine muvakkaten sukut etti. Sakın siz de terakkiyatınızda şeytana uyup hikmet-i İlahiyenin semavatından, tabiat dalaletine sukuta vasıta yapmayınız.”[213]

“Şeytan evvelâ şübheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse, şübheden şetme döner. Hayale karşı şetme benzer bazı pis hatıraları ve münafî-i edeb çirkin halleri tasvir eder. Kalbe “Eyvah” dedirtir. Ye’se düşürtür. Vesveseli adam zanneder ki kalbi, Rabbine karşı sû’-i edebde bulunuyor. Müdhiş bir halecan ve heyecan hisseder. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister.”[214]

“O çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değil. Çünki senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor. Vesvesenin zararı, tevehhüm-ü zarardır. Yani onu zararlı tevehhüm etmekle, kalben mutazarrır olmaktır. Çünki hükümsüz bir tahayyülü hakikat tevehhüm eder. Hem şeytanın işini kendi kalbine mal eder. Onun sözünü, ondan zanneder. Zarar anlar, zarara düşer. Zâten şeytanın da istediği odur.”[215]

“Şeytan ile melek-i ilham, kalb taraflarında mücaveretleri var ve füccar ve ebrarın karabetleri ve bir meskende durmaları, zarar vermez.”[216]

“Hasmın veya şeytanın bir vekil-i fuzulîsi olacak bir halet, zihninde takarrür eder.”[217]

“Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı imtihanda, şu meydan-ı müsabakada bize bir kamçı-yı teşvik olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş. Beşerin başına vuruyor. Şayet ziyade incitse, Hakîm-i Rahîm’e şekva etmeli, “Eûzü billahi mineşşeytanirracim” demeli.”[218]

“Sen eğer nefis ve şeytanı dinlersen, esfel-i safilîne düşersin. Eğer Hak ve Kur’an’ı dinlersen, a’lâ-yı illiyyîne çıkar, kâinatın bir güzel takvimi olursun.”[219]

“Âdem’e, melaikenin secde etmesi ve şeytanın etmemesi hâdisesiyle nev-i insana semekten meleğe kadar ekser mevcudat müsahhar olduğu gibi, yılandan şeytana kadar muzır mahlukatın dahi ona itaat etmeyip düşmanlık ettiğini ifade ediyor.”[220]

“Yapılan tüm menfilikler şeytan hesabına geçer.”o zındıktan ders alan münafıklar, yine şeytan hesabına Kur’an güneşini üflemekle söndürmeğe ahmak çocuklar gibi ahmakane ve divanecesine çalışmaları…”[221]

“Siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki, vesvese-i şeyatîn hükmüne geçmiştir.”[222]

“Evet şeytanlar, güya ene’nin gaga ve pençesiyle dinsiz feylesoflarının akıllarını havaya kaldırıp dalalet derelerine atıp dağıtmıştır. Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tagutlardandır.””Kim tağut’u (Sapkın güç ve azgınlığa sevkeden,şeytan) tanımayıp Allah’a iman ederse,kopması imkansız olan sağlam kulpa yapışmıştır.Allah her şeyi işiten,her şeyi bilendir.”[223]

Menhus şahıs tüm işlerini şeytanın himmeti ve yardımıyla yapmaktadır.

“Ben, saadet-i dünyayı ve lezzet-i hayatı ve terakkiyat-ı medeniyeti ve kemal-i san’atı; kendimce, âhireti düşünmemekte ve Allah’ı tanımamakta ve hubb-u dünyada ve hürriyette ve kendine güvenmekte gördüğüm için, insanın ekserisini bu yola şeytanın himmetiyle sevkettim ve ediyorum.”[224]

“İstibdad-ı şeytanî; hürriyet nam verilmiş. “[225]

“Siyaset, Efkârın Âleminde Bir Şeytandır; İstiaze Edilmeli!”[226]

“İnadın Gözü, Meleği Şeytan Görür. İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine “melek” der, rahmeti de okutur. Muhalif tarafında eğer meleği görse; libasını değişmiş, onu şeytan zanneder, adavet lanet eder.”[227]

“İKİNCİ SUALİNİZ: Şeytanların halkı ve icadı ne içindir? Cenab-ı Hak, şeytanı ve şerleri halketmiş, hikmeti nedir? Şerrin halkı şerdir, kabihin halkı kabihtir?

İşte kâinattaki şerlerin, zararların, beliyyelerin ve şeytanların ve muzırların halk ve icadları, şer ve çirkin değildir; çünki çok netaic-i mühimme için halkolunmuşlardır. Meselâ: Melaikelere şeytanlar musallat olmadıkları için, terakkiyatları yoktur; makamları sabittir, tebeddül etmez. Keza hayvanatın dahi, şeytanlar musallat olmadıkları için, mertebeleri sabittir, nâkıstır. Âlem-i insaniyette ise meratib-i terakkiyat ve tedenniyat nihayetsizdir. Nemrudlardan, firavunlardan tut, tâ sıddıkîn-i evliya ve enbiyaya kadar gayet uzun bir mesafe-i terakki var.

İşte kömür gibi olan ervah-ı safileyi, elmas gibi olan ervah-ı âliyeden temyiz ve tefrik için, şeytanların hilkatıyla ve sırr-ı teklif ve ba’s-i enbiya ile, bir meydan-ı imtihan ve tecrübe ve cihad ve müsabaka açılmış. Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı, maden-i insaniyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidadlar, beraber kalacaktı. A’lâ-yı illiyyîndeki Ebu Bekr-i Sıddık’ın ruhu, esfel-i safilîndeki Ebu Cehl’in ruhuyla bir seviyede kalacaktı. Demek şeyatîn ve şerlerin yaratılması, büyük ve küllî neticeye baktığı için icadları şer değil, çirkin değil; belki sû’-i istimalattan ve kesb denilen mübaşeret-i hususiyeden gelen şerler, çirkinlikler, kesb-i insana aittir; icad-ı İlahîye ait değildir.””[228]

“Eğer sual etseniz ki: Bi’set-i enbiya ile beraber şeytanların vücudundan ekser insanlar kâfir oluyor, küfre gidiyor, zarar görüyor. “El-hükmü lil-ekser” kaidesince, ekser ondan şer görse, o vakit halk-ı şer şerdir, hattâ bi’set-i enbiya dahi rahmet değil denilebilir?

İşte nev’-i beşer bi’set-i enbiya ile, sırr-ı teklif ile, mücahede ile, şeytanlarla muharebe ile kazandıkları yüzbinlerle enbiya ve milyonlarla evliya ve milyarlarla asfiya gibi âlem-i insaniyetin güneşleri, ayları ve yıldızları mukabilinde; kemmiyetçe kesretli, keyfiyetçe ehemmiyetsiz hayvanat-ı muzırra nev’inden olan küffarı ve münafıkları kaybetti.”[229]

“Meğer dinsizliği ve zındıkayı siyaset zannedip ona tarafgirlik eden insan suretinde şeytanlar ola veya beşer kıyafetinde hayvanlar ola…”[230]

“Hazret-i İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel, Ebî Said-il Hudrî’den tahric ve tashih eder ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Katade İbn-i Nu’man’a karanlıklı, yağmurlu bir gecede bir değnek verir ve ferman eder ki: “Sana lâmba gibi, onar arşın her tarafta ışık verecek. Evine gittiğin zaman, bir siyah şahıs gölge göreceksin. O, şeytandır. Onu hanenden çıkar, tardet.” Katade değneği alır, gider. Yed-i beyza gibi ışık verir. Evine gider; o siyah şahsı görür, tardeder.”[231]

“Ehl-i siyer ve hadîs, müttefikan haber veriyorlar ki: Kureyş kabilesi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı öldürtmek için, kat’î ittifak ettiler. Hattâ insan suretine girmiş bir şeytanın tedbiriyle, Kureyş içine fitne düşmemek için, her kabileden lâakal bir adam içinde bulunup, ikiyüze yakın, Ebu Cehil ve Ebu Leheb’in taht-ı hükmünde olarak, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hane-i saadetini bastılar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanında Hazret-i Ali vardı. Ona dedi: “Sen bu gece benim yatağımda yat.” Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm beklemiş, tâ Kureyş gelmiş, bütün hanenin etrafını tutmuşlar. O vakit çıktı, bir parça toprak başlarına attı. Hiç birisi onu görmedi, içlerinden çıktı gitti. Gâr-ı Hira’da iki güvercin ve bir örümcek, bütün Kureyş’e karşı ona nöbetdar olup, muhafaza ettiler.”[232]

“Ehl-i zındıkanın üstadı, şeytandır. Şeytan ilzam edilmezse, onun mukallidleri kanmazlar. Kur’an-ı Hakîm, kâfirlerin galiz tabirlerini reddetmek için zikrettiğinden bana bir cesaret verildi ki; bu şeytanî olan mesleğin bütün bütün çürüklüğünü göstermek için, -farz-ı muhal suretinde- hizb-üş şeytanın efradı, mesleklerinin iktizasıyla kabul etmeye mecbur oldukları ve ister istemez manen meslek diliyle diyecekleri ahmakane tabiratlarını titreyerek istimal ettim. Fakat o istimal ile onları kuyu dibine sıkıştırıp, meydanı baştan başa Kur’an hesabına zabtettik, onların foyalarını meydana çıkardık.”[233]

“Desise-i Şeytaniye: Tama’ yüzünden çoklarını avlıyorlar.”[234]

“Desise-i Şeytaniye: Ehl-i dalaletin tarafgirleri, enaniyetten istifade edip, kardeşlerimi benden çekmek istiyorlar. Hakikaten insanda en tehlikeli damar, enaniyettir ve en zaîf damarı da odur. Onu okşamakla, çok fena şeyleri yaptırabilirler.”“[235]

“Desise-i Şeytaniye şudur ki: İnsandaki tenbellik ve tenperverlik ve vazifedarlık damarından istifade eder. Evet şeytan-ı ins ve cinnî her cihette hücum ederler.”[236]

“Sual: Şeytanların kâinatta icad cihetinde hiçbir medhalleri olmadığı, hem Cenab-ı Hak rahmet ve inayetiyle ehl-i hakka tarafdar olduğu, hem hak ve hakikatın cazibedar güzellikleri ve mehasinleri ehl-i hakka müeyyid ve müşevvik bulunduğu, hem dalaletin müstekreh çirkinlikleri ehl-i dalaleti tenfir ettikleri halde, hizb-üş şeytanın çok defa galebe etmesinin hikmeti nedir? Ve ehl-i hak, her vakit şeytanın şerrinden Cenab-ı Hakk’a sığınmasının sırrı nedir?

Elcevab: Hikmeti ve sırrı şudur ki: Ekseriyet-i mutlaka ile dalalet ve şerr, menfîdir ve tahribdir ve ademîdir ve bozmaktır. Ve ekseriyet-i mutlaka ile hidayet ve hayır, müsbettir ve vücudîdir ve imar ve tamirdir. Herkesçe malûmdur ki: Yirmi adamın yirmi günde yaptığı bir binayı, bir adam, bir günde tahrib eder. Evet bütün âzâ-yı esasiyenin ve şerait-i hayatiyenin vücuduyla vücudu devam eden hayat-ı insan, Hâlık-ı Zülcelal’in kudretine mahsus olduğu halde; bir zalim, bir uzvu kesmesiyle, hayata nisbeten ademî olan mevte o insanı mazhar eder. Onun için “Et-tahribü eshel” durub-u emsal hükmüne geçmiş.”[237]

“İşte bu sır, Mecusilerde inkişaf etmediği içindir ki; kâinatta “Yezdan” namıyla bir hâlık-ı hayır, diğeri “Ehriman” namıyla bir hâlık-ı şerr itikad etmişlerdir. Halbuki onların Ehriman dedikleri mevhum ilah-ı şerr, bir cüz’-i ihtiyarıyla ve icadsız bir kesble şerlere sebebiyet veren malûm şeytandır.”[238]

“İşte ey ehl-i iman! Şeytanların bu müdhiş tahribatına karşı en mühim silâhınız ve cihazat-ı tamiriyeniz istiğfardır ve “Eûzü billah” demekle Cenab-ı Hakk’a ilticadır. Ve kal’anız Sünnet-i Seniyedir.”[239]

“Hem ehl-i imanın desais-i şeytaniyeye kapılmaları, imansızlıktan ve imanın zaîfliğinden olmadığı…Çünki, şeytan cüz’î bir emr-i ademî ile insanı mühim tehlikelere atar. Hem insandaki nefis ise, şeytanı her vakit dinler. Kuvve-i şeheviye ve gazabiye ise, şeytan desiselerine hem kâbile, hem nâkile iki cihaz hükmündedirler.”[240]

“İblis’in en mühim bir desisesi: Kendini, kendine tabi olanlara inkâr ettirmektir.”[241]

“Şeytanın en büyük bir desisesi: Hakaik-i imaniyenin azameti cihetinde dar kalbli ve kısa akıllı ve kasır fikirli insanları aldatır, der ki: “Bir tek zât, umum zerrat ve seyyarat ve nücumu ve sair mevcudatı bütün ahvaliyle tedbir-i rububiyetinde çeviriyor, idare ediyor deniliyor. Böyle hadsiz acib büyük mes’eleye nasıl inanılabilir? Nasıl kalbe yerleşir? Nasıl fikir kabul edebilir?” der. Acz-i insanî noktasında bir hiss-i inkârî uyandırıyor.

Elcevab: Şeytanın bu desisesini susturan sır: “Allahü Ekber”dir. Ve cevab-ı hakikîsi de “Allahü Ekber”dir. Evet “Allahü Ekber”in ziyade kesretle şeair-i İslâmiyede tekrarı, bu desiseyi mahvetmek içindir. Çünki insanın âciz kuvveti ve zaîf kudreti ve dar fikri, böyle hadsiz büyük hakikatları “Allahü Ekber” nuruyla görüp tasdik ediyor ve “Allahü Ekber” kuvvetiyle o hakikatları taşıyor ve “Allahü Ekber” dairesinde yerleştiriyor ve vesveseye düşen kalbine diyor ki: Bu kâinatın gayet muntazamca tedbir ve tedviri bilmüşahede görünüyor. ”[242]

“Şeytanın mühim bir desisesi: İnsana kusurunu itiraf ettirmemektir. Tâ ki, istiğfar ve istiaze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enaniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin; âdeta taksirattan takdis etsin. Evet şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de, yüz tevil ile tevil ettirir.”[243]

“İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü’minin bir tek seyyiesiyle, bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, mü’mine adavet ederler. Halbuki Cenab-ı Hak haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mal-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler. “[244]

“İşte ey şeytanın desiselerine mübtela olan bîçare insan! Hayat-ı diniye, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin selâmetini dilersen ve sıhhat-ı fikir ve istikamet-i nazar ve selâmet-i kalb istersen; muhkemat-ı Kur’aniyenin mizanlarıyla ve Sünnet-i Seniyenin terazileriyle a’mal ve hatıratını tart ve Kur’anı ve Sünnet-i Seniyeyi daima rehber yap ve “Euzü billahimineş-şeytanir-racim” de, Cenab-ı Hakk’a ilticada bulun.”[245]

“Şeytanın dahi, manevî terakkiyat-ı beşeriyenin zenbereği olan müsabakaya ve mücahedeye sebeb olduğundan, o nev’in icadı dahi hayırdır, o cihette güzeldir.”[246]

“Vücud kâinatları ve hadsiz adem âlemleri birbirleriyle çarpışırken ve Cennet ve Cehennem gibi meyveler verirken ve bütün vücud âlemleri “Elhamdülillah Elhamdülillah” ve bütün adem âlemleri “Sübhanallah Sübhanallah” derken ve ihatalı bir kanun-u mübareze ile melekler şeytanlarla ve hayırlar şerlerle, tâ kalbin etrafındaki ilham, vesvese ile mücadele ederken; birden meleklere imanın bu meyvesi tecelli eder, mes’eleyi halledip karanlık kâinatı ışıklandırır. “Allah göklerin ve yerin nurudur.”[247] âyetinin envârından bir nurunu bize gösterir ve bu meyve ne kadar tatlı olduğunu tattırır.”[248]

“Bu sure-i azîme-i hârika:[249] “Kâinatta adem âlemleri hesabına çalışan şerirlerden ve insî ve cinnî şeytanlardan kendinizi muhafaza ediniz.” Peygamberimize ve ümmetine emrederek, her asra baktığı gibi mana-yı işarîsiyle bu acib asrımıza daha ziyade, belki zahir bir tarzda bakar; Kur’an’ın hizmetkârlarını istiazeye davet eder.”[250]

“Sonra birisi sordu ki: “O öldüğü zaman İstanbul’da Dikili Taş’ta şeytan dünyaya bağıracak ki; filan öldü.” O vakit ben dedim: “Telgrafla haber verilecek.” Fakat bir zaman sonra radyo çıkmış işittim. Eski cevabım tam değilmiş bildim. Sekiz sene sonra Dâr-ül Hikmet’te iken dedim: “Şeytan gibi radyo ile dünyaya işittirecek.”[251]

“Hem meselâ, meşhur olmuş ki; İslâm Deccalı öldüğü vakit ona hizmet eden şeytan, İstanbul’da Dikili Taş’ta bütün dünyaya bağıracak ve herkes o sesi işitecek ki: “O öldü.” Yani pek acib ve şeytanları dahi hayrette bırakan radyo ile bağırılacak, haber verilecek.”[252]

“Nasılki emr-i İlahî ile İsa Aleyhisselâm, şeriat-ı Museviyede bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarab gibi bazı müştehiyatı helâl etmiş. Aynen öyle de; Büyük Deccal, şeytanın iğvası ve hükmü ile şeriat-ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp Hristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak, anarşistliğe ve Ye’cüc ve Me’cüc’e zemin hazır eder. Ve İslâm Deccalı olan Süfyan dahi, şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleri ile kaldırmağa çalışarak hayat-ı beşeriyenin maddî ve manevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak, hürmet ve merhamet gibi nurani zincirleri çözer; hevesat-ı müteaffine bataklığında, birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdad bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdaddan başka zabt altına alınamaz.”[253]

“Sual: Şeytanın kalbinde marifet var mıdır?

Cevab: Yoktur. Çünki san’at-ı fıtriyesi iktizasınca, kalbi daima idlâl ile telkin için, fikri daima küfrü tasavvur etmekle meşgul olduğundan, kalbinde veya fikrinde boş bir yer marifet için kalmıyor.”[254]

“Evet melaike ulüvv-ü şanlarından, şeytanları reddeder, kabul etmezler.”[255]

“Ve keza Cenab-ı Hak hayr-ı mahz olarak melaikeyi yaratmıştır, şerr-i mahz olarak da şeytanı yaratmıştır, hayır ve şerden mahrum olarak behaim ve hayvanatı halketmiştir. “[256]

“Sizin nefis ve şeytanlarınız benim nefis ve şeytanımdan daha âsi, daha tâgi, daha şakî değiller.”[257]

“Hattâ eski Yunanîlerin ve Vesenîlerin ilaheleri, böyle zalimane tasavvurat-ı şeytaniyenin mahsulüdür.”[258]

“Kâfirlerin medeniyeti ile mü’minlerin medeniyeti arasındaki fark:

“Birincisi, medeniyet libasını giymiş korkunç bir vahşettir. Zahiri parlıyor, bâtını da yakıyor. Dışı süs içi pis, sureti me’nus sîreti makûs bir şeytandır…”[259]

“Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî sayesinde kalbin fethiyle, ene ve enaniyet mikrobunu öldürmeğe ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmarenin başını kırmağa muvaffak olmuşlardır. Kezalik Kadirîler de zikr-i cehrî sayesinde tabiat tagutlarını tar ü mar etmişlerdir.”[260]

“İnsan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılab eder.”[261]

“Bir zaman şeytan, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’a itiraz edip demiş ki: “Madem ecel ve herşey kader-i İlahî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin.” Hazret-i İsa Aleyhisselâm demiş ki:Yani: “Cenab-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: Sen böyle yapsan sana böyle yaparım, göreyim seni yapabilir misin? diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenab-ı Hakk’ı tecrübe etsin ve desin: Ben böyle işlesem, sen böyle işler misin? diye tecrübevari bir surette Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine karşı imtihan tarzı sû’-i edebdir, ubudiyete münafîdir.”[262]

“Nefis, devekuşu gibidir. Şeytan sofestaî, heva da bektaşîdir.”[263]

“Amma şeytanın talebesi olan nefs-i emare…”[264]

“İnsanın Allah’a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebair takvasıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.”[265]

“İman-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selbedilmeyeceğine ehl-i keşf ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şübheler verip tereddüde düşürebilir. Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor. Bu iman-ı tahkikînin vusulüne vesile olan bir yolu, velayet-i kâmile ile keşf ve şuhud ile hakikata yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhudîdir.”[266]

“Hadisce sabittir ki, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm görülen rü’yada şeytan o rü’yaya karışamıyor. “[267]

“… Bu zamanda, zındıka dalâleti İslâmiyete karşı muharebesinde nefs-i emmarenin plâniyle şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi yarım çıplak hanımlardır ki, açık bacağiyle, dehşetli bıçaklarla ehl-i imana taarruz edip saldırıyorlar. Nikâh yolunu kapamağa, fuhuş yolunu genişlettirmeye çalışarak çokların nefislerini birden esir edip, kalb ve ruhlarını kebair ile yaralıyorlar; belki o kalblerden bir kısmını öldürüyorlar.”

Peki yalan mı bunlar? Fuhşu teşvik ve nikâhı imha eden fâhişeler gürûhu inkâr mı ediliyor? Gizli ve âşikâr fuhuşla ve devlet eliyle mücadele yok mu? Ceza Kanunu, Fuhuşla Mücadele Nizamnamesi ve ahlâk zabıtası bunlarla geceli gündüzlü mücadele etmiyor mu?”[268]

Mehmet ÖZÇELİK

19-05-2003

[1] Ahkaf.29-31.

[2] Rahman.14-15.

[3] Rahman.35.

[4] Neml.39.

[5] Zariyat.56.

[6] Neml.65.

[7] Nas.1-6.

[8] Cinlerin Esrarı.227-229,Enbiya.82,Neml.17,39,Sebe’.12-13.Sad.37-39.

[9] Age.239-244.

[10] Bak.İsra.57.

[11] Kehf. 50,Rahman.39,Cin,2,10-11.

[12] En’am.130,Cin.2,4,11,13.

[13] Cinlerin Esrarı.İmam-ı Şibli.Tercüme.M.ferşad.sh.65,67.

[14] Age.112-124,Nahl.72,Rum.21,Nisa.3,Cin.6.

[15] Talak.12.

[16] Bak.Cinlerin Esrarı.age.174-175,Bak.Zümer.71.

[17] Age.214-220,225-227.

[18] Feyizlerden Damlalar.M.Özdağ.sh.25,96.

[19] Cinlerin esrarı.age.106-107.

[20] Age.134-145.

[21] Age.153-154,158,Cin.8.

[22] Age.266-267,256-274.

[23] En’am.112-113.

[24] En’am.128.

[25] A’raf.179.

[26] Hicr.27.

[27] Şuara.212.

[28] Neml.39.

[29] Sebe’.12,14.

[30] Cin.1-3.

[31] Cin.8-10.

[32] Cin.19,25.

[33] Nâs.1-6.

[34] En’am.100.

[35] Rahman.15.

[36] Zâriyat:” 56-57.

[37] Cin.16-17.

[38] Cin.11-14.

[39] Ahkaf.29-31,Cin.1-15.

[40] Cin.4-7.

[41] Cin.15.

[42] Kehf.50.

[43] Yasin.60.

[44] Nisa.119,Nur.21, Bakara.168-169.

[45] A’raf.200,Mü’minun.97-98.

[46] Sad.74.

[47] Sad.77-78.

[48] Sad.79.

[49] A’raf.12.

[50] Hicr.27.

[51] Hicr.76.

[52] En’am.112-113,Nas.6.

[53] Hıcr.17-18,Şuara.212,Saffat.7-10,Mülk.5,cin.8-9.

[54] Bakara.166,208-209,En’am.142,A’raf.16-17,27,Yusuf.5,Hıcr.39-40,Ta-ha.116-117,Hac.52,Fatır.6,Yasin.60-61,Zuhruf.62.

[55] Bakara.169,Nisa.14,118-119,En’am.128,A’raf.200,Nur.21,Sad.82-83.

[56] Nas.5.

[57] A’raf.201,Hıcr.39-40,İsra.65.

[58] Nisa.119-120,A’raf.20-21,İsra.63-64.

[59] En’am.112.

[60] En’am.112-113.

[61] Bakara.208-209,Nisa.38,119-120,En’am.128,142,A’raf.18,Hicr.41-44,İsra.63-64,Kehf.50-51,Nur.21,Şuara.221-223,Lokman.33,Fatır.5,Sad.84-85,Fussilet.36,Zuhruf.36-39.

[62] Hicr.42,Nahl.99-100,İsra.65,Sad.82-83.

[63] Nisa.38,Fussilet.25,Zuhruf.36-38,Kaf.27.

[64] Hac.52-55.

[65] Bakara.257,Nisa.38,76,En’am.71,A’raf.27,201-202,Enfal.48,Meryem.83,Furkan.55,Şuara.221-223,Fussilet.25.

[66] Mücadele.19-20,Haşr.16-17.

[67] A’raf.200,Nahl.98,Mü’minun.97-98,Fussilet.36,Nas.1-6.

[68] Bakara.256-257,Nisa.51,60,76,Maide.60,Nahl.36,Zümer.17.

[69] Bakara.34,A’raf.11-13,Hicr.28-33,İsra.61-62,Kehf.50,Taha.116,Sad.71-76.

[70] A’raf.11-18,Hicr.34-35,İsra.62-63.

[71] Hıcr.35,Sad.78.

[72] A’raf.14-15,Hicr.36-38,İsra.62,Sad.79-81.

[73] Enbiya.29.

[74] Sebe.21.

[75] Nisa.118-119,A’raf.18,İsra.62-63,Sad.77.

[76] Neml.39.

[77] Kehf.50.

[78] Bak.Cinlerin esrarı.315.

[79] Cinlerin esrarı.age.90-94.

[80] Age.329.

[81] Cin.1-2.

[82] Cin.1.

[83] Sad.35,Bak.Cinlerin esrarı.age.sh.74.

[84] Sözler.23.

[85] Sözler.52.Haşiye.1.

[86] Sözler 75 *Haşiye 1,Lemalar. 55.

[87] Sözler 102.

[88] Sözler 104.

[89] Sözler 123.

[90] Sözler 123,131.

[91] Sözler.135.

[92] Sözler.136.

[93] Sözler.176.

[94] Sözler.178.

[95] Sözler.180.

[96] Rahman.33.

[97] Mülk.5.

[98] Sözler 180-181, 264, 373, 412Mektubat.186,İşarat-ül İ’caz 132.

[99] Mesnevi-i Nuriye.205.

[100] Sözler 185,Mektubat 311.

[101] Sözler 201.

[102] Sözler 236.

[103] Sözler 251.

[104] İbrahim .49.

[105] Enbiya.82.

[106] Sözler 258,Şualar 58.

[107] Sözler 258.

[108] Sözler 365.

[109] Sözler 384.

[110] Sözler 387.

[111] Sözler 390.

[112] Sözler 407.

[113] Sözler 412.

[114] Sözler 448,Şualar 137.

[115] Sözler 452,Lemalar 68,Şualar 244.

[116] Sözler 454, Şualar 246,Mesnevî-i Nuriye 95.

[117] Sözler. 459,Şualar 252.

[118] Sözler 504.

[119] Sözler 505.

[120] Son Şahitler.Necmettin Şahiner.4/105.

[121] Sözler 507.

[122] Sözler 509.

[123] Cin.1.

[124] Cin.1-2.Sözler.514.

[125] Sözler 556.

[126] Sözler 577.

[127] Sözler 580.

[128] Sözler 581.

[129] Sözler 582.

[130] Sözler 583.

[131] Sözler 583.

[132] Sözler 617.

[133] Sözler 623,Lemalar.349.

[134] Sözler.624.

[135] Sözler 628.

[136] Sözler 631.

[137] Sözler .774.

[138] Mektubat. 82.

[139] Cin. 4.

[140] Mektubat .128.

[141] Mektubat .152.

[142] Mektubat .154,158.

[143] Mektubat .156.

[144] Mektubat 157.

[145] Mektubat .157.

[146] Mektubat .157.

[147] Mektubat .175.

[148] Mektubat .175,Şualar.629.

[149] Mektubat 178,185,187, 389), Lemalar 280,282,Barla Lâhikası 287,244.

[150] Mektubat 179.

[151] Mektubat .190.

[152] Mektubat 192,193.

[153] Mektubat 193.

[154] Mektubat 194, 198,Mesnevî-i Nuriye 24,53.

[155] Mektubat.212.

[156] Mektubat.222.

[157] Mektubat.226.

[158] Mektubat 226,Mesnevî-i Nuriye 204.

[159] Mektubat.252.

[160] Mektubat.293.

[161] Mektubat.300.

[162] Mektubat.303.

[163] Mektubat 412,Barla Lâhikası 316.

[164] Mektubat.426.

[165] Mektubat.521.

[166] Lemalar 44.

[167] Lemalar 65.

[168] Lemalar 69.

[169] Lemalar 73,Şualar 258.

[170] Lemalar.77.

[171] Lemalar 78,Mesnevî-i Nuriye 8.

[172] Lemalar 82.

[173] Lemalar .309.

[174] Lemalar 371,372,Şualar 56,57,191.

[175] Lemalar.386.

[176] Lemalar 430,Şualar 188.

[177] Yasin.53.

[178] Şualar 161.

[179] Lokman28.

[180] Şualar 161,656.

[181] Şualar .257.

[182] Şualar 262.

[183] (Şualar .266.

[184] En’am.130.

[185] Şualar.337-338.

[186] Şualar.385.

[187] Şualar 645,642.

[188] İşarat-ül İ’caz 7, 226.

[189] Bakara.30.

[190] İşarat-ül İ’caz.199.

[191] İşarat-ül İ’caz 201.

[192] İşarat-ül İ’caz 220.

[193] Mesnevî-i Nuriye 138.

[194] Mesnevî-i Nuriye 181,265.

[195] Barla Lâhikası 27,59,134.

[196] Barla Lâhikası .53,63.

[197] Barla Lâhikası 89,93,119.

[198] Barla Lâhikası 152.

[199] Kastamonu Lâhikası 70.

[200] Emirdağ Lâhikası-2 /12.

[201] Emirdağ Lahikası.2/12-13.

[202] Emirdağ Lahikası.2/133.

[203] Emirdağ Lahikası.2/155.

[204] Emirdağ Lahikası.2/156.

[205] Emirdağ Lahikası.2/226.

[206] Sözler.178.

[207] Sözler.179.

[208] Sözler.180.

[209] Sözler.182.

[210] Sözler.188.

[211] Sözler.192.

[212] Sözler.246.

[213] Sözler.262.

[214] Sözler 274,lem’alar.74.-89.

[215] Sözler.275.

[216] Sözler.276.

[217] Sözler.278.

[218] Sözler.278.

[219] Sözler.328.

[220] Sözler.401.

[221] Sözler.461.

[222] Sözler.483.

[223] Sözler.544,Bakara.256,257,Nisa.51,60,76,Nahl.36,Zümer.17.

[224] Sözler.632.

[225] Sözler.707.

[226] Sözler.717.

[227] Sözler.718.

[228] Mektubat.43-44,Lemalar.70-71.

[229] Mektubat.44.

[230] Mektubat.49.

[231] Mektubat.137.

[232] Mektubat.158.

[233] Mektubat.336.

[234] Mektubat.417.

[235] Mektubat.424.

[236] Mektubat.426.

[237] Lemalar.70.

[238] Lemalar.73.

[239] Lemalar.73.

[240] Lemalar.74.

[241] Lemalar.82.

[242] Lemalar.87,Mesnevi-i Nuriye.181.

[243] Lemalar.87-88.

[244] Lemalar.88.

[245] Lemalar.89.

[246] Şualar.31.

[247] Nur.35.

[248] Şualar.262.

[249] Felak suresi.

[250] Şualar.266.

[251] Şualar.359.

[252] Şualar.581.

[253] Şualar.593.

[254] İşarat-ül İcaz.67.

[255] İşarat-ül İcaz.107.

[256] İşarat-ül İcaz.205.

[257] Mesnevi-i Nuriye.75.

[258] Mesnevi-i Nuriye.87.

[259] Mesnevi-i Nuriye.89.

[260] Mesnevi-i Nuriye.103.

[261] Mesnevi-i Nuriye.158.

[262] Mesnevi-i Nuriye.170,Lemalar.130,Bak.Cinlerin esrarı.İmam-ı Şibli.Mütr.M.Ferşad.Sh.416-417.

[263] Mesnevi-i Nuriye.183.

[264] Mesnevi-i Nuriye.217.

[265] Mesnevi-i Nuriye.224.

[266] Kastamonu Lâhikası 18,Sikke-i Tasdik-i Gaybî 29.

[267] Sikke-i Tasdik-i Gaybî.21.

[268] Tarihçe-i Hayat.657-658.




ŞEKİLLENEN DÜNYADA ŞEKİLLENDİRENLER VE PLANLAR

ŞEKİLLENEN DÜNYADA ŞEKİLLENDİRENLER VE PLANLAR

Bize bir çok kayıblar verdiren 1.Dünya savaşından sonraki II.Dünya savaşı da dünya ya bir çok kayıblar verdirdi.Kayıblarla beraber bir çok menfiliklere de gebe oldu.Yeni dünya düzeni içerisinde İsrail,İMF,Amerika,Birleşmiş Milletler yerlerini aldılar.Maddi ve güç alanında hakimiyet kurmaya çalıştılar.Haklı hakimiyetler için,haksız ve suçlu unsurlar icad ve inşa edildi.Rusya iyi bir bahane oldu yani Kominizm…

Çünki Şah olmanın yolu,başrollerde başarılı oyun oynamanın yolu;piyonlar veya paralı dayak yiyicilerle sağlanır.Bir asır önce ele geçirilen piyonlar,bu yüzyılın başında da atlama taşı olarak kullanılmaktadır.

En büyük tehdit olarak Kominizm ve Rusya,Çin merkezli senaryolar üretildi,türetildi.

Ancak 1989’da Rusya ve Kominizm’de tarihe karıştı.Bu durumda yeni bahanelerin üretilmesi gerekti.Bunlardan biri de İslâmî terör ve müslüman terörist. Başta bunun temsilcisi İran,Afganistan,Filistin,Cezayir, Türkiye,Libya, Çeçenistan gibi İslam devletleri gösterildi.

1990’lı yılların başında zamanın İngiltere Başbakanı Margaret Theatcher’ın bir NATO toplantısında yaptığı; “Düşmanı olmayan ideoloji yaşayamaz. Sovyetler Birliği dağıldı ve düşman olmaktan çıktı. Onun yerine yeni bir düşman konulması gerekir. Bu yeni düşman İslam olacaktır” mealindeki sözleridir.[1]

”1997 yılında Almanya Dışişleri Bakanı Klaus Kinkel’in “Türkiye’nin önünde Atatürkçülük’ten başka bir seçenek bırakmamalıyız” dediğini anımsatırım. Yakın zamanlarda da Almanya Şansölyesi Schröder’in oldukça diplomatik bir dil kullanarak “Türkiye’deki laik elitleri desteklemeli ve radikal İslâm’ın güçlenmesini önlemeliyiz”[2]

Buna istinadendir ki; Rahip Jerry Falwell Peygamber Efendimize “terörist” suçlamasında bulunmuştur.Bunu da Peygamberimizin savaş yapması ile irtibatlandırmaya çalışmıştır.Oysa tüm savaşlarda müslümanlar savaşan taraf değil,müdafaa eden taraf olmuştur.Zulme dur deyip,geçit vermemiştir.

Selman Rüştü’nün aşırı derecedeki saldırgan –Şeytan ayetleri-ne ses çıkarılmazken,müslümanlar fundemantalist veya Radikal ve ılımlı diye tefrik edilmektedir.

Bunun en büyük ayağını Ekonomik hakimiyetin ele alınması ve kontrolü oldu.Bir dönem tüm islâm ülkeleri,fakirliğin islamın bir ürünü ve gereği olarak gösterildi.

Bu çerçevede bir düzenlemeye gidilmeye başlandı.Dünyanın uyuşturucudan her türlü paraya kadar kontrol altına alındı.

İMF dünyadaki tüm paraları kontrol ve dilediğini istediği yönde yönlendirip kanunlar çıkarttırmaya kadar Dünya Bankalığı görevini üstlendi.

Zenginler kulübü olarak isimlendirilen 200 kişilik İMF,dünyanın yarısını hakimiyeti altına almıştır.Yahudi merkezli,devletleri krize sokma merkezidir.Öne sürdüğü proğramlar ile bir çok devleti iflas ettirmiş,iş yerlerinin kapanmasına sebeb olmuştur.Kapitalizmin diğer adı.

”Dünya bankası,IMF,”Yeni Dünya Düzeni”adında bir toplantıyı Amerika-Seattle’de yapmak istiyor.Bir çok insan sokaklara dökülerek engellemeye çalışıyor,protesto ediyor ve polislerle çatışıyor.

-Prag’da da aynı şey…”[3]

Bulaştığı her ülkeyi de batırmıştır.bizdeki 18.si.Yaptığının karşılığında ülkeyi ipotek etmektedir.[4]

Bu yeni dünya düzeni de şimdiki bir şey değil.Sürekli kullandıkları 1 dolarlarının altında şu yazılıdır:”Novo ordro sectorum”(Yeni dünya düzeni)Böylece 1776-dan beri bu söz konusudur.[5]

Nitekim Bush’da Ladine karşı açtığı savaşta ağzından bunun bir haçlı seferi olduğunu bilerek söylemiş,sonra da siyaseten çark etmişti.

Hatta 11-Eylül 2001 ikiz kulelerininde bununla ilgili olduğunu söyleyen Sinanoğlu; İkiz kulelerin yıkılmasında,özellikle 80. kata vurması tesadüfi değil.Orada bulunan 20 kat “O 20 kat,J.P.Morgan Bankasına ait olan 20 kat.”[6]

Dünyanın önde gelen bankalarından.havada uçan kuşu tesbit eden,otomatikman roketler devreye girerken,nedense birden devreler kapanıyor.Demek ki içten planlı en az ihtimalle destekli.

İsrail gizli servisi MOSSAD’ın ve Amerika’nın elinde olduğu söylenen İMF;[7] “Bir ulusun parasının denetimi elimde olsun, onun kanunlarını kimin yazdığını umursamam artık!..”sözünü hedef edinmiştir.

Bu bazen siyasi çalkantılar yoluyla yapılırken,bazen de ekonomik yöntemlerle yapılmıştır.Nitekim; Nitekim İngiltere dış işleri bakanı 30 yıl önce Hindistanı kendilerinin karıştırdıklarını itiraf ederek,ancak pek bir fayda göremediklerini üzüntüyle dile getirmiştir.Ancak üzüntüsü Hindistanı karıştırması değil,bir menfaat elde edememenin ezikliği idi.

Buda en çok faiz vermek suretiyle çökertilme yoluna gidilmektedir.Masumane verilen borçlar!İşte bilanço;

“Cumhuriyet dönemi boyunca ulaşılan servet, 4 yılda tüketildi

79 yıl boşa gitti

İŞTE FAİZCİ ZİHNİYETİN ACI FATURASI

Türkiye’nin Millî Geliri 148 milyar dolar

4 yıllık borç faizi 134 milyar dolar

m1.gif (14422 bytes) Türkiye sadece son 3 yılda borç faizine tam 100 milyar dolar ödedi. Bu yıl da 34 milyar dolar ödeyecek. Bin kamyon altına bedel bu para, ülkemizin kalkınması için harcansaydı Türkiye şaha kalkardı.

 Faiz batırdı

Ankara Ticaret Odası’nın hazırladığı rapor, Türkiye’nin borç ve faiz ile nasıl batağa sürüklendiğini çarpıcı rakamlarla gözler önüne serdi. Rapora göre Türkiye 2000-2002 yılları arasında faize 100 milyar dolar ödedi. Türkiye 2003 yılında da 34 milyar dolar borç faizi ödeyecek.

 Emekler boşa gitti

Türkiye, Cumhuriyet tarihi boyunca ulaştığı 148 milyar dolarlık milli gelire yakın bir parayı sadece 4 yılda faize harcıyor. Raporu hazırlayan ATO’nun Başkanı Sinan Aygün de şu değerlendirmeyi yaptı: “79 yıl boşa çalışmış olduk. Faizle yattık, faizle kalktık. Türkiye’yi rant merkezi yaptık! Faize ödediğimiz paralarla, yeni ülkeler kurardık!..”

Faize giden paralarla neler yapılırdı?

• 10 tonluk bin kamyona sığacak 10 milyon kilo altın alınabilirdi.

• 111 tane baraj yapılabilirdi.

• Türkiye’nin 18 yıllık petrol ihtiyacı karşılanabilirdi.

• 7 tane GAP yapılabilirdi.

• 3 milyon 300 bin tane ev yapılabilirdi.

• 4 bin 545 tane F-16 savaş uçağı alınabilirdi.

• 11 bin 166 kilometre demiryolu yapılabilirdi.

Bin kamyon altın karşılığı parayı borç faizine ödeyen Türkiye, neredeyse her gün faiz için 1 kamyon altın verdi

4 yılda faize 100 milyar dolar

– Türkiye bu parayla 111 baraj, 4 bin 545 savaş uçağı, 7 adet GAP yapabilir, 18 yıllık petrol ihtiyacını karşılayabilirdi.

– Bu yıl ki yapılacak faiz ödemeleri de dikkate alındığında, milenyumun ilk 4 yılında 134 milyar dolar borç faizi ödeyecek olan Türkiye, 79 yıllık Cumhuriyet tarihi sonucunda ulaştığı 148 milyar dolarlık milli gelire yakın bir parayı sadece 4 yılda harcamış olacak

Ankara Ticaret Odası (ATO) tarafından hazırlanan “Milenyum’un 4 yılı” raporu, Türkiye’nin son 3 yılda 100 milyar doları borç faizine harcayarak milenyuma kötü bir başlangıç yaptığını ortaya koydu.

Rapora göre, bu 100 milyar dolarla 1000 kamyon altın alabilme şahsına sahip Türkiye, neredeyse her gün bir kamyon altını borç faizine vermek zorunda kaldı.

ATO’nun raporunda, 2000-2002 yılları arasındaki son üç yılda faize100 milyar dolar ödenmeseydi neler yapılabilineceğine ilişkin alternatiflere yer verilirken, söz konusu para ile 10 tonluk 1000 kamyona sığacak 10 milyon kilo altın alınabilineceğine dikkat çekildi.

Yine bu para ile 900 milyon dolardan 111 paraj yapılabilir, yıllık27 milyon tondan 18 yıllık ham petrol tüketimi karşılanabilir, 14 milyar dolardan 7 adet GAP yapılabilirdi. Aynı para ile 20 bin dolardan 5 milyon adet otomobil alınabilir, 30 bin dolardan 3 milyon 300 bin ev inşa edilebilir, 22 milyon dolardan 4 bin 545 adet F-16 savaş uçağı yapılabilir, 3 milyar dolardan 33 adet Telekom kurulabilir, kilometresi 3 milyon dolardan 11 bin 166 kilometre demiryolu yapılabilinirdi.

2003 YILINDA 34 MİLYAR DOLAR

Rapora ilişkin ATO tarafından yapılan yazılı açıklamada, 2003 yılında ödenecek borç faizine de yer verildi. 2003 yılında 34 milyar dolar borç faizi ödeyecek olan Türkiye’nin milenyumun ilk dört yılında toplam 134 milyar dolar faiz ödemesinde bulunacağı belirtildi. Raporda, Türkiye’nin, 79 yıllık Cumhuriyet tarihi sonucunda ulaştığı 148 milyar dolarlık milli gelire yakın bir parayı sadece 4 yılda faize harcadığına dikkat çekildi.

ATO’nun raporunda 2003 yılında ödenecek 34 milyar dolarlık faizin fiziki büyüklüğü de hesaplandı. Buna göre, 34 milyar dolar, 1 dolarlık banknotlar halinde uç uca eklendiğinde dünyanın etrafını 13 kez dolaşabiliyor. Söz konusu para 1 dolarlık banknotlar halinde 34 kamyona ancak yüklenebiliyor ve bu para ile satın alınabilecek 3 milyon 400 bin kilo altın ancak 340 kamyon ile taşınabiliyor. 34 milyar dolar, 1 dolarlık banknotlar halinde üst üste konulduğunda 34 kilometre uzunluğunda para kulesi oluşturuyor.

ATO BAŞKANI SİNAN AYGÜN

79 yıl boşa çalışmış olduk

Rapora ilişkin değerlendirmede bulunan ATO Başkanı Sinan Aygün, son yılların kötü idare edilen Türkiyesi’nin büyük fırsatlar kaçırdığına dikkat çekerek, “79 yıl boşa çalışmış olduk” dedi.

Aygün, şunları kaydetti:

“Büyük umutlar bağladığımız milenyumun ilk yıllarında hüsrana uğradık. Türk gencinin yarınlarını ipotek ettik. Son 4 yılda 134 milyar dolarlık faiz ödemesiyle ülkeler kurardık. Maalesef bir ülke batırdık. IMF politikaları ile üretilen Türkiye’yi unuttuk, ülkeyi rant cennetine çevirdik. Hazine’nin kasasına uzanan elleri görmezlikten geldik. Rüşvet-yolsuzluk ekonomisine geçit verdik. Faizle yattık, faizle kalktık. Dünyada 1 milyon dolarla yılda 864 bin dolar kazanan bir başka ülke yokken, bu kadar yüksek faizleri spekülatörlere verdik.”

Dış borç sitoğu 127.5 milyar dolara çıktı

Türkiye’nin dış borç stoku 2002’nin Eylül ayı sonunda, 2002 yılı ikinci çeyreğine göre yaklaşık 2 milyar ABD doları artarak, 127.5 milyar dolara yükseldi.

Hazine Müsteşarlığı, 1996-2002 üçüncü üç aylık dönemine ait resmi dış borç istatistikleri (geçici) verilerini açıkladı.

Buna göre üçüncü çeyrekte, kısa vadeli dış borçlar 1.2 milyar dolar azalırken, orta-uzun vadeli dış borçlar ise 3 milyar dolar tutarında arttı.

Açıklamaya göre, 2002 yılı üçüncü çeyreği itibariyle toplam dış borç stokunun içerisinde kısa vadeli dış borçların payı yüzde 11, orta-uzun vadeli dış borçların payı ise yüzde 89 oldu.

2002 yılı üçüncü çeyreğine ait dış borç stoku, 2002 yılı ikinci üç aylık döneme göre, döviz kuru değişikliklerinden dolayı 1 milyar dolar tutarında artış gösterdi. Bu gelişmede en büyük etken, söz konusu dönem içinde euronun dolar karşısında değer kazanması oldu.

Orta ve uzun vadeli dış borç olarak değerlendirilen ve büyük ölçüde eurodan oluşan kredi mektuplu döviz tevdiat hesapları 2002 yılı üçüncü çeyreğinde, 2002 yılı ikinci çeyreğine göre, 651 milyon ABD Doları tutarında bir artış göstererek, 12.5 milyar ABD Dolarını buldu.

Bu artışın yüzde 50’si stok artışından, yüzde 50’si ise euronun dolar karşısında değer kazanmasından dolayı oluşan kur etkisinden kaynaklandı.”[8]

“Faiz çetesi doymuyor

10 yılda 572 katrilyon liralık kaynağı tüketen iç borç faizi, Türkiye ekonomisinde savaş kadar büyük yıkıma yol açıyor.

3 AYDA 16,7 KATRİLYON
Türkiye, ekonomisinin imkanlarını spekülatif oyunlarla faizi yükselterek rant sağlayan kesimi finanse etmek için harcıyor. Son 10 yılda 572 katrilyon liralık kaynağı tüketen iç borç faizi, sadece 2003 yılının ilk üç ayında milletin 16,7 katrilyon lirasını yutacak. 6 milyon emekliye verilen zammın 5 katı, faize gidecek.”[9]

Ve öyle de oldu.” Türkiye son 10 yılda toplam 211.4 milyar dolar iç ve dış borç faizi ödedi. Türkiye’nin bu yıl ödemesi gereken borç faizleri de gözönünde bulundurulduğunda bu rakam 245.4 milyar dolara yükseliyor. Ankara Ticaret Odası, Türkiye’nin iç ve dış borç faizini hesaplayarak ‘’Saniye Saniye Borç Faizi’’ raporu hazırladı.”[10]

Bugün Amerika dünyaya yerleştirdiği dinleme cihazlarıyla her devleti kendi evinin içinde gibi dinlemektedir.

Amerikanın süper gizli servis eski ajanı Wayne Madsen şu itiraflarda bulunur:Dudayev’in yerini biz ifşa ettik.Carlos’un yerini Fransızlara biz bildirdik.Diana kara mayınlarına,Rahibe Teresa Kürtaja karşı olduğundan dinleniyordu.

Türkiye’de dinlenme istasyonlarının bulunduğu ve özellikle bugün boğazda,İstinyede 93 bin 200 metre karelik yere taşınıldı.Buralardan da İran,Irak,Kafkas ve Rusyanın izlendiğini ifade etmiştir.

NSA tarafından (National Security Agency),Aponun cep telefonuyla konuşması sonucu,gevezeliğinden dolayı Suriye’den çıkışından Korfu adasına kadar dinlendiğini söylemiştir.

66 ayrı dilde dinleme faaliyeti gösterdiklerini itiraf etmiştir.

Bugün Irak’a karşı takınılan sert tavır;bir yandan ortadoğuda yeni bir harita çizerek petrolü kontrol etmek,İsraile gelebilecek tehdidi ortadan kaldırıp önünü açmak,İsrail gibi yeni bir üssün oluşumuna zemin hazırlamak,bu vesile ile de İsrailin üç bin yıllık hayalini gerçekleştirmek,Kürtler,Şiiler,Türkmenler içerisinde yeni devletçikler oluşturarak sürekli kavgayı körükleyip,müdahaleyi meşru kılmak hep bu istihbarat faaliyetlerinin bir sonucudur.İngiliz ajan Hempher’in itiraflarında dile getirildiği gibi ki;Biz 300 sene sonrayı düşünerek plan yaparız.Bugün bizim elde ettiklerimiz 300 sene öncekilerdir.

Irak’ın 1980 yılında sekiz yıl süren savaşı esnasında en büyük desteği Başta ABD,Kuveyt,İngiltere,Fransa,SSCB ve Almanya’dan alırken,bu gün onların besle-diği şey yani desteklediği Saddam yine onlar tarafından yok edilmeye çalışılmaktadır.Bugün bahane ettiği kimyasal silahları Halepçe’de kullanan Saddam’a ses çıkarmayan ABD,bugün tek sebeb olarak bu kimyasal silahları bahane etmektedir.Beslediği zalimin zulmünü kaldırmak için zulüm uygulama yoluna gitmek katmerli bir zulümdür.

Tüm batı devletleri gibi Amerika menfaatını esas almaktadır.1992 yılında Genel Kurmay başkanı olan Doğan Güreş’inde ifade ettiği üzere;Ne PKK ile ilgili olarak Amerikalılardan PKK’nın istihbarat raporları istenmesine rağmen verilmemesinden,birde 1992 yılında Şırnak’ta,Amerikanın uçakla PKK’ya malzeme attığını ifade etmiştir.[11]

Ancak yine menfaatları icabı destek oldukları Abdullah Öcalan’ı verdikleri destekle yakalatmışlardır.

Tarih boyunca senaryolar hep aynı,piyonlar değişik.

“Yeniden tarihî boyuta dönecek olursak: Hulagu’nun Bağdat kuşatması tam 40-50 gün sürmüş. Şehrin hile ile ele geçirilmesinden sonra ise yağmalama aylarca devam etmiş. Buna mukabil, İkinci Körfez Savaşı sırasında baba Bush’un hava bombardımanı tam 38 gün sürmüştü. Bu zaman zarfında 100 bin sorti yapılmış ve 18 bin ton bomba kullanılmıştı. Hiroşima’ya atılan bombanın tam dört katı. Irak’ın 46 tümeni yok edilmiş. Savaşta doğrudan 150 bin kişinin öldüğü sanılıyor. Daha sonra hastalıklardan ölenler bu sayıya dahil değil. Hulagu’nun işgali sırasında ise 400 bin ehl-i İslam şehit düşmüştü. Alkami istidraçla sultanı iğfal etmiş, kandırmıştır. Bunun için de Moğolları Selçuklulara; Hulagu’yu da Tuğrul Bey’e benzetmiştir. Eman verileceğine kanan halife Bağdat’ın kapılarını kendi rızasıyla açtırmıştır.

İslâm tarihinde buna benzer bir felâket daha yaşanmamıştı. Dillere destan şirin Bağdat harap ile türap oldu. Tefeül nedeni olarak halifenin yanına aldığı Bürde-i Şerif ve Kadib-i Şerif de Hulagu tarafından ele geçirilmiş ve yakıldıktan sonra külleri Dicle nehrine savrulmuştu. Bağdat’ın dramatik ve hazin sonunu tarihçi Cevdet Paşa şöyle hulasa eder: “Millet-i İslamiye hangi mezhepte olursa olsun müşriklere karşı yek-dil ve yek-cihet olup pay-ı taht-ı İslam olan Darus-selamı muhafaza edeceklerine mezhep kavgalarıyla uğraştılar, birbirlerine düştüler. Sonunda şehr-i Bağdat hak ile yeksan olunca meydanda ne Şii kaldı, ne de sünni..” [12]

Hasta ve hastalık biterse doktorlar ne yapacak?Kimi ve neyi tedavi edecek?Nasıl geçinecek ve nasıl geçindirecek?

Tarih her zamanki gibi tekerrür etmektedir,sadece aktörler değişmiştir. Cengizler, Yavuzlar,Kanuniler,Hasan Sabbahlar gitmiş,yerine farklı senaristler,oyun ve oyuncular,aradaki piyonlarla farklı görünüm vermeye çalışılan aynı senaryolar oynanmaktadır.

Her zaman olduğu gibi bugün de batı İranı,Saddamı,Bin Ladini vs. ne kadar sevmese de onlara muhtaçtır.

Gerek mevcut çıbanlarla gerekse de kendisinin oluşturmuş olduğu çıban başlarıyla şamar oğlanları türetmiş,o vesileyle de vurmak istediği kimse ve yöne rahatlıkla ve haklı görünen bahanelerle vurmaya çalışmıştır.Suriyeyi yüzde sekizlik halkın temsilcisi olan Hafız Esad tarafından yani azınlıklar olan Süryanilerce idaresini arzulamış,sürekli kavgalı halde kalmasını arzulamıştır ta ki kavgalı halde her an müdahale etme meşruiyeti kendisine doğmuş olsun.Irak,Afganistan,Cezayir ve Türkiyede de azınlıkların idaresini sağlamak uğruna her senaryoyu uygulamıştır.

Bugün Amerika’nın kendi halkı gibi tüm dünya savaşa hayır demektedir.Nitekim;

”1991’deki Körfez savaşına katıldıktan on iki yıl sonra Irak halkına “canlı kalkan” olarak destek vermek için Bağdat’a gitmeye hazırlanan Amerikalı O’Keefe: “Savaş suçu işleyenlere katıldığım için pişmanım. Savaşta deney faresi gibi kullanıldık. 1989’da 19 yaşındaydım ve hayatımın en cahilce eylemini gerçekleştirdim; ABD donanmasına katıldım. 1991de cahillikten daha da ileriye giderek suç işleyenlere, yani Iraklı insanlara karşı savaş açanlara katıldım. Bu savaşta seyreltilmiş uranyum sivil halka karşı kullanıldı. Benim ödülüm, ‘Amerikalı kahraman’ olarak diğer yüz binlerce ‘kahramanla’ beraber, baba Bush tarafından deney faresi gibi kullanılmak oldu.”[13]

Kuzey ırakta 36.paralel için;” Körfez Savaşı sırasında önemli gazetecilik başarılarına imza atmıştı Güneri Civaoğlu. O sırada Sabah’ta yazıyordu ve bölgeye giderek ittifak cephesinde yer alan sivil ve askerlerle görüşmekteydi. Oradan yazdığı bir izlenimi hatırlamakta yarar var:

“Körfez Savaşı sırasında Dahran’daydım. Orada beni Amerikan kuvvetlerinin bulunduğu binanın üst katlarından birinde çok iyi Türkçe bilen bir albay ve yarbayın odasına aldılar. Daha evvel Sabah’ta bu köşemde yazmıştım… O albay ve yarbay haritanın Kuzey Irak yörelerinde avuçlarını gezdirmişler ve ‘Burada savaş bitecek, geri çekileceğiz. Saddam’a o yöreleri yasaklayacağız… Saddam’ın bıraktığı silâhlara, havaalanlarına, cephaneliklere yöredeki Kürtler el koyacaklar. Orada bir Kürt devleti kurulacak. Sizden toprak isteyecekler… Ya vereceksiniz barış olacak… Ya da vermeyeceksiniz savaşacaksınız’ demişlerdi.” [14]

Körfez savaşının arkasındaki sırrı bir Amerikalı mühendis şöyle açıklıyor:”Biz bir sürü üs yaptık,Arapların haberi yok.”[15] yani petrollerine ipotek koyduk,tavşana kaç,tazıya tut,dedik.Saddamı hayali tehlike olarak oraya koydu ki,saddamın bile Amerika ajanı olduğu çok söylendi.Yoksa uzaydan iğnenin deliğini gören Amerika,onu nasıl öldürememekte belki düşündürmektedir.

“1988 yılının 16-17 Mart tarihlerinde, Irak uçakları, zehir yüklü bombaları Halepçe’ye yağdırdı. Baas Rejimi’ne karşı savaşan Kürt peşmergeler; Halepçe, Duceyde ve İnap kasabalarında İran’ın desteğiyle denetimi ele geçirince, Saddam da korkunç planını yürürlüğe koydu ve 6 bin masum insan Saddam’ın zehirli gazlarıyla can verdi.”[16]

Ve Türkmenistanda ve kendi yakınları da dahil binlerce insana her türlü işkenceler yapıldı.Saddam her yönüyle diktatörlüğünü gösterdi.

Bugün ise ABD,daha doğrusu Bush zulme zulümle karşılık vermektedir.Tüm ABD,BM ve Dünya savaşa hayır demek üzere ayağa kalkmışken Bush ve İngiltere Başbakanı Tony Blair Savaşa Evet demektedir.Bahane ise,Kimyasal Silahlardır.

-Amerikan bilmecesi

Birleşmiş Milletler Bush’a sorar:

– Irak’ın kitle imha silahları olduğuna dair deliliniz nedir?

Bush cevaplar:

– Sattığımız silahların faturalarını sakladık……”

!991-deki tecrübesiz duruma düşmemek için bugün Türkiyeyi de sıkıştırıp Kuzey bölgesinin açılmasını istemektedir.

Dışişleri Müsteşarı Uğur Ziyal, ANAP lideri Özdemir’e verdiği brifingde, müzakerelerin çetin geçmesinin sırrını açıkladı “Kuzeyde cepheye izin vermezsek ABD’nin savaş planı altüst olur.”

ABD askerleri, 1991’deki Körfez Savaşı’nda Irak’ta hakim rüzgarların ters yönden esmesi nedeniyle hastalandı, tanklar bataklığa saplandı. Uzmanlara göre ABD sırf bu nedenle dahi kuzey cephesine mecbur.”[17]
Asker yönüyle dört katı bir zarar olurken,mali yönden on katı bir zarar söz konusudur.Ölecek 11 bin askere karşı 38 bin asker,99 milyar dolara karşı bir trilyondan fazla kayıb olacaktır.

Böylece ABD Türkiye’ye mahkumdur.

ABD’nin 3 bin akıllı bombayı ve ağırlıkla havadan hücumunda Türkiye’ye mahkum olurken,Kuzey bölgesinde bir Kürt devleti korkutmacası ve gerçeğiyle Türkiye’yi de kendine mahkum etmeye çalışmaktadır.

İşte bu tedirginliğin haklılığının belgesi:

“Türkiye, Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devletine karşı. ABD ile yaptığı görüşmelerde de bu konudaki rahatsızlığını açık açık dile getiriyor. Kuzey Irak’ta mevcut Kürdistan Bölgesel Hükümeti’nin (KRG) resmi sitesindeki haritalar ise Türkiye’nin duyduğu endişelerin açık kanıtı. Daha birkaç gün önce iki İngiliz parlamenterin de konuk olduğu hükümetin resmi sitesinde Türkiye’nin bir bölümünü de içine alan bağımsız Kürdistan haritaları yer alıyor. Hatta sitenin ABD’deki temsilciliğindeki haritada Türkiye’nin sınırı değiştirilerek, doğu ve güneydoğu bölgeleri Kürdistan’a dahil ediliyor.

DEVLETSİZ HÜKÜMET
Türkiye’nin dikkatle izlediği Kuzey Irak’taki Kürdistan Bölgesel Hükümeti (Kurdistan Regional Government), Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) lideri Celal Talabani ile KDP lideri Mesud Barzani tarafından 1992’de ortaklaşa kuruldu. Sonra iki lider arasında anlaşmazlık çıktı ve 1996’da bağlarını kopardılar. Geçtiğimiz aylarda 6 yıl aradan sonra ilk kez toplanan devletsiz hükümetin parlamentosu, anayasasını ilan etti. Parlamentoda 105 sandalye var. Bunun 51’i Barzani’ye, 49’u Talabani’ye ve 5’i Asurilere ait.
İngiltere’de iktidardaki İşçi Partisi’nin milletvekili Michael Conaughyt ile muhalefetteki Muhafazakâr Parti milletvekili Bob Spink, birkaç gün önce Kuzey Irak’ın Erbil kentindeki ‘Kürdistan Parlamentosu’nun toplantısına katılmış, Türk askerlerinin bölgeye girmesine karşı olduklarını söylemişlerdi.
Kürdistan Bölgesel Hükümeti’nin resmi internet sitesi www.krg.org. adresinde öncelikle üyelerin temasları anlatılıyor. Haritalar bölümünde ise Kürdistan hevesi açık açık ortaya konuluyor.

16 haritanın yer aldığı bölümün en üst köşesinde “1992 yılında hazırlanan haritaya göre Kürt halkı ve ülkesinin yeri” başlığı altında Türkiye’nin bir bölümünü de içine alan Kürdistan haritası yer alıyor.
14 numaralı kutuyu tıkladığınızda da açık açık Kürdistan adı altında Türkiye’nin bazı illerini de kapsayan harita karşınıza çıkıyor. Malatya, Elazığ, Van, Hakkâri, Kahramanmaraş, Siirt, Batman, Şanlıurfa, Diyarbakır, Kars, Hatay, Gaziantep illerini (Kürtçe isimlerle) de içine alan haritada Kürdistan sınırı Ankara’ya kadar dayanıyor.

ABD’DEKİ HARİTA
Sitenin yurtdışı temsilcilikler bölümüne girip ABD tıklandığında karşınıza www.kurdistan.org adlı site çıkıyor. Haritalar bölümünde Türk topraklarını da içine alan yeşil renkli Kürdistan haritasıyla karşılaşıyorsunuz. Burada da sınır Ankara’ya kadar dayanıyor. Bir kez daha tıkladığınızda Kürdistan tarihi ve coğrafyası başlığı altında şöyle deniliyor:
“Kürtler bölgede yüzyıllardır baskı altında yaşamaktadır. Türkiye’de de milyonlarca ana dili kürtçe olan kişi vardır. Ancak Kürdistan hükümeti son yıllarda önemli demokratik girişimlerde bulunmaktadır. Özgürlük mücadelesini bütün Amerikalılar da görmeli ve yardım etmelidir.”[18]

Ehli kitap hakkında Kur’an-da:

“Kitap ehlinden öylesi var ki, yanına yüklü bir emanet bıraksan onu sana geri verir, buna karşılık öylesi var ki, eğer ona bir dinarcık emanet versen, sürekli tepesinde dikilmedikçe onu sana geri vermez. `Ümmilere (kendi dinimizden olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğumuz yoktur’ dedikleri için böyle davrananlar, böyle bile bile Allah adına yalan söylerler.”[19]

“Ey müminler, kendilerine kitap verilenlerin bir grubuna uyarsanız bunlar sizi iman ettikten sonra döndürüp kafir yaparlar.”[20]

“…Hıristiyanlar da, Mesih (İsa) Allah’ın oğludur dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. Sözlerini daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da haktan batıla döndürülüyorlar!”[21]

“Ama onların hepsi bir değildir. Kitap ehlinin içinde geceleri ayakta durup Allah’ın ayetlerini okuyan ve secdeye kapanan bir kesim vardır.”[22]

“Bunlar Allah’a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emrederek kötülükten sakındırırlar, hayırlı işlere koşarlar. Onlar iyi kullardandırlar.

Onların yaptıkları hiçbir iyilik karşılıksız kalmayacaktır. Hiç kuşkusuz Allah takvalıların kimler olduğunu bilir.

Kafirlere gelince, ne malları ve ne de evlatları kendilerine Allah’a karşı hiçbir fayda sağlamayacaktır. Onlar Cehennemliktirler, orada sürekli olarak kalacaklardır.”[23]

“Eğer ehl-i kitap ta iman etseydi kendileri için daha hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler vardır ama çoğunluğu fasıktır.”[24]

“Eğer size bir iyilik dokunacak olursa bu onları üzer. Eğer başınıza bir kötülük gelse bu yüzden sevinirler.”[25]

Kur’an-ı Kerim, Ehli Kitap’tan bir grup hakkında da: “Hahamlarını ve Rahiplerini Allah’tan ayrı rehber edindiler”[26] şeklinde bahsetmektedir.

“Ey müminler yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola iletmez.”[27]

Bu ayetin Medine de inmesinden sonra Müslümanlar bütün bütün gayrı müslümler ile olan ilişkilerini kesmediler.Ancak onların her hangi bir hususta kendi dindaşlarını Müslümanlara tercih edecekleri,haksızda olsa birbirlerinden desteklerini çekmeyeceklerini ifade etmektedir.

“Kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler ne de hristiyanlar senden asla hoşlanmayacaklardır.” [28]

Düşmanlıklarının sebebini ise Kur’an şöyle açıklar:”De ki; “Ey Kitap Ehli, bizden hoşlanmamanızın sebebi Allah’a, bize indirilen kitaba ve daha önce indirilmiş olan kitaplara inanmamız ve de çoğunuzun fasık, yoldan çıkmış kimseler olmanız değil midir?”[29]

“Biz İsrailoğullarından kesin söz aldık ve onlara çok sayıda peygamber gönderdik. Fakat peygamberler kendilerine nefislerinin hoşuna gitmeyen bir mesaj getirdikçe kimisini yalanlıyor, kimisini de öldürüyorlardı.”[30]

“Bu cinayetleri hiçbir fitneye, hiçbir kargaşaya yol açmayacak sandılar. Gözleri kör ve kulakları sağır oldu. Sonra Allah tevbelerini kabul etti, fakat arkasından çoğu yine kör ve sağır oldu. Hiç şüphesiz Allah onların ne yaptıklarını görüyor.”[31]

“İnsanlar arasında müminlere en amansız düşman olanların yahudiler ve Allah’a ortak koşanlar olduğunu göreceksin. Buna karşılık müminlere en çok sempati duyanların “Biz hırıstiyanız” diyenler olduğunu göreceksin. Çünkü hristiyanlar arasında Allah’a bağlı bilginler ve din adamları varılır ve onlar büyüklük taslamazlar.”[32]

“Yahudilere bütün tek tırnaklı hayvanları yasakladı. Onlara sığırların ve koyunların sırt, bağırsak ve kemik yağları dışında kalan içyağlarını da haram kıldık. Allah’ın ölçülerini çiğnedikleri için onları bu şekilde cezalandırdık. Söylediklerimiz kesinlikle doğrudur.”[33]

“Ehli Kitap’tan ve müşriklerden kâfir olanlar kendilerine beyyine gelinceye kadar birbirinden ayrılmış değillerdi.” [34]

“Ehli Kitap’tan ve müşriklerden kâfir olanlar cehennem ateşindedirler. Orada ebedi kalacaklar. Onlar yaratıkların en kötüleridir.” [35]

“Allah üçün üçüncüsüdür diyenler kâfir olmuşlardır.” [36]

“Allah Meryem oğlu İsa’dır, diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır.” [37]

“İsrailoğullarının kâfirleri Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın dilinden lanetlenmiştir.”[38]

“Allah Meryemoğlu Mesih’dir diyen/er kesinlikle kafir olmuş/ardır. Onlara de ki; Eğer Meryemoğlu İsa’yı annesini ve yeryüzünde bulunan varlıkların tümünü yok etmek istese O’na kim engel olabilir? Göklerde, yeryüzünde ve ikisi arasında bulunan tüm varlıklar Allah’ın egemenlik tekelindedir. O di/ediğini yaratır. Allah’ın gücü her şeye yeter.

Yahudiler ve hristiyanlar “Biz Allah’ın evladları ve sevdikleriyiz” dediler. Onlara de ki; o halde O, niçin günahlarınızın yüzünden azaba çarptırıyor. Aslında O’nun yarattığı birer insansınız. O dilediğini affeder, dilediğini azaba çarptırır. Gökler, yeryüzünün ve ikisi arasında bulunan tüm varlıkların Allah’ın egemenlik tekelindedir. Dönüş O’nadır.”[39]

”O dönem yazılmış bir çok İncil arasında, öldürme ve çarmıha germe olayında itibar edilen dört İncille çelişen bir İncil daha yer almaktadır; Barnabas İncili. Barnabas bu konuda şöyle der:

“Yahuda ile birlikte askerler İsa’nın bulunduğu yere yaklaşınca, İsa büyük bir kalabalığın yaklaştığını duydu. Bu yüzden korkarak eve çekildi. o arada onbir havarisi de evde uyuyordu. Allah kulunun başındaki tehlikeyi görünce, Cibril, Mihail, Refail ve Evril adlı elçilerine İsa’yı dünyadan almalarını emretti. Bu temiz Melekler gelerek, İsa’yı güney tarafta açık pencereden çıkarıp üçüncü göğe taşıdılar. Sürekli Allah’ı tesbih eden Meleklerin arasına bıraktılar. Yahuda öfkeyle İsa’nın göğe çıkarıldığı odaya girdi. Talebelerinin tümü uyuyordu. O esnada yüce Allah, harikulâde bir olay meydana getirdi. Yahuda’nın, konuşmasını ve yüzünü değiştirerek tamamen İsa’ya benzetti. Öyle ki bizler bile O’nun İsa olduğuna inanmaya başladık. Ancak O bizi uyandırdıktan sonra, Hocanın (İsa) nerede olduğunu araştırmaya başladı. Bunun üzerine şaşırdık ve `Hocamız sensin ey efendimiz, şimdi bizi unuttun mu?’ diye cevap verdik.”[40]

Tefhim.saf.6-da Barnabas incili hakkında geniş tafsilat var.

” Barnabas Incili’nin italyanca asil kopyasi Viyana’da Hofbibliotek’tedir.”

Yine de ilk olarak Hz.İsanın Allah olduğu iddiasında bulunan Barnabas la beraber çağdaş olan Pavlos dur.Ancak Barnabas-ı kandıramayınca ona muhalefet etmiştir.Barnabas da yahudi iken hristiyan olmuştur.

“Barnabas’ın yazdığı İncil, miladın 325. senesine kadar İskenderiye kiliselerinde okunuyordu. 383 senesinde Papa Damasus, bu İncil’den bir nüsha elde ederek hususi kütüphanesine koydu. 1585 senesine kadar burada kalan Barnabas İncilini Papa Beşinci Sextus (1595-1590), arkadaşı F. O. Marino’ya İbraniceden İtalyancaya tercüme ettirdi. Prusya kralının müşaviri J. F. Cramer, bunu bulup 1713’te Osmanlılarla yaptığı muharebeleri ile meşhur olan kitap meraklısı Prens Eugén’e hediye etti. Prens 1736’da öldükten sonra, kütüphanesi, Viyana (Hofbibliyothek) Kütüphanesine katıldı. Bu el yazma İncil hala, Viyana İmparatorluk Kütüphanesindedir. Aynı senelerde, Madrid’de, İtalyanca bir nüsha daha bulundu ise de, kilisenin baskısı ile yok edildi. Viyana’daki İncil, 1907’de Oxford’da, Ragg ve hanımı tarafından İngilizceye tercüme edildi. Bu tercümenin birçok nüshaları da, İngilizler tarafından yok edildi. Bu nüsha foto-ofset yolu ile 1973’te Pakistan’da basılmıştır. Barnabas İncili ile ilgili olrak Mısır’da da birkaç kitap neşredilmiştir.”

” Barnabas’ın bu İncil’i, târih boyunca çeşitli defâlar ortadan kaldırılmak ve bütün nüshaları kaybedilmek istenmiş olmasına rağmen, Papa Damasus, tesâdüfen eline geçen bir nüshasını Papalık Kütüphânesinde saklamıştır. Kitap 1590’da el yazısı ile İbrâniceden İtalyancaya çevrilmiştir. Bu nüsha elden ele dolaşarak 1713 yılında Prens Eugén’e ve ölümünden sonra Viyana Kraliyet kütüphânesine nakledilmiştir. 1907’de Bay ve Bayan Ragg tarafından İngilizceye tercüme edilerek Oxford’da basılmış, fakat esrârengiz bir tarzda ortadan kaybolmuştur. Ancak bir nüsha British Museum, bir nüsha da Amerikan Kongresi Kütüphânesinde bulunmaktadır. Bu Barnabas İncili, Pakistan Kur’ân Konseyi eliyle 1973’te tekrar basılmıştır. Viyana Kütüphanesindeki nüshayı, 70’li yıllarda, bir kaymakamla bir mülkiye müfettişi Türkçeye tercüme ettirerek basılmak üzere Diyanet İşleri Başkanlığına takdim etmişlerdi. O zaman ben, Din İşleri Yüksek Kurulunda raportör idim ve rahmetli Prof.Dr.Orhan Karmış’la beraber inceleyip hakkında rapor yazmıştık. İnşaallah başka bir makalemizde de onu ele alırız.“[41]

Şu andaki temel kabul edilen inciller ise asliyetini yitirmiş durumdadır.

“Aslından uzak bulunan bu dört İncil şunlardır:

1. Matta İncili: Filistinli olan Mattâ, Îsâ aleyhisselâm göğe çıktıktan sekiz sene sonra, birinci İncil’i yazmıştır. Burada, Îsâ aleyhisselâmın, Filistin’de doğumunda görülen şaşılacak şeyleri ve Yahûdî kralı Herod’un, onu çocukken öldürmek isteyince, annesi Hazret-i Meryem’in oğlunu alıp, Mısır’a götürdüğünü anlatmaktadır. Hazret-i Meryem, oğlu göğe çıktıktan altı sene sonra vefât etti. Kabri Kudüs’tedir. Bugün mevcûd olan Mattâ İncili, İbrânice nüshanın tercümesidir. Bu tercümeyi yapanın kim olduğu da belli değildir.

2. Luka İncili: Antakyalı olan Luka, Îsâ aleyhisselâmı görmemiş, Îsâ aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan sonra, münâfık olan Pavlos tarafından güyâ Hıristiyanlık dînine alınmış ve onun (bozuk) fikirleriyle aşılanarak, Allahü teâlânın kitâbını büsbütün değiştiren bir İncil yazmıştır. Luka, havârî değildi.

3. Markos İncili: Îsâ aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan sonra Îsevî (Hıristiyan) olmuş, tercümanı olduğu Petros adındaki havâriden işittiklerini İncil adı altında yazmıştır. Markos’un havârîlerden olmadığında bütün târihçiler ittifak hâlindedir. Sâdece havârîlerden Petros’un tercümanıdır.

4. Yuhanna İncili: Îsâ aleyhisselâmın teyzesinin oğlu olup, Hazret-i Îsâ’yı birkaç kere görmüştür. Yuhanna’ya nisbet edilen dördüncü İncil’in ortaya çıkmasına kadar Îsâ aleyhisselâmın dîni, esâsen Mûsâ aleyhisselâmın dîninden ayrılmayıp, tevhid esâsına dayanıyordu. Bu kitap, Yuhanna’ya âit değildir, zaten ona ait olduğunu isbat edebilecek sağlam bir delil de yoktur. İkinci asırdan sonra aslı meçhul bir şahıs tarafından kaleme alınmıştır.

Bu dört İncil, aynı hususları başka başka anlatan ve insan eliyle yazılmış hikâyelerden ibâret olup, Allah kelâmı değildir ve devamlı olarak değiştirilmektedirler.”[42]

Hristiyanların inançlarının temeli ise;” Dördüncü asırda konsillerde şekillenmiş olan Katolik kilisesinin amentüsü şudur:

“1. Ben Tanrı’ya kudretli Baba’ya;

2. Ve O’nun biricik oğlu Rab İsa’ya;

3. Ve O’nun bâkire Meryem ve Kutsal Ruh’tan doğmuş olduğuna;

4. Pontus Pilatus zamanında çarmıha gerildiğine, öldüğüne, gömüldüğüne;

5. Üçüncü gün ölüler arasından dirildiğine;

6. Göklere yükseltildiğinde;

7. Baba Tanrı’nın sağına oturduğuna;

8. Oradan gelip ölüleri dirileri hesaba çekeceğine;

9. Ve Kutsal Ruh’a;

10. Mukaddes Kiliseye;

11. Günahların affedileceğine;

12. Ölülerin canlanacağına, sonsuz hayata… inanırım.”[43]

Kitabların özelliğini yitirmesi,yaşayışlarına da aksetmektedir.Mesela;

Yılbaşı,Hz.İsanın doğum günü değildir.Hatta kesin olmamasındandır ki;hristiyanlar dahi bu günü farklı farklı kutlamaktadırlar.Bu da 25 Aralık’tan 5 ve 6 Ocak tarihleri arasında cereyan edip,farklı kutlanmaktadır.Zaten 31 Aralık yılın genel değerlendirmesi olduğundan müslim gayrı müslüm farketmeksizin herkesin kendisine farklı maletmesidir.Özellikle bazı sektörlerin önemli gelir kaynağını oluşturmaktadır.Çerez sektörüve tüm eğlence satışlarındaki önemli artışlar bazılarının önemli gelir kaynağını oluşturmaktadır.Kimilerinin önemli rant kaynağını oluşturmaktadır.Büyük çaptaki bir fabrikadan daha fazla gelir getiren bir fabrika oluşturmaktadır.Hristiyanlık dünyası dahi çılgınca bu kutlamaları tasvib etmemektedirler.2002 yılının bitiminde hristiyanlık dünyasının papası II.Jaun Paul dahi bu çılgınlıklardan kaçınılmasını,fakirlere yardım edilmesini tavsiye etmiştir.Her dinde olduğu gibi hristiyanlıkta da zaman içerisinde adetler birer ibadet ve inanç halini almıştır.Yılbaşı eğlenceleri,çam süslemeleri,Noel baba aldatmacaları,milli piyango,hindi kesme,çerez yeme adeta birbirinden ayrılmaz faktörler haline gelmiştir.

“Ey İsa ben senin canını alacak ve katıma yükselteceğim.”[44]

“Ve `Biz Allah’ın resulü Meryemoğlu İsa-Mesihi öldürdük’ demelerinden ötürü. Oysa O’nu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler. Fakat kendilerine öyle göründü. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler bu konuda tam bir kuşku içindedirler, bu konudaki bilgileri sadece sanıya uymaktan ibarettir. Yoksa onu kesinlikle öldürmediler.

Tersine Allah, O’nu kendi katına çıkardı. Hiç şüphesiz Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir.

Kitap Ehli’nden hiç kimse yoktur ki, ölümünün eşiğinde İsa’ya iman etmemiş olsun. Fakat kıyamet günü İsa, onların aleyhinde şahitlik edecektir.”[45]

”Ne Mesih Allah’a kul olmaktan kaçınır ve nede Allah’a yakın melekler. Kim ona kul olmaktan kaçınır, büyüklük taslarsa, bilsîn ki, Allah hepsini huzurunda bir araya getirecektir.”[46]

”Tevhid inancı, Mesih İsa’dan sonra da öğrencileri ve tabileri arasında bir müddet yaşadı. Yazılan pek çok İncil’den biri olan Barnaba İncili, Hz. İsa’dan Allah’ın gönderdiği bir peygamber olarak söz ediyor. Sonra Hz. İsa’nın izleyicileri arasında fikir ayrılıkları meydana geldi. Kimi; “Mesih, diğer peygamberler gibi Allah’ın gönderdiği bir peygamberdir” dedi. Kimi “O evet peygamberdir. Fakat Allah ile özel bir bağı vardır” dedi. Kimi “O, Allah’ın oğludur. Çünkü babasız yaratılmıştır. Fakat buna rağmen Allah’ın yaratığıdır.” dedi. Kimi de: “O, Allah’ın oğludur. Yaratılmış değildir. Aksine babası gibi “kadim” sıfatını taşır.” dedi.

Bu ayrılıkları ortadan kaldırmak için M.S. 325 yılında İznik’de 48.000 patrik ve piskoposun katılımıyla “İznik Konsülü” toplandı. içlerinden hristiyan tarihçi İbn-i Patrik şöyle demiştir:

“Katılanların görüşleri ve mezhepleri farklı idi. Kimi, “İsa ve annesi Allah’ın dışında iki ilahtır.” diyordu. Bunlar “Raymatiler” diye isimlendirilen berberiler idi.

Kimi: “İsa, babasından ateşten ayrılan alev gibi ayrılmıştır, ikinci parçanın ayrılması ile birinci bölümde bir azalma olmaz” diyordu. Bunlar “Sabliyus” ve taraftarları idi. Kimi: “Hz. Meryem, Hz. İsa’yı dokuz ay taşımadı. O, karnından suyun borudan geçtiği gibi geçti. Çünkü o söz (kelime) kulağından girdi. Aynı anda çocuğun çıktığı yerden de çıktı” diyordu. Bu da, “İlyan” ve taraftarlarının görüşüdür. Kimi: “Hz. İsa özde bizden biri olmasına rağmen, ilahî bir özellikle yaratılmış bir insandır. Öncelikle Meryem’in oğludur. O’nu insanı özünün katıksız olması sebebiyle göndermiş, ilahî nimeti beraberinde kılmış ve O’nda sevgi ve iradeyi birleştirmiştir.

Bu yüzden “Allah’ın oğlu” denilmiştir. Kimi de: “Allah kadîm biricik cevher ve biricik unsurdur. Üç isimle isimlendirilir” derler ve ne “kelime”ye ne de “Ruhu’l Kudüs”e inanırlar. Bu, Antakya patriği “Paulus” ve taraftarlarının görüşüdür.

Kimi de: “Onlar üç ilahtır. Birisi iyilik, diğeri kötülük tanrısıdır. üçüncüsü ise, aralarında adaleti sağlar” demiştir. Bu, lânetli “markyun”un havarilerinin başı olduğunu öne sürdüler ve “Petrus”u inkar ettiler.

Kimi ise, Hz. İsa’nın ilah olduğunu söyledi. Bu da “Aziz Paulus” ve 318 delegenin görüşü idi.

Putperestlikten hristiyanlığa geçmiş ve hristiyanlık hakkında birşey bilmeyen Roma İmparatoru “Kostantin” bu son görüşü tercih etti ve bu görüş taraftarlarını muhaliflerine musallat etti.

Diğer mezheplerin taraftarlarını -özellikle de sadece Baba’nın ilah ve Mesih’in insan olduğu görüşünde olanları- ise kovdu.”[47]

“Müminler, müminleri bırakarak kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa artık Allah ile arasında hiçbir ilişki kalmaz. Yalnız kâfirlerin size yönelik tehlikelerinden korunabilirsiniz.”[48]

İşte böyle… Ne ilişkilerde ne de bağlılıkta, ne dinde ne de inançta, ne görevde ne de dostlukta onun Allah ile hiçbir ilgisi kalmamıştır. O, Allah’tan uzaktır artık. Her alanda Allah ile ilişkisini tamamen kesmiş olur.

Kişinin korku içinde bulunduğu yer ve zamanlarda Takiyye ile buna izin verilmiştir. Yalnız bu, dil ile gerçekleşen bir takiyyedir. Kalp ile beslenen bir dostluk, ya da fiilî olarak gerçekleşen bir dostluk değildir. İbn-i Abbas (Allah ondan razı olsun) diyor ki: “Takiyye, eylem ile olmaz. Takiyye, ancak dil ile olur.” Mümin ile kâfir arasında bir sevginin meydana gelmesi izin verilen takiyye kapsamına girmediği gibi, mü’minin takiyye adı altında pratik olarak herhangi bir şekilde kafire yardım etmesi de izin verilen takiyye kapsamına girmez. Allah’a karşı bu tür düzenbazlıklara başvurmak doğru değildir! Sözü edilen kâfir, Kur’an ifadesinin burada kapalı olarak geçtiği fakat başka bir surede açık olarak gösterdiği gibi, hayatın her alanında Allah’ın kitabının egemen olmasına taraftar olmayan kişidir.”

”Miladi 451 yılında Halkadonya’da (İznik) toplanan Konsül’de şu karar alınmıştı: “Mesih’in, birbirine karışmayan, değişmeyen, bölünmeyen ve ayrılmayan iki tabiata sahip olduğu kabul edilmelidir. Bu iki tabiatın birleşmesi nedeniyle onların ayrı ayrı olduğunu iddia etmek mümkün değildir. İşin doğrusu, her iki tabiat kendi özelliklerini muhafaza ederek bir tek bedende birleşmiştir. İki parçanın tek bir cesette birleşmesi sonucunda Oğul Allah ve Ruh’ul Kuds meydana gelir.” Yakubiler (Bunlar, Yakub el-Baraziiye tabi olanlardır ki hıristiyanlıkta tek Allah nazariyesini savunurlar. (el-Raid S. 1634)) bu toplantıda alınan kararları reddettiler. Onlar Mesih’te yalnız bir tabiatın varlığını kabul ediyorlar ve: “Mesih, tüm unsurları kendisinde toplamıştır; hem İlahî hem de beşerî tüm niteliklere sahiptir. Fakat bu nitelikleri taşıyan madde ikilik kabul etmez, aksine unsurların toplandığı bir bütünlük arz eder” diyorlardı. Herakliyüs’ün Mesih’i “Üçten biri” olarak kabul ettiği mezhebi halka benimsetmeye çalıştığı bu dönemde, Ortodokslarla, özellikle Mısır, Şam ve Bizans İmparatorluğu sınırları dışında yaşayan Yakubiler arasında yaklaşık iki asır sürecek bir mücadele başladı. Jüstinyen’in benimsediği mezheb ise, bir yandan iki tabiatın varlığını kabul ederken diğer yandan da bu iki tabiatın Mesih’in bedeninde, tek bir varlığa dönüştüğünü ileri sürüyordu. Onlara göre Allah’ın oğlu olan Mesih ilahî ve beşerî kuvvetleri kendinde toplamış bulunan tek bir varlıktı. Bu ise, beden halinde somutlaşan bu şahsın içinde tek bir irade olduğu anlamına geliyordu. Fakat Herakliyüs de, barışın temellerini atmaya çalışan pek çok ıslahatçının akıbetine uğramaktan kurtulamadı. Çünkü iki mezhep arasındaki mücadeleyi bir an olsun durduramadığı gibi, bu savaşı daha da şiddetlendirmiş ve bizzat kendisi de üçüncü bir taraf olup diğer iki grubun öfkesini üzerine çekmiş ve Allahsız olarak damgalanmıştı.”[49]

Ehli kitab her türlü ayeti de görse,Muhammedi evladları gibi bildikleri halde yine kabul etmez,senin kıblene yönelmezler.[50]

Ve ‘Allah elçisi Meryem oğlu İsa’yı öldür dük’ demeleri yüzünden (onları lânetledik). Halbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler.

Bilâkis Allah onu (İsa’yı) kendi nezdine kaldırmıştır. Allah izzet ve hikmet sahibidir.

Ehl-i kitaptan her biri, ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir. Kıyamet günün de de O, onlara şahit olacaktır. “[51]

“Muhakkak O,(İsa) kıyamet için bir bilgidir, asla ondan şüphe etmeyin ve bana tabi olunuz. Bu dosdoğru yoldur..”[52]

”Hafız İbn-i Asakir sahabilerden birinin rivayetinden (Allah onlardan razı olsun) Abdullah İbn-i Huzeyfe es Sehmi’nin biyografisinde diyor ki: Bizanslılar Abdullah’ı esir almışlardı, onu krallarına getirdiler. Kral ona dedi ki: “Hristiyan ol, seni mülküme ortak eder ve kızımla evlendiririm” Abdullah şu karşılığı verdi: “Eğer sen kendinin sahip olduğun her şeyi versen buna bir de tüm Araplar’ın sahip olduklarını ilave etsen ve Hz. Muhammed’in -salât ve selâm üzerine olsun- dininden bir saniyeliğine ayrılmamı istesen ben yine ayrılmam.” Kral: “O zaman seni öldüreceğim” deyince Abdullah: “Ne yaparsan yap, dedi.” Kral emretti. Abdullah’ı ellerinden ve kollarından bağladılar, okçularını çağırdı, yakından ellerine ve ayaklarına oklar sapladılar. O bu arada hala hristiyanlık dinini Abdullah’a aşılıyor, O’da hep reddediyordu. Sonra emretti O’nu indirdiler. Bir kazan getirilmesini istedi. Bir rivayete göre ise, bakırdan bir saç getirip kızdırdılar. Müslümanlardan bir esiri getirip içine attılar. Abdullah bu müslümana bakıyordu. Kısa bir süre sonra bu müslüman orada, kızgın kapta parlayan kemiklere dönüştü. Yine Abdullah’a hristiyan olması teklif edildi. O yine reddetti. Kral onun da kazana atılmasını emretti. Kaldırılıp atılacağı zaman, ağladı. Kral biraz umutlandı ve kendisini çağırdı, Abdullah niçin ağladığını şu şekilde izah etti:

“Ben Allah yolunda verecek tek bir canım olduğu için ve bu canım da Allah yolunda kısa zamanda bu kazana atılmakla elimden alınacağı için ağladım. İsterdim ki, vücudumdaki kılların sayısınca canım olsaydı ve her biri Allah yolunda işkence çekerek verilse idi.”

Bir rivayete göre ise, Kral Abdullah’ı hapse atmış, günlerce ona yiyecek ve içecek vermemiş, daha sonra da ona içki ve domuz eti göndermiş, fakat o bunlara yine de yaklaşmamıştı. Kral kendisini çağırtmış ve “Bunları yiyip içmene ne engel olmuştur” diye sormuştu. Abdullah: “Aslında şu anda bunları yemem bana helal kılınmıştır. Fakat ben seni kendime güldürmem” dedi. Bunun üzerine kral kalktı. Alnından öptü ve onu serbest bıraktı. Abdullah bu serbest bırakmayı “Eğer tüm müslümanları benimle birlikte serbest bırakırsan kabul ederim” dedi. Kral bu teklifini de alnından öperek kabul etti ve onunla beraber olan tüm müslümanları serbest bıraktı. Geri döndüğünde Hz. Ömer (Allah ondan razı olsun) “Her müslümanın Abdullah İbn-i Huzeyfe’nin alnından öpmesi gerekir” dedi ve kalktı Abdullah’ı alnından öptü.”[53]

Tevrat’ta yahudiler hakkında “Yeryüzünde iki kez kargaşa çıkaracaksınız ve bu arada parlak bir yükseliş dönemi yaşayacaksınız” diye hüküm verdik.

Birinci kargaşaya ilişkin ilahi cezanın vadesi gelince üzerinize son derece atılgan ve acımasız kullarımızı saldık. Bunlar evlerinizin köşe bucaklarını arayarak sizi yakalamaya giriştiler. Bu, Allah’ın yerine gelmesi kaçınılmaz bir sözü idi.

Sonra eski iktidarınızı size geri vererek bu düşmanlarınıza karşı üstün konuma gelmenizi sağladık. Sizi mal ve evlâd artışı ile destekledik ve sizi güçlü orduya sahip kıldık.

Eğer, iyilik ederseniz, kendiniz için iyilik edersiniz, eğer kötülük ederseniz, o da kendiniz içindir. Çıkaracağınız ikinci kargaşaya ilişkin cezanın vadesi gelince üzerinize salacağımız başka saldırganlar acınızın yüzlerinize yansımasına yol açarlar. İlk seferinde gelenlerin yaptıkları gibi Mescid-ı Aksa’ya girerler ve yükselttiğiniz her şeyi yerle bir ederler.

Bundan sonra rabbiniz size merhametli davranır. Fakat eğer kargaşaya dönerseniz, biz de sizi tekrar cezalandırırız. Biz cehennemi kâfirler için içinden çıkılmaz bir kale yaptık.”[54] Birincisi Hitler,ikincisini de beklesinler.

Yahudiler –Beyinsizler-diye isimlendirilirler.[55]

“Yahudilerin ve Hıristiyanların zalim olanları dışında kalanları ile tartışırken olabildiğince gönül alıcı ve etkili bir dil kullanınız. Onlara deyiniz ki, “Bizler hem bize ve hem de size indirilen kitaplara inanıyoruz. Bizim de sizin de ilahınız birdir, biz O tek ilaha teslim olmuşuz. “[56]

”Moffat, Kitab-ı Mukaddes tercümesine yazdığı önsözde şöyle diyor: “İsa (a.s.) hiçbir şey yazmadı ve bir müddet için havarileri de O’nunla ilgili hiçbir kayıt tutma ihtiyacı duymadılar. O halde tarihte İsa ile ilgili bize ulaşan bilgiler Filistinli ilk havarilerin sözlerine ve derlemelerine dayanıyor. Bunların ne zaman yazıya geçirildiğini söyleyemeyiz. Fakat en azından onlardan bir tanesi her halde yaklaşık M.S. 50 yıllarında yazılı halde mevcut idi.”[57]

”Başka bir yerde de tefecilikle (faiz) ilgili kanun şu şekilde ifade edilmiştir: “Bir yabancıya faizle borç verebilirsiniz, fakat kardeşinize faizle borç vermemelisiniz.” [58]”

Eğer bir adam İsrailoğulları’ndan birinin bir şeyini çalsa, onunla ticaret yapsa veya onu satsa, bu kişi öldürülür.”[59]

Talmud’da denilmektedir ki: “Şayet bir İsrailli’nin boğasını İsrailli olmayan bir kimsenin boğası yaralarsa, İsrailli’ye tazminat vermek zorundadır. Eğer İsrailli’nin boğası İsrailli olmayanın boğasını yaralarsa, İsrailli tazminat vermek zorunda değildir. Bir kimse kaybolmuş bir şey bulursa ve bulduğu şey İsraillilerin yerleşim bölgesindeyse, bulduğu şeyi sahibine vermek için ilân etsin. Şayet, İsrailli olmayanların bölgesinde bulunmuşsa, ilân etmeye gerek yoktur. İsmail’in Rabbi diyor ki: Eğer bir ümmi ile bir İsrailli arasında anlaşmazlık çıkmışsa, mahkemedeki hâkim, kardeşinin lehine bitmesi için uğraşsın. Mümkün değilse ümmilerin kanunlarına göre, kardeşinin lehine bir sonuç almaya çalışsın. Ve “Bu sizin kanununuza göredir” desin. Her iki kanundan da yararlanamıyorsa, hangi yolla olursa olsun, İsrailli kardeşini kazandırsın. İsmail’in Rabbi, “İsrailli olmayanların zaaflarından yararlanın” diyor.” [60]

” İşte Kitab-ı Mukaddes’te faizi yasaklayan apaçık bir madde; “Kullarımdan fakir olanlardan birine borç para verdiğinizde ona tefeci gibi davranmayın ve onun üstüne faiz yüklemeyin.”

“Eğer komşunuzun elbisesini ödünç almışsanız, onu güneş battığında geri teslim etmelisiniz;Çünkü o onun tek elbisedir, onun derisini kapatan giysidir. Vermezseniz ne ile uyuyacak? O bana dua edip ağladığında Ben onu duyarım, çünkü Ben affediciyim”[61]

Bunun yanısıra faiz, Tevrat’ın birçok yerinde de yasaklanmıştır. Fakat bu yasaklamalara rağmen, Tevrat’a inandıklarını söyleyen Yahudiler, dünyanın en büyük faizcileridir, cimrilikleri ve vicdansızlıkları ile ün salmışlardır.”[62]

“Dinle, ey İsrail! Tanrımız olan Rab, bir olan Rabdir. Tanrın olan Rabbi bütün yüreğinle ve bütün canınla ve bütün kuvvetinle seveceksin.” [63]

“Dinle, ey İsrail, Allah’ımız Rab, bir olan Rab’dır ve Allah’ın olan Rabbi bütün yüreğinle, bütün canınla ve bütün kuvvetinle seveceksin. Ve bugün sana emretmekte olduğum bu sözler senin yüreğinde olacaklar. Ve onları oğullarının zihnine iyice koyacaksın ve evinde oturduğun ve yolda yürüdüğün ve yerde yattığın ve kalktığın zaman bunlar hakkında konuşacaksın.”[64]

“Ve şimdi, ey İsrail, Allah’ın olan Rabden korkmaktan, onun bütün yollarında yürümekten ve onu sevmekten ve bütün yüreğinle ve bütün canınla Allah’ın Rabbe hizmet etmekten, bugün iyiliğin için sana emretmekte olduğum Rabbin emirlerini ve kanunlarını tutmaktan başka Allah’ın Rab senden ne istiyor? İşte, gökler, göklerin gökleri, yer ve onda olan her şey Allah’ın olan Rabbındır”. [65]

“Cumartesi, ancak onda ihtilafa düşenlere (farz) kılındı. Şüphesiz senin Rabbin,onların ihtilaf ettikleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hükmedecektir.”[66]

“Sebt (cumartesi günü) ile ilgili kısıtlamaların sadece Yahudilerle ilgili olduğu Hz. İbrahim’in (a.s) dini ile hiç bir ilgisi olmadığını söylemeye gerek yoktu, çünkü onlar da bunu biliyorlardı. Bu kısıtlamalar, Yahudiler sürekli kanunlara ve emirlere karşı geldiği için konmuştur. Bunun tam anlamıyla kavranabilmesi için Kitab-ı Mukaddes’teki Sebt günü ile ilgili emirlere bakılmasında fayda vardır.[67]

Tevratta suret yasağı:” “Kendin için oyma put, yukarda göklerde olanın, yahut aşağıda yerde olanın, yahut yerin altında sularda olanın hiç suretini yapmayacaksın” [68]

“Kendinize putlar yapmayacaksınız ve kendiniz için oyma put ve dikili taş dikmeyeceksiniz ve önünde secde etmek için memleketinizde resimli taş kurmayacaksınız.”[69]

“Fesada sapmayasınız, kendiniz için erkek yahut kadın suretinde, yerde olan bir hayvan suretinde, göklerde uçan kanatlı bir kuş suretinde, toprakta sürünen bir şey suretinde, yer altındaki suda olan bir balık suretinde, herhangi bir şeklin suretinde oyma put yapmayacaksınız.”[70]

“Bir sanatkarın el işi, Rabbe mekruh oyma yahut dökme put yapan ve onu gizlice diken adam lanetli olsun.” [71]

”Kur’an-ı Kerim’de Ehl-i Kitab’ın şirki pek çok yerde zikredilmiştir. Mesela hristiyanlar hakkında şöyle buyurulmuştur: “Allah üçün üçüncüsüdür diyenler elbette kafir olmuşlardır.”[72]

“Allah Meryem oğlu Mesih”tir diyenler küfre gitmişlerdir.” ([73]

“Hristiyanlar da Mesih Allah’ın oğlu dediler.”[74]

Yahudiler hakkında da şöyle buyurulmuştur: “Yahudiler, Uzeyr Allah’ın oğlu dediler.”[75]

Ancak buna rağmen bunlar hakkında Kur’an’ın hiçbir yerinde “Müşrik” kelimesi kullanılmamıştır. Onlar “Ehl-i Kitap” olarak zikredilmiş ya da “Kitap verilenler” denmiştir. Bazen de “Yahudi” ve “Nasara” şeklinde ifade edilmişlerdir. Çünkü onların asıl dini Tevhid diniydi. Ama aynı zamanda şirke düşmüşlerdir.”[76]

Hadisde ise;

İbn-i Mes’ud, Resulullah’ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: “İsrailoğulları günaha dalınca alimleri onları nehyettiler; fakat, onlar dinlemediler. Alimler de onlarla düşüp kalktılar ve yiyip içtiler. Allah da bazısının kalbini bazısına çarptı. Davut’un, Süleyman’ın ve Meryem oğlu İsa’nın dilinden onlara lanet etti. -Sonra Resulullah oturup şöyle dedi-: `Hayır. Nefsim elinde olana yemin ederim ki; siz onları hakka döndürünceye kadar uğraşırsınız’ Yani şefkat gösteri çevirirsiniz.” (Ebu Davud ve Tirmizi)

Dünyanın tüm bu değişimi içerisinde bizim kendimizle ve değerlerimizle uğraşmamız ise tam çıkmaz ve kör döğüşüdür.

Müslümanların inançlarının bir gereği olan örtüleriyle uğraşmak ise tam bir orta çağ zihniyeti,kanunsuz devletlerin vahşetidir.

Mahkemelerin,devletlerin kadınlara başını öreteceksin,demeleri ne kadar suçsa,açacaksın-demeleri de o kadar suçtur.Kapattırma veya o yönde yorum ve uygulamada bulunma demokrasi ve hukuka ne kadar aykırı ise,açtırması da en az o kadar demokrasi ve hukuka aykırıdır.Devlet taraf olmamalıdır.Laiklik ve uygulamalarını her iki taraf için sürdürmelidir.Örtünmeye taraf değilse, en az o kadar da açılmaya taraf olmamalıdır.Bilmelidirki;açılan ne kadar hakka sahibse,kapanan da en az o kadar hakka sahibtir.Devlet vatandaşını suçlu,potansiyel suçlu,suç işleyebilir,gözüyle görmemelidir.Suç fiili olarak gerçekleşmedikçe,her insan masumdur,suçsuzdur. Devlet kimden yanadır.Bunu bilmeli,pozisyonunu belirlemelidir.Rusya kendi halkını suçlu görüp,her bir vatandaşın arkasına bir KGB ajanını gözcü bırakmakla despot bir uygulamaya girmiş ve yıkılmaya mahkum olmuşdu.Zira fıtrat fıtri olmayan şeyi reddeder,atar.Mide kendisine uygun olmayan bir şeyi kusarak,dışarı fırlatır.Devletler vatandaşlarının rahat yaşamaları için vardır.Onların hak ve hürriyetlerini kısıtlamak,ancak devlet olmayan ilkel toplumlar için söz konusudur.Devletler ve kanunlar başkalarına zarar vermedikçe talebleri yerine getirmekle yükümlüdür.Eğer demokrasi halkın idaresi ise,halka göre hakka göre yönetim esastır.Herkes tornadan çıkmış gibi bir düşünce ile,kendisine benzemesini istemek kısırlıktır,genişlik ve zenginlik değildir.Devlet herkesin kendisi gibi düşünmesini isteyemez.Öyle olmasına çalışamaz.

Şüphelenmek,suçlu olmayı gerektirmez.Şüphe hakikatları eşelemek için insana verilmiştir,altına işemek için değildir.Kanunları deşmek,yanlışların peşine düşmek,doğruları söküp,yanlışları dikmek için değildir.

Eğer ben bir hristiyan olsaydım,iki yüz yıllık HAÇLI ayıbını örtmenin yollarını arar,bu büyük ayıbı kapatmayı düşünürdüm.Ancak Türkiyedeki baş örtüsü ayıbı Haçlı zihniyetini şimdilerde olduğu gibi,gelecektede örtecek bir ayıb ve lekedir. Her şeyden önce acziyetin ve basiret ve başarıdan uzaklığın bir ifadesidir. İnsanları bununla meşgul edip,başarısızlığın üzerini örtmekten ibarettir.

Tarih bu ayıbı alkışlamıyacak,lanetliyecek,utanacaktır.

Herkes giderken aya,bizimkiler sanki taş ve kaya.

İşte bu kara lekenin örneği;

“TBMM`DE TÜRBAN KRİZİ…
MECLİS TUTANAKLARINDAN OLAYLI OTURUM…

2 Mayıs 1999

FP İstanbul Milletvekili Merve Kavakçı, türbanlı olarak, DYP Hakkari Milletvekili Hakkı Töre`nin andiçtiği sırada, (saat 15.20) TBMM Genel Kurulu`na geldi.
Kavakçı`nın Genel Kurul`a gelişi ve protestolar, Meclis tutanaklarına şöyle yansıdı:
…….
(FP İstanbul Milletvekili Merve Safa Kavakçı`nın türbanlı olarak Genel Kurul Salonu`na girmesi üzerine DSP ve Bakanlar Kurulu sıralarından sıra kapaklarına vurmalar, DSP sıralarından gürültüler, FP sıralarından alkışlar)

Milli Savunma Bakanı Hikmet Sami Türk: Sayın Başkan, bu üyenin bu kıyafetle Meclis`te bulunması içtüzüğe aykırıdır. Derhal Meclis`ten çıkartılması gerekir, aksi takdirde tutumunuz hakkında söz istiyorum. (DSP sıralarından `çık dışarı` sesleri, gürültüler)

Başkan: Efendim, şimdi burada içtüzük var, İçtüzüğe bakalım. İçtüzüğün gereği ne ise onu yapalım. (DSP ve FP sıralarından karşılıklı laf atmalar ve gürültüler)
Halil Çalık (Kocaeli): Çık dışarı…
Başbakan Bülent Ecevit (istanbul): Sayın Başkan söz istiyorum
Milli Savunma Bakanı Hikmet Sami Türk (Trabzon): Söz istiyorum
Sayın Başkan..
Başkan: Ne hakkında söz istiyorsunuz?
Milli Savunma Bakanı Hikmet Sami Türk (Trabzon): Tutumunuz hakkında söz istiyorum. Böyle, bu Meclis`te bulunması içtüzüğe ve Meclis teamüllerine aykırıdır, kendisini salondan çıkarmanız gerekir, aksi takdirde sizin uygulamanız hakkında söz istiyorum.
Başkan: Benim burada görevim, içtüzüğün esasıdır. İçtüzüğün 56. maddesi, bunun ancak… (DSP sıralarından sıra kapaklarına vurmalar, gürültüler)
Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu (Sinop): Birisi sarıkla gelirse , bırakacak mısınız? İçtüzükte yazılıdır…
Milli Savunma Bakanı Hikmet Sami Türk: İçtüzük neyin giyileceğini
gösteriyor, neyin giyilmeyeceğini göstermiyor.
Başkan: İçtüzük… İçtüzük… (DSP sıralarından sıra kapaklarına vurmalar, gürültüler)
Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu (Sinop): Mayoyla gelebilir mi mayoyla?
Başkan: Bana bağırma. Bak ben bağırtıya gelemem, anladın mı?

Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu (Sinop): Sayın Başkanım…
Başkan: Müsaade ederseniz… Hukuku neyse onu teklif ederim. (DSP
sıralarından sıra kapaklarına vurmalar, gürültüler)
Milli Savunma Sakanı Hikmet Sami Türk: Ya bu üyeyi dışarı çıkarınız ya da sizin tutumunuz hakkında söz istiyorum. Usul hakkında…
Başkan: Elbette ki, usul hakkında olacak. Yani usulsüz mü oluyor… (DSP sıralarından sıra kapaklarına vurmalar, gürültüler)
Başbakan Bülent Ecevit: Bir dakika müsaade edin… Burada bir hükümet başkanı olarak önemli bir konuda söz istiyorum. Lütfen bunu dikkate alınız.
Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu: Söz istiyor, söz… Hükümet başkanı olarak söz istiyor…
Başkan: Peki, hükümet başkanına söz vereyim.
Başbakan Bülent Ecevit: Sayın Başkan, değerli milletvekilleri. Türkiye`de hanımların giyim kuşamına… (FP sıralarından gürültüler) Türkiye`de hanımların giyim kuşamına, başörtüsüne özel yaşamlarında hiç kimse karışmıyor. Ancak, burası hiç kimsenin özel yaşam mekanı değildir. Burası, devletin en yüce kurumudur. (DSP sıralarından `Bravo` sesleri, alkışlar, FP sıralarından gürültüler) Burada görev yapanlar, devletin kurallarına, geleneklerine uymak zorundadırlar.
Burası, devlete meydan okunacak yer değildir. (DSP sıralarından `Bravo` sesleri, alkışlar, FP sıralarından gürültüler) Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz. (DSP sıralarından alkışlar, FP sıralarından gürültüler)

Kamer Genç (Tunceli): Sayın Başkan şu kadını çıkarın buradan. Lütfen başörtüsünü çıkarsın. Bu, laik cumhuriyete başkaldırmadır. (DSP sıralarından alkışlar) Lütfen başının örtüsünü çıkarsın. (DSP sıralarından `Teamülü var bu Meclis`in` sesleri) Bu, cumhuriyete başkaldırmadır. Bu laik cumhuriyete başkaldırmadır.
Başkan: Laik cumhuriyet ile ne alakası var birader yani şunun…
Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu: Teamüle aykırı… Teamüle aykırı…
Başkan: Neyi teamüle aykırı?
Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu: Sayın Başkan, teamüllere aykırı bu durum. Bugüne kadar bu kıyafetle hiçkimse girebildi mi? Derhal dışarı çıkarın.
Milli Savunma Bakanı Hikmet Sami Türk: Kaç yıldır parlamentersiniz, böyle birşey gördünüz mü?
Başkan: Ee, bugüne kadar gelmedi, bugünden sonra da… (DSP sıralarından ayakta alkışlar)
Kamer Genç (Tunceli): Sayın Başkan, lütfen ara ver ve bu kadını dışarıya at. Böyle olmaz efendim. (DSP sıralarından ayakta tempo halinde alkışlar ve (Dışarı, Dışarı sesleri)
Başkan: 15 dakika ara veriyorum. (kapanma saati 18.40) “[77]

“İsrail’de Musevi Şeriatı işliyor!

Türkiye’de başörtülü milletvekilleri Meclis’ten dışarı çıkarılırken, İsrail Meclisi’nin açılışına hamambaşılar katılarak dua ediyor. İsrail’in 16. Meclisi’nin resmi açılış törenine katılan milletvekilleri, kippa giyen hahambaşıların gözetiminde Tevrat üzerine yemin ederek görevlerine başladı.
İsrail’de; öğrenciler derslere kippa ile giriyor ve kutsal sayıldığı gerekçesiyle cumartesi günü resmi tatil sayılıyor. İsrail Başbakanı Ariel Şaron ve bakanlar kurulu üyeleri ile milletvekilleri de kippa ile Meclis’te dolaşıyor ve açıklamada bulunuyor. Muhafazakâr Museviler ise, eşlerinin fotoğraflarının çekilmesine dahi izin vermiyor. Halkın büyük çoğunluğu Müslüman olan Türkiye’de ise halkın oyları ile seçilen milletvekillerinin Meclis’e girişi yasak… TBMM’nin 21. döneminde Başbakan Bülent Ecevit, FP İstanbul eski Milletvekili Merve Kavakçı’nın Meclis açılışına başörtüsü ile katılmasını; “Burası devlete meydan okunacak yer değildir” sözleri ile eleştirmiş, DSP’liler de kürsü etrafında toplanarak alkışla “dışarı” diye tempo tutmuştu. “ [78]

“Sistemler de yoruluyor. Sistem içi kusurlar yoğunlaşınca, sistemin çarkları birbirini besleyemez hale geliyor ve yorgunluk başlıyor, sistem yorulunca da, toplumu taşıyamaz hale geliyor. Çarklar dönmüyor, hayatın her alanında problemler ortaya çıkıyor.

Böyle bir olayı Rusya yakın zamanda yaşadı. Bir devlet adamı, Gorbaçov, sistem yorgunluğunun farkına vardı, çıktı, “Kral çıplak, dedi. Sosyalizm tıkandı. Sovyetler’de çarklar dönmüyor. Yeniden yapılanma (Rusça perestroyka) lâzım.” [79]

Kişilerin kendi hizmetleri çerçevesinde yaptıkları müsbet hareket genel çarkı otomatikman çevirmektedir.Menfilikler o çarkın dönmesinde ortaya çıkan maniler ve bozukluklardır.Menfilikler müsbet manada hiçbir şey yapılmasa dahi,belli bir zaman diliminde miadını doldurup otomatikman vücut onu dışarı atacaktır.Menfilikler zulüm nevinden olduğu için devam etmezler.Nefesi ve kendisi yaptıklarıyla beraber tükenirler.

Bu dünya yüzünde nice menfilikler kendi aleyhlerinde,müsbet insanların lehine olarak defterlerini dürerek,müsbet bir çok defterleri açarak cehennem olup gittiler.

Otomatik çark kötü niyetli,hain insanların içerisinde bir çok dahileri çıkardı tıpkı düşman tarafın kahramanların çıkmasına sebeb oluşu gibi,istidat ve kabiliyetler neşvü nema buldular.Gerek Türkiye de gerekse de dünyadaki menfilikler kendi tükenen sermayeleriyle birlikte,yeni bir çok sermayelerin doğmasına adım olacaktır.Daha samimi bağlılıkların doğmasına sebeb olacaktır.

“ADNAN Menderes’in eşi Berrin hanımın, meşhur Dr. Nazım beyin yeğeni olduğunu biliyoruz. Dr.Nazım, ünlü ve ileri gelen Sabataycılardandır, İttihadçıdır ve İzmir suikasti hadisesinde idam edilmiştir.

… Adnan Menderes aile içi bir izdivaç yapmıştır; Evliyazadeler ailesindendir; hanımı da aynı aileye mensuptur.

…. Son yıllarda Kemal Derviş, İsmail Cem, Rahşan Ecevit,Mehmet Ali Bayar arasındaki çekişmeleri, zıtlaşmaları, entrikaları anlamak için çok şey bilmek gerekiyor.

Mason locaları içinde bütün üyeleri Sabataycı olan localar vardır.

… …. Son on yıldan beri ülkemizde çok vahim, çok garip hadiseler oluyor. GAP bölgesinde seksen küsur yabancı büyük şirket faaliyette bulunuyormuş.Bunların yetmiş küsuru Yahudi-İsrail kuruluşlarıymış ve hassaten Kürt Yahudilerini çalıştırıyorlarmış.”[80]

5-3-2003

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Milli Gazete.24-3-2002.

[2] Yeni Şafak. 24-2-2003.Yusuf Kaplan.

[3] Hedef Türkiye.O.Sinanoğlu.169.

[4] Age.198.

[5] Bak.age.253-254.

[6] Age.Hedef Türkiye.o.s.249-253.261-262.

[7] Borç Kapanı İMF.Ufuk Şanlı,Milli Gazete.2-9-2002.

[8] Milli gazete.2-1-2003,Yeni Asya.2-1-2003.

[9] Yeni Şafak.9-1-2003.

[10] Yeni Asya.14-2-2003.

[11] Bak.Zaman gazt.8-1-2003.

[12] Yeni Asya.2-1-2003.Mustafa Özcan.

[13] Yeni Asya.3-1-2003-01-03.

[14] Sabah, 27 Mayıs 1994,Yeni Şafak.F.Koru.16-10-2002.

[15] Hedef Türkiye.O.Sinanoğlu.

[16] Sabah.21-2-2003.

[17] zaman.21-2-2003, sabah.21-2-2003.

[18] Milliyet.23-2-2003.

[19] Âl-i İmran.75.

[20] Âl-i İmran.100.

[21] Tevbe.30.

[22] Al-i İmran.103,Bak.199.

[23] Âl-i İmran,114-116,bak.119.

[24] Âl-i İmran.110.

[25] Âl-i İmran.120.

[26] Tevbe Suresi, 31.

[27] Maide.51.

[28] Bakara Suresi, 120.

[29] Maide.59.

[30] Maide.70.

[31] Maide.71.

[32] Maide.82,Kasas.52-54.,Bakara.121.

[33] En’am.146.

[34] Beyyine Suresi, 1.

[35] Beyyine Suresi, 6.

[36] Maide Suresi, 73.

[37] Maide Suresi, 17.

[38] Maide suresi, 78.

[39] Maide.17-18,ve.72-77.

[40] Fizilal-il Kur’an.Seyyid Kutub.Nisa.153-161.ayet.

[41] Yakup Yılmaz.

[42] Prof.Ramazan Ayvallı.

[43] Bak.Milli Gazete.M.Şevket Eygi.20-01-2003.

[44] Al-i İmran Suresi, 55.

[45] Nisa.157-159.

[46] Nisa.172.

[47] Fizilal.age,Maide.15.ayet.

[48] Âl-i İmran.28.Fizilal.age.

[49] Fizilal.age,Âl-i mran.2-6.ayetler.

[50] Bakara.145-146.

[51] Nisa 157-159.

[52] Zuhruf 61.

[53] Fizilal.age,Nahl.106.

[54] İsra.4-8.

[55] Bakara.142.

[56] Ankebut.46.

[57] Âl-i imran.2,Tefhim-ul Kur’an.Mevdudi.

[58] Tesniye, 23;20.

[59] Tesniye, 24:7.

[60] Talmudic Mıscelleny. Paul İsaac Hershum. 1880, London. Sh. 37, 210-221,.Âl-i İmran.75,Tefhim.age.Nisa.161.

[61] Çıkış, 11, 15-27.

[62] Tefhim.agâ.

[63] Tesniye, 6: 4-5.

[64] Tesniye, 6:4-7.

[65] Tesniye 10:12-14.28:1-13,15-65.

[66] Nahl.124.

[67] Örneğin Çıkış 20:8-11, 23:12-13, 31: 1-17, 35: 23 ve Sayılar 15: 32-36. Bunun yanı sıra Sebt gününü tecavüz ile ilgili bölümlere bakmakta da yarar vardır. Bkz. Yeremya: 17: 21-27 ve Hezkiel 20: 12-24.”tefhim.age

[68] Çıkış, 20:4.

[69] Levililer. 26:1.

[70] Tesniye, 4:16-18.

[71] Tesniye, 27:15.

[72] Maide 73.

[73] Maide 17.

[74] Tevbe 30.

[75] Tevbe 30.

[76] Beyine.1.tefhim.age

[77] Bu metin Anadolu Ajansı tarafından 2 Mayıs 1999 tarihinde yayınlanmıştır.
TBMM Tutanakları için TBMM İnternet sitesinin adresi:
www.tbmm.gov.tr”(Belgenet.com.25-8-2002)

[78] Akit Gazt..25-2-2003.

[79] Yeni şafak.a.taşgetiren.25-10-2002.

[80] Milli Gaz.M.Ş. Eygi.25-2-2003.




EĞİTİMDE ÖĞRENCİLERİN BEKLENTİLERİ

EĞİTİMDE ÖĞRENCİLERİN BEKLENTİLERİ

Öğretmenler haklı olarak öğrencilerden bir çok şey istemektedirler ve beklemektedirler.Genel olarak öğretmenlerin istedikleri bilinmektedir. Bunlar; Çalışmak,Ciddiyet ve Terbiyedir.

Öğrenciler ise ne olmak istemektedirler ve kendilerine ne gibi bir muamele yapılmasını istemektedirler.Bunlar ise;

-Meslek sahibi olmak.

-Huzurlu ve mutlu bir hayat elde etmek.

-Ahlaklı olmak.

-Avukat olmak.

-Hayatın zorluklarını öğrenmek.

-İyi ile kötüyü birbirinden ayırmayı bilmek.

-İnsanlara bir şeyler verebilmek.

-Problemler karşısında direnebilmek.

-Hareket tarzını düzeltmek.

-Kaybetmeyi değil,kazanmayı öğrenmek.

-İyi niyetli olmak.

-Edebi ve edebiyatı öğrenmek.

-Bir gaye sahibi olmak.

-Belli bir tempoyu yakalayabilmek.

-Sorumluluk kazanmak.

-Hastahane yapıp,hastalara yardımcı olabilmek.

-Geleceğe hazırlamak ve hazırlanmak.

-Verilen dersler anlamlı olmalı,anlamlar çıkaracak seviyede olmalı.

-Her insanın ilk problemi ailede başlayıp,o problemleri çözebilmeli.

-Daha iyi bir yaşam için kaliteli ve çok eğitim verilmeli.

-Düşüncesiz ve hava-i yetişmemek.

-Problemleri çözebilecek yöntemler kazandırılmalı.

-Hayata bağlılık kazanılmalı,hayattan kopmamalı.

-İlim ve bilgi sahibi olmalı.

-Öğrenciye ilgi göstermeli.

-Problemlerin çözümünü okumada aramalı.

-Problemleri çözebilecek mevkiye yükselmeli.

-Okullar insanları tanıma yerleri olup,onları daha iyi tanımaya çalışmalı.

-Genişlik kazandırılmalı.

-İsyandan uzak,inançlı nesiller yetiştirilmeli.

-İnsanları kaybetmeye değil,kazanmaya çalışmalı.

-İnsanlar kendilerini tanımalı,hatalarını bilmeli.

-Öğrenciye verilecek ve yönlendirilecekler,orta okul döneminde yapılmalı.

-İnsanlar hayat okulunda sürekli yenilenmelidirler.

-Öğretmenler sürekli okuyup,yeni bilgilerle yenilenmeliler.

-Başkalarına bırakmadan kendimiz kendimizi ve problemlerimizi çözmeliyiz.

-Doğu eğitimine,batı eğitiminin kalite ve tekniği getirilmeli.

-Önemli bir boşluğu dolduran İmam-Hatipler orta kısmıyla beraber devam ettirilmeli.

-Siyasetçi olmayı,problemleri çözmek amaçlı olmalı.

-Teknik alanda incelemeler yapılmalı.

-Mafya babaları durdurulmalı.

-Terör yerine,sulh ortamı oluşturulmalı.

-En çok etkilenen yerler olan liseler boşluktan kurtarılmalı.

-Yeterli eğitim verilmemektedir.

-Hava-i ve boş insanlar yetiştirilmektedir.

-Öğretmenler sevgili,öğrenciler saygılı olmalı.

-Öğretmenden uzaklaştıracak aradaki mesafe kaldırılmalı.

-Notlar tehdit aleti olmamalı.

-Aspirin gibi her derde deva öğrenci değilde,bir derde deva olacak öğrenci yetiştirilmeli.

-İlgi-Bilgi-Sevgi temel olmalı.

-En büyük yatırımın insana yapılan yatırım olduğu bilinmeli ve uygulanmalı.

06-05-2003 / Mehmet ÖZÇELİK




ZULÜM VE ADALET

ZULÜM VE ADALET

İlk insanın yaratılmasının söz konusu olmasından itibaren,insanın yaratılmasına melekler şüpheyle bakmış ve bir derece taraftar olmamıştır.Ve:”O vakti hatırla ki,Rabbin meleklere:”Yeryüzünde bir halife yaratacağım.”demişti de,melekler:”Biz seni hamd ile tesbih ve takdis ederken,orada fesad çıkaracak,kanlar dökecek kimseler mi yaratacaksın?”demişlerdi.Allah:”Ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim.”buyurdu.”[1]

Melekler bütün bütün hakszı değillerdi,her ne kadar Cenâb-ı Hakkın bildiklerini,o esrarı bilmeseler de!

Allah’ın bildiği ve de bildirdiği hakikat,hakikattır.Başta hakikat-ı Muhammediyedir.Marife-i ilâhiyedir.Hikmet-i Rabbaniyedir.

Gerek önceki yaratılan cinlerin bir kısmının anarşi çıkarmalarına istinaden olsun ki,onlarda akıl duygusu gelişmiş,âdeta tek motorlu varlıklar idi.Tek motorlu varlıklar böyle fesad çıkarırlarsa,ya üç motorlu varlık olan insan kimbilir nasıl kan döker?

Cinlerde akıl duygusu gelişmiş iken,insanlarda buna ek olarak, gadab ve istek duygusu da sınırsız olarak gelişmiş,âdeta üç motorlu varlık durumunda idi…

Dünyaya gelişle beraber ilk kanda dökülmüş,şehvet ve istek duygusunun neticesi olarak Kabil kardeşi Habil’i öldürmüştü.Toprak ilk kan dökümüyle kirlenmeye başlamıştı.

Hâşa,Allah zulmedici değildir.Allah adalet sahibidir.Dünyada adaletle muamele ettiği gibi,daha geniş tarzda ahirette bu ilahi adalet tecelli ve tahakkuk edecektir.

Kur’an bu adaleti emrettiği gibi,[2]peygamberimizde:”Eğer suç işleyen kızım Fatıma da olsa,onu cezalandırırım.”buyurmaktadır.

Hz.Ömer,islamın adaletinin kendisinde tecelli ettiği kimse olarak nam salmıştır.

Fitnenin kapısı Hz.ömerin öldürülmesiyle kırılmış ve açılmıştır.

Hz.Ali bir yahudiyle İslam mahkemesinde sorgulanmıştır.

Fatih Sultan Mehmet,aleyhine tecelli edeceğini bildiği halde,kolunu kestirdiği rum mimarıyla muhakeme olmuş,aynı el kesme cezasına çarptırılmıştır.Yine o mimarın davasından vaz geçmek istemesine rağmen mahkeme vaz geçmemiş,para cezasına çevrilerek,her gün 10 altın daha sonra Fatih’in kendi isteğiyle yirmi altın cebinden ödemesi suretiyle sulh olunmuştur.

Allah’ın bir ismi de hak’tır.Yani her hak sahibine hakkını bi hakkın eksiksiz olarak vermesi demektir.

Bir kişinin hakkı kendi rızası olmadıkça,umuma bile feda edilememektedir.Allah’ın yanında hak haktır.Küçüğüne büyüğüne bakılmaz.

Allah’ın yanında kuvvetli olan haklı değil,haklı olan kuvvetlidir.

Dünyanın genel durumu içerisinde görülen haksızlıklar birkaç sebebe dayanmaktadır.Bunlar;

Ya kendi hatamızın bir neticesi olarak başımıza gelmektedir veya geçmiş günahları temizlemek için olmakta veya sevab kazandırmak içindir veyahutta geniş bir mahkeme olan ahiret mahkemesine tecil edilmektedir.Zira köyde işlenilen bir cinayet orada muhakeme edilmeyip,mahkemelere sevkedilmektedir.İlçe ve bazı illerde işlenen siyasi suçlar,Devlet güvenlik mahkemelerinin olduğu yerlere sevkedilmektedir.Suç büyüdükçe mahkeme de büyümektedir.

Âhiret mehkemesi tüm varlıkların muhakeme edilip,Allah’ında adaletinin tamamıyla tecelli edeceği bir yerdir.Boynuzsuz koyunun hakkının boynuzlu koyunda alınacağı,kimseye haksızlığın edilmeyeceği,Allah’ın hakimliğinde,yine O’nun mahkemesinde sorgunun olacağı yerdir.Allah’tan daha adaletli kim vardır?

Dünya son raundunu gerçekleştirmektedir.Adaletle zulmün tüm maharetliklerini göstermekte olduğu bir zaman ve zemindeyiz.

Zulmün topu var güllesi varsa,

Hakkında bükülmez kolu,dönmez yüzü vardır.

Zulm ile âbad olanın,âkibeti berbad olur.

Hiçbir zamanda denilmemiştir ki,helal olsun,falan adam zulüm yaptı,sağolsun,iyi yaptı,kârlı oldu gibi ifadeler kullanılmamış belki lanetle anılmıştır.Tarihe kara bir leke olarak geçmiştir.

Adaleti zulümden ayıran en önemli fark;Adalet aydınlığı oluştururken,zulüm karanlığı getirip,nuru götürür.Zulüm cehaletten beslenir.

İnsan mübalağalı olarak çok zalim ve cahildir.[3]

Zulüm bir cihetle nurun nurunu arttırmaktadır.Tıpkı gecenin karanlığıyla beraber,ışığın parlaklığı daha fazla belirgiz ve açık olur.

Fıtrata uygun olmayan her iş zulümdür.Zulüm insan fıtratına aykırı ve insan yapısını bozmaktadır.

Zulüm hayatın virüsüdür.

Zulüm bizatihi zulüm olduğu gibi,zulme rıza da zulümdür.

İslam tarihinde yüzlercesi görüldüğü üzere,büyük zatlara yapılan zulümler,hiçbir zaman için onlara açısından bir kayıb değil,bir kazanç olmuştur.Onları düşürmemiş belki yüceltmiştir.Çünki zulüm ve zalimler onlar için birer gübre olmuşlardır.Her ne kadar biraz yakıcı olsalarda…

Zulüm küçük insanların işidir.Büyükler böyle aşağı işlere tenezzül edip zulmetmezler.Boyu kısa olan parmaklarının ucuna basar veya başkalarının sırtına çıkıp görmeye veya görünmeye çalışırlar.Büyük olanların böyle bir dertleri yoktur.

Bu zamanda zulüm başına adalet külahını geçirmiş,adalet adına ve onun adını kullanarak iş başı yapmaktadır.

Zulüm cehennemle eş değerdedir.

Zulüm bir katılık,bir kabalık,belaların habercisi ve ışığa mani olmaktadır.

Bazen zulüm içinde adalet tecelli eder.İnsan yapmadığı bir hatadan dolayı zulme mahkum olur.Kimse bilmezki onun gizli bir hatası vardır.Kader onun o gizli hatasına binaen onun başına zahiren musibet ve zulüm görülen böyle hali musallat etmiştir.

Bundan dolayıdır ki;Beşer zulmeder,kader adalet eder.

Kur’an-da anlatılan Hz.Musa ile Hz.Hızırın maceralarında görülen adalet kaderin gerçek adaletini göstermektedir.[4]

Mazlumların adaletten büyük hisseleri vardır.Eğer onlar adaleti ilahiyyenin kendilerine vereceği müjdeyi görmüş olsalardı,binler defa şükrederlerdi.

Hakiki adalet ancak ahirette vaki olur.Dünyada dahi en büyük adalet,insanın ne kendisine ne de başkalarına hiçbir haksızlıkta bulunmamasıdır.

Müsavatsız adalet adalet değildir.Adaletin önünde herkes eşittir.

Saadetimiz ancak adalette ve adalet iledir.

29-05-2003

Mehmet ÖZÇELİK

[1] Bakara.30.

[2] Nahl.90.

[3] Ahzab.72,İbrahim.34.

[4] Kehf.60-82.