HEDEFDEKİ VESİLELER

HEDEFDEKİ VESİLELER

Vesile ve vasıtalar,hedefler içindir. Onları netice vermek için vardırlar. Ve o vesile ile kıymetlenmektedirler.

Her zaman için gaye,vasıtadan önce ve önde gelir.

İman,ma’rifet ve ibadet birer gayedir. Bunlara götüren yollar olan ilim,çalışma,dünyevi vesileler vasıtalar olup,kıymetleri hedefin büyüklüğü ile ölçülür.

Allah-a götüren her şey birer vesiledir. Dünya vasıtalar dünyasıdır. Bütün bunlarla hedef amaçlanmaktadır.

Binilen araç ne kadar sağlam ve hızlı olursa,gidilen hedefe o kadar sağlıklı ve çabuk varılır. Teknolojik yönden zengin olan 20. asır insanı,bindiği araç bakımından aynı zenginliğe sahip değildir. Bundan dolayıdır ki,bocalamaktadır.

Araç hedefsiz ve istikametsiz olunca,araçtaki de ona göre yönlenmektedir. Asrın insanı aracını kalitesine göre değil,görüntüsüne göre seçmiştir. Araç da kalıp,araç da boğulanlar,amaca ulaşamazlar.

Araçlar muhteliftir,değişir. Ancak amaç birdir,değişmez.

Allah-a giden yollar,mahlukatın nefesleri sayısıncadır.

Bir yanda giden,diğer yanda gidilen iki tamamlayıcı unsur bir arada… Bir yanda tabi olup uyan,diğer yanda metbu,uyulan. Her zaman için metbu tabiden üstündür ve önce gelir. Tıpkı İslâmiyetin metbu’,ona uyanların ise,tabi durumda olmaları gibi…

Her şey hedefe göre ve hedef için ayarlanmış,hedef ayarlıdır…

18-12-1998

MEHMET ÖZÇELİK




İ L E R L İ Y O R U Z

İ L E R L İ Y O R U Z

Evet ilerliyoruz. Oda iki nala ilerliyoruz. Hem de yetmiş yıldır. Ve de yaya. İki ileri,bir geri. Rus gibi. Çin gibi. Neden mi?

Çünkü;Hilafeti kaldırdık. Halifeyi sürdük. Baş da İngilizleri sevindirdik. O hilafet ki,şimdi parçalanmış ve bitkin bir vaziyette olan 46 İslâm devletini yek vücut halinde birbirine bağlayıp,büyük bir kuvvete sahib kılmıştı. Şimdi ise her biri bir boyunduruk altında,boyunduruğunu kırmış değil.

Evet beyler ilerliyoruz. İlerliyelim,önlere doğru. İlerilere doğru. Lütfen ilerliyelim.Ayakta ve dışarda kalmayalım.Oysa dün içerde oturuyor ve efendi idik. Acaba şimdi neyim? Ben de bilemiyorum. Bilenler lütfen iki adım öne çıksın.

İlerliyoruz dedik ya! Çünkü harf inkilabı yapmış. Bir gecede eskimez dili bilen,17 milyon bir gece de cahil kalmış,bir şey bilmez olmuştu. Hakikaten şimdi yetmiş yıl geçmesine rağmen ne biliyoruz?

Medrese ve Tekkeleri kapattık. Milletin manevi teneffüs kanalını kapattık. İsimli ve isimsiz 163 gibi maddelerle kazıklı Voyvoda gibi milletin başına diktik ve kendi halkımızı buna oturtturup,reva gördük. Çünkü ilerliyeceğiz! Nerelere? Meçhule kalkan bir gemi…

İrtica senaryoları ile bu vatanın öz evladını mağdur ve mazlum eyledik.Oysa bu necib millet zamanımızı geçmişe götürmeyecek,geçmişi,ecdadı,Rasulullahın zamanını,onun nurlu ve huzurlu zamanını zamanımıza getirecekti. Bu bunalmış asrın,bunalmış insanına. Getireceği için suçluydu…

Misal mi? İşte bir asrı saadet müslümanı olan Bediüzzaman. Senelerce çektiği çile,hapis,zehirlemeler,tehcir ve tahkirler,düşmana yapılmayacak bed muameleler. Öz vatanında garip,öz vatanında parya. Yüzüstü sürünmeye mahkum. Nedir suçu? Suçu, o zatın yüzünü kızartacak suç değil. Ona bu zulmü reva görenlerin yüzünü kızartacak,yüz kızartıcı suç,utanç duvarını bile utandıracak bir suç. Din demiyecek,İlâh demiyecek,Peygamber demiyecek,Milletinin imanını kurtarmaya kurtarmaya çalışmaktan daha büyük bir zulüm mü olur?

O zar ki;87 senelik hayatında dünya zevki namına bir şey bilmeksizin,milletinin imanını selamette görmeye çalışmasından başka bir gaye,hedef ve emelinin olmaması. Elinden tutmamız gerekirken,yitmişiz. Dünyasına ve maddesine dayananlara mukabil,o da Allah’a dayanmış.

İskilipli Atıf Efendi. Şapka kanunu çıkmazdan evvel şapka aleyhinde yazdığı bir kitaptan dolayı idama mahkum olur. Şapka giymediği için idam edilenler ve zulme uğrayanlar. Binlerce delilden işte bir misal:

İsparta’nın bir köyünde,köylü vatandaş geçimi için tarlasında çalışmakta. Başında takke var. Köyleri gezmekte olan zamanın valisi oradan geçerken vatandaşı görür ve yanına gelerek neden takke takıp,şapka takmadığını sorar. Vatandaş da;

-Efendim. Güneşin altında çalışıyoruz,başımız terliyor,takkeyle başımızı siliyoruz,kirlenince de yıkıyoruz. Şapka da ise bu rahatlık olmuyor. Hem benim,takkenin yasak olduğundan da haberim yoktur.

Kızarak vatandaşın şapkasını da alan vali,ertesi gün jandarma göndererek vatandaşı mahkemeye verir.

Her gün şehre gelirken yoğurtta getiren bu vatandaş,mahkeme günü de aceleyle daha önce de getirdiği kadına yoğurdu verir ve aceleyle kovalarını boşaltmasını söyler. Adamın telaşını gören kadın sebebini sorar. Ne yapacaksın,benim mahkemem var,hemen ona yetişeceğim,der.

Kadın ne mahkemesi olduğunu sorup,kendisinin de avukat olduğunu söyleyince,şaşkınlıkla beraber sevinen vatandaş durumunu arz eder.

Avukat kadın ona şu yolu gösterir.Mahkemeye gittiğinde sana takkeyi gösterip,bu senin mi diyecekler? Sen de kesinlikle benim değil,haber,m de yok,diyeceksin.

Mahkemede aynı durumla karşılaşan köylü vatandaş,avukat kadından aldığı talimatı aynen yerine getirir. Bu sefer şaşıran hakimdir. Şahit olarak dinlenilmesi için valinin gelmesi gerekmektedir. Bir hizmetliyle valiye davetiye yapılır,ancak büyüklüğüne yediremeyen vali gelmekten çekinince bizim vatandaş da beraat eder.

Üst seviyedekinin yaptığına bak. Demek ki,İlerliyoruz. İlerilere doğru.

-Adıyaman’ın eşrafından bir büyüğümüz (D. Kutlu) 1980 sonrasında başında takke ile gezerken,yanından geçmekte olan sıkı yönetimin sıkı komutanı jipinden iner,başından takkeyi alarak hakaret ile bir daha takmamasını tenbihleyip gider.

Âaah,şu uçak ve füzelerin ayaklarına takılan takke ve örtüler var ya,âah ah.

Şahit olduğumuz bir olay:Kırşehir devlet hastahanesinde gözden muayene olmak için içerde sıra bekliyordum. Birden doktorla hasta arasında bir münakaşa başladı. Doktor;beyefendi şapkanızı çıkarmadan sizi sıhhatli tedavi edemem. Adam ise;çıkarmam diye diretmekte. Neden kafanı şapkama taktın?

Epey sürdükten sonra çıkardı. Doktora iyice kabalık yaptıktan sonra. Daha sonra ben girdiğimde kedisini sinirle görünce doktora şunu söyledim,sinirleri yatışsın diye;

Doktor Bey! Bu şapka bu başa girene kadar,ne kadar baş gitmiş. Tekrar bu şapkanın bu baştan çıkması kolay olur mu? Zorla gitmiş,kolay çıkmaz. Bu latifemden doktor biraz rahatlamış ve tasdik etmişti.

-Dini yasaklayan,yaşamasını engelleyen 163. madde hakkında Bediüzzaman’ın ve mağdurların avukatı olan Merhum Bekir Berk şöyle der:”163. madde din hürriyetinin kanlı katilidir.”

Her mahkemede 163 mağduru vardı. Türkiye’nin 67 vilayetinin 66’sında sulh ceza,Asliye ceza,Ağır ceza,Yargıtay,Askeri mahkemeler ve askeri Yargıtay’da Laikliğe aykırı hareket ettiği iddiasıyla mahkemelere sevk edilen,karakollara tıkılan,hapishanelere atılıp zindanlarda çürütülen Mü’minlerin müdafaasını deruhte ettim.

Mahkemenin kendisine iade ettiği kitaplarını Komiser Şükrü’ye vermeyince Nazilli’de gece evi basılan Mehmet Oğuz,karakola götürülen kitapların yeri sorulur. Mahkemenin suç unsuru bulmadığı o kitaplarla laikliğe aykırı propağanda yapıyorsunuz diye götürülen Mehmet Oğuz karakol’da başı duvarlara vurula vurula 163. maddenin şehidi olur.

TCK’nın 163. maddesi dininin gereklerini kimseye zarar vermeden eda etmek,tenevvür etmek isteyen,iman icablarını yerine getirmek isteyen Mü’minlerin üzerinde bir zulüm kamçısı,bir cellat satırı olarak kullanıla gelmiştir.

Yazar İlhan Murad’ın mahkumiyetinde kullanılan ifadede:”Her ne kadar,sanık İlhan… hakkında iddia edilen suç ile ilgili hiçbir delil,belge ve bilgi yoksa da… Dosyada mevcut bilgilerden…dillerini bildiği,Osmanlı tarihinde bir uzman ve devlet yanlısı ve milliyetçi ve itibarlı bir kişi olduğu anlaşıldığından…mahkumiyetine karar verilmiştir.”[1]

Azarbeycan Şeyhulislâmı Allahşükür Paşazade:”Halkın kalbinde din var. O kadar ki o dinin temsilcisi olarak ben ilgilerinden dolayı sokağa çıkamıyorum. Ben ailenin 9. ve tek erkek çocuğuyum. Anamın Allah’a şükür demesinden dolayı adım Allahşükür oldu. Ve din eğitimini biz tarlalarda,zemin katlarda gördük.Görmesinler diye bahçeye süpürge ekilir ve ortası boş bırakılırdı ki orada Kur’an öğrenilsin. Kızlarda öğretim görüyorlardı. 30 yaşında Şeyhulislâm olmadan önce imamdım. Benim rehberliğim Kafkas,Gürcistan,Azarbeycan. Bu üç cumhuriyetin Şeyhulislâmıyım.Sizler arasında bir köprü kurmak istedik.”der.

Acaba bizdekinin onlardakinden ne farkı var idi? İleri gider,geri kalmaz. İlerliyoruz ya!

Bizde başbakan olan Şükrü Saraçoğlu’nun:”Din tedrisatı yasağını otuz sene devam ettirebilirsek ondan sonra Türkiye’de böyle bir mesele kalmaz.”deyip inançsızlık tohumlarını bu cennet vatana ekmişlerdi. meyveleri de seksenden önce ve şimdi de derilmektedir.

Bu vatanda din daima kontrol altında tutulmuş ve tutulmaktadır. Millete emniyet edilmediğinden dini yaşantısını engellemek için her türlü resmi ve gayrı resmi yollara baş vurulmuştur.

İşte binler misalden bir misal:Kayseri’de değerli bir büyüğümüz anlatmıştı;(Ali Mutlu)Babam bize Kur’an öğreteceği zaman birimiz pencerede durur,dışarıyı kontrol ederdik,acaba jandarma geliyor mu,diye. Babam abime öğretirdi ben bakardım,bana öğretirdi abim bakardı.Bu şekilde ben Kur’an-ı öğrendim.”

Yine 1986 yıllarında Adıyaman’daki kütüphane müdürü arkadaş çağırmıştı. Gittim,bir odaya götürdü beni. Odada torbaların içinde eskimez yazı kitaplar dolu. Bunlar gramer,Hadis ve muhtelif muhtevada olan kitaplar idi. Bunları oranın eski bir ilk okulu olan Cumhuriyet ilk okulunun çatısında bulduklarını söyledi. Bunlar çatıda bulunan eserler,ya yakılan,suya dökülen,toprağa gömülen ve Bulgaristan gibi ülkelere kağıt fiyatına satılan binlerce eser?

Zatın birine soruyorlar. Bu odanı dolduran kitaplara nasıl sahip oldun? Cevaben;Meydanda dağ gibi yığılıp yakılan kitaplardan kurtulanları veya az yanmışları alarak elde ettim,der.

Ağrı’lı bir öğrencimin velisi anlatmıştı:İstanbul’da bir müteahhidin yanında usta olarak çalışıyordum. Bir gün müteahhit deniz kenarında bulunan bir Osmanlı Paşasının yapıp bağışladığı kütüphanesinin yıkılıp yerine apartman kurulacağını,ancak kitaplarla teker teker uğraşmak hem zaman alacağından,hem de onun için ayrı bir işçi tutup masraf etmek gerektiğinden kitapları da kimse görmeden hemen yanındaki denize,suya dökmesini söylediğini,anlatmıştı.

Ben ise öyle yapmadım.İstanbul’da birkaç caminin imamına söyleyip,onlarında arkadaşlarına duyurarak,yarın sabah erkenden gelmelerini söyledim. Ertesi günü geldiğimde kütüphanenin önü tıklım tıklım idi. Sandık sandık bütün kitapları onlara dağıttım ve ben de hatıra olmak üzere içlerinde en büyük boylu ve ağır olan bir kitabı kendime ayırdım,diye anlattı.

Yağmalanan miraslar. Senelerdir yiyiyoruz,yiyiyoruz,bir türlü bitiremiyoruz. Ve de yemeyene domuz,diyoruz. Biz o ecdadın bıraktığı mirası yiyiyoruz,acaba ya bizden sonrakiler ne yiyecek? Eğer bizim bıraktıklarımızı yiyecek olurlarsa,korkarım kıtlıktan ölürler. Öyle zannediyorum ki;ecdadın mirası onları da doyurur,elin gavuruna muhtaç etmez.

-Laiklik dendi,milletin örtüsüyle oynandı. Ne demek olduğu da bir türlü vuzuha kavuşmadı,kavuşturulmadı. Dinsizlik değil,dindarlık hiç değil,o halde ne?

Laikliğin yanlış uygulanan bir yönü ;tarih boyunca peygamberlerin din ile hayatı ve hayatın birimlerini birleştirip kaynaştırmalarına rağmen,bunların yıllardır birbirinden ayrılmaya çalışılması ana problem olmuştur. Dini devletle,bilimle,dünya ile ayrıştırıp,kavgalı bir taraf oluşturmuştur.

Sakın Agop gibi olmayalım. Yahudi Agop hanımına yahudilikten ayrılacağını söyler. Oda sen bilirsin, der. Yahudi haham başına da bunu bildirir. Ve hristiyan olur. Ancak oda kendisini tatmin etmez. Ondan da ayrılacağını ve ayrıldığını bildirir. Ve başlar İslâmiyeti araştırmaya. Fakat ölüm daha çabuk gelir. Bizim Agop müslüman olamadan ölür.

Hanımı kocasını yahudilerin mezarına gömmek ister. Onlar hayır,derler. O yahudilikten ayrılmıştı. Hristiyanların mezarına getirir.Onlarda –evet-hristiyan olmuştu,ancak tekrar ayrıldığından mezarımıza gömemeyiz,derler. Çâr-ı nâ-çâr,müslümanların mezarına gömmek istediklerinde de müslümanlar;bu müslümanlığı araştırıyordu ama müslüman olmamış,kelime-i şehadet getirmemişti. Onun için kabul edemeyiz,derler.

Kadın ağlaya ağlaya kocasının başının ucuna çöker ve der:Agoop Agop. Musa’yı üzdün,İsa’yı küstürdün,Muhammedi de bulamadın,kaldın ortada,kaldın ortada…

Evet. Biz de Agop olmayalım,ona benzemeyelim. Biz biz olalım,ne isek onda kalalım.

Arapça’ya konulan yasak ile kendi kitabımızdan habersiz kalmışız. Ondan sonra sızlanılmış,din alet ediliyor,diye. Dinin ayrı ayrı her bir meselesini yaşamaya ve ihya etmeye çalışan cemaatların çıkışından şikayetçi olmaya başlamışız. Dinin vanası kapatılınca,elbette her kes kendi vüs’atince,güç ve kuvvetince ayrı ayrı kuyular açacak,açtığı kuyudan beslenecek. Bundan da kimsenin şikayete hakkı yoktur.

İnsanın her bir ihtiyacını karşılayabilecek bir birim mevcuttur. Dinini soracak ve öğrenecek birim ise yoktur. Çünkü Diyanet ve Müftülük gayet dar bir sahada belirli bir hizmeti yapmaktadır. Kimse bir hocanın veya müftünün yanına ben buraya dinimi öğrenmeye geldim,diye pek gitmemiştir.

-1400 senedir okunan ezanı Arapça oluşundan Türkçeye çevirme,o şanlı nebinin tanıtılmaması veya kötü tanıtılmaya çalışılması,70 yıldır eğitimin rayına oturtulmayıp kör ve topal olarak yürümesi,sefâhet ve eğlencenin ayyuka çıkması,birbirleriyle asırlardır kardeş olarak yaşayan ayrı ayrı millet,ırk ve mezheblerdekilerin bir birlerine olan düşmanlıkları hep bu temeldeki aksaklık ve bozukluklardan kaynaklanmaktadır.

Ne ve neler olduğunu bilemediğimiz bu Allahın belası yanlış uygulamalar birkaç nesil ve kuşağı heder ve helak etmiştir.

-Edirne’de bulunan mutasarrıf padişahtan para ister. Padişah da orada bulunan azınlıklardan toplamasını emreder. Ancak mutasarrıf bunu nasıl yapacağını uzun boylu düşünür ve yolunu da bulur. Oranın papazını çağırır. Önceden oraya hazırlayıp koymuş olduğu koyunun ne olduğunu sorar. Papaz da-Koyundur Efendim-der. Mutasarrıf hemen;Vaay sen buna nasıl koyun dersin. Git 40 bin altın getir,der ve getirttirir. Papaz bu durumdan diğer bütün azınlıkları da haberdar eder. Ta ki onlarda böyle bir hataya düşmesinler. Bu altınlar bir müddet idare eder. Buda bitince yahudi haham başını çağırır ve ona da sorar. Oda-keçidir Efendim-der. Vaay sen koyuna nasıl keçidir dersin,diyerek ona da 40 bin altın getirttirir. Bir müddet oda idare eder.

Son olarak Ermeni başı çağrılır. Mutasarrıf ona da koyunu göstererek ne olduğunu sorar. Ermeni de,Vallahi bu Allahın bir belası ama biz de bilemiyoruz ne olduğunu der ve çıkar.

Yanlış politikaların kurbanı olan bu millet olarak bizler de bilmiyoruz ne olduğunu. Allahın bir belası mıdır nedir?

10-10-1996.

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Zaman Gazt.8-6-1991.




G Ü N D E M

G Ü N D E M

Bazı meseleler vardır ki;bunlar gündeme,gündemimize oturur,bizleri meşgul eder. Bunların içinde bir kısmı anlık,bir kısmı saatlik,bir kısmı günlük ve haftalıktır.

Ciddi manada ay boyunca gündemi meşgul eden meseleler,yok denecek kadar azdır. Hele bu yıl ve yıllar ise,nadirattandır.

Hayatımızda,hayatımızı basit gündemlerle meşgul etmeye çalışanlar,ancak buna bir hafta devam edip,balon gibi sönmeye mahkum kalmaktadırlar.

Toplumu ve değerlerini bitirmeye çalışanlar,böylece kendilerini bitirerek,bitkin olarak bitişe doğru son sür’at gitmelerini hızlandırmış oluyorlar.

Bazı meseleler de vardır ki;asırların ve asrın meselesidir.

Tüm hücumlar,engellemeler,onu bir anlık gündemin dışına çıkartmaz. Zira o asrın gündeminin merkezindedir.

İşte Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri asrımızın gündeminin merkezinde olan bir şahsiyettir. Bundan dolayıdır ki o ve eserleri birimizin değil,hepimizin meselesidir.

Asrımızın maddi-manevi doktorudur o.

Önceki asrın ve asırların vekili onu tebşir ederken,sonraki asırlarda onun gösterdiği düsturları kendilerine düstur edineceklerdir. Zira o M. Akif-in dediği gibi;

Doğrudan doğruya Kur’an-dan alıp ilhamı

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı.

hakikatına mazhar ve müzhir bir zattır.

O, İmam-ı Gazâli-nin belli bir zamandan sonra yakalamaya çalıştığı aklın yolunu,İmam-ı Rabbani-nin de hayatının sonlarında yakalayıp ta ömrünün ve ömürlerinin kifâyet ve vefâ etmediği kalbin yollarının her ikisini de yakalamış ve başkalarının da birer Gazali ve Rabbani olmak üzere yakalamanın yolunu göstermiştir. O imkanı sunmuş ve sağlamıştır. Madde ve teknolojinin ilimle kapılarının açılması gibi,mananın da kapıları maddeyle bağlantılı olarak açılmış olmaktadır.

Efendimiz Muhammed Aleyhis-salatu vesselam ise;kainatın evveline ve ahirine sahib bir zat olup,tüm mahlukatın gündemini oluşturmaktadır. Her şey ve her kes ondan bahsetmektedir.

Allah’da ondan haber vermektedir.

Zira o zat Aleyhis-salatu vesselam,her şeyin oluşumuna sebeb olmuştur.

Allah ise vesileliğin ötesinde varlığın ve hakikatin ta kendisi olup,gündemler üstü gündemi oluşturacak Vacib-ül Vücud bir zattır.

Gündem sahifelerimiz her gün yazılmakta,dolup meşgul edilmektedir.

Ancak ne ile ve ne kadar? Gündemimiz nasıl? Gündemimizi kimler almaktadır? Kimlere verildiyse,elbette onlar!

Ne kadar almaktadır?Elbette verildiği kadar!

Gündemlerimiz tekrar bizlere dönecek,iade edilecektir. Okumak üzere.

Ahiretteki durumumuzu gündemlerimizle kendimiz belirlemekteyiz.

Gündemimiz acaba nasıl gitmektedir?

Hayırlı Gündemler!

16-03-1997-MEHMET ÖZÇELİK




G İ R D A B

G İ R D A B

Zamanın birinde bir tilki varmış. Kıllımı kıllı.Tilki kıllı dediysem kılı çok demek değil. Kılı kırk yarar cinsinden.Arkadaşı Duygusuz tilki , canım duygusuz dediysek hiçbir şeyi duymaz demedik ya?

Bir de abileri durumunda olan Arslancık varmış. Amaaan,hakaret etmiş,bir iş yapamaz olduğunu söylüyorum zannetmeyin! Tilkilere aldanır da,ondan…

Ormanlar Girdabı,Girdab;bir çukur içerisinde bitkin bir vaziyette sahibsiz fidan ve filizlerin geliştiği,daha henüz ne idüğü açığa çıkmamış,kurumuş daha kurulmamış,ağaçlar bozması bir yerin hazin adı…

Ağaçlar aralıklı,birbirinden uzak. Ağaçlara pek benzer tarafları da yok ya! Ne ağaç denecek,ne odun denecek,ne de kalem denecek gibi durumları kalmamış. Hayret,kurumamış,sökülmemiş,eğilmişmiş. Yaa yine de düşmemişler mübarekler,her nedense? Pek sahiblenecek tarafları da yok. Acaba şimdiye kadar çok mu meyve vermişler? Çok hizmetlere hizmet etmiş demi bu hale gelmişler? Söyleyende yok ya! gerçi bununla beraber müşterileri de yok değil. Etraftan hatta biraz uzaklardan da olsa yakıtını,zahmetini çıkaracağı kadar almak için çeşitli şekillerde de geliniyor. Bu gelişler bazen garib sonuçlarla da neticeleniyor.

Böyle bir ormana arabalarıyla gelenler geldikleri taraftaki ağaçların sıklığından içeriye giremiyeceklerini anlayınca;ya bazen dağı aşıb,diğer seyrek ağaçların bulunduğu taraftan girmek veyahut da çar-na-çar gerisin geriye sessizce dönmek kalıyor.

Orman bu kadar mahzun dediysek,kimsesizde demedik ya! Devriye gibi gezib korucularda var. Deynek kılınçları,yaprak kalkanları,ağız naraları bitkince de olsa var.

Oranın Abdalhan sakinleri ise pek ilgisizler. Sürülerinden de pek emin olmadıkları halde çobanlık yapmadıkları gibi,İt-de talib olsa devredebilirler. Yakın komşu köylerden Muştulhav bozmalarından bozuk,bozulmuş,boz bir bozboz –işi ney ki? İşi olsa da nolur ki?-buna talib olur ve o güzelim sürüleri her gün tanınmayan meralara götürür.

O otlaklarda dilediği şekilde otlatır. Oda kendi özel yetiştirdiği otlarla. Hayvanlar hiç karşılaşmadıkları,şimdiye kadar hiç yemedikleri nanelerle şey yani otlarla karşılaşırlar. Ancak mecbur bırakıldıkları durumlarla karşı karşıya kalan hayvanlar,isteksizce de olsa yerler. Ancak yenileceklerinin hiç de farkında değildirler! Başkalarına yem olmak üzere beslenmektedirler.

Gün be gün değişen hayvanlar,azar be azar eski ırklarından ve ırkdaşlarından bir çok özellikleriyle ayrılmakta,kopukluk gösterib,uzaklaşmaktadırlar.

Pek yedikleri doyurmamakla beraber,sun’i gıda diyerek yedirilen bu gıdalarda anormal gelişme gösterirler. Dışı seni yakar,içi beni yakar,kabilinden. Meğer Hormonlu yiyeceklerle beslenmekte imişler. Ama ne hormon?

İleride ise kral haşmetinde tahtına kurulmuş,bahtını kaybetmiş,kuruntulu çoban katılarak bu durumu seyrederken,bir yandan da katıla katıla gülmektedir.

Gülüşlerinde tam bir sinsilik görülmekte,bakışlarında derin düşünce ve bazı hesabların yattığı anlaşılmaktaydı.

Sürü sahib köylüler geç de olsa bu değişikliğin farkına vardılar. Ancak iş işten çoktan geçmiş,köprü çoktan geçilmişti. Atı alan Üsküdarı geçmişti. Ağlamalar,sızlamalar,dize vurmalar fayda etmiyordu. Bu karmaşık yollarda düze çıkılması gerekiyordu. Onun için hiç olmazsa baharda doğacak olan yavru ve yavrucuklara sahib çıkılmalıydı,vakit geçmeden…Onlar kurtulmalıydı. Kurtulmasına kurtulmalıydı da,nasıl? Zira ne mer’a var,ne çoban,ne de kuzucukları yetiştirecek eleman… Bunlar yetmiyormuş gibi,sürülerinin etrafında dolanan azılı kurtlar? O kurtlar nasıl atlatılıp,kuzucuklar onların ellerinden nasıl alınacaktı? Gel de bu keşmekeşlikten kurtul?

Çobanın siyaseti,bunların tedbirsiz ve ilgisizliği malı çoktan elden çıkartmış,artık herkes kendi başının çaresine bakıp,kendini kurtarma çabasına düşmüştü. Bu uğurda her şey,her değer feda edilmişti. Artık değerlerde değerini yitirmiş,alıcı bulamaz olmuştu.

Değerlere sahib olmakla tecrid edilip değersiz kılındığı yetmiyormuş gibi,bu durum kendisiyle beraber yedi sülalesine ödettiriliyordu. Oda çektire çektire. Bu uğurda yüz altmış üç adet idam sehbası bile hazırlanmıştı,bir öcü gibi.. Hött..Heeeee..Tamammmmıı.. Böylece her şey tamamdı veya öyle olacak ve görünecekti…

Artık eşkıya dağdan inmiş,görevini daha rahat ve vicdani bir şekilde Adalet köprüsü kullanarak,kurulacak o köprüden geçilecekti…

Kısaca ve kısa yoldan işler tamamlanıyor,suskunluk sağlanıyordu,ipin ucu ellerinde olanlarca…

Bu hal tüm âfakı sarmıştı. Yer gibi gök dahi bu durumu şaşkınlıkla seyrediyor,göz yaşlarıyla hıncını boşaltıp,teskin etmeye çalışıyor,ağlıyor,ağlıyordu.

Köylüler bu durumu görüşmek için bir araya gelemiyor,meselelerini konuşamıyorlardı da. Çare olacaklar yok ediliyor,çaresini bulacak eserler imha ediliyordu. Çaresizdiler. Çar-ı naçar… Her taraftan ümid kesik bir vaziyette idi.

Artık önlerine gelen,karşılarına çıkan her şeye bir çare gözüyle bakıyorlardı. Aldanıyor,aldatılıyorlardı.

Çaresiz bırakılıyor,çaresizliği arttıracak çareler sunuluyordu. Kirli su doğrudan sunulmuyor,sular kesilerek suya muhtaç insanlar kirli suları içmeye mecbur bırakılıyordu.

Menfi cebhede olduğu gibi,müsbet cebhede de bir kuraldır ki;Zorlu dönemler,zorlu insanlara gebedir. bir çare olarak herkes bu zorbalıklara karşı,zorlu bir kurtarıcıyı dört gözle beklemekteydiler. Zulmün ve menfiliğin sıkletinde olacak bir kurtarıcı. Zira ringdeki rakiblerde sıklet aranır.

Işıktan mahrum bırakılan bu insanlar,güneşin doğuşunu beklemekteydiler. Güneşe hasret kalan bu insanlar,güneşi de unutur olmuşlardı. Her eline meşale alanın etrafına toplanılıyor,arkasından gidiliyordu. Tam bir çaresizlik içerisinde idiler.

Yeter ki nesillerini tüketen,geçmişlerini karartıp,nurlarını söndürene karşı bir nur verilsin. O nur isterse bir mum ışığı olsun. geçmişini bir nebze aydınlattığı gibi,geleceğine de ışık tutsun.

Tek-tük etrafta ışıklar yanmaya başladı. Ancak bu azıcık ışıktan da rahatsız olan Çobanın yetiştirdiği özel yarasalar buna tahammül edemediler. Üflediler,üflediler. Söndürdük dediler. Nesillerini ve köklerini kestik dediler. Nura ait ne varsa yok ettiler veya yok ettik zannettiler.

Sönük ışıklı olanlar sönmüş,bir kısmı içten içe kendi kendini yakarcasına,yiyip bitirircesine devam ederken,yıldız timsal olanı bulutların arkasında ışığını yakmaya devam etmiş,sönmeden ve söndürülmeden ve de söndürülemeden etrafını merkezden muhite doğru aydınlatmıştır. İlk etapta önemsenmemiş,önü bulutlanmış,üfürülmüş,üfürülmüş,bazen gizlenmiş,bazen açığa çıkmış ama yine de bitmemiş. Üfürüldükçe parlamış…

Şımarık çoban tüm çiçeklerin köküne kezzab dökmüş,tüm sigortaları attırmış,tüm nesilleri kısırlaştırmanın veya hariçten bozuk damızlık getirmenin bozukluğu ile rahat ve emniyetli olan hayatını devam ettirmiştir.

Ancak kaderden revamıdır? Allah’ın adaletine sığar mı? Hem müsabakanın gereğimidir ki;ringe rakibsiz çıkılsın? Veya bir tarafın her şeyi tam,diğer tarafın ise hiçbir şeyi ve hususiyeti olmasın?

İşte bizim çoban rakibinden habersiz kırıb geçmekte,kesip biçmektedir. Hayatının uzun müddeti böyle rakibsiz,ringde gurur içerisinde dolaşmakta iken karşısına davetsiz çıkan beklemediği rakibin kendi foyasını meydana çıkarması telaşına kapılır. Çünkü karşısındakini tanımıştır. Onun kendisini tanıdığı gibi…

Şimdiye kadar bayraklar elden ele dolaştırılmış,en son çobana teslim edilmiş,tıpkı rakibininki gibi…

Bu yönüyle bu oyun son oyun,oynanacak,ortaya konulacak,kozlar da son koz olacaktı. Bu yönüyle bu son oyun,oyunların sonunu belirleyecektir.

Neticeyi sezen çoban,rakibini hile dolaplarıyla mat etme yollarını arar. Tilkinin kuzuya,kurdun koyuna bahanesi nevinden bahaneler uydurur. Sen niye benim suyumu bulandırıyorsun? Oysa koyun ve kuzu derenin aşağı tarafındadırlar,tilki üst tarafta,su nasıl bulansın ve bulandırılsın?

Senin yavrun,benim çocuğumu niye dövdü? Oysa kuzunun daha kendisi yavru,yavrusu da nereden çıktı? Bir de biri kuzu yavrusu,diğeri ise tilki ve kurt yavrusu? Şu tezada bakın!

Şeyyy. Yan gözle niye baktın…Yavrucak kuzu tilki değil ki kem gözle bakmış olsun. bahane ya,her şey olur… Bin sene önce kuzunun dedesi onun dedesini dövmüş de olabilir.

Hükümet gibi olan,ancak zorbalıklarla iş görüb,hiçbir iktidarı olmamakla muktedir olmayan çoban,hileyle iş görür,işlerini hile ile yürütür. Tam bir hilebaz,düzenbaz ve de hokkabaz…

Çobanın kurduğu fabrikanın çarkları devamlı zehir gibi zakkum üretir. Zıkkım mı zıkkım. Yapısı öyle,yılan gibi. Suda içse zehir akıtmakta…

Öyle bir fabrika kurmalı ki;zehire panzehir,zakkuma mukabil cennet meyvesi olsun. Her taraf bunlarla dolsun. Zakkumlar yok olsun. Yiyenler,yemek arzu edenler solsun,her taraf yemiyenlerle dolsun. Yemeye de mani olunsun.

Fabrika kurulmuş,üretime geçmiştir. Nur üretmektedir. Ancak şimdilik tüketim pek olmamaktadır. Zira ambargo bütün şiddetiyle uygulanmakta,nitekim hala da devam etmektedir…

Havanın teneffüsü bile şarta bağlı. Bütün bu zorluklar içerisinde vücut saksısında mahdut ve mâdud yani sayılı ve sınırlı çiçekler yetiştirilir. İstikbale sunulur. Kışta gelenlerin baharda geleceklere sundukları ebed boyutlu hediye…

Gitmeyen kış götürülmeye,gelmeyen bahar bin bir meşakkatle getirilmeye çalışılır.

Bir baharın gelmemesi için bütün vasıtalar kullanılmış,tüm engeller denenmiştir.

Ancak kainatın küçük bir örneği olan ve bütün mevsimleri,tabiattaki umum kanunların bir nümunesi kendisinde bulunan, fedakar insanların fedakarlıklarından mevsimler oluşturulmaya başlanır.

Bir yandan mevsimlerin gelmesi,bir yandan da mevsimlerin oluşturulmasıyla uzun zamanlarda ancak elde edilebilecek neticeler kısa zamanda elde edilmeye çalışılır.

Artık devran tersine dönme meylini göstermiştir.

Çobanın yerine devrettiği yaverinin devride kapanışa doğru yol almış,istibdat devri artık kendisini koruma çabalarına düşmüştür.

Nesli kesik olan Ebterler,yavaş yavaş neslini Kevser gibi nesillere çar-ı na-çar devretme mecburiyetinde kalmış,çıkışın inişine doğru hızla tepe taklak,bir daha kalkmamak üzere gümlemeye gitmekteydi.

Her çıkışın bir inişi,her doğuşun bir zevali hakikatı tahakkuk etmekteydi.

Devri zulüm gidişe,devri saadet gelişe başlamıştı. Artık becayiş yapmışlardı. Çünki,artık zulüm çarşısında müşteri azalmış,malları satılmaz olmuştu. Kimse talib olmuyordu. İflasın eşiğindeydiler. Şapka düşmüş,kel görünmüştü. perde açılmış,foya meydana çıkmıştı. Kimin ne olduğu gün yüzü gibi anlaşılıyordu.

Artık eski duruma olan taleb,daha seri bir şekilde yeni ve gerçek saadete yönelmiş,taleb arttıkça üretim fazlalaşmış,fazlalaşma oldukça,zulüm ve zulümat bir daha dirilmemek ve kalkmamak üzere toprağa gömülmüştü.

Çoban ve âvanelerinin devri ve devranları ebediyyen bitmiş,nur ve nurun temsilcilerinin devri bütün haşmetiyle başlamış ve görülmüştü. Çünkü güneş doğmuş,bahar gelmişti.

Bütün güzellikler cennet suretinde tecelli edip görülürken,diğer yandan da bütün çirkinlikler,bütün çıplaklığı ve çirkinliğiyle cehennem olarak ortaya çıkmıştı.

Ne mutlu cennet ve temsilcilerine…Binler nefrin ve nefret cehennem ve ehline…

Zaman gösterdi ki cennet ucuz değil,cehennem dahi lüzumsuz değil…

Akibet,netice ve sonuç;Takva ehli olan iyilerin ve ehli imanındır…

MEHMET ÖZÇELİK




HAPİSHANE RUHUN Mİ’RACI

HAPİSHANE RUHUN Mİ’RACI

Cenâb-ı Hak ayette:”Dedik ki;hepiniz cennetten inin. Şayet benden size bir hidayet gelir de her kim ona tabi olursa onlar için her hangi bir korku yoktur ve onlar üzülmezler.”[1]

Lugat anlamıyla cennet,bahçe anlamına gelip,güzelliği ifade eder. Dünya ise,-İnin- tabiri kıymetli,değerli,yüce,taht gibi bir yerden düşüp,tenzili,aşağı veya aşağılığı ifade eden yere inmek demektir.

Diğer bir ifadeyle;Saraydan zindana gönderilmeyi,rahat ve huzurlu bir yerden rahat ve huzurun olmadığı bir yere gitmeyi ifade eder.

İnilen yer olan cennet;”Gözlerin görmediği,kulakların işitmediği ve insan kalbine doğmayan şeylerin bulunduğu yeri ifade eder”ken,diğeri olan dünya;”Eddünya Sicnul mü’mini ve cennetül Kafiri.”Yani;”Dünya (cennete göre) mü’minin zindanı,hapishanesi,sıkıntı yeri,kafirin de cennetidir. (cehenneme nisbeten)”

O halde mü’minin bulunduğu yer bir zindan,bir hapishane,başka bir ifadeyle Islahhane,iyileştirme yeridir.

Âyetlerde:”Dönüş O’nadır.”[2]denilmekle,O’ndan gelen insanın neticede O’na döneceği anlatılmaktadır. Maksad bura değil.O ve Oradır.

O halde O’nsuz ve O’ndan uzak olan varlıklar,özellikle insanlar karanlık,yokluk ve zindanda olmaya mahkumdurlar. Allah’ın emir ve yasakları da ona yakınlık ve uzaklık kabilindendir.

İnsanın ilk yaratılışı hususunda meleklerin insanın yaratılması yönündeki korkuları,büsbütün yersiz değildir. Ancak meleklerin hastalık hususundaki teşhisleri doğru olmakla beraber (yani,yer yüzünde fesad çıkaracak,orada kan dökecek.)[3],tedavideki isabet yanlıştır. Yani insan denilen varlığın yaratılması yönündeki oylar;Zira Allah bunu bildiğinden;”Sizin bilemiyeceğinizi her halde ben bilirim.”[4] Meleklerden taraf değil,yaratma yönünü tercih etmiştir.

Bunun üzerine Allah,Talim ve Teklifte meleklerin bilmediğini uygulamaya koymuştur. Bunda da uzun,zincirleme olarak zindan ve hapishaneler,meşakkatli bir hayat rol oynar.

Allah ruh cevherini beden hapishanesinde hapseder,terbiye eder. Beden kıskacı ve çarkları arasında yoğurur.

Beden ruhun hapishanesidir. İki zıd kutbun bir arada bulunduğu yer.

Manevi alemin,ruhlar aleminin mahsulü olan ruhla,maddi alemin,toprağın,bir damla suyun mahsulü ve onunla şekillenen et-kemik-kandan müteşekkil bir cesetten oluşan insan.

Tanımadığınız yiyecek,giyecek,barınacak,bir çok yönüyle sizden farklı olan cinlerle beraber yaşayabilirsiniz. Eğer bir de yaşamaya mecbursanız! Ruhla beden de istekleri farklı olmakla beraber olmakla beraber yaşamak zorundasınız. Ruhun istekleri ali ve yüce,bedenin ise adi ve süfli.

Ruh,ebedden ve ebedi zattan başkasına razı olmazken,beden nefsin ve nefsin hoşuna giden şeylerin peşindedir.

Ruh padişahı beden çadırında barındırılmaktadır.

Cennette yaşayan,her duygusunun memnun edildiği bir hayattan,bir çok isteklerin doyurulmadığı ve doyurulmaya müsait olmayan dünya hapishanesine indirilmiş ve ihraç edilmiştir insan…

Anne karnı da ayrı bir hapishane. Organlarınız var,o yönden zenginsiniz, ancak kullanamıyorsunuz. Orası da hapis hapis içindedir. Kur’an-ın ifadesiyle;-Üç karanlık devre-Tecrid. Üç aşama.

Anne karnından dünyaya geldik yani gönderildik. geldiğiniz yerden memnun musunuz? Elbet,hayır. Hiç hapishaneden memnun olunur mu?

Ancak geldiğimiz dünya birinci yerden pek de o kadar farklı değil. birincisi olan anne karnı kapalı hapishane,dünya ise üstü açık hapishane. Bu seferde atmosferin kıskacı altındayız.

Bir yandan ruhun boyutları ebede uzanırken,beden dar ve sıkıcı dünyanın ve mengeneleri arasında sıkışmaktadır.

Dünya hapishanesinde en fazla memnun olanlar,bedenini en fazla memnun edenler ve onun için çalışanlardır. Çünkü oda dünya hapishanesinde ruhun hapishanesidir.

Görüyor musun,adam ne güzel hapishanede ! kalıyor?

Ruhunu memnun etmeye çalışanlar ve ruhun memnun olacağı yer için çalışanlar,dünyadan en az nasiblenenler,belki cefada en fazla nasiblenenler onlardır. Zira hapishanenin kurallarıyla,sarayın kuralları bir değildir. Buda içinde yaşayanların yaşayışlarının farklılığından kaynaklanmaktadır.

Hapishane ruhun miracıdır. Mü’min oradan yükselir ve terakki eder.Mahpusların piri olan Yusuf Peygamber Mısır azizliğine oradan yükselmiştir. 12 yıllık bir hapishane hayatı. O da bir nebi için…

Nebiler nebisi,her şey kendisi için yaratılan Efendimiz için ise,Mekke tam bir hapishane,kabuslu bir zindan hayatı. Zira kavim ve kabilesi,herkes aleyhinde ve düşman…

Ahmed bin Hanbel’de;-Kur’an mahluk (yaratılmış) değildir.-dediği için hapishanenin şerefli misafiri olmuştur.

İmam-ı azam Ebu Hanife hapishanede kırbaçlanmış,neticede onun tesiriyle ölmüştür.

Asrın çilekeşi,iman abidesi Bediüzzamanın 28 senelik hayatı hep zindanlarda ve hapishanelerde geçmiştir. Zindanlardan zindanlık,zindan gibi kararmış insanları kurtarmış,onları cennete ehil olacak insanlar haline getirmiştir.

Hapishaneleri Yusuf’(AS)un medreseleri haline getirip,irfan sahibi kıldığı bu insanları dışarıdakilere üstad eylemiştir. Bedenen cehennem içerisinde olan bu insanlar,ruhen cennet hayatı yaşamaktadırlar. Bedenen cennet hayatı yaşayan muhalifleri ise,manen,ruhen cehennemi bir hayatı ve haleti yaşamaktadırlar.

-Türkiye’de –Huzur yok-diyen Celal Bayar’a Serdengeçti;-hapis olan Bediüzzamanın ve talebelerinin bulunduğu koğuşu tavsiye ederek,gerçek huzurun kaynağının nerede olduğunu da göstermiş oluyordu.Bunda dolayı o zat;”Allah’ı tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır,huzurludur,manen saraylardadır. Onu unutan ve tanımayan,itaat etmeyen saraylarda da olsa zindandadır,bedbahttır.”der.

İşte zindan ve sarayın ölçüsü.

Asrın çilekeş insanları din mazlumlarıdır. çünkü bunlar dünyayı ahirete,maddeyi manaya,faniyi ukbâya,hevâ ve istekleri Hudâya,nefsi ruha tercih etmemişlerdir.

Dünyada da,ahirette de cennete giden yol cehennemden geçer.

yunus Emre,Mevlâna ve bir çok âbidler saraylarda ve saray gibi yerlerde yetişmemişlerdir. Mağaralardaki uzlet hayatı,inzivaya çekilme,ruhu değil,nefsi terk etme ve hapsetmeleri onları gönüllere sultan eylemiş,o gönüllerin kilitli ve paslı kapılarını açmışlardır.

Köşklerde,saraylarda,avâneleri içerisinde tantanalı bir hayat yaşayan Fir’avn,Nemrut,Karun gibi her şeyleriyle gitmiş,Musa,İbrahim,Hz. Muhammed (SAM) gibileri,dinleri ve mensublarıyla hala yaşamaktadırlar. Unutulmuşlar gibi değil. Devamlı yâd edilerek…

Vücutta yerleşen bir hücre oraya gelinceye kadar bir çok mutfaklarda piştikten sonra ancak oraya yerleşmektedir. Mesela,bir buğday tanesi toprağın karanlıkları ve ezici vaziyetinden sonra fırının alevlerinde pişer,ağız değirmeninde üğüdülür,midede ayrıştırıldıktan sonra eğer uygun görülürse vücutta münasib bir yere oturabilir,aksi takdirde dışlanır.

Mevlâna’nın:”Hamdım,Pişdim,Yandım”sözü gibi.

Âyette:”Kolayca,zorluk çekmeden cenneti kazanacağınızı mı düşünüyorsunuz?”

Efendimiz de:”Cennet zorluklarla kuşatılmıştır.”buyurur.

Bunlarda göstermektedir ki:”cennet ucuz değil,cehennem dahi lüzumsuz değil.”Ahirete giden yolda,uzun hapis hayatı neticesi olarak kazanılmaktadır.

Dünya hapishanesindeki hapis müddeti bittikten sonra,Azrail’in refakatinde kabir hapishanesine nakledilecek. Eğer ruh bedenin hapsinde yani emrinde idiyse,hapis müddeti daha ağır bir şekilde devam edecek. Ancak bedenin,nefsin emirlerine boyun eğmemiş,zahmetli bir hapis hayatı yaşamış ise,artık ameli nisbetinde cennete girişin başlangıçları belirmiş olacaktır.

Ancak hapis müddeti bitmiş değildir. Bunu,mahkeme salonunda sorguya çekilme demek olan Mahşerdeki sorgu ve sual takib edecektir.

Arkasından ebedi karargaha giden yol.

Bu yol ya ebedi zindan,hapishane ve hüsranla sonuçlanacak. Veya geçici zindanlardan ebedi saraylara,cennetlere geçiş…

İnsan bir yolcudur. Yolculuk ise;Ruhlar aleminden,anne karnından,çocukluktan,gençlikten ihtiyarlığa,kabre,haşre,sırattan cennete veya cehenneme giden uzun bir yolculuğu vardır.

12-9-1991

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bakara.38.

[2] Bakara.156.

[3] Bakara.30.

[4] Bakara.30.




DÜNYANIN HAFTALIK RAPORU

DÜNYANIN HAFTALIK RAPORU

Her insanın bir proğramı vardır. Her şey bir proğram dahilinde olursa,proğramlı ve sıhhatli olur.

Hayat bir proğram düzeni içerisinde akmaktadır. Bir su gibi… Ancak hayatın akışını değiştiren,bir nakış gibi dokunuşunu bozan başıboş insan anarşist ! leri hariç.

Kader;her şeyin bir proğramı,plan ve projesidir.

Ancak iradesiyle hareket edip,insanlık binanın kurulmasında,iradesizlerin müdahalesidir ki;memnuniyetsizlikleri gün yüzüne çıkarmakta..

Dünyanın şöyle bir proğramı içerisinde,insanın haftalık raporuna nazar gezdirip bakacak olursak;

-Değil binlerce yılın raporunu sunmak,her bir insanın raporu başlı başına asırların proğramını ihtiva etmektedir.

Ve işte haftalık rapordan kesitler;

Beş gün önce baba ve annenin yaratılmasıyla dünyaya gönderilen bu insanlar;bir gurbet,gariplik ve yalnızlık içerisinde,hayatlarını devam ettirme çabası içerisine girdiler. Düştüler,bazen düşürüldüler.

Daha kendisini toparlamadan ve de toparlayamadan yol ayrımına gelindi. Ayrılıklar ve farklılıklar kendisini göstermeye başladı.

Artık her şey bundan sonra oluşmaya başladı. Zira kimisi çıkış ve yükselişi tercih eder ve o yola giderken,kimisi de inişe doğru bir düşüş içerisine girdi.

Zamanla aradaki ara fazlasıyla aralanınca;karalamalar,yaralamalar ve birbirini anlamamalar,baş ve boy göstermeye başladı.

Ve tâ olay çeşitli hadiseler içerisinde dördüncü güne kadar geldi,Cehalet Asrı…

Evet,cehalet asrı..adı üstünde. Tüm cahilliklerin rakipsiz,rakiplerini alt edip,kol gezdiği devre..cehalet devri ve devresi…

Öyle ki;tüm saadetlerin cehalette arandığı,şerefin şerefsizlikle elde edilmeye çalışıldığı dönem. Misal mi?

-Kızını diri diri gömmekte mutlu olan baba,aksi ise onun için mutsuzluk.

-Zenginler zenginliği başkasının malını talan etmekte ve gasbetmekte bulması.

-Zihinleri bulandırmaya ne hacet! Hayatı bulandıran her şey.

Ancak”Küfür devam eder,zulüm devam etmez.”hakikatınca,bu zulmün ilel- ebed devam etmesi de mümkün olamazdı. Ve olmadı da…

Nitekim dünyanın üçüncü gününde;dünyanın ve asırların beklediği saadet,bir güneş gibi,saadet asrı olarak doğdu.

Güneşi kim reddedebilirdi ki? Zira yarasa bile ona muhtaç!

Saadet güneşi,saadet asrında doğmuştu.

Asırların anlatıp bitiremediği ve bitiremiyeceği o asrı,yine ancak asırlar anlatmaya devam edecektir.

Asırların merkezi ve özeti olan o asır,dünyanın kalbi mesabesinde atmaktadır. O’nun durması,dünyanın durması demektir.

-Ve ikinci günde;yara yara gelen Selçuklu ve Osmanlının gündemi oluşturmasıyla gerçekleşti. İslâmın şehamet ve celadetinin şahlandığı ve bayrağının dalgalandığı dönemdir bu dönem…

İ’la-yı kelimetullahın tüm aleme nokta nokta yayıldığı,insanlığı İslâmın kucakladığı bir dönem…

Her kemalin bir zevali,her zevalin de bir kemâli vardır.

-Ve nihayet birinci gün geldi ve çattı. Duraklama ve hasta adam’ın,hastalandırma dönemleri.

İçten ve dıştan yapılanlarla hastalığı arttırma ve fitne kazanlarını kaynatmalar. Bir yandan menfi,bir yandan da müsbet gelişmelerin olduğu dönem.

Tarih en güzel şahittir-sözünde de belirtildiği gibi;Geçmişten geleceğe tutulan ışıklarla,tarih hakikatını isbat ve ifade edecektir.

Ve bu günden yarına;hangisini,nasıl ve ne şekilde alalım,tercih edelim çırpınışları.. Acaba kimler kimlerin çocukları ki;onu istiyor ve seçiyor? Veya seçmelidir? Takdir insanlığın tercihi… Proğram kaderin proğramı…

9-9-1996

MEHMET ÖZÇELİK




İÇTEKİ ANARŞİ

İÇTEKİ ANARŞİ

Her nevi anarşi;evvela kişinin içinde başlar. Daha sonra içteki anlaşmazlıkların artması sonucu dışa yansır.

Eğitim anarşisi,emniyet anarşisi gibi ki;cehaletin ve güvensizliğin insanın içerisinde hükmetmesiyle patlak verir ve dış da kavga şeklinde tezahür eder.

Sağlık anarşisi ki;evvela iç deki dengesizlik ve bunun belirli boyutlara gelmesiyle ortaya çıkan aksaklıklar,hastalıklar şeklinde tezahür eder.

Her birerlerinin sağlıklı,sağlık ekiblerinin çağrılıp tedavi edilmesiyle meseleler halledilmiş,problemler çözülmüş olur.

Kin ve nefret köksüz,sevgi ve saygı köklü olmasıyla beraber,kalbte yer ettikleri nisbette dışa da öylece yansımış olur.

Toprağa ekilip sulanarak,toprağın altından toprağın üstüne doğru gelişen tohum ve çekirdekler;fıtratlarını,tinet ve karakterlerini ortaya koymuş olur.

Öyle de,insan içerisindeki ekilip ve de yeşermesi için sulandırılan iyilik ve kötülük,yükseliş ve alçalış tohumları da insanın karakterini,kabiliyet,tinet ve seviyesini ortaya koymuş..çıkan ne ise,o olarak tezahür etmiş olur.

Kendisini bilemeyen ve bulamayan,başkasını nasıl bilsin? Başkasında kendisini nasıl bulabilsin?

Anarşi boşluktan doğar. İnsan boşluğu kabul etmez. Boş insan hoş insan değildir.

O insan dolacak..ya o doldurduklarıyla kendisini bulabilecek,kimliğini kazanacak,değerlerle değerli olacak..bu durumda da emniyetli ve teminatlı bir insan olarak kalacaktır. Veya kendisini boşluktan boşluğa yuvarlayarak,hayatını ve hayatının sermayesini tüketmiş olacaktır.

Kendisiyle anlaşamayan,başkasıyla anlaşamaz.

İslâmiyet fıtrat dinidir.

İnsanın kendisini bileceği,bulacağı bir şablondur. Kendisiyle,toplumla,her şeyle barıştığı,anarşinin tard edildiği esastır,hakikattır.

Fıtrat,fıtrata zıt olanı reddeder.

Bir ara yaygındı. Her çocuğun hemen hemen ağzında sakız olmuştu.

“Kâinatın hâkimi He Man”

Müdür muavini arkadaş bundan rahatsız olmuş,bana söylemişti. Bende kendi sınıfım olan 7-C sınıfına girmekteydim.

Sınıfa girdim ve kainatın hakimi kim,diyerek sırtımı çocuklara taraf döndüm. herkes hep bir ağızdan Allah, dedi. Ancak cılız bir ses He Man,dedi.

Aradığımı bulmuş,bu vesile ile bir şeyler anlatacaktım. Sesin geldiği tarafa döndüğümde kızarmış bir yüzle karşılaştım. Yine de gülerek kimin söylediğini sordum. Cevab gelmedi. Birkaç kere daha sorup,bir şey yapmayacağımı ısrarla belirttikten sonra bir öğrenci mahcub bir şekilde kalkarak,özür diledi,istemeden yaptığını ifade etti.

Her ne kadar –He Man-sözü yaygın ve salgında olsa,fıtratın dediği Allah gibi köklü,içten ve samimi değildir.

İslâmiyet;içteki ve dıştaki emniyetin teminatıdır.

21-4-1998-MEHMET ÖZÇELİK




BİR DÜNYA DÜŞÜNÜN !

BİR DÜNYA DÜŞÜNÜN !

Günah işlenmiyor… Günahsız bir dünya…

Günahlara gem vurulmuş,gemlenmiş…

Günahlar oralara,oralar günahlara yabancı…

Sanki her şey;cehennemdekilerle cennettekilerin birbirleriyle yer değiştirmeleri kadar yabani ve yabancı…

Tüm güzellikler kemal noktada… Öyle ki; güzelliği bizatihi güzel,zıddıyla güzelliğinin ve derecesinin bilinmesine gerek kalmaksızın güzel…

Orada kardeşlik var. Sevgi,insanlık,merhamet,hürmet,muhabbet gibi tüm her kes için olan güzellikler hep bir arada,aynı sudan yana yana,kana kana içiyorlar…

Farklılıklar;zıtlıkların arasındaki farktan değil,güzelliklerin arasındaki farklılık ve derecelerden kaynaklanmaktadır…

Gündüzü ne kadar sevebilirdim,gece olmasaydı?

Mazlumu ne kadar tanırdım,zalimsiz?

Yaşasın zalimler için cehennem…

Cennet ucuz değil,cehennem dahi lüzumsuz değil…

Karışmış olarak gönderilen bu dünyadaki temyiz ve tefrik ameliyesinden sonra birbirlerinden ayrılacak;bir tarafta cennet,öbür tarafta cehennem…

Temsilde hata olmaz ya… Mesela;300 kg-lık bir büyük ineğin net 50 kg-lık etinin çıktığını,yenilen bu 50 kg-lık etin de vücutta net 10 kg-lık katkı sağladığını düşündüğümüzde,büyük bir kısmının ayrıldığını,az bir kısmın öz olarak kaldığını görürüz.

Yani;çoğu çöpe,azı hayata hayat olur. Onun gibi de;dünyaya gelenlerin çoğu cehennem çöplüğüne,azı cennete layık hale gelir…

Madde asıl olmayıp,mana asıldır.

6-7-1996

MEHMET ÖZÇELİK




HASTALIĞIMIZ; CEHALET – FAKİRLİK VE İHTİLAFTIR.

HASTALIĞIMIZ; CEHALET – FAKİRLİK VE İHTİLAFTIR.

Başta Türkiye olmak üzere tüm İslam aleminin bu son asırdaki mağduriyetinin,mazlumiyetinin ve de dağınıklığının gerçek sebebi üç illettir: Bunlar;

Birincisi;Cehalet. İlacı,marifet.

İkincisi;Zaruret yani fakirlik. İlacı, san’at.

Üçüncüsü;İhtilaftır. İlacı,ittifaktır.

Cahil insan her zaman ve zeminde kolayca kandırılmaya müsait kişidir. Bilgililer ve hilebazlar onların cehaletlerinden istifadeyle her istediklerini ve düşündüklerini yaptırırlar.

Bu ise ancak irfan ,marifet ve bilgi ile ortadan kaldırılabilir. Böylece birkaç bilen ve düşünenin yerini milyonlar almış olur.

Fakru zaruret içerisinde bulunan insanlar her zaman için zengin olanlara –dolaylı-dolaysız- el açma durumu ile karşı karşıya kalırlar.

Fert açısından böyle olduğu gibi,devlet açısından da zengin devletler sürekli fakir devletleri kendi boyundurukları altında bulundurup,kendi menfaatları çerçevesinde kullanırlar.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:”Bu zamanda İslâmın terakkisi ,maddeten terakkiye mütevakkıftır.”

Bu zamanımızda İslâmın ve müslümanların yükselişi,onların maddi açıdan da yükselmesi ile mümkündür.

Azınlık olan Yahudileri dünya çapında üstün kılan ne onların faziletleri,ne de mükemmellikleri değil,madden üstün olmalarıdır ki;onlara kendi borazanlarını öttürürken,başkalarına da onu dinlettirmektedirler.

-İhtilaf ve ayrılık müslümanlar arasında bir kopukluğa ve dağınıklığa neden olmakta,bir araya gelip de bir güç ve kuvvet elde etmelerini engellemiş olmaktadır.

Bu gün dünyada olan bir buçuk milyarlık bir İslam alemi,bir buçuk milyon bir güce dahi sahip değillerse,elbette bu onların ayrılıklarından ve birbirlerinden kopuk oluşlarındandır.

Bu konuda ırkçılık büyük bir rol oynamaktadır.

Hakiki güç ve kuvvet ittifakta,birlik ve beraberliktedir. Çünki birlik ve beraberlikten güç ve kuvvet doğar. İzzetle yaşanır. İhtilaftan ise,zillet doğar.

Buhari ve Müslim’de rivayet edilen bir Hadis-i Kudsi’de:” Ya Muhammed! Ümmetinden iki şeyi kaldırdım. Biri: Önceki ümmetlere verdiğim belayı onlardan kaldırdım.

Diğeri;Ümmetini düşmanın kılıncıyla zillete mahkum etmem. Ancak ihtilaf ettiklerinde,düşmanın eliyle onları zillete mahkum ederim,devam ettikleri sürece…

İhtilafları kalktığında,zilleti de onlardan kaldırırım.”

Hatta peygamberimiz Cenâb-ı Haktan bunu da kaldırmasını istediğinde Rabbimiz;buna rıza göstermemiş,kabul etmemiştir.

Bilinmelidir ki;hastalığın tedavisi,teşhisi ile mümkündür.

17-12-1994

MEHMET ÖZÇELİK




ZARARLI İÇECEKLER

ZARARLI İÇECEKLER

A L K O L

Akli dengeyi bozan alkol,insanın ruhen çökmesine sebeb olmakta,gençliği ve nesilleri tehdit edip bitirmekte olan büyük bir illettir.

Hadiste de belirtildiği gibi:”İçki tüm kötülüklerin anasıdır.” buyurulmakla,tüm menfiliklerin kaynağını oluşturmakta,fert ve toplumların madden ve manen çökmesine sebeb teşkil etmektedir.

Akıl ve ruh hastalıkları da buradan kaynaklanmaktadır.”Batıl şeyleri iyice tasvir,safi zihinleri idlâldir.”hakikatınca,sağlıklı bir eğitimle ve daha zihinleri bozulmamış saf gençlerin çeşitli yol ve yöntemlerle zihinlerinin bulandırılmaması gerekmektedir.

Bugün gençliği,özellikle lise ve üniversite öğrencilerini,okulların yakınlarında,açılması bazı şartlara bağlı olmasına rağmen açılan bazı kafeteryalar büyük çapta gençliği içki ve uyuşturucu bataklığına çekmektedir. gayet dikkat! Binler dikkat! Milyonlar dikkat! gerek…

Gençliği tehdit eden alkol yollarından birisi de;”Alkolsüz bira” kandırmacası ve avlamacasıdır. Oysa,”Alkolsüz denilen birada en az % 2 ila 4 arasında alkol bulunmaktadır. Bu bira dahi uzmanlara göre alkollü içkidir.

Hadiste:”Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır.” Gerçeği de buna ışık tutmaktadır.

T. Yeşilay Cemiyeti G. B. S. Kaptanağası:”Alkolsüz bira” safsatası konusunda bakınız ne der:”Bira % 7-15 oranında alkol ihtiva eden alkollü bir içkidir. Bütün dünyada,diğer alkollü içkilerde olduğu gibi bira reklamlarına da yasaklar getirilmiştir. Gerek biracı atakları,gerek medyanın yaptıkları,anayasamızın (Md.58) ve birayı alkollü içki sayan 3025 nolu bira kanununa (Md.19) kesinlikle aykırıdır. 3023 nolu kanunun 19. maddesinin son parağrafı gayet açıktır:”İspirto ile bira ve şarap dahil,her çeşit ispirtolu içkinin,radyo,televizyon ve devlete aid her türlü kurum ve kuruluşlar aracılığıyla reklamının yapılması yasaktır.”

Ülkemizde 1994 yılında içki tüketimi 900 milyon litreye ulaşmakta,fert başına 15 litre düşmekte,4 milyon alkolikle beraber,toplam 17 milyon insanımızın alkol aldığı da hatırlatılmaktadır.

Ve yine:”Ülkemizde işlenen genel suçların % 66-sı,cinayetlerin %-85_i,eşini dövme olaylarının % 70’i,trafik kazalarının % 61’i,şiddet olaylarının % 50’si,ırza tecavüzlerin % 50’si, akıl hastalıklarının % 50-60’ı alkol yüzünden meydana gelmektedir. Aramızdaki 7.5 milyon özürlünün en az 6 milyonundan alkol sorumludur.”[1]denilmektedir.

Alkol;sadece insanı yeyip bitirmekle kalmamakta,aynı zamanda insanın yediğini de yemekte,tesirini ortadan kaldırmaktadır.

Ve yine;”krolinski Enstitüsü,kaza ve alkol arasındaki ilişkiyi araştırmasında çıkan sonuç da:”Kanında 1 gram alkol olanın,olmayana nazaran 6 misli,1.5 gram olanın 24 misli ve 2 gram bulunanın ise 60 misli daha fazla kaza yapma riskinin olduğu belirtil”mektedir.

Ve yine ülkemizin alkol tüketiminde dünya üçüncüsü oluşu,işin vahametinin büyüklüğünü göstermektedir.

Batı ve bunlar içerisinde Almanya alkole çeşitli tedbir alma yoluna giderken,memleketimizin bu konudaki ihmali,düşünülmesi gereken elzem bir durumdur.

Bütün sektörler içerisinde sadece Elazığ’da şarap fabrikasının yenilenmesi için, 1995 yılında yapılan 442 milyar[2] liralık en büyük harcama diğer sektörlere veya çocukların eğitimine,gençlerin korunmasına harcanmış olsaydı anarşi gibi manevi boşluklar kalkar,yerini ileriye dönük maddi manevi üstünlükler alırdı.

Toplumu ve nesilleri zehirlendiren böyle bir zehire karşı en önemli tedbirimiz;toplum olarak inanç,iman ve itikatta sağlam bir zemine oturmamız ve oturtulmamız ile mümkün olabilir. Kalbe yerleşen köklü bir imanla ancak bu mesele çözülebilir.

Caydırıcı bir gücün akıl ve kalbde yerleşmesi gerekmektedir. Manen boş olan bir insan tatmin yolu arayacaktır. Manen,ilahi esaslarla,dinin emir ve yasaklarıyla tatmin olmayan bir insan,ister istemez alkol gibi çeşitli menfi,gayrı meşru yollarla kendini tatmine çalışacak,netice de dünyasını da,ahiretini de berbad edecek. Batan kendi gemisiyle beraber bir çoklarını da batıracaktır.

Hz. Ali der:”Bir kuyuya bir katre (damla) hamr yani içki düşse,sonra oraya bir minare yapılsa o minareden ezan okumazdım. Bir katre içki bir denize düşse sonra da o deniz kuruyup yerinde otlar bitse orada hayvan otlatmazdım.”

-Abdullah bin Ömer:”Bir parmağımı içkiye sokmuş olsam o parmak bende kalmazdı. Keser atardım.”der.

“Ey kendini medeni,aydın.. kabul eden insan;sen hala eski çağ insanları gibi bu melaneti işlemeye devam edecek misin? O zaman seninle eski insanlar arasındaki fark nerede kalır?”[3]

Hadiste:”İçki içenler bizim meclisimize gelmesinler.”buyurulmaktadır.

Tarık el-Cûfi-den rivayet edildiği üzere Peygamberimiz:”Müşârun ileyh şarab hakkında Hz. Peygambere sormuş,oda bunu yasaklamıştı. Yahut şarap yapmasını kötülemişti. Bunu üzerine Tarık:Ya Rasulallah,ben bunu ilaç olmak üzere yapıyorum,demiş. Peygamber de(SAM),şarap asla ilaç olmaz. O hastalıktan başka bir şey değildir.”[4]

Meşhur Alman Tabibi Koch der ki:”İçkinin mahiyetini anlamak isteyenler bunlarda beşer için ne gibi faideler bulunabileceğini yahut tedavi maksadı ile içilecek miktarının neden ibaret olacağını veya içindeki alkolün yüzde kaç olması lazım geldiğini sormasınlar. Gerek fertleri,gerek cemiyetleri itibari ile bütün insaniyete karşı alkolün ifa ettiği çeşitli cinayetlere dair ilimden fetva istesinler.”[5]

Haramın devası ve onun tedavisi hususunda Hadis-de:”Allah taala hazretleri hastalığı da ilacı da indirmiştir. Ve her hastalığa bir ilaç var etmiştir. Öyleyse tedavi olun. Ancak haram olan şeyle tedavi olmayın.”(Ebu Davud)

Bu hadisten çıkarılan hüküm gereğince;” içkinin ve içkiyle tedavinin,hiçbir suretle faydasına ve devasına ve onunla yapılacak tedavisine cevaz verilmemektedir.”[6]

İçki mutlak necistir. Neticede:”Hanefi mezhebine göre de:”Helal ve temiz olmayan şeylerle tedavide bulunmak esas itibariyle caiz değildir.”[7]

Hadislerde şarab hakkında:”Her kötülüğün anahtarı”,”Ve açtığı zarar itibariyle,”Anası”[8],Mübtelâsı olan bir kimse için ise:”Puta tapan gibi”ve “Cennete giremeyeceği”belirtilir.

Yine:”Ümmetimden bir zümre,şaraba bir başka ad takarak onu içmedikçe geceler ve gündüzler tükenmeyecek(Kıyamet gelmeyecek)

Bunda ölçü:”Sarhoş edici “olmasıdır.[9] Öyle ki;”Çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır.”hadsiyle de teyid edilmektedir.[10]

Peygamberimize,Mi’raca çıktığında,Melek tarafından da “Azdırıcı”[11] olduğu ifade edilen içki; Kur’an-da şiddetle yasaklanmış olup,[12] sadece günah ve ahiret yönüyle zararı söz konusu olmayıp[13],dünya yönüyle de zararı kesindir.[14] Ve Tedrici olarak yasaklanmıştır.[15]

Bu içki yasağını Kitab-ı Mukaddes de de görürüz. Şer’i yani hukuki hususların zikredildiği (Tevrat-da) Levililer [16] bölümünde,10 ve 11. ayette (ifade de):”Ve Rab Haruna söyleyip dedi:”… şarap ve içki içmeyin;nesillerinizce ebedi kanun olacak,fa ki,mukaddesle bayağı şeyi,ve murdarla tâhiri birbirinden ayırt edesiniz.”[17]

İslâm dini;Din,Nefis,Nesil,Malı ve Aklı muhafazayı hedeflerken;aklın muhafazasını engelleyen içkiyi yasaklamak üzere kullanana Ta’zir cezası verir.

Yani;Te’dib ve Tecziye için şer’i olarak ceza tayin ve takdir edilir.[18]

Kullanmada ısrar gibi durumlardan dolayı da –bu cezalar değişik şekillerde- uygulanır..[19]

Hamrın tarifini yapıp,onunla şiddetle mücadele eden İslamiyet,müeyyedeler ile de tedbirini almıştır.[20]

Evet,dinen hür ve akil olup kendi arzusuyla sarhoş olan erkek veya kadına 80 değnek,köleye de yarısı olan 40 değnek vurulur.[21]

Israrında ise;öldürme cezasına kadar gidilir.[22]

Hadiste içkinin;”İmanı götüreceği”,”İçki içenin kırk gün ibadetinin kabul olmayacağı,tevbe etmeden ölmesi halinde kafir olarak öleceği”,”İçki sebebiyle bir kere namazını kaçıranın,sanki dünya ve dünyada mevcut olan şeyler kadar malını kaybetmiş gibi zarara uğrar.” Ve insanın ve insanlığın helâket,felaket ve kıyametinin kopmasına alamet olduğu ifade edilir.[23]

Toplumları yıkmanın ve onlara hakim olmanın en müessir yolu böyle bir afetin onlar içerisinde yaygınlaşmasından ve salgınlaşmasından geçer.

Kafası ve kafaları uyuşmuş ve uyuşturulmuş olanlar,ne toplumları nede fertleri uyandırıp,faydalı yöntemlerde bulunamazlar.

-İnsanlar alkolü bitiremezler-,bir zevk de elde edemezler. Ancak alkol;insanları ve insanların zevklerini bitirir,bununla da bitmez;madde ve manayı,dünya ve ahiretlerini,nesilleri ve bir çok eserleri bitirir,bir daha yeşermemek üzere kökünü,aslını ve esasını kurutur.

Hiçbir kimse dememiştir ve de diyemez ki;-Ben bunca yıldır içiyorum,şu kadar kar ve faydasını gördüm. Ama aksi yani zararı konusunda çok işitilmektedir.

İçkinin açtığı zararların çokluğu konusunda bir çok eser yazılmış[24],ve de söylenmiş olmasına rağmen,toplum ve fertleri kasıp kavurmaya devam etmesi;sinek ve mikropları üreten bataklığın devamı ve içkili kimselerin fert ve topluma verdikleri zararların karşılığında caydırıcı bir cezanın verilmeyişiyle beraber,toplumun manevi boşluğunun kapanmayıp,sürekli açıklığının devam etmesinden kaynaklanmaktadır.

İnsanların helak olup,kıyamet alametlerinden olarak addedilen içki kullanımı ve onu helal addetme konusunda Hadiste:”Ümmetimden bir grup,”Yeme,içme,mâlâyâniyat ve eğlence ile geceyi geçirir. Sonra maymunlar ve hınzırlar olarak sabaha ulaşır. Onlardan bir mahalleye bir rüzgar estirilirde bu rüzgar,içkileri helal addetmeleri,çalgılar kullanıp şarkıcı kızlar tutmaları sebebiyle öncekilerin helak oldukları gibi,bunları da helak eder.”[25]

Netice olarak Hadiste özetle:Namaz kılıp,oruç tutup ve hac ettikleri halde:”Ahir zamanda benim ümmetimden bir kavim maymun ve hınzır suretine tebeddül ederler.”buyurularak,sebebini de:

“Onlar oyunları irtikâb eder ve şarapları içerler. Oyun ve şarab üzerine yatarlar. Sabahtan maymun ve hınzır olarak kalkarlar.”[26]

Kendisi haram olanın,satımı da haramdır. Açtığı büyük yara ve zarardan dolayı Hadis-te:”Kim içki satarsa,hınzır kasaplığı da yapsın.”[27]buyurulur.

İçkinin yasaklanmasından önceki (kumarın da) durumu hakkında ise Peygamberimiz:”Bunlar Allah’ın diğer hükümlerini yaptılarsa ve Allah’ın hükümlerine mutabık ise,Allah’tan korkuyorlarsa bu yasaktan önce öldükleri için Allah’ın (CC) rahmetini hak etmişlerdir.”buyururlar.[28]

Hadiste:”Üzümden içki olur,buğdaydan içki olur. Arpadan içki olur. Hülasa sizi sarhoş eden her şeyden men ederim.”(Ebu Davud) buyurulur.

İçki konusunda şunlar söylenmiştir:

“İçkiyi müdafaa edenler olur,ama içki onları asla müdafaa etmez.”

“İçki bir milleti mahveden şeytandır.”

“İçkinin barındığı bir ülkede ahlak ve utançtan bahsedilmez.”

“İnsan vücuduna içkiyi koymak,makine yağlarına kum koymaya benzer.”

Evet,toplumu madden bitirmekle kalmaz,manen de yitirir,sonra da bitirir.

Yeşilay’ın ifadesiyle:”Türk çocuğu aldanma. Bira,likor ve benzeri içkiler alkolizmin masum! zannedilen kanlı oltasıdır.”

N. Şahiner,(Mart 1920 Cuma günü Yeşilay’ın kuruluşu ile alakalı olarak Dr. Fahrettin Kerim Gökay’ın notlarından şunları aktarır)[29]:” 5-Mart –1920 tarihlerinde İstanbul mütarekenin acı günlerini yaşıyor. Avrupadan fıçılarla getirilen alkollü içkiler İstanbulun hem ciğerini ve hem de beynini yakıyordu.

Mübarek Cuma namazında Allah’a açılan niyaz ellerinden sonra,din ve ilim ehli,vatan-perverler Şeyhulislâm Haydari-zade İbrahim Efendinin fahri reisliği altında toplanmışlardı. Bu toplantıda bulunan münevverleri şöyle sayabiliriz:

Şeyhulislâm Haydarizâde İbrahim Efendi,Dâr-ul Hikmetil İslâmiye azasından Bediüzzaman Said Efendi,Dr. Tevfik Rüşdü Aras, Hakkı Tarık Us,Hamdullah Suphi Tanrıöver,Dr Emin Paşa,Velid Ebuzziya,Eşref Edip,Miralay Arif,Muallim Hasan Kadim,Servet Yesâri,Kimyager Nuri Rafet, Salih Kerâmet Nigâr,Müderris Mustafa Şekip,Dr. Süheyl Ünver ve bir tıb talebesi olarak,toplantıda kâtiblik yapan Fahrettin Kerim Gökay.

“6-Mart-1920 tarihli Vakit gazetesinin birinci sahifesinde üç sütun üzerinden;”Hilâl-i Ahdarın temelleri kuruldu.”şeklinde bu cemiyetin teşekkülü tafsilatlı bir şekilde haber veriliyordu.

Dr. F. Kerim bir yazısında Yeşilay’ın ilk kuruluş günlerini şöyle anlatmaktadır:”Mütarekenin kara günlerinin puslu semasında doğan Yeşilay,tam bedir haline gelmek üzere iken 16-Mart’ta İstanbulun fiili işgali altında husufa (ay tutulması) uğradı. Bütün toplantılar durduruldu. İşgal polisinden izin almak zorluğu karşısında bir toplantı tehir edildi. Nisan-1920 toplantısını İstanbul polis müdürlüğünden alınan müsaade ile Dr. Mazhar Osman’ın muayenehanesinde yaptık.”

Dr. F. Kerim ve Dr. İ. Zati beylerin müştereken hazırladıkları yeşil hilal neşriyatından, Yeşil hilal ne yaptı ve ne yapacak?İçki düşmanlığı ve meyvelerimiz isimli 1932’de neşredilen bir kitapta mezkur hususlarda şu bilgiler verilmektedir:

“On seneden beri bilfiil umumi katipliğini yaptığım ve tesis tarihinden beri içinde çalıştığım bu mefkure cemiyeti milli hayatımızın acı günlerinde kurulmuştur. 1920 senesinde memleketin istiklali çiğnenmiş,siyasi varlığımız ile beraber manevi şahsiyetimiz ve neslimiz dahi istila orduları tarafından tehlikeye sokulmuştu. Dış ülkelerden memleketimize sokulan alkoller nesillerin beynini zehirliyordu.

Sokakları saran sarsak sarhoşlar namus ve iffet erbabının rahatça gezmesine müsaade etmiyordu. İşte böyle bir hengamede hali ve yarını düşünen memleket evlatları Hilâl-i Ahdar-ı kurmuşlardı.”[30]

“Şeriatta ahkam var. Tabiblerin beyan ettiği hikmettir.”diyen Bediüzzaman,içkinin zararlarını duyurma konusunda da en ziyade matbuat meselesine ehemmiyet verelim.”der.

Toplantıda alınan kararlarda özetle:-”Yirmi yaşından küçük olanlara içki satılmaması için dahiliye nezaretine yapılan müracaat.

-Meyhanelerin kapatılması için Dahiliye nezaretine yapılan müracaat.

-Mahalle aralarında bakkallarda içki bulundurulmaması için yapılan çalışmalar.

-Reis;gayrı müslimlerin on beş yaşından aşağı çocuklarına da satış yasaktır.

Bediüzzaman Said Efendi:Bunlara dahil olarak polis nizamnamesini isteyelim.

Kayıdların bu kısmında Medreselerden bahsedilmektedir. Medreselerin Yeşilaya aza kabul edilmesi teklif ediliyor. Bunun üzerine Bediüzzaman şunları teklif ediyor:

“Zaten talebeler nehy-i müskirât ile mükelleftirler. Din namına talebe bu vazife ile mükelleftir.”[31]

15-3-1996

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Zaman gaz.12-8-1995,4-3-1996.

[2] Agg.25-1-1996,1-4-1995.

[3] Alkol ve Sigara. K. Durdu. sh.16.

[4] Age.sh.44, Tac Tercemesi. 3 / 265 ve Müslim. Ebu Davud,Tirmizi.

[5] Alkol ve Sigara.age.sh.49,İslamda Helal ve Haram. Yusuf el-Kardavi.sh.144,Hukuk-u Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu. Ö. N. Bilmen 3 / 259,İslam Tarihi.A. Köksal. 4 / 105,Zafer derg.Mart.1986.sh.16,Mart.1988,Nisan.1988.sh.34,1990.sh.12,Sur dergisi.Kasım.1992.Sh.52,Sigara konusu için de aynı dergilere bakılabilir.

[6] Kütüb-ü Sitte. Prof. İ. Canan. 11 / 256.

[7] Age. 11 / 257.

[8] Age. 8 / 160 ve 15 / 181.

[9] Age. 8 / 154, Tac Terc.age. 3 / 270,Alkol ve Sigara.age. sh.125.

[10] Kütüb-ü Sitte.age. 17 / 431-433, 8 / 152, Tac Terc.age. 3 / 270.

[11] K. Sitte. 8 / 156.

[12] Maide.90-93.

[13] Bakara.219.

[14] Bakara.219.

[15] Nahl.67,Nisa.43.

[16] Bak Dinler Tarihi. E. Saraçoğlu. sh. 98.

[17] Kitab-ı Mukaddes. Levililer. 10 / 107,Hakimler. 13 / 242,bab.4,7,14,ayrıca bak. Kütüb-ü Sitte.8 / 157 (Dipnot).

[18] Bak. Kütüb-ü Sitte. 8 / 158-159, 6 / 279-280.

[19] Age. 6 / 284.

[20] Age. 8 / 161-173, 6 / 279,290.

[21] I. F. Kamusu.age. 3 / 14,252-256, Alkol ve Sigara.age. 95-106.

[22] K. Sitte. 6 / 284.

[23] Age. 8 / 169.

[24] Age. 6 / 291-294, Zaman gaz.3-3-1992.

[25] Age. 12 / 325.

[26] Mülteka Tercemesi. M. Vehbi. 4 / 173. No. 1395,Alkol ve Sigara.age. 90.

[27] K. Sitte. 3 / 28-29.

[28] Mülteka Terc.age.4 / 203,Alkol ve Sigara.age.67.

[29] Zaman gaz.3-3-1992.

[30] Agg.3.3.1992.

[31] Agg.5-3-1993.




ADIYAMANA MI ?

ADIYAMANA MI ?

Düşünmüyorum reis olmayı! Çünki,bana da sorarlar; hâla sende mi oydasın,oyundasın?

Adıyamanı kurtarma yolundasın? Aldın mı bari bir karış yol?

İstersen her kese sor? Bu sorumluluk isteyen bir yol.

Başı-ortası,sonu da zor. Adaylıkda adaylar bol.

Beşi sağ,üçü sol…

Adeta olmuş atlama taşı.

Kiminin göz yaşı,kiminin aşı.

Her kesin değil,ehlinin savaşı.

Dursun Çavuş-da adaydı,emekli PTT memuru. Belki hataydı,ancak o harcadı,harcandı. Başkaları gibi harcatıp,harcattırmadı!

Yüzlerde bir tebessüm bıraktı.O tebessüm bile bir başarıydı.

Düşündüm de;hadi oldum! Devrem doldu..geride ne bıraktım..bir ilerleme var mı? Önceki Adıyaman ile,şimdiki arasında ne kadar ve ne derece bir fark var?

Beni korkutan yapmayacağım veya yapamıyacağım değil,yapılmayan ve yaptırılmayanlardır!

Az gitti,uz gitti,dere tepe düz gitti,bir de baktı ki;bir arpa boyu yol gitti.

Hey gidi günler! Efendim! Israrla okuyucularımın tekliflerimi sorması üzerine bazı tavsiyelerde bulunmayı,bir vatandaş görevi addetmekteyim kendime;

Evvela,çeşitli zamanlarda kısa aralıklarla,Adıyaman milletvekillerini toplar,ortak noktalarda birleşerek hizmetlerini hızlandırmalarını söyleyerek,tekliflerinizi teklif ederdim. Bunun içinde Adıyaman-ın değişik yerlerine –teklif kutuları- koydururdum. teklifleri değerlendirir,işleri hızlandırırdım.

Yazın tozuna,kışın çamuruna bir an önce son vermeye çalışır,adeta seferber olurdum. Muhtelif yerlere yeşillikler ve parklarla vitrini güzelleştirirdim.

İş adamlarıyla toplantı yapar,iş sahalarının ve fabrikaların kurulması için her türlü kolaylaştırıcı yolları açar,onları buraya celbe çalışırdım. Bunlardan;Kombassan,Yimpaş,vs. dev şirketlere cazibeli davetiyeler ile cezbini sağlar,iç bünyede de şirketleşmeyi sağlayıcı faaliyetleri teşvik ederdim.

Okullarla diyalog kurar,özel sektörde kreş,ilköğretim kurumların kurumuna destek olurdum. Eğitimi arttırıcı mahiyette kütüphane,çayhane,Osmanlı dönemindeki –Çınar altı-sohbetlerini revizyondan geçirip,daha kapsamlı hale getirerek kitap,dergi,gazete,video,konferans,açık oturum gibi fikir ve eğitim alanında yeni kapıların açılmasına sebeb olurdum.

Her yıl birinci-ikinci ve üçüncü olan öğrencileri bedava üniversite de okutarak başarının artmasına katkıda bulunurdum.

Hele dur! Yaparım,yaparım,diyorsun,ancak demekle olmuyor,dersen,ben de derim;Madem yapmıyacaktım,niçin söz verdim!Vermekteyim!Bu koltukta oturmaktayım!

30-08-1998

MEHMET ÖZÇELİK




Şuurdan Damıtmalı Şiirlerim

suurdan damıtmalı siirlerim




YILANIN IZDIRABI

YILANIN IZDIRABI

Seyahat meşakkat olmasına rağmen seyahatten yorulmaz,tedirgin olmazdı. Ama bir şey onu tedirgin ederdi;oda namazı kaçırma korkusu.

Nitekim bir gün hanımıyla beraber binmiş oldukları otobüste,yolculardan çok,kesilmiş tavuklar vardı.

Namaz vakti gelmiş,vakit daralmıştı. Şoförden uygun bir yerde,birkaç dakikalığına durmasını,namaz kılacaklarını söylediklerinde aniden sert ve ters tepki gösteren şoför,bahanesini de bir af ve korunma sebebi olarak eklemekten de geri kalmadı. Eğer durursa Tavuklar kokacaktı. Bir an evvel götürmesi gerektiğini söylüyordu.

Bu insanlar her ne kadar kapı ve kapıları kapatsalar da bir kapı açık olurdu,o kapıdan girilir, bu insanlara yaklaşılabilirdi. Aksi takdirde onlar bizden uzaklaşırken,bizde kendimizden uzaklaştırmış oluruz.

Bu düşünceyle yanına yaklaştı ve sordu:

-Şu anda rot çıksa ne yaparsınız?

Soru ağır,ancak cevabı kolay olmakla beraber,biraz da basitçeydi,yani kaçamaklı idi.

-Allah Kerim!

-Ancak Kerim olduğunu söylediğiniz Allah-ın namazını da kıldırmıyorsunuz! Bu nasıl iştir,deyip yerine oturdu. Ancak yerine oturmayan birisi vardı. O da Vicdanı. Boş durmuyor,içten içe şoförün gözünün önünden geçmişten geleceğe uzanan şeridler geçiyordu. Bunlar önceki sözden daha ağır ve acı idi. Onun kadar dayanılması da güç idi.

Çok sürmedi. Bir yerde duran Kaptan,kendisini hiç bu kadar muhasebeye çekmemişti. Biraz minnetle,birazda eziklikle geriye dönüp kendisini irşad edene;

-Haydi namazınızı kılın!

Namazını kılıp otobüse döndüklerinde yılların içerisinde biriktirdiği acıyı dışına vurup,hafiflemek ve rahatlamak istiyordu. Bu düşünceyle;

-Ben faizcilik yapıyorum. Faizcilik yapan adamın namazı olmaz. Babam da faizcilik yapardı. Dört defa da Hacca gittim. Bir gün bir rüya gördüm. Babam dağa tırmanıyordu. Ancak tepesine varmadan tekrar aşağıya yuvarlanıyordu.

Bir yandan da bu durum devam ederken,bir yılan devamlı onu sokmaktaydı.”

Sürekli süren bu senaryonun acısını hissediyor,bu kirli yüzle de Allah-ın huzuruna çıkılamayacağı fetvasını kendi kendine veriyordu. Demek ki,babası gibi kendiside sıkıntıda,akibetinin endişesini adeta yaşıyor gibiydi.

Rüyadan anlaşılan odur ki;babası kötü durumdaydı. Nasihata,yardıma ihtiyacı vardı. Bunun üzerine kendisine,babasına dua etmesi söylenildiğinde,yarası bir daha deşilmiş gibi,diğer sıkıntısını dile getirdi;

-Niye edeyim?? Malını öbür kardeşime verdi,o yapsın!

Günahın ve hesaplaşmanın boyutu büyüktü.

Dünyada iken faizle insanları zehirleyip kanını emenlere,kabirle başlayan yılanın ızdırabı bir hakikat olarak buradakilere de görülmekte ve gösterilmekte idi.

Bu yolculuktan da bir ders ve bir ibret alınmıştı.

Daha kim bilir bizleri bekleyen,alınması gereken nice ders ve ibretler vardı!!!

31-07-1998 – MEHMET ÖZÇELİK




ZİRVEYE ÇIKIŞ

ZİRVEYE ÇIKIŞ

Nereden ? Evet,nereden ve nerelerden?

İşte bunlardan birisi de Kütahya’lı heykeltıraş Hüseyin amca…

Kendisinin içkiyle başı dertte,içki mübtelası. Hayatını şişenin içerisine hapsetmiş birisi. Daha doğrusu mahbushanesiydi onun. hürriyetini orada arayan bir mahbus. İçerisine düşmüş,düşürülmüş çıkamıyordu.

Bir el uzansa da,düştüğü yerden onu çıkarsaydı!

Yine böyle bir gece;kendini kaybetmiş,kendinden geçmiş olarak eve gitmek niyetiyle işyerinden ayrılmıştı.

Ancak ayakları sahibsiz,kendisini başka yerlere götürüyordu. Kendide bunun farkında değildi. Eve değil,şehrin dışına çıkıyordu.

Bir türlü eve varamayışı saatler sonra biraz olsun onu düşündürmeye başladı. Geç fark etmişti. Ancak yinede bilemiyordu nerede olduğunu ve nereye gideceğini!

Kısır dolanmalar,dönmeler ve beklemeler bir netice vermiyordu.

Bu vaziyette iken,karşısına çıkan birisini fark eden Hüseyin amca ondan meded ummak üzere seslendi.

-“Beyefendi! Beni heykel tıraş,Hüseyin beyin evine götürür müsün!!”

Ancak bu kişi şaşırmış ve şaşkınlıkla beraber oralı olan bu kişi bu sefer kendisine sormuştu;

“Heykeltıraş Hüseyin sensin Ya!!!”deyince,şaşkınlaşma sırası Hüseyin amca da başlamış,bunu hissettirmemek içinde;

“Canım,beni işte oraya götür,bulamıyorum orasını…”demişti.

Ve işte başkası tarafından yıllarca gittiği evine böyle götürülmüştü Hüseyin amca!!

Nereye? Evet,nereye,nerelere?

Düştüğü girdaptan çıkmak istiyordu. Vicdan azabı içerisinde idi.

Ve nihayet iman hakikatları bir çok emsali gibi onunda imdadına yetişmişti. Artık eskisi değil,eskilerden değildi. Dünyaya yeni gelmiş gibi hissediyordu kendisini.

Bir gün ziyaret amacıyla iş yerine varıldığında,görülen durum hayret vericiydi!

Dükkanının tabanını betonlayacağa benziyordu. Ancak bu kadar derince kazmaya ne gerek vardı? Çokça neden kazdırıyordu? Sanki define arar gibi bir hali de var gibiydi! Gene de kendisi bilebilirdi!

Kendisine bunun sebebi sorulduğunda,inanaraktan yapmış olduğu bu işin nedenini şöyle anlatmaya başladı:

Kardeşim! Ben burada eski içkici arkadaşlarımla çok işret etmiştim. İçtiğim içkiler taa bunun kaç metre derinliklerine kadar gitti,biliyor musun? Ona kavuşub çıkarıncaya,o toprağı oradan atıncaya kadar kazacağım!!”

İman ona bunu yaptırıyordu. tıpkı İslâmdan önce Ömer,İslâmdan sonra Ömer misali…

Nereden,nereye!!

Esfel’den A’laya…

Gerçek insana,zirveye çıkış…

MEHMET ÖZÇELİK




PERDE ARKASINDA YAHUDİLİK

PERDE ARKASINDA YAHUDİLİK

Bütün menfi izm ve hiziblerin altında;ideoloji ve teorilerin altında hep yahudi yatmaktadır. Dinin katili Marx onlardan,Namus tüccarı Freud onlardan,insan ve insanlık düşmanı Darwin onların evlatlarından,yani anlayacağınız aynı soydan ve aynı sülaleden,maymunlar güruhundan… İnsan kasabı Lenin yine aynı köksüz kökten… Kısaca,dünyayı ateşe verenlerin tüm öncülerini onlar temsil ederler.

Hadiste:”Yanında fakire sadaka verecek kadar parası olmayan kimse Yahudiye la’net etsin.”[1]

Lanet olsun Yahudi sana… Ey mel’un…Mel’unla yarış içindesin. Acaba sen mi ondansın,Yoksa omu senden?

Allah’ın kendilerine bir çok nimetler verdiği[2] yahudi milleti,nankör ve zalim bir millet olarak her devirde bu nankörlüklerini sürdüre gelmişlerdir.

Şimdiki işgal edilen Filistin ve civarı ve mukaddes sayılan Kudüs ve diğer mahaller her üç din için yani yahudi,hristiyan ve müslümanlarca da kudsiyyet ifade eder.

Şimdiki bu kutsal mahaller Abbasiler döneminden Salahaddin-i Eyyubi (1187),I. selim (1516) ve II. Abdulhamid’in ferasetli ve dirayetli mücadeleleri ile ta 1916’ya kadar elimizde ve hakimiyetimizde kalmıştır.

Kurnaz ve siyasi dehasıyla 1918’de ellerine geçiren İngilizler;1922’de dünyanın çeşitli yerlerinde zillet ve sekinet içinde yaşayan yahudilerin buraya göçünü sağlayarak 1947’de bilfiil binlerce yıllık hayalin gerçekleşmesine sebeb olmuşlardır.

“Yahudi milleti hubbu hayat ve dünya-perestlikle ifrat ettikleri için her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeğe müstahak olmuşlardır. Fakat bu Filistin meselesinde,hubbu hayat ve dünya perestlik meselesi değil,belki enbiya-i beni israiliyenin mezaristanı olan filistin o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle bir cihette bir ehemmiyeti hissi milli ve dini olmasından çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa koca Arabistan’da az bir zümre hiç dayanamayacaktı,çabuk meskenete girecekti.”[3]

“Türklere dinlerini ve din temsilciliğini feda ettirmek şartıyla,sun’i istiklal işinde gizli anlaşmanın müessiri tek kelime ile yahudiliktir. Buna me’muru müşahhas kimse de,şimdi Mısır Haham başısı bulunan Haim Naumdur. Bu Hayim Naum,bu korkunç teşebbüse evvela Amerika’da Türkler lehinde bir seri konferans vermek ve emperyalizma şeflerine,Türk’ün maddesini serbest bırakmaları,buna mukabil ruhunu,ta içinden ve kendi öz adamlarına yıktırma fikrini telkin etmek suretiyle başlamıştır. Yani Masonluk hasebiyle Kur’an-ın ahkamını kaldırmak;milleti dinsiz yapmak. Hayim Naum müthiş planının zeminini Amerika’da hazırladıktan sonra İngiltereye geçmiş ve halis yahudi olan Lord Gürzon ile temas ederek şu teklifte bulunmuştur:

“Siz Türkiyenin mülki tamamiyetini kabul ediniz. Onlara ben İslâmiyeti ve İslâmi temsilciliklerini,ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüd ediyorum.”

Ve;”Şeriat-ı Ahmediyeye ihanet eden o dehşetli şahsın mühim bir kuvveti yahudi olduğu…”[4]

Yahudi kendi hakimiyeti için her şeyi mübah görür. Hedefe varmak için maddeyi,parayı,altını,basını kendine muhtaç etmek ve kabul ettirmek için gayet acımasızca kullanır.

Evvela dini ve ailevi bağları yıkarak toplumları kontrolü altında tutmaya çalışır. gençliğe ğayrı meşru her şeyi meşru ve mübah göstererek onlara sahib olmaya ve kendi düşünceleri doğrultusunda yönlendirmeye çalışır.

Yahudiler bulundukları yerlere uymaya,kendilerine uydurmaya çalışırlar. Ta ki şaibesiz gibi görünüp,rahat hareket edebilsinler.

1991 Türkiye Haham başılığı fahri danışmanlar kuruluna başkan olan Prof. Selim Kaneti şöyle der:”Musevi dinine bağlı olmak,Musa aracılığıyla iletilen Tora’ya inanmak,onun hayat felsefesini temel edinmek,yaşamını ona göre sürdürmek,hayat tarzını Tora’nın ve Talmud’un doğrultusunda sürdürmektedir. Türkiye Cumhuriyetinin yasaları,kamu düzenine uyulması şartı ile öyle bir yaşam ve ibadet tarzının yürütülmesini tamamen serbest bırakmıştır. Bu bakımdan Türkiye Cumhuriyetinde Musevi kimliğinin korunmasında devletten gelen hiçbir zorluk yoktur.”[5]

Başkaları yahudileri sürerken,bizler onları içimize almış,barındırmışız. Besle kargayı,oysun gözünü,kabilinden durumlarla karşılaşmışız.

İspanya’dan tard olunan 40 yahudi ailesini Edirne’de yerleştirmiş,tapuya kaydetmişiz. İngiltere de yaşayan yahudiler buna binaen II. Abdulhamide teşekkür telgrafları tesbit olup,artık tarihe mal olmuştur.”[6]

Yahudiler önlerinde en büyük engel gördükleri İslâmı ve müslümanları yıkmak uğruna,İslâmı araştırıp inceler ve onun hakkında bir şeyler yazarak,aralarına bir şeyler sıkıştırıp,hurafeler ilave ederek,özellikle dinin ikinci kaynağı olan Hadis hususunda –Hadis uydurmak- suretiyle tahrib etme yolunu ihmal etmezler. Yahudi Goldziher ve eseri –Dırasat-ı Muhammediye-gibi…

Yahudilerin gerçekleştirmeye çalıştıkları üç hedefi:

1)Osmanlıyı yıkmak.

2)İsrail devletini kurmak.

3)Türkiye,Mısır,Suriye,Ürdün ve Suudi Arabistan devletlerinin önemli ve büyük çevresini de kapsayacak şekilde Büyük İsrail-i,Süper İsrail-i,İsrail imparatorluğunu kurmak…

Bütün bu sayılan devletlerde cereyan eden ciddi olaylar sakın –Süper İsrail-in ayak sesleri olmasın? Duymuyoruz Da?

Yahudiler[7]; La’netlik[8], Vahşi[9] ve de İbni Abbas’ın da rivayet ve tefsiri üzere Akılsız[10] bir millettir.

“İnsanlardan akılsızlar şöyle diyecekler” Burada –Akılsızlar- Yahudilerdir,der,İbni Abbas…[11]

Bu vahşet aynı zamanda öyle bir vahşet ki,kol kırmadan,tehcir-e,her türlü zulmü reva görme caiz kılınmıştır.

Kültür ve sanat merkezi Weimar şehrinin tepesinde kayın ormanları içindeki bir nazi toplama kampında insanlara;-boynunuz ölçülecek-diye enselerinden kurşunlanıyor ve değişik şekilde öldürülen 250 bin kişi daha sonra fırınlarda yakılmak üzere toplanılıyorlardı.[12]

İşte tam bir yahudi vahşeti…

Amerikan hahamlar komitesinin gizli genelgesinde;yahudilerin hakimiyet planları şöyle açıklanır:

“Bütün dünyanın Fethi için”Gizlidir. Bütün Yahudilerin Dikkatine-

Gayemize ulaşmak üzereyiz. 1. ve 2. cihan harpleri planlarımızı ziyadesiyle ileri götürdü,tatbikata koydu. Milyonlarca hristiyanın birbirini öldürmesinde,birbirini kırmasında,kalanların da bize her hangi bir zarar vermemesinde muvaffak olduk. Ahmak hristiyanları tam kontrolümüz altına alabilmek için artık yapılacak pek az şey kalmıştır.

Dünyayı ele geçirmeden evvel işte size son talimatımız:

1-Radyo,TV,Sinema,Basın,Mecmua ve Kitaplar üzerindeki kontrolümüzü daha çok arttırmağa devam ediniz.

2-Çocuklarınızı Hukuk,Tıp,Eczacılık,gibi bütün kazançlı meslek ve ticari sahalarda eğitiniz ve yahudi olmayanları bu gibi ticaret ve meslek sahalarından uzaklaştırınız.

3Yahudi olmayanların okullarını ve kolejlerini bizim sosyal devrimlerimiz için birer eğitim kampı haline getiriniz.

4-Hristiyanlık dinini alay edici hale getiriniz. Halkı hiziplere ayırınız. Kiliseye inançlarını zayıflatın.Davamız kazanılıncaya kadar Mason,Kardeşlik ve Yoldaşlık inancını genişletiniz.

5-Yahudi olmayan kadınların ve çocukların ahlakını bozunuz. Onları ahlaksızlığa sürükleyiniz.

6-Yahudi olmayanların mahkemelerini bozup perişan ediniz. Kanunlarını ve anayasalarını bizim yorumumuza uygun hale getiriniz.

7-Sınıfları birbirine düşürünüz. Zencileri beyazlara karşı kışkırtınız.

8-Politikacıları satın alınız. Ve onların mahalli,milli hükümetlerini çalışmaz,işlemez hale getirmeye devam ediniz.

9- Yahudi olmayanları ve Hristiyanları kitle halinde aşılayarak,uyuşturuculara alıştırarak,sularını kirleterek,kafadan sakatlatıp tımarhanelik ettirerek ve medeni kanunlarını bozarak tahrib ediniz. Perişan ediniz.

10-Eisenhover,Dulles,Lodge ve Warren gibi istekli,arzulu kişileri kullanınız. Bunlar bizim emirlerimizi yapacaklardır.

11-Merkezi Avrupa ve Orta Doğudan Amerikaya göç edecek,halkımızın göçünü kolaylaştıracak planlar yapınız.

12-Paranın kontrolünü bizim lehimize sıkı tutunuz.

13-Ordu,Donanma ve Hükümette kilit noktalara ve mevkilere daima yahudileri yerleştirmeğe devam ediniz.

14-Bu Amerikan Cumhuriyetini tahrib etmeli ve yerine yahudilerin kontrolünde olacak,devlet sosyalizmi ile yönetilecek bir demokrasi koymalıyız.

15-İş hayatını kontrole devam ediniz,sürekli huzursuzluk çıkartıp her türlü entrika ile şiddet ve anarşiye,grevlere devam ediniz.

-Bilhassa bu metotlarla bu ülkeyi (Amerika) yoksulluğa,mahrumiyete,moral bozukluğuna,iflasa götüreceğiz. İç harbe (isyana) sürükleyeceğiz ve böylece düşmanlarımızın miktarını azaltmış olacağız.

-Rus bolşevik harbi bizi Rusyanın patronları yaptı. Son dünya harbi de İspanya hariç,bizi Asya ve Avrupa’nın patronları yaptı.

-Emrimiz altındaki Birleşmiş Milletler Teşkilatı ile İsrail’i meydana getirdik. Şimdi bu hazinemizi inkişaf ettirip Dünya Hükümet Merkezi haline getireceğiz. Yeni çıkacak bir harp te bizi Amerika’nın patronları haline getirecek.

-Varlığımızın devamı için bu belgeyi yok edin. Yahudi olmayanlar tarafından herhangi bir sorguya çekilirseniz,hatta yemin ettirilerek sorguya çektirilirseniz,size Talmut’da bildirildiği gibi bildiklerinizi inkar edin. Bu konuda herhangi bir bilgi vermeyiniz. Eğer bu bilgiler bu talimat hristiyanların eline geçerse ne korkunç ve vahim sonuçlar ortaya çıkacağını size hatırlatmanın bir gereği yok. Bu işin ne vahim sonuçlar doğuracağını hatırdan çıkarmayınız.”[13]

“Yahudilerin ruhları,nasıl çocuk babadan bir parça ise,o şekilde Allah’dan bir parça oldukları için,diğer ruhlardan ayrılırlar. Talmud;Tenasuh (Reenkarnasyon) inancını da kabul eder. Tenasuh inancı;Babil ve Hind’den gelmiş,babil hahamları da onu babillilerden almışlardır.”[14]

(Alem şümul bir yahudi devleti Kurmadan önce) ki protokolden:”Darwin,Marx ve Nietsche’nin başarılarını,önceden biz tertip etmiştik. Yahudi olmayanların,bu ilimlere yönelmelerinin gayri ahlaki tahribatı açıktır. Fakat milletlerin ahlak ve temayüllerini bozacak şeyleri araştırıp öğrenmemiz gerekir.”[15]

Yahudilik de evlilik ise:”Evliliğin sahih olabilmesi için gerekli yaş,erkeklerde 13,kızlarda 12’dir. Fakat bu yaşa gelmeden önce de ergenlik alametleri belirenlerin evlenmesi caizdir. 20 yaşına geldiği halde evlenmemiş olan laneti hak eder. Çok kadınla evlenmek de,hiçbir sınır olmaksızın şer’an caizdir. İslamiyet gelmeden önce ne Tevrat’da,ne de nebilerin ahkamında,çok kadınla evliliği ve onların sayısını sınırlamayı nehyeden bir hüküm yoktur. Tam aksine,Tevrat’da,nebilerin ve nebilerin dışındakilerin çok kadınla evlenmelerini ifade eden sözler vardır. Yahudi din adamları,bunu dört kadınla sınırladılar. Karailer de bunu kesin olarak benimsediler.

Gustave Le Bon diyor ki:” Başlangıç da çok kadınla evlilik,Beni İsrail de,çok yaygın idi. Ne medeni kanun,ned dini hükümler buna karşı değildi.”[16]

Papa Batra şöyle diyor:”Allah’ın erkek çocukları rızıklandırdıklarına ne mutlu.”[17]

Tevrata göre zina eden kadınlar öldürülür. Talmud bunun yahudi olan kadın için geçerli olduğunu söylerken,yahudi olmayan başkalarıyla zinayı caiz görür. Bu durumda o kadınlar hem hayvan olarak değerlendirilir,hem de bunu yapmanın yahudiler için bir hak olduğunu iddia ederler.”[18]

MEHMET ÖZÇELİK

[1] El-Acluni. Keşful Hafa ve Müzilül İlbas. No:2605,2 / 277,Bak. Zafer derg. 1990.Temmuz.

[2] Maide.20.

[3] Emirdağ Lahikası. B. Said Nursi. 2 / 44.

[4] Age. 2 / 104-105, Bak. Şualar. B. Said Nursi. 507,427, Bakara.61,Al-i İmran.112,A’raf.152.

[5] Zaman gaz.29-10-1992.

[6] Agg.14-11-1993.

[7] Hak Dini Kur’an Dili. E. H. Yazır. (Heyet) 1 / 313-314, 336-337, Hadislerle Müslümanlık. Y. Kandehlevi. 1 / 27,İslam Peygamberi. M. Hamidullah. 1 / 546, İslam Tarihi.(Medine Dönemi) A. Köksal. 1 / 255 ve sonrası, 2 / 41-42,207, 3/5,15-16, 5/388, 7/104,130,200,204,247, Sözler. B. Said Nursi. 373-374, Mektubat. B. Said Nursi. 250,391, Zafer Derg. 1988.Mayıs,sh.3-5,Haziran-sh.16,Ağustos-sh.15,26-30, Sur Dergisi. 1988. Mayıs-Haziran-Ağustos ve 1990-Ocak-Mart.,Tefsir-i Kebir. F. Razi. (Heyet) 3 / 55,239

[8] Bakara.88,120,135,Nisa.46,Maide.13,64,78,41,51,82,

[9] Tevrat’dan (Kitab-ı Mukaddes) sh.34,168-169,197,216,219,236,286.

[10] Bakara.142.

[11] Tefsir-i Kebir.age. 1 / XXI.

[12] Türkiye gazt.6-Ocak-1992.

[13] Yörünge haftalık haber dergisi. 21-Şubat.1993.Sayı.115,sh.18,Avustralya’da yayınlanan:”Herald-Sun”(18-Nisan-1991) tarihli gazete de de yukarıdakiyle benzerlik arzeden plan yayınlanmış bulunmaktadır.(Bak. Zaman gazt.18-Nisan-1991)

[14] Prof. A. Çelebi.Çevr.A.M.Büyükçınar,Ö.F.Harman.sh.282.

[15] Age.sh.297-298.

[16] Age. 318-319.

[17] Age. 320.

[18] Age.285.