PEYGAMBERİMİZİN HAYATI

PEYGAMBERİMİZİN HAYATI

“Şu kâinatın sahib ve mutasarrıfı elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve her şey’i bilerek, görerek terbiye ediyor ve her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir; elbette bilen konuşur. Madem konuşacak, elbette zî-şuur ve zî-fikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zî-fikirle konuşacak, elbette zî-şuurun içinde en cem’iyetli ve şuuru küllî olan insan nev’i ile konuşacaktır. Madem insan nev’i ile konuşacak, elbette insanlar içinde kabil-i hitab ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev’-i beşere mukteda olacak olanlarla konuşacaktır; elbette dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidadda ve en âlî ahlâkta ve nev’-i beşerin humsu ona iktida etmiş ve nısf-ı Arz onun hükm-ü manevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üç yüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı, mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip, ona dua-yı rahmet ve saadet edip, ona medh ve muhabbet etmiş olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş ve Resul yapacak ve yapmış ve sair nev’-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır.”[1]

FİL VAK’ASI

Peygamberimiz daha doğmamıştı. Doğumuna elli gün kadar vardı.[2] Ebrehe adındaki Habeş Meliki,insanların Ka’be yi tavaf etmelerini engelleyip,kendi yaptırdığı kiliseyi ziyaret etmelerini sağlamak amacıyla,Mekke’ye gelerek Kabe’yi yıkmaya karar verir. Fil-i Mahmudi diye bilinen büyük bir file binerek ordusuyla Mekke üzerine yürür.

Mekke’ye yaklaşmıştı. Abdulmuttalib’in otlamakta olan 200 devesini ğasbeder. Bunun üzerine Abdulmuttalib develerini istemeye gittiğinde Ebrehe:”Bizde zannettik, Ka’be’yi yıkmamamız için ricada bulunmak üzere geldin. Develerini verin.”deyince;Mekke’nin reisi olan Abdulmuttalib: ”Ben develerimin sahibiyim. Ka’be’nin sahibi de Allah’dır. O onu korur.”diyerek ayrılır.[3]

Ka’be’nin önünde,Allah’dan koruması için duada bulunarak,halka evlerine çekilmelerini söyler ve çekilirler. Kur’an-da bahsedilen malum Fil olayı budur.

“Görmedin mi Allah fil sahiblerine ne yaptı? onların kötü planlarını boşa çıkarmadı mı?Onların üstüne Ebabil kuşlarını göndermedi mi?Ki o kuşlar,onların üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atarlardı. İşte bu atışlar onları,yenik ekin yaprağı gibi param parça ediverdi.”[4]

“Bu olay Mina ile Müzdelife arasında olan Muhassir (yoran,yorucu,aciz bırakan) vadisinde olmuştur. Filler burada bitkin kesildiklerinden,daha ileriye gidememiş olmaları sebebiyle bu ad verilmiştir.

Peygamberimiz Semud kavminin diyarı olan Hacr’a uğradığında:”Kendilerine zulmedenlerin meskenlerine girmeyin ki,onların başına gelen sizin başınıza da gelmesin. Ancak ağlar vaziyette oradan geçin.”buyurdu,sonra başını örttü,vadiyi geçinceye kadar gidişini hızlandırdı.”[5]

DOĞUMU

Asırların hararetle beklediği,gecelerin kararıp,artık güneşe hasretin doruk noktaya vardığı günde,o zat aleme teşrif buyurdular.

Tarih,Miladi 571,Nisan ayının yirmisi,fil vak’asından elli veya elli beş gece sonra,Kameri aylardan Rebiül Evvel ayının 12. gecesi, Mekke’de,mütevazi bir ev,günlerden Pazartesi,Seher vakti.”[6]

İnsanlığın dönüm noktası gerçekleşiyordu.

Amine’den mervidir:”Ben sair hatunlar gibi gebelik zahmeti çekmedim,gebelere arız olan ağırlıkları görmedim. Fakat gece rüyamda gördüm. Bir kimse gelip,Ya Amine! Muhakkak bilmelisin ki sen Hayrul alemin ile hamilesin. Doğduğu vakit adını –Muhammed- koyasın,dedi. Vakti veladet eriştikte kulağıma büyük bir ses geldi,ürktüm. Hemen bir ak kuş geldi,kanadıyla arkamı sığadı. Benden,korku ve ürkme halleri geçti. Bir yanıma baktım,bir beyaz kase ile şerbet sundular. Alıp içtiğim gibi her tarafımı nur kapladı. O anda –Muhammed-(ASM) dünyaya geldi. Etrafıma baktım,gördüm ki;Abdi Menaf kızlarına benzer,fakat gayet uzun boylu bir çok kızlar,beni tavaf ediyorlar. Taaccüb ettim.”Ya Rab! Bunlar kimler ola!”dedim.[7]

Ebe olan Şifa Hatun;doğuyla batının nurla dolduğunu,Fatıma Hatun da:Evin nurla dolup,yıldızların salkım salkım dökülecekmiş gibi olduğunu söyleyerek,harika olaylardan bahsediyorlardı.[8]

Ka’be civarında oturup,sohbet eden dedesi müjdeyi alıyor,Nur torununa koşarak,onu koklayıp öpüyor ve ona –Muhammed- diyordu.

“Hatemul Enbiya Hazretleri,sünnetli ve göbeği kesilmiş olduğu halde doğmuştu. Arkasında iki küreği arasında ta kalbinin hizasında bir nişanesi var idi ki ona (Hatem-i Nübüvvet) ve (Mührü Nübüvvet) denilir.

Hz. Âişe’den mervidir:”Mekke’de bir yahudi var idi. Veladeti Muhammediye gecesinin ferdası (yarını),mecma-ı Kureyşe (Kureyşin toplandığı yere) gelip,Bu gece aranızda bir oğlan doğdu mu? diye sormuş. Evet,Abdullah bin Abdulmuttalibin bir oğlu oldu,demişler.İşte Hatemul Enbiya odur ve arkasında alameti vardır,diye haber vermiş. Varmışlar,o Hazreti görmüşler. Yahudi onun şekil ve şemailine bakıp arkasındaki Hatemi Nübüvveti görünce aklı başından gitmiş ve Nübüvvet,artık Beni İsrail’den gitti. Bundan sonra başka peygamber gelmek ümidi bitti. Kureyşe bir mertebe devlet ve satvet elverecek ki,haberi meşrikten mağribe dek erecek,demiş”[9]

Şık ve Satih gibi daha bir çok kahin de ondan,onun geleceğinden haber veriyorlardı.[10]

Mekke’deki bir adet üzere Peygamberimizde süt anneye,Halime’ye verildi. Bu,gerek sıhhat için,gerekse köyde yaşayanların dillerinin bozulmaması açısından faydalı idi. Burada dört yılını geçiren peygamberimiz bunun önemi hususunda:”Ben aranızda en halis Arabım. Çünkü, Kureyşliyim. Aynı zamanda,Beni Sa’d bin Bekir yanında süt emdim ve lisanımda onların lisanıdır.”[11]

Doğmadan önce babasını kaybeden peygamberimiz,altı yaşında annesini,sekiz yaşında da dedesini kaybetmiştir.

Fakir olan,ancak şefkat bakımından zengin olan Amcası Ebu Talib’in yanında kalan peygamberimiz oniki yaşında iken amcasıyla Şam’a ilk olarak ticarete gider.

Ancak yol boyunca gidiş ve konaklayışlarında bir bulutta onlarla beraber hareket etmekte,şemsiyelik yapmaktadır.

Büyük bir bilgin olan Busra panayırındaki Rahib Bahira (Buheyra,asıl adı Circis veya Sercis’dir. Avrupalı tarihçiler,Serciyus derler.)[12] nın dikkatinden bu durum kaçmamaktadır. Bu gariplikteki manayı bilen Buheyra,adeti değilken,onları toptan davet eder,ancak iş de bir eksikliğin olduğunu sezince:İçiniz de gelmeyen var mı?deyince,eşyalara bakmak üzere bir çocuğun olduğunu söylediklerinde,asıl aradığının o olduğunu bilen Buheyra,onu da getirmelerini söyler.

Efendimizi süzen Buheyra,aradığını bulmuştur. Sorular sorar,cevaplar alır. Sonunda sırtına bakar,peygamberlik mührünü görür. Amcasına;Bu senin neyindir? Amcası,Oğlumdur.-deyince;Hayır,o senin oğlun değil,bu çocuğun babasının hayatta olmaması lazım”deyince,amcası –evet-der. Bunun üzerine Buheyra amcasına,yahudi milletinin hasud bir millet olduğunu,bunu gördüklerinde tanıyıp öldürebileceklerini söyleyerek,hemen geri dönmelerini tavsiye eder ve dönerler.[13]

DOĞUMUNDAKİ HARİKALAR

Doğumu anında alem bir çok şeylere şahit olmuş,harikulade olaylar vuku bulmuştur. Bunlar ise:

-Kutsal bilinen Sava gölü batmış,Kisra’nın ondört burcu yıkılmıştır.”Savâ gölünün batıp,İstahrabat’da (Fars vilayeti) ateş perestlerin bin yıldır yanmakta olan ateşlerinin sönmesi ve hikmeti ise;artık Şam Satih için Şam değildir.

Sâsanilerden sarsılıp yıkılan ondört burçlar sayısınca,Kral ve kraliçe gelecek ve artık,olacak olacaktır.”[14]

-Doğduğu gece,ahirzaman peygamberinin doğduğuna işaret eden bir yıldız doğmuştur.

-Ka’bedeki putlar devrilmiştir. Böylece putperstliğin tarihin karanlıklara gömülmeye mahkum olacağının işaretiydi. O’nun gelişi, artık büyük bir müjdenin habercisiydi. O da:”Hak geldi,batıl zail oldu. Batıl da yok olmaya mahkumdur.”[15]

NESEBİ

Efendimizin 20. dedesi olan Adnan’a kadar soy kütüğü şöyledir:1)Abdulmuttalib 2)Haşim (Amr) 3)Abdi Menaf (Muğire) 4)Kusayy (Zeyd) 5)Kilab (Bunun büyük oğlu olan Kusayy peygamber efendimizin baba tarafından,küçük oğlu Zühre ise ana tarafından atasıdır.) 6)Mürre 7)Ka’b 8)Lüeyy 9-Galib 10)Fihr (Diğer adı Kureyş olup,kureyş kabilesinin tümü bunun 7 oğlunun soyundan gelmektedir.) 11)Malik 12)Nadr 13)Kinane 14)Huzeyme 15)Müdrike (Amir) 16)İlyas 17)Mudar 18)Nizar 19)Maadd 20)Adnan[16]

M.Ö.135 yıllarına kadar varıp,kuzeyde bulunan Arapların da atasıdır.

Tarihçi Taberi ise;bunu Adnan’dan daha ileriye götürerek,Uded,Humeysa,Selman,Avs,Buzz ve Hz. İbrahim’in 83. kuşakta atası olduğunu söyler.

Bazı tarihçiler ise;bunu ta Adem’e kadar götürürler.[17]

Peygamber Efendimizin (SAM) Hz. Âdem’e kadar varan soyunda zina olayına rastlanmaz. Bu konuda peygamberimiz:”Ben,Adem’den babama ve anneme gelinceye kadar,zinadan değil,hep nikah mahsulü olarak meydana geldim.”buyurur.[18]

Tarihçi İbni Sa’d’a göre:”Ensab alimlerinden Muhammed bin Kelbi demiştir ki:”Peygamberin(SAM) 500 büyük annesini tesbit ve kaydettim. Hiç birinde cahiliyet devri ahlaksızlıklarından ne bir zinaya,ne de başka bir kötülüğe rastlamadım.”der.[19]

Âdem’in sulbüne varıncaya kadar Rasulullahın bütün ecdadı,hem meclislerin,hem de harp meydanlarının ileri gelenlerinden idi. Bir hadiste:”Cenâb-ı Hak İbrahim oğullarından İsmaili intihab etti. (Seçti) İsmail oğullarından Beni Kinaneyi,Kinane oğullarından Kureyşi,Kureyşden Beni Haşimi,Beni Haşimden de beni seçti.”buyurmuştur.[20]

ANNE VE BABASI

Her yönüyle mümtaz olan Hz. Abdullah babasının ve bir çok insanın sevgisini kazanmış bir kişidir. Her kadın onunla evlenmeye can atar. Zira ahir zaman nebisinin nuru onun alnında ay ışığı gibi parlamaktadır. Hatta:”Amine ile evlendiğinde diğerleri evlenemediklerine üzülürler.”[21]

Hz. Amine ile de soyları Kilâb’da birleşir.[22]

Hz. Abdullaha yüz deve kurban edildikten sonra dönerken bir kadın Hz. Abdullaha yanında kalmasını teklif eder, O’da:”Haram’a gelince;ölüm onun biraz aşağısındadır. (Yani,harama düşmektense,ölüm evladır.) O halde şu meydana çıkmıştır ki,benim helal olarak gördüğüm mutlaka helaldir. (Sen git) dengini ara. Senin istediğin iş nasıl olabilir? Kerim kişi ırzını ve dinini korur.”

Buradan sonra Zühre oğullarının reisi Veheb bin Abdi Menaf’ın kızı Amineyle evlenip gerdeğe girdikten sonra,tekrar eski kadınla karşılaştıklarında o kadın Hz. Abdullaha iltifat etmez. Sebebi sorulunca;alnında bulunan nurun gitmiş olduğunu söyler.” [23]

İmam Suyûti,Peygamberimizin anne-babasının iman etmiş olduğunu söyler.”Resul-i Ekrem (SAM)’in peder ve valideleri,ehli necattır ve ehli cennetdir ve ehli imandır.”[24]

DEDESİ

Asıl adı Şeybe olan Abdulmuttalib peygamberimizin dedesi olup,asil bir zattır.

Hatta Mekke’de kıtlık olsa,onun hürmetine Allah’dan yardım isterler ve yağmur yağardı.

Bir gün Haremi Şerifde uyurken gördüğü rüyayı kahinlere söylediğinde onlar:”Senin neslinden bir çocuk doğacak;yer ve gök halkı ona iman getirecek.”dediler. [25]

Kureyşin reisi olan bu zata rüyasında zemzem kuyusu gösterilmiş ve onu bulmakla,senelerdir meçhul olan zemzem bulunmuş,şerefine bir şeref daha katmıştı.

“Fetret döneminde gelen Abdulmuttalib Hanif dininden olup,ehli necat,ehli cennetliktir..”[26] Hem âyette:”Biz bir kavme peygamber göndermedikçe onlara azab etmeyiz.”[27]

Abdulmuttalibin iman etmemiş olduğunu söyleyenler,Peygamberimizin şu hadisine dayanırlar:”(Abdulmuttalib) Kavmi ile birliktedir. Evet. Abdulmuttalib de,putlara tapa tapa onun gibi ölüp gitmiş olanlar da,cehennemdedir.”buyurmuşlardır.[28]

Amcası ise peygamberimize iman etmemiştir. Ancak O’nu korumuştur. Cenâb-ı Hak onu zayi etmeyecektir.[29]

“Her ne kadar Hz. Abbas,ölüm esnasında dudağının kımıldayıp,kardeşinin ağzına kulağını verdiğinde Kelime-i Tevhidi duyduğunu peygamberimize söylemişse de;Peygamberimiz:”Ben duymadım.”demiştir.[30]

EVLİLİĞİ VE HZ. HATİCE

Peygamber Efendimiz yirmibeş yaşında iken dul ve zengin olan kırk yaşındaki Hz. Hatice ile evlenmiştir. O hayatta iken başka kadınla da evlenmemiştir.

Onun hakkında Peygamberimiz:”Bu dünyadaki kadınlardan sana İmran’ın kızı Meryem,Huveylid kızı Hz. Hatice,Muhammed’in kızı Fatıma ve Fir’avn’ın karısı Asiye yeter.”[31]

Hanımları:Hz. Hatice,Zem’a kızı Sevde,Hz. Aişe,Hz. Hafsa,Zeyneb binti Huzeyme,Ümmü Seleme,Hz. Zeyneb,Ümmü Habibe,Cüveyriye binti Haris,Hz. Safiyye,Hz. Meymune’dir.

Kızları:Hz. Zeyneb,Hz. Rukiyye,Ümmü Gülsüm,Hz. Fatıma’dır.[32]

Oğulları: Abdullah (Tayyib-Tahir),İbrahim,Kasım adında da üç oğlu vardır.[33] Kasım’la peygamberimiz “Ebul Kasım” diye de isimlendirilmiştir.[34]

-Peygamberimizin çok kadınla evlenmesi –Haşa,sümme haşa- nefse ve kadına düşkün olmasından değil,belki bir çok hikmete mebnidir. Mesela:Peygamber hanımı olacak derecede asil bir yapıya sahib olmasıyla birlikte ilahi akdin gerçekleşmesinden,(Hz. Zeyneb gibi)[35],Onun şahsında kavim ve kabilesinin İslâmiyete girmesinin sağlanmış olması,İslâmiyetin aileye bakan yönünün korunup,aile hayatından da ümmetin haberdar edilip,o yöndeki sünnetinin de uygulanmasının sağlanmış olması,korunmaya muhtaç olması(Ümmü Seleme gibi),Peygamberimizin aile hayatı ile ilgili tüm bilgiler de Hz. Aişe kanalıyla gelir.

”Bir insanın,nefsani ve şehvani isteklerinin en ateşli ve uyanık bulunduğu çağ,şüphesiz 15 ila 45 yaşları dönemidir.Eğer Hz.Peygamber (S.a.v),bu dönemde bir çok güzel kadınla evlenmiş,sonradan onları terk edip daha başka genç ve güzel kadınlar almış olsaydı,şehvani hisleri tatmin yoluyla ileri sürülen iddialar bir dereceye kadar haklılık kazanırdı.

Halbuki o böyle yapmamış,tam tersine hayatının son on yılı içinde (53 ila 63 yaşları)aralarında Ümmü Seleme gibi yaşları hayli ilerlemiş ve bir çok çocuğu olanlar da dahil,aldığı hanımları ileri yaşlarda ve dul olarak almıştır.Mesela,Hz.Sevde 53 yaşında ve dul,Hz.Zeyneb binti Huzeyme 60 yaşında ve dul.Ümmü Seleme 4 çocuklu ve 65 yaşında bir dul.Ümmü Habibe 55 yaşında ve dul.Meymune 2 çocuklu ve dul.Bir başka tarihi gerçekte şudur.Bu hanımlardan eceli gelip ölenlerin dışında hiçbirinden de ayrılmayı düşünmemiştir.İşte Peygamber Efendimizin çok evliliklerini tahlil ettiğimizde karşımıza bu ibretli tablo çıkmaktadır.”(Peygamberimiz neden çok evlendi…Kitabından..)

Hz.Aişe ile küçük yaşta iken evlenmemiştir.Zira Hz.Aişe daha önce sözlü idi.Bir müddet sözlü kaldı.Babası Hz.Ebubekir sözlüsünden rahatsızlık duyunca evliliği iptal etti.Peygamberimizle önce nişanlandı,bir müddet beklemeden sonra onunla evlendi.Bu ise 20’ye yakın bir yaştan sonraya tekabül etmektedir.

Peygamberimiz hanımlarını boşamamıştır.[36]

“Zira böyle olsaydı,yirmibeş yaşında elli yaşına kadar olan ömrünü kendinden onbeş yaş büyük olan Hz. Hatice ile geçirmemesi gerekirdi. Bu evlenmeler,mahalli adetlerle izah edilebilir. Nitekim din teessüs edince,Mekke fethinden sonra Peygamber asla evlenmemiş ve bu sıralarda herkesin istediği kadar evlenme usulünün kaldırıldığına dair ayetler gelmişti.”[37]

Nitekim denildiği gibi:”Göz,göz ağrısından dolayı güneş ışığını inkar eder. Ağız da hastalıktan dolayı suyun tadını inkar eder.”[38] Kişi de iman hastalığından dolayı o zatı görmez ve göremez. Ağzına mı düşmüş.

PEYGAMBERLİĞİ

Yıl miladi 610. peygamberimiz her zaman çekildiği Hira mağarasında. Evine beş km’lik mesafe.”Hz. İbrahim’in Arabistan’da,çok perdeler altında gelen Hanif dini üzere,mendub suretiyle ibadet ediyordu.”[39]

Peygamberimiz dağ kovuğuna çekilenlerin ilki de değildir. O çirkeflerden kaçan Zeyd,Varaka gibi zatlar da vardı.”[40]

Ramazanın onyedi’si Pazartesi gecesi [41],melek Cebrail ümmi[42] olan o zata –Oku- [43]diyordu. Böylece ilk vahiy gelmişti.

Hadisenin cereyanından sonra heyecan ile eve gelen Efendimiz Hz. Hatice’ye;-beni örtünüz-diyordu. Peygamberliğinin başlangıcından,Peygamberliği müddetince en büyük desteği olan Hz. Hatice,peygamberimizi teskin ediyor ve ammi-zâdesi,hristiyan bir bilgin olan Varaka bin Nevfel’e götürüyordu. O zat’da:Kuddüs! Kuddüs! Bu gördüğün melek,Yüce Allah’ın Musa peygambere gönderdiği Ruhul Kudüstür,Namusu Ekberdir. Sen ise bu ümmetin peygamberisin.Ah! Ne olurdu,yeni dine halkı çağırdığın günlerde bende genç olaydım. Kavmin seni yurdundan çıkaracakları zaman,sağ olsaydım.”[44]

Gözü görmeyen bu zat,bir çok gözlülerden daha iyi görüyordu.

Carlyle (1795-1881)’nin dediği gibi:”Muhammed’in dimağına her dakika hazar ve sefer zamanlarında binlerce sual hücum ediyordu. Ben kimim? Niçin varım? Bu hudutsuz kâinat ne? Neye inanmalı? Fakat Hira’nın kayaları,Tur’un göğe yükselen şahikaları veyahut harabeler ve ovalar bu suallere cevap veriyor muydu? Asla,şu devreden kainat,birbirini kovalayan gece ve gündüz,pırıldayan yıldızlar,sağnaklar getiren bulutlar..Bunların hiç biri bu sorulara cevab vermiyordu”[45]

Yirmiüç yılda kendi asrını nurlandıran o zat,bıraktığı Kitab ve Sünnetle de asırları ışıklandıracaktı,kıyamete dek…

Peygamberimiz peygamberliğinin delili olarak yüzlerce mu’cize göstermişti.[46]

Kıyamete kadar devam edecek olan en büyük mu’cizesi ise Kur’an-dır.

Aynı zamanda onun zatı,peygamberliğinin en açık delilidir. Abdullah bin Revaha’nıın dediği gibi:

Bulunmasaydı bile mu’cizatın hiç biri

Verirdi sana onun ma’sum yüzü haberi.[47]

“O zatın yüzü Bedir’den daha güzel,koku bakımından misk’den daha hoş,ipekten daha yumuşaktır.”[48]

Kendisi için değil,ümmeti için vardı,helak olurcasına…[49]

O zatın görevi;İnsanları hakka davet ve tebliğ[50] , iyiliği emretmek,[51] Kendisine vahyedilene uymak,[52] Emredileni söyler,[53] İnsanlığı karanlıktan aydınlığa çıkarır,[54] bütün bunlara mukabil ne bir ücret,ne de bir karşılık istemez.[55]

DİĞER SEMAVİ KİTAPLARDAKİ DURUMU

Tahrif olmasına rağmen,diğer semavi kitaplarda Peygamberimize işaretler vardır. Bu hususta Peygamberimiz Kur’an lisanıyla onlara der:”Kitaplarınızda,benim tasdikim ve evsafım vardır. Benim beyan ettiğim şeylerde,kitaplarınız beni tasdik ediyor.”[56] Her ne kadar siz tasdik etmeseniz de…

“De ki;Eğer doğru sözlü iseniz,o zaman Tevratı getirip onu okuyun.”[57]

Bir çok hristiyan ve yahudi alimleri bunu ikrar etmişlerdir. Rum Meliki Hirakl’da:”Evet,İsa Aleyhisselam, Muhammed’den haber veriyor.”demiştir.

İşte Tevrat ve İncil’den ayetler:

-“Artık sizinle çok söyleşmem,zira bu alemin REİSİ geliyor. Ve ben de,O’nun nesnesi asla yoktur.”[58]

Şu andaki Kitab-ı Mukaddes’le (Tevrat-İncil) karşılaştırdığımızda orada da aynı ayetlere rastlarız.

-“Ben de Baba’ya yalvaracağım;ve o size başka bir TESELLİCİ,hakikat ruhunu verecektir.”[59]

-“Amma ben,size hakkı söylüyorum. Benim gittiğim,size faidelidir. Zira ben gitmeyince,TESELLİCİ size gelmez.”[60]

-“Bununla beraber ben size hakikatı söylüyorum;benim gitmem sizin için hayırlıdır,çünkü gitmezsem,TESELLİCİ size gelmez,fakat gidersem onu size gönderirim.”[61]

-“O dahi geldikte;dünyayı günaha dair,salaha dair ve hükme dair ilzam edecektir.”[62]

-“Ve o geldiği zaman günah için,salah için,ve hüküm için dünyayı ilzam edecektir.”[63]

-“Zira bu aleminin reisinin gelmesinin hükmü gelmiştir.”[64]

-“Ve hüküm için,çünkü bu dünyanın reisine hükmedilmiştir.”[65]

-“Amma o hak ruhu geldiği zaman,sizi bil cümle hakikata İRŞAD edecektir. Zira kendisinden söylemiyor. Bilcümle işittiğini söyleyerek,gelecek nesnelerden size haber verecek.”[66]

-“Fakat o,hakikat ruhu,gelince,size her hakikatı YOL GÖSTERECEK;zira kendiliğinden söylemeyecektir. Fakat her ne işitirse,söyleyecek;ve gelecek şeyleri size bildirecektir.”[67]

-“Hak Taala Tur-i Sina’dan ikbal edip bize Sair’den tulu etti ve Fâran dağlarında zahir oldu. (Fâran dağları Hicaz dağlarından ibaret olup,Peygamberimizin peygamberliğini haber verir.)”[68]

-“Rab Sina’dan geldi,ve onlara Sâir’den doğdu,PARAN dağından parladı. Ve MUKADDES’lerin on binlerin içinden geldi.”[69]

-Kur’an-da ise Cenâb-ı Hak:”Hatırla ki Meryem Oğlu İsa:”Ey İsrail oğulları! Ben size Allah’ın elçisiyim,benden evvel gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek AHMED adındaki bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim.”demişti.”[70]

-MÜJDELEYİCİ vasfı olan peygamberimize Cenâb-ı Hak da:”Ey Peygamber! Biz seni şahid,müjdeci,uyarıcı;Allah’ın izniyle O’na çağıran,nurlandıran bir ışık olarak göndermişizdir.”[71]

-Hz. İsa’nın BARNABA adındaki Havarisinin yazmış olduğu İncil,bir çok kişilerce elden ele dolaşıp,1738’de ünlü kitab bilgini Savoy’lu Prens Eugene’nin kitaplığıyla birlikte halen Viyana’daki Hofbibliothek’de bulunmaktadır.

Özelliği:Bu İncil Hz. İsa’nın havarilerinden olan Barnaba tarafından kaleme alınıp,aynı özelliğini koruyarak gelmiş olmasıdır.

Oysa diğer dört İncil (Matta-Markos-Luka-Yuhanna) böyle olmayıp,değiştirilmiştir.[72]

Bu kitab da,peygamberimizin peygamberliğiyle,Allah’ın birliği konusu net olarak belirtilmiştir.

Peygamberimiz hakkında iftiralarda bulunulmasına rağmen,[73] bir çok batılı da Peygamberimizden sitayiş-kârâne bahsediyordu.[74]

Mesela:Prens Bismark:”Sana muasır bir vücut olamadığımdan müteessirim Ey Muhammed!(ASM)”

-Edward Monte:”Resul-i Ekrem idrak ve şuur timsalidir.”[75]

-Âdem’den beri gelen şahsiyetler içinde yüz kişiyi seçen Şikago Üniversitesi Prof’larından Psikanalist bir Amerikalı olan Jules Masserman 15-Temmuz-1974’de –Time- dergisinde:”Liderler nerede?”başlığı altında şöyle diyordu:”belki bütün zamanların en büyük lideri MUHAMMED idi.”[76] Kendisi ise bir yahudi..İkinci sırayı Hz. Musa alırken,üçüncü sırayı Hz. İsa almaktaydı.

Ka’b-ul Ahbar’dan bir rivayette vardır ki:Buhtun Nasr adında zalim bir kişi gördüğü rüyayı,Danyal peygambere tevilini sorar,oda tevilinde;”Ahir zamanda zahir olur bir dindir. Hak Taala Arapdan bir peygamber irsal eder. Cümle dinleri batıl eder ve nesh eder (ortadan kaldırır.) ve cümle yer yüzünü tutar.”der. Aynı zamanda cinniler de peygamberimizden haber verirler.”[77]

ŞAHSİYYETİ

Peygamberimiz umum kainatı kucaklayabilecek ve herkesin kendisiyle hayat bulacağı bir şahsiyettir.

Bütün fazilet ve şerefliler onunla şereflenirler.

Bir batılı:”Hz. Muhammed ilahi öze doğru yönelmiş beşeri bir şekildir.”der.[78] Ve devamla”Hz. Peygamber her şeyden önce “Beşeri küçüklükle” ilahi sırrı birleştiren bir sentezdir. Bu sentez yada zıtlıkların giderilmesi,uzlaştırılması hususu İslâmın belirgin özelliğidir. Ve özellikle İslâmın –en son din-olma özelliğinden doğmaktadır. Eğer Hz. Peygamber –Hatemul Enbiya- yada – Hatemul Mürselin- ise,bu onun kendinden öncekilerin hepsinin bir sentezi olarak gözüktüğü anlamına gelir.”[79]

Bu söz şunu hatırlatmaktadır:”Muhammedun beşer la kel beşer,bel hüve kel yakut beynel hacer.”(Muhammed’de insandır,ancak diğer insanlar gibi değil. Belki o taşlar arasında bulunan (kendiside bir taş olan) Yakut gibidir.)

Hiçbir peygamberden hata sadır olmaz. Çünkü ilahi koruma altındadırlar. Ancak onlardan Zelle [80] denilen durumlar meydana gelir ki,o da –bir nevi- ayağın kayması,ancak düşmemesidir. Vahiy ile [81] kontrol edilir,hatırlatılır.[82]

AHLAKI

Hz. Âişe’nin ifadesiyle:”Siz hiç Kur’an okumuyor musunuz? O’nun ahlakı Kur’an ahlakıdır.”buyurur.[83]

Hem:”Kur’an-ın ahlakıyla ahlaklanınız.”diyen zat,elbette kendisinin ahlakı da Kur’an ahlakı olacaktır.

İsmet sıfatı gereği o masum ve korunmuştur. Bütün kötü hasletlerden mahfuzdur. O zat buyuruyor ki:”İki defa düğüne gitmeye niyetlendim! ikisinde de üzerime öyle bir uyku çöktü ki,uyudum kaldım. Her ikisinde de uyandığım da düğünün çoktan bitmiş olduğunu gördüm.” Peygamberlikten önce,çocukluk döneminde olan bu hal,olabilecek bir günah ihtimalini de engellemiş olmaktadır.

ÜSTÜNLÜĞÜ

Her şey kendisi için yaratılan bu zat,insanlardan ve peygamberlerden farklı olarak,üstün vasıflarla donatılmıştır.

Hadis-i Kudsi’de:”Levlake levlak lema halaktül eflak”(Sen olmasaydın,sen olmasaydın,ben bu kainatı yaratmazdım.)[84] Yaratılışa vesile tek o zattır.

Âyet’de:”Andolsun ki,biz sana tekrarlanan yedi (âyeti) ve büyük Kur’an-ı verdik.”[85]

Yani:”Habibim,biz sana Kur’an-ı Azimin yedi türlü ayetlerinin ikişer manasını verdik,yani öğrettik. Biri maddeler ilmi ile bilinir,biri dahi ilmi esma ile bilinir.

Alemi ğaybdan sana ilimlerin kendisi,Âdem’e de sadece isimleri verilmiştir. İlimlerin zatı,maddeler ilmidir. Esma,ilmi esmadır.”[86]

Yani Hz. Âdem’e eşyanın isminin İcmali verilirken,Peygamberimize Tafsili verilmiştir.

Şair:Muhabbetden Muhammed oldu hasıl

Muhammed’siz muhabbetden ne hasıl…

Hz. Ali:”Allah,göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun temsili,içinde lamba bulunan bir kandil gibidir.”[87] Âyetindeki,-Mişkât- (Kandil) Muhammed’dir.(SAM) Yani Misbahların misbahıdır.(kandillerin kandilidir,aydınlıkların aydınlığıdır.) Birinci misbahdan kasıd,Hz.Fatımat-uz Zehra’dır. İkinci misbah ise,benim. Birinci zücace (cam),Hz.Hasan,(RA) ikinci zücace Hz.Hüseyindir…”[88]

Eğer kâinattan o zatın(SAM) nuru çıksa gitse,kainat vefat edecektir.

ŞEMÂİLİ

Güzellik deyince hem Siret (İç güzelliği,ahlak),hem de suret (Yüz,görünüm güzelliği) güzelliğinin bir arada olması gerekir. Peygamber Efendimiz bu her iki güzelliği de cem etmiştir.

Yüz güzelliği deyince hemen akla Yusuf peygamber gelir. Peygamberimiz ise:”Evet,ben kardeşim Yusuf’dan da güzelim.”buyurmakla,maddi güzelliği da haiz olduğunu gösterir. Bu konuda Hz.Âişe validemiz:”Mısır kadınları Yusufu görünce ellerini kestiler,eğer benim Efendimi görselerdi,ellerindeki bıçakları kalblerine saplarlardı.”der.

O zatın güzelliğini ne bu diller,ne de bu insanlar övmekten acizdirler. Nitekim denildiği gibi:”Ben Muhammedi sözlerimle övmedim ve övemedim. Belki sözlerimi Muhammed’le övmüş,kıymetlendirmiş oldum.”

Elbette derya kaba sığmaz.

O zatın ömrü boyunca yaptığı;fiili,hali ve kavli olan sünnetleri başlı başına ciltlerle kitabları oluşturur.[89]

MEKKE DÖNEMİ

Mekke şehirlerin anasıdır. Yani:”Ümmül Kurâ”dır O.[90] İlk kurulan anlamına “Beyt-i Atik”dir O.[91] O ki;Ka’be’yi kalbinde barındırmaktadır. Hz. İbrahim ve İsmail’e kucak açmış,Alemlerin Efendisi Peygamber Efendimize de beşiklik yapmıştır.

Kur’an-ın nüzulüne sahnelik yapmış,beldelerin görmediği müjdelere şahidlikte bulunmuştur. Kâinatın kalbi,kendisin de çarpmaktadır.

Müslümanlar ona yönelmiş,onun etrafında pervaneler gibi dönmüş,mevlevi gibi raksetmiştir.

Oradan,alemlere ve asırlara nur saçılmış,insanlar için Rahmet vesilesi olmuştur.

Bunlarla beraber,belki de en büyük Hicranı,hüzün ve kederi,kendisiyle kıymet bulduğu efendisinin orada eziyetlere maruz kalması ve Hicret’e mahkum edilmesidir.

Sadece bulutlar ağlamaz. Belki de mümkün olsa görebilsek veya bize gösterilebilseydi,bulut gibi ağlayacak ve ağlayıcı yaşlar dökecekti.

İşte o şanlı nebi orada,Hicrete kadar iman tohumlarını ekti. İnsanların ebedi hayatlarının kurtulmasına yardım etti. Ancak onlar her vesile ile onun dünyasını karartmaya çabalıyorlardı.

O zat onlara güller atar ve ekerken,onlar ona diken attılar,eziyet ettiler.

12 yıl süreyle her türlü zorluklara,ambargolara,işkencelere sabretti. Hep kendisini öldürmeye çalışanları,diriltmek için… Ve öyle de oldu… Onlar,O’nda dirildiler.

Nihayet doğup büyüdüğü,atalarının diyarı olan Mekke’den,onun bu soğuk halinden Medine’nin sıcaklığına,sıcak kucağına Hicret’e mecbur edildi. Haşin yerden,Enis yere göç etti.

HİCRETİ

Peygamberimiz 622 yılında Mekke’den Medine’ye Hicret ederken,ileriye dönük inkilabların temel taşlarını atıyordu. İslam devleti kuruluyor,kabuğunu kırıb dışa açılış gerçekleşiyordu. İslâmiyeti ruhen ve bedenen uygulayarak,yaşama gerçekleşiyordu. İlahi esaslarda o minval üzere nüzul ediyordu.

Medine de inen ayetler insanlığının hayatının temel unsurları ve kurallarını oluşturuyordu.

Hicret’de Allah için Çile vardır. Bir bedeldir Hicret. Hicret’de güçsüzlerin güçlülere,hakkın haksızlara hakimiyeti vardır.

Hicret’de:”Müşriklerin alay,dayak,küfür,hakaret,boykot ve öldürmeye varıncaya kadar yaptıkları işkencelerden kurtuluş söz konusudur.”[92]

Hicret,sabırla başlar,cihad ve mücadele ile devam eder. İmanla karşı konulur.

Hicret,İbni İshak’ın dediği gibi:”Sadece,herkesçe maruf ve meşhur olan Habeşistan ve Medine’ye değil,hayat emniyetinin ve dini yaşama imkanının bulunduğu ’Her bir cihete’ yapılmıştır.”[93]

Hicret;Rahmettir,İbrettir,Fedakarlıktır,Yüksek idealler ve fikirler uğruna candan ve canandan geçmektir.

Hicret’in mükafatı Allah’adır.[94]

“Bedir arslanları,Uhut şehitleri,Hendek hesaplaşması,Büyük fetih (Mekke),Havazin (Huneyn) çağrısı,Mute azmi ve Tebük ruhu bu derin hicret dayanışmasının meyveleridir.”[95]

İlahi emir neticesinde gerçekleşen Hicret’de af ve müsamaha,mühlet tanıma vardır. Siyasette,harbte,bir çok dalda sünbül verecek dahilerin hatırı uğruna her şeyi sineye çekiş,öldürme değil,dirilmek uğruna ölmek vardır.

Hicret;İsar hasleti olan kardeşliğin,kardeşin nefsini kendi nefsine tercih edişin,kıyamete kadar sürecek esası vardır.[96]

İhtilafa değil ittifaka,birleştirmeye ve kaynaştırmaya vesiledir. Evs ve Hazreç iki büyük kabileleri gibi…

Hicret;mağlub gidenlerin,galib dönüşüdür. Başı zahmet,neticesi rahmet…[97]

Hicret;sevenle sevilen,Allah’la Rasulü arasındaki bir sırdır.

Hicret;asırlara bir mesajdır. Çekirdeğin ağaca dönüşmesidir. Hapisten hürriyete uçuştur.

Hicret;Kaçış değil,dönüştür,oda emniyetle…[98]

Hicret;bir ümid,bir ışık,bir doğuş,bir gelişme ve büyümedir.

Hicret’de cehennemi netice verecek,doğuracak her türlü kötülüklerden iyiliklere geçiş vardır. Çaresizlik anında bir çaredir. Öyle ki,en son öldürmeye teşebbüslerinde,[99]bir çıkıştır.

Efendimiz Hicretle sanki şöyle bir ders vermektedir:”Eğer ben hak üzere olmasaydım, bu kadar zorluklara ve her şeyi terk etmeye kadar gidilir miydi? Tahammül edilir miydi?

Hicret’le;cemaat,Cuma’,[100] ve cami ruhu ortaya çıkmakta,doğrudan doğruya Allah’a yöneliş[101] gerçekleşmekteydi.

Hicret;”Dünyanın değil,dinin kurtarılışıdır.”[102]

Artık;Kur’an bunu teşvik ediyor ve etmekteydi ve de etmektedir.[103]

Başlı başına büyük bir mana taşıyan ve müessese olabilecek hicret,sadık arkadaşın refakatinde başarıyla aşılıyor. Müşriklerin temsilcisi olan Süraka hezimete uğruyor,o da hicretten dersini alıyordu

Hicret esnasında Peygamberimizin yerini söyleyenlere 100 deve mükafat veriliyordu. “Bir çoban bunları gördükten sonra Kureyş’e haber vermek için Mekke’ye gitmiş. Mekke’ye dahil olduğu vakit,ne için geldiğini unutmuş. Ne kadar çalışmış ise,hatırına getirememiş. Mecbur olmuş dönmüş. Sonra anlamış ki ona unutturulmuş.”[104]

Hicret’de tebliğ vardır. Nitekim:”Cafer’i Tayyar (Necaşinin huzurunda) ayetleri okuduğunda papazların gözlerinden yaşlar akmıştı.”[105]

MEDİNE DÖNEMİ

Medine;İslâmiyetin filizlenip dal budak saldığı medeni bir şehirdir. Cenâb-ı Hak Kelamında, 5 yerde ona yer vermiştir.[106]

Peygamberimiz 622 yılındaki Hicretinden,vefatı olan 632 yılına kadar Medine’de kalmıştır.

Mekke’de atılan İlk İslamiyet tohumunun meyve verdiği ve oradan aleme ve asırlara,gök ehline ve cennet ehline dal budak saldığı mübarek bir şehir…

Dışa açılıp devletlere Tebliğlerin yapılıp,onları İslâma davet dönemi. Nitekim;628 yılında bir Arab gemisinin Medine’nin iskelesi Yenbu’dan,Kanton’a geldiği ve Çin İmparatoru Te-tsug’a Peygamberimizin mektubunun ulaştırıldığı bildirilmektedir.[107]

Mekke’deki müşrikine karşı,Medine’de ekseriyetle var olan münafıklardı. “Müslümanlar ise Medine’lilerin ancak onda birini oluşturuyorlardı.”[108]

Medine’deki münafıkları kıyaslama açısından:”Hasan-ı Basri’ye;Şimdi münafık kalmadı mı? dediklerinde cevaben:Eğer mevcud münafıklar helak olsaydı (çokluklarından dolayı) ve ortada kalsaydılar yollarda gezmekten çekinirdiniz.” Veya”Eğer münafıkların kuyruğu olsa adım atacak yer bulamazdınız.”der.[109]

Eğer onun zamanı öyle ise,acaba Medine’nin durumu nasıl idi?

Münafık kafirden daha şiddetli ve tehlikelidir. “Peygamberimiz Mekke’de sabrı,Hicreti tavsiye ederken,burada enerjik ve aktif bir siyaset takib etmiştir. İhtiyatlı politika izlemiştir.”[110]

Ekseriyetle İmani konular Mekke’de,hukuki ve muamelata taalluk eden konular da Medine’de tesis etmiştir.

SAVAŞLARI

Peygamberimiz Medine’ye geldikten sonra,müşrikler işin peşini bırakmamış,ferdi olarak galebe edemedikleri o zatı,artık ordu halinde bulmuşlardı.

Bedir,(624)Uhud,(625)Hendek.(627) Her üç savaşta da küffar müslümanların üç katı idi.

Müslümanlar her üç savaşta da müdafaada olup,küffara mühlet tanımış,Mekke’nin fethiyle atağa geçip ve galibiyetle bir süre maddi kılıncı kınına koymuştur. Sulh ve Cihad Peygamberi.

Zaten Mekke döneminde de bunu yapmış,imansız olarak ölmelerini değil,imanlı olarak İslâmın safına geçmelerini sağlamıştır. Uhud’daki mağlubiyette de bu sır vardır. Zira harb dahisi,İslâmın kılıcı olan Halid bin Velid ve Siyaset dahisi Amr ibni As ve sahabenin büyüklerinin müşrikler içinde bulunmasından,Cenâb-ı Hakkın hikmeti onların izzetini kırmamak ve İslâmiyeti kılınç korkusuyla değil,hakikatını görerek girmeleri için nihayet de mağlubiyeti netice vermiştir.[111]

B E D İ R : Hicretin 2. senesi,17 Ramazan,Cuma. Miladi,13-Mart-624.

Akif’in şiirinde:”Bedrin arslanları” diye tavsif ettiği Bedir savaşına katılanlar,Allah tarafından üç bin melekle desteklenmişlerdir.

Âyette:”Muhakkak ki siz Bedirde zayıf durumda iken Allah size yardım etmişdi de muzaffer olmuştunuz. Öyleyse Allah’dan korkun ki,O’nun yardımına şükretmiş olasınız. O zaman sen mü’minlere:”Rabbinizin gökten indirdiği üç bin melekle yardıma gelmesi size yetmez mi?”diyordun.”[112]

U H U D : Hicretin 3. senesi,7 Şevval,Miladi 625.

Rasulullah Uhud da mağlub olacağının rüyasını görmüş ve ashabına sabr-u sebat etmelerini tavsiye etmişti.

Ancak bu emre uymama harbin neticesini değiştirmiş,galib iken mağlub olunmuştur. İbret alınması bakımından,emre uymamanın dünyada dahi neticesinin husran olduğunu bildirmiş oluyordu. Bu savaşta:”yeni müslüman olduğundan bir kere olsun,ibadet edemeden şehid olan Amr ibni Sabit’de vardı.”[113]

Bu savaşta Rasulullah için en hazin olan Seyyid-üş Şüheda amcası Hz. Hamza’yı kaybedişidir.

H E N D E K : Hicretin 5. senesi,29 Şevval. Miladi 24-Ocak-627.[114]

Selman’ı Farisi’nin teklifi üzerine Medine’nin etrafına –karşıya geçilemeyecek enlik de,içinden çıkılamayacak derinlik de- hendekler kazılarak,oyalanmaya gidildi. Cenâb-ı Hakkın şiddetli bir rüzgar göndermesiyle de perişan olan müşrikler bütün ağırlıklarını bırakarak dönmüşlerdir.

Dikkat çekilen bir noktada;Rasulullahın İstişare’ye [115]vermiş olduğu önemden dolayı,İstişare kararlarına,çoğunluğun kararlarına uyarak onu tatbik etmesidir.

Ve peygamberimiz Savaşta namazı kılmış,terk etmemiştir.[116]

“Harb bir hiledir.”(Buhari) Hakikatınca,müslümanlarla anlaşmayı bozub,Kureyş’lilerle ittifak eden Kureyza yahudileri ve Katafan oğulları Medine’nin etrafını muhasara altına almışlardı.

Müslüman olduğu yahudi ve müşriklerce bilinmeyen Nuaym bin Mesud peygamberimizden aldığı izinle,Kureyş’lilerle yahudilerin arasını açarak,büyük bir tehlikeyi de önlemiş oluyordu.[117]

Hendek’ten sonra bir seferle anlaşmayı bozan Kureyzalılar da memleketlerinden sürüldüler.[118]

KRALLARA TEBLİĞ

Daveti umumi olan Peygamberimiz Medine döneminde Heraklius,Necaşi,Mukavkıs gibi kişilere,onların dillerini bilen sahabelerle mektublar göndererek,onları İslâma davet etmiştir.[119]

V E F A T I

Her fâni gibi peygamberimiz de,doğduğu gibi vefat da edecektir. Hakiki sevgiliye kavuşacaktır. Rabbimiz de Kur’an-da:”Muhakkak sen de öleceksin,onlar da ölecekler.”[120]

Hz. Âişe der:”Rasulullah,Pazartesi günü kuşluk vakti ile öğle vakti arasında vefat ettiler.” O gün de doğup,yine o gün olan Pazartesi ahirete irtihal ettiler.

Ümmü Gülsüm’de:”Pazartesi günü benim maruz kaldığım musibete Kûfe’de Hz. Ali maruz kaldı. Rasulullah o günü vefat etti. Hz. Ali o günü şehid edildi. Babam o günü şehid edildi.”[121]

Etrafı teskin etmek üzere Hz. Ebu Bekir, Muhammed’in de beşer olduğunu onlara hatırlatıyordu.[122]

Peygamber Efendimiz son demlerinde arzu ediyor,mescide çıkamaz olup,yerine Hz. Ebu Bekir’i vekil kılıyordu.

“Kendilerinin de kıldıkları en son namaz akşam namazıdır. Bura da –El-Mürselat- okumuş ve ondan sonra bir daha namaz kılamamıştır.”[123]

Müslümanlarda büyük bir tedirginlik görülmekteydi. Acaba kendilerini karanlıktan kurtaran bu güneş batacak mıydı? Batacaksa ne olacak? Ne yapacaklardı? Kime müracaat edecek? Kimden meded umacaklardı? Sorular..sorular.. Ancak o zatın gidişi başkalarının gidişi gibi değildi. Kendisi gidecek ancak ümmetini boşlukta bırakmayacaktı. Açtığı çığırdan devam edeceklerdi.

Görevini yapmanın verdiği huzurla artık ruhunu teslim edebilirdi.

Mübarek dudaklarından Kelime-i Tevhid ruhuyla beraber Refiki A’la olan en yüce makama yükseliyordu.

“Tarih ise;Hicretin 11. senesi,Rebiül Evvel ayının 12.si,Pazartesi günü,Miladi 8-Haziran-632.”[124]

Hz. Fatıma Rasulullahın vefatında şöyle diyordu:”Semanın ufukları karardı,güneş de dürülüp yas tutmuş gibi nurunu kaybetti. Gece ile gündüz birbirinden ayırt edilmez bir halde koyu ve zifiri karanlıkların girdabına gömüldü.

Allah sevgilisinin vefatından sonra yer kürenin,bu acı ayrılığa üzülmekten dolayı varlıklar alemindeki yeri bir kum yığını halini aldı. Bu sebebten yer yüzünde sarsıntılar ve çarpıntılar çoğaldı.

Varsın dünyanın doğusunda ve batısında bulunup senin vefatını işiten bütün varlıklar ağlasın.” Varsın Mudar ile Yemen kabileleri başlarına topraklar saçsın. (Neye yarar ki?) (Ben) Senin ayrılığına üzülmekten yüzüme göz yaşları resimler yaparak geceliyorum. Gönlümde ise kocaman (ve devasız) yaralar hüküm sürmekte,canım yanmakta,ruhum sızlamaktadır.

Sabır esasen her yerde güzel bir şeydir. Fakat senin ayrılığına dayanmak güzel olmak şöyle dursun,pek ayıptır üstelik.

Benim üzüntüm,ağlayıp sızlanmam ayıplanmaz. Eğer ayıplayan bulunursa,gözümden akan ve coşup taşan yaşların durmayıp çoğalması ve ayıplamaya bir cevap teşkil edecek ve ölünceye dek,bir an durmadan akıp gidecektir. (Ben öyle bir hicran arkına düştüm ki,artık bu hicran gecesinin bir gündüzü de yoktur.)

Ve kabrinden bir toprak alıp:” Hz. Ahmed’in toprağını koklayan, zaman boyunca misk kokusu almasa ne gam…Benim üzerime öyle bir musibet çöktü ki,eğer gündüzlerin üzerine çökseydi,gece olurdu.”der.

-Peygamberimizin nasıl vefat ettiği konusunda;Rasulullahın vefatında yine Yahudi eli bulunduğudur. Son nefesinde yahudi kadınının vermiş olduğu zehirli etin tesiri bulunmaktadır.

Mervan bin Osman Ebu Said b. Mualla anlatıyor:”Rasulullah ölüm döşeğinde iken,yanına Bişr b. Bera b. Ma’rur-un kız kardeşi girince,ona şöyle dedi:”Bişr’in kız kardeşi! Şu anda kardeşinle beraber Hayber’de yediğim etin tesirinden dolayı adeta atar damarlarımın kesildiğini hissediyorum.”

Müslümanlar,Allah’ın kendisini peygamberlikle şereflendirmesi sebebiyle,Rasulullahın şehid olarak ruhunu teslim ettiği görüşündedirler.[125]

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Mektubat.B.Said Nursi.sh.83.

[2] Age.sh.162.

[3] Kısas-ı Enbiya.Ahmet Cevdet Paşa. 1 / 54.Fil vak’ası üzerine Arap şairlerinin şiirleri için bak.Hak Dini Kur’an Dili.E.H.Yazır. 9 / 6144.

[4] Fil suresi.1-5.

[5] (İbni Ömer) Zad-ul Mead.İbni Kayyım el-Cevziyye. 2 / 263.

[6] Peygamberimizin Hayatı.Salih Suruç. 1 / 52.

[7] Kısas-ı Enbiya.age. 1 / 57,P.Hayatı.age. 1 / 52.

[8] P.Hayatı. 1 / 54.

[9] K.Enbiya. 1 / 57.

[10] Mektubat.age.159.

[11] P.Hayatı. 1 / 84,Tefsir Usulü.Prof. İ. Cerrahoğlu.232.

[12] Age. 1 / 116.

[13] Age. 1 / 118.

[14] İslam Tarihi.Asım Köksal.Mekke Devri. 1 / 56.

[15] İsra.81,P.Hayatı. 1 / 57,K.Enbiya.59,Mektubat.161.

[16] İ.Tarihi.age. 1 / 28,K.Enbiya. 1 / 48,Zadul Mead. 1 / 69.

[17] Tarihi Taberi kenarı.Altı Parmak. 2 / 371.

[18] İ.Tarihi.age. 1 / 19.

[19] Age. 1 / 20.

[20] Mesnevi Şerhi. Mevlana. terc.Tahir-ul Mevlevi. 12 / 264.

[21] İ.Tarihi. 1 / 141.

[22] Age. 1 / 140.

[23] Age. 1 / 37.

[24] Mektubat.361,İslam Ansiklopedisi.TDV. 1 / 76.

[25] K.Enbiya. 1 / 52.

[26] Mektubat.360,İ.Ansiklopedisi. 1 / 273.

[27] İsra..15.

[28] İ.Tarihi. 1 / 334-335.

[29] Mektubat.362.

[30] İ.Tarihi. 1 / 331.

[31] Tirmizi. Fıkhı Ekber Şerhi.Aliyyül Kari.sh.308.

[32] Mübarek Hanımlar. M. Necati Bursalı.58.

[33] F.Ekber şerhi.275.

[34] Zad-ul Mead. 1 / 97.

[35] Ahzab.50-52.

[36] Tahrim.1,3-5.

[37] Müslümanlık.Prof.Y.Z.Yörükan.18,Mektubat.25,Tefsir-u Ayat’il Ahkam minel Kur’an.M.A.Sabuni. 2 / 314.

[38] T.A. minel Kur’an.age. 2 / 316.

[39] Mektubat.260.

[40] Müslümanlık.age.13,İ.Tarihi.age. 2 / 196.

[41] P.Hayatı. 1 / 189.

[42] Bak.Mearif.255.

[43] Alak.1-5-

[44] P.Hayatı. 1 / 192-193.

[45] Kur’an-ı Kerim Bilgileri. Dr.O.Keskioğlu.18.

[46] Mektubat.81,Kitabut Tevhid.Maturidi.203,İktibaslar Kitabı.(I)A.Coşkun.Dr. A.A.Aydın’ın yazısı.114.

[47] Maturidiyye Akaidi.N. es-Sabuni.terc.B.Topaloğlu.115.

[48] Age.202.

[49] Fatır.8,Şuara.3,Nahl.127,Tevbe.128,İsra.29.

[50] Maide.67,99,Al-i İmran.164.

[51] A’raf.199,157,Kehf.110.

[52] A’raf.203.

[53] Hicr.94,Ra’d.36.

[54] İbrahim.1.

[55] En’am.90.

[56] Mektubat.148,Osmanlıca Zülfikar.B.Said Nursi.sh141,Tefsir-i Kebir Terc.Heyet. 2 / 458-463,Hak Dini Kur’an Dili.age. 1 / 501-507,Hadislerle Müslümanlık.M.Y.Kandehlevi. 1 / 34.

[57] Al-i İmran.93,61.

[58] Yuhanna incili.14.Bab.20.ayet.Bak Mektubat.154.

[59] Yuhanna 14.Bab.16.ayet.sh.110

[60] İncil Yuhanna.16.Bab.7.ayet.Mektubat.sh.154.

[61] Yuhanna.16.Bab.7.ayet.sh.112.

[62] Yuhanna incil.16.Bab.8.ayet,Mektubat.155,Osmanlıca Mektubat.268-269.

[63] Yuhanna 16.Bab.8.ayet.sh.112.

[64] Yuhanna.16.Bab.11.ayet,Mektubat.155.

[65] Yuhanna.16.Bab.11.ayet.sh.112.

[66] Yuhanna.12.Bab.13.ayet,Mektubat.155.

[67] Yuhanna.16.Bab.13.ayet.sh.112.

[68] Tevrat.Beşinci Kitab.33.Bab, Mektubat.153.

[69] Tesniye.33.Bab.sh.213,Ayrıca bak. Açıklama.M.Asım Köksal.sh.29,32,İ.Tarihi.age.Mekke Devri. 2 / 97,Tek Nur.Dr.H.Nurbaki.92.

[70] Saf.6.

[71] Ahzab.45-46.

[72] Bak.Barnaba İncili ve Son Peygamber.Dr. O. Kuntman,İslam Dünya Gündeminde.V.Vakkasoğlu.120.

[73] İ.D.Gündeminde.age.101.

[74] Tek Nur.age.108.

[75] İşarat-ül İ’caz.B.Said Nursi.245.

[76] İ.D.Gündeminde.age.107.

[77] Altı parmak.age. 2 / 414-415.

[78] İslamı Anlamak.F.Schuon.Terc.M.Kanık.149.

[79] Age.164.

[80] Bak.Kelam dersleri.S.Uludağ.250.

[81] Necm.3.

[82] Bak Abese suresi.

[83] Hadislerle Müslümanlık.age. 3 / 1139.

[84] Şualar.B.Said Nursi.521,Mesnevi-i Nuriye.B.Said Nursi.38,Sonsuz Nur.F. Gülen. 1 / 8, Keşful Hafa.Acluni. 2 / 232,164,No.2123,Mektubat.İmam-ı Rabbani. 2 / 320, Hülasa kitabında Sağani Mevzu olduğunu söyler,mana bakımından sahih’dir,der.

[85] Hicr.87.

[86] İrfan Sofraları.çevr.Dr.S.Ateş.180-181.

[87] Nur.35.

[88] Atiyye-i sübhaniyye.A. Geylani. Mütr.C.M.Arif.Hazr.B.Uluçınar.sh.90.

[89] Bu hususta geniş bilgi için.Muhtasar Şemail-i Şerif Tercümesi.(Osmanlıca) Muhammed Raif Efendi.(Matbaa’i Osmaniye)366 sayfadır.Ve bunu Osmanlıcadan kendi çevirimiz olan “Şemâil-i Şerif tercümesi”ne de bakabilirsiniz.Şemaili Şerif.Hadislerle Müslümanlık. 1 / 36, İ.Tarihi.Mekke Devri. 2 / 104,Sünnet ışığında İslam ve Hayat.Ahmet Şahin.

[90] En’am.92.

[91] Al-i İmran.96,Hac.27-29.

[92] Bak.Hicret.Doç. İ.Canan. sh. 11.

[93] Age.sh.17.

[94] Nisa.100

[95] Diyanet dergisi.-1981 yıllığı- Hicret özel sayısı.H.Algül.sh.70.

[96] Haşir.9.

[97] Fetih.24.

[98] Fetih.27.

[99] Enfal.30.

[100] Cumia.9.

[101] Bakara.44.

[102] Hicret.age.25.

[103] Enfal.72,Nisa.89.

[104] Mektubat.145.

[105] K.K.Bilgileri.age.5.

[106] Tevbe.101,120,Ahzab.13,60,Münafikun.8,Mu’cemul Müfehres.M.F.Abdulbaki.sh.622,770.

[107] Tarihçi H.G.Wels’in “Dünya Tarihi”cilt.3,sh.57,Bak.Tercüman Gazt.7-5-1987.

[108] Medine Dönemi.Doç.İ.S.Sırma.17.

[109] İhya’yı Ulumid Din.İ.Gazali. 1 / 324.

[110] K.S.Muhtasarı.age. 3 / 527.

[111] Bak.Lem’alar.B.Said Nursi.26.

[112] Al-i İmran.123-124.

[113] Uhud Gazvesi.R.M.Sami.10-11,35.

[114] P.Hayatı. 2 / 96, 1 / 507,579.

[115] Şura için bak.Tefsir-i Kebir.F.Razi. 7 / 160,Hz. Peygamberin Sünnetinde İstişarenin Safhaları.Doç.İ.Canan.Köprü dergisi.1981.Ağustos-Eylül..

[116] Nisa.101-103.

[117] Bak.Tebük Seferi.age.90-91.(Peygamberimiz Tebük’de her hususun özetine dair bir hutbe irad etmiştir.)Bak.İ.Tarihi. Medine Devri. 9 / 207.

[118] P.Hayatı. 2 / 129.

[119] P.Hayatı. 2 / 206,Zad-ul Mead. 1 / 113,Zafer Dergisi.1987-Şubat.Sh.3.Doç.Ahmed Akgündüz, İslam Peygamberi.Prof. M. Hamidullah. Çevr. Prof. Salih Tuğ. 1 / 308,319,343,365,384,416.

[120] Zümer.30.

[121] İlahi Nizam. İmam-ı Gazali. 2 / 717.

[122] Al-i İmran. 144.

[123] Buhari-Müslim. İhya. 1 / 477.

[124] P.Hayatı. 2 / 554.

[125] Hadislerle Müslümanlık. 3 / 1152-1153.




PEYGAMBERİMİZİ TANIMAK VE SEVMEK

PEYGAMBERİMİZİ TANIMAK VE SEVMEK

Rabbimizi bizlere bildiren belgelerden en büyük belge;elbetteki Peygamber Efendimizin bilinmesiyle alakalıdır.

Muallim Cûdi şöyle der:Ben sözlerimle Muhammed-i(SAM) övemedim. Lakin sözlerimi onu övmekle övmüş oldum.”der.

Peygamber Efendimiz;tahrif edilip değiştirilmiş olmasına rağmen Hüseyin-i Cisri gibi bir alim tarafından Tevrat ve İncilde Peygamberimiz ile alakalı[1] yüzden fazla müjdeli haberleri çıkarmış,tebşir edildiğini belgelemiştir. Tahriften sonra bu kadar olursa,elbetteki daha önce ne kadar olduğu düşünülsün.

İşte gerek bunlar,gerekse de hatiflerin müjdesi,kahinlerin şehadeti ve doğumunda zuhur eden harikalar,gösterdiği mucizeler,faziletleri,birer birer her biri o zatın peygamberliğinin delillerindendir.

Asrı saadetin,o gelmeden önceki durumunda insanlar her yönüyle tam bir tükeniş içerisinde idiler.

onun gelmesiyle tükeniş içerisinde olan,bitişin çarkları arasında üğüdülen o insanlar,bir anda bir yükselişe ve varlık içerisinde tekrar var oldular,onunla varlığı buldular.

Zira o zat onlara:”Neci olduklarını,nereden geldiklerini,nereye gideceklerini ve bu dünyadaki vazifelerinin ne olduğunu öğreterek,hayatın şuuruna erdirdi. Edindikleri bir çok ilahlar içerisinde,gerçek Rablerini bularak,kendilerini bulmuş oldular.

Eğer onun tarifinin dışında kainata bakılsa,ağlar ve mâtemhane şeklinde görülür.

O zat;ebedi saâdetin habercisidir.

O zat;âdetlerine mutaassıb kavmin adetlerini değiştirip,yerine güzel ahlak getirmiş,ruhlarına işleyen o kötü ahlak ve huyların yerine,bütün asırlara güzel bir nümûne-i imtisal olacak adetleri kökleştirmiş olmaktadır.

Küçük adetleri değiştirmekte zorlanarak büyük güç sahiblerine karşı o zat;az bir kuvvetle ve kısa bir zaman içerisinde ortadan kaldırarak yerlerini boş bırakmamış,en güzel adetleri yerleştirmiş olmaktadır.

Cenâb-ı Hakkın rızasının ne ve nerede olduğunu en iyi şekilde o haber vermektedir.

Bir insan sırf ay-da ne olduğunu bilip öğrenmek için yarı malını,yarı ömrünü verdiği halde;o zat Aleyhis-salâtu vesselam onun da ötelerinden,ebedi hayattan haber vermektedir. O halde onun verdiği haberleri öğrenmek için bir ömür verilse,elbette yerinde olur.

“O ancak kendisine vahyedilen bir vahyi söyler.”[2]

Onu sevmek Allahı sevmek demektir.

“Eğer Allahı seviyorsanız,bana tabi olunuz. Ta ki Allah’da sizi sevsin.”[3]

-Bu zat arkasına bir çok fazıl kimseleri almıştır. Onlardan biri olan Mevlâna Câmi şöyle der:

“Ya rasulallah,Ashab-ı Kehfin köpeği gibi cennete gireyim,ashablarının zümresinde. o (köpek-Kıtmir) cennete girsin, Bu revamıdır. O Ashab-ı Kehfin köpeği ise,ben de (senin) ashabının köpeğiyim.”der.

MEHMET ÖZÇELİK

[1] İncilden işaretler için bak. Tefsirr-i Kebir. Fahreddin-i Razi. Terc.heyet. 21 / 461.

[2] Necm.3-4.

[3] Al-i İmran.31.




PEYGAMBERİMİZ VE MU’CİZELERİ

PEYGAMBERİMİZ VE MU’CİZELERİ

Peygamberimizin;Kur’an-ı Kerim-den sonra,peygamberliğinin en büyük belgelerinden biri de;gösterdiği mu’cizelerdir.

O mucizeler ki;harikulade birer olaylar olarak gerçekleşmiş olup,onun peygamber olduğuna şehadet etmektedirler.

Bunlar bir değil,yüzlercedir. ve bu yüzlerce mucizelerin her biri,yalan söylemeleri mümkün olmayan,güvenilir birer şahsiyet olan sahabelerin şehadetiyle sabit olmakta ve bunlar bazen yüzlerce insanın huzurunda gerçekleşmektedir.İşte bunlardan bir kaçı;

-Peygamberimizin Hz. Zeyneb ile olan tezevvücünde bir-iki avuç hurma mucize eseri olarak,300 kişiye yetmiştir.

-Peygamberimiz Eyyub-el Ensarinin evine Hz. Ebubekir ile gittiğinde iki kişilik yemek yapıp hazırladığı halde,Rasulullahın daveti üzerine o yemekten 180 kişi yediği halde eksilmemiştir. Ve bu durum karşısında da,gayr-ı müslim olan ı insanların müslüman olmalarına da sebeb olmuştur.

-Yine bir gazvede aç kalan ordu Peygamberimize gelip,durumlarını arz ettiklerinde;bunun üzerine ordu da olan gıda toplanır ve ordu çağrılır. Peygamberimizin bereketle dua ettiği o yiyeceklerden alır. Ve o koca ordu,o bereketli yemekten yer ve doyarak kalkarlar.

Bir alimin ifadesine göre:”Eğer ehli arz gelseydi hepsine de kafi gelirdi.”demektedir.

-Yine bir gün birisi Rasulullahdan biraz arpa istedi,oda verdi. Günlerce kullandıkları halde bitmeyince,onu ölçtüler. Bunun üzerine bereket gitti. bu durumu Rasulullaha söylediklerinde,Peygamberimiz onlara:”Ölçmeseydiniz hayatınızca size yeterdi.”buyurdu.

-“Hz. Ebu Hüreyre Rasululahın arkasından evine girer. Getirilen bir sütten Peygamberimiz ona Ehli suffeyi de çağırmasını söyleyince,Ebu Hureyre kendi kendine,-Buna ben daha layıkım,ancak bana yeter.-der.

Yine çağırır ve onlara verir. Onlar içer. Ve sonuçta kendi içer. İçtikçe Peygamberimiz ona –İç- der ve içer,öyle ki artık;

-Anam babam sana feda olsun Ya Rasulallah. Yer kalmadı,buyurur ve rasulullaha verir. Ve O’da afiyetle içer. Binler afiyet…

Elbette yemek mucizesinde olduğu gibi,bu süt mucizesinde de,tüm dünya gelse ve yese ve içse idi,hepsine de yeterdi.

“Kim bilerek bana iftira ederse,cehennemde yerini hazırlasın.”hadisini çok iyi bilen sahabeler,görmüş,bilmiş ve inandıkları hakkı hak olarak söylemişlerdir.

-Su hususunda gösterdiği bir çok mucizelerinden birisinde de;az bir su ile koca bir ordunun ve hayvanlarının su ihtiyacını giderdiği gibi,kırbalarını da o bereketle doldurmalarını sağlamıştır.

-Parmaklarından akan su ile,ordusunun su ihtiyacını –mucize eseri olarak-yerine getirmiştir.

-İnsanların hidayetine vesile olmak üzere,emredip yanına çağırdığı ağaç,yeri yararak huzuruna gelmiş,tekrar emretmesiyle yerine gitmiştir.

-Avucuna aldığı taşlar avucunda zikretmeye başlamış,yere koyduğunda ise susmuşlardır.

-Onun huzurunda hayvanlar konuşmuş,ağaçlar dile gelmiş,bunun gibi yüzlerce mucize göstermiştir o zat aleyhis-salâtu vesselam…

-“Eğer sen olmasaydın,sen olmasaydın,eflaki yani varlıkları yaratmazdım.”hakikatına mazhar bir zattır o zat…

-“Rasulün üzerine düşen ancak tebliğdir.”[1] buyurularak,tebliğle vazifeli bir zattır o zat.

-En büyük makamın ve de kurtuluşun kendisinin sünnetine tabi olmaktan geçtiğini beyan ile:”Ümmetimin fesada gittiği bir zamanda,kim benim sünnetime temessük edip sarılırsa;onun için yüz şehidin ecri vardır.”buyurmuşlardır.

Gemilerdeki pusula gemi için ne derece gerekli ise,O’nun sünnetleri de hayat gemisinde olan bizler için o derece gerekli ve lüzumludur.

Zira o:”Muhakkak ki sen,en büyük bir ahlak üzeresin.”[2]buyurulan bir zattır o zat…

O’na uymak,onun ahlakıyla ahlaklanmak demektir. O’nun ahlakı ise Kur’an ahlakıdır.

Binler salât ve selâm O’nun üzerine olsun…

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Maide.99,92,Al-i İmran.20,Ra’d.40,Nahl.35,82,Nur.54,Ankebut.18,Yasin.17,Şura.48,Ahkaf.35,Teğabun.12.

[2] Kalem. 4.




PEYGAMBERLER VE KISSALARI

PEYGAMBERLER VE KISSALARI

HZ . A D E M

Allah ezeli iradesiyle bir insan yaratmayı irade etti. İnsanlara İstişareyi öğretmek üzere,meleklere yer yüzünde bir Halife yaratacağını söylemesi üzerine melekler:”Ya Rabbi! Yer yüzünde kan dökecek,fesad çıkaracak varlıklar mı yaratacaksın?”[1]diyerek,insandan önce yaratılan Cin taifesinin kan dökücülüğüne kıyasla insanların yaratılmasına taraftar olmamıştır.Bir yandan da bunu İstifsar yani açıklamasını istemek amacıyla sormuşlardır.

Ancak ezeli irade başkadır. Allah:”Siz benim bildiğimi bilmezsiniz.”[2]buyurarak,ilmi ve iradesi insanın yaratılmasını irade etmiş ve ilk insan olarak Adem yaratılmış,ilk peygamberlik göreviyle de görevlendirilmiştir.

Hazreti Âdem topraktan yaratılmış,Hz. Havva ise Hz. Âdem’in eğe kemiğinden yaratılmıştır.[3] Erkeğe nisbeten zarif ve nahif yaratılmıştır. Ne tamamen düzeltilir,ne de kendi haline bırakılır bir halde yaratılmıştır.

Hz. Âdem Havva ile beraber cennettedir. Cennetin tüm nimetlerinden istifade edebilir,ancak malum ağaca yaklaşmamak şartıyla…

O cennet ki;Kur’an-de yedi sıfatla tavsif edilmektedir:1)Yüksektir. 2)Orada Lağiye,kötü söz işitilmez. 3) daimi akan nehir. 4)Yüksek tahtlar. 5)Önlerine konmuş kaplar. 6)Dizilmiş kaplar. 7)Yayılmış Halılar.[4]

“Gerek cennet gerek cehennem halkı 33 yaşlarında ve hiç kocamayacaklardır.”[5]Böyle bir özelliğe sahib.

Gerek ezeli iradenin gereği,gerekse de kadının yapısının özelliğinden kaynaklanan sebeb neticesinden,en açık düşmanları olan şeytanın aldatmacasıyla,malum ağaçtan yemeleri halinde cennetten hiç çıkmamak üzere ebedi kalacakları aldatmacası,yasağa uymamaları cennetten dünyaya inmelerine sebeb olmuştur.[6]

Cennetten çıkarılan Hz. Âdem ve Havva yeryüzüne inmiş,Hz.Âdem Hindistanın güneyindeki Seylan adasına,Havva annemizde Cidde’ye indirilmiştir. Daha sonra uzun ayrılıktan sonra Arafat’da buluşup,burada yaşamaya başladılar.

Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerimde:”Uskun” [7] yani “Burada sakin ol,kal,otur.” emrinden Hz. Âdem bu emir ve ifadenin geçici kalınmayı ifade ettiğini anlamıştır. Çünkü bu kalma emri geçici kalmayı ifade etmektedir.

Ebul Haseni Şazeli;Yasak ağaçtan yeme günahı hususunda şöyle der:” Ne şerefli bir günah ki,sahibini halifelik makamına eriştirmiş ve kıyamete kadar gelecek insanlara tevbenin [8]meşru kılınmasına sebeb olmuştur.”

Halife kelime olarak da sonradan gelen anlamına olması da,Hz.Âdem’den önce yaratılan varlıkların var olduğunu ifade eder.

İnsanın yaratılmasındaki hikmetin tahakkuku ancak cennetteki yasak ağaçtan yenilip dünyaya gönderilmesiyle başlamıştır. Ki bu kısaca teklif ve mükellefiyettir. Birde şeytana aldanmanın insan için ne kadar büyük bir zarar ve kayıb olduğunu bildirmiş olmaktadır.

Hasan Basri şöyle der:”Allah Adem’e dört haslete sahib olmasını emretmiş ve bütün iyi vasıfların bu dört haslette bulunduğunu bildirmiştir. Bunlardan biri benim,diğeri senin için,üçüncüsü ikimiz arasında ortak ve dördüncüsü de senin ile diğer insanlar arasında ortak olandır.

Birincisi:Bana ibadette hiçbir şeyi ortak koşmamandır.

İkincisi:Yapmış olduğun amelindir. En dar gününde o amelin mükafatını sana verir.

Üçüncüsü:Senin dua etmen ve benimde duana icabet edip istediğini vermemdir.

Dördüncüsü:İnsanların ne şekilde sana arkadaş olmalarını arzu ediyorsan,seninde onlara öyle davranmandır.

İnsanlar cennetten çıkmayıp devamlı orada kalmış olsalardı,Cenâb-ı Hakkın isimlerinin tecellisi olmaz. Bir derece Allah kamil manada bilinmezdi. Zira cennette hiçbir kötülük ve eksiklik olmadığı için Allah’ın affediciliği,şifa vericiliği,zulüm olmadığından ceza verme ve adaletin görülüp Kahhar ve Cebbar gibi isimleri bilinmez ve anlaşılmazdı. Allah kendisinin de tam manasıyla bilinmesi için,insanın dünyaya gelmesini murad etmiştir.

Hz. Âdem’in bir üstünlük yönü de kendisine eşyanın,varlıkların isminin öğretilmiş olmasıdır. Bu bir rüçhaniyet sebebidir. Meleklere ve diğer varlıklara karşı bu yönüyle tefevvuk etmiştir. Kâinattaki tüm canlılar bir araya gelseler,değil bir şey icad etmek,bir makine yapmak,bir harf bile yapamazlardı. İnsan ilmiyle Allah’ın Alim ismine mazhariyetini de göstermektedir.

Her bir peygamber bir meslekte Pir ve öncüdürler. Hz. Âdem’de çiftçilerin piri olup,ilk olarak toprağı sürüp,eken kişidir.

Allah Hz. Âdem’i yarattıktan sonra meleklere Âdem’e ve onun şahsında insana secde yani hürmet etmesini emreder. Melekler secde ederler,şeytan ise Kibrinden yani kendisinin ateşten,Âdem’in ise topraktan üstünlüğünü ileri sürerek emre isyan eder. Bu durum onun Allah’ın rahmetinden kovulmasına neden olur. Allah’dan kıyamete kadar müsaade ister. İnsanları doğru yoldan,Allah’ın yolundan alı koymak için. Allah müsaade eder. Kendisinin Muhlis,Allah’ın rızası için hareket eden kullarının şeytan tarafından aldatılamayacağını,onları saptıramayacağını ifade eder. Artık şeytan insan için en açık ve azılı bir düşmandır.[9] Çünkü Allah’ın rahmetinden kovulmasına insan sebeb olmuştur. Bunun acısını çıkarmak üzere işe koyulur. Kadın sayesinde ilkinde başarılı olur. Âdem’in cennet de doğup ilk çocukları olan Kabil ve kız kardeşinin dünyada doğan Habil ve kız kardeşiyle karşılıklı evlenmeleri durumunda güzel olan kız kardeşini Habil’e vermek istemez. Böylece ilk kan dökme olayı Kabil’in Habil’i öldürmesiyle başlamış olur.[10]

İlk ölümle,ilk toprağa gömme usulü Habil’le başlar. Örnek olarak Karganın toprağı eşmesiyle gerçekleşir.[11]

Bu da;Kabil kız kardeşini Habil’e vermeyince kurban adarlar. Gökten inen ateş Habil’in kurbanını kabul eder.[12]

Buna rıza göstermeyip kardeşini öldürmeyi kasteder ve onu öldürür.[13] Yüzü siyahlanır. Şeytan ise,Habil’in ateşe tapmasından kabul gördüğünü telkin edince ilk olarak Aden’de bir ateş tapınağı yaparak tapmaya başlar.[14]

Hz.Âdem’in cennetten çıkarılması Tavzif içindir. Yani belli bir görevle görevlendirilmek üzere dünyaya gönderilmiştir. Bu durum atmacanın serçeye musallat olup da onun uçma kabiliyetlerinin gelişmesine sebeb olması gibi,şeytanın da insana musallat olması kabiliyetlerinin gelişip,neşv-ü nema bulması içindir.

Melekler için tekamül edip yükselme yoktur. Çünkü mücadele edip tekamül etmelerine sebeb olacak nefis ve şeytanın musallat olmaları yoktur. Dereceleri sabittir. Er misali,milyon senede geçse yine erdir yani rütbesiz asker.

Şeytanda da iyilik istidat ve kabiliyeti yoktur,tefessüh etmiştir. Şer ile yoğrulmuş bir yapıya sahibtir.İnsan ise her iki özelliğe sahib olmaktadır. Bir cihetiyle meleklerden üstün olurken,diğer cihetiyle şeytan seviyesine düşüp alçalmaktadır. Eğer Hak ve Kur’an-ı dinlerse Âlâ-yı İlliyyin olan üst mertebeye çıkar. Eğer nefis ve şeytanı dinlerse Esfeli Safilin derekesine düşer.

Altın,gümüş,bakır ve kömür gibi maddelerin maden olmak itibariyle durumları aynıdır. Ancak işlenmeleri halinde bu farklılıklar ortaya çıkar. İnsanlarda madde itibariyle aynı madendendir. Kur’an ve İslâm gibi dinlerin imtihanıyla insanlar birbirinden ayrılırlar. Dini kabul edip inananlar altın ve elmas seviyesine yükselirken,inanmayan insanlar kömür durumuna düşer. Elmas ruhlu Hz. Ebubekir ile Kömür ruhlu Ebucehil birbirinden tefrik edilmiş,ayrılmış olur. Çünkü din bir imtihandır. İnsanların kabiliyet bakımından birbirinden ayrılmasını sağlar. Tıpkı bir sınıftaki talebelerin farklılıklarının imtihan ve soru neticesinde ortaya çıkması gibi insanlarda ayrıştırılırlar. Bu bir zulüm olmayıp adaletin ta kendisidir. Bu ayrıştırılmanın olmayıp,hepsinin aynı şekilde değerlendirilmesi zulüm olur.

Hz. Âdem’den kıyamete (Hz. Muhammed’e) Peygamberlerin suretlerinin,Hz. Âdem’in kendi ümmetinin neslinden gelen peygamberlerin kimler olacağını bilmeyi Cenâb-ı Haktan istemesi üzerine,Allah’da onların suretlerini Hz. Âdem’e göndermiş,göstermiştir.[15]

HZ . DAVUD VE HZ. SÜLEYMAN

HZ. DAVUD:Mısır’la Filistin arasında yaşayan Amâlika,İsrailoğullarına saldırdı. Ve onları perişan edip yurtlarından çıkardı. Amâlika’nın kralı Câlut idi. Devrin peygamberi,Tâlut adında halktan birini hükümdar ve kumandan tayin etti. Buna itiraz ettiler.[16]

Tâlut’un ordusunda Cebbar Câlut’a karşı savaşmış olan Hz. Davud onu öldürmüş,Tâlut’un ölümünden sonra da İsrailoğullarına hükümdar olmuştur.

Peygamberimiz Bedir’de:”Sizin adediniz (İman eden) Tâlut’un askerinin adedine muvafıktır.”[17] Yani;onun onun ordusunda bulunan Davud Câlut’u yendiği gibi,sizde yeneceksiniz.

Kendisine indirilen Tevrat 150 sureden ibaret olup,içinde ellisi Buhtün Nasr’a,ellisi Rum’a aid haber,ellisi mev’ıze ve Hikmetlerden müteşekkildir.

İhtiva ettiği konuları ise:Tesbih,Tehlil,Zikir,Nasihat ve Öğütlerden ibaret olup,Ramazanda ibranice olarak indirilmiştir.

Hz. Davud peygamber Hz. Musa’nın şeriatıyla amel etmiştir.

Belâğat,ses,demiri yumuşatma ve düzenli,kuvvetli bir orduya sahibti.

Hz. Davud’un vefatından sonra 19 oğlundan biri olan Süleyman 12 yaşında olup,babasına varis olmuş,onun yerine geçmiştir.

Mu’cizesi;demiri hamur gibi yoğurarak istediği şekle koyması. Zırh ve kılıç gibi harb aletleri yaparak elinin emeğiyle geçinmiştir.

Kur’an-da:”Biz demiri indirdik.”[18] buyurulmuştur. Oysa demir gökten indirilmemekte,yerden çıkarılmaktadır. Bunun manası şudur:Rahmet olan yağmur inmesiyle nasıl ki ölmüş toprak ve canlılar canlanıyor ise,toplum için bir rahmet olan demir de,gökten inen yağmur gibi içtima-i hayatın canlanmasında önemli rol oynamaktadır. Demirin toplum hayatından çıkması halinde toplum hayatı canlılığını yitirecek,sanayinin temelini oluşturduğu için hiçbir şey yapılamayacaktı. Rahmet gibi şeyler hep gökten gelir. Vahiy gibi. Demirde insanlık için bir rahmettir.

HZ. SÜLEYMAN : Peygamberler içerisinde hem manevi bakımdan peygamber,hem de maddi bakımdan hâkimiyet süren tek peygamber Süleyman peygamberdir.[19]

Süleyman peygamber insanlar,cinler,şeytanlar ve hayvanlar üzerinde hakim idi. 40 sene maddi ve manevi bir saltanat sürmüştür. Kendisine inanmayan cin ve insanları meşakkatli işlerde çalıştırırdı. Dediğini yaptırırdı.

Cinler gaybı bildiklerini iddia ederlerdi. Cenâb-ı Hak onlara bilmediklerini bildirmek üzere,onlar işlerinde çalışırken Süleyman peygamber de asasına dayanmış onlara nezaret etmekteydi. Bu durumda iken vefat eder. Bu vaziyette birkaç gün geçmesine rağmen öldüğünden haberdar olmazlar. Ancak bir ağaç kurdunun âsa-yı,bastonu kemirmesiyle düşmesi sonucu öldüğünü anlar,kendi kendilerine hayıflanarak,Süleyman peygamberin çoktan ölmüş olmasına rağmen gereksiz yere birkaç gün çalışıp yorulduklarını ifade ederler. Böylece gaybı bilmediklerini anlamış olurlar.

Kendisinden sonra oğlu yerine geçer.

Mu’cizeleri ise:1) Vasıtasız olarak havaya binerek iki aylık yolu bir saat da alırdı. Bununla insanların böyle bir şeyi yapıp en uzak yerleri yakınlaştırabileceklerinin mümkün olduğu mesajını vermiş olmaktadır.

2)Bakırı eriterek bir çok şey yapardı. Zamanımızda da bakırın bir önem arz edip gerek süs eşyası,gerekse de bir çok alanlarda kullanılmış olması o peygamberin sanatının bildirilmesi onu hala canlı tutmaktadır.

3)Kuş dilini bilmiş olması. Kuşlardan istifade cihetinin mümkün olduğu ve onlardan yararlanılabileceğini de hatırlatmış olmaktadır.

4)Cin,şeytan ve kötü ruhları zor işlerde çalıştırması da,insanlarca onların kendi işlerinde kullanılabileceğinin mümkün olduğunu ifade eder.

5)Kendisi Filistin yöresinde bulunup Yemen’den Belkıs adındaki kraliçenin tahtını aynıyla bir anda göz açıp kapayıncaya kadar gibi bir zaman süresi içerisinde getirtmesi ve Kur’an-ın bu olayı bize haber vermesiyle ona inanan,onu kendine örnek alan insanların da en uzak bir yerdeki cismi görüntüyle getirdikleri gibi,aynıyla da getirebileceklerinin mümkün olduğu işaretini vermiş olmaktadır.

HZ . M U S A [20]

Habeşistan’da hüküm süren hükümdarlara Necaşi,Türk Melikine Hakan,Rum Melikine Kayser,İran Melikine Kisra,Hint Melikine Batlamyus,Yemen Hükümdarlarına Tubba denildiği gibi Mısır’da Hüküm sürenlere de Fir’avun adı verilir.

Fir’avun bir gün rüya görür. Rüyasında Beytül makdis tarafından gelen bir ateş,Kıptileri yakıp tamamen kül ettiği halde,İsrail oğullarına hiç dokunmamıştı. Bunu Kahinlere sorar. Onlarda:İsrailoğullarından bir erkek çocuk dünyaya gelecek,senin saltanatını tamamen yok edip yıkacak ve helak olmana sebeb olacaktır.

Bunun üzerine o gün doğacak olan erkek çocuklarının tamamen öldürülmesini emreder. Tıpkı bizdeki doğumu engellemeye çalışan doğum kontrolcüleri gibi… Olur ya,ya o doğanlar içerisinde bir Musa dünyaya gelirse?

Mısır’da iki kısım insan bulunmaktadır. Biri,oranın yerlileri ve Fir’avunun taraftarları olan Kıptiler,fir’avun tohumu olan Butros Gali gibi. Ama dedesine ne kadar da benziyor,şeyy…

Diğerleri ise;Hz. Musa’nın ırkından olan Altı yüz bin İsrailli. Orada köle gibi çalıştırılır,her türlü zulüm yapılır.

O gece doğan çocuklar içerisinde nur yüzlü,istikbal vadeden bir çocuk da vardır.

Çocuğun annesi İmran sarayda bulunan akrabalarından bunu önceden haber almış,çocuğunun doğumunu herkese gizlemiş ve kurtulmuştu. Ancak bu durum nereye kadar devam edebilirdi? Ya birileri firavuna haber verirse? O zaman tümünü öldürtürdü.

Hz. İmran üç aylık olan oğlunu kızına vererek Nil nehrine bırakmasını söyler. Çocuk salda nehirde gitmede olsun,firavunun inanmış olan hanımı,ancak ilahlık taslayan kocasından korktuğu için imanını gizleyen Asiye,sarayda nehre bakarken salda bir şeyin gittiğini görünce onu getirttirir. Ellerine aldıklarında bir kundak olduğunu görür. Açtıklarında da nur topu gibi bir oğlan çocuğunun olduğunu görürler.

Peygamber efendimiz,kadınlar içerisinde üç tane üstün vasıfta kadının olduğunu,bunların;Firavunun karısı Asiye,Hz. İsa’nın annesi Meryem ve kendi hanımı Hz. Hatice olduğunu söylerler.

Bu basiretli annemiz Asiye bu çocuğun farklı bir çocuk olduğunu ilk bakışta anlar. Durumdan firavuna haber vermemeleri için etrafındakileri uyarır.

Çocuğa bir isim bulunmalıdır. Düşünülür,suda bulunduğu için,suda bulunan anlamına Musa denilir.

Çocuğu nehre bırakan kız,kardeşini takib etmiş,sarayın önüne gittiğini ve saraylılar tarafından alındığını telaşla annesine bildirmiştir. Neticeyi beklemektedirler. Değil öldürüldüğünü duymak,emzikçi arandığını duyarlar. Getirilen hiçbir emzikçiyi emmeyen çocuğa son getirdikleri kadını da emmesi için verirler. Çocuk Musa hemen emmeye başlar. Çünkü bu annesidir. Tekrar evlat ve anne kimsenin haberi olmadan birbirlerine kavuşmuşlardır.

Çocuk sarayda ne zamana kadar saklanacaktır. Bir zaman sonra Asiye kocasına bu çocuğu göstererek,bu çocuğun diğer çocuklardan farklı olup,alelade bir çocuk olmadığını,zaten kendilerinin de çocukları olmadığından kalması gerektiğini söyleyerek,kendilerine belki yararı olur düşüncesiyle alıkonulması için ikna eder. Artık çocuk Musa sarayın bir ferdi gibi saraylı olmuştur. Düşmanının kucağında ve sarayında büyütülmektedir.

Yıllar yılları kovalar. Bir gün sarayda firavun çocuğu kucağına almış başını okşamakta,sevmektedir. Çocuk ise elindeki sopayla firavunun başına vurarak tacını düşürmesiyle birlikte,firavun çılgına döner. Zira hemen rüyayı hatırlamıştır. Olmaya ki rüyada gördüğü bu ola. Olması değil,düşünmesi bile onu rahatsız eder. hemen öldürülmesi için emir verir.

Etrafındakiler,daha bunun çocuk olduğunu,aklının ermediğin sebebiyle bilmediğini,bilerek yapamayacağını söyleseler de firavun tatmin olmaz. Ancak yapılan şu teklif bir nebze olsun onu düşündürür ve durdurur:Çocuğu imtihan edip,bir tepsinin içerisine bir tarafa altın,diğer tarafa da kor ateş konulması ve çocuğa uzatılarak,eğer altını,değerli taşı alırsa demek ki bilerek yapıyor. Eğer ateşi alırsa,demek ki çocuktur,bilerek yapmamaktadır.

Fena fikir değildir ve kabul edilir. Çocuğa sunulur. Çocuk Musa elini evet elini altın ve değerli taşa doğru götürmektedir,çünkü cazibtir. Kaderi ilahi ise onun yaşamasını ve tarih yazmasını dilemektedir. Cebrailin eline vurmasıyla kor ateşi alır ve ağzına götürür. Ağzı ve dili yanmıştır,fakat kurtulmuştur da. Bu bir ehven-i şerdir onun için. En önemlisi Firavunda büyük bir rahatlama olmuştur. Demek ki bu değilmiş rüyada gördüğü,kendisininki kuruntuymuş…

Ancak bundan sonra çocuk Musa peltek kalmıştır. Pelteklik de ondan kalmadır. Fasih,açık ve net konuşamamaktadır.

Artık çocuk Musa büyümüş,Mısır’da rahat gezmektedir. Dokunulmazlığı vardır. Bu arada İsrailoğullarıyla ilgilenmeyi ihmal etmez. Zaten hedefi de üç şeydir:Altı yüz bin israilliyi firavunun zulmünden kurtarıp kaçırarak,vatanları olan Kudüs’e götürmek. İsrailoğullarını ıslah edip,düzeltmek. Mısırlıların da keyfi zulümlerine engel olup,ıslahına çalışmak.

Genç Musa bir gün çarşıda dolaşırken firavunun adamlarından bir Kıpti,bir israilliyi yatırmış dövmektedir. Musa araya girip ayırmaya çalışır. Kıpti bu duruma tahammül edemez. –Sen de ondan taraf mı oluyorsun?-diyerek Musa’nın üzerine yürür. Musa adama şamarı yapıştırınca,adam cansız yere kapanır ve ölür. Şüphe ve suç iki olmuştur. Bu durum firavunun hiddetini çekmek için yeterli bir sebeb olmuştur.

Musa Mısırı terk eder,civar vilayet olan Medyen şehrine gelir. Çeşmenin başında durup konaklar. İnsanlar su sırasında beklemekte iken,iki genç kız da kenarda durup sıralarını beklemektedirler. Onların beklemelerine fırsat vermeden Musa ellerindeki kırbalarını alarak doldurur ve onları hemen gönderir. Su sırası uzun sürdüğü için her zamankinden erken geldiklerini gören babaları Şuayb Peygamber sebebini sorduğunda durumu anlatırlar. Gidip o yabancı genci çağırması için büyük kızını gönderir. Kız gelerek,babalarının kendisini çağırdığını söyler. Musa gelerek başından geçenleri tümüyle anlatır. Şuayb peygamber korkmamasını,emniyette olduğunu,firavunun zulmünün buraya ulaşamayacağını söyleyerek yanında kalmasını,sürülerini gütmesini,kendisi ise yaşlandığından dolayı yapamadığını söyler.

Musa orada yedi-sekiz yıl kadar kalır. Şuayb peygamber kızı Safura’yla onu evlendirir.

Sekiz sene sonra artık unutmuştur,diyerek Mısıra geri döner. Bu sefer Mısıra peygamber sıfatıyla gitmektedir. Fasih,net ve açık konuşan kardeşi Harun’la beraber firavuna gidip,yumuşak bir lisanla,artık zulmü terk etmesini söylemek üzere Cenâb-ı Hak vahyeder Musa’ya…

Fir’avuna gelerek zulmü terk etmesini söylerler. Firavunda onlara sihirbazları olup,onları yenmeleri halinde bir doğruluk payları olacağını söyler. Her peygamber zamanında revaçta olan bir uygulama vardır. Musa’nın zamanında ise sihirbazlık revaçta ve geçerli olan akçedir. Peygamberlerde o yönde mu’cize gösterirler.

Kararlaştırılan yer ve gün belirlenmiş,halk toplanmıştır. Fir’avun dünyaca meşhur kırk sihirbazını getirmiş,sihir aletleriyle hazır beklemektedirler. Musa’ya mu’cize olarak Asa,Baston verilmiştir. Sihirbazlar ellerindeki ipleri yere atar atmaz birden yılan olarak,dolaşmaya başlarlar. Halk korkar ve kaçar. Bir an Hz. Musa’nın da içine bir korku düşer. Ancak Cenâb-ı Hak kendisine Âsa’yı atmasını emreder. O anda asanın da farkına varan Hz. Musa asayı atınca birden bir ejderha olup,etrafta dolaşan tüm yılanları yutar. Herkesten fazla sihirbazlar şaşkındır. Çünkü kendileri sihirbazlığın tüm yöntemlerini bilmelerine rağmen böylesini bilmemekte ve görmemektedirler. Ve bununda sihir işi olmayacağını da anlamışlardır.

Sihirbazların kırkı birden secdeye kapanarak:”Musa’nın Rabbine inandık.”derler. Fir’avun küplere biner. Bu durumdan vaz geçmelerini,aksi takdirde çaprazlama olarak kendilerini keseceğini söyler. Hiç biri de bu inancından vaz geçmez. Çünkü Hak ve Hakikatın kimde olduğunu görmüşlerdir.

“Ben sizin en büyük rabbinizim.”[21]diyen fir’avunun sahtekar,Musa’nın Rabbisinin hak olduğunu anlamışlardır. Fir’avun zulmünü yapar. Sağ ayaklarını ve sol kollarını veya sağ kollarını ve sol ayaklarını kestirmek suretiyle eziyet ederek kestirir ve öldürür. Kazıklı Voyvoda’lara önderlik yapar.

Hz. Musa galibiyetin verdiği üstünlükle Mısır’da rahat gezmektedir. Çünkü anlaşma gereği kendisine dokunulmayacak,serbest gezmesine müsaade edilecektir. Bu arada devamlı israillilerle irtibat kurar. Ve nihayet bir gece anlaştıkları şekilde Mısır’dan kaçarlar. Ancak bunu haber alan Fir’avun-da arkalarından bunları takibe koyulur. Önlerine Kızıl deniz gelir. Arkalarında ise kızıl fir’avun yaklaşmaktadır. Yine asayı denize vurarak deniz on iki yola ayrılır. On iki kabile olan israilliler,her kabile bir yoldan geçer. Fir’avun-da peşlerinden gelmekte,gittikçe yaklaşmaktadır.

Nihayet yolculuk bitmiş,karşıya geçmişlerdir. Fir’avun ve adamları daha geçememişlerdir. Yukarıdan akmakta olan,gelen su bunların üzerine kapak gibi kapanır. Fir’avun-da,sihirbazların dediği gibi;-Ben de Musa’nın rabbine inandım-demeye çalışıb,diyemeden ve kabul edilmeden ağzına dolan suyla boğulur,hayatı hazin bir halle noktalanır.

Cenâb-ı Hak-da,insanlara ibret olmak üzere fir’avun-un cesedini koruyacağını ve sahile fırlatılacağını bildirir. Ve sahil kenarında bulunan fir’avunun cesedi bozulmadan İngiltere’de British Museum adlı müzede secdeye kapanmış olarak teşhir edilmektedir.

Bu konuda Bediüzzaman:” İkinci Misal: Kur’anda çok tekrar edilen kıssa-i Musa Aleyhisselâm’ın cümleleri ve cüz’leridir ki, herbir cümlesi, hattâ herbir cüz’ü, bir düstur-u küllînin ucu olarak gösterilmiş ve o düsturu ifade ediyor. Meselâ, [22] Firavun, vezirine emreder ki: “Bana yüksek bir kule yap, semavatın halini rasad edip bakacağım. Semanın gidişatından acaba Musa’nın (A.S.) dava ettiği gibi semada tasarruf eden bir İlah var mıdır?” İşte kelimesiyle ve şu cüz’î hâdise ile, dağsız bir çölde olduğundan dağları arzulayan ve Hâlıkı tanımadığından tabiat-perest olup rububiyet dava eden ve âsâr-ı ceberutlarını göstermekle ibka-yı nam eden, şöhret-perest olup dağ-misal meşhur ehramları bina eden ve sihir ve tenasühe kail olup cenazelerini mumya edip dağ misillü mezarlarda muhafaza eden Mısır firavunlarının an’anesinde hükümferma bir düstur-u acibi ifade eder. Meselâ: [23]

Gark olan Firavuna der: “Bugün senin gark olan cesedine necat vereceğim” ünvanıyla umum Firavunların tenasüh fikrine binaen cenazelerini mumyalamakla maziden alıp müstakbeldeki ensal-i âtiyenin temaşagâhına göndermek olan mevt-âlûd, ibretnüma bir düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı âhirde o gark olan Firavunun aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden sahile atıldığı gibi, zamanın denizinden asırların mevceleri üstünde şu asır sahiline atılacağını, mu’cizane bir işaret-i gaybiyeyi, bir lem’a-yı i’cazı ve bu tek kelime bir mu’cize olduğunu ifade eder.”[24]

“Hem meselâ [25] Benî-İsrail’in oğullarının kesilip, kadın ve kızlarını hayatta bırakmak; bir Firavun zamanında yapılan bir hâdise ünvanıyla, Yahudi milletinin ekser memleketlerde her asırda maruz olduğu müteaddid katliamları, kadın ve kızları hayat-ı beşeriye-i sefihanede oynadıkları rolü ifade eder.”[26]

Bedüzzaman hazretleri;Kibir,ğurur ve ulûhiyet taslamada ve inkarı ulûhiyette firavunu temsil getirerek onun bu hususta adeta bir simge oluşturduğunu eserlerinde nazara verir

Artık Mısır’dan kaçıp firavunun zulmünden kurtulan israil oğulları Tih çölünde uzun bir zaman Cenâb-ı Hakkın onlara gökten indirdiği Bıldırcın eti ve Kudret helvasıyla beslenmektedirler.

Nankör bir millet olan bu israiloğulları bunlarla yetinmeyip sabredemeyeceklerini,yerin bitirmiş olduğu bazı yeşillikleri istediklerini,bunların ise;sebze,kabak,hıyar,sarımsak,mercimek ve soğan gibi şeyler olup,Allah’ın kendilerine göndermesini isterler. Hz. Musa’da onlara;falan kasabaya inin orada bulacaksınız,der.

Hz. Musa onlara toprağı ekip,biçmek için Kudüse gidip savaşarak orayı alma teklifine,firavunun korkusunun ruhlarına sinmesi üzere reddederler. Oda onların nesillerinden yeni yetişenleri kırk yıl boyunca eğiterek gider ve fetheder.

Çölde israiloğulları azgınlıklarını arada bir gösterirler. Bunlara ceza olarak kıtlıkla,Nil nehrinin taşması ile,çekirge afeti ile,bit istilası,kurbağa istilası,suların kana dönüşmesi,Taun hadisesi ile,Tur dağının başları üzerine kaldırılıp-geçirilme gibi cezalarla her karşılaştıklarında Hz. Musa’ya koşarak,bu durumlardan vaz geçeceklerini,Allah’a dua edip bu belayı kendilerinden kaldırmasını söyler. Peygamberler ümmetlerinin babaları mesabesinde olduğundan,Hz. Musa dua eder,her seferinde de musibet üzerlerinden kalkar. Ancak daha sonra yine eski hallerine dönerler. Tur dağının başları üzerine kaldırılmasında sol kaşlarını yere koyar,sağ gözleriyle yandan dağa bakarak;acaba kafalarına geçecek mi,geçmeyecek mi?diye yine itimatsızca bakarlar. İltica ve Hz. Musa’nın duasıyla oda kalkar.

İcl hadisesi diye bilinen olay;Hz. Musa Tur-i Sina’ya gider,kardeşi Harun’u yanlarına bırakır. Ancak geri döndüğünde Buzağıya taptıklarını görür. Uzun mücadeleler ve savaştan sonra biraz muvaffak olur. Olay şöyle gelişmiştir:

İçlerinden Samiri adında biri halktan topladığı altın ve kıymetli şeyleri eriterek bir buzağı yapar,içerisinden de ses verdirir. Halkı buna taptırır.

İşte bu milletin her an değişebilen ve bozulabilen hazin halleri…

Peygamber Efendimiz:”israiloğulları olmasaydı yemek ekşimez,et kokmazdı.”buyurur.

Peygamberlerini bile öldüren bu lanetli millet ve meskenet ve rezalet içinde yaşayan bir millet…

Hz. Musa Karun’a da telkinde bulunmasına rağmen ilmine ve zenginliğine kapılmasından Cenâb-ı Hak tarafından hazinesiyle birlikte yere geçirilerek helak edilir.[27]

İslâm tarihçileri;Hz. Adem’den Hz. Musa zamanına kadar geçen zamana “İlk devir” yani –Kurûn-u Ûlâ-,Hz. Musa’dan Peygamberimizin peygamberliğine kadar olan zamana”Orta devir ve dönem” yani –Kurun-u Vusta-,peygamberimizden Kıyamete kadar ki geçen zamana da “Son devir” yani –Son asır,ahir zaman,Kurûn-u Uhrâ olarak isimlendirmişlerdir..

HZ . S A L İ H

Cenâb-ı Hak Hud peygamberi[28] gönderdiği,isyanlarından dolayı helak ettiği Ad [29]kavminden sonra,Nuh peygamberin üç oğlundan biri olan Sâm’ın soyundan gelen Semud [30]kavmine de Salih peygamberi gönderdi.[31]

Bu kavim bir çok bağlar,bahçeler edindiler. Bu durum onları gurura sevk edip,çileden çıkardı. Yazın bu bağ,bahçe ve konaklarda zevk ve eğlence ile geçirip,kışında güçlü ve kuvvetli olduklarından dağlarda elleriyle oydukları mağaralarda,sağlam evlerde otururlardı.

Bunlar dokuz kabile olup bir araya gelerek anlaşıp çeteler halinde anarşi ve karışıklıklar çıkarırlardı. Putperest bir milletti. Salih peygamber uzun müddet bunlara tebliğde bulundu. Ancak pek de yanaşmadılar.

Allah’da bu kavme kendilerini gurura sevk eden o bağ ve bahçelerinin kurumasına sebeb olacak,bir kuyu hariç olmak üzere tüm kuyuların sularını kesti. Sırayla o suyu kullanırlardı.

Bunlar iman etmek için Salih peygamberden bir mu’cize istediler. Daha doğrusu inanmamak için suyu yokuşa sürerek,olması imkansız gibi görünen bir teklifte bulundular ki ta olmasın. Böylece inanmamalarına bir delil olmuş olsun. İstekleri;şu dağdaki sarp kayadan kızıl tüylü on aylık dişi bir devenin çıkmasını istediler. Salih peygamberin mu’cizesi olarak deve çıktı ve kendisi gibi bir de yavru doğurdu. Toplu halde bulunan o insanlardan bir kısmı buna inanırken,diğer bir kısımda inanmamakta diretti.

Dağdan çıkan bu develer bir tek suyu bulunan kuyunun tüm suyunu içtiler. Salih peygamber onları ikaz ederek deveye dokunmamalarını tenbihledi. Aksi takdirde belaya uğrayacaklarını onlara hatırlattı. Buna rağmen onlar deveyi ayağından keserek öldürdüler. Artık üzerlerine azab hak olmuştu.

Birinci günde,yüzleri sarardı. İkinci günde kızardı. Üçüncü günde de yüzleri simsiyah kesildi. Bayılıp,delirerek,kudurarak ölenler oldu. Dördüncü günde de Salih peygamberi ve ailesini öldürmeye teşebbüs ettiler. Ancak Cebrailin önceden haber vermesi ile,Salih peygamber kendisine inanan dört bin kişiyi alarak önceden şehri terk etti. Cenâb-ı Hak bunları bir Sayha ile,yüksek bir ses ile helak etti. O güzelim bağlarını,şehirleri ve kendileriyle birlikte helak etti.

Buradan gidip Şam’ın Remle şehrine yerleşen Salih peygamber 158 yaşında iken vefat etti.

Semud kavmi de diğer isyankar kavimler gibi akibetlerini acı bir şekilde tatmış,kendilerinden sonraki ders alacak milletlere bir ibret levhası olmuştu. Bunlar bu Semud adını dedelerine nisbetle söylemişlerdir.

H Z . N U H

Hz. Nuh Peygamber[32] neseben Hz. İdris peygambere [33]dayanır. Her peygamber gibi tebliğat da bulunur. Ancak kavmi dinlememekle kalmaz,duymamak için kulaklarını tıkar,gözlerini de yumarlardı. Güneşten rahatsız olan yarasa misali…

Kûfe civarında yaşayıp,kırk yaşında iken peygamber olmuş,1050 yıl yaşamıştır. Kırk yaşında diğer peygamberlerinde peygamber olmasının bir hikmeti;o yaşın kemal yaşı olmasındandır.

Müşriklerin inanmamak için peygamberimize bahane olarak;sen bizim atalarımızın yapa geldiği şeyden mi alı koyuyorsun? sorusuna cevaben;-Kur’an-ın lisanıyla:Ya atalarınız yanlış yolda ise,o yanlışı devam mı ettireceksiniz? demesi gibi;

Bu kavimde peygamberlerine:-Sen de bizim gibi bir insansın. Bizden ne farkın var. Hem sana fakir ve sefil kimseler tabi olmaktadır.

Tıpkı bu asrımızdaki hastalık gibi. Bir arkadaşla iman ve ibadet konusunda konuşurken,verdiği cevab aynen bu kavmin Nuh peygambere cevabı gibi idi. Bak,camilere gelen,namaz kılan insanlar hep fakir ve işçi takımı. Böylece asrımızdaki hastalıklar geçmiş ümmetlerdeki hastalıkların hepsini de ihtiva etmektedir.

İnanmamalarına ceza olarak Allah bunlara kırk yıl yağmur göndermeyip,kıtlık içerisinde bırakmıştır.

Bunca yıl yapılan nasihatlar bir fayda vermemiştir. Cebrail’in gelip de bildirmesi ve tarifi üzere gemi yapmaya başlanılır. Kavmi bununla da alay etmeye başlar.-Ya Nuh! Artık gemiciliğe mi başladın?derler.

İbretli bir olay:Hz. Nuh peygamber gemiyi yaparken insanlar gelip,gemiye pislerler. Artık öyle olur ki,gemide adım atacak yer kalmaz. Her tarafı pislenmiştir. Bunun üzerine Allah bunlara salgın bir hastalık verir. Hastalık tüm vücutlarını sarar. Tedaviye çare bulamazlar. Hala ibret almamış ve de akıllanmamışlardır. Gemiye pislemeye devam ederler.

Yine bir gün onlardan birisi gemiye pislerken ayağı kayar ve bir tarafı pisliğe değer. Ancak hayret! Pisliğe değen tarafı salgın hastalıktan iyi olmuştur. Biraz daha alır,öbür tarafına sürer,orası da geçer. Ve tutar tüm vücuduna sürmeye başlar. Tüm vücudu da salgın hastalıktan kurtulmuştur. Bu urumu tüm arkadaşlarına koşarak bildirir. Arkadaşları hemen gelip tüm pislikleri elleriyle kazıyıncaya kadar tüm vücutlarına,yüzlerine,gözlerine sürer,hastalıktan da kurtulurlar. Böylece kendi pisliklerinden hiçbir eser kalmayacak şekilde,tükürdüklerini Allah onlara tekrar yalattırır.

Geminin yapımı iki veya dört yıl gibi kısa bir zamanda yapımı,bağlanıp çakım işlemi sert abanoz ağaçlarıyla bitirilir. Geminin buharlı olduğu söylenir. Gemi üç katlı olup,bir katı geminin aletleri ve anbar,ikinci katı hayvanlar ve üçüncü katı da insanların kalacağı bir şekilde yapılır.

Nuha inanan seksen kişi gemiye biner,sular yükselmeye başlar. Gökten boşalırcasına,yerden kaynarcasına tufan baş gösterir. İnanmayanların içinde Nuh Peygamberin hanımı ve oğlu Kenan’da vardır. Sular yükseldikçe oğlu kaçar. Baba ise,bir baba şefkatiyle yalvarır. Oğul ise,-Ben yüksek yerlere çıkar,kendimi kurtarırım.-der. Sular yükseldikçe kaçmaya devam eder. Artık kaçacak bir yer kalmamıştır. Oda tufanda diğerleri gibi boğulur.

Nuh Peygamber Allah’a yalvararak;-Ya Rabbi! O benim evladımdı.der. Cenâb-ı Hak ise:-Hayır! O senin evladın değildir.-Çünki imansızlık ciheti,babalık ve irsiyet bağlarını da koparmış olmaktadır.

Tufan tüm dünyayı kaplamıştır. Suda altı ay kalınır. Altı aydan sonra gök suyunu çeker,yer suyunu yutar.

Hz. Nuh Peygambere ikinci Âdem denilir. Sebebi ise;tufandan dolayı hayatın bitmesiyle yeni bir hayat başlar. Gemiye aldığı her çift hayvanlarla beraber,yeni bir dünyaya ilk adım da atılmış olur.

Nuh peygamberin üç. oğlu vardır. Bunlar;Ham,Sam ve Yafes’dir. Türklerin neseben Yafes’in soyundan geldiği rivayet edilmektedir.

H Z . YAKUB VE HZ. YUSUF

Hazreti Yakub Peygamberin [34] lakabı israil idi. Oğullarına ve onun neslinden gelenlere de Beni İsrail veya İsrail Oğulları denilmektedir.

On iki oğlu bulunmaktadır. En küçüğü Bünyamin ve Yusuf’tur. İsrail oğulları bu on iki oğlunun soyundan gelmektedir. İsrail oğullarına Kur’an-da önemli bir yer verilmektedir.[35]

Yakub Peygamber evlatları içerisinde en çok küçük Yusuf’u[36] sever. Buda onun ileride peygamber olacağının,peygamber sıfatına sahib olmasından kaynaklanmaktadır.

Bir gün Yusuf çocukluğunda rüya görür. Rüyasında:”On bir yıldızla güneşin ve ayın kendisine secde ettiğini görür.”[37] Bu durumu babasına anlattığında,babası rüyasını kardeşlerine anlatmamasını,onların kendisine tuzak kurabileceklerini söyler.”

Babalarının Bünyamin’le Yusuf’u sevmelerini çekemeyen diğer kardeşleri bir hile ile babalarından,kardeşlerinin de kendileriyle beraber kıra gelmelerini söylerler. Baba ise,rüyayı da hatırlayarak,Yusuf’u kurdun parçalayacağından korkarak götürmelerini istemez. Ancak onlar;-Babacığım,bize ne olmuş ki,biz ona sahiblik yapar,yanımızdan ayırmayız,diyerek ısrarlarıyla kardeşlerini yanlarında götürürler. Yusuf’u planladıkları gibi öldürmek isterler. Ancak Bünyamin izin vermez,babalarına söyleyeceğini söyler.

Ve neticede susuz bir kuyuya atarlar. Bir koyun parçalayarak gömleğini onun kanıyla bularlar. Ve babalarına ağlayarak gelir ve;-Biz oynarken kardeşimizi elbiselerimizin yanına bırakmıştık. (Babalarının korktuğu şey olan) Kurdun parçalamış olduğunu söylerler ve kanlı gömleği babalarına gösterirler.

Yusufunu kaybeden baba Yakub peygamber gece gündüz ağlamaktadır. Değil babalarına Yusufu unutturmak,daha fazla hatırlamasına sebeb olmuşlardır.

Arada bir gizlice kuyuya gider bakarlar. Yine bir gün,oradan geçmekte olan bir kervan su almak için kuyuya kovayı sarkıtırlar,ancak su yerine bir çocuk çıkmıştır. Kardeşleri bu çocuğun kendilerine aid olduğunu söyleyerek sahib çıkar ve az bir para mukabilinde bu çocuğu kafiledekilere satarlar. Kafile Mısıra gitmektedir. Ve çocuk Mısırda Mısırın azizi,krala satılır.Artık çocuk Yusuf saraydadır,bir hizmetçi olarak. Kralın hanımı Züleyha’nın yanında ve hizmetinde…

Hz. Âdem’den beri yaratılan insanlar içerisinde güzellik bakımından simaca en güzel bir simaya sahibtir Yusuf aleyhisselam. Ancak tüm güzellikleri kendisinde toplayan Efendimiz hazretleri ise:”Evet. Ben kardeşim Yusuftan da güzelim.”diyerek,güzellik konusunda sorulan soruya böyle cevab verir. Amenna ve Saddakna…

Yusuf’un yüz güzelliği Züleyha’yı cezbeder. Kendisinin olmasını ister. Yusuf Peygamber ise,efendisine ihanet edemeyeceğini söyler ve çekinir. Bir rivayete göre,kendisine babası görünür,temessül edip,uyarmaktadır. Yusuf kaçınca Züleyha’da arkasından koşar. Arkadan giysisinden tutup çekince giysi arkadan yırtılır. O sırada Züleyha’nın kocası içeri girer. Bu durumu görünce,Züleyha masumiyetini göstermek için ağlayıp,getirdiği hizmetçinin üzerine saldırdığını söyleyerek iftirada bulunur.

Kadının akrabasından birisi şahitliğinde,giysisi önden yırtılmışsa Züleyha’nın dediğinin doğru,arkadan yırtılmışsa kendisinin dediğinin doğru olup,iftira edilmiş olduğunu söyleyerek,durumu izah eder. Mantıklı ulunan bu görüş doğrultusunda Yusufçuk haklıdır. Ancak ne de olsa bir köle olup,Züleyha bir efendinin hanımıdır. Bu olayın şayi olmayıp,etrafa yayılmaması için Yusufçuk zindana atılır.

Şehirdeki kadınlar Züleyha’nın bu durumunu kınayıp konuşmaya başladıklarında,onları imtihan etmek üzere evine çağırır. Arkalarına yastık dayayıp,ellerine keskin bıçak ve meyve vererek soymaya başladıklarında,Yusufu sakladığı yerden karşılarına çıkarınca ona şaşkınca bakakalan kadınlar,şaşkınlıklarından ellerini keserek şöyle derler:”Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederiz,bu asla bir beşer değildir. Bu ancak değerli bir melektir.

Yusufçuk rüyaları çok iyi tabir ederdi. Kendisiyle birlikte zindana iki kişi de atılmıştı. Biri şarapçı,diğeri ekmekçi. Şarapçı olan rüyasında;”Ben şarap sıktığımı gördüm.” Öbürü de:”Ben başımın üstünde kuşların yediği ekmeği taşıdığımı gördüm.”

Bunlar kralı zehirleme şüphesi üzerine hapse atılmışlardı. Yusuf peygamber onlardan şarapçı olanına kurtulacağını,ekmekçiye de idam edileceğini söyler. Şarapçıya,dışarıya çıktığında efendisinin yanında kendisini de hatırlamasını söyleyip,bir an Cenâb-ı Hakkı unutup,çıkma umudunu Allah’a değil de krala bağlamış gibi olduğundan,yattığı beş seneye ilaveten yedi sene daha kalarak on iki yıl zindanda kalır.

Kral bir gün rüyada:”Yedi zayıf ineğin yediği yedi semiz inek görür. Ayrıca,yedi yeşil başak ve diğerlerini de kuru gördüğünü ve bunu tabir etmelerini söyler.” Kimse yorumunu yapamazken,zindandan kurtulmuş olan şarapçı,zindanda bulunan Yusufu hatırlar ve onlara;kendilerine bunların yorumunu haber vereceğini ve kendisini zindana göndermelerini söyleyerek zindana gelip rüyanın yorumunu sorar.

Yusuf’da:”Adetiniz üzere yedi sene ekin ekersiniz. Sonra yiyeceklerinizden az bir miktar hariç,biçtiklerinizi başağında stok edip bırakınız. Sonra bunun ardından saklayacaklarınızdan az bir miktar hariç,o yıllar için biriktirdiklerinizi yeyip bitirecek yedi kıtlık yılı gelecektir. Sonra bunun arkasından da bir yıl gelecek ki,o yılda,insanlara yardım olunacak ve o yılda meyve sıkacaklar,bu nimetlere kavuşacaklar.

Kral Yusufun getirilmesini ister ve onun masumluğunu ifade ederler. Yusuf durumu birde kral Kıtfır’a anlatır ve çare olarak kendisi bu işlerin hazinedarlığını yapar. Yedi yıl boyunca devamlı ekin yapılarak Ofislerde depo edilir. Arkasından yedi yılda da kıtlık baş gösterir. Kıtlık her tarafı kasıp kavurmaktadır. Kardeşlerinin memleketine bundan nasibini almıştır.

Babaları Yakub Peygamber,Bünyamin hariç diğer kardeşlerini Mısıra buğday getirmeleri için gönderir ve gelirler. Yusuf Peygamber onları tanımıştır. Ancak onlar tanımamıştır. Onlarla uzun boylu konuşur. Babaları ve kardeşleri hakkında bilgi verirler ve bir kardeşlerinin çölde öldüğünü söyleyip,küçük kardeşlerinin de babalarının yanında kaldığını söylerler. Yusuf peygamberde o kardeşlerini de getirmeleri halinde ancak kendilerine verebileceğini ve oda olursa daha fazla olarak onun içinde vereceğini söyleyip,kardeşlerini getirmelerini onlardan ister.

Onlar ise,babalarının vermeyeceğini ama ısrar edeceklerini söyleyerek gider,babalarından isterler. Babaları ise,Yusufun başına gelen akibetin bunun da başına geleceğinden korkmaktadır. Neticede verir ve gelirler.

Yusuf peygamber bunlara ziyafet verip,onları çifter çifter oturtturur. Bünyamin ise tek kalmıştır. Yusuf peygamber onun yanına yaklaşarak ,-Beni kendine kardeş kabul eder misin? dediğinde,Bünyamin memnuniyetini ifade eder ve der:”Senin gibi bir kardeşi kim bulabilir? Fakat seni Yakub ile annem Rahiyle doğurmadılar. Bunun üzerine Yusuf Peygamber ağlayarak kardeşine sarılır ve:”Ben senin kardeşinim.”der.

Artık yükleri hazırlanmış,düşünülen plan gereği Bünyamin’in yükünün içerisine kralın su kabı konulur. Arama neticesinde Bünyamin’de bulunduğundan o alıkonulur. Kardeşleri kendilerinin alıkonulmasını,kardeşlerinin serbest bırakılmasını ne kadar söylerlerse kabul edilmez. Mecburen babalarını yanına varırlar.

Babalarının yanına varıp Bünyamin’in durumunu arz edince babası ağlayarak iki gözü görmez olur. Bu durumda da hala ümidini kesmemiştir. Kendisini kınayacaklarını söyleyerek çocuklarına,gidince Kardeşiniz Yusuf ve Bünyamini araştırınız,çünkü bana vahyediliyor.

Kardeşleri gelip Yusufa ricada bulunarak durumlarını arz ettiklerinde Yusuf kendisini onlara tanıtarak sarılır. Onlarda kardeşlerinin büyüklüğünü anlarlar.

Yusuf Peygamber onlara gömleğini vererek babalarına gönderir. Gömleği babalarının gözüne koymalarını ve açılacağını söyleyerek,bütün ailesini getirmelerini söyler. Bunlar Mısırdan ayrılınca Yakub Peygamber’de:”Eğer bana bunak demezseniz inanın ben Yusuf’un kokusunu alıyorum.”der. Onlarda:”Vallahi sen hala eski şaşkınlığındasın.”derler.

Mısır’dan gelip,gömleği gözüne sürmeleriyle eski haline kavuşur. Ailece Mısıra dönerler. Yusuf Peygamber bütün Mısırlılarla beraber ailelerini karşılar,uzun ayrılık sona ererek mesud ve mutlu bir buluşma olur.

Züleyha’nın kocası ölmesi üzerine Yusuf Züleyha ile evlenir,bir çok çocukları olur. Babasıyla buluştuktan 24 yıl sonra babasını kaybeder,ondan 23 yıl sonra da kendisi vefat eder. Babası Şam’a,kendisi de mermer bir sandığa konularak Nil nehrine konulur,sevdiklerinden kendi memleketlerinde kalmalarını istemektedirler. Ancak daha sonraları Musa Peygamber naaşını çıkararak,babasının yanına defneder.

“En güzel bir kıssanın güzel bir nüktesidir. Ahsen-ül kasas olan Kıssa-i Yusuf Aleyhisselâm hâtimesini haber veren âyetinin, -Beni müslüman olarak öldür ve beni Salihler arasına kat.-[38]ulvî ve latif ve müjdeli ve i’cazkârane bir nüktesi şudur ki: Sair ferahlı ve saadetli kıssaların âhirindeki zeval ve firak haberlerinin acıları ve elemi, kıssadan alınan hayalî lezzeti acılaştırıyor, kırıyor. Bahusus kemal-i ferah ve saadet içinde bulunduğunu ihbar ettiği hengâmda, mevtini ve firakını haber vermek daha elîmdir; dinleyenlere “Eyvah!” dedirtir. Halbuki şu âyet, Kıssa-i Yusuf’un (A.S.) en parlak kısmı ki; Aziz-i Mısır olması, peder ve vâlidesiyle görüşmesi, kardeşleriyle sevişip tanışması olan, dünyada en büyük saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yusuf’un mevtini şöyle bir surette haber veriyor ve diyor ki: Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yusuf kendisi Cenâb-ı Hak’tan vefatını istedi ve vefat etti; o saadete mazhar oldu. Demek o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedâr bir saadet ve ferahlı bir vaziyet kabrin arkasında vardır ki; Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi hakikat-bîn bir zât, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun.

İşte Kur’an-ı Hakîm’in şu belâgatına bak ki, Kıssa-i Yusuf’un hâtimesini ne suretle haber verdi. O haberde dinleyenlere elem ve teessüf değil, belki bir müjde ve bir sürur ilâve ediyor. Hem irşad ediyor ki: Kabrin arkası için çalışınız, hakikî saadet ve lezzet ondadır. Hem Hazret-i Yusuf’un âlî sıddıkıyetini gösteriyor ve diyor: Dünyanın en parlak ve en sürurlu haleti dahi ona gaflet vermiyor, onu meftun etmiyor, yine âhireti istiyor.”[39]

H Z . İ S A

Hz. İsa,[40]Hz. Meryem’in oğlu olup,Hz.Meryem’de[41] İmran bin Masan’ın kızıdır. Annesi ise Hanne’dir. Buda Zekeriya Peygamberin hanımı İşa’nın kız kardeşidir. Böylece bu Hz. Meryem’in teyzesi olmaktadır.

Bir gün Hanne Allah’a şöyle duada bulunur:”Ya Rabbi! Karnımda olan çocuğu dünya işlerinin hepsinden azade olarak,sırf senin ibadetine ve Beyti Makdisinin hizmetine adadım. Ya Rab,bu nezrimi kabul et. Zira sen kullarının dua ve nezirlerini işitir ve niyetlerini bilirsin.”[42]

Hz. Meryem babasını görmeden,babası vefat etmiştir.

Meryem,israil dininde;ibadet ve hizmet edici demektir.[43]

Hz. İsa’nın diğer insanlardan farkı,babasız olarak doğmuş olmasıdır. Bu durumda annesine yaptıkları iftiralara karşı annesi Meryem kendilerine kendisinin değil de,beşikte yatan çocuğun cevab vermesini söyler. Hz. İsa mu’cize olarak,çocuk olduğu halde beşikte iken konuşur. Annesine iftira ettiklerini,annesinin isnad ettiklerinden beri olduğunu ifade ederek,annesini temize çıkarır.

Bu konuda Kur’an-ı Kerim-de:” Muhakkak ki İsa’nın yaratılmasının mesel ve misali Âdem’in misali gibidir.”[44] Yani,Hz. Âdem-i hem babasız hem de annesiz olarak Yaratan Allah,elbette Hz. İsa’yı babasız yaratması kudretine zor değildir.

Sayısız yaratma işlemini yapan,farklı bir yaratmayı yapamaması düşünülemez.

Herkes babasının adıyla isimlendirilirken Hz. İsa annesinin adıyla yani;Meryem oğlu İsa olarak isimlendirilişi de,onun babasız olarak yaratıldığının bir delilidir.

İlim bu gün bir çok hayvanın çiftleşme olmadan ürediğini keşfetmiştir. Arı bunun en açık örneğidir.

Arıların bütün erkekleri erkek suyu ilkah edilmemiş yumurtacıklardan ibarettir. Erkek arılar,kraliçe arının yumurtalarından,erkek ilkahı olmaksızın ürerler. Yani:

1)Arılar (anaç arı) hayatında bir defa çiftleşir.

a)Döllenmeden dişi arı olurken,

b)Döllenme olmadan erkek arılar oluşur,babasız arılardır.

2)Gül veya yaprak bitleri. (Afis’ler) babasız olurlar.

3)Su pireleri. (Daphnia) döllenmemiş yumurtalardan,babasız olurlar.[45]

Hz. Meryem hususunda da peygamberimiz:”Kadınlar içerisinde üstün vasıfta üç kadının var olduğunu söyler. Bunlar:Firavunun hanımı Asiye,Hz. İsa’nın annesi Meryem ve Hz. Hatice’dir.

Mekke’de Meryem’in bakımını üzerine alan Hz. Zekeriya Peygamber,[46] her ne vakit yemek götürüyorsa,yanında rızkı hazır bulurdu. Üstün vasfından dolayı Cenab-ı Hak onu rızıklandırırdı.

Hz. İsa mu’cize olarak ölüleri diriltir,Baras yani alaca hastalıklarını biiznillah iyileştirirdi.

Bununla da Bediüzzamanın tesbitince;Baras hastalığına tedavinin mümkün olacağını,ölüme hayat rengi verilebileceğini ibret ve ders olarak tatbik edilmesi gerektiğini ifade etmiştir ki,şimdiki bitkisel hayat bunun küçük bir nümunesidir.

Kendisine İncil indirilmiş olup,dinini on iki havariye anlatmış,onlarda etrafa yayarak,bu dini anlatmışlardır.

Kendisini krala şikayet etmeleri üzerine bulunduğu kiliseye gelir,ancak kendisini şikayet eden şahıs içeri girip,orada olduğunu belirtmek için çıktığında Cenâb-ı Hak tarafından İsa şeklinde gösterilmesinden,Hz. İsa’nın yerine o şikayet eden kişi gerilir,Hz. İsa üçüncü tabaka-i hayat olarak göğe çekilir.

Hz. İsa hayatta iken duasında;-kendisinin de Muhammed ümmetinden olmasını Allah’dan ister. Gerek bu duanın kabulü,gerekse hikmeti ilâhiyyenin muktezasınca kıyamete yakın bir zamanda Hz. İsa gelir,peygamberimizin ümmetinden olur,İslam şeriatıyla amel ederek,hristiyanlık dünyasının İslâmiyete tabi olmasına vesile olur. Namazda Mehdi’ye tabi olur.

Hatta:”Hâce Nakşibendin kamil halifelerinden,alim ve muhaddis Hâce Muhammed Parsa:”El-Fusus-üs Sitte”adlı kitabında,Hz. İsa’nın ikinci gelişinde,İmam Ebu Hanife’nin mezhebiyle amel edeceğini ifade etmiştir.”[47]

HZ. Y U N U S ( AS )

Peygamberlik halkasının bir halkasını oluşturan Yunus (AS);[48] âyette de belirtildiği üzere;Musul-da Ninova şehrine,yüz bin veya daha çok kişiye peygamber olarak gönderilmiştir.[49]

Diğer sûre ve âyetlerde de bu durum teyid edilmektedir.[50]

Yunus İbni Metta peygamber kavminin isyanından dolayı onlara haber verdiği ilâhi azab gerçekleşmeyince onları terk eder. Bir gemiye biner Gemi bir müddet sonra devam etmeyince gemiciler;

“İçimizde efendisinden kaçan bir köle vardır. Kur’a atalım,ortaya çıkar.” Kur’a atılır ve Yunus aleyhisselama çıkar. Neticede Yunus peygamberi Yunus balığı yutar.

Artık yunus balığı alacağını almış,görevini yerine getirmiş,bir deniz altı gemisi gibi Yunus peygamberi karnında taşımaktadır.

Bir zerrede boğulanlar,dünya tarafından yutulanlara bedel o,görevli bir balık tarafından hayatı yok edilmeksizin yutulmuştur. Bir deniz altı gibi…

Âyette:”Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle. Balık sahibi (Yunus) gibi olma. Hani o,dertli dertli Rabbine niyaz etmişti;şayet Rabbinden ona bir nimet yetişmemiş olsaydı,o mutlaka çırıl çıplak,kınanacak bir halde oraya atılacaktı.

Fakat ardından,Rabbi onu seçti (vahiy verdi) ve onu salihlerden kıldı.”

Eğer bu tesbihi olmasaydı:”Tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalmıştı”der.[51]

Diğer adı –balık sahibi- anlamına gelen Zünnun-un en önemli tesbih ve duası:”Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum.”[52]

Koca bir sûre onun adıyla adlandırılmaktadır.[53]

Önemli,büyük ve gayet tesirli olan Yunus aleyhisselamın yukarıdaki duasını sabah ve akşam namazından sonra 33-er defa okumak çokça faziletlidir.

Yunus peygamber burada tüm sebeblerden yüz çevirip,doğrudan doğruya hakiki tesir sahibi olan Allahı düşünmektedir. Tam ve samimi bir duyguyla ona yönelmektedir.

Her şeyden ve herkesten ümit kesildiği ,her şey aleyhinde olduğu bir vakitte,o dua ile her şey ona bir hizmetçi durumuna geçmiştir.

Elbette bizlerde aleyhimize ittifak eden istikbal,dünya,hevâ-i nefis yani zalim olan nefse karşı en önemli kalkan,zırh ve koruyucu Allaha yönelmekle olur.

Elbet insanın ma’budu, Rabbi,melce-i O’dur.

Bu dua neticesinde hükmünün balık,deniz,gece ve havaya geçmesi gibi,bizlerinde bunlara karşı hükmümüzün geçmesi için,O’nun hükmüne ram olunması gerekir.

Çünki O,Ahkemül Hâkimin yani Hâkimlerin de hâkimidir. Hüküm O’nundur.

12-5-1997

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bakara.30.

[2] Bakara.30.

[3] Bakara.30-31,33,37,Al-i İmran.33,59,Nisa.1,116,120,En’am.2,A’raf.12,23,189,Hicr,26,28,43,İsra.61,64,Kehf.50,Taha.115,123,Mü’minun.12,Rum.21,Secde.7,Sad.71,85,Zümer.6-7,Rahman.3-4,14-15,İnsan.1,Furkan.54,Fatır.11,Saffat.11,Mü’min.67,Necm.32,Nuh.19,Bak.Kur’an-ı Kerim Fihristi.N.Yüksel.sh.262-263.

[4] Ğaşiye.10-16,Tefsir-i Kebir.Fahreddin-i Razi. Terc.heyet. 23 / 101-103.

[5] Tirmizi. 4 / 683,Bab.12 (2545) Bak. Ahiret Günü.A.M.Rahbavi. Terc.A.Serdaroğlu,L. Şentürk.sh.198.

[6] Bak.Bakara.35-36,38,A’raf.19-25,Taha.120-124,.

[7] Bakara.35,A’raf.19.

[8] Bakara.37,Bak,K.K.Fihristi.age.163.

[9] Bak.Bakara.34-36,A’raf.19-24,İsra.61-62,Kehf.50,Taha.116-119.

[10] Maide.27-32.

[11] Maide.31.

[12] Maide.27.

[13] Maide.28-30.

[14] Hülasatül Beyan.Konyalı Mehmet Vehbi. 3 / 1203.

[15] İslam Tarihi.Medine Dönemi.Asım Köksal. 2 / 298.

[16] Bakara.246-252.ayetleri arasında anlatılmaktadır.

[17] Hülasatül Beyan.age. 2 / 713, 1 / 449-456,Bakara.249-252.Bak.Bakara.251,En’am.84,Enbiya.78-80,Neml.15,Sebe’.10-11,Sad.17-26.

[18] Hadid.25,Sebe’.10.

[19] Nisa.163,En’am.84,Enbiya.78,81-82,Neml.15-44,Sebe’.12-20,Sad.30-40,Yusuf.54-56.bAK.Maarif.22.

[20] Musa ile ilgili ayetler:A’raf.103-156,160,Yunus.75-92,Taha.9-79,Şuara.10-68,Neml.7-14,Kasas.3-43,Saffat.114-121,Mü’min.23-46,Zuhruf.46-56,Duhan.17-33,Naziat.15-24,En’am.84,Meryem.51,Yunus.75-76,83,Hud.96-97,Furkan.36,Zariyat.38,Secde.23,Bakara.51,53,87,İsra.2,Enbiya.48,Fussilet.45,Ahkaf.12,Kehf.60,82,Saf.5,Maide.20-26,Ankeut.39-40,Şuara.29-30,60-63,Tur dağı:Bakara.63,93,253,Nisa.154,164,Meryem.52,Taha.80,Mü’minun.20,Kasas.44,46,Tur.1,Tin.2,Firavun:Tahrim.11,fecr.10,Bakara.49,A’raf.127,Kasas.4-6,Mü’min.25,Neml.13-14,Müzzemmil.16,Kaf.13-14,Kamer.41-42,Hakka.9-10,Yunus.90-92,Zariyat.40,Hac.42-44, Şuaybla ilgili olarak bak:A’raf.85-93,Hud.84-95,Hicr.78-79,Şuara.176-191,Ankebut.36-37,40,Furkan.38,Kaf.12,14.Ayetlerle ilgili bak.K.K. Fihristi.age.sh. 274-278 ,176,118,311,231,273,250,176.

[21] Naziat.24.

[22] Ğafir.36,Kasas.38.

[23] Yunus.92.

[24] Sözler.402,Emirdağ Lahikası. 2 / 128.

[25] Bakara.49,İbrahim.6.

[26] Sözler.402.

[27] Bak.Kasas.76-88.

[28] A’raf.65-72,Hud.50-60,Mü’minun.31-41,Şuara.123-140,Kamer.18-21,Ahkaf.21-23.Bak.K.K.Fihristi.age.sh.265.

[29] A’raf.65-72,Hud.57-60,Mü’minun.31,39-41,Furkan.38,Şuara.128-130,139-140,Ankebut.38,Fussilet.15-16,Ahkaf.24-26,Kaf.13-14,Zariyat.41-42,Necm.50,Kamer.18-22,Hakka.4,6-9,Fecr.6-8,11-13,

[30] Diğer adıyla Hicr kavmi:A’raf.73-78,Hud.64-68,Hıcr.80-84,Furkan.38,Şuara.146-149,154-159,Neml.49-53,Ankebut.38-40,Fussilet.17-18,Kaf.12,14,Zariyat.43-45,Necm.51,Kamer.23-31,Hakka.4-5,9,Fecr.9,11-13,Şems.11-15,

[31] A’raf.73-79,Hud.61-68,Hıcr.80-84,Şuara.141-159,Neml.45-53,Kamer.23-31.

[32] A’raf.59-64,Yunus.71-73,Hud.25-49,Mü’minun.23-30,Şuara.105-122,Ankebut.14-15,40,Saffat.75-82,Kamer.9-16,Nuh.1-28,Nisa.163,En’am.84,Hadid.26,İsra.3,17,Al-i İmran.33-34,Tahrim.10,Furkan.37,Kaf.12,14,Zariyat.46,Necm.52,Enbiya.76-77,Hakka.11-12,Bak.K.K.fihristi.age.sh.263-265,231,185,175,162.

[33] Meryem.56-57,Enbiya.85-86.

[34] Hud.69-73,Hicr.51-55,Meryem.49-50,Enbiya.72-73,Ankebut.27,Saffat.112-113,Zariyat.24-30,Nisa.163,En’am.84,Sad.45-47,Bakara.132-133,

[35] K.K.Fihristi.age.298-300.

[36] Yusuf.3-102,En’am.84,

[37] Yusuf.4.

[38] Yusuf.101.

[39] Mektubat.B.Said Nursi.sh.261-262.

[40] Bakara.87,253,Al-i İmran.45-55,59,Meryem.17-23,27-34,36,Enbiya.91,Mü’minun.50,Nisa.157-159,163,171-172,Maide.46,75,109-119,En’am.85,Hadid.27, Zuhruf.52-65,Saf.6,14,Yasin.13-27

[41] Al-i İmran.33-37,42-45,47,59,Maide.75,Meryem.16-34,Tahrim.12,Enbiya.91,Mü’minun.50,Nisa.156-157,

[42] Al-i İmran.3.

[43] Peygamberler Tarihi.B.Ateş,M. Dikmen.sh.554-565.

[44] Al-i İmran.59.

[45] Bak.Zafer dergisi.Eylül.1992.

[46] Al-i İmran.37-41,En’am.85,Enbiya.89-90,Meryem.2-11.

[47] İslam. Mevdudi. Terc. H.Karaman.sh.55.

[48] Bak. Tefsir-i Kebir. F. Razi. Terc. Heyet.16 / 213-221Bak. Lem’alar. B. Said Nursi . 1. Lem’a, bak.R. N. Kudsi Kaynakları. A. Badıllı. 573.

[49] Saffat suresi.147-148.

[50] Nisa.163,Yunus.98,Saffat.139-148,En’am.86,Kalem.50.

[51] Kalem.48-50.

[52] Enbiya.87.

[53] Yunus suresi.11.cüz,10.sure.109 ayet.




PEYGAMBERLİK İDDİASINDA BULUNAN PEYGAMBER TASLAKLARINA ATFOLUNUR

PEYGAMBERLİK İDDİASINDA BULUNAN PEYGAMBER TASLAKLARINA ATFOLUNUR

Evvela;Peygamberlere vahyolunur.

Rasullere kitaplar indirilir.

Peygamberler mu’cize gösterirler.

-Eğer bu peygamberliğini iddia eden peygamber taslakları eğer peygamberliği şimdiye kadar devam ediyorduysa,neden görevi olan tebliğini yapıp yaymadı,duyurmadı?

Acaba bu adamın risaleti umuma mıydı? Yoksa hususa mıydı? Söylerse öğrenmiş oluruz!Acaba,Peygamber Efendimizin dinine şüphe edenlerden[1] birimi?

Bu durumda bu herif bazı şeyleri helal,bazılarını da haram kılma yolunu ve sevdasını da düşünüyor mu? Buda hamakatın daniskası olur!

-Acaba sakın bu kendisine vahiy olunan,Peygamberimize yüz çevirenlerden olmasın,onlardan mı?

-Rakibsiz olan Kur’an-a [2] -yazdığı eserle- rekabetdemi bulunmakta?

Eynes-serâ mines-süreyya…

İkisini mukayese yapmak ise;hamakatın en büyük zırvası…

Allah tarafından korunan Kur’an-ı Kerim[3],yine Allah’ın kelamı olup,Peygamberin uydurması değildir.[4]

Âyet-de:”Allah’a karşı yalan uydurandan,yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken,-bana da vahyolundu-diyenden,ve –Ben’de Allah’ın indirdiği ayetlerin benzerini indireceğim.-diye söyleyenden daha zalim kim vardır! O zalimler,ölüm dalgaları içinde,melekler de pençelerini uzatmış,onlara –Haydi (bakalım bizim elimizden) canlarınızı kurtarın,Allah’a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O’nun ayetlerine karşı kibirlilik taslamanızdan ötürü,bu gün alçaklık azabı ile cezalandırılacaksınız- derken onların halini bir görsen!”[5]

Bu âyet kendilerine de vahiy geldiğini iddia eden,yalancılık ta meşhur Müseylime-i Kezzab ve Esved-i Ansi gibi kalb karalığında zirvede olan şahıslar hakkında inmiş olup,tüm peygamber taslak! larını da kapsamaktadır. (İskender Evranasoğlu gibi.) Olur ya,ileride çıkacak olanlara da şimdiden atıfta bulunmuş oluruz. Nadirattan da olsa cinsi farklı olanlara rastlanılmaktadır.

-“ Andolsun ki,sizi ilk defa yarattığımız gibi,yine teker teker bize geleceksiniz ve (dünya da) size verip de hayaline daldırdığımız şeyleri (malları) arkanızda bırakacaksınız. Hani,bizim ortaklarımız sandığınız şefaatçılarınızı da yanınızda göremiyoruz? Andolsun,aranızdaki bağ kopmuş ve (ilah) sandığınız şeyler sizden kaybolup gitmiştir.”[6]

Acaba bu peygamber taslakları,hangi saptırdıklarının şefaatçılığını yapacaklar? Hangileri kendisine şefaatçı olacaktır?

Bunca davacının vebalini,yükünü çekmek kolay olmasa gerek?

Yoksa başka şefaatçıları mı var?

Her halde varsa düşünce,düşünüyorlardır! Düşünebiliyorlarsa…

Ahirzaman çok hayırlara gebe olduğu gibi,çok şerleri de içerisinde barındırmaktadır.

Hayırda;asrı saadetin ayinedarlığını yaptığı gibi,şerde de,cehalet asrının cehaletini,cehaletin zirvesinde durarak işlenildiğini,her alanda da nümunelerini görmekteyiz,asır bunu göstermektedir.

Âdeta ilim adına cehaletin eğitimi görülmektedir.

Fark ise;biri cehaletten gelen ilimsiz ve bilgisizlik,diğeri ise,ilimden ve bilgiden gelen cehalet…

Asırları özetleyen cehalet ve saadet asrı,asırları özetlediği gibi;20. asırda,iman ve küfürde,zulüm,gaflet,dalalet ve mazlumiyet de ve bir çok noktada,müsbet ve menfide de cehalet ve saadet asrını hülasalandırmakta ve netice ve noktalamaya doğru götürmektedir.

Asrımız asırları özetlemektedir. Kışır ve hülasasıyla…

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Yunus.104.

[2] Bakara.23-24,Yunus.38,hud.13,İsra.88.

[3] Hicr.3.

[4] Ankebut.50.

[5] En’am.93.

[6] En’am.94.




EMEKLİ PEYGAMBERLER

EMEKLİ PEYGAMBERLER

Adıyamanın eşrafından merhum Mahmut Allahverdi,Adıyaman-da papazla beraber olduğu bir sohbette papaza hitaben;Biz Hz. İsa-yı peygamber olarak kabul ediyoruz. Kabul etmesek müslüman olamıyoruz. İmanımızın gereği kabul etmek mecburiyetindeyiz. Siz neden bizim peygamberimiz Hz. Muhammed-i kabul etmiyorsunuz?

-Buna pek de cevaba yaklaşmayınca,diğer bir soruyla söze devam eder;

-Şu soru konumuzu daha iyi anlatacaktır: (Yanında bulunan ziraat müdürünü göstererek) Mesela senin ziraat müdürlüğünde bir işin olsa,o işini yapmak için şimdiki müdüre mi gidersin? Yoksa,bu müdürden önceki müdür de müdür olduğu halde –ancak emekli olduğundan- o emekli müdüre mi gidersin? Hangisinde işin olur?

Papaz ise cevaben;Elbette şimdiki müdüre giderim,deyince,taşı gediğine koyan merhum;

-Hz. İsa-da peygamberdir. Ancak vazifesi bitmiştir. Hükmü şu anda geçerli değildir. Zaten hükmü geçerli olsa,peygamberliği de devam etmiş olur. Böylece bir başka peygamberin,kitap ve dinin gelmesi söz konusu olmazdı.

Geldiğine göre,otomatikman öncekinin geçerliliği yürürlükten ve geçerlilikten kalkmış olup,bağlayıcı değildir.

Hz. İsa-nın ilâh olmayıp peygamber olduğu İncil-de de anlatılmaktadır.[1]

Ve kilisede ibadetle meşgul olup,çarmığa gerilmediği halde öyle inanılan Hz. İsa,kime ibadet ediyordu,ilahsa neden öldü?

Ya kendisi ibadet ediyordu veya kendisine ibadet ediliyordu? En mutaassıb hristiyan dahi,kendisine ibadet edilmeyip,ibadet ettiğini ikrar edecektir. O halde ibadet eden nasıl ilâh olur?

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Hristiyan propağandaları münasebetiyle açıklama.M. A. Köksal.18.




ESMANIN HAKİKATLARI

ESMANIN HAKİKATLARI

Esma’nın hakikatı,her şeyin hakikatıdır. Hakikatların hakikatıdır. Tüm varlıkların var oluşları Allah’ın bir ismine dayanmakta,varlığını devam ettirmektedir. O ismin çekilmesi ve yokluğu demek,o varlıklarında ölümü ve yıkımı demektir.

Varlıklar bizatihi kaim ve daim değillerdir. Varlıkları başka varlıkların varlıklarına dayanmakta,öylece var olup varlıklarını devam ettirmektedirler. Mesela;

-Allah’ın Halık ismi yani yaratıcılığı ile varlıklar yaratılmış,var olmuşlardır.

-Rahman ismi olmadan rızık nasıl elde edilebilir?

-Rahim ismiyle şefkat ederek,rahmetinin eserlerini değişik suretlerde bize göstermektedir. Nitekim yavrular doğar doğmaz rızıklarını,anne sütünü bulmaları elbette onun rahmetinin bir eseri ve tezahürüdür. Balıkların suda bir kum ile beslenib semizlenmeleri,ağaçların yerlerinde durup gıdalarının onlara koşması ve hakeza… Bunlar hep rahmetin cilvelerindendir.

-Müzeyyin ismiyle kâinatı baştan başa süslendirmektedir.

-Musavvir ismiyle her şeye uygun bir şekil vermektedir.

-Cemâl ismiyle güzelleşmekte,her şeye güzelliğini vermektedir.

-Karîb ismiyle her şeye her şeyden daha yakın olduğunu göstermektedir.

-Mucîb ismiyle her isteyen ve dua edenin duasına icabet etmektedir. Çünkü istediğimiz şeylerin verilmesi,o duaya cevab verenin olduğunu bildirir.

-Habîb ismiyle insanları sevmekte,insanlar tarafından da sevilmektedir.

-Raûf ismiyle acımakta ve esirgemektedir.

-Atûf ismiyle ihsan ve lutufta bulunmakta,kullarına hediyeler ikram etmektedir.

-Ma’rûf ismiyle her şeyi bilmekte,kendisini de herkese bildirmektedir.

-Latîf ismiyle lutfetmekte,kendisini inkar ve yalanlayana karşı acele etmemektedir. İnsanlara mülayimâne muamelede bulunmaktadır.

-Azîm ismiyle büyüklüğüyle görünmekte,her vesile ile büyüklüğünü göstermektedir. Dağlar,gökler,galaksiler azametin bir göstergeleridirler.

-Hannân-Mennân-Deyyân isimleriyle bir yandan şefkat ederken,öbür yandan onun gereği olan nimette bulunur. Her borçlunun borcunu,her sıkıntıda olanın da sıkıntısını giderir. Kendisini hatırlattırır.

-Sübhân ismiyle bir yandan yüceliğini gösterirken,bir yandan da bütün kusur ve eksikliklerden beri ve uzak olduğunu bildirir.

-Emân ismiyle de bu korkulu dünyada insanların,varlıkların kendisine iltica etmesiyle emin ve güvenilir olduğunu hatırlatır. Güven ve emniyet ancak onun kapısındadır.

-Bürhân ismiyle hem kendisinin kendi varlığına delil olduğunu söylerken, hem de her şeyin kendisine delil ve bürhan olduğunu gösterir.

-Sultân ismiyle saltanat ve gücü her şeyi kuşatmıştır.

-Müsteân ismiyle yardım taleb edenin,el açıb dilenenin isteklerini yardımsız bırakmamaktadır.

-Muhsîn ismiyle iyilikte bulunmakta,nimetlerini saçmaktadır.

-Müteâl ismiyle yüceler yücesi olup,her üstünün üstündedir.

-Kerîm ismiyle kerem,ikram ve cömertlik de bulunarak,her varlığa layık bir sofra sermektedir.

-Mecîd ismiyle her şeye karşı şerefiyle ve galibiyetiyle üstün gelmektedir.

-Ferd ismiyle nazirsiz,benzersiz olarak tek ve yekta olarak bulunmaktadır.

-Vitr ismiyle her şeyin nizam ve intizamını,idare ve asayişini tek bir elden yönetmektedir.

-Ehad ismiyle tek tek her bir varlıkta görünmekte,kendisini göstermektedir.

-Samed ismiyle kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığını,belki umum kainatın kendisine muhtaç olduğunu göstermektedir.

-Mahmud ismiyle hamde layık bulunmakta,bütün varlıklar ona sena ve övgüler yağdırmaktadır.

-Sâdık-el V’ad ismiyle sözünü yerine getirmektedir.

-Âli ve Ğani ismiyle bildirmektedir ki;Allah her şeyden üstün ve sonsuz zenginlik sahibidir.

-Şâfi ismiyle her dertlinin ahını işitmekte,ona şifa vermektedir.

-Kâfi ismiyle her şeye bedel kafi ve yeterli olmaktadır.

-Vâfi ismiyle yapması gerekeni tam olarak yerine getirmektedir.

-Muâfi ismiyle bela ve musibetleri def etmektedir.

-Bâki ismiyle her şey yok olsa da kendisi kalıb,sonun sonuncusu olmakta,varlığı sonsuza dek var olmaktadır.

-Hâdi ismiyle insanlara doğru yolu göstermekte,onları iyiye,güzele yöneltmekte,hidayet etmektedir.

-Kadîr ismiyle güç,kuvvet ve kudreti her şeye yetmektedir.

-Sâtir ismiyle insanların günah ve kusurlarını yüzlerine vurmadan setredip,gizlemektedir.

-Kahhâr ismiyle zatı gereği te’dip için,diğer insanların haklarının korunmasından dolayı kahredip cezalandırmaktadır.

-Cebbâr ismiyle büyüklüğünden dolayı istediğini yapmasına hiçbir engel olmayandır.

-Ğaffâr ve Tevvâb ismiyle tevbe edenin tevbesini kabul etmekte,mağfiret edip bağışlamaktadır.

-Fettâh ismiyle her varlık için nice kapılar açmaktadır. Tohum için ağaç olup meyve vermeye kadar tüm kapıları açtığı gibi,ihtiyaç sahibi her varlığın rahmet kapısını tıkırdatmasına karşı kapıyı yüzüne kapamayarak,rahmet kapılarını devamlı açmakta,açık bırakmaktadır. Gülün güzelliği fettah ismiyle açılırken,bülbülün sesi ,güneşin parlaklıkları da hep Fettah ismiyle fetholmaktadır.

-O Allah ki yerlerin ve göğün,her şeyin Rabbidir. Her şeyin üzerinde bir isim ve sıfata sahib bulunmaktadır.

Güzel esma yani Esma-i Hüsna O’nundur, O’na aiddir.

Ebu Hureyre-den rivayet edilen bir Hadis-de:”Allah’ın 99 ismi olup,kim onu sayarsa cennete girer.” Ve o isimler sayılmıştır.[1]

Allah’ı bütün bu isimleriyle anmakla beraber,özellikle belli bir ismini sürekli anmak,onda ihtisas kesbetmektir. Mevlâna’nın Vedud,Abdulkâdir-i Geylâni’nin Kadir,Bediüzzaman’ın Hakim ve Rahim isimlerinde ziyade iştiğalinin mazhariyeti gibi. Belli bir noktada yapılacak teksif,o isme mazhariyetin düğümünü açar.

20-12-1994

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bak.İbni Kesir Muhtasarı. (Arapça) 3 / 480,bak.İslam Ansiklopedisi.TDV. 11 / 404-418.




E S M A VE S I F A T (2)

E S M A VE S I F A T (2)

L E M ’ A L A R

“Cenab-ı Hak, insana giydirdiği vücud libasını san’atına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış, o vücud libasını o model üstünde keser, biçer, tebdil eder, tağyir eder; muhtelif esmasının cilvesini gösterir. Şâfî ismi hastalığı istediği gibi, Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor.”(7) “Âdeta insan-ı ekber olan âlemde tecelli eden bütün esma-i İlahiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmanın umumiyetle cilveleri var.”(11)

“Elbette insana en lâzım iş, en mühim vazife; o Bâki’ye karşı alâka peyda etmektir ve esmasına yapışmaktır. Çünki Bâki yoluna sarfolunan her şey, bir nevi bekaya mazhar olur.”(13)

“Bir insanın hakikî vazifesi ve saadeti: Bütün cihazatı ve bütün istidadatıyla o Bâki-i Sermedî’nin daire-i marziyatında esmasına yapışıp, ebed yolunda o Bâki’ye müteveccih olup gitmektir.”(16)

“Hem bu kâinatı hadd ü hesaba gelmez tecelliyat-ı cemal ve kemalâtına mazhar eden o Zât-ı Cemil-i Zülkemal, elbette bilbedahe sevdiği ve izharını istediği cemal ve kemal ve esma ve san’atının en câmi’ ve en mükemmel mikyas ve medarı olan bir zâta, her halde en ekmel bir vaziyet-i ubudiyeti verecek ve onun vaziyetini sairlerine nümune-i imtisal edip herkesi onun ittibaına sevkedecek, tâ ki o güzel vaziyeti başkalarında da görünsün.”(47)

“Sâni’-i Zülcelal’in çok esması var. Her bir ismin ayrı bir cilvesi var.”(49)

“Ehl-i küfür ve dalalet ise, küfürdeki inkârıyla, mevcudatın ille-i gayeleri ve sebeb-i bekaları olan o netice-i a’zamı reddettikleri için, umum mahlukatın hukukuna bir nevi tecavüz olduğu gibi, umum masnuatın âyinelerinde cilveleri tezahür eden ve masnuatın kıymetlerini, âyinedarlık cihetinde âlî eden esma-i İlahiyenin cilvelerini inkâr ettikleri için, o esma-i kudsiyeye karşı bir tezyif olduğu gibi, umum masnuatın kıymetini tenzil ile o masnuata karşı bir tahkir-i azîmdir.”(77)

“Bu kâinatın daire-i kübrasında binbir ism-i İlahînin cilvesinden uzanan nuranî atkılar, kâinat sîmasında öyle bir sikke-i rahmet içinde bir hâtem-i rahîmiyeti ve bir nakş-ı şefkati dokuyor ve öyle bir hâtem-i inayeti nescediyor ki, Güneş’ten daha parlak kendini akıllara gösteriyor.”(90)

“Kur’an, kendi şakirdlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki; doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz Esma-i İlahiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerratını, birer tesbih taneleri olarak şakirdlerinin ellerine verir. “Evradlarınızı bununla okuyunuz.” der.”(109)

“Esma-i İlahiyenin cilvesinin tenevvüüne göre, makamat-ı evliyada öyle meratib var. Esma-i İlahiyenin her birisinin bir güneş gibi kalbden Arş’a kadar cilveleri var. Kalb de bir Arş’tır, fakat “Ben de Arş gibiyim” diyemez.”(122)

“Cenab-ı Erhamürrâhimîn’den bütün esma-i hüsnasını şefaatçı yapıp niyaz ediyoruz ki: “Bizleri ihlas-ı tâmme muvaffak eylesin… Âmîn…”(156)

“Mevcudatın kemalleri, Sâni’a müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadet ile tezahür eder. İbadeti terkeden, mevcudatın ibadetini görmez ve göremez, belki de inkâr eder. O vakit ibadet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve her biri birer mektub-u Samedanî ve birer âyine-i esma-i Rabbaniye olan mevcudatı; âlî makamlarından tenzil ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, camid, perişan bir vaziyette telakki ettiğinden, mevcudatı tahkir eder; kemalâtını inkâr ve tecavüz eder.”(179)

“Cemil-i Zülcelal’in bütün isimleri esma-ül hüsna tabir-i Samedanîsiyle gösteriyor ki, güzeldirler.”(204)

“Nur-u Kur’an ile gördüm ki; birbiri içinde üç küllî dünya var. Birisi esma-i İlahiyeye bakar, onların âyinesidir. İkinci yüzü âhirete bakar, onun mezraasıdır. Üçüncü yüzü, ehl-i dünyaya bakar, ehl-i gafletin mel’abegâhıdır.”(219)

“Dünyanın, âhirete ve esma-i İlahiyeye bakan güzel iç yüzlerine karşı nev-i insana muhabbet verilmişken, o muhabbeti sû’-i istimal ederek fâni, çirkin, zararlı, gafletli yüzüne karşı sarfettiğinden, hadîs-i şerifinin sırrına mazhar olmuşlar.”(220)

“Bendeki aşk-ı beka; bendeki bekaya değil, belki sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zât-ı Zülkemal’in ve Zülcelal’in bir isminin cilvesinin mahiyetimde bir gölgesi bulunduğundan, fıtratımda o Kâmil-i Mutlak’ın varlığına ve kemaline ve bekasına müteveccih olan muhabbet-i fıtriye, gaflet yüzünden yolunu şaşırmış, gölgeye yapışmış, âyinenin bekasına âşık olmuştu.”(239)

“Şuur-u iman ile bu vücudum Vâcib-ül Vücud’un eseri ve san’atı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşi evhamdan ve hadsiz firaklardan ve hadsiz müfarakat ve firakların elemlerinden kurtulup; mevcudata, hususan zîhayatlara taalluk eden ef’al ve esma-i İlahiye adedince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet peyda eylediğim bütün sevdiğim mevcudata muvakkat bir firak içinde daimî bir visal var olduğunu bildim.”(242)

“Şems-i Ezel ve Ebed olan Cemil-i Zülcelal’in cemal-i kudsîsine ve nihayetsiz güzel esma-i hüsnasının sermedî güzelliklerine âyinedarlık edip cilvelerinin tazelenmesi için bu güzel masnu’lar, bu tatlı mahluklar, bu cemalli mevcudat, hiç durmayarak gelip gidiyorlar; kendilerinde görünen güzellikler ve cemaller, kendilerinin malı olmadığını, belki tezahür etmek isteyen sermedî ve mukaddes bir cemalin ve daimî tecelli eden ve görünmek isteyen mücerred ve münezzeh bir hüsnün işaretleri ve alâmetleri ve lem’aları ve cilveleri olduğunun pek çok kuvvetli delilleri Risale-i Nur’da tafsilen izah edilmiş.”(243)

“Bir dakika küfür, bin bir esma-i İlahîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemalâtını inkâr ve hadsiz delail-i vahdaniyeti tekzib ve şehadetlerini reddetmek olduğundan.. kâfiri, binler seneden ziyade esfel-i safilîne atar,

hâlidîn’de hapseder.”(262)

“Koca bahar bir çiçektir, Cennet dahi bir çiçek gibidir, o mertebenin mazharlarıdırlar. Ve âlem güzel ve büyük bir insan ve huriler nev’i ve ruhanîler taifesi ve hayvanlar cinsi ve insan sınıfı herbiri manen güzel bir insan hükmünde, bu mertebenin gösterdiği esmayı safahatıyla gösteriyor.”(276)

“Bu esma-i mübareke dürbünleri ile, mevcudattaki cilveleri altında ef’al-i İlahiye ve âsârına bakmakla, Müsemma-i Zülcelal’e intikal edilir. “(285)

“İsm-i Kuddüs’ün bir mazharı ve bir cilvesi olan fiil-i tanzif ve tathir dahi, o Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un hem güneş gibi mevcudiyetini, hem gündüz gibi vahdaniyetini gösteriyorlar. Ve mezkûr tanzim, tevzin, tezyin, tanzif misillü o ef’al-i hakîmane, a’zamî dairede vahdet-i nev’iyeleri noktasında bir tek Sâni’-i Vâhid’i gösterdikleri gibi; esma-i hüsnanın ekserisinin, belki bin bir esmanın her birinin böyle birer cilve-i a’zamı, bu daire-i a’zamda vardır. Ve o cilveden gelen fiil, büyüklüğü nisbetinde vuzuh ve kat’iyyetle Vâhid-i Ehad’i gösterir.”(288)

“Ekser esma-i hüsnanın herbiri, risalet-i Ahmediyeye birer parlak bürhandır.”(298)

“Evet hayatın öyle bir câmiiyeti var; âdeta umum kâinata tecelli eden ekser esma-i hüsnayı kendinde gösteren bir câmi’ âyine-i ehadiyettir.”(318)

“Şuunat-ı kudsiye o Hayat-ı Akdes’te var ki, o şuunat böyle hadsiz faaliyetle ve nihayetsiz bir hallakıyetle kâinatı daima tazelendiriyor, çalkalandırıyor, değiştiriyor.”(328)

“Elbette Cemil-i Mutlak olan Zât-ı Kayyum-u Zülcelal’in binbir esma-i hüsnasından her bir ismin, kâinatın şehadetiyle ve cilvelerinin delaletiyle ve nakışlarının işaretiyle, her birisinin her bir mertebesinde hakikî bir hüsün, hakikî bir kemal, hakikî bir cemal ve gayet güzel bir hakikat, belki her bir ismin her bir mertebesinde hadsiz enva’-ı hüsünle hadsiz hakaik-i cemile vardır.”(329)

“Esma-i hüsnanın umumunda, her birisi bu faaliyet-i daimede böyle kudsî bazı şuunat-ı İlahiyeye medar olduklarından, hallakıyet-i daimeyi iktiza ederler.”(331)

“İsm-i Kuddüs’ün cilve-i a’zamına bak ki; kâinatın bütün mevcudatını öyle temiz, pâk, sâfi, güzel, süslü, berrak yapar gösterir ki; bütün kâinata ve bütün mevcudata Cemil-i Mutlak’ın hadsiz derecede cemal-i zâtîsine lâyık ve nihayetsiz güzel olan esma-i hüsnasına münasib olacak güzel âyineler şeklini vermiştir.”(333)

“Zât-ı Hayy-ı Kayyum, insana bütün esmasını ihsas etmek ve bütün enva’-ı ihsanatını tattırmak için öyle iştihalı bir mide vermiş ki, o midenin geniş sofrasını hadsiz enva’-ı mat’umatıyla kerimane doldurmuş.”(334)

“Ve insaniyet midesinden sonra hadsiz geniş diğer bir sofra-i nimet açmak için, İslâmiyet ve iman akidelerini, çok rızk ister bir manevî mide hükmüne getirip, onun rızk sofrasının dairesini mümkinat dairesinin haricinde genişletip, esma-i İlahiyeyi de içine alır kılmıştır ki, o mide ile İsm-i Rahman’ı ve İsm-i Hakîm’i en büyük bir zevk-i rızkî ile hisseder. “Elhamdülillahi alâ Rahmaniyyetihi ve alâ Hakîmiyyetihi” der ve hakeza.. bu manevî mide-i kübra ile hadsiz nimet-i İlahiyeden istifade edebilir ve bilhassa o midedeki muhabbet-i İlahiye zevkinin daha başka bir dairesi var.”(334)

“İnsan kendi acz-i mutlakıyla, Hâlıkının kudret-i mutlakasını ve derecatını; ve aczin dereceleriyle, kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ı mutlakıyla rahmetini ve rahmetinin derecelerini idrak etmek ve za’fıyla onun kuvvetini anlamaktır. Ve hakeza..”(335)

“İnsan, şu kâinatın hakaiklerine bir vâhid-i kıyasîdir, bir fihristedir, bir mikyastır ve bir mizandır.”(335)

“Ebedî bir cemal, fâni bir müştaka ve zâil bir dosta razı olmaz.”(336)

“Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından istitar etmiş olan Zât-ı Akdes! Zeminin bütün takdisat ve tesbihatıyla; seni kusurdan, aczden, şerikten takdis ve bütün tahmidat ve senalarıyla sana hamd ve şükrederim.”(343,348,351)

“Nebatat ve eşcar seni tanıyorlar, senin sıfât-ı kudsiyeni ve esma-i hüsnanı bildiriyorlar..”(348)

“Senin o sadık elçilerin ve o doğru dellâl-ı saltanatının -hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn suretinde- senin uhrevî rahmet hazinelerine ve âlem-i bekada ihsanatının definelerine ve dâr-ı saadette tamamıyla zuhur eden güzel isimlerinin hârika güzel cilvelerine şehadet, işaret, beşaret ederler.”(353)

İŞARAT – ÜL İ’CAZ

“Cenab-ı Hakk’ın ismi, Zât-ı Akdes’ine ayn olduğu cihetle; lafza-i celal, sıfât-ı ayniyeye işarettir.”(15)

“Cenab-ı Hak insanı kâinata câmi’ bir nüsha ve on sekiz bin âlemi hâvi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve esma-i hüsnadan her birisinin tecelligâhı olan her bir âlemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedîa bırakmıştır.”(17)

“Cenab-ı Hakk’ın sıfat-ı ezeliye âleminde biri celalî, diğeri cemalî iki türlü tecellisi vardır. Celal ile Cemal’in sıfat-ı ef’al âleminde tecellisinden; lütuf ve kahr, hüsün ve heybet tezahür eder.”(70)

“ kelimesinin ile vasıflandırılması Cenab-ı Hakk’ın marifeti, hakikatıyla olmayıp ancak ef’al ve âsârıyla olduğuna işarettir.”(110)

“Ne zâtında ve ne sıfâtında ve ne ef’alinde şeriki, şebihi yoktur.”(117)

“İnsan, ebed için yaratılmıştır. Onun hakikî lezzetleri, ancak marifetullah, muhabbetullah, ilim gibi umûr-u ebediyededir.”(166)

“Allah’ın sun’una, ef’aline, kelâmına, temsilâtına, üslûblarına; inayet ve rububiyetini mülâhaza etmekle beraber Allah’ın canibinden bakmak lâzımdır. Bu bakış da ancak nur-u imanla olur.“(184)

“ Cenab-ı Hakk’ın ef’ali hikmetlerden, maslahatlardan hâlî değildir.”(236)

“Müslümanlığın esasatı; teslisiyet ve Allah’ın tecessüdiyetini ve vahdet-i vücud akidesini reddetmektedir. Bu mutasavvıfane akideler üç kuvvetli uluhiyetin mevcudiyetini ve Mesih’in Allah’ın oğlu -hâşâ- olduğunu öğretmektedir.”(Edvard Gibbon)(249)

MEKTUBAT

“Evet. Dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o yüzün üstündeki zeval ve fena çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, bâki bir mahbub arasa, dünyanın pek güzel ve âyine-i esma-i İlahiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmağa muvaffak olursa, o gayr-ı meşru mecazî aşk, o vakit, aşk-ı hakikîye inkılaba yüz tutar.”(10,bAK.11,30)

“Şu kâinattaki dehşet-engiz ve hayret-nüma hadsiz faaliyet, iki kısım esma-i İlahiyeye istinad ederek iki hikmet-i vâsia içindir ki, her bir hikmeti de nihayetsizdir:

Birincisi: Cenab-ı Hakk’ın esma-i hüsnasının hadd ü hesaba gelmez enva’-ı tecelliyatı var. Mahlukatın tenevvüleri, o tecelliyatın tenevvüünden geliyor. O esma ise, daimî bir surette tezahür isterler. Yani, nakışlarını göstermek isterler. Yani nakışlarının âyinelerinde cilve-i cemallerini görmek ve göstermek isterler. Yani, kâinat kitabını ve mevcudat mektubatını ânen fe-ânen tazelendirmek isterler. Yani, yeniden yeniye manidar yazmak ve her bir mektubu, Zât-ı Mukaddes ve Müsemma-yı Akdes ile beraber, bütün zîşuurların nazar-ı mütalaasına göstermek ve okutturmak iktiza ederler.

İkinci sebeb ve hikmet: Nasılki mahlukattaki faaliyet bir iştiha, bir iştiyak, bir lezzetten geliyor. Ve hattâ her bir faaliyette kat’iyyen lezzet vardır; belki her bir faaliyet, bir nevi lezzettir. Öyle de Vâcib-ül Vücud’a lâyık bir tarzda ve istiğna-i zâtîsine ve gına-i mutlakına muvafık bir surette ve kemal-i mutlakına münasib bir şekilde hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve hadsiz bir muhabbet-i mukaddese var. Ve o şefkat-i mukaddese ve o muhabbet-i mukaddeseden gelen hadsiz bir şevk-i mukaddes var. Ve o şevk-i mukaddesten gelen hadsiz bir sürur-u mukaddes var. Ve o sürur-u mukaddesten gelen -tabir caiz ise- hadsiz bir lezzet-i mukaddese var. Hem o lezzet-i mukaddeseden gelen hadsiz terahhumdan, mahlukatın faaliyet-i kudret içinde ve istidadları kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül etmesinden neş’et eden memnuniyetlerinden ve kemallerinden gelen ve Zât-ı Rahman-ı Rahîm’e ait -tabir caiz ise- hadsiz memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-ı mukaddes vardır ki, hadsiz bir surette, hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor.

İşte şu hikmet-i dakikayı felsefe ve fen ve hikmet bilmediği içindir ki, şuursuz tabiatı ve kör tesadüfü ve camid esbabı; şu gayet derecede alîmane, hakîmane, basîrane faaliyete karıştırmışlar, dalalet zulümatına düşüp nur-u hakikatı bulamamışlar.”(79-80,Bkn.78)

“Ehadiyet ise; her bir şeyde, Hâlık-ı Külli Şey’in ekser esması tecelli ediyor demektir.”(216)

“Vâcib-ül Vücud’un mahiyet-i kudsiyesi, mahiyat-ı mümkinat cinsinden değildir. Belki bütün hakaik-i kâinat, o mahiyetin esma-i hüsnasından olan Hak isminin şualarıdır.”(230)

“İmanın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiği ve bildirdiği esma-i İlahiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.”(243)

“Sâni’-i Zülcelal her bir nevi mevcudatın mahiyetini birer model ittihaz ederek ve nukuş-u esmasıyla kemalât-ı san’atını göstermek için; her bir şey’e hususan zîhayata, duygularla murassa’ bir vücud libasını giydirerek, üstünde kalem-i kaza ve kaderle nakışlar yapar; cilve-i esmasını gösterir. Her bir mevcuda dahi, ona lâyık bir tarzda bir ücret olarak; bir kemal bir lezzet, bir feyz veriyor.”(264,Bak.266-267)

“Bütün esmanın birer birer muktezası vardır. İşte her bir zîhayat hayatıyla ve vücuduyla o esmanın muktezasını göstermekle beraber, cihazatı adedince Sâni’-i Hakîm’e tesbihat yapıyorlar.”(273,Bkn.272)

“Bütün hububat, tohumlar lisan-ı istidad ile Fâtır-ı Hakîm’e dua ederler ki: “Senin nukuş-u esmanı mufassal göstermek için, bize neşv ü nema ver, küçük hakikatımızı sünbülle ve ağacın büyük hakikatına çevir.”(277)

“Nasıl Cenab Hakk’ın zât ve sıfâtında nazir ve şebih ve misli yoktur; öyle de şuunat-ı rububiyetinde misli yoktur. Sıfâtı nasıl mahlukat sıfâtına benzemiyor, muhabbeti dahi benzemez.”(283)

“Elbette esmasındaki ism-i a’zam tecellisiyle, bütün kâinata nisbeten mümtaz ve mükemmel bir ferdi halkedecek. Esmasında bir ism-i a’zam olduğu gibi, masnuatında da bir ferd-i ekmel bulunacak ve kâinata münteşir kemalâtı o ferdde cem’edip, kendine medar-ı nazar edecek. O ferd her halde zîhayattan olacaktır.”(284-285)

“Kâinattaki tecelli eden her bir isim, bütün isimleri kendi müsemmasına isnad eder ve onun ünvanları olduğunu isbat eder. Çünki kâinatta tecelli eden isimler, devair-i mütedâhile gibi ve ziyadaki elvan-ı seb’a gibi birbiri içine giriyor, birbirine yardım ediyor, birbirinin eserini tekmil ediyor, tezyin ediyor.”(310,Bkn.385)

“Onsekiz bin âlemin her birinin ışığı, birer ism-i İlahî olduğunu bana kanaat verecek bir vakıa-ı kalbiye-i hayaliyeyi gördüm. Şöyle ki:

Birbirine sarılı çok yapraklı bir gül goncası gibi, şu âlem binler perde perde içinde sarılı, birbiri altında saklı âlemleri bu âlem içinde gördüm. Her bir perde açıldıkça, diğer bir âlemi görüyordum.”(283.Bkn.Sikke-i Tasdik-i Ğaybi.246)

“Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz.”(399)

“İkinci meşreb; âfâktan başlar, o daire-i kübranın mezahirinde cilve-i esma ve sıfâtı seyredip, sonra daire-i enfüsiyeye girer. Küçük bir mikyasta, daire-i kalbinde o envârı müşahede edip, onda en yakın yolu açar. Kalb, âyine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vâsıl olur.”(418)

“Esma-i İlahînin nasılki tecelliyatı, Arş-ı A’zam dairesinden tâ bir zerreye kadar cilveleri var ve o esmaya mazhariyet de, o nisbette tefavüt eder. Öyle de mazhariyet-i esmadan ibaret olan meratib-i velayet dahi öyle mütefavittir.”(419)

“Mazharların ve makamların kabiliyetine göre kelâm-ı Rabbanî; yetmiş bin perdede telemmu’ eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbanîdir.”(419,Bkn.232)

“83- İnsanlarda veli, Cum’ada dakika-i icabe, Ramazanda Leyle-i Kadir, Esma-i Hüsnada İsm-i A’zam, ömürde ecel meçhul kaldıkça; sair efrad dahi kıymetdar kalır, ehemmiyet verilir. Yirmi sene mübhem bir ömür, nihayeti muayyen bin sene ömre müreccahtır.”(448)

MESNEVİ-İ NURİYE

“Sâni’-i âlemin her şeyi içine almış ve her şeyi istilâ ve istiab etmiş bir rahmet-i vasiası vardır.”(36)

“Evet kâinat o Hâlık’ın nurunun gölgesi, esmasının tecelliyatı, ef’alinin âsârıdır.”(56)

“Maahaza o İlahî sofradaki eşya yalnız insan ve hayvanların lezzet ve zevklerinin tatmini için değildir. Her bir ferd-i müstehlikte zevilhayata ait cüz’î faidelerden başka esma-i İlahiyenin tecelliyatına ve faaliyetteki esrar ve şuunatına ait gayr-ı mütenahî hikmetler, gayeler vardır.”(102)

“İ’lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ı Hakk’ın ef’ali birbirine münasib, âsârı birbirine müşabih, esması birbirine âyine ve ma’kes, sıfatı birbirine mütedâhil, şuunatı memzuc ise de, her birisi için hususî bir tavır, bir hal vardır ki, maksud-u bizzât o hususî tavırdır. Sair tavırlar ise, tebaîdirler.”(128)

“Senin latifelerin içinde öyle bir latife var ki, ebedden ve ebedî zâttan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor, masivasına tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin duygularının ve latifelerinin sultanıdır. Fâtır-ı Hakîm’in emrine muti’ olan o sultanına itaat et, kurtul!..”(136)

“Senin şu hayatının gayesi, neticesi; o Mâlik’in esmasına ve şuunatına bir mazhariyettir.”(142) “

Esma-i İlahiyenin her birisinin bir güneş gibi kalbden Arş’a kadar cilveleri var. Kalb de bir Arş’tır, fakat “Ben de Arş gibiyim” diyemez.”(156)

“Esma-i İlahiyeden birisinin hayt-ı şuaıyla temessük et ki, adem deryasına düşmeyesin.”(168)

“İ’lem Eyyühel-Aziz! İnsanın hilkatinden maksad, mahfî hazine-i İlahiyeyi keşif ile göstermek ve Kadîr-i Ezelî’ye bir bürhan, bir delil, bir ma’kes-i nuranî olmakla cemal-i ezelînin tecellisi için şeffaf bir mir’at, bir âyine olmaktır. Hakikaten semavat, arz ve cibalin hamlinden âciz kaldıkları emaneti insan hamlettiği cihetle cilâlanmış, cilvelenmiş bir şekle girmiştir. Çünki o emanetin mazmunlarından biri de insanın sıfât-ı İlahiyeyi fehmetmek için bir vâhid-i kıyasî vazifesini görmektir.”(168)

“Evet Allah ilmi, iradesi, kudreti ve sair sıfatıyla muhittir. Daire-i ihatasından hariç bir şey yoktur.”(171)

“Kur’an’ın kâinattan yaptığı bahis, Hâlık’ın sıfatlarını isbat ve izah içindir.”(177)

“Cenab-ı Hakk’ın iktizaları, hükümleri mütegayir bazı esmaları vardır.”(187)

“İ’lem Eyyühel-Aziz! Esma-i hüsnayı tazammun eden bazı fezlekeler ile âyetlere hâtime verilmekte ne gibi bir sır vardır?

Evet Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, bazan âyât-ı kudreti âyetlerde basteder. Sonra içerisinden esmayı çıkarır. Bazan mensucat toplar gibi açar dağıtır. Sonra toplar, esmada tayyeder. Bazan da ef’alini tafsil ettikten sonra isimler ile icmal eder. Bazan da halkın a’malini tehdidane söyler. Sonra rahmete işaret eden isimler ile teselli eder. Bazan da bazı makasıd-ı cüz’iyeyi zikrettikten sonra o makasıdı takdir ve isbat için bürhan olarak kavaid-i külliye hükmünde olan isimleri zikrediyor. Bazan da maddî cüz’iyatı zikreder. Sonra esma-i külliye ile icmal eder ve hâkeza…”(188)

“İ’lem Eyyühel-Aziz! İnsanı fıtraten bütün hayvanlara tefevvuk ettiren câmiiyetinin meziyetlerinden biri, zevilhayatın Vâhib-ül Hayat’a olan tahiyye ve tesbihlerini fehmetmektir. Yani insan kendi kelâmını fehmettiği gibi, iman kulağıyla zevilhayatın da, belki cemadatın da bütün tesbihlerini fehmeder.”(193)

“İ’lem Eyyühel-Aziz! Hayat-ı insaniyenin vezaifinden biri de kendi cüz’î sıfatlarını şuunatını, Hâlıkın küllî sıfatlarını, şuunatını fehmetmek için bir mikyas yapmaktır.”(199)

“İ’lem Eyyühel-Aziz! İnsandaki kusur sonsuz olduğu gibi, acz, fakr ve ihtiyacına da nihayet yoktur. İnsana tevdi edilen açlık ile nimetlerin lezzetleri tebarüz ettiği gibi; insandaki kusur, kemalât-ı Sübhaniye derecelerine bir mirsaddır. İnsandaki fakr, gına-i rahmetin derecelerine bir mikyastır. İnsandaki acz, kudret ve kibriyasına bir mizandır. İnsandaki tenevvü-ü hacat, enva’-ı niam ve ihsanatına bir merdivendir. Öyle ise fıtratından gaye ubudiyettir. Ubudiyet ise, dergâh-ı izzetine kusurlarına “Estağfirullah” ve “Sübhanallah” ile ilân etmektir.”(203)

“İ’lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ı Hakk’ın “A’lem, Ekber, Erham, Ahsen” gibi esma ve sıfât ve ef’alinde kullanılan ism-i tafdil tevhide naks değildir. Çünki maksad, bizzât ve hakikî bir mevsufu gayr-ı hakikî veya aklî bir imkânla veya vehmî bir mevsufla tafdil etmektir.

Ve keza izzet-i İlahiyeye de münafî değildir. Çünki maksad, sıfat ve ahval-i İlahiye ile mahlukatın sıfat ve ef’ali arasında bir müvazene yapmak değildir. Yani, ikisini bir seviyede tuttuktan sonra, bunu ona tafdil etmek değildir ki, sıfat-ı İlahiyeye bir naks olsun.

Evet masnuattaki kemalât, Cenab-ı Hakk’ın kemalinden in’ikas eden bir gölge olduğuna nazaran, masnuat, sıfât-ı İlahiye ile müvazene hakkına mâlik değildir.

“İ’lem Eyyühel-Aziz! Bütün esma-i hüsnanın ifade ettiği manalar ile bütün sıfat-ı kemaliyeye Lafza-i Celal olan “Allah” bil’iltizam delalet eder. Sair ism-i haslar yalnız müsemmalarına delalet eder. Sıfatlara delaletleri yoktur. Çünki sıfatlar, müsemmalarına cüz olmadığı gibi aralarında lüzum-u beyyin de yoktur. Bu itibarla ne tazammunen ve ne iltizamen sıfatlara delaletleri yoktur.”(215)

“İ’lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ı Hakk’ın günahkârları afvetmesi fazldır, tazib etmesi adldir.”(217)

ŞUALAR

“Daire-i kesretin müntehasında ve en dağınık cüz’iyatında, sırr-ı vahdetle bin bir esma-i İlahiye, zîhayat denilen küçücük mektublarda temerküz edip açık okunduğundan, o Sâni’-i Hakîm zîhayat nüshalarını çok teksir ediyor. Ve bilhassa zîhayatlardan küçüklerin taifelerini pek çok tarzda nüshalarını teksir eder ve her tarafa neşreder.(9)

“(Zeval ve Fena)Ve esma-i hüsnanın çok hasna ve güzel cilvelerini tazelendirmek için âlem-i gaybdan gelip, âlem-i şehadette vazifedarane bir seyerandır, bir cevelandır.”(15)

“Kâinatta görünen binlerle ef’al-i umumiyenin ve cilveleri görünen yüzer esma-i İlahiyenin her birinin hem hâkimiyeti, hem kibriyası, hem kemali, hem ihatası, hem ıtlakı, hem nihayetsizliği; vahdetin ve tevhidin gayet kuvvetli birer bürhanıdırlar.”(17)

“Her bir fiil-i rububiyet ve her bir cilve-i esma-i Uluhiyet, o derece fevkalâde kuvvetleri, eserlerinde görünüyor ki; eğer hikmet-i âmme ve adalet-i mutlaka olmasa idi ve onları durdurmasa idi, her biri umum mevcudatı istilâ edecekti.”(18)

“Evet bu kâinat, bin birlikler perdeleri içinde sarılı bir gül goncası gibidir. Belki esma ve ef’al-i umumiye-i İlahiyenin adedince vahdetleri giymiş bir tek insan-ı ekberdir.”(24)

“Evet nihayet derecede hüsün ve cemalleri bulunan esma-i hüsnanın güzel cilveleriyle, kâinatın her bir nev’i, hattâ herbir ferdi, kabiliyetine göre öyle bir hüsne mazhar olmuşlar ki; Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî demiş: Yani: “Daire-i imkânda bu mükevvenattan daha bedi’ daha güzel yoktur.”(25)

“Mahiyet-i hayatım esma-i İlahiyenin definelerini açan anahtarların mahzeni ve nakışlarının bir küçük haritası ve cilvelerinin bir fihristesi ve kâinatın büyük hakikatlarına ince bir mikyas ve mizan ve Hayy-ı Kayyum’un manidar ve kıymetdar isimlerini bilen, bildiren, fehmedip tefhim eden yazılmış bir kelime-i hikmettir anladım.”(57)

“Herbir nev’in ve cinsin efradı, a’za-i nev’iye ve cinsiyede tevafukları nasıl delalet eder ki Sâni’leri birdir, vâhiddir, ehaddir.. öyle de: Yüzlerinin sîmaları hikmetli bir tarzda birbirinden farikalı ve ayrı olması kat’î delalet eder ki: O Sâni’-i Vâhid-i Ehad, bir fâil-i muhtardır. İrade ve ihtiyar ve meşiet ve kasd ile herşeyi yaratır.”(550)

“Herbir isminde sonsuz nimetler bulunduğu için sonsuz hamdleri, şükürleri istilzam eder.”(638)

ASA – YI MUSA

“Yüzer fünundan herbir fen, geniş mikyasıyla ve hususî âyinesiyle ve dûrbînli gözüyle ve ibretli nazarıyla bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’ini esmasıyla bildirir; sıfâtını, kemalâtını tanıttırır.”(25)

“Ahireti Allah’tan soruyoruz. O da bütün gönderdiği elçileriyle ve fermanlarıyla ve bütün isimleriyle ve sıfatlarıyla “Evet âhiret vardır ve sizi oraya sevkediyorum.” ferman ediyor.”(27)

“Ve senevî zemin ağacının âhiri ise, ikinci güzde o ağacın gördüğü bütün vazifelerini ve esma-i İlahiyeye karşı ettiği bütün fıtrî tesbihatlarını ve gelecek bahar haşrinde neşir olabilen bütün sahaif-i a’mallerini, zerrecik ve küçücük kutucukların içine koyup, Hafîz-i Zülcelal’in dest-i hikmetine teslim eder. Hüve’l-Âhir ismini hadsiz dillerle kâinat yüzünde okur.”(34)

“Esma-i İlahiyenin en cem’iyetli âyinesi cismaniyettedir.”(45)

SİKKE-İ TASDİK-İ ĞAYBİ

“İkinci Cihet: Îman, yalnız icmâlî ve taklidî bir tasdika münhasır değil; bir çekirdekten, tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki âyinede görünen misâlî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi, îmanın o derece kesretli hakikatları var ki, binbir Esmâ-i İlâhiyye ve sair erkân-ı îmaniyenin kâinat hakikatlarıyla alâkadar çok hakikatları var ki, “Bütün ilimlerin ve mârifetlerin ve kemalât-ı insaniyenin en büyüğü îmandır ve îman-ı tahkikîden gelen tafsilli ve bürhanlı mârifet-i kudsiyedir.” diye ehl-i hakikat ittifak etmişler.”(207)

“Bin bir ism-i İlâhînin kâinata müteveccih olan o esmadan her biri bir âlemi ve o âlem içindeki âlemleri tenvir eder bir güneş hükmünde ve sırr-ı Ehadiyet cihetiyle her bir ismin cilvesi içinde sâir isimlerin cilveleri dahi bir derece görünüyordu.”(247)

MEHMET ÖZÇELİK /ADIYAMAN




E S M A V E S I F A T (1)

E S M A V E S I F A T (1)

ESMA VE SIFAT : (SÖZLER-DEN) “Her şeyde aşikâre, vahdaniyetin çok delilleri var.”(söz.55)

“Bu kâinatı bütün esmasının kemalâtını ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garib ve ince san’atlarla süslenilmiş bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tayin etmesin?”(56)

“Kurûn-u sâlifede cereyan eden âsi ve mütemerrid kavimlere gelen azablar gösteriyor ki: İnsan başı boş değil, bir celal ve gayret sillesine her vakit maruzdur.”(59)

“Demek hüsün ve cemal, görmek ve görünmek ister.”(62)

“Acaba hiç kabil midir ki: İnsan, hilafet ve emanetle mükerrem olsun, rububiyetin külliyat-ı şuununa şahid olarak kesret dairelerinde, vahdaniyet-i İlahiyenin dellâllığını ilân etmekle, ekser mevcudatın tesbihat ve ibadetlerine müdahale edip zabitlik ve müşahidlik derecesine çıksın da sonra kabre gidip, rahatla yatsın ve uyandırılmasın? Küçük büyük her amellerinden sual edilmesin? Mahşere gidip mahkeme-i kübrayı görmesin? Hâyır ve aslâ!..”(70)

“İnsan çendan bütün esmaya mazhar ve bütün kemalâta müstaiddir.”(311)

“Cenab-ı Hak ezelîdir, ebedîdir, evvel ve âhirdir. Hiçbir cihette ne zâtında, ne sıfâtında, ne ef’alinde naziri, küfvü, şebihi, misli, misali, mesîli yoktur. Yalnız ef’alinde, şuununda teşbihi ifade eden mesel var): “(383,433,569)

“(Mi’raç yolculuğu ile alakalı olarak)Bu seyahat-ı cüz’iyede bir seyr-i umumî ve bir urûc-u küllî var ki; tâ Sidret-ül Münteha’ya, tâ Kab-ı Kavseyn’e kadar meratib-i külliye-i esmaiyede gözüne, kulağına tesadüf eden âyât-ı Rabbaniyeyi ve acaib-i san’at-ı İlahiyeyi işitmiş, görmüştür, der.”(525,398)

“(Kur’an)Hem bütün esma-i hüsnanın iktiza ettikleri ahkâmları cem’etmiş, o ahkâmın tenasübünü muhafaza etmiş.”(409)

“Her cihetle mu’cizatlı bu Kur’an, surelerinin icmaıyla ve âyâtının ittifakıyla ve esrar ve envârının tevafukuyla ve semerat veBir çiçek, kendince bir nakş-ı san’atı gösterip, lisan-ı haliyle esma-i Fâtır’ı zikrettiği gibi; küre-i arz bahçesi dahi, bir çiçek hükmündedir. Gayet muntazam küllî vazife-i tesbihiyesi vardır. âsârının tetabukuyla bir tek Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine ve sıfâtına ve esmasına deliller ile isbat suretinde öyle şehadet etmiş ki; bütün ehl-i imanın hadsiz Sâni’-i Zülcelal’in dahi -Onuncu Söz’de kat’iyyen isbat edildiği üzere- Hakîm, Rahîm, Hafîz, Âdil gibi ekser esma-i hüsnası, haşir ve kıyametin gelmesini ve saadet-i ebediyenin vücudunu iktiza ederler ve saadet-i ebediyenin tahakkukuna kat’î delalet ederler. şehadetleri, onun şehadetinden tereşşuh etmişler.”(419)

“Madem hayat, esma-i hüsnanın nukuşunu gösterir. Hayatın başına gelen her şey hasendir.”(441)

“ Zira bütün mevcudat, esmasının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud’u bulan, her şeyi bulur.”(447)

“Bir çiçek, kendince bir nakş-ı san’atı gösterip, lisan-ı haliyle esma-i Fâtır’ı zikrettiği gibi; küre-i arz bahçesi dahi, bir çiçek hükmündedir. Gayet muntazam küllî vazife-i tesbihiyesi vardır.”(480)

“Sâni’-i Zülcelal’in dahi -Onuncu Söz’de kat’iyyen isbat edildiği üzere- Hakîm, Rahîm, Hafîz, Âdil gibi ekser esma-i hüsnası, haşir ve kıyametin gelmesini ve saadet-i ebediyenin vücudunu iktiza ederler ve saadet-i ebediyenin tahakkukuna kat’î delalet ederler.”(492)

“Evet Cennet-Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir ve şu silsile-i kâinatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuunatın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudatın iki havzıdır ve lütuf ve kahrın iki tecelligâhıdır ki; dest-i kudret bir hareket-i şedide ile kâinatı çalkaladığı vakit, o iki havuz münasib maddelerle dolacaktır.”(499)

“Tahavvül ve tegayyür için zıdları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlara mezcederek, şerleri hayırlara idhal ederek, çirkinlikleri güzelliklerle cem’ederek, hamur gibi yoğurarak şu kâinatı tebeddül ve tegayyür kanununa ve tahavvül ve tekâmül düsturuna tabi kıldı. Vaktaki meclis-i imtihan kapandı. Tecrübe vakti bitti. Esma-i hüsna hükmünü icra etti. Kalem-i kader, mektubatını tamamıyla yazdı. Kudret, nukuş-u san’atını tekmil etti. Mevcudat, vezaifini îfa etti. Mahlukat, hizmetlerini bitirdi. Herşey, manasını ifade etti.”(499)

“Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, çünki ism-i a’zama mazhardır ve nübüvveti umumîdir ve bütün esmaya mazhardır.”(529)

“Ağacın tedbirini gören zât, o tedbir ile alâkadar bütün esmasıyla, ağacın vücudundan maksud ve icadının gayesi olan her bir semereye müteveccihtir.”(574)

“ Şu seyl-i kâinattaki muvakkat parlayan mehasin ve kemalât, bir Şems-i Sermedî’nin lemaat-ı cemal-i esmasıdır.”(580)

“ Ehadiyet ve samediyet-i İlahiye, herbir şeyde, hususan zîhayatta, hususan insanın mahiyet âyinesinde bütün esmasıyla bir cilvesi olduğu gibi; vahdet ve vâhidiyet cihetiyle dahi, mevcudat ile alâkadar her bir ismi bütün mevcudatı ihata ediyor.”(9)

“Bu kâinatın daire-i kübrasında binbir İsm-i İlahî’nin cilvesinden uzanan nuranî atkılar, kâinat sîmasında öyle bir sikke-i Rahmet içinde bir hâtem-i rahîmiyeti ve bir nakş-ı şefkati dokuyor ve öyle bir hâtem-i inayeti nescediyor ki, Güneşten daha parlak kendini akıllara gösteriyor.”(11)

“Evet zeminin yüzünde öyle bir hâtem-i rahmet ve sikke-i ehadiyet bulunduğu gibi, insanın mahiyet-i maneviyesinin sîmasında dahi öyle bir sikke-i rahmet vardır ki, küre-i arz sîmasındaki sikke-i merhamet ve kâinat sîmasındaki sikke-i uzma-yı rahmetten daha aşağı değil. Âdeta binbir ismin cilvesinin bir nokta-i mihrakiyesi hükmünde bir câmiiyeti var.”(11)

“İnsan, ism-i Rahman’ı tamamıyla gösterir bir surettedir. Evet sâbıkan beyan ettiğimiz gibi, kâinatın sîmasında binbir ismin şualarından tezahür eden ism-i Rahman göründüğü gibi, zemin yüzünün sîmasında rububiyet-i mutlaka-i İlahiyenin hadsiz cilveleriyle tezahür eden ism-i Rahman gösterildiği gibi, insanın suret-i câmiasında küçük bir mikyasta zeminin sîması ve kâinatın sîması gibi yine o ism-i Rahman’ın cilve-i etemmini gösterir demektir.”(13)

“Bütün vâlidelerin şefkatleri, ancak bir lem’a-i tecelli-i rahmettir.”(29)

“Evet her bir namazın vakti, mühim bir inkılab başı olduğu gibi, azîm bir tasarruf-u İlahînin âyinesi ve o tasarruf içinde ihsanat-ı külliye-i İlahiyenin birer ma’kesi olduğundan, Kadîr-i Zülcelal’e o vakitlerde daha ziyade tesbih ve ta’zim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnüne karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir.”(37)

“Fecir zamanı, tulûa kadar, evvel-i bahar zamanına, hem insanın rahm-ı madere düştüğü âvânına, hem semavat ve arzın altı gün hilkatinden birinci gününe benzer ve hatırlatır ve onlardaki şuunat-ı İlahiyeyi ihtar eder.

Zuhr zamanı ise, yaz mevsiminin ortasına, hem gençlik kemaline, hem ömr-ü dünyadaki hilkat-ı insan devrine benzer ve işaret eder ve onlardaki tecelliyat-ı rahmeti ve füyuzat-ı nimeti hatırlatır.

Asr zamanı ise, güz mevsimine, hem ihtiyarlık vaktine, hem âhirzaman Peygamberinin (Aleyhissalâtü Vesselâm) asr-ı saadetine benzer ve onlardaki şuunat-ı İlahiyeyi ve in’amat-ı Rahmaniyeyi ihtar eder.

Mağrib zamanı ise, güz mevsiminin âhirinde pek çok mahlukatın gurubunu, hem insanın vefatını, hem dünyanın kıyamet ibtidasındaki harabiyetini ihtar ile, tecelliyat-ı celaliyeyi ifham ve beşeri gaflet uykusundan uyandırır, ikaz eder.

İşâ’ vakti ise, âlem-i zulümat, nehar âleminin bütün âsârını siyah kefeni ile setretmesini, hem kışın beyaz kefeni ile ölmüş yerin yüzünü örtmesini, hem vefat etmiş insanın bâkiye-i âsârı dahi vefat edip nisyan perdesi altına girmesini, hem bu dâr-ı imtihan olan dünyanın bütün bütün kapanmasını ihtar ile Kahhar-ı Zülcelal’in celalli tasarrufatını ilân eder.”(38-39)

“Hem hiç mümkün olur mu ki; nihayet derecede bir hüsn-ü zâtî sahibi, cemalinin mehasinini ve hüsnünün letaifini âyinelerde görmek ve göstermek istemesin! Yani bir habib resul vasıtasıyla ki; hem habibdir, ubudiyetiyle kendini ona sevdirir, âyinedarlık eder. Hem resuldür; onu mahlukatına sevdirir, cemal-i esmasını gösterir.”(56)

“Hem mümkün olur mu ki; bu kâinatı bütün esmasının kemalâtını ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garib ve ince san’atlarla süslenilmiş bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tayin etmesin?”(56)

“Hem hatıra gelmesin ki: Kısacık bir ömürde nasıl ebedî bir azaba müstehak olur? Zira küfür; şu mektubat-ı Samedaniye derecesinde ve kıymetinde olan kâinatı manasız, gayesiz bir derekeye düşürdüğü için, bütün kâinata karşı bir tahkir olduğu gibi; bu mevcudatta cilveleri, nakışları görünen bütün esma-i kudsiye-i İlahiyeyi inkâr ile red ve Cenab-ı Hakk’ın hakkaniyet ve sıdkını gösteren gayr-ı mütenahî bütün delillerini tekzib olduğundan nihayetsiz bir cinayettir. Nihayetsiz cinayet ise, nihayetsiz azabı îcab eder…”(57)

“Evet şu küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristesini, bütün hazain-i rahmetin anahtarlarını, bütün esmalarının âyinelerini dercetmek; nihayet derecede bir hüsn-ü san’at içinde bir hikmeti gösterir.”(60)

“Hem dahi, kâinatın yüzünde serilmiş olan gayetle güzel ve san’atlı ve parlak ve süslü şu mevcudat; ışık Güneşi bildirdiği gibi, misilsiz manevî bir cemalin mehasinini bildirir ve nazirsiz, hafî bir hüsnün letaifini iş’ar ediyor. O münezzeh hüsün, o mukaddes cemalin cilvesinden, esmalarda, belki her isimde çok gizli defineler bulunduğunu işaret eder.”(62)

“Nasılki şu âlem bütün mevcudatıyla Sâni’-i Zülcelal’ine kat’î delalet eder; Sâni’-i Zülcelal’in de sıfât ve esma-i kudsiyesi, dâr-ı âhirete delalet eder ve gösterir ve ister.”(63)

“Acaba bütün benî-Âdemi arkasına alıp şu Arz üstünde durup, arş-ı a’zama müteveccihen el kaldırıp, nev-i beşerin hülâsa-i ubudiyetini câmi’ hakikat-ı ubudiyet-i Ahmediye (A.S.M.) içinde dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i Kâinat (A.S.M.) ne istiyor, dinleyelim. Bak, kendine ve ümmetine saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, Cennet istiyor. Hem mevcudat âyinelerinde cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i İlahiye ile beraber istiyor. O esmadan şefaat taleb ediyor, görüyorsun.”(65)

“Hem hiç kabil midir ki o Zât-ı Hakîm, şu insanı bütün mahlukat içinde kendine küllî muhatab ve câmi’ bir âyine yapıp bütün hazain-i rahmetinin müştemilâtını ona tattırsın, hem tarttırsın, hem tanıttırsın, kendini bütün esmasıyla ona bildirsin, onu sevsin ve sevdirsin.. sonra o bîçare insanı o ebedî memleketine göndermesin? O daimî saadetgâha davet edip mes’ud etmesin?”(75)

“ Evet küfür, mevcudatın kıymetini iskat ve manasızlıkla ittiham ettiğinden, bütün kâinata karşı bir tahkir ve mevcudat âyinelerinde cilve-i esmayı inkâr olduğundan bütün esma-i İlahiyeye karşı bir tezyif ve mevcudatın vahdaniyete olan şehadetlerini reddettiğinden bütün mahlukata karşı bir tekzib olduğundan; istidad-ı insanîyi öyle ifsad eder ki, salah ve hayrı kabule liyakatı kalmaz. Hem bir zulm-ü azîmdir ki, umum mahlukatın ve bütün esma-i İlahiyenin hukukuna bir tecavüzdür. İşte şu hukukun muhafazası ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği, küfrün adem-i afvını iktiza eder.

“İnne’ş-şirke le zulmün a’zîm.” [“Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür.” Lokman Sûresi, 31:13]şu manayı ifade eder.”(75)

“Bu mevcudatın yüzleri âlem-i manaya müteveccihtir, münasib meyveleri orada veriyor ve gözleri esma-i kudsiyeye dikkat ediyorlar, gayeleri o âleme bakıyor. Ve özleri

dünya toprağı altında, sünbülleri âlem-i misalde inkişaf ediyor. İnsan istidadı nisbetinde burada ekiyor ve ekiliyor, âhirette mahsul alıyor. Evet şu eşyanın esma-i İlahiyeye ve âlem-i âhirete müteveccih yüzlerine baksan göreceksin ki; mu’cize-i kudret olan her bir çekirdeğin bir ağaç kadar gayesi var.”(77)

“Haşir mes’elesi öyle râsih bir hakikattır ki, Küre-i Arzı yerinden kaldıracak, kırıp atacak bir kuvvet o hakikatı sarsamaz. Zira o hakikatı Cenab-ı Hak bütün esma ve sıfâtının iktizası ile tesbit ediyor ve Resul-i Ekrem’i bütün mu’cizat ve berahiniyle tasdik ediyor ve Kur’an-ı Hakîm bütün hakaik ve âyâtıyla onu isbat ediyor ve şu kâinat bütün âyât-ı tekviniye ve şuunat-ı hakîmanesi ile şehadet ediyor.

Belki kâinatın tedbirinde tecelli eden bütün esma-i İlahiye, âhireti iktiza eder, belki istilzam eder.”(80)

“Yeryüzünde bulunan parlak şeylerin Güneşin akisleriyle parlamaları ve denizlerin yüzlerinde kabarcıklar, ziyanın lem’alarıyla parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar, gidenler gibi yine hayalî Güneşçiklere âyinelik etmeleri; bilbedahe gösteriyor ki: O lem’alar, yüksek birtek Güneşin cilve-i in’ikasıdırlar ve Güneşin vücudunu muhtelif diller ile yâdediyorlar ve ışık parmaklarıyla ona işaret ediyorlar. Aynen öyle de: Zât-ı Hayy-ı Kayyum’un Muhyî isminin cilve-i a’zamı ile berrin yüzünde ve bahrın içindeki zîhayatların kudret-i İlahiye ile parlayıp, arkalarından gelenlere yer vermek için “Ya Hayy” deyip perde-i gaybda gizlenmeleri; bir hayat-ı sermediye sahibi olan Zât-ı Hayy-ı Kayyum’un hayatına ve vücub-u vücuduna şehadetler, işaretler ettikleri gibi, umum mevcudatın tanziminde eseri görünen ilm-i İlahîye şehadet eden bütün deliller ve kâinata tasarruf eden kudreti isbat eden bütün bürhanlar ve tanzim ve idare-i kâinatta hükümferma olan irade ve meşieti isbat eden bütün hüccetler ve kelâm-ı Rabbanî ve vahy-i İlahînin medarı olan risaletleri isbat eden bütün alâmetler, mu’cizeler ve hâkezâ yedi sıfât-ı İlahiyeye şehadet eden bütün delail, bil’ittifak Zât-ı Hayy-ı Kayyum’un hayatına delalet, şehadet, işaret ediyorlar. Çünki nasıl bir şeyde görmek varsa, hayatı da vardır. İşitmek varsa, hayatın alâmetidir. Söylemek varsa, hayatın vücuduna işaret eder. İhtiyar, irade varsa, hayatı gösterir. Aynen öyle de; bu kâinatta âsârıyla vücudları muhakkak ve bedihî olan kudret-i mutlaka ve irade-i şamile ve ilm-i muhit gibi sıfatlar, bütün delailleri ile Zât-ı Hayy-ı Kayyum’un hayatına ve vücub-u vücuduna şehadet ederler ve bütün kâinatı bir gölgesiyle ışıklandıran ve bir cilvesiyle bütün dâr-ı âhireti zerratıyla beraber hayatlandıran hayat-ı sermediyesine şehadet ederler.”(98-99)

“Her meyvedar ağaç, ve çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var. Esma-i İlahiyeyi ne şekilde göstererek tesbihat etmiş ise ubudiyetleri var.”(106)

“(Bahtiyar cemaat)Evet namazın mütenevvi ezkâr ve harekâtıyla işaret ettiği vezaifi, makamatı, mufassalan gördüler.”(111)

“Sâniyen: Esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilveleri olan bedayiine ve parlak eserlerine dellâllık makamında görünmekle “Sübhanallah, Velhamdülillah” diyerek takdis ve tahmid vazifesini îfa ettiler..

Râbian: Esma-i İlahiyenin definelerindeki cevherleri, manevî cihazat mizanlarıyla tartıp bilmek makamında, tenzih ve medih vazifesine başladılar.”(111)

“Amma füccar ve eşrar olan diğer güruh ise: Hadd-i büluğ ile şu âlem sarayına girdikleri vakit, bütün vahdaniyetin delillerine karşı küfür ile mukabele edip ve bütün nimetlere karşı küfran ile mukabele ederek ve bütün mevcudatı kıymetsizlikle kâfirane bir ittiham ile tahkir ettiler ve bütün esma-i İlahiyenin tecelliyatına karşı red ve inkâr ile mukabele ettiklerinden, az bir vakitte nihayetsiz bir cinayet işlediler; nihayetsiz bir azaba müstehak oldular. Evet insana sermaye-i ömür ve cihazat-ı insaniye, mezkûr vezaif için verilmiştir.”(113)

“Âleme tecelli eden esma-i kudsiye-i İlahiyenin bütün tecelliyatının aksamını, birer birer, size o cihazat vasıtasıyla bildirip tattırmaktır. Siz dahi tatmakla tanıyarak iman getirmelisiniz.”(114)

İkincisi: Senin fıtratında vaz’edilen cihazatın anahtarlarıyla esma-i kudsiye-i İlahiyenin gizli definelerini açmaktır, Zât-ı Akdes’i o esma ile tanımaktır.

Üçüncüsü: Şu teşhirgâh-ı dünyada, mahlukat nazarında, esma-i İlahiyenin sana taktıkları garib san’atlarını ve latif cilvelerini bilerek hayatında teşhir ve izhar etmektir.

Beşincisi: Nasıl bir asker, padişahından aldığı türlü türlü nişanları, resmî vakitlerde takıp padişahın nazarında görünmekle onun iltifatat-ı âsârını gösterdiği gibi, sen dahi esma-i İlahiyenin cilvelerinin sana verdikleri letaif-i insaniye murassaatıyla bilerek süslenip o Şahid-i Ezelî’nin nazar-ı şuhud ve işhadına görünmektir..

Şimdi kendi hayatının mahiyetine bak ki, o mahiyetinin icmali şudur:

Esma-i İlahiyeye ait garaibin fihristesi, hem şuun ve sıfât-ı İlahiyenin bir mikyası, hem kâinattaki âlemlerin bir mizanı, hem bu âlem-i kebirin bir listesi, hem şu kâinatın bir haritası, hem şu kitab-ı ekberin bir fezlekesi, hem kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi, hem mevcudata serpilen ve evkata takılan kemalâtının bir ahsen-i takvimidir.”(115-116)

“Esma ve sıfât-ı İlahiyeyi, şuun ve ef’al-i Rabbaniyeyi, bir şecere-i tûbâ-i nur hükmünde temsil edelim ki; o şecere-i nuraniyenin daire-i azameti, ezelden ebede uzanıp gidiyor. Hudud-u kibriyası, gayr-ı mütenahî feza-yı ıtlakta yayılıp ihata ediyor.”(126)

“Yüzer fünundan herbir fen, geniş mikyasıyla ve hususî âyinesiyle ve dûrbînli gözüyle ve ibretli nazarlarıyla bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelalini esmasıyla bildirir; sıfâtını, kemalâtını tanıttırır.”(144)

“Sâni’-i Zülcelal’in esma-i hüsnasından Nur isminin bir kesif âyinesi hükmünde olan güneşin, emr-i Rabbanî ve teshir-i İlahî ile mazhar olduğu vazifeler, şu hakikatı fehme takrib eder. Şöyle ki:

Güneş ulviyetiyle beraber bütün şeffaf ve parlak şeylere nihayet derecede yakın, belki onların zâtlarından onlara daha yakın olduğu, cilvesiyle ve timsaliyle ve tasarrufa benzer çok cihetlerle onları müteessir ettiği halde; o şeffaf şeyler ise, binler sene ondan uzaktırlar. Onu hiçbir vecihle müteessir edemezler, kurbiyet dava edemezler.”(152)

“Madem küfür ve dalalet, tuğyan ve masiyet esasları, inkârdır ve reddir, terktir ve adem-i kabuldür. Suret-i zahiriyede ne kadar müsbet ve vücudlu görünse de, hakikatta intifadır, ademdir. Öyle ise cinayet-i sâriyedir. Sair mevcudatın netaic-i amellerine halel verdiği gibi esma-i İlahiyenin cilve-i cemallerine perde çeker.”(154)

“Bütün âlemlerin Rabbi ve Müdebbiri ve Hâlıkı olan Zât-ı Zülcelal’in, ahkâmları ayrı ayrı pek çok namları ve ünvanları ve esma-i hüsnası vardır.”(164

“ Ezel ve ebed sultanının pek çok esma-i hüsnası vardır. Tecelliyat-ı celaliye ve tezahürat-ı cemaliye ile pek çok şuunatı ve ünvanları vardır.”(165)

“ Acaba, maddeden mücerred ve muallâ ve tahdid-i kayd ve zulmet-i kesafetten münezzeh ve müberra ve şu umum envâr ve bütün nuraniyat onun envâr-ı kudsiye-i esmasının bir kesif zılali ve umum vücud ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i misal nim-şeffaf bir âyine-i cemali ve sıfâtı muhita ve şuunatı külliye olan bir Zât-ı Akdes’in irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhitle tecelli-i sıfâtı ve cilve-i ef’ali içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir, hangi iş ağır gelebilir, hangi şey gizlenebilir, hangi ferd uzak kalabilir, hangi şahsiyet külliyet kesbetmeden ona yanaşabilir?”(179)

“Dünya, bir kitab-ı Samedanîdir. Huruf ve kelimatı nefislerine değil, belki başkasının zât ve sıfât ve esmasına delalet ediyorlar. Öyle ise manasını bil al, nukuşunu bırak git.

Hem bir mezraadır, ek ve mahsulünü al, muhafaza et; müzahrefatını at, ehemmiyet verme.

Hem birbiri arkasında daim gelen geçen âyineler mecmuasıdır. Öyle ise, onlarda tecelli edeni bil, envârını gör ve onlarda tezahür eden esmanın tecelliyatını anla ve müsemmalarını sev ve zevale ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı

kes.”(188)

“[Yirmibeş sene evvel Ramazanda ikindiden sonra Şeyh-i Geylanî’nin (K.S.) Esma-i Hüsna manzumesini okudum. Bana bir arzu geldi ki, esma-i hüsna ile bir münacat yazayım. Fakat o vakit bu kadar yazıldı. O kudsî üstadımın mübarek Münacat-ı Esmaiyesine bir nazire yapmak istedim. Heyhat!. Nazma istidadım yok. Yapamadım, noksan kaldı. Bu münacat, Otuzüçüncü Söz’ün Otuzüçüncü Mektub’u olan Pencereler Risalesine ilhak edilmişti. Makam münasebetiyle buraya alındı.]”(205)

“Eşya, tesbihat ile Sâni’-i Zülcelal’in tecelliyat-ı esmasına mukabele edip, bir naz-niyaz zemzemesidir, geliyor.”(209)

“Eşya, tesbihat ile Sâni’-i Zülcelal’in tecelliyat-ı esmasına mukabele edip, bir naz-niyaz zemzemesidir, geliyor.”(215)

“Hem o nur ile; kâinattaki harekât, tenevvüat, tebeddülat, tegayyürat manasızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp birer mektubat-ı Rabbaniye, birer sahife-i âyât-ı tekviniye, birer meraya-yı esma-i İlahiye ve âlem dahi bir kitab-ı hikmet-i Samedaniye mertebesine çıktılar.”(220)

“İşte o zât, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihayenin kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı rububiyetin mehasininin dellâlı, seyircisi ve künuz-u esma-i İlahiyenin keşşafı, göstericisi olduğundan; böyle baksan -yani ubudiyeti cihetiyle- onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nurani bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin.”(221)

“Acaba bütün efazıl-ı beni-Âdemi arkasına alıp, Arz üstünde durup, Arş-ı A’zama müteveccihen el kaldırıp dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman ve bihakkın fahr-ı kâinat ne istiyor? Bak dinle: Saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, lika istiyor, Cennet istiyor. Hem meraya-yı mevcudatta ahkâmını ve cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i İlahiye ile beraber istiyor.”(223)

“Rabbimizi bize tarif eden Kur’an-ı Hakîm;…. Zât ve sıfât ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı nâtıkı, tercüman-ı sâtıı… Şu âlem-i insaniyetin mürebbisi, hikmet-i hakikîsi”(225)

“Kur’an-ı Hakîm, şu kâinattan bahsediyor; tâ, zât ve sıfât ve esma-i İlahiyeyi bildirsin. Yani bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın.”(226)

“Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın dava-yı hilafet-i kübrada mu’cize-i kübrası, talim-i esmadır” diyor.

“Ey benî-Âdem! Sizin pederinize, melaikelere karşı hilafet davasında rüchaniyetine hüccet olarak, bütün esmayı talim ettiğimden, siz dahi madem onun evlâdı ve vâris-i istidadısınız. Bütün esmayı taallüm edip, mertebe-i emanet-i kübrada, bütün mahlukata karşı, rüchaniyetinize liyakatınızı göstermek gerektir

Vakit be-vakit başınızı kaldırıp esma-i hüsnama dikkat ederek, o semavata uruc etmek için fünununuzu ve terakkiyatınızı merdiven yapınız. Tâ fünun ve kemalâtınızın menbaları ve hakikatları olan esma-i Rabbaniyeme çıkasınız ve o esmanın dûrbîniyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız.

İnsanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemalât-ı ilmiye ve terakkiyat-ı fenniye ve havarik-ı sun’iyeyi “talim-i esma” ünvanıyla ifade ve tabir etmekte şöyle latif bir remz-i ulvî var ki: Herbir kemalin, herbir ilmin, herbir terakkiyatın, herbir fennin bir hakikat-ı âliyesi var ki; o hakikat, bir ism-i İlahîye dayanıyor.

Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemalât, o san’at kemalini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir.”(244)

“Meselâ: Hendese bir fendir. Onun hakikatı ve nokta-i müntehası, Cenab-ı Hakk’ın İsm-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip, hendese âyinesinde o ismin hakîmane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.

Meselâ: Tıb bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikatı; Hakîm-i Mutlak’ın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrası olan rûy-i zeminde rahîmane cilvelerini edviyelerde görmekle tıb kemalâtını bulur, hakikat olur.

Meselâ: Hakikat-ı mevcudattan bahseden Hikmet-ül Eşya, Cenab-ı Hakk’ın (Celle Celalühü) “İsm-i Hakîm”inin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane; eşyada, menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu

hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafata inkılab eder ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar.

Hem meselâ: Hâtem-i divan-ı nübüvvet ve bütün enbiyanın mu’cizeleri onun dava-i risaletine birtek mu’cize hükmünde olan enbiyanın serveri ve şu kâinatın mâ-bihil iftiharı ve Hazret-i Âdem’e (Aleyhisselâm) icmalen talim olunan bütün esmanın bütün meratibiyle tafsilen mazharı (Aleyhissalâtü Vesselâm) yukarıya celal ile parmağını kaldırmakla şakk-ı Kamer eden ve aşağıya cemal ile indirmekle yine on parmağından kevser gibi su akıtan ve bin mu’cizat ile musaddak ve müeyyed olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mu’cize-i kübrası olan Kur’an-ı Hakîm….”(245)

“Evet fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halkolunan ve ezelî ve ebedî bir zâtın âyinesi olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letafetli bulunan zîşuur bir sırr-ı insanî, zînur bir latife-i Rabbaniye; şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahval-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.”(251)

“Herbiri birer mu’cize-i kudret olan zîhayatlar, herbiri o Şems-i Ezelî’nin şuaları hükmünde olan esmasının nokta-i mihrakıyesi suretindedir.”(275)

“Bir zîhayat ekser kâinatta cilveleri görünen esmayı birden kendi âyinesinde gösteriyor. Âdeta bir nokta-i mihrakıye hükmünde, Hayy-ı Kayyum’un tecelli-i ism-i a’zamını gösteriyor.”(277)

“Şu kitab-ı kebir-i âlemin herbir harfi, kendine cirmi kadar delalet eder ve kendi sureti kadar gösterir. Fakat Nakkaş-ı Ezelî’nin esmasını, bir kaside kadar tarif eder ve keyfiyetleri adedince işaret parmaklarıyla o esmayı gösterir, müsemmasına şehadet eder. Demek hem kendini, hem bütün kâinatı inkâr eden safsatacı gibi bir ahmak, yine Sâni’-i Zülcelal’in inkârına gitmemek gerektir!..”(278)

“Şu san’atlar, şu nakışlar, şu cilveler; bütün esması kudsiye ve cemile olan bir Zât-ı Cemil-i Zülcelal’in tazelenen san’atlarıdır, tahavvül eden nakışlarıdır, taharrük eden âyineleridir, birbiri arkasından gelen sikkeleridir, hikmetle değişen hâtemleridir.”(283)

“Bedihîdir ki, bir eserde kemal, o eserin menşe ve mebdei olan fiilin kemaline delalet eder. Fiilin kemali ise, ismin kemaline ve ismin kemali, sıfatın kemaline ve sıfatın kemali, şe’n-i zâtînin kemaline ve şe’nin kemali, o zât-ı zîşuunun kemaline, hadsen ve zarureten ve bedaheten delalet eder. Meselâ: Nasılki kusursuz bir kasrın mükemmel olan nukuş ve tezyinatı, arkalarında bir usta ef’alinin mükemmeliyetini gösterir. O ef’alin mükemmeliyeti, o fâil ustanın rütbelerini gösteren ünvanları ve isimlerinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o esma ve ünvanlarının mükemmeliyeti, o ustanın san’atına dair sıfatlarının mükemmeliyetini gösterir ve o san’at ve sıfatlarının mükemmeliyeti, o san’at sahibinin şuun-u zâtiye denilen kabiliyet ve istidad-ı zâtiyesinin mükemmeliyetini gösterir ve o şuun ve kabiliyet-i zâtiyenin mükemmeliyeti, o ustanın mahiyet-i zâtiyesinin mükemmeliyetini gösterdiği misillü… Aynen öyle de: Şu kusursuz, futursuz

“En küçük bir kusur görüyor musun?” Mülk Sûresi, 67:3.” sırrına mazhar olan şu âsâr-ı meşhude-i âlem, şu mevcudat-ı muntazama-i kâinatta olan san’at ise; bilmüşahede bir müessir-i zil-iktidarın kemal-i ef’aline delalet eder. O kemal-i ef’al ise, bilbedahe o Fâil-i Zülcelal’in kemal-i esmasına delalet eder. O kemal-i esma ise, bizzarure o esmanın müsemma-i zülcemalinin kemal-i sıfatına delalet ve şehadet eder. O kemal-i sıfat ise, bilyakîn o mevsuf-u zülkemalin kemal-i şuununa delalet ve şehadet eder. O kemal-i şuun ise, bihakkalyakîn o zîşuunun kemal-i zâtına öyle delalet eder ki, bütün

kâinatta görünen bütün enva’-ı kemalât, onun kemaline nisbeten sönük bir zıll-ı zaîf suretinde bir Zât-ı Zülkemal’in âyât-ı kemali ve rumuz-u celali ve işarat-ı cemali olduğunu gösterir.”(284)

“İnsan, iman ile insanda tezahür eden san’at-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibariyle bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kat’eder. O kat’dan san’at-ı Rabbaniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibariyle olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir.”(289?

“İşte insan, Cenab-ı Hakk’ın böyle antika bir san’atıdır ve en nazik ve nazenin bir mu’cize-i kudretidir ki; insanı, bütün esmasının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musaggar suretinde yaratmıştır.”(290)

“Eğer kat’-ı intisabdan ibaret olan küfür, insanın içine girse; o vakit bütün o manidar nukuş-u esma-i İlahiye karanlığa düşer, okunmaz. Zira Sâni’ unutulsa, Sânia müteveccih manevî cihetler de anlaşılmaz. Âdeta baş aşağı düşer. O manidar âlî san’atların ve manevî âlî nakışların çoğu gizlenir.”(290)

“Bütün mevcudat, her birisi birer mahsus tesbih ve birer hususî ibadet, birer has secde ettikleri gibi; bütün kâinattan dergâh-ı İlahiyeye giden, bir duadır. Ya istidad lisanıyladır. (Bütün nebatatın duaları gibi ki; her biri lisan-ı istidadıyla Feyyaz-ı Mutlak’tan bir suret taleb ediyorlar ve esmasına bir mazhariyet-i münkeşife istiyorlar.)”(295)

“Küfür bir fenalıktır, bir tahribdir, bir adem-i tasdiktir. Fakat o tek seyyie; bütün kâinatın tahkirini ve bütün esma-i İlahiyenin tezyifini, bütün insaniyetin terzilini tazammun eder. Çünki şu mevcudatın âlî bir makamı, ehemmiyetli bir vazifesi vardır. Zira onlar, mektubat-ı Rabbaniye ve meraya-yı Sübhaniye ve memurîn-i İlahiyedirler. Küfür ise; onları âyinedarlık ve vazifedarlık ve manidarlık makamından düşürüp, abesiyet ve tesadüfün oyuncağı derekesine ve zeval ve firakın tahribiyle çabuk bozulup değişen mevadd-ı fâniyeye ve ehemmiyetsizlik, kıymetsizlik, hiçlik mertebesine indirdiği gibi.. bütün kâinatta ve mevcudatın âyinelerinde nakışları ve cilveleri ve cemalleri görünen esma-i İlahiyeyi inkâr ile tezyif eder. Ve insanlık denilen, bütün esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilvelerini güzelce ilân eden bir kaside-i manzume-i hikmet ve bir şecere-i bâkiyenin cihazatını câmi’ çekirdek-misal bir mu’cize-i kudret-i bahire ve emanet-i kübrayı uhdesine almakla yer, gök, dağa tefevvuk eden ve melaikeye karşı rüchaniyet kazanan bir sahib-i mertebe-i hilafet-i arziyeyi; en zelil bir hayvan-ı fâni-i zâilden daha zelil, daha zaîf, daha âciz, daha fakir bir derekeye atar. Ve manasız, karmakarışık, çabuk bozulur bir âdi levha derekesine indirir.”(298)

“Sonra, esma-i kudsiye-i İlahiyenin nukuşlarından ibaret olan bedi’ san’atları, birbirinin nazar-ı ibretlerine gösterip dellâllık ve ilâncılıktır.

Sonra, herbiri birer gizli hazine-i maneviye hükmünde olan esma-i Rabbaniyenin cevherlerini idrak terazisiyle tartmak, kalbin kıymet-şinaslığı ile takdirkârane kıymet vermektir.”(306)

“Kâinatın her bir âleminde, her bir taifesinde, esma-i hüsnadan bir ismin ünvanı tecelli eder. O isim o dairede hâkimdir. Başka isimler orada ona tabidirler, belki onun zımnında bulunurlar. Hem mahlukatın her bir tabakasında az ve çok, küçük ve büyük, has ve âmm her birisinde has bir tecelli, has bir rububiyet, has bir isimle cilvesi vardır. Yani, o isim her şeye muhit ve âmm olduğu halde öyle bir kasd ve ehemmiyetle bir şeye teveccüh eder; güya o isim yalnız o şeye hastır.

….Elbette gerektir ki, Cenab-ı Hakk’ı bir isimle, bir ünvan ile, bir rububiyetle ve hâkeza.. tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe’nleri, içinde inkâr etmesin. Belki, her bir ismin cilvesinden sair esmaya intikal etmezse zarar eder. Meselâ: Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse gaflet ve tabiat dalaletine düşebilir.”(309)

“Bahardan sor. Bak nasıl “Ya Hannan, Ya Rahman, Ya Rahîm, Ya Kerim, Ya Latif, Ya Atûf, Ya Musavvir, Ya Münevvir, Ya Muhsin, Ya Müzeyyin” gibi çok esmayı işiteceksin.

Ve insan olan bir insandan sor. Bak nasıl bütün esma-i hüsnayı okuyor ve cephesinde yazılı.

Sen de dikkat etsen okuyabilirsin. Güya kâinat, azîm bir musika-i zikriyedir. En küçük nağme, en gür nağamata karışmakla, haşmetli bir letafet veriyor. Ve hâkeza kıyas et. Fakat çendan insan bütün esmaya mazhardır, fakat kâinatın tenevvüünü ve melaikenin ihtilaf-ı ibadatını intac eden tenevvü-ü esma, insanların dahi bir derece tenevvüüne sebeb olmuştur.

…Çok esmaya mazhar ve çok vazifelerle mükellef ve çok düşmanlara mübtela olan insan, münacatında, istiazesinde çok isimleri zikreder. Nasılki nev-i insanın medar-ı fahri ve elhak en hakikî insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, Cevşen-ül Kebir namındaki münacatında binbir ismiyle dua ediyor; ateşten istiaze ediyor.”(310-311)

“Evet nasıl bir çiçek, Güneş’in küçücük bir âyinesidir. Şu koca Güneş dahi gök denizinde Şems-i Ezelî’nin “Nur” isminden tecelli eden bir lem’anın katre-misal bir âyinesidir.”(314)

“Hem dünyanın iki yüzü var; belki üç yüzü var. Biri, Cenab-ı Hakk’ın esmasının âyineleridir. Diğeri, âhirete bakar; âhiret tarlasıdır. Diğeri, fenaya, ademe bakar. Bildiğimiz, marzî-yi İlahî olmayan ehl-i dalaletin dünyasıdır. Demek esma-i hüsnanın âyineleri ve mektubat-ı Samedaniye ve âhiretin mezraası olan koca dünya değil; belki âhirete zıd ve bütün hatiatın menşei ve beliyyatın menbaı olan dünyaperestlerin dünyasının âlem-i âhirette ehl-i imana verilen sermedî bir zerresine değmediğine işarettir.”(320)

“Hem ism-i a’zama mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlahî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Veraset-i Ahmediye ile ism-i a’zam zılline mazhar bir mü’min, kendi kabiliyeti itibariyle kemmiyetçe bir Nebinin feyzi kadar sevab alıyor denilse hilaf-ı hakikat olamaz.”(323)

Hem ism-i a’zama mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlahî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Veraset-i Ahmediye ile ism-i a’zam zılline mazhar bir mü’min, kendi kabiliyeti itibariyle kemmiyetçe bir Nebinin feyzi kadar sevab alıyor denilse hilaf-ı hakikat olamaz.

“ Arştan ferşe, yıldızlardan sineklere,meleklerden semeklere, seyyarattan zerrelere kadar her şey Cenab-ı Hakk’a secde ve ibadet ve hamd ve tesbih eder. Fakat ibadetleri, mazhar oldukları esmalara ve kabiliyetlerine göre ayrı ayrıdır, çeşit çeşittir.”(326)

“Yeryüzünün tarlasında nebatatın her bir taifesi, lisan-ı hal ve istidad diliyle Fâtır-ı Hakîm’den sual ediyorlar, dua ediyorlar ki: “Ya Rabbena! Bize kuvvet ver ki, yeryüzünün her bir tarafında taifemizin bayrağını dikmekle saltanat-ı rububiyetini lisanımızla ilân edelim ve rûy-i arz mescidinin her bir köşesinde sana ibadet etmek için bize tevfik ver ve meşhergâh-ı arzın her bir tarafında senin esma-i hüsnanın nakışlarını, senin bedi’ ve antika san’atlarını kendi lisanımızla teşhir etmek için bize bir revaç ve seyahata iktidar ver.” derler. Fâtır-ı Hakîm onların manevî dualarını kabul edip ki, bir taifenin tohumlarına kıldan kanatçıklar verir; her tarafa uçup gidiyorlar. Taifeleri namına esma-i İlahiyeyi okutturuyorlar (Ekser dikenli nebatat ve bir kısım sarı çiçeklerin tohumları gibi).”(330)

“Nihayetsiz nimetleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleriyle tegaddi eden ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyeti ve imanı sana verdiğinden, daire-i mümkinat ile beraber esma-i hüsna ve sıfât-ı mukaddesenin dairesine şamil bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir.”(333)

“Kavun, kalbinde nüveler suretinde bin niyet eder ki, “Ya Hâlıkım! Senin esma-i hüsnanın nakışlarını yerin bir çok yerlerinde ilân etmek isterim.”(334)

“Şeriat ve Sünnet-i Seniyenin ahkâmları içinde cilveleri intişar eden esma-i hüsnanın herbir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi’ olmağa çalış…”(335)

“Ve (Kur’an) zeminde ve gökte gizli esma-i İlahiyenin manevî hazinelerinin

keşşafı..”(339)

“Ve zât ve sıfât ve esma ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı katıı, tercüman-ı satıı… Ve şu âlem-i insaniyetin mürebbisi..”(340)

“Allah” bir ism-i câmi’ olduğundan esma-i hüsna adedince tevhidler, içinde bulunur. “(366)

“Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, âyetlerin hâtimelerinde galiben bazı fezlekeleri zikreder ki; o fezlekeler, ya esma-i hüsnayı veya manalarını tazammun ediyor veyahut aklı tefekküre sevketmek için akla havale eder veyahut makasıd-ı Kur’aniyeden bir kaide-i külliyeyi tazammun eder ki, âyetin te’kid ve teyidi için fezlekeler yapar.”(386)

“Kur’an-ı Hakîm, i’cazkâr beyanatıyla Sâni’-i Zülcelal’in ef’al ve eserlerini nazara karşı serer, basteder. Sonra o âsâr ve ef’alinde esma-i İlahiyeyi istihrac eder; veya haşir ve tevhid gibi bir makasıd-ı asliye-i Kur’aniyeyi isbat ediyor.”(386)

“Kur’an, beşerin nazarına san’at-ı İlahiyenin mensucatını açar, gösterir. Sonra fezlekede o mensucatı, esma içinde tayyeder veyahut akla havale eder.”(387)

“Kur’an kâh olur, mahlukat-ı İlahiyeyi bir tertible zikreder; sonra o mahlukat içinde bir nizam, bir mizan olduğunu ve onun semereleri olduğunu göstermekle güya bir şeffafiyet, bir parlaklık veriyor ki; sonra o âyine-misal tertibinden cilvesi bulunan esma-i İlahiyeyi gösteriyor. Güya o mahlukat-ı mezkûre, elfazdır. Şu esma onun manaları, yahut o meyvelerin çekirdekleri, yahut hülâsalarıdırlar.”(389-390)

“Sebeb ve müsebbeb ortasındaki uzun mesafede, esma-i İlahiye birer yıldız gibi tulû’ eder.”(393)

“Her meyvedar ağacın, ya çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var, esma-i İlahiyeyi ne şekilde göstererek tesbihat etmiş ise ubudiyetleri var.”(396)

“Kur’an-ı Hakîm kâh olur cüz’î bazı maksadları zikreder. Sonra o cüz’iyat vasıtasıyla küllî makamlara zihinleri sevketmek için, o cüz’î maksadı, bir kaide-i külliye hükmünde olan esma-i hüsna ile takrir ederek tesbit eder, tahkik edip isbat eder.”(397)

“Yedi tabaka semavattan, tâ hurdebînî zîhayatlara kadar, her bir mahluk küllî olsun cüz’î olsun, küçük olsun büyük olsun, mazhar olduğu bütün isimlerin cilve ve nakışları dilleriyle, o esma-i hüsnanın Müsemma-i Zülcelalini tesbih edip, şerik ve nazirden tenzih ediyorlar.”(399)

“En küçük mahluk, en cüz’î bir masnu’, küçüklüğü ve cüz’iyetiyle beraber, taşıdığı nakışlar ve keyfiyetler işaretiyle pek çok esma-i külliyeyi göstermek ile Müsemma-yı Zülcelali tesbih edip vahdaniyetine şehadet eder.”(400)

“Esma ve sıfât-ı İlahiye ve şuun ve ef’al-i Rabbaniye, bir şecere-i tûbâ-i nur hükmünde temsil edilmekle; o şecere-i nuraniyenin daire-i azameti ezelden ebede uzanıp gidiyor. Hudud-u kibriyası, gayr-ı mütenahî feza-yı ıtlakta yayılıp ihata ediyor.”(405)

“Şu sarsılan ve hareket eden dünya, Sâniine baktığı vakit, o harekât ve tegayyürat, kalem-i kudretin mektubat-ı Samedaniyeyi yazması için o kalemin işlemesidir. O tebeddülât-ı ahval ise, esma-i İlahiyenin cilve-i şuunatını ayrı ayrı tavsifat ile gösteren, tazelenen âyineleridir.”(407)

“Sâni’-i Zülcelal’in esmasına bakar. Meselâ: Nasıl bir usta hârika bir makinayı yapsa, herkes o zâta “Mâşâallah, bârekâllah” deyip alkışlar. Öyle de: O makina dahi, ondan maksud neticeleri tam tamına göstermesiyle, lisan-ı haliyle ustasını tebrik eder, alkışlar. Her zîhayat ve her şey böyle bir makinadır, ustasını tesbihlerle alkışlar.”(431)

“Küfür, çendan bir seyyiedir. Fakat, bütün kâinatı kıymetsizlikle ve abesiyetle tahkir ve delail-i vahdaniyeti gösteren bütün mevcudatı tekzib ve bütün tecelliyat-ı esmayı tezyif olduğundan, bütün kâinat ve mevcudat ve esma-i İlahiye namına Cenab-ı Hak kâfirden şedid şikayet ve dehşetli tehdidat etmek; ayn-ı hikmettir ve ebedî azab vermek, ayn-ı adalettir.”(434)

“Hayat, ahval-i muhtelife içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor. Mütebayin vaziyetlere girip tasaffi ediyor ve müteaddid keyfiyatı alıp, matlub semeratı veriyor ve müteaddid tavırlara girip, Vâhib-i Hayat’ın nukuş-u esmasını güzelce gösterir.”(440)

“Elemler, musibetler nev’inde olan keyfiyat; bazı esmasının ahkâmını göstermek için lemaat-ı hikmet içinde bazı şuaat-ı rahmet ve o şuaat-ı rahmet içinde latif güzellikler vardır.”(441)

“Bütün hakaik-i mevcudat, İsm-i Hakk’ın şuaatı ve esmasının tezahüratı ve sıfâtının tecelliyatıdırlar. Maddî ve manevî, cevherî, arazî her bir şeyin, her bir insanın hakikatı, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatına istinad eder. Yoksa hakikatsız, ehemmiyetsiz bir surettir.”(442)

“Her şey nefsinde mana-yı ismiyle fânidir, mefkuddur, hâdistir, madumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Sâni’-i Zülcelal’in esmasına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibariyle şahiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.”(447)

“Bütün mevcudat, esmasının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud’u bulan, her şeyi bulur.”(447)

“Kâinatı ehl-i vahdet-ül vücud gibi, huzur-u daimî kazanmak için i’dama mahkûm zannedip, “Lâ mevcude illâ Hû” hükmetmeye veyahut ehl-i vahdet-üş şuhud gibi, huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip, “Lâ meşhude illâ Hû” demeye mecbur olmuyor. Belki i’damdan ve hapisten gayet zahir olarak Kur’an afvettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelal hesabına istihdam edip, esma-i hüsnasının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimal ederek mana-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; her şeyde Cenab-ı Hakk’a bir yol bulmaktır.”(448

“Sahabelerin dünyası ise, işte o iki yüzdedir. Dünyayı âhiret mezraası görüp, ekip biçmişler. Mevcudatı, esma-i İlahiyenin âyinesi görüp, müştakane temaşa edip bakmışlar. Fena-i dünya ise, fâni yüzüdür ki, insanın hevesatına bakar.”(463)

“Eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı; bütün masivayı terk, hattâ esma ve sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenab-ı Hakk’ın zâtına rabt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letaifi ve hassaları vardır. İnsan-ı kâmil odur ki: Bütün o letaifi; kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubudiyette, hakikat canibine sevketmek ile sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle kahramanane maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ızdırardır.”(464)

“Cismaniyet; en câmi’, en muhit, en zengin bir âyine-i tecelliyat-ı esma-i İlahiyedir. Bütün hazain-i rahmetin müddeharatını tartacak ve mizana çekecek âletler, cismaniyettedir. Meselâ: Dildeki kuvve-i zaika, rızk zevkinde enva’-ı mat’umat adedince mizanlara menşe’ olmasaydı; her birini ayrı ayrı hissedip tanımazdı, tadıp tartamazdı. Hem ekser esma-i İlahiyenin tecelliyatını hissedip bilmek, zevkedip tanımak cihazatı, yine cismaniyettedir.”(467)

“Ben, mutavassıt bir badem ağacı gördüm ki: Kırka yakın baş hükmünde büyük dalları var. Sonra bir dalına baktım, kırka yakın dili hükmünde küçük dalları var. Sonra o küçük dalının bir diline baktım, kırk çiçek açmıştır. O çiçeklere nazar-ı hikmetle dikkat ettim, her bir çiçek içinde kırka yakın incecik, muntazam püskülleri, renkleri ve san’atları gördüm ki; her biri Sâni’-i Zülcelal’in ayrı ayrı birer cilve-i esmasını ve birer ismini okutturuyor.”(482)

“Ene, künuz-u mahfiye olan esma-i İlahiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkilküşadır,bir tılsım-ı hayretfezadır.”(502)

“Sani-i Hakîm, insanın eline emanet olarak, rububiyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlarını gösterecek, tanıttıracak, işarat ve nümuneleri câmi’ bir ene vermiştir. Tâ ki o ene, bir vâhid-i kıyasî olup, evsaf-ı rububiyet ve şuunat-ı uluhiyet bilinsin.”(503)

“Bütün sıfât ve şuunat-ı İlahiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, ene’de münderiçtir.”(503)

“(Ene-nin)Vazifesi ise, kendi Hâlıkının sıfât ve şuunatına mikyas ve mizan olarak, şuurkârane bir hizmettir.”(506)

“Cenab-ı Hak bütün esmasıyla ve kâinat bütün hakaikıyla ve silsile-i nübüvvet bütün tahkikatıyla ve Kütüb-ü Semaviye bütün âyâtıyla gösterdikleri haşir ve âhiret kapısını bulmayıp, haşri nefyedip, ervahlara bir ezeliyet isnad etmişler.”(510)

“Nihayetsiz tecelliyat-ı esma-i İlahiyenin nakışlarını göstermekle, o esmanın cilvelerini ifade için mahdud bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sahifede nihayetsiz maânîleri ifade edecek olan hadsiz âyâtları yazmak için Nakkaş-ı Ezelî zerratı, kemal-i hikmetle tahrik edip kemal-i intizamla tavzif etmiştir.”(517)

“Şu ağacın geçen bahardaki yaprak ve çiçek ve meyvelerinin ruhları olmadığından, şu bahardaki emsalinin, hakikatça aynılarıdır. Yalnız teşahhusat-ı itibariyede fark var. Fakat o itibarî teşahhuslar, her vakit tecelliyatı tazelenmekte olan şuunat-ı esma-i İlahiyenin maânîlerini ifade için, şu bahardakiler ayrı teşahhusatla onların yerine geldiler.”(517)

“Hem madem her şeyin hakikatı, Cenab-ı Hakk’ın bir isminin tecellisine bakar, ona bağlıdır, ona âyinedir. O şey, ne kadar güzel bir vaziyet alsa, o ismin şerefinedir; o isim öyle ister. O şey bilse, bilmese; o güzel vaziyet, hakikat nazarında matlubdur. Ve şu hakikattan gayet muazzam bir “Kanun-u Tahsin ve Cemal”in ucu görünüyor.”(521)

“Şems-i Ezel ve Ebed Sultanı olan Zât-ı Ehad ve Samed’in tecellisi, mahiyet-i insaniyeye hadsiz meratibi tazammun eden iki suretle tezahür eder:

Birincisi: Âyine-i kalbe uzanan bir nisbet-i Rabbaniye ile bir tezahürdür ki; herkes istidadına ve tayy-ı meratibde seyr ü sülûküne, esma ve sıfâtın tecelliyatına nisbeten cüz’î ve küllî o Şems-i Ezelî’nin nuruna ve sohbetine ve münacatına mazhariyeti var. Galib-i esma ve sıfâtın zılalinde giden velayetlerin derecatı bu kısımdan ileri gelir.

İkincisi: İnsanın câmiiyeti ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi olduğundan, bütün kâinatta cilveleri tezahür eden esma-i hüsnayı, birden âyine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle Cenab-ı Hak, tecelli-i zâtıyla ve esma-i hüsnanın a’zamî mertebede, nev’-i insanın manen en a’zam bir ferdine, tecelli-i a’zam tezahür eder ki; bu tezahür ve tecelli, Mi’rac-ı Ahmedî (A.S.M.) sırrıdır ki; onun velayeti, risaletine mebde’ olur.”(527)

“Her zîkalb ve kâmil veli, seyr ü sülûk ile, arştan ve daire-i esma ve sıfâttan kırk günde geçebilir.”(536)

“Esma-i hüsnasının herbir isminde ne kadar gizli manevî defineler ve herbir ünvan-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî letaif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudatıyla gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki: Bütün fünun, bütün desatiriyle şu kitab-ı kâinatı, zaman-ı Âdem’den beri mütalaa ediyor. Halbuki o kitab, esma ve kemalât-ı İlahiyeye dair ifade ettiği manaların ve gösterdiği âyetlerin öşr-i mi’şarını daha okuyamamış.”(538)

“Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemalâtını ve cemalini ve hakaik-i esmasını göstermek için öyle bir tarzda yazmıştır ki; bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemalâtını ve esma ve sıfâtını bildirir, ifade eder.”(539)

“Evet zeminin yüzünde kesret o kadar intişar etmiş ve hilkat o kadar teşa’ub etmiş ki, bütün kâinatta münteşir umum masnuatın pekçok fevkinde ecnas-ı mahlukat ve esnaf-ı masnuat, küre-i zeminde bulunur, değişir; daima dolup boşalır. İşte şu cüz’iyat ve kesretin menba’ları, madenleri elbette küllî kanunlar ve küllî tecelliyat-ı esmaiyedir ki: O küllî kanunlar, o küllî tecelliler ve o muhit esmaların mazharları da bir derece basit ve safi ve herbiri bir âlemin arşı ve sakfı ve bir âlemin merkez-i tasarrufu hükmünde olan semavattır ki: O âlemlerin birisi de Sidret-ül Münteha’daki Cennet-ül Me’vadır. Yerdeki tesbihat ve tahmidat, o Cennet’in meyveleri suretinde (Muhbir-i Sadık’ın ihbarı ile) temessül ettiği sabittir. İşte bu üç nokta gösteriyorlar ki: Yerde olan netaic ve semeratın mahzenleri oralardadır ve mahsulâtı o tarafa gider.”(543)

“Meşiet ve hikmet-i İlahiyenin muktezasıyla ve çok esmanın tezahür etmek istemesiyle; müsebbebat, esbaba rabtedilmiş. Her bir şey, bir sebeble bağlanmış.”(569)

“Acaba: Maddeden mücerred ve muallâ, hem kaydın tahdidinden ve kesafetin zulmetinden münezzeh ve müberra, hem şu umum envâr ve şu bütün nuraniyat onun envâr-ı kudsiye-i esmaiyesinin kesif bir gölgesi ve zılali, hem umum vücud ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i berzah ve âlem-i misal nim-şeffaf birer âyine-i cemali, hem sıfâtı muhita ve şuunatı külliye olan bir tek Zât-ı Akdes’in irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhit ile zahir olan tecelli-i sıfâtı ve cilve-i ef’ali içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir? Hangi iş ona ağır gelebilir? Hangi yer ondan gizlenebilir? Hangi ferd ondan uzak kalabilir? Hangi şahıs külliyet kesbetmeden ona yanaşabilir? Hiç eşya ondan gizlenebilir mi? Hiç bir iş, bir işe mani olur mu? Hiçbir yer, onun huzurundan hâlî kalır mı? İbn-i Abbas Radıyallahü Anh’ın dediği gibi: “Her bir mevcuda bakar birer manevî basarı ve işitir birer manevî sem’i” bulunmaz mı?”(571)

Ahsenü’l-Hâlıkîn, Allahu ekber, Hayru’l-Fâsılîn, Hayru’l-Muhsinîn gibi tabirattaki müvazene, Cenab-ı Hakk’ın vaki’deki sıfât ve ef’ali, sair o sıfât ve ef’alin nümunelerine mâlik olanlarla müvazene ve tafdil değildir. Çünki bütün kâinatta cin ve ins ve melekte olan kemalât, onun kemaline nisbeten zaîf bir gölgedir; nasıl müvazeneye gelebilir? Belki müvazene, insanların ve bahusus ehl-i gafletin nazarına göredir.”(577)

“Esma-i İlahiye ve sıfât-ı kudsiyenin mahiyetlerinde de, akıl itibariyle hadsiz meratib bulunabilir. Halbuki Cenab-ı Hak, o sıfât ve esmanın mümkün ve mutasavver bütün meratibinin en ekmelinde, en ahsenindedir. Bütün kâinat, kemalâtıyla bu hakikata şahiddir. “Lehül Esma-ül Hüsna” bütün esmasını ahseniyet ile tavsif, şu manayı ifade ediyor.”(577)

“Cenab-ı Hakk’ın bütün kemalâtı ve esma-i hüsnasının bütün meratibleri ve bütün faziletleri, hakikî kemalât olduklarından bizzât sevilirler. “Mahbubetün Lizâtihâ”dırlar. Mahbub-u Bilhak ve Habib-i Hakikî olan Zât-ı Zülcelal, hakikî olan kemalâtını ve sıfât ve esmasının güzelliklerini kendine lâyık bir tarzda sever, muhabbet eder. Hem o kemalâtın mazharları, âyineleri olan san’atını ve masnuatını ve mahlukatının mehasinini sever, muhabbet eder. Enbiyasını ve evliyasını, hususan Seyyid-ül Mürselîn ve Sultan-ül Evliya olan Habib-i Ekremini sever. Yani kendi cemalini sevmesiyle, o cemalin âyinesi olan Habibini sever. Ve kendi esmasını sevmesiyle, o esmanın mazhar-ı câmii ve zîşuuru olan o Habibini ve ihvanını sever.”(579)

“Eserdeki kemalât, o ef’alin kemalâtından ileri gelir ve onu gösterir. Kemal-i ef’al ise, bizzarure bir fâil-i mükemmele ve o fâilin kemal-i esmasına, yani âsâra nisbeten müdebbir, musavvir, hakîm, rahîm, müzeyyin gibi isimlerin kemaline delalet eder. İsimlerin ve ünvanların kemali ise, şeksiz şübhesiz o fâilin kemal-i evsafına delalet eder. Zira sıfat mükemmel olmazsa, sıfattan neş’et eden isimler, ünvanlar mükemmel olamaz. Ve o evsafın kemali, bilbedahe şuunat-ı zâtiyenin kemaline delalet eder. Çünki sıfâtın mebde’leri, o şuun-u zâtiyedir. Ve şuun-u zâtiyenin kemali ise; biilmelyakîn zât-ı zîşuunun kemaline ve öyle lâyık bir kemaline delalet eder ki; o kemalin ziyası, şuun ve sıfât ve esma ve ef’al ve âsâr perdelerinden geçtiği halde, şu kâinatta yine bu kadar hüsnü ve cemali ve kemali göstermiş.”(579-580)

“Kâinat mezahirinde ve mevcudat âyinelerinde görülen mehasin ve kemalât, bir tek Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un tecelliyat-ı kemalidir ve cilve-i cemal-i esmasıdır.”581)

“Bin bir esma-i İlahiyenin herbirinde pek çok tabakat-ı hüsün ve cemal ve fazl ve kemal bulunduğu gibi, pek çok meratib-i muhabbet ve iftihar ve izzet ve kibriya vardır.”(583)

“Acaba, -sâbıkan beyan ettiğimiz gibi- her bir isminde binler ihsan defineleri bulunan ve bütün sevdiklerimizi ihsanatıyla mes’ud eden ve binler kemalâtın menbaı olan ve binler tabakat-ı cemalin medarı olan bin bir esmasının müsemması olan Cemil-i Zülcelal, Mahbub-u

Zülkemal, ne derece aşk ve muhabbete lâyık olduğu ve bütün kâinat, onun muhabbetiyle mest ve sergerdan olmasının şayeste bulunduğu anlaşılmaz mı?”(583)

“Şu nihayetsiz kemalât-ı muhabbet, vâhidiyet ve ehadiyet dairesinde Zât-ı Zülcelal’in kendi esma ve mahlukatıyla hasıl olur. Demek o daire haricinde tevehhüm olunan kemalât, kemalât değildir.”(584)

“Dünyanın üç yüzü var:Birinci yüzü: Cenab-ı Hakk’ın esmasına bakar. Onların nukuşunu gösterir. Mana-yı harfiyle, onlara âyinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubat-ı Samedaniyedir. Bu yüzü gayet güzeldir. Nefrete değil, aşka lâyıktır.”(584,188,463,33.söz-22.Pencere,324-12.Asıl,Mesnevi-i Nuriye.63,Kastamonu Lahikası.96,101.Bkn.Mektubat.268,Lem’alar.219-220,102-7.Nota)

“Bütün mevcudatın hakaikı, bütün kâinatın hakikatı; esma-i İlahiyeye istinad eder. Her bir şeyin hakikatı, bir isme veyahut çok esmaya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, san’atlar dahi, her biri birer isme dayanıyor. Hattâ hakikî fenn-i hikmet, “Hakîm” ismine ve hakikatlı fenn-i tıp “Şâfî” ismine ve fenn-i hendese “Mukaddir” ismine ve hâkeza her bir fen, bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemalât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatları, esma-i İlahiyeye istinad eder. Hattâ muhakkikîn-i evliyanın bir kısmı demişler: “Hakikî hakaik-i eşya, esma-i İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikın gölgeleridir.” Hattâ bir tek zîhayat şeyde, yalnız zahir olarak yirmi kadar esma-i İlahiyenin cilve-i nakşı görünebilir.”(586)

“Sâni’-i Hakîm, cenneti ve dünyayı, semavatı ve zemini, nebatat ve hayvanatı, cin ve insi, melek ve ruhaniyatı, küllî ve cüz’î bütün eşyayı; cilve-i esmasıyla eşkalini tahdid ediyor, tanzim ediyor, birer miktar-ı muayyene veriyor. Onun ile bunlara “Mukaddir, Munazzım,Musavvir” isimlerini okutturuyor.”(587)

“Sâni’-i Zülcelal, bütün masnuatını öyle bir tarzda yapmış ki; ekserisi, hususan zîhayat kısmı, çok esma-i İlahiyeyi okutturur. Güya her bir masnuuna ayrı ayrı, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiş, yirmi perdeye sarmış. Her gömlekte, her perdede ayrı ayrı esmasını yazmış.”(589)

“Yalnız bir güzel çiçek ve hasna bir insan ve yalnız maddî ve zahir suretinde bu kadar esmayı gösterirse; acaba umum çiçekler ve bütün zîhayat ve büyük ve küllî mevcudat, ne derece ulvî ve küllî esmayı okutuyor, kıyas edebilirsin.”(589)

“Cennet bir çiçektir. Huri taifesi dahi bir çiçektir. Rûy-i zemin dahi bir çiçektir. Bahar da bir çiçektir. Sema da bir çiçektir; yıldızlar, o çiçeğin yaldızlı nakışlarıdır. Güneş de bir çiçektir; ziyasındaki yedi rengi, o çiçeğin nakışlı boyalarıdır. Âlem, güzel ve büyük bir insandır; nasılki insan, küçük bir âlemdir. Huriler nev’i ve ruhanîler cemaatı ve melek cinsi ve cin taifesi ve insan nev’i, birer güzel şahıs hükmünde tasvir ve tanzim ve icad edilmiştir. Hem her biri külliyetiyle; hem her bir ferdi, tek başıyla Sâni’-i Zülcemalinin esmasını gösterdikleri gibi; onun cemaline, kemaline, rahmetine ve muhabbetine birer ayrı ayrı âyinelerdir. Ve nihayetsiz cemal ve kemaline ve rahmet ve muhabbetine birer şahid-i sadıktır.”(589-590)

“Hakaik-i eşyanın esma-i İlahiyeye dayandığını ve istinad ettiğini, belki hakikî hakaik, o esmanın cilveleri olduğunu ve her şeyin çok cihetlerle, çok dillerle Sâniini zikr ve tesbih ettiğini anla.”(590)

“Eğer bir çiçekte esmayı okuyamıyorsan ve vâzıh göremiyorsan; Cennet’e bak, bahara dikkat et, zeminin yüzünü temaşa et. Rahmetin şu büyük çiçekleri olan Cennet ve bahar ve zeminde yazılan esmayı vâzıhan okuyabilirsin, cilvelerini ve nakışlarını anlar, görürsün.”(590)

“Sû’-i ihtiyarından neş’et eden küfür sarhoşluğu ile ve dalalet divaneliğiyle Sâni’-i Hakîm’in şu misafirhane-i dünyasını, tesadüf ve tabiat oyuncağı olduğunu tevehhüm edip ve cilve-i esma-i İlahiyeyi tazelendiren masnuatın, zamanın geçmesiyle vazifelerinin bittiğinden âlem-i gayba geçmelerini, adem ile i’dam tasavvur ederek ve tesbihat sadâlarını, zeval ve

firak-ı ebedî vaveylâsı olduklarını tahayyül ettiğinden ve mektubat-ı Samedaniye olan şu mevcudat sahifelerini, manasız, karmakarışık tasavvur ettiğinden ve âlem-i rahmete yol açan kabir kapısını zulümat-ı adem ağzı tasavvur ettiğinden ve eceli, hakikî ahbablara visal daveti olduğu halde, bütün ahbablardan firak nöbeti tasavvur ettiğinden; hem kendini dehşetli bir azab-ı elîmde bırakıyor, hem mevcudatı, hem Cenab-ı Hakk’ın esmasını, hem mektubatını inkâr ve tezyif ve tahkir ettiğinden, merhamete ve şefkate lâyık olmadığı gibi, şiddetli bir azaba da müstehaktır. Hiçbir cihette merhamete lâyık değildir.”(592)

“Ey bedbaht ehl-i dalalet ve gaflet! “Gayr-ı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azab çekmektir.” kaidesi sırrınca, siz, fıtratınızdaki Cenab-ı Hakk’ın zât ve sıfât ve esmasına sarfedilecek muhabbet ve marifet istidadını ve şükür ve ibadat cihazatını, nefsinize ve dünyaya gayr-ı meşru bir surette sarfettiğinizden, bil-istihkak cezasını çekiyorsunuz.”(593)

“Dünyayı, bir misafirhane-i Rahman olduğunu göstermekle ve dünyadaki mevcudat ise, esma-i İlahiyenin âyineleri olduklarını ve masnuatı ise, her vakit tazelenen mektubat-ı Samedaniye olduklarını bildirmekle, insanın fena-yı dünyadan ve zeval-i eşyadan ve hubb-u fâniyattan gelen yaralarını güzelce tedavi eder ve evhamın zulümatından kurtarır.”(593)

“Şu âlem çendan fânidir, fakat ebedî bir âlemin levazımatını yetiştiriyor. Çendan zâildir, geçicidir; fakat bâki meyveler veriyor, bâki bir zâtın bâki esmasının cilvelerini gösteriyor.”(594)

“Bütün esması, nihayet derecede güzel olan ve her isminde pek çok envâr-ı hüsün ve cemal bulunan ve cennet bütün güzellikleriyle ve nimetleriyle, onun cemal-i rahmetini ve rahmet-i cemalini gösteren ve sevimli ve sevilen bütün kâinattaki bütün hüsün ve cemal ve mehasin ve kemalât, onun cemaline ve kemaline işaret eden ve delalet eden ve emare olan bir zâtı, mahbub ve mabud ittihaz et…”(595)

“Asâr ve mahlukat fânidirler. Fakat o âsârda ve o masnuatta nakışları, cilveleri görünen esma-i hüsna bâkidirler, daimîdirler. Ve esma ve sıfâtın her birisinde binler meratib-i ihsan ve cemal ve binler tabakat-ı kemal ve muhabbet var. Sen yalnız Rahman ismine bak ki: Cennet bir cilvesi ve saadet-i ebediye bir lem’ası ve dünyadaki bütün rızk ve nimet, bir katresidir.”(595)

” Zira ehl-i iman ise (çünki) semavat ve arzın vazifelerini bilir. Hakikî hakikatlarını tasdik ediyor. Ve onların ifade ettikleri manaları iman ile anlıyor. “Ne kadar güzel yapılmışlar, ne kadar güzel hizmet ediyorlar.” diyor. Ve onlara lâyık kıymeti veriyor ve ihtiram ediyor. Cenab-ı Hak hesabına onlara ve onlar âyine oldukları esmaya muhabbet ediyor. İşte bu sır içindir ki, semavat ve zemin, ağlar gibi ehl-i imanın zevaline mahzun oluyorlar.”(596)

“MÜHİM BİR SUAL: Diyorsunuz ki: “Muhabbet, ihtiyarî değil. Hem ihtiyac-ı fıtrîye binaen, leziz taamları ve meyveleri severim. Peder ve vâlide ve evlâdlarımı severim. Refika-i hayatımı severim. Dost ve ahbablarımı severim. Enbiya ve evliyayı severim. Hayatımı, gençliğimi severim. Baharı ve güzel şeyleri ve dünyayı severim. Nasıl bunları sevmeyeceğim? Nasıl bütün bu muhabbetleri, Cenab-ı Hakk’ın zât ve sıfât ve esmasına verebilirim? Bu ne demektir?

Elcevab: “Dört Nükte”yi dinle.

BİRİNCİ NÜKTE: Muhabbet, çendan ihtiyarî değil. Fakat ihtiyar ile, muhabbetin yüzü, bir mahbubdan diğer bir mahbuba dönebilir. Meselâ: Bir mahbubun çirkinliğini göstermekle veyahut asıl lâyık-ı muhabbet olan diğer bir mahbuba perde veya âyine olduğunu göstermekle, muhabbetin yüzü, mecazî mahbubdan hakikî mahbuba çevrilebilir.”(596-597)

“Hem baharı; Cenab-ı Hakk’ın nurani esmalarının en latif, güzel nakışlarının sahifesi ve Sâni’-i Hakîm’in antika san’atının en müzeyyen ve şaşaalı bir meşher-i san’atı olduğu

cihetiyle mütefekkirane sevmek, Cenab-ı Hakk’ın esmasını sevmektir.

Hem dünyayı; âhiretin mezraası ve esma-i İlahiyenin âyinesi ve Cenab-ı Hakk’ın mektubatı ve muvakkat bir misafirhanesi cihetinde sevmek, -nefs-i emmare karışmamak şartıyla- Cenab-ı Hakk’a ait olur.”(598)

“Cenab-ı Hakk’ın esmasına karşı olan muhabbetin tabakatı var: Sâbıkan beyan ettiğimiz gibi; bazan âsâra muhabbet suretiyle esmayı sever. Bazan esmayı, kemalât-ı İlahiyenin ünvanları olduğu cihetle sever. Bazan insan, câmiiyet-i mahiyet cihetiyle hadsiz ihtiyacat noktasında esmaya muhtaç ve müştak olur ve o ihtiyaçla sever.”(599)

“İşte insanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan; binler enva’-ı hacat ile binbir esma-i İlahiyeye, herbir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır. Ruhun tekemmülatına göre meratib-i muhabbet, meratib-i esmaya göre inkişaf eder. Bütün esmaya muhabbet dahi -çünki o esma Zât-ı Zülcelal’in ünvanları ve cilveleri olduğundan- muhabbet-i zâtiyeye döner.”(600)

“O güzel âsârdan ef’al-i İlahiyenin güzelliğine intikal ettirir. Ondan esmanın güzelliğine, ondan sıfâtın güzelliğine, ondan Zât-ı Zülcelal’in cemal-i bîmisaline karşı kalbe yol açar. İşte bu muhabbet bu surette olsa, hem lezzetlidir, hem ibadettir ve hem tefekkürdür.”(602)

“Cenab-ı Hak celil uluhiyetiyle, cemil rahmetiyle, kebîr rububiyetiyle, kerim re’fetiyle, azîm kudretiyle, latif hikmetiyle, şu küçük insanın vücudunu bu kadar havas ve hissiyat ile, bu derece cevarih ve cihazat ile ve muhtelif a’za ve âlât ile ve mütenevvi letaif ve maneviyat ile, techiz ve tezyin etmiştir ki; tâ, mütenevvi ve pek çok âlât ile, hadsiz enva’-ı nimetini, aksam-ı ihsanatını, tabakat-ı rahmetini, o insana ihsas etsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın. Hem tâ bin bir esmasının hadsiz enva’-ı tecelliyatlarını, insana o âlât ile bildirsin, tarttırsın, sevdirsin.”(603)

“Güzel şeylere ve bahara meşru muhabbetin, yani “ne kadar güzel yapılmış” nazar ile, o âsârın arkasındaki ef’alin güzelliğini ve intizamını ve intizam-ı ef’al arkasındaki güzel esmanın cilvelerini ve o güzel esmanın arkasında sıfâtın tecelliyatını ve hâkeza sevmekliğin neticesi ise: Dâr-ı bekada o güzel gördüğü masnuattan bin defa daha güzel bir tarzda esmanın cilvesini ve esma içindeki cemal ve sıfâtını, Cennet’te görmektir. Hattâ İmam-ı Rabbanî (Radıyallahü Anhü) demiş ki: “Letaif-i Cennet, cilve-i esmanın temessülâtıdır.” Teemmel!..”(606)

“Dünyada, dünyanın âhiret mezraası ve esma-i İlahiye âyinesi olan iki güzel yüzüne karşı mütefekkirane muhabbetin uhrevî neticesi: Dünya kadar, fakat fâni dünya gibi fâni değil, bâki bir Cennet verilecektir. Hem dünyada yalnız zaîf gölgeleri gösterilen esma, o Cennet’in âyinelerinde en şaşaalı bir surette gösterilecektir.”(606)

“Hem madem dünyanın; her hatanın başı olan mezmum muhabbeti değil, belki esmaya ve âhirete bakan iki yüzünü, esma ve âhiret için sevmiş ve ibadet-i fikriye ile o yüzleri ma’mur etmiş, güya bütün dünyasıyla ibadet etmiş. Elbette dünya kadar bir mükâfat alması, mukteza-yı rahmet ve hikmettir. Hem madem âhiretin muhabbetiyle onun mezraasını sevmiş ve Cenab-ı Hakk’ın muhabbetiyle âyine-i esmasını sevmiş. Elbette dünya gibi bir mahbub ister. O da, dünya kadar bir Cennet’tir.”(606)

“Sâni’-i Zülcelal, Hâkim-i Hakîm, Adl-i Hakem ve binbir esma-yı kudsiye ile müsemma Fâtır-ı Bîmisal, şu âlem-i ekber olan kâinat sarayının ve hilkat şeceresinin icadını irade etti.”(610)

“O kavanin-i külliye ve desatir-i umumiye meydanlarında esmalarını tecelli ettirip tenvir etti.”(610)

“Ve birbiri içinde bulunan şu manidar keyfiyetler, öyle bir lisan-ı şehadettir ki; hem Sâni’-i Zülcemal’ini esmasıyla tarif eder, hem evsafıyla tavsif eder, hem cilve-i esmasını tefsir eder, hem teveddüd ve taarrüfünü, yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını ifade eder.”(624)

“Küre-i Arz bir kafadır ki, yüz bin ağzı vardır. Her bir ağzında, yüz bin lisanı vardır. Her lisanında, yüz bin bürhanı var ki; her biri çok cihetle Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad, her şeye kadîr, her şeye alîm bir Zât-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve vahdetine ve evsaf-ı kudsiyesine ve esma-i hüsnasına şehadet ederler.”(628)

“İşte göz önünde her vakit gördüğümüz bu hadd ü hesaba gelmeyen yeni yeni hayatlar ve hayatların asılları ve zâtları olan ruhlar, birden ve hiçten vücuda gelmeleri ve gönderilmeleri, bir Zât-ı Vâcib-ül Vücud ve Hayy-ı Kayyum’un vücub-u vücudunu ve sıfât-ı kudsiyesini ve esma-i hüsnasını; lemaatın güneşi gösterdiği gibi gösteriyorlar.”(630)

“İnsan, üç cihetle esma-i İlahiyeye bir âyinedir.

Birinci Vecih: Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de: İnsan, za’f ve acziyle, fakr u hacatıyla, naks ve kusuru ile, bir Kadîr-i Zülcelal’in kudretini, kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor ve hakeza pek çok evsaf-ı İlahiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor.”(640)

“İnsan, üstünde nakışları görünen esma-i İlahiyeye âyinedarlık eder. Otuzikinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfının başında bir nebze izah edilen insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zahir olan yetmişten ziyade esma vardır. Meselâ: Yaradılışından Sâni’, Hâlık ismini ve hüsn-ü takviminden Rahman ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerim, Latif isimlerini ve hâkeza… Bütün a’za ve âlâtı ile, cihazat ve cevarihi ile, letaif ve maneviyatı ile, havas ve hissiyatı ile ayrı ayrı esmanın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek nasıl esmada bir ism-i a’zam var, öyle de o esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı a’zam var ki, o da insandır.”(641)

“İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel. Cum’ada müstetirdir bir saat, kabul olur dua edersen.

Ramazanda münteşir bir leyle-i zû-kadir, esma-ül hüsnada muzmer iksir-i ism-i a’zam.”(673)

MEHMET ÖZÇELİK




H A B İ B U L L A H

H A B İ B U L L A H

O zat (A.S.M) Allahın habibi ve onun mahbubu idi.

Her şeyi o zat- ı Zülcelâl yarattı. Her şey onundur. O halde O’nun olan her şeyde elbette ki; O’nun Habibiyle de alakadardır. Evet,her şey O’nunla ve O’da her şey ile alakadardır.

O her şeyi ve vazifesini bildiği gibi,her şeyde O’nu,O’nun vazifesini ve O’nun alemdeki yerini bilmektedir.

İnsanlık aleminde;melek,cin ve tüm canlılar aleminde en büyük yer tutan bir şahsiyettir O zat. (A.S.M)

Allahın yanında en büyük yer ona aiddir. İkincisi,ikinci bir zat ve şahsiyet yoktur. Ta ki,o olmazsa,o olsun!

Bir kimse düşünün ki;dünya ya gelmeden önce de,geldikten sonra da;hep ondan bahsediliyor. Hakkında seveni- (Tabir caizse) sevmeyeni;hep onu övüyor. Asırlardır O’ndan bahsedilip yazılıyorsa,elbette O’nu düşünmek,derinlemesine anlamak ve sevmek gerekmez mi?

Allah-ın habibi olanın,bizce mahbub olmaması hiç düşünülebilir mi? Elbette hayır ve asla..

O akılların muallimi ve kalblerin mahbubudur.

Âyette:” De ki; Eğer Allah-ı seviyorsanız,bana uyunuz,ta ki Allah-da sizi sevsin.”

Allah-ı sevmek rasulünü sevmek iledir. Rasulünü sevmek ise O’na ittiba etmek ve benzemektir.

İnsan için en önemli mes’ele;elbetteki Allaha muhabbet,O’nun rızasını tahsil ve O’nun için sevmek ve yine O’nun için buğzetmektir.

Kainatın da yaratılışında Muhabbet vardır. Allah’ın,Rasulünü sevmesiyle her şey var olmuştur. Hadis-i kudsi-de ki:” Sen olmasaydın,sen olmasaydın, felekleri,varlıkları yaratmazdım.” Alemin yaratılışının sebebi O ve O’na muhabbettir. İnsanın kalbine de o muhabbet konulmuştur.

Varlıklar O’nun varlığıyla var oldu ve şeref buldu.

Varlık binasının harcıdır O…

Var oluşun mayasıdır O..

Çünki;varlıkların fihristi ve fihristesidir O..

O’nunla olan O’nun asrına saadet asrı,O’nsuz asra cehalet asrı denilmektedir. Her şey,asırlar bile O’nunla saadet bulmaktadır. O olmasaydı? Saadet asrı olur,insanlar saadeti bulabilirler miydi? Böyle bir asrı ve onun saadetler zincirini görebilirler miydi?

Her şeyi O’nsuz düşünmek,düşünmesi ve düşünülmesi bile korkunç!

O’nun sünnetiyle yollar var. O’nun sünnetinin olmaması,yol ve yollar kavramının yokluğu demektir.

O zat,elektrik üreten bir santral gibidir. İnsanlarda yanan bir ampul. Fişler O’nun pirizine takılır ve takılı kalırsa,insanlar hem aydınlanır,em de aydınlatır.

Acaba bizler bir aydın mıyız? Etrafımızı ne kadar aydınlatıyor ve aydınlatabiliyoruz? Aydın geçinen aydınların,gerçek aydın olmaları;O’nun aydınlığından istifade etmeleri gerekir.

Fişi çek,düğmeyi kapat,şarteli indir. Alem bir zulme ve zulmete ğark olur. Her şey bir hiçe iner ve dönerdi. Ancak her şey bir düğmeye basmayla,nur ve ışık kaynağıyla irtibat kurmakla başlar.

İşte nur ve zulmetin,iman ve küfrün açık farkı..

Her şey bir vesileyle bilinir ve tanınır. O zat ise;doğrudan doğruya bilinmekte,kendini bildirmektedir. Araçsız ve vasıtasız. Çünki O bizatihi nurdur.

Hasılı;Alem O’nun gelmesiyle nurlandı. Zira O’ndan önce alem nursuz,O’nun nuruyla teselli buluyor ve bekliyordu.

Alem O’na bir şey katmadı Fakat O aleme çok şey kattı. Pek çok şey verdi.

Varlıklar O’nunla var oldu,devamını O’nda buldu,O tam bir kuldu..

O zat ümmeti için,insanlık için çok yandı. Sönmüş kalbleri o yaktı. Aşıklar O’nun aşkıyla yandı,kavruldu. Adeta Veysel Karâni o ateşi söndürmemek,sürekli yakmak ve yandırmak için görmedi,gitti. Ömür boyu o sevdayla pişti.

O ateşler sönmesin..O’nun aşkıyla yansın,yanmaya devam etsin.

Mesele,böyle bir zatı bilmekte düğümlenmektedir. O’nu tanımanın yolu da;O’nun halkasında yetişen farklı farklı alanlardaki zatları tanımakla,bilmekle olur. Bütün üstün şahsiyetler feyzini O’ndan almıştır. O bir feyiz kaynağıdır. Hulefa-i Raşidin,Sahabe,Tabiin,Ebu Hanife,Şafii ve Fatihler…

Bernard Shaw şöyle diyor:” Muhammedin dininin yarının Avrupasında kabul göreceğini bildiriyorum. Bu gün dahi bu din kabul görmeye başlamıştır.

“ İkliros” a mensub adamlar ortaçağlarda cehalet sebebiyle ve menfur taassublarının tesirinde kalarak İslâmı en karanlık renklerle tasvir etmeğe çalışmışlardır.

Gerçek şudur ki;onlar Muhammed-den ve O’nun dininde aşırı derece de nefret edip,O’nu İsa-nın bir düşmanı olarak görüyorlardı.

Ben ise Muhammedi,insanlığın kurtarıcısı olarak görüyorum. Ve bunu iddia etmenin vacib olduğuna kaniim.”

30-08-1996

MEHMET ÖZÇELİK




Haber Arşivi

2009-8-7- haber arsivi

2010haberarsivi

haberler…

haberler1




Tüm Site Pdf Halinde- 7 – T – Z – 128 adet

talar-yerinden-oynatlyor

tam-vaktidir

tanzimat

tarafsz-deilim

taraftar

tarihi-aknda-kuran–kerim

tarihimizde-ran

tarihte-ngiliz

tarihte-tuerkler-ve-osmanllar

tasavvuf

tayyib-bir-kibrit-yakt

tazitename

teahhusat

tebli-adam-nasl-olmal

tefecinin-akibeti

tefekkuer-bahcesi

tefekkuer-duenyamz

tekfir

tek-tek-linkler

telefonlar-cin-kuecueltuelmue-sesli-risale-i-nur-ve-eserler

tenasuh

tenkid

teroerist-kusmuu-pkk

tesettuer

tikac

tinerci-cocuklar

tizar

toprak

tsk-kime-teslim

tthat-ve-terakk-mahsulue

tuekueruen-darbecilerin-hayasz-yuezuene-tuekueruen

tuem-farkl-sesli-eserler-ve-linkleri

tuem-vdeolar

tuem-vdeolar_2

tuerkce-badet-ve-ezan

tuerkiye-alyor

tuerkiye-cemberi

tuerkiyedeki-goecler-ve-goecmenler

tuerkiye-sahne-mi

tuerkiye-tezatlklar-uelkesi

tuerkler-ve-osmanllar

tuerkler-ve-tarih

tuerkye-kabuunu-kiriyor

turgut-oezal-neden-kabul-goerdue

tv-sohbetleri

uec-silahl-diktatoer

uecuemuezue-de-alatt

uelfet-hastal

ueniversite-oerencileri-ve-problemleri

ulusal-asu-ev-videolar

ulusal-asu-tv-dek-sohbetler

ulusal-asu-tv-sohbetler

umre-hatiralari

uunat–lahiye

uurdan-damtmal-iirlerim

vahdettin-mi-yoksa-tarih-mi-sorgulanmal

vahiy-akl-likisi

vakflar-ve-vakflarmz

vakitlere-taklanlar

varliklarin-goezdes-nsan

varlk-yokluktan-gecer

varolmak-var-olu

veciz-ktibaslar

veciz-soezler-2-b-d

veciz-soezler-3-d-f

veciz-soezler-4-f-h

veciz-soezler-5-h–

veciz-soezler-6–k-

veciz-soezler-7-k-m-

veciz-soezler-8-m-

veciz-soezler-9-m-n-

veciz-soezler-10-n-s

veciz-soezler-11-s–

veciz-soezler-12–v-

veciz-soezler-13-v-z-

velayet-ve-keramet

veliler-ah-hzali

velilerden-oezlue-soezler

vesvese

viruesler-ve-guenahlar

vuecud-mesulduer

www.tesbitler.com-tüm makaleler

ya-45-yolun-yars

yaadmz-asrdan-sahneler-ve-kesitler

yaanan-bueyuek-bir-dehet

ya-eytan-yaratl-masayd

yahudi-zulmue

yakinda-olan-oeluem

yalann-bedeli

yankesicinin-hayr

yanmayan-odun

yansimalar

yaprak-doekuemue

yapran-doeken-yal-adam

ya-rab

yaratl

yaratl-mayas

yaratltaki-kasd-ve-nayet

yardmlama-ve-kardelik

yarg-ntihar-etti

yasak

ya-varsa

yavuz-sultan-selim-ve-ttihad–slam

yenilikcilik

yerinde-kullanlmayan-muefettilik

yilii-emir-koetueluekten-nehyetme

yilik-elbiseyi-getirir

yilikteki-guenah

yklan-hayal-ve-aileler

ylana-doenueen-haram

ylann-izdrab

ylba-clgnl

yllar-ve-yollar

yok-edilen-osmanl

yokluk-ve-yokolu

yuekseklik-yueksekten-gecer

zak-rabin-ve-yahudilik

zalimler-ve-zuluemler

zamanlarn-zamaneleri

zaman-makinas

zamann-muestesnas-bediuezzaman

zararl-cecekler

zilletlik-fadeler

zina

zinann-duenyevi-cezas

zirveye-ck

zuluem-ve-adalet

zuluem-ve-mazlumlar




Tüm Site Pdf Halinde- 6 – S – 100 adet

sabatayclk

sabetli-hareket-muesbet-hareket

sabir-kahramani-hzeyyueb

sadaka

sadaka-i-cariye

sadakte-ya-rasulallah

saddam

sa-duyusuz-sol-zihniyet

safiyyet

sahabe

sahabenin-fazileti

sahipsiz-bosnallar

sakatlk-kader-midir

salih-amel

sanal-guenah

sanat-ve-estetik

sanat-ve-sanatkar

saptrlan-hedefler

satlmayan-helal-mal

savatan-kacan-komutanlar

sayn-babakan-erdoana

sebe-arim

seciliyoruz

secmek-secilmektir

sefahet-ve-20asr

sekteye-uratlan-lahi-saha

semada-oturanlar

sende-mi-ferzende-

sen-hic-eytan-goerduen-mue

sesl-rsaleler-ndr

sesl-ve-goeruentuelue-eserler

sessiz-olunhukukun-oeluem-sanclar-artyor

sevab-ve-dua-uezerine

seveb-guenah-kavram

sevinmitim

sevr-ve-hut

seyd-slamolu

sidretuel-muenteha

sigara

sigara-engel-oldu

sigarann-akibeti

sigarann-faydalar

sigarann-kerameti

sihir

sinema-ve-tiyatro

siradakler

sira-randa

siret-ve-suret

sir-perdes

sirri-suereyya-oender

sitemin-dier-dillere-cevirisi

siyasallaan-hukuk-ve-ergenekon

siyaset-heyecan

siyasetin-ki-kurban

siyasetin-oyununa-dikkat

siyasi-partiler-ve-senaryolar

siyasi-partiler-ve-senaryolar_2

siz-olur-muydunuz

skeletler-raksediyor

slamclk

slamda-cihad

slamda-roenesans-ve-reform-yoktur

slam-hukuku-1-

slam-hukuku-2-

slam-huku-ve-cezalar

slami-acdan-musiki

slamiyet-ve-madde

slamiyet-ve-siyaset

slamn-gelecei

slamn-teroere-bak

slam-ve-syaset

slamyet-ve-syaset

sm-i-azam

soezde-sueryani-soy-krm

sokak-kueltuerue

sokak-kueltuerue-

sonsuzluk-namzed-nsan

soru

soru_2

soru_3

soru_4

soru_5

soru_6

soru_7

soru-biz-muesluemanlar-allahnn-nesine-ak-oluruz

sorukann-kii-uezerine-etkisi-nedir

sra-bana-gelirmiki

srailin-kuyruu-ergenekon

sra-materyalizmde

stanbul-seyahatinden

stanbulun-fethi-ve-fatih

stikamet

stikamet_2

suat-alkan

sueleyman-atein-tutarszlklar

sueleyman-aten-tutarsizliklari-

su-testisi-su-yolunda-krlr

syanmz-nisyanmzdan

syaset-ahlaki

syasetn-oyununa-dikkat




Tüm Site Pdf Halinde- 5 – N – R -134 adet

namaz

namazin-cemaatla-kilinmasi

namaz-nedir

nasl-bir-aile-stiyorsunuz

nce-perde

necip-fazl-ksakuerek

necs-ve-rcs

nefis-muhasebesi

nefsin-desisesi-kalbin-sesi

neler-tartiilip-referanduma-sunulmali-

nereye-gittiler

nevruz-ve-hair

nicin-tesettuere-karlar

nokta

noktay-sevmedim

nsan-fikirdir

nsan-kadn-aile

nsanlar-eit-deil

nsanlar-ve-nsanl-katledenler

nsanlk-kaps

nsan-ve-hakikat

nsan-ve-nisyan

nsan-ve-yaratl

nur-cemaati-ve-syaset

nur-cemaat-ve-siyaset

nureddn-guersoy

nur-roeportajlar

nur-roeportajlarJ.

nur-sm

nur-talebeleri

nusayrilik-ve-suriye

oelcuesuez-soezler

oeldueren-kalemler

oeldueruelemeyen-mehdi

oeldueruelmeyen-adam-deccalx

oelmeden-dirilemeyiz-mi

oelmeden-evvel-oeluenuez

oelueden-ckan-diri

oeluem-bir-son-mu

oelueme-cok-yakndm

oeluem-hakikat

oeluem-olgunluktur

oeluem-sancs-doum-sancsdr

oerencilerin-talebleri

oeretmenlik

oerf-ve-adetler

oertuelue-teroer

oezel-hayat

oezlue-soezler-1-

oezlue-soezler-2-

oezlue-soezler-3-

oezlue-soezler-4-

oezlue-soezler-5-

oh-be-yi-ki-okullar-acld

oh-be-yiki-okullar-kapand

oklu-bir-nesil

okumak

olaylar

olaylar-ve-bretler

onun-ayetlerindendir

ordunun-cindeki-pkk

ordunun-uestuene-coekerz

osmanlnn-ykl

osmanl-ve-hilafet

osmanly-parcalamayn

osman-oezmen

padiahlar-cki-cer-miydi

pare-pare-paralanasca-para

perde-arkasnda-yahudilik

peygamberimizin-hayat

peygamberimizi-tanmak

peygamberimiz-ve-mucizeleri

peygamber-kssalar

peygamberlere-man

peygamberlik-ddiasnda-bulunan

peygamber-sfat-karlksz-vermek

pkk-pyonu-

pkk-ve-apo

-qekiya-misiniz-szq

radyo-ve-gazete

rahmann-ar-kalb

rahmet-kayna-yamur

rahmet-peygamber

ramazan-ay-ve-oruc

ramazan-umresi-videolar

rasulullah-bu-zamanda-gelseydi

rasulullah-ve-bediuezzaman-rueyada-goerenler

reaib-gecesi

referandumda-kaybeden-kim-oldu

referandum-ve-tezkere

rejim-tartmas

rejim-tehlikede

resmiyet-ve-samimiyet

resuel-mal

risale-i-nurda-dua

risale-i-nurda-hikmet

risale-i-nurda-irk-konusu

risale-i-nurdaki-terimler-ve-manalar-1-

risale-i-nurdaki-terimler-ve-manalar-2-

risale-i-nurda-mevt-1-

risale-i-nurda-mevt-2-

risale-i-nurdan-damlalar

risale-i-nurdan-esaslar-1-

risale-i-nurdan-esaslar-2-

risale-i-nurdan-notlar

risale-i-nurda-risale-i-nur-1-

risale-i-nurda-risale-i-nur-2-

risale-i-nurda-sbat-ve-tesbit

risale-i-nurda-slam-ve-nsan-modeli

risale-i-nurda-sorular-ve-cevaplar-1-

risale-i-nurda-sorular-ve-cevaplar-2-

risale-i-nurda-sorular-ve-cevaplar-3-

risale-i-nurda-sorular-ve-cevaplar-4-

risale-i-nurda-sorular-ve-cevaplar-5-

risale-i-nurda-sorular-ve-cevaplar-6-

risale-i-nurda-sorular-ve-cevaplar-7-

risale-i-nurda-sorular-ve-cevaplar-8-

risale-i-nurda-sorular-ve-cevaplar-9-

risale-i-nurda-sorular-ve-cevaplar-10-

risale-i-nurda-sorular-ve-cevaplar-11-

risale-i-nurda-sorular-ve-cevaplar-13-

risale-i-nurda-sorular-ve-cevaplar-14-

risale-i-nurda-srlar

risale-i-nurda-tahlil-ve-huelasalar

risale-i-nur-da-yamur-ve-yamursuzluk

rkn-hedefallahi-acz-birakmak

rsale–nurdan-konularina-goere-vecz-soezler-mp3

rsale–nurlarda-hzal

rtica-laiklik

rticasz-et-kebab

rticasz-kebap

rtica-yaygarasnn-altndakiler

ruhun-cinden

rukye




Tüm Site Pdf Halinde- 4 – K – M -180 adet

kabul-edilen-dualar

kabz-ve-bast-hali

kader-buna-muesaade-etmez

kaderden-atlan-talar

kadere-man

kader-gelirse-goez-koer-olur

kadir-gecesi

kadn

kadnn-erri

kadnn-feryad

kafesteki-dev-nsan

kafr-ve-muemnlern-soezler

kahvenin-hatr-kalmad

kalem-ve-kelam

kalite-kontrol

kan

kanat-namazda

kan-emmekle-beslene-vampir-kominizm

kanser-ve-sebebleri

kapanan-fravunlar-devr

karanlktaki-aydnlar

karanl-ve-puslu-havay-sevenler

kardelik

kaybeden-kim

kaybolan-kimliimiz-dilimiz

kaynana-doenue

kaynayan-kazan-ortadou

kck-operasyonlari

kecilerin-hmna-urayan-koyunlar-uelkesi

keffaret-oeluemue

kelle-avclar

kemal-karabiyik

kendini-yok-eden-robot

kilis-seyahati

kimdir-

kimdir-aydn

kimin-huzurundayz

kim-kimde

kimlik

kim-mecnun

kim-teroerist-kim-katil

kirk-yamali-bohca-laklk

kirk-yillik-kan

kirli-ler

kiyamet-alametler

klnc-kuanann

kocaman-oemrue-heba-ettik

koepek-besleme-ve-satm-uezerine

koerler-uelkesinin-goeren-goezlueleri

komplolar

korede-dora

kor-ve-koer-eden-syaset

krk-kere-maaallah

krk-ve-krklar

ktap-soever-lerden-ktap-severlere

kuddues

kueskuenlerin-lah-tanr

kuetuek-ve-odun-abd

kuetuephane

kuran-a-abdestsiz-el-suerme

kuran-bilgisi

kuran-da-ad-gecen-bitkiler-ve-oezellikleri

kuran-da-ad-gecen-hayvanlar-ve-oezellikleri

kuran-da-ad-gecen-meyveler-ve-oezellikleri

kuran-da-dalar

kuran-da-dalar-ve-denizler

kuran-da-gece-ve-korku

kuran-da-goez-kulak-kalb

kuran-da-keke-ve-temenniler

kuran-da-keyfe

kuran-da-kuetbe-soezcueue

kuran-da-lanet

kuran-da-muejdelenenler

kuran-da-soru-cuemleleri

kuran-da-uyarma

kuran-da-vezkur-hatrla

kuran-da-yaklan-yaklammayn-fadeleri

kuran-da-yeminler

kuran-da-yoksa-yoksa

kuran-i-kerm-de-adi-gecen-peygamberler

kuran-i-kerm-den-dualar

kuran-inda-koerfez

kuran–kerim-de-kul-deki

kuran–kerim-de-lein

kuran–kerimde-lev

kuran–kerimde-rabbi-fadesi

kuran–kerim-de-seher

kuran–kerim-de-veyl-fadesi

kuran-mucizeleri

kuran-ve-tefsirlerde-ylan

kurban

kurban-besmele-hamedele

kurban-ve-faydalar

kurban-yakinlamaktir-

kurtlar-sofras

kurtlar-sofrasnda

kyamet-ne-zaman-kopacak

kyamet-yakndr

kym

lahiler

lahi-mesaj-kayna-kuran

laiklik

lanetlendik

lavlar

lawrens

lekeli-asr

lerliyoruz

letiim-ve-sevgi

lgisiz-cocuklar

lim-tek-di

lk-emir-oku

lla-o-lla-hu

lle-i-gaye

lozan-zafer-mi-hezimet-mi

mac-kac-kac

maddenin-ardndaki-sr-uezerine

mahalle-basks

mahmut-yueksel

maidetuel-kuran

mam-beyaz

mam-hatipler-uezerine

manevi-cehre

manevi-destek

man-ve-amel

man-ve-badet

man-ve-slam

marifete-vesile-zat

mart-ay-dert-ay

masonluk

masonluk-bitti

mays-ay

mdat-cars

medresetuez-zehra-teroer-dam

medya-duenyas

meer-bz-neymz

mehdilik

mehmet-akif-ersoy-ve-hayat

mehmet-al-pekta

mehmet-demr

mehmet-emn-bnc

mehmet-guene

mehmet-guezel

mehmet-kaya

mehmet-kubat

mehmet-oezcelk

mehmet-tepe

mekke-mam-mahirden-kuran–kerim-mp3

mezhebler

milletin-hakimiyeti

milletin-menfurlar

milli-eitim-bakanna

milli-eitimde-neler-yaplmal

milli-eitim-eitiyor-mu-ueuetueyormu

milli-eitimin-serueveni

mirac

misafirle-gelen-bereket

misyonerlik-faaliyetleri

mitte-temizlik

mll-etm-bakani-oemer-dncer-beye

mllyetclk-ve-unsuryet

modern-duenya-hapishanesi

modernizm-ve-slam

mthan

muemtaz-gecler

muerettib

muesbet-hareket

muesbet-htilaf-rahmettir

muestehcenlie-hayr

muestehcenlik

muhiddin-i-arabi-ve-meslei

musa-ve-sarahlar-meselesi

musibet

mustafa-aslan

mustafa-berkcan

mustafa-demr

mustafa-ercan

mustafa-nan

mustafa-taner

mutlu-ve-kutlu-nikah

mzam