ÖRF VE ÂDETLER

ÖRF VE ÂDETLER

Bir güzellik yönüne de bakınız ki;İslam namına her şeyi alınan,ancak ecdadından gelen örf ve adetlerle bağlı olan bu milletin hemen hemen tek bağlantı noktası bu gelenekler kalmış.

İslâmiyet denince;kandiller,mevlidler,Ramazan,bayramlar ve kurbanlar kalabilmiş.

İslâmiyet bunların perdesi altına girerek nesillere devredilmiş,takviye ile İslâmiyetleri sağlamlaştırılmaya çalışılmış.

Örf ve adetlerimiz,kuyuya atılan bu milletin ortada tutunacak bir dalı olmuş.

Kur’an-dan sadece bilinip Cuma geceleri okunan yasinler,bu milletin üzerine çöken karabulutları defetmiş,ölülerimize okunan bu dualar,biz dirileri de kurtarmış oldu. Ölüler için rahmet olan yasin,ölmüş kalblere de deva olmuştur.

Menduplar sünnet,sünnetlerde farz yerine ikame edilmemelidir. Nitekim bir ramazan teravihden önce camide sohbet etmiş,arkasından imamın teklifi üzerine yatsı namazını da kıldırmıştım. O gece Cuma gecesi olup,devamlı yapıla gelen Tecdid-i iman,istiğfar duasını yapmayı unutmuştum.

Herkes camiden çıkmış,bir kişi ön tarafta kalmış,bizde hatırlayarak konuşuyorduk. Dini yönden bir mahzurunun olmayacağını söylediğimde öndeki şahıs gayet sakin bir eda ile;Hiç ne olacak,kafir olmuş olur. diyerek kesip attı.

İşlenilen büyük günahlar kendisini pek de o kadar sarsmayan bu insan,bir adetin terkinden dolayı sarsılabiliyordu.

Aynı zamanda bu durum İslâmiyetin insanların tüm zerre ve hücrelerine nüfuz etmesinden ve de kendisine bağlılığı tesis etmekten kaynaklanıyordu.

-Acı diğer bir örneği ise:”Sene 1932. Devrim çılgınlığının karargahlarından Cumhuriyet gazetesi,bir güzellik yarışması tertib ediyor. Keriman Halis isimli 19 yaşında bir kız,İstanbul sosyetesi arasından –güya- Türkiye güzeli olarak seçilip,Avrupaya gönderiliyor. Müstevli batı zihniyeti önünde”İstiklal harbi”ni kazanmış bir milletin,arzusu hilafına yendiği ve denize döktüğü düşmana:

-Aman ne olur beni dışlama! Ben de Avrupalıyım,Amerikalıyım,Batılıyım. Yanıldık,yakıldık,içimizdeki sarıklı gericilerin,sakallı mürtecilerin,çarşaflı kadınların evlatlarını size karşı çıkardık ve maalesef sizi yendik.

Bu tarihi yanılgımızı telafi için bize ne teklif ederseniz,batılılar adına gümrüksüz,kontrolsüz,itirazsız kabul edeceğiz. Yeter ki”Türk de batılı oldu”deyin. Bizi”batı kulübü”ne,”Avrupa evi”ne alın. Sizinle aynı saatte olmak için”ümmet coğrafya”mıza neler yaptığımıza,”Sizin verdiğiniz dizbağı nişanları”şahittir. Bu tereddüt neden? Bakın siz”Güzellik kraliçesi”seçiyorsunuz diye,sizin ayağınızı kaldırdığınız ize biz basıyoruz ve biz de 19 yaşında bir kızımızı “Dünya güzellik yarışması”na yolluyoruz. Derecesine,K. Halis-i Belçika-nın sapa şehrine yolluyorlar.

Kızlar günlerce çeşitli kimselerle görüşüyorlar,konuşuyorlar. Yarışma günü jüri önünden birer birer geçiyorlar.

Sonunda,jüri kapalı odaya geçip,puan değerlendirmesini yapmak üzere toplanıyorlar.

Jüri başkanı söz alıyor ve şu konuşmayı yapıyor:

-“Sayın jüri üyeleri! Bugün burada Avrupa’nın,hristiyanların zaferlerini kutluyoruz. 1400 senedir dünya üzerinde hakimiyetini sürdüren İslamiyet artık bitmiştir. Onu Avrupa hristiyanları bitirmiştir. muhakkak ki,bu neticede Amerika’nın ve Rusya’nın hakkını inkar edemeyiz. Neticede bu,hristiyanlığın bir zaferidir.

Bir zamanlar sokağı bile,kafes arkasından seyredebilen müslüman kadınların temsilcisi,Türk güzeli Keriman,mayosu ile önümüzdedir. bu kızı zaferimizin tacı kabul edeceğiz. Onu dünya güzellik kraliçesi seçeceğiz. Ondan daha güzeli varmış yokmuş bu hiç önemli değil. Bu sene güzellik kraliçesi seçmiyoruz. Bu sene hristiyanlığın zaferini kutluyoruz. Avrupa-nın zaferini kutluyoruz. Bir zamanlar Fransa-da oynanan dansa engel olan kanuni Sultan Süleyman’ın torunu işte mayo ve sütyeniyle önümüzdedir. kendini bizlere beğendirmek istemektedir. Biz de “Bize uyan bu kızı beğendik.”diyeceğiz. Müslümanların geleceklerinin böyle olması temennisiyle,Türk güzelini “Dünya güzeli olarak”seçiyoruz. Fakat,kadehlerimizi Avrupa’nın zaferi için kaldırıyoruz.”

1932’de Keriman Halis dünya güzeli seçildi. Resimleri gazetelerde,mecmualarda basıldı ve yayıldı. Kartpostallar,elden ele dolaştı. Hatta devrim ve batıcılık furyasında sarhoş ve şuursuz aileler,o sene doğan kızlarına “Keriman”adını verdiler.

Her şey bu kadar oldu…

Bu tarihten sonra hiçbir Türk kızına “Aşağılık batı zihniyeti” bir daha bu payeyi! vermedi. Batılılaşma gayretlerimizin rüşveti ve karşılığı bu kadar basit idi.

Yeni yeni Mondroslar,Sevr’ler hayal eden,çirkin ve sefil batı,hudutlarımız ve bütünlüğümüz üstünde hoyratça oynamak niyetinde… Lakin,her şeye rağmen,uyanan Türkiye’de şimdi “Gerçek istiklal cihadları”konuşuluyor. Gün ola,harman ola diyoruz.[1]

Türkiye üçüncüsü seçilen Tülay C-de aynı duruma düşürüldüğünü feryad ile anlatmakta,pişmanlık duyup kendisinden utanarak,acı akibetini dile getirmektedir.[2]

Bediüzzaman der:”Üzülmeyin İslâmiyet incelir ama kopmaz.”[3]

24-10-1995

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Zaman gaz.28-11-1992.

[2] Türkiye gaz. 29-3-1991.

[3] Son Şahitler. N. Şahiner. 1 / 100.




M U S İ B E T

M U S İ B E T

Kur’an-ı Kerim açısından meseleye baktığımızda;musibetleri değerlendirirken;evvela musibetler bir imtihan vesilesidir.[1] Yani insanlar denenmektedirler.

İnsana düşen ise, bunlara karşı sabırdır.[2]

Bu musibetler insanın kendinden yani kendi eliyle davet ettiği bir davetiyedir.[3]

Yani Allah’a isyanı,emirlerinden yüz çevirmesi bunun en büyük amilidir.[4]

Nitekim kafirler,kendilerine musibet gelmesi anında dua edip Allah’a sığınırken,geçince unuturlar.[5]

Ve bununla beraber;nimet verilince yüz çevirir,musibet verilince ümitsiz olur. Nankörlükte bulunur.[6]

Ve böylece Allah insanlara musibeti,insanların küfürden imana dönmelerini sağlamak içindir.[7]

Madem musibeti veren O’dur ve O’nun takdiriyledir,[8] O’ndan gelen musibeti,yine O’ndan başka giderecek yoktur.[9]

Yani ağlatan da O’dur,güldüren de…[10]

Keffâret-üz Zünub olup,günahların silinmesine vesile olan musibetler,[11] iyiliklerin,iyi insanların çoğalması ve onların hürmetine zail olur ve uzaklaşır.[12]

Âyette:”Kelime-i Tayyibe,güzel kelimeler (İman ve salih amelden çıkan) O’na (doğru) çıkar ve yükselir.”[13] Ve bu arada küfür gibi kötü kelimeler de ağırlıklarıyla beraber çıkmaya çalışır. Yukarıda hangisi hangisine galebe ederse,aynı durum yer yüzüne akseder.

Yani;iyi kelimelerin çokluğuyla,galebesi anında yeryüzünde huzur ve asayiş görünürken;kötü kelimelerin iyi kelimelere galebesinde de yeryüzünde anarşi,fitne,fesad baş gösterip,kötüler iyilere hükmeder.

Netice olarak musibetler:

1)Günahları temizlemek içindir.

2)İmtihan ve denemek içindir.

3)İleride gelebilecek daha büyük bir musibetin gelmesini önlemek içindir.

4)İşlenilen günahlar sebebiyledir.

5)Sevab kazandırmak içindir.

Gelen her türlü hastalık,açlık,zelzele,taun,veba,savaş gibi musibetler bir hikmete mebnidir,tesadüfi değildir.

Su ve sabun temizlediği gibi,musibet de yıkamak ve temizlemek,aklayıp paklamak içindir.

Bu durumda yapılacak, acı meyveden daha acı olan sabırla mukabele etmektir. Sabır üçtür:1)Musibetlere karşı sabır. 2) İtaat da sabır göstermek 3) İbadet de devam ile sabır göstermektir.[14]

24-1-1995

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bakara.155,214,Al-i İmran.186.

[2] Bakara.155-17,Al-i İmran.186,Hadid.22-23.

[3] Nisa.79,Şura.30,48.

[4] Maide.49,A’raf.94-96.

[5] Yunus.12,22-23,Nahl.53-55.

[6] İsra.83,Rum.51.

[7] Secde.20-21.

[8] Teğabün.11.

[9] En’am.17,Yunus.107.

[10] Necm.43.

[11] Şura.30.

[12] Bakara.251.

[13] Fatır.10.

[14] Mektubat. B.Said Nursi.sh.259,bak. Tefsir-i Kebir. Fahreddin-i Razi. Terc.Heyet.1 / 142.




KİM MECNUN ?

KİM MECNUN ?

“Küllün-nas-i alâ kaderi ukûlihim” yani “ Her insan aklı miktarınca mecnun yani delidir.”

Mecnun;kelime itibariyle,aklı örtülü olan,perdelenen anlamınadır. Her insanda,aklının örtülmesi nisbetinde bir delilik veya delilik emaresi var ve taşımaktadır. Nitekim en ciddi görünen bir insanın bir anlık da olsa,şaka yollu da olsa delice bir hareket içerisinde olması az olmayan vakıalardandır.

Bazen insan düşünüyor;mecnun mu deli? Yoksa deli mi mecnun? Nitekim deli olanın aklı kapalı iken,bazen de olsa bizlerin hem aklı,hem de gözümüz kapalı olmuyor mu? En azından göz yumulmuyor mu?

Deli aklını tek noktaya tahsis etmekte ve delilikle değerlendirilir iken;bizler aklımızı dağıtır,çok noktalara tahsis etmekle adeta aklımızı kaçırır,onu kaybederiz. Aklın ağırlığı altında kalır,eziliriz. Adeta akıl çözen değil,problem üreten durumuna gelir.

Anlatılır ya… Bir memleketteki sudan içen insanlar deli olurlar. Geriye padişahla veziri kalır. O deliler içerisinde adeta onlar deli olur,çıldırırlar.

Bu durumda kim akıllıdır? Kime ve neye göre?

Deliler çarşısında iki akıllı adam! Kimdir mu’teber? Kime edilir i’tibar? Adeta akıl başlarına bela olur. Onlara göre deli olan akıllılıklarını yürütemeyince ne yapmaları gerektiğini soran padişaha vezir şu aklı ve akıllılığı verir. Daha doğrusu aklını alır.

Padişahım! Biz de içelim,kurtulalım.

Zira içmemek onlar için bir eziyet ve delilik olur. İçerler ve gerçekten de rahatlarlar. Aklı delilikte bulurlar.

Akıl;Hakkı ve yaradanını bulmaya yarayan bir alet iken,bu gün güzelliklerle beraber tüm kötülükler aklın neticesi veya akıllı geçinenlerin işi!. Akıl yönünü şaşırırsa,en büyük nimet iken,en korkunç nıkmet ve azab olur.

Sorumluluk ve yükümlülük akılla başlar. O bir emanettir.

“ Aklı olmayanın dini yoktur.”hadisince,Allah-a karşı şerefli bir kul olmanın yolu,akıl-dan ve akıllı olmadan geçer.

Cennet akılıların yurdu,Arasat aklı olmayanların mekanı,Cehennem ise akılsızlığın ve akılsızların akılsızlıklarının sonucudur.

Bu nasıl akıllılıktır ki;kendisine tapmada hiçbir fayda veya zarar vermeyen bir buzağıyı ilah edinmek ve ona tapmak?[1]

Hz. İbrahim-de:” Babacığım,işitmez,görmez,sana faydası olmaz şeylere niçin tapıyorsun?”[2] 16 – 6- 1998

DELİ İSO ( İSMAİL ) DELİ Mİ, VELİ Mİ?

Deli olarak bilinen bu şahsın işte iki özelliği; Bir gün yeni bir lastik ayakkabı giymiş,oysa yalın ayak gezmekte. Karda kışda yalın ayak gezer,bir şeyde olmazdı. Bir gün Tut-lu Habibe,sen Kado-nun mezarını biliyon mu? Hele gidelim,diyor. Orada ne yapıyor,ne ediyor,bir haber vermedi? Sümerbankdaki bekçi Ali ile beraber,Kado-nun mezarının başına vardıklarında kendi gibi olan,onun kabrinin başında; La Kado,yerin iyi mi,sıhhatin nasıl? Sonra da,hadi gidelim Kado-nun yeri rahatmış,deyip yola çıkıyorlar. O sırada yolda ayağındaki başkasının kendisine almış olduğu yeni lastik ayakkabıları yan yana düzgün olarak çıkarıb koyunca yanındakiler,niye çıkardığını sorduklarında İso; La yürüyün,sahibi şimdi gelir,alır. Biraz sonra sırtında çirpilerle ayağı ayakkabısız bir kadın gelip yolda duran lastikleri görünce,biraz durup,onları giyer ve gider. İso-da,hadi gidelim,sahibi geldi,diyerek yollarına devam ederler.

Ölmezden bir gün evvel kendisine,gömleğini ver ki çamaşırını yıkayalım,dediklerinde;

Yav,bende ölecektim. Neyse vereyim. Ben de yarın ölürüm,diyerek veriyor. Ve gerçekten de ertesi günü vefat ediyor. – K A D O ( ABDULKADİR)

İso gibi Adıyaman-da bulunan Kado-da zahiren deli olup,veli hareketleri görülenlerden… Uzunca bir entari giyer,çarşıda gezerdi. Gömlek,kilot gibi şeyler giymezdi. Dolmalı küfte ne kadar olur,dediklerinde;avuç içi kadar derdi. Yok dediklerinde,büyütür,karpuz kadar ve sonuçta ziyaret yeri olan Abuzer Gafar kadar derdi.

– BESNİLİ –

Besnili bir ağanın azab-ı olan bu şahsın ağası bir gün hacca gider. Bu deli!de,onun hanımının yanına geldiğinde bakar ki,hanımı içli köfte yapıyor. Buna da verir. Oda yer.

Biraz sonra gelir,biraz daha varsa,ver de ağama götüreyim,deyince kadın;her halde kendisi doymadı,ağasını bahane ediyor,diyerek bir tabağa koyar,mendile sararak verir.

Hicaz-da arkadaşlarıyla oturan ağasına kabı verir. Ağası açar ki,dolmalı köfte,daha soğumamış bile.. Ağasına ,gelirken kabla,bezi getirmeyi unutma,tenbihinde de bulunur.

Ve döner,ağanın hanımına da emaneti ulaştırdığını,ağasının da kendisine selamının olup,kabı da getireceğini bildirir.

İnanmayıp,şüphesini sürdüren kadın,kim bilir yeyip,tabağı da nerede unuttu,der,ve umursamaz. Ne de olsa delidir!

Ve kocası Hicaz-dan geldiğinde,gönderdiğin köfteyi yedim,işte tabağın,deyince hem kadının hem de adamın şaşkınlığı sürer.

Ağayı Hac-dan geldiğinden dolayı ziyarete gelirler. Ağa deliyi yanına alarak gelenlere;beni değil,onu ziyaret edin,der.

Ancak sır ifşa olmuştur. O zat-da üç gün içerisinde vefat eder.

Sırları keşfeden akıl,sırları keşfedilemiyen akıl.

– R E M O ( RAMAZAN- GÜLOĞLAN )

Adıyaman-da,kab camiinin arkasında bulunan külhanın alt katında yatıp kalkmaktadır.

Kendisi köşker olan sakallı Şükrü devamlı bunu banyoya götürür,iyice yıkar. Ancak o yine de külhana giderdi.

Bir kış günü kar yağarken,yine hamama götürüp kendisini ve gömleğini iyice yıkar,temizlettirir. Siyah gömlekten başka gömlek de giymezdi.

Banyodan çıktıkların da kar yağmaya devam etmektedir. Bunu evine götürür,akşam yemeklerini yer ve yatsı namazından sonra Remo; Kalk beni Gül-hanıma (Kül-han)götür,der.

Oda der;Bak temizlendin,bu gece bur da yat,yarın seni götüreyim.

Oda;Çabuk kalk,beni gül-hanı ma götür,ora boş kalmasın.

Ve gider,o külde yatar. Ve bu çilesini gül-han-ın da doldurarak,bu dünyadan göçer,gider.

Çilehaneler ile tımarhaneler bir birlerinden ayrılmalıdır. Umumu anlaşılmayan bir şeyin hepside reddedilmez,inkar edilmez ve edilmemelidir.

24-12-1999 / MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bkn.Ta-Ha.89.

[2] Meryem.42,A’raf.148,195,Enbiya.66-67, Tefsir-i Kebir. Fahreddin-i Razi.Heyet. 16 / 26.




HÜKMEDEN MAHKUMLAR

HÜKMEDEN MAHKUMLAR

İnsanlık tarihi boyunca inkar edilemeyecek ve kabul edilmesi gereken bir hakikatın;hapishaneler olduğu gayet zahir olarak görülmüş ve de görülmektedir,bundan sonra da görülecektir.

Kur’an-ı Kerim-de Yusuf peygamberin hapishane macerası uzunca anlatılmaktadır.[1]

İmam-ı Azam gibi zatların hayatında önemli bir yer alırken,Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatı tam bir maceralar ve harikalar zinciri olarak kendisini göstermektedir. 28 senelik bir hapishane hayatı..o da zulmen mahkum..suçsuz yere…

Sakın hapishaneler şimdiki çektiği sıkıntıları,onların bedeli olarak çekiyor olmasın? O zatların hürriyetlerini madden kısıtlamanın acı faturasını ve bedelini ödemektedir.

Kur’an umum zaman ve zemini kapsadığından her an tazeliğini muhafaza etmektedir.

Kur’an-ı Kerim’in meseleleri,gündemin meseleleridir,bekleyiniz…

Şu anda hapishaneler hastadır. Ancak hastalık önce dışarıda başlar,hastahane de devam eder ve mezaristanda sonlanır. Hasta olan hapishaneler de bunu yansıtmaktadır. Onların hastalığı dışarıdan kaynaklanan hastalıklardır. O insanların hastalığı dışarıda başlamış idi,daha doğrusu başlatılmış iken bu hastalık devam ettirilmektedir. O halde bunlar için manevi birer reçete yazmak gerekirse,bunları şöylece sıralayabiliriz;

1)Bu insanlar oraya manevi açlıktan mahrum olarak bırakıldıklarından dolayı düşmüşlerdir. Manen ölü ve yaralı idiler. Bir an önce onlara kadrolu İlahiyatçı görevliler tahsis edilmeli. Okulda ders verdikleri gibi orada da ders verilmeli,hapishaneyi bir okula dönüştürmeli.

2)Kur’an-ı Kerim-in bu zamanımıza bakan bir tefsiri bulunan,Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı mahpuslara ekmek ve su gibi muhtaç oldukları bu eserler ve hakikatlar onlara ulaştırılmalıdır. Zira hastalıklar hastalığın ilaçlarıyla tedavi edilirse netice alınmış olur. Bu bir hakikat ve teminat,tecrübelerle sabit bir gerçektir.

3)Asıl mesele mahkumlar içerdeyken onları savunmaktan ziyade,oraya düşmeden önce onlara her hususta yardımcı olmak gerek. Hapishaneye giden yolların kapatılmasa bile,asgariye indirme yollarını bulmak gerek.

4)O insanların manevi alemlerine girmek,maddi alemlerinde önemli yer tutan iş,aş ve eş hususunda yardımcı olmak.

5)Mahkumlara verilen ceza,hayatlarının normal akışını durdurma cezasıdır. Yoksa hayatlarının ortadan kaldırma cezası olmadığına göre,onlar hayata kazandırılmalı,çıktığında ise ıslah olmuş ve bir meslek kazanmış kişi olarak çıkmalıdır.

6)Cezalar caydırıcı olmalı,hapse düşenin hakkı kadar,hayatı alınanın veya hukuku çiğnenenin hakkı da göz önünde bulundurulmalı,engellenmesi için cezalar göstermelik değil,durdurmalıdır. İşte canlı bir örneği;

-Yıllar önce ders için bir hapishaneye derse gittiğimde hırsızlıktan dolayı üç kere içeriye giren bir kişi,dördüncüsünde üç kişiyi daha getiren bu mahkumlarla konuştuktan sonra,vaz geçtiklerini söylediler. Bir daha yapmayacaklarına dair söz verdiler.

Bir hafta sonra tekrar gittiğimde niyetlerinin bozuk olduğunu gardiyanın söylemesi üzerine,işin gerçeğini araştırmak üzere ağızlarını aradım. Sorduğumda bizi kendisine samimi gören bir mahkum aynen şöyle söyledi;

-Bir yeri daha düşünüyoruz,başaralım,başarmayalım son..söz,dediler.

Uzun söze ne hacet,böyle söylenince her şey anlaşılıyor değil mi?

7)Hapishane meseleleri toplumdan ziyade devlet ve mahkum bağlantılı olup,ilk etapta onlar arasında çözülmesi gereken hususlardır. Zira mahkum olan toplum değildir. Ancak şu anda mahkum edilmeye çalışılan toplumdur. Bu da toplumun hapishaneye düşenlere karşı,düşmeden önce görevini yapmamasının bir bedelidir.

8)Mahkumlar hayırda teşvik edilmeli,problemleri müzminleştirmemeli,topluma kazandırılmaya çalışılmalıdır. Mesela;

-Eğitim-öğretim dersleri verilip,üniversite mezuniyetine kadar yardımcı olunmalı. Çıktığında bir intikam alıcı değil,faydalı bir insan olmalı.

-Hafızlığa çalışmaları teşvik edilmeli. Bunlar af edici,bağışlayıcı,suçu düşürücü unsurlar olmalı.

-Ekonominin gelişmesinde onlardan istifade edilmeli. Tüketici değil,üretici insanlar olmalı.

Özetle;çıkmalarını sağlamak çözüm değil,girmelerini engellemek sağlıklı bir çözümdür.

26-7-1996

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bak. Yusuf suresi.




K I Y I M

K I Y I M

İnsanlık tarihinden beri menfi sahada biriken kin ve ğayzların toptan boşalmış olduğu bir asırda bulunmaktayız.

Kıyım ve kıyılmalar da bunların bir tezahürü olarak görülmemektedir.

Bu kıyma olayları iki manada cereyan etmektedir. Biri,maddi alanda,diğeri ise manevi sahada…

Müsbete dair ne varsa imha edilmiş ve halen de edilmeye devam etmektedir. çeşitli bir şekilde havadan ve sudan bahaneler ile insanımıza,onlar içerisinde kadın,ihtiyar,çocuk,hasta demeden hepsi aynı muameleye maruz bırakılmaktadır. Vahşetlere denk,vahşi canavarlara dahi rahmet okutturacak şu kıyımlara bakınız ki;Annenin gözü önünde çocuğu kıyma makinasında kıyma yapılıyor,zorla anneye yediriliyor.

Hiçbir asrın görmediği tam bir vahşet…

Şeytanları bile geride bırakacak son dereke ve çukur…

Son asrın,son dev firavunları… Fir’avun ve fir’avuncukların yapamadığı,fazlasıyla bu asırda yapılmakta,insanlara kıyılmaktadır.

Teker teker kıyımlar az görüldüğünden toplu kıyımlara gidilmekte,kurşun harcama yoluna da baş vurmadan toptan yakarak veya diri diri gömerek öldürme yolu seçilmektedir.

Toplu kıyımlar… Dünya tam bir kan gölü haline kan içici hunharlarca getirilmektedir.

Kıymalarda organlar teker teker kıyılmakta,insanlara acı çektirmekten zevk alınmaktadır.

Tüm dünya,insanlığın hayatı ve refahı için değil de,helaki için çabalamaktadır.

İnsanların bunca öldürülmeleri az görülmüş olacak ki,işi başından kurutmak amacıyla doğum kontrolü adıyla,kürtaj uygulamalarıyla kıyım daha da dehşetle uygulanıyor.

Bu çocuklar daha bu dünyaya gelip gözlerini açmadan kapatılma yoluna gidilmekte,nüfusların yokluğu yoluyla nüfuzlar arttırılmaktadır. Fir’avun Musa’nın doğuşunu engellemek için erkek çocuklarını kestirmekten daha dehşet-engiz bir yol takib edilmekte,duygular ve değerler dumura uğratılmaktadır.

Dünya cennetliklere cehennem haline getirilmektedir. Böylece bu insanların dünyası yok edilmektedir.

Bunlar dünyalarını kaybedenler,sadece sonlu ve sınırlı kıyımlar…

Ya sonsuz ve ebedi kıyımlar…

Bunlar için yapılanlar ise;iman ve inançtaki kıyımlardır. İnsanların dinlerine ve inançlarına kıyma olayı. Tarihlerini ve değerlerini yitirme. Ve işin en tehlikeli tarafı inkar ettirmekle kalınmayıp yanlışlar doğru olarak kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Tam bir kayıp ve kıyım…

İşte kıyımların bir bölümü:

-İnsanları kıymak için yapılan yanlış kanunlarla toplu kıyımlar… Manevi bir esaret altına alarak,susturarak ve konuşturmadan ezmek.

-Gülünç bahanelerle kıymalar. Giyinsen ne olur,giyinmesen ne olur? Şapka kanunuyla insanlara kıymalar. Evlerinden alarak asmalar.

-Takke takmanın yasaklandığı,Kur’an okumanın engellendiği,dini kitapların varlığının söz konusu olmadığı,ezanın asırlardır devam eden asliyetinden değiştirilip vahim neticelere maruz bırakıldığı,dinin dünyaya feda edildiği,maddenin manaya tercih edildiği,dinin hayattan tecrid edilmeye çalışıldığı kıyımlar asrında yaşamaktayız.

Asır kıyamlar ve kıyılanlar asrıdır. Beklenilen ve korkulan asır.

MEHMET ÖZÇELİK




KİM KİMDE ?

KİM KİMDE ?

Evet,kim kimde? İnsan mı dünyanın içinde,yoksa dünya mı insanın içinde bulunmaktadır? Belki de her ikisi?

Maddi-manevi duygularıyla insan tam bir madde ve dünya haine gelmiş… Herkesin ağzında dünya. Herkes maddeyi konuşuyor. Manadan bir eser yok…

Zahiren dünyada yaşıyoruz. Ancak maddenin bizdeki galebesiyle,madde ve dünya kendi iç alemimizde büyük bir yer tutmuş Hiç çıkmıyor. Belki de mana pek girmiyor?

İki-üç kişi bir araya geldi mi,hemen maddeye birincilik ve öncelik veriliyor. Sonuna kadar onunla devam eden sohbet,neticede yine onunla sonlanıyor.

Böylece o sohbeti ebedileştirecek,ebede ve sonsuz hayata aid bir değer kılacak bir söz olmadığından,sohbette buraya münhasır ve burada kalıyor,kıymetsizleşiyor. Neticede,hayatta neticesiz ve geçici bir hayattan ibaret kalmış oluyor.

Oysa bu sohbetimizi ebedileştirebiliriz. Sonsuz meyveler ve neticeler verdirebiliriz. Sohbete imandan ve Kur’an-dan bir renk ve güzellik katarak…

Zira bizler bu dünyanın malı değiliz. Buradakileri de o ebedi aleme götürecek de değiliz. Çünkü buranın silik parası,o sonsuzluk yurdunda geçmez.

Kendi memleketinden kalkıp başka bir devlete giden bir insan,oraya aid olan –Riyal-Mark-Dolar- gibi paraları yanına alıp kullanması gerekiyorsa,aksi takdirde mağdur kalacaktır. Öyle de;ahiret yolunun yolcusu olan insanında ebedi aleme aid geçer bir akçeyle gitmesi bir çok işlerini kolaylaştıracak,rahat ettirecektir.

Dünyanın maaşı,enflasyonu,zammı,fiyatları orada yoktur. Bütün bunlar hep kabir kapısına kadardır. Orada biter ve söner.

Ebede namzed olan insan,ebedi şeylerle meşgul olmalıdır. Kıymeti de onu gerektirmektedir. Layık olan da budur.

Çocuk gibi,bir müddet sonra kırılacak ve bozulacak olan şeylere,oyuncaklara kalb bağlanır ise,ulvi ve yüce şeyler hep gerilerde kalacaktır. Duygu ve kabiliyetler de sönecektir.

Genelde;büyük insanlar bir ataya geldiklerinde,büyük şeylerden konuşurlar. Küçük şeylerle pek meşgul olmazlar. Ancak küçüklere baktığımızda küçük ve kıymetsiz şeylerin talebindedirler.

İnsanlar nasıl düşünür,konuşurlarsa;öyle de yaşarlar. Nasıl yaşarlarsa,öyle de ölürler. Nasıl ölürlerse,öyle de dirilirler ve haşrolurlar.

Varsın dünyanın malı ahirete gölge olmasın,burada kalıb,oraya manası gitsin.

Bana seni gerek,seni,demeli…Leyla’dan önce Mevla’yı bulmalı. Yunus misal:Ballar balını buldum. Kovanım yağma olsun.

İbrahim (AS) vâri:”Sönüp giden,yok olup kaybolan şeyleri sevmem.”[1]

Dünya ve içindekiler dünya kasasında kalsın,kalb kesesine konulmasın.

“Biz Allah içiniz ve O’na döneceğiz.”[2]

Hadis-de:”Dünya,yurdu olmayanın yurdu,malı olmayanın malı ve aklı olmayanın topladığı şeydir.”

-“Kim dünyayı severse ahiretine zarar verir. Kim ahiretini severse dünyasına zarar vermiş olur. Bâki olanı fâni olana tercih ediniz.”[3]

20-12-1994

MEHMET ÖZÇELİK

[1] En’am.76.

[2] Bakara.156.

[3] İbni Kesir Muhtasarı. (Arapça) 3 / 631.




K A N

– K A N

İnsanlık tarihi ilk kanını Kâbil-in Hâbil-i öldürmesiyle[1] başlatmış ve akıtmış,tarih boyunca akan ve akıtılan bu kan,hala zamanımıza kadar da devam edip,süre gelmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de kan (dem) doğrudan on ayette[2] geçmektedir.

İnsanlığın yaratılışında meleklerin İstifsar yani açıklanmasını isteme babında Cenâb-ı Hakka karşı ilk ifadeleri ibret-amizdir=

“Hatırla ki Rabbin meleklere:Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım,dedi. Onlar=Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken,yeryüzünde fesat çıkaracak,orada KAN dökecek insanı mı halife kılıyorsun?dediler. Allah’da onlara:Sizin bilemeyeceğinizi her halde ben bilirim,dedi.”[3]

Kan görme,kan akıtma bu bir insan tabiatının fıtri bir halidir. Ancak her şeyde olduğu gibi,bunda da iyiye,hayra ve doğruya yönlendirmek gerekmektedir.

Nitekim bir şeydeki helal veya haramlık;o şeydeki emir veya nehye bakar. Allah emreder iyi olur,nehyeder şer ve kötü olur. İllet ve sebep budur ve Hak-dandır.

Allah’ın izni ve rızasına göre hüküm almakta ve verilmektedir.

Mesela;yemek helal iken,yasaklanmış veya başkasına aid ise haram olmaktadır.

Domuz,kan,leş,Allah’dan başkası adına kesilen haram iken,mecellede ki hüküm gereğince”Zaruretler haramı helal kılar-bu durumda haddi aşmadan,doymadan yenilmesinde günah yoktur.[4]

Evlilik helal iken,zina haram kılınmıştır.[5]

Adam öldürüp,kan akıtmak haram iken[6],Allah yolunda cihad etmek helal kılınmıştır.[7]

Hayvana eziyet haram iken,Allah için kurbanlık bir hayvanın kanını akıtmak helal kılınmıştır.

Ve bir kurban Allah için kesilirken helal,O’nun ğayrı,putlar adına[8] veya besmelesiz kesilen[9] hayvanlar haram kılınmıştır.

Kadındaki kan yani ay hali (hayız)onlar için bir eziyettir.[10] Temizlenmek eziyetten kurtulmadır.

Abdeste mani olan kadın akması,elbise de bulunması halinde de namaza manidir.

İnsanın içerisinde duran kan hayata hayat katar iken,akması halinde hayatı tüketmekte,çalışan organları çalışmaz hale getirmektedir.

Tarih boyunca hayata ve insanlığa düşman olanlar,sürekli kan akıtmakla hayat bulacaklarını sanmışlardır. Yüz binler bir çırpıda öldürülürken,zulüm binaları onların üzerine kurulmuş,neticede de âbad olmadan kendileri de berbad olarak bu dünyadan göçüp gitmişlerdir.

Ne insanlar kana doymuş,ne de dünya…

Kan içenler,kana susamış kansızlar olarak tarihe geçmiş,silinmez bir kan lekesi halinde kalmışlardır.

Kan kendi içinde güzeldir,dışa akmadıkça…

Balık suda hayat bulduğu gibi,sudan çıkmadıkça…

10-3-1998

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Maide.27-32,bkn.Konularına göre K.Kerim Fihristi. N.Yüksel.sh.263.

[2] Bakara.30,84,173,Maide.3,En’am.145,A’raf.133,Yusuf.18,Nahl.66,115,Hac.37,bkn.Mu’cemul Müfehres.M.F.Abdulbaki.sh.261.

[3] Bakara.30.

[4] Bakara.173,Maide.3,En’am.145,Nahl.115.

[5] İsra.32,Nur.30-31,Furkan.68.

[6] Furkan.68.

[7] Nisa.95-96,Enfal.72,Tevbe.19-20,41,44,Furkan.52,Hac.78,Hucurat.15.

[8] Maide.3.

[9] En’am.121.

[10] Bakara.222.




KILIÇ KUŞANANIN , AT BİNENİN , SİYASET SİYASETİ YAPANINDIR

KILIÇ KUŞANANIN , AT BİNENİN , SİYASET SİYASETİ YAPANINDIR

Vasıtanın önemi veya önemsizliği,kullanana göre şekillenmekte ve kıymet almaktadır.

Vasıta ve vesile,ancak vasıta ve vesiledir. Vesilelikten öte bir kıymeti yoktur.

Bir silah,bir bıçak,bir ateş v.s.,araçlar yönlendirenin yönlendirmesiyle yönlenirler.

Siyasette bir vasıtadır.

Siyasetçiye göre siyaset yönlenir.

Siyaset,iyi bir idare ve sevk aracı iken,kötü bir siyasetçinin elinde menfur bir alet olur.

Düşmanın elindeki bir ateş tüm dünyayı yakıp,herkesi ağlatırken,dostun elinde,her şeyi pişiren,ısıtan sıcak bir alet olup,herkesi güldürür.

Güldürme ve ağlatma,onu yapana göredir.

Oldurma,öldürme ve de sildirme,onu uygulayana göredir.

Kılıcı kuşanan kim? Kim kuşandı?

Ata binen kim ? Kim bindi ata?

Siyaseti yapan kim? Kim yapmakta siyaseti?

Takdirle mukadder…

21-4-1998

MEHMET ÖZÇELİK




KANSER VE SEBEBLERİ

KANSER VE SEBEBLERİ

Erişkin olan bir insanda takriben 50 trilyon hücre bulunmaktadır. Hayat tek bir hücre ile başlar. Büyüme tamamlanıncaya kadar milyonlarca defa bölünme gerçekleşir. Bölünme,lalettayin bir bölünme olmayıp,mükemmel bir sistemle kontrol edilir. Büyüme tamamlandıktan sonra da bölünme devam eder. Bu ise yavaş yavaş olup,ölen ve zedelenen hücrelerin yerini almak içindir.

Kanser ise bu sistemin bozulmasıdır.

Cenâb-ı Hak geçmiş ümmetleri çeşitli cezalar ile cezalandırmış,ağır imtihanlarla,ince elekten eler gibi elemiştir.

Bizlerde bunlardan nasibimizi çeşitli şekillerde almaktayız.

Bazen ibret,bazen ders,bazen ceza,bazen kaza,bazen keffâret,bazen de lütuf ve kahrın değişik tecellileriyle görmekteyiz.

Netice;su-i istimalimizin bir neticesidir.

Vücuttaki fiziki yapının dengesindeki bozukluk,manen ve moralmen çökmüşlük kanser illetini öldürücü kılmaktadır.

Muhtelif şekilleri olan kanserin tedavisinde üç metot tavsiye edilir=1)İlaç 2)Işın 3)Neşter.[1]

Şu bir gerçektir ki;kanserde en müessir bir tedavi yöntemi;onu İmanla yenmek,İmanın tezahürü olan sevgiyle izale etmek,bitkisel ilaçlarla,sebze ve meyve gibi yiyeceklerle tedavisine çalışmak.

Kendisine,İngiliz doktorların Londra hastanesinde 40 gün ömür biçmelerine rağmen birkaç yıl yaşayan Bediüzzamanın avukatlarından Bekir Berk’e”İngiliz doktorlar;seni,bizim ilaçlarımız değil,sana yapılan dualar kurtardı dedi”diye nakleder.

Bu konuda doktorlarımızdan Dr.S.Saygılı;”Dua,kanseri tedavide önemli bir faktördür.”

Prof. Dr.U.Derman:”Moral gücü ve inancın kanser gibi uzun süreli bir hastalığın iyileşmesinde bir ölçüde etkisi vardır.”

Prof. Dr. A.Songar:”Nice tedavisi mümkün olmayan hasta Allah’a bağlanarak,tevekkül ederek kurtulmuştur.”

Prof. Dr. S.Yalçın:”inanmaya bağlı “şifa”olaylarının sayısız örnekleri vardır.”

Doç. Dr. M. Çakmak:”Kansere yakalanıp sevgiyle iyi olan bir genç kız vardı. Yıllar geçti,evlendi ve çocuğu bile oldu.”[2]

Bitkisel tedavinin de kanseri yenmede önemli bir rolü olduğu da gerçek ve tecrübe edilmiş bir vakıadır.

Prof. A. Songar:”Çörek otu,susam ve bal gibi vitaminlerle immün (bağışıklık)sistemi geliştirilerek akciğer kanserini yenen ilim adamları var.”der.[3]

Kansere sebep olan vücuttaki bu anarşiyi,dengesizlik ve sağlıksızlığı uygulamada yapılacak en iyi yöntem;anarşiyi durdurup,emniyeti sağlamak,dengeli beslenme ve sağlıklı bir hayatı temin ile olacaktır.

Tavsiye edilen ve edilecek olan bitkiler ise;Isırgan otu,yılan otu,zakkum,porsuk bitkisi,kum zambağı,çörek otu,çiriş otu,merkep hıyarı,kaplumbağa kabuğu tozu,incir ve kuşburnu..”[4]

Özellikle karabaş balı veya karabaş otu,değil sadece kansere aynı zamanda bir çok hastalığa,özellikle damar açıcı olarak tedavide kullanılmıştır. Çünki bir çok hastalığın sebeplerinin başında,damar tıkanıklığı gelmektedir.

Mübalağa gibi görülse de;ölüm hariç her derde deva olabilecek nitelikte bir bitkidir Karabaş Balı.

Zaten bütün ilaçlarda bitkilerden yapılmaktadır.

1996 yılının bir yaz günü Bolu/Gerede yol ayırımında inmiş,Gerede’ye gidecektim. Yolu kesin tesbit etmek için tarlada çalışan kadınlı-erkekli otuzdan fazla insan vardı. Birisine ne yapmakta olduklarını sorduğumda;bana şunları anlattı:

“Biz her sene gelir bu –Lacivert renkli- otlardan ve başkada bulunan değişik otlardan toplar,patrona kilo karşılığı veririz. Oda bunları bir Alman eczacılık firmasına satar.

Patronumuz birkaç kamyon dolu bu çiçeklerden gönderdi ve biz de bir müddet daha toplamaya devam edeceğiz.”

Evet,bizim itibar etmeyip belki ihmal ettiğimiz bir uygulamayı başka devletler,uzaktan gelerek bizatihi uygulamaktadırlar.

Yemeyenin malını yerler.

“Ülkemizde ham maddesi bitki olan halihazırda 122 ilaç bulunmaktadır. Tedavi maksadıyla ise 500-den fazla bitki türü kullanılmaktadır. Dünyada bu gayeyle kullanılan şifalı bitki sayısı 20.000-i aşmaktadır.”[5]

Toplamayanın malını da böyle toplarlar.

Sebze ve meyvelerin de önemli çapta önleyici ve frenleyici özellikleri vardır.Bunlar;Lahana,kabak,şeftali,çilek,domates,mısır,havuç,portakal ve diğerleri…[6]

Derdi veren Allah,dermanı da vermiştir. Yeter ki aransın!

Nitekim bizde,kanseri tedavi edebileceğini söyleyip,adeta yüz bulamayarak azarlanan Dr. Ziya Özel’e,batı kucak açtı,onu davet edip,her türlü kolaylığı gösterecekleri garantisini de verdiler. Biz hakkını vermezken…

Doktorunun kıymetini bilmeyen,ölsün!

Kansere sebep olan faktörler içerisinde;Sigara,alkol,deterjanlar,kozmotik ilaçlar,sun’i gübreler,zira-i ilaçlar,nitrikli yiyecekler,radyoaktif maddeler,virüsler,stress-şehir hayatının gürültüsü,kimyasal organik maddeler,boyalı şekerler,izolasyonlu evler,kanser yapıcı genler,bacalardan çıkan isler,kızartmalar,kanser ilaçları,eksoz gazları.[7]

Tedbirleri konusunda ise;Sekiz saat çalışın.Sekiz saat dinlenin.Sekiz saat uyuyun.Her sabah bir duş alın.Her gün A,C ve E vitaminli besinler alın. Alkol içmeyin.Sigara içmeyin.Bir öğünde fazla yemeyin. Israrla aynı şeyi yemeyin. Kızartmalar yemeyin.[8]

İbni Sina-nın:”tıbb ilmini iki kelimede topladım.”sözünün hakikatı bir kez daha görülmektedir;

1)Yediğin zaman az ye. Yedikten sonra 4-5 saat ara ile daha yeme. Çünki şifa hazımdadır.

2)Konuştuğun zaman az konuş. Sözün güzelliği kısalığındadır.

Çaresi bulunabilecek olan kansere karşı,çaresi olmayan,çaresizlerin tek çaresi olan ölüm hakikatı,her an kendini hatırlatmaktadır.

Özellikle ve özellikle deterjanın temizleyici özelliği nazara verilirken;onda bulunan bileşik maddelerin çevredeki mikroorganizmalar tarafından parçalanamamasıyla;hem çevreyi kirletmekte,hem de kansere neden olmaktadır.[9]

Fıtri güzelliğini göremeyen insanların özellikle bayanların,sun’i güzellik sevdasından dolayı kozmetik kullanımı da hem allerjilere,hem de kansere yol açan faktörlerdendir.

Gıdaların saklanmasında kullanılan plastik kablarında,karışık maddelerin gıdalara geçmesi suretiyle kansere neden olduğu da ifade edilir.

Özellikle domuz margarin yağlarının da kanser riskinde rol oynadığı unutulmamalıdır. Onun yerine sıvı yağlar tercih edilmelidir.

Her yönüyle sağlığı koruyan İslamiyet;getirdiği önleyici tedbirler,yaptığı tavsiyeler ile sağlıklı bir hayatı temin etmektedir.

Nitekim;sünnet olma sünneti ile penis kanseri olma riskini azaltmaktadır.

Ayette:” Çocukların iki yıl emzirilmeleri[10] tavsiyesi ile[11]ilmi bir hakikatı ortaya koyarak,bir yandan çocuklardaki ölüm riskini azaltmakta,diğer yandan da beyni ve tüm vücudu beslemektedir.

En büyük ve en sağlıklı insaniyet,İslâmiyet iledir.

11-4-1998

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bkn.Türkiye gaz.1-3-1991.

[2] Agg.25-2-1991.

[3] Agg.24-2-1991.

[4] Agg.28-2-1991.

[5] Sızıntı der.Temmuz.1996.sh.257.

[6] Agg.26-2-1991.

[7] Agg.27-2-1991.

[8] Agg.1-3-1991.

[9] Bkn.Vakit gaz.27-3-1994.

[10] Bakara.233,Lokman.14,Ahkaf.15.

[11] Bak.zaman gaz.24-12-1994.




KAHVENİN HATIRI KALMADI

KAHVENİN HATIRI KALMADI

Aslında kahve kalmadı. Çünki babalar onu eve almazken,evlerde de aldıracak kalmadı.

Kahve hatırdır. Hatır gitti! Hiç kahve durur mu? Hatırın olmadığı yerde,kahve kalır mı? Hiç duru mu?

Hatır ve hatıraların yad-ı olmalı,ya-da gelmeli. Tâ ki adı olmalı,kendi kalmalı…

Toplum hafızasını kaybetmiş. Bir kısmı rafa kaldırmış,kimisinin de arşivde saklı…

Hafıza kayıb,hatır kayıb,elbette kahveye ise;kalmak ayıb…

Acı kahvenin tatlı hatırasının yerini bugün,zehirli,isli,pis sigara almış. Onda ise,hatır değil,çifteli katır nalları kalmış…

Sıcak gibi görünen ikram içinde,soğuk bir isyan üfürülmektedir.

İsyan ve onu takibeden nisyan bulutları ufkumuzu kaplamış. Daha doğrusu kapamış,kapatmış…

Bizi bizden koparmış. Değerlerimizi aparmış. Meçhullere doğru fırlatmış. Her şeyimiz meçhullerde. Mazide de kalmamış.

Kahvede,kahvemiz de bundan nasibini almış.

Kahve,âah-sız dünyanın içeceği..

Bugün kahve kalmadı,yerini aah-lar aldı.

-Kahve-i rûh-i siyahım şifâ verir bedene.

Mevlam rahmet eylemesin tütün icad edene.

Tütüne murdar demeyin,onu içen âr eder.

Tütünü necasete atmayın,necaseti murdar eder.

İşte müsebbiblerinden bir kaçı;Artık daveti terslemiş,adavete icabet etmişiz.

Neticesi tatlı olan acıları bırakmış,yerini öcülere terk etmişiz.

Dünyaya öcüler hakim,öncüler gittiğinden beri…

Ufuklarla ve ufuklarda değil,ufaklarla meşgulüz. Çünki ya ufkumuzu kaybetmişiz,yada dar…

7-12-1997

MEHMET ÖZÇELİK




ŞERRE KARŞI BİLE İYİLİK İYİLİK GETİRİR

ŞERRE KARŞI BİLE İYİLİK İYİLİK GETİRİR

Adıyaman-ın eşraf ve tüccarlarından Muhammet Ali Özçelik ticaret için,kumaş almak üzere Gazianteb ve Halebe gider,mal alırdı.

Yine bir gün G. Antebe gitmiş,her zaman kalmış olduğu Arpacı Ali-nin hanına yerleşmişti.

Han ise;alt katı hayvanlar için,üst katı da otel olarak kullanılıyordu.

Gece yatmak üzere odasına çekilmiş,uykuya dalmak üzere idi. Birden bir elin kemerinde dolaştığını fark etti. Üzerine atlayıb yakaladığı adamın kulağı eline gelmişti.

Bu genç birisi idi. Kendisine yalvarıp yakarıyor,bırakmasını istiyordu. Borcunun çok olup,otelciye bile veremediği parasından dolayı yatağına el koyup,bunu bir ihtiyaçtan dolayı yaptığını söylüyordu.

Bu yalvarışa fazla dayanamayıp o gence acıdı,bununla da kalmayıp sabah olunca otelde bulunan Adıyamanlı hemşerilerinden topladığı paralarla da hem gencin borçlarını ödedi,hem de ona harçlık verdi.

Durumu kendisine ilettiği otelci de insafa gelmiş,onların yaptığı civanmertliğe kendiside yatağı vererek,borçlarını da silmekle katkıda bulunmuştu.

Yıllar yılları kovaladı. Öyle ki aradan tam yedi yıl geçmişti. Yedi arkadaşıyla Halebe gitmiş,mal alarak geri dönmek üzere yola çıkmışlardı.

Bir müddet sonra yolda kendisiyle beraber arkadaşlarını eşkiyâlar sarmış,mallarını almaya koyulmuşlardı. Tam bu sırada ileriden gelen –durun-sesiyle herkes durmuş,kendileri de şaşkın bir şekilde bekleşmeye ve başlarına gelecekleri korku ve dehşet ile

düşünmeye başlamışlardı.

Eşkıya grubunun reisi olduğu anlaşılan bu şahıs kendisinin önüne gelerek hürmet ve saygı gösteriyordu.

Bu da ne idi? Azar ve tekdir yerine,bu taltifler?

Çölün ortasında,eşkiyâların arasında bulunan bu şahıs da kim di? Kendisi gibi,hiç kimse de bir şey anlamış değildi?

Neticede reis olan o kimse kendisini açıklamış minnetini dile getirmişti;ta yedi yıl önce kendisine otelde iyilikte bulunmuş olduğu o genç hırsız idi.

Yeme,içme,kalma gibi her türlü ikramda bulunan bu şahış,G. Antep sınırına kadar getirdiği bu tüccarlara adeta bir siyânet,koruyucu melek muamelesi yapmış,memnun ederek onları uğurlamıştı.

Yedi yıl önce yapılan iyilik,iyilik getirmiş,hem malları,belki de canları korunmuştu.

05 09 1999

MEHMET ÖZÇELİK




G A F L E T

G A F L E T

Âyette:”Kendi kendine yalvararak ve ürpererek,yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini an. Gafillerden olma.”[1]

Gaflet,bulut anlamına olup,kalbin üstünü örterek bulutlamasından bu ad verilmiştir.

Bir kâfir için küfrü ne ise,bir mü’min için de gaflet ve sefaheti odur. O derece mü’mine zarar verir.

Demiri eritmede pasın rolü ne ise,iman için de günah ve gafletin rolü öyledir.

Zira;”Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse,kurt değil,belki küçük bir manevi yılan olarak kalbi ısırıyor.”[2] O günah,büyük bir canavar olup,sahibini yutar. Dünya ve ahiretini mahveder.

Gafleti izale edecek olan Allah’ı zikir,onu hatırlama ve anmadır. Tersi yönüyle,gafleti besleyen Allah’ı unutmadır.

Âyette:”Allah kimin gönlünü İslâma açmışsa o,Rabbinden bir nur üzerinde değil midir? Allah’ı anmak hususunda kalbleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler.”[3]

“Kim Rahmanı zikretmekten gafil olursa,yanından ayrılmayan bir şeytanı musallat ederiz.”[4]

Hadisde de:”Şurası muhakkak ki,bazen kalbime gaflet çöker. Ancak ben Allah’a günde yüz sefer istiğfar eder.(affımı dilerim.)”[5]

İstiğfar günahı gerektirir. Bu vesile ile gaflete yardım eden en büyük amil gaflettir. Bediüzzamanın ifadesiyle:”Günah kalbe işleyip siyahlandıra siyahlandıra ta nuru imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor.”[6]

Peygamberimizin istiğfarı;devamlı terakki ve yükselişi ifade manasında denilmiştir. Yani onun iki gününün eşit olmayıp,ibadet ve taatte bir sonraki gününün,bir önceki gününden daha üstün oluşundan ileri gelir.

Kadı Iyaz ve İbnul Esir bunu şöyle anlatır:”(örtüden)maksad;Rasulullahın şe’ni olan mütemadi zikrine giren fasılalardır. Her hangi bir iş sebebiyle,bu zikrine fasıla girdi mi,bunu bir günah addeder,arkadan istiğfarda bulunurdu.”der.

Bu bir nevi ibadet,tazim ve şükür anlamınadır istiğfar. Ve”Tıpkı göz kapağı gibi”Göze gelen çöpü atmak üzere onu bir an için kapar. Bu,zahirde görmeyi engellerse de,hakikatta görmeye kemal getirir.” [7]

Yaz zamanı gaflet zamanıdır. Sefâhetin ve fuhşun kol gezdiği bir andır. Günahların insana fazlaca hücum ettiği vakitlerdir. Yaz zamanı adeta cennet kapılarının kapanıp,cehennem kapılarının açıldığı aylardır.

Sakınıla… Korunula… Kaçınıla…

Gerek sefâhet ve kötülüklere ve günahlara karşı en önemli tesirlerden birisi de Kur’an-ın okunması,öğrenilmesi ve anlaşılmasıdır. onu anlatan hakikatların dinlenilmesidir.

Kur’an kalblere gıda ve saykaldır.

Ölümde gafleti izale eder. Ölümü düşünmek,ölümü anmak…

Ölüm var ölüm,ölünde görün…

Ölümü gören ve bilen bir insan;günahlara ne derece rahatlıkla girebilir?

İçtima-i hayatın her olumsuzluğu gaflete yardım eder,kasavet bulutlarını arttırır.

Allah kâfirleri gafletle ve “yüz çevirici” olarak vasfetmiştir.[8]

MEHMET ÖZÇELİK

[1] A’raf.205.

[2] Lem’alar (Osmanlıca)B.Said Nursi.sh.14.

[3] Zümer.22.

[4] Zuhruf.36.

[5] K.S.7/123.

[6] Lem’alar.age.sh.14.

[7] K.S.7/124.

[8] Enbiya.1.




İ S T İ K A M E T

İ S T İ K A M E T

İstikamet;düzgün,denge,ölçü,istikrar,hidayet,sevgi ve iman gibi kapsamlı

doğruluğu ifade etmektedir.

Kavşak ve virajlarla dolu şu hayatta zikzaksız bir yolu takib etme halidir. Genelde kazalar kavşak ve virajlarda olur. Kazasız bir istikrar burada kendisini gösterir.

İstikameti hayatın her kademesine yayarak,her şeyde bu sicim gibi düzgünlüğü göstermektir. İstikamette esas olan devamlılığı sürdürmektir.

Allah Hz. Musa-ya azmış olan Firavn-a gitmesini,insanın azgın olduğunu,ona ‘Kavli Leyyin- ile [1] yumuşak bir lisanla istikamete çağırmasını emreder. Öyle ki; ümit kesik olsa bile son nefese kadar açık olan fıtrat kapısından dolayı devam eden imtihan süresinde tebliğ etmek o istikameti göstermektir.

Dünyadaki tüm dengesizlikler,zulümler ve feryatlar hep istikametin bozulmasındandır. Hayat istikameti yakalamak üzere vardır. Kur’an ve Sünnet bunun miyarıdır.

İstikamet bir pusuladır. İstikametsiz hayat,pusulasız giden gemi gibidir. Meçhule kalkan bu gemi korku,telaş ve kazaların davetçisidir.

Başarı;istikametten çıkar,müstakim olmanın sonucudur.

Zaman hattı müstakim üzere gitmiyor,bu dalgada istikamet,istikrardır. İstikamet huzurdur,emniyettir.

İstikamet;her şeyde orta yolun takib edilmesidir. İfrat ve tefritten uzak kalmaktır.

Hadisteki:”Şeyyebetni sureti Hud”,’Hud suresi beni ihtiyarlattı’ yani o surede bulunan;”Festakim kema umirte”,[2]’Emrolunduğun üzere dost doğru ol’

En zor ve devamı müşkil olan bu yol Fatiha’daki ‘Sıratı müstakime hidayet’in taleb edildiği yol olan –Nebilerin,Sıddıkların,Şehidlerin ve Salihlerin yolu olan üstün yoldur.

Bu yol her insanın kendi hedefini ve gayesini yakaladığı bir yoldur.

Duada yapılan:” Ve terfeuna biha aksal ğâyat”muhal gibi görülse de,o aksel ğayat,en son olan hedef her insanın kendi aksal gâyatı olup,kabiliyet ve istidadının kabiliyet ve kapasitesi nisbetince gelişip açılmasıdır. Kendisini ve kendi hedefini yakalamasıdır.

Buda Hadiste geçen;”Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu.”,’Kim kendisini bilirse,Rabbisini bilir.’Bu hadis konusunda Muhyiddin-i Arabi:”Her ne kadar muhaddislerin yanında senedi itibariyle sıhhati sabit değilse de,amma keşif yoluyla yanımızda onun sahihliği sabittir.”der.[3]

İnsanların kendi hayatlarındaki farklı hedeflerini yakalamaları gibi,Hz. Âdem-den kıyamete kadar insanlığın maddi ve manevi açıdan kabiliyetlerini öldürmeden ve söndürmeden sürdürmesi,yakalamaya çalışması,liyakatını göstermesidir. Ahiretine ehil olması ve istidat sermayesini yerinde kullanmasıdır.

“Allahümme,innel ayşe ayşul ahireti,Fensuril ensare vel muhacire.”

“Allahım!Muhakkakki hayat,ahiret hayatıdır. Ensar ve muhacire yardım et.”

21-06-2000- MEHMET ÖZÇELİK

[1] Taha.24,43-44,Naziat.17.

[2] Hud.112,Şura.15.

[3] Risale-i Nurun kudsi Kaynakları.A.Badıllı.236,232.




HAPİSHANE OLGUNLUKTUR

HAPİSHANE OLGUNLUKTUR

Bediüzzaman hazretleri hapishaneye ‘Medrese-i Yusûfiye’ yani Yusuf peygamberin medrese ve mektebi der. Ders yeri,terbiye ve olgunlaşma yuvasıdır.

Hz. Âdem ve onun şahsında zürriyeti yani evlatları dünya hapishanesine sırf olgunlaşmak için cennet sarayından dünya hapis ve zindanına indirilmiştir.

Diyebiliriz ki;dünya hapishanesine ve onun hücrelerine girmeyen olgunlaşamaz. İşte anne karnı bir hapishane. .dünya hapishane..iftira ve haksızlığa uğrayıp düşülen hapis,hapishane.. Peygamberler –Yusuf Aleyhisselam gibi),büyükler (Bediüzzaman gibi) hep hapse girmiş..hayatın sıkıntıları ayrı bir hapishane..ruh beden hapishanesinde talim görmekte..cüruf,budak ve fuzûliyatlarını aklamaktadır.

Sıcak ve rahat bir eve göre okullar ve zahmetli üniversite eğitimi bir hapishane..insanlar ise orada cehaletten kurtulmaktalar…

Bir batılının ifadesiyle:”Üniversiteli hapishaneye girmekle tahsilini ikmal eder.”

Bir nevi okuldan alınanı hayatta uygulamak ve gerçekleştirmekle zirveye terakki başlar.

İnandığını yaşamayan,yaşadığı şeye inanmayan insan olgun bir insan değildir.

Hak bildiğini ve inandığını rahatının kaçması korkusuyla terk eden bir insan ne kadar olgun bir insandır?

Günah kirleri ve dikenleri üzerinde yürüyen bir insan ne derece sağlıklı ve hedefe varıcı olabilir?

Hadis-i Kudsi-de:”Eğer siz (Melekler gibi) günah işlemeseydiniz,sizi helak eder,günah işleyen (günaha meyilli) bir kavim yaratırdım.”

Nasıl ki sorulan sorular öğrenci için bir engel ve aşama ise;günahlar ve şerlerde insanlar için bir imtihan vesilesidir.

İnsanlar günah ve şerler ile;cennet ve cehenneme ayrıştırılmaktadırlar.

Devlevî-nin dediği gibi:”İnsanın kuyuya düşmesi körlüğündendir. Eğer gözlü düşerse o hayvanlığındandır.”der.

Günahlarında mahiyeti farklı farklı kuyulardan oluşur. Günahların büyüklüğü nisbetin de,kuyunun boğuculuğu da farklılık arz eder.

Hadis-de:”Eğer şeytanlar Adem oğullarının gönüllerinde dolaşmasaydı,onlar,göklerin gizliliklerini ve melekût alemini görürlerdi.”

Maarif-de:”şeytan,damarda kan gibi dolaşmaktadır.”buyurulur.[1]

Hapishane dirilmedir. Hayat hapishanede dirilir. Hayat da hapishane olursa dirilme olur.

Toprak altındaki hapishanede kalıp terbiye görmeyen tohum,yeryüzüne çıkıp ta sünbül veremez.

Nizamî-nin ifadesiyle:”Yerden bir nebat yaprağı bitmemiştir ki bir doludan zarar görmesin.”

Zira günahlara karşı yapılacak mücadele de elbette ufak tefek zararlar olacaktır. Ancak mesele Takvâdır. Yani şirki terk,maâsiden yani günahlardan uzak,mâsivaullahı kalben terktir.

Ve neticede bütün kâinatı bir Kur’an gibi okumaktır.

Nefis ve şeytanla mücadele edip saadeti yakalamak,olgunlaşmaktır.

Hadis-de:”Savaşa hazır olduğunuz müddetçe refah içinde yaşarsınız.”[2]

Bu cihad ise;İslam hukukçularınca üç devrede ele alınmıştır:

1)Yüksek bir gayeye ulaşmak için bizzat peygamber tarafından ve sahabe tarafından ve sahabe denilen onun etrafındaki arkadaşlarının yardımıyla yapılan manevi cihad ki,buna cihadı kebir adı verilmiştir.

2)Manevi cihad ile varılan yüksek gayenin savunulması için ilk ümmet devrinde yapılan savaşların ifadesi olan cihad-ı sağir (küçük cihad) dir. Buda bir takım âdab ve şartlar dahilinde yürütülmüştür.

3)Peygamberin vefatından sonra olan cihaddır. Bu devirdeki cihad ilk zamandaki hamlenin hızı ile ve İslâmın ilk asırlarında her iki cephesi itibariyle çok yüksek bir tekamüle ermiştir.

Birincisi,Kur’an-ın emirlerini yayma.

İkincisi,savaş şeklinde gelişmiş ve sosyal bir ibadet halini almıştır.”[3]

Cennet sarayından dünya hapishane ve zindanına gönderilen bu insanlar burada eğitim ve talimlerini yapıp,vazifelerini bitirdikten sonra diplomalarını alarak başarıyla tekrar geldikleri yer olan cennete gidecek,ebedi rü’yete,cemâlullahı temaşaya mazhar olacaklardır.

Aksi takdirde imanı olan günahkarlar ikmale kalarak başarana,temizlenene,tasfiye işlemi bitene kadar cehennemde kalacaklardır.

İman kaydı olmayan veya kaybeden insanlar ise;ebedi cehennem hapsinde müebbed hapse mahkum olacaklardır.

Dünya ümitsizlik yeri,ahiret ise ümid yurdudur.”Ümitsizlikte çok ümit vardır. kara gecenin sonu beyazdır.”der Nizami.

Şu dünya hapishanesinde gerek millet olarak biz ve gerekse de tüm İslam alemi ayrı bir hapis hayatı yaşamaktayız.

İnşaallah insanımız hapishane tahsilini bitirmek üzere. Üçte ikisini ikmal ve itmam etmiş.

Bitirmenin verdiği bir rehavet olmakla beraber,iş yeniden baştan başlıyor demektir.

Çünkü diploma alınmıştır. İnsanımız daha diplomasını almamış,liyakat kesb etmemiştir. Sıkıntı,musibet ve belalar bunun en zahir birer delilleridir.

Geniş çapta ise,işte İslam alemi. Onlarda diplomalarını alma aşamasında…

Bütün bunlarla beraber dünyada acâib değişimler gözlenmektedir. Fransız ihtilali gibi isyanlar hapishanelerden başlatılmışlardır. Haber-de:”Cezaevleri örgüt kampı.”[4]

Oraların Yusuf peygamberin bir medresesi haline getirilmesi gerektir. Din görevlilerince oraya düşmüş insanlar eğitilmeli,sanat erbabınca sanat öğretilmelidir.

Aksi takdirde oralar eğitim yuvaları olmaktan ziyade,fesat yuvaları haline dönüşür.

Hattat Emrullah Demirkaya-nın Bediüzzamana hat şeklinde yazıp verdiği dörtlükte yani Bediüzzamanın aynen kendisini tasvir etmiş olduğunu,söyleyerek,kabul ettiği hat yazısında;

Ağlatırsa gam yeme,bendesini Cebbâr-ı Hakim.

lutfuna mazhar düşüp na-gah bir gün güldürür.

Bu meseldir”Tu’reful eşyâ-u min ezdâdiha

Pes ânun içün,kahrın evvel,lutfun sonra bildirir.

22-1-1995

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Sh.132.

[2] Hadislerle Müslümanlık. Y. Kandehlevi. 2 / 416.

[3] Büyük islam tarihi.-Heyet- 12 / 355.

[4] Zaman gaz.17-1-1995.




MÜSBET İHTİLAF RAHMETTİR

MÜSBET İHTİLAF RAHMETTİR

Evet,öyle diyor Allah’ın rasulü:”Ümmetimin ihtilafı (Hak ve hakikatın ortaya çıkması için gösterilen çaba) rahmettir. Yani hayırda,takvada müsabaka ve yarış. İslâmın ve imanın meselelerinin açığa çıkması için gösterilecek çaba ve gayret. Kur’an-ın bir meselesinin açığa çıkması,Allah rasulünün açtığı çığırların genişletilmesi,önünün açılması,engellerin kaldırılması,kısaca;onu konuşmak ve ondan konuşmak uğruna gösterilecek çaba,güzel bir çabadır.

Peygamberimiz Hz. Ali-ye:” Ya Ali! Sen de İsa-nın sureti var.” buyururken,Hz. İsa’ya,nasıl bir kısım aşırı muhabbetten Allah’ın oğlu derken,bir kısmı da,aşırı düşmanlığından onun peygamberliğini inkara kadar gitmesi gibi ki;bir kısım yahudiler gibi. Aynı olayın benzerini Hz. Ali’de de görürüz.

Bir kısmın Hz. Ali’ye olan aşırı muhabbetten dolayı Allah demeye kadar işi götürmesi gibi ki;meşhur münafık Abdullah İbni Sebe gibi… Buradan ve bundan başlayan bu fitne zaman içerisinde,büyük fitnelerin doğmasına zemin teşkil ederken,bir yandan da diğer halifelerin inkarı ile dal budak salar hale gelmiştir.

Bir yandan da Hz. Ali’ye şiddetli düşmanlıktan dolayı,onun tekfirine kadar giden haricilerin doğmasına sebeb oldu.

Burada biri ifrat da bulunurken,diğeri de tefrit de bulunarak,eksikliğini göstermektedir. Her ikisi de yanlış olmakla beraber,her zaman da;ifrat yani aşırılık,tefriti yani geri hareketi doğurması sebebiyle,ifrat daha zararlıdır. Zamanımıza kadar gelen ihtilafların altında hep bu ifrat hareket ve onun oluşturduğu yanlışlıklar yatmaktadır.

Rasulullah zamanında başlayan sünni hizmet ve hareket,Osmanlılardan bu zamana aynı yolu,aynı rayı ve ekseriyetle hep aynı tarzı devam ettirmekte ve ettirmeye de çalışmaktadır.

Oysa Alevilikteki silsileyi takib ettiğimiz de;olayı Hz. Ali’ye dayandırmış olsak da,oradan Peygamber Efendimize dayandırıp,ulaştırılması,en doğru ve mantıklı olanıdır.

Oysa baktığımızda,alevilerin gerek itikat ve gerekse de muamelatta nereye kadar ve ne kadar Hz. Ali’ye ve Peygamberimize dayandırmaktalar? Ve ne kadar gerçek bir benzerlik arz etmektedir?

O halde alevilerin yapacağı en birinci usül ve esas;kendilerini her yönüyle Hz. Ali’ye benzetmek,onu her yönüyle tanımak ve birbirlerine tanıtıp ve anlatmakla mümkün olacaktır.

Hadisde de ifade edildiği gibi:”Her doğan İslam fıtratı üzerine doğar.”ki,alevi,şafii,hanefi şeklinde doğmaz.

Evet,Hz. Ali’nin açtığı çığırdan gitmek,hiçbir zaman dalalete ve cehenneme varmaz. Zira o evliyanın sultanı,tarikatların piridir.

Alevi vatandaşın kendisine sorması gereken bir soru da;ben niçin aleviyim? Alevi bir aileden doğduğumdan dolayı mı? Yoksa kendi iradem,düşüncem ve kanaatım neticesinden mi kabul ettim?

Bir üçüncü olarak da;İkisi de önemli değil? Fark etmez? Öyle de olsa,böyle de olsa,önemli değil,işte gidiyor??

Düşünmek. Kur’an-hadis-akıl,insanların fikirlerine,muhakemeye baş vurmak gerek? Sağlıklı netice böyle elde edilir… Hz. Hasan ve Hz. Hüseyinin başlarına gelen ciğer parçalayıcı olaylar,tüm müslümanları rahatsız edici olaylardır. Bu olaylar veya kişilerin yaptıkları yanlışlıklar,tüm müslümanlara teşmil edilmesi,bu olaylardan daha büyük bir zulüm olur.

-Yavuz Sultan Selim,asırlardır alevlendirilen bir şii-alevi alevini dindirmiş,hatta söndürmüştür.

Asırlardır yapılmakta olan;Yavuz’un bu dindirdiği ,yerine kardeşliği ikame ettiğini,tekrar üzerindeki külleri atarak alevlendirmeye çalışmanın bir çabası ve neticesidir alevlendirilen olaylar…

Kısaca,bir Yavuz gerekmektedir. Ta ki toplumdaki fitne ve karışıklığı kaldırsın. Kardeşliği ikame etsin…

-“16. asrın başından itibaren,İran-da bulunan Safevi devleti,anadolu da bir iki asrı tutan propağandaları sonucu menşe olarak Bektaşi,Kalenderi,Haydari,Baba-i,son olarak da Bedreddin-i tüm Batıni Türkmen kitlelerini alevileştirmiş ve kendisi için anadolu da güçlü bir rükün peyda etmişti. Artık aleviler,yada burada açıklama gereği duymadığımız sebeblerle “Kızılbaş” denilen Türkmenler,anadolu da yer yer isyanlar çıkarır olmuşlardı.”[1] ve bu olay karışıklıklar,nedense devletin güçsüz ve milletteki boşlukların oluşma zamanlarında ortaya çıkmaktadır.

Evet,asırların problemleri, asrımızda toplanmıştır. Çözümü,meselelerin özünü,gerçek yüzünü bilmek iledir. Birbirleriyle olan münasebetini bilmekten geçer. Mesele çok yönlü olduğundan,bir-iki meselenin bilinmesi veya değerlendirilmesiyle,çözüme kavuşmuyor. Mesele,şifrenin çözümünde,buda ilahi kaynaklı olmalıdır. Aksi takdirde insanlar değil,asırlar boyu kıyamete kadar da çözülemez.

-Bazılarının hedeflerine ulaşmak uğruna,özellikle;”Sivası kurcalayıp,provaka ederek,yakmalar,yıkmalar ve öldürmeler”[2],alevilerin sayıları bu kadardır,şu kadardır diye abartarak ifade etmeler ve son Gazi olayları tüm bu olaylarda ikili oynanmaktadır. Toplumun tamiri değil,tahribi için çaba sarf edilmektedir. Birinin diğerine,öbürünü berikine kırdırmak hesapları yapılmaktadır. Mesele tüm topluma yansıtılmaya çalışılmaktadır.

Hedefler;alevi-sünni tartışmasını ve çarpışmasını sağlamak ve halkı polisle karşı karşıya getirmek,devletle ve askerlerle çarpıştırmak,aksayan eğitimi aksatmaya devam ettirmek,sakat hale getirmek…

Bugün belgelerle sabittir ki;sahneye konulan olayların arkasında önceden hesaplanmış ve planlanmış senaryolar yatmaktadır.

Provakasyon neticesinde toplum tahrik edilerek;önce belli bir birikim oluşturulmaya veya belli birikimlerden istifade etmeye,veya taze tutup,gündemde tutarak silinmemesine çalışılmaktadır.

İnsanları kendi işlerinin dışında tutarak,başka şeylerle meşgul olmalarını sağlayarak,belli bir boşluk oluşturmak…

Sonrası ise kolay… Buyurunuz;sigara,alkol,şiddet ve oda olmadıysa veya az mı geldi;şöyle böyle bahanelerle intihara teşvik etmek,başta menfi olan medya cellatlarının ipi çekmelerini sağlayarak,rollerini oynamak,uygulamak…

Nedense,provake edenlerin,meselelerin dışındaki kişiler olması,inanç ve marifetleri olmayanların başta olması. Zira ölçülü bir kimse,ölçüsüz işlere girmez,içinde bulunmaz.

Bugün alevilik bitse,yarın başka bir mesele ortaya atılacaktır. Ta ki bu eskisi yenileşene ve tazeleşib uygun bir zemin bulana kadar…

Çünki artık bu meselelerin kabak tadı verdiğini,herkes bilmektedir. Kızdır kızdır milletin önüne sun…

Ortalığın durulması;meselelerin halli ve suyun bulanıklılığının durulması demektir. Duruluk;derin ve durgun ve de olgunların işine gelmez,yaramaz. Pek av,avlanmaz. Avlanacak av tabakasının çokluğu,toplumun eksik ve boşluğu,korkutmaktadır. O halde toplumun bu durumdan kurtarılması gerekmektedir. Evet,avcılar açıkta kalır,patronları sonra onları işten alır.

Elleri avuçları boş kalır. Dünyaları ve ahiretleri olmadığından ortada kalırlar,amma toplum kurtulur,gelecek kurtarılır.

Gayrı müslimiyle anlaşan bu millet,neden alevisiyle anlaşmasın veya anlaşamasın!

Bir alevi bir gayrı müslime ne anlatır veya ne anlatmalıdır? aleviliği mi? Elbette hayır. Çünkü alevilik bir din değildir. Ateizmi mi? Elbetteki hayır. Çünki Hz. Ali (RA),inancın zirvesinde idi. Hiç inanç da zirvede olan,inancın gereği olan ibadette geri olur veya kalır mı? Zira onda da doruk nokta da idi. Tüm hakikat yollarının başı,ona dayanmaktadır.

Maalesef bu gün aleviler sola,siyasete kurban edilmeye çalışılmaktadırlar. Öyle ki,üç kuruşluk bir oy uğruna dünyada da,ahirette de büyük ve ebedi bir oooy oooy dedirttirilmeye uğraştırılmaktadırlar.

Yıllar bir parti altında,onun tarafından uzun yıllar bir çok davet ve tekliflere muhatab olan aleviler neticede bu partiler tarafından “Siyasi platformda alevilerin haklarını savunmamıştı.”[3]

Evet alevi vatandaşlar siyasetin kurbanı olmakta veya siyasete kurban edilmektedirler. Siyasetin çirkin oyunlarına sahne olmaktadırlar. Eski kardeşliklerin yerini,yeninin siyasetinin çirkin hileleri almaktadır.

Ortada bir hata,bir yanlış var. Ama nerede? Düşünülmesi gerek?

Ayrılık yakıcıdır. Ortada dönen belli bir kesimin menfaatlerini düşünmenin ötesinde,toplumun parçalanması,bölünmesidir. Ta ki güçsüz ve kuvvetsiz kalması sağlansın…

Evet,mesele üzüm yemek olmayıp,bağcı dövmektir.

Mevlânanın Mesnevisinde üç olaydan bahsedilmektedir. Bir kurtla arkadaş olan üç inek,neticede kurdun bunları ayırması,aralarına tefrika koyup bunları birbirlerine düşürmesi neticesinde teker teker yiyerek hepsinin hayatına son verir. Çünki birisini renginin siyahlığıyla,diğerini,benekli oluşuyla ayrı ayrı senaryolarla yok edince sonuncusunu yemek için bahane bulmaya gerek yoktur,çünki tek başına kalmıştır.

Bu durum kurttan farkı olmayan düşmanın hilesine ne kadar da benzemektedir! Böl,parçala ve yut politikası… Asırlardır oynana aynı oyun. Nedense hep aynı oyuna gelinmektedir.

Alevi dedesi olan M. N. Orhan;alevilerin bir arayış içerisinde bulunduklarını ve bunu bulamadıklarını ve ilk umut olarak Atatürkün kurduğu Partide arayıp,ancak bulamadıklarını,sonuç olarak;”Önemli olan rakibin ölmesi. Yani sorunların çözülmesi. Kimin çözdüğü hiç önemli değil.”der.[4] Ve bu umudu DP’de de aradıklarını ve bulamadıklarını da belirtir.

-“Değişimin simgesi bir alevi (milletvekili) Cemal Şahin;”Ben aleviyim diyenlerin çoğunun dinle imanla bir ilgisi yok. Maneviyata inanmıyorlar. Ya Marksist,ya da ateist kökenden geliyorlar. Aleviliği kullanıyorlar. Resmen ateist olduğunu bildiğimiz insanlar kendilerini alevi olarak tanıtıyorlar.”[5] sözüyle bir hakikata ışık tutar.

-Peygamberimiz ile Hz. Ali arasında bir boşluk oluşturmak,sünni ile aleviler arasında bir açıklık meydana getirmek için ortaya atılan tüm iddialar,ayrılık ve soğukluk meydana getirmek amacıyladır.

-Zira Hz. Ali,diğer üç halifeyi sevmiş ve onlara devirlerinde kadılık yapmıştır. O zat,hiçbir zaman Kur’an ile irtibatını kopartmamıştır.

-O zat,gerek Kur’an-da,gerekse de müslümanlar arasında en çok namaz kılma sıfatıyla tavsif edilmiştir.[6]

-O zatın nesli de kendisi gibi tam bir nuraniyete sahibdir.

-Şahsen ve neslen İslâmiyeti en mükemmel bir tarzda yaşamış ve neslen fıtri olarak sahib olmuşlardır.

-Neslinin nurlu olması ve cemaat silsilelerinin nurlu birer halkasını oluşturmaları ve başı olması,şu gerçeği ortaya koymaktadır;Alevilik madem ki Hz. Aliye mensub olmak ve onun gibi olup her yönüyle ona benzemek olduğuna göre,şimdiki alevilerin de o tarzı takib etmeleri gerekir. Şimdikilere İslâmın,maneviyatın,dinin öğretilmesi gerekmektedir. Hacı Bektaşi Veli gibi;Şeriat-tarikat-hakikat ve marifeti kendilerine düstur ve esas etmeli ve yine o zatın ifadesiyle;”Eline-beline-diline sahib ol.”sözü düstur edilmelidir.

-Ehli beyt;Peygamberimizin ailesi olup elbette sevilir ve sevilmeye layık şahsiyetler olup,Efendimizin bizlere bıraktığı emanetlerden de birisini teşkil etmektedir. Zira bizler İslâmiyeti onlar yoluyla bilmekte ve de öğrenmekteyiz… Binler minnet ve şükran onlara… Allah hepsinden razı olsun…

-Aleviler;rehberden mahrum olup,cami,cemaat,kaynak eserlerin yokluğundan boşlukta kalmaktalar. Sahib çıkana, sahabet etmekteler.

-Risale-i Nurun ve üstadımın üstadı madem ki Hz. Alidir. O halde alevilerin dahi üstadları Risale-i Nur ve Bediüzzaman olmalıdır.

Bediüzzaman Said Nursinin;”Üveysi bir surette doğrudan doğruya hakikat dersini Gavs-ı Azam-dan (KS) ve Zeynel Abidin (RA) ve Hasan-Hüseyin (RA) vasıtasıyla İmam-ı Aliden (RA) almışım…

Onun için hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir.”

Şiilik ile ilgili olarak;12—18-Şubat-1993’de Tarabya otelinde “Milletler arası tarihte ve günümüzde Şiilik”sempozyumunda ittifak ile birleşilen ana noktalar şöyle belirlenmiştir:

a)Kur’an-ı Kerimde her hangi bir tahrifin,ziyade ve noksanın söz konusu olmadığı hususunda ittifak edilmiştir.

b)Sünneti Nebeviyyenin İslâmın ikinci kaynağı olduğu teyid edilmiştir.

c)İslam dininin insanlığa intikalinde sahabe-i kiramın güvenilir kimseler oldukları kabul edilmiştir.

d)Ehli beyte dua ve salavatın,her müslümanın dini görevi olduğu vurgulanmıştır.

e)Bu toplantının bir başlangıç olduğu,bundan sonra böyle toplantıların yapılması gerektiği,ileri de yapılacak benzeri toplantılar vesilesiyle İslam kardeşliğinin müslümanlar arasında birlik,beraberlik ve yardımlaşma ruhunun güçlendirilmesi temenni edilmiştir.”[7]

Ehli imanın birbirleriyle olan ittifak noktaları,iftirak noktalarından gayet çoklukta ve fazladır. O halde bu ittifak noktaları dile getirilmelidir.

… Meşhur İmam-ı Zeyd:”Sadat-ı azimeden ve eimme-i al-i beyttendir. Ve müfrit şiaları reddeden ve-izhebû entümür-revafiz-deyip Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer-den teberriyi kabul etmeye ve o halife-i zi-şanı hürmet edip kabul eden bir zattır. Onun etbaları,şiaların en mutedili ve en sünnisidir. Bunlar hem ehli insaf ve hem çabuk hakkı kabul eder bir taifedir. İnşaallah Vehhabilerin tahribatını tamire sebeb oldukları gibi,ehli sünnet ve cemaattan,Zeydilerin inhirafları dahi istikamet kesbedip,ehli sünnete iltihak edip imtizaç edecekler. Bu ahirzaman çok çalkalanıyor,bu fitne-i ahirzaman acib şeyler doğuracağını ihsas ediyor.”[8]

-“O Ali köyde aleviler çok olduğunu ve bir kısmı rafiziliğe kadar gidebilmesi nazarıyla onların en fenası da münafık hakikatına dahil olmamak lazım gelir. Çünki münafık itikadsızdır,kalbsizdir,vicdansızdır,Peygamber (ASM) aleyhindedir. (Şimdiki bazı zındıklar gibi) Alevi ve şiilerin müfritleri ise;değil Peygamber (ASM) aleyhinde,belki Al-i beytin muhabbetinden ifratkârâne muhabbet besliyorlar. Münafıkların tefritlerine mukabil,bunlar ifrat ediyorlar. Haddi şeriatdan çıktıkları vakit münafık değil,ehli bid’a oluyorlar;fasık oluyorlar;zındıkaya girmiyorlar.” Hz. Ali” Radıyallahu anh yirmi sene hürmet ettiği ve onlara şeyhul İslâm mertebesinde onların hükmünü kabul ettiği “Ebu Bekir”,”Ömer”,”Osman” Radıyallahu anhuma ilişmeseler,”Hazreti Ali”Radıyallahu anh o üç halifeye hürmet ettiği gibi,onlar da hürmet etseler,farz namazını kılsalar,yeter.”[9]

-Bediüzzaman hazretleri uzunca yazdığı mektubunda özetle;ehli dalaletin istifade ettiği ihtilaf noktalarını bırakıp,münakaşaya kapı açmamak,Ehl-i sünnet vel cemaatın sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı reddettiğini ifade ediyor.

-Her ne kadar;Haccac-ı Zalim,Yezid ve Velid gibi heriflere ilmi kelâmın büyük allamesi olan Sadettin-i Taftazani,”Yezide lanet caizdir.” derken,bunun –Vacib-demek anlamına gelmediğini,sevabı var-demek olmadığını izah eder.

-Lanet ve tekfire müstahak bir çok inançsız dururken,sahabeler zamanında olan olaylardaki her iki tarafta da büyük ve kıymettar sahabelerle beraber,cennetle müjdelenenlerin her iki tarafta bulunup ve olmuş-bitmiş bir meseleden dolayı tekfire gitmek,hem lüzumsuz,hem şeriat emretmeden hem de incelemeden ileri geri konuşmanın muvafık olmadığını beyan eder.

-Özellikle;şimdi ehli iman, değil müslüman kardeşleriyle belki hristiyanın dindar ruhanileriyle ittifak etmeye ve medarı ihtilaf meseleleri nazara almamak,niza etmemek gerektir.”[10]

-“Alevileri başka fena cereyanlara kaptırmamak ve siyasi Bektaşilikten bir derece muhafaza etmek için ehemmiyetli faidesi var.

… Hubb-u ehl-i beyti meslek yapan aleviler ne kadar ifrat da etse rafizi de olsa zındıkaya,küfrü mutlakaya girmez. Çünki muhabbet-i al-i beyt,ruhunda esas oldukça,Peygamber ve al-i beytin adavetini tazammun eden küfrü mutlaka girmezler. İslâmiyete o muhabbet vasıtasıyla şiddetli bağlanıyorlar. Öylelerini daire-i sünnete tarikat namına çekmek büyük bir faidedir.

Hem bu zamanda,ehli imanın vahdetine çok zarar veren bazı siyasi cereyanlar alevilerin fıtri fedakarlıklarından istifade edip kendilerine alet etmemek için nur dairesine çekmek büyük bir maslahattır Madem nur şakirtlerinin üstadı İmam-ı Ali Radıyallahu anhdır ve nurun mesleğinde hubb-u al-i beyt esastır,elbette hakiki aleviler,kemali iştiyakla o daireye girmeleri gerektir.”[11]

Konu hakkında geniş ve detaylı bilgiler veren Bediüzzaman [12];istikametin muhafazası için özetle şu ölçüyü verir:

“Ey ehli hak olan ehli sünnet! Ve ey ehli al-i beytin muhabbetini meslek ittihaz eden aleviler! Çabuk bu manasız ve hakikatsız,haksız,zararlı olan niza-ı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı,birinizi diğeri aleyhinde alet edip ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlub ettikten sonra,o aleti de kıracak. Siz ehli tevhid olduğunuzdan uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiyye mabeyninizde varken,iftirakı iktiza eden cüz-i meseleleri bırakmak elzemdir.”[13]

Hadiste:”Ben Rabbimden üç şey istedim;birini reddetti,ikisini verdi. Ümmetim kıtlıktan helak olmamalarını istedim,verdi. Garkla (boğularak) helak olmamasını istedim,onu da verdi. Beynlerinde (aralarında) mukâatele (savaş) ve ihtilafı efkar (farklı fikirler,ayrı düşünceler) olmamasını istedim;bunu menetti,vermedi.”[14]

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Zaman gaz.Dizi röportaj.27-12-1993,23-29/12/1995.

[2] Agg.30/Haziran-5-Temmuz.1994.

[3] Aksiyon derg.15-21-Nisan.1995.sh.26.

[4] Agd.

[5] Agd.

[6] Fetih suresi.29.ayet.

[7] Zaman gaz.16-3-1993,(İSAV) ve başk. Prof. Ali Özek. Konuyla ilgili bak. Bir başka açıdan alevilik.M. Kırkıncı,Bir başka açıdan alevilik.M.S.Çetin,Zafer derg.Temmuz.1990,Sur dergisi.Mayıs.1995.

[8] Barla Lahikası. B. Said Nursi. sh.365.

[9] Emirdağ Lahikası. B. Said Nursi. 1 / 72.

[10] Age. 1 / 205.

[11] Age. 1 / 243.

[12] Bak.Lem’alar.4.Lem’a.17-23,87,Mektubat.50,92,98, Şualar. 80.

[13] Lem’alar.age.23.

[14] Müslim. Hülasat-ül Beyan. Konyalı Mehmet Vehbi Efendi. 4 / 1447.