HAYATIN ZORLUKLARI VE TECRÜBELERİ

HAYATIN ZORLUKLARI VE TECRÜBELERİ

Baba olmak zor bir şeymiş.Hele hele İstanbul gibi bir yerde,sürekli diz üzerinde çekiç vurarak yapılan bir ayakkabı ile aile geçindirmek gerçekten de zor mu zor…

Kazandığın üç-beş kuruşu yemek için mi, kira için mi, çocukların ayakkabı, okul, giysi gibi ihtiyaçları için mi, nereye, hangisine harcayacaksın?

Bu düşüncenin sürekli zihnimizi işgal etmesinden başka şeyleri düşünmeye vakit bulamıyoruz. Bir hafta sonu çocuklarla bir yere çıkmak başlı başına bir sıkıntı. Bir günlük bir tatil için 3-4 güne ek olarak gece de çalışmamız gerekecek ki o boşluğu doldurup telafi edelim.

En büyük sıkıntımız yaptığımız ayakkabıları pazarlıyamamak veya zamanında parasını alamamak idi.Bu da bir çok defa da olsa başımıza gelirdi.

Giderek fabrikasyon mallarının da piyasaya çıkması ve ucuza mal olması da bizleri sıkıntıya sokuyordu.Bu işin bilenleri için fark etmese de genelde hazıra yöneliş kaçınılmazdı.

Yine bir Kurban bayramının arefe günü idi.Geceden itibaren çalışmış,elimizdeki işleri arefe gününe yetiştirmeye çalışıyorduk.Epey yorulmuş ve uykusuz kalmıştık ama işleri de yetiştirmiştik.

Çok şükür elimize bir şeyler geçmişti.4 gün boyunca bayramda bizi idare edebilirdi.Kurban kesemesek de dostları ağırlayabilir,bayramlaşacağımız yerlere gidebilirdik.Fakat yine de düşündürüyordu.Çünki hanım oğlan için ısrarla kazak alınmasını istemişti.İstekleri bir yanda sıraladım,diğer yanda da aldığım paraları kıyasladım.Yama kapanmıyordu.Bu sefer nereyi yamalayıp,nereyi bırakacağımı düşünüyordum.Ancak yorgan gene de kısa kalıyor,ayak dışarıya sarkıyordu.Ayağı kapatsam baş açık kalıyor,başı kapatsam ayak açık kalıyordu.

Bu düşünce ile Ali ustanın yanına doğru gittim.Ali usta tezgahın üzerine başını koymuş yatıyor gibiydi.Seslendim.Bir iki seslendikten sonra isteksizce başını ağır ağır kaldırmaya başladı.Gözünde uyku ve uyuklama ve uykusuzluk belirtisi yok ancak derin bir üzüntü izi görülüyordu.

Sebebini sordum.Pek konuşacak gibi değildi.Belliki yara derin ve derinlerdeydi.Israrlı ve istekli sormama karşı Ali usta;-Yarın bayram olduğunu,yaptığı ayakkabıların elinde kaldığını,önceden verdiklerinin ise daha parasının gelmediğini,bayram için daha eve hiçbir şey alamayıp,cebinde de beş kuruş parasının bulunmadığını,yarın ise bayramda ne yapacağını dertli dertli anlatmaya başladı.Belliki dolmuş,boşalacak birisini de arıyordu.Öyleki bir çocuk gibi ağlamadığı kalmıştı.

Birden Allah tarafından aklıma geldi.Dedim,usta;Bunları Beyazıt camiinin önüne serelim,teker teker 500 liradan satalım.

Ali Ustanın birden gözleri açılmaya başladı.Karanlıkta tünelde giden bir insanın ışık belirtilerine kavuşması gibi birden;

Olur mu yav Celâl!

Niye olmasın usta!Bugün arefe,herkes alışverişe çıkmış,birazda ucuz verince neden almasınlar?

Ali Ustanın yüzündeki izler yavaş yavaş gitmeye,yerine açılmış bir çehre gelmeye başlamıştı.Belki de Ali usta ilk defa bu kadar umutlanmıştı.Şimdiye kadar hep ayakkabı imal etmiş,hiç satış yapmamıştık.İlk defa böyle bir tecrübe yaşıyor idik.

Umutlanan usta 300’e,gerekirse 200’e bile satmamı istiyordu.Sattığım takdirde ayakkabı başına bana da komisyon verecekti.Fakat yine de ümitsizlik belirtileri hakim durumda idi ki;eğer satamazsan aman ha,sakın geri getireyim deme,hemen oradan git,denize dök,gel.Kesin söylüyorum,satılmazsa,sakın getireyim deme,yakarım.

Ben ayakkabıları sepete doldurdum,bir kısmını da kendisi omuzladı.Biraz da karton bulduk,yere sermek için..ve başladım ben;-Güzel ayakkabılarımız var,çocuğunu sevindir,bayram ayakkabıları,diye..Satış yapmaya başladım.Müşteriler bir iki gelip almaya başladılar.Ali usta ise ileride çaktırmadan beni gözlüyordu,acaba satılıyor mu diye?..

1-3-5 diye satılınca Ali ustanın yerinde duramadığına şahit oluyor,ümitlendiği yüz ve hareketlerinden belli oluyordu.İlk anlarda;aman ha ne verirlerse ver,pazarlık yapma,aşağı veren olursa hemen ver,ucuz mucuz demeden sat,diyordu.Çünki denize dökmekten iyiydi.O duruma da gerek kalmadan satılıyordu.

Ve gerçekten birkaç saat içinde epey satmış,ikindi de ise tüm ayakkabıları bitirmiştik.Ali usta bana sarılıp çocuk gibi öpmeye başladı.Benim komisyonumu fazlasıyla verdi ve memnun olarak bir birimizden ayrılmıştık.

Ben de artık evin bana verdiği siparişleri alabilirdim.Oğlum için istenilen kazağı rahatlıkla alabilecek parayı bulmuştum.Bayramı gönül rahatlığıyla geçirebilirdik,ondan sonrası ise Allah kerimdi.

Yıllar sonra da olsa oğluma aldığım o beyaz kazakla çektiğimiz fotoğrafı seyrettikçe hep derinlere gider,o günleri hatırlarım.

Bayram paşaya doğru bu düşüncelerle giderken birden gözüme bir cüzdan ilişti.Eğilip aldım.İçinde desteyle para vardı. Etrafa, sahibini görür müyüm diye araştırıcı gözlerle bir göz gezdirdim. Ancak o kadar kalabalıkta kimin olabilirdi? Cüzdan kimin diye bağırsam, beikide yüz kişi başıma üşüşecek,hepside benim diyecekti.Kaybeden kimseden de herhangi bir eser yoktu.

Allah afvetsin.Bir tuvalete gidip paraları saydım,1960’ların parasıyla bir evi rahatlıkla birkaç ay idare edebilecek miktardaydı.

O bayram iyi geçmişti.Acaba onu kaybeden adamın bayramı nasıl geçmişti?

O bayram İstanbulda asker olan kardeşim gelmiş,hem yeğenim hem de hanımın kardeşi olan üniversitedeki öğrenci kardeşi gelmiş,bizi düşündüren zorlu durumdan,Allah’ın bizlere açtığı bu kapılardan çıkmıştık.

Allah’ın her kapıyı kapatmadığını bir kez daha görmüştük.

-Yine böyle sıkıntılı bir günde yapmış olduğumuz ayakkabılar elimizde kalmış, mağazalara verememiştik. Epeyde yığılmıştı. Çünki bizim el emeği, göz nuruyla yaptığımız bu sağlam ayakkabılar pahalı olunca,ucuzlara rağbet ediliyordu. Mağazalar da onları tercih ediyorlardı.

Bu durum ise bizleri fazlasıyla düşündürüyor,elimizdeki yaptıklarımızı pazarlıyamıyorduk ki, yenilerini yapalım.

Satmamız lazım ki bizde o parayla deri ve kösele alalım,ayakkabı hazırlıyalım!

Bu düşünce,sıkıntı ve telaş içerisindeyken,içeriye tanımadığımız bir adam girdi.Belliki doğudan gelen bir vatandaşa benziyordu.Doğuda ayakkabıcılık yapmakta olduğunu,mal almak için buraya geldiğini söyledi.

Bizde artık Hızır gözüyle görmeye başladığımız bu adama en uygun bir fiyat söyledik.Adam üstelemeden hepsini alacağını söyledi.

Ve adama malları hazırlayarak teslim edip paramızı aldık.Mağazalara vereceğimiz fiyattan daha uygun bir fiyata vermiştik.

Demek ki kul sıkışmayınca Hızır da yetişmiyormuş.

Her esnafın hayatında bu ve buna benzer bir çok olaylar mutlaka geçmiş ve yaşanmıştır.

Buralarda birkaç gün çalışmasan her şey durur,hayat durur.

Büyük şehrin derdi de büyük oluyor,nimeti de büyük oluyor…

20-10-2002

MEHMET ÖZÇELİK




DİYARBAKIR’DAN TATVAN’A

DİYARBAKIR’DAN TATVAN’A

Sevgili peygamberimiz bir sözlerinde;”Ya Ali!Aklına hiçbir şeyi getirmeden iki rekat namaz kıl sana bir deve vereyim.”

Birinci rekatı başarıyla,aklına bir şey getirmeden kılan Hz.Ali,ikinci rekatta düşünür;acaba kırmızı deve mi verecek,diğer deveden mi verecek?diye düşünür.

Zira kırmızı deve çölün Mersedesi ve kıymetli olanıdır.Ve Hz.Ali deveyi kaybeder.

Diyarbakır’lı Hacı Hafız Hoca Ali abide bir hatırasını şöyle anlatır;

Bir ramazan teravih namazını diğer imamlardan farklı kıldırmak amacıyla,Kur’an-dan sonu aynı biten ayetleri tesbit ettim.(Ve hüvel ğafurur-rahim,vel âkibetü lil müttakin gibi…) Ve teravihte de böyle okumaya başlayınca,cemaatımda büyük artış oldu.

Bir gün Ankara’dan Diyanetten imamlık imtihanı için görevli ve müfettişler geldiler.İmtihanın akşamı Müftü beye akşam teravih namazını hangi camide kılacaklarını sorunca müftü bey de;Bir hocamız var ki,çok farklı kıldırmakta,çok da beğeneceğinizi umuyorum,diyerek bizim camiye getirir.

Ben de namazdan önce kıldırmaları için kendilerine teklifte bulundum.Kabul etmeyip,özellikle burada kılmak için geldik deyip,arkamda namaza durdular.

Teravih namazını kıldırırken bir rekatında rükuu yapıp kıyama kalktım.Secdeye gitmek üzere eğildim.Secdeye daha varmadan kıyam ile secde arasında iken bir kardeşimiz gözümün önüne gelerek;Haydi abi,Tatvana gideceğiz,araba hazır,dedi.Ben de kabul edip yola çıktık.İki ilçeye uğradıktan sonra Tatvana vardık.Kardeşlerimizin bulunduğu dershaneye vardık.Bizi görünce çok sevindiler.Kısa sohbetten sonra çay getirdiler,içmeye başladık.Ancak ben işim olduğunu söyleyerek aceleyle çayı içip Diyarbakır’a döndük.

Böylece bir çok yere uğramış,Tatvanda çayımızı içmiş ve dönmüştük.

Birden o anda hatırladım ki ben namazdayım.Hemen secde yaptım,ancak kaçıncı rekatta olduğumuzu unuttum.

Bu kadar uzun yola gittiğimize göre her halde ikinci rekattayızdır diyerek oturdum. Arkamdaki Müftü,Diyanet mensubları ve Müfettişlerde –sübhanallah-deyib beni uyarmamışlardı.Demek ki benimki doğruydu,diye kendi kendime yorum yapmıştım.Ancak yine de şüpheliydim,acaba cemaat ne durumdaydı?Tahiyyatı okumaya başlarken gözüm sol tarafa kaydı.Gördüm ki yüz kadar insan ayağı kalkmış.Gözüm sol tarafa iliştiğinde gördüm ki iki yüz kişi kadarı ayaktalar.O anda anladım ki ben bir rekat kılmışım.Hemen ikinci rekata kalkarak,teravih namazını bu şekilde kıldırdım.

Namazdan sonra Diyanet mensublarını ve Müftü beyi eve çaya davet ettim.Bu esnada onlara hitaben;Hocam,şimdiye kadar hep siz başkalarını imtihan ediyorsunuz,şimdi de ben sizi imtihan edeyim.

Neden namazda beni uyarmadınız?Secdeye giderken arada kaldığım,Diyarbakırdan Tatvana gidip,çay içerek geri geldiğim sürede,neden Sübhanallah diyerek beni uyarmadınız?dedim

Görevlilerden biri;Hocam,o esnada ben Eskişehire gittim.İftara davet etmişlerdi.O yolculuğu ve iftarı düşünüyordum.Birden aklıma geldiyse de her halde hocanın kıldırdığı doğrudur deyip,ses çıkarmadım.

Müftü bey de;Hocam,ben de bir an Elazığa gitmek üzere yola çıktım.Yolda bir yerde konaklayıp,aileme yetişmeyi ve onlarla beraber iftarı düşünüyordum.Ben de şüphelendimse de,her halde hocanın kıldırdığı doğrudur,deyip ses çıkarmadım.

Müfettiş de;Hocam,ben de bugün imtihan ettiğim bir imam adayının ısrar ile beni evine iftara davet ettiğini düşündüm.Çünki düşündüm ki,Ben bu adamı imtihan ettim,daha sonuçlar belli değil.Eğer evine iftara gidersem,kazanamamışsa,bu durumda onu kazandırmak mecburiyetinde kalırım,düşüncesiyle gitmeyişimi,ısrarına rağmen reddedişimi düşünüyordum.Ben de diğerleri gibi bir eksikliğin olduğunu düşündüysem de,herhalde hocanın kıldırdığı doğrudur deyip,ses çıkarmadım.

Hâsılı;her biri de iftara bir yere gidince,cemaatta başsız kalmıştı.İftardan dönmelerini beklemeleri gerekmekteydi.Ve öyle de oldu.

Kim bilir,belki o cemaatta her biri bir yerlere gitmiş,kendi işleriyle meşgul idiler?

Şeyy..aslında bizim durumumuz nasıl?Bizler nerelere gitmekteyiz?Muhakkak bizlerde bir yerlere gidiyoruzdur.Mesela,borçları dağıtmaya ve ödemeye veya ödeyememeye..eve neler alınacak ve neler yapılacaktı?Genel bir muhasebe.

Bir şeyinizi mi unuttunuz?Hemen ya namaza veya (af edersiniz) tuvalete gidiniz.Hemen aklınıza gelir.Namazda gelmesi ise;En çok düşmanın kurşunlarına maruz olan kimse,cephede,önde bulunan kimsedir.Namazdaki kişide cephede olup,her an şeytanın hücumuna maruz kalmaktadır.Önemli olan ucuz yaralarla kurtulabilmek,büyük kârlarla bitirebilmektir.

MERHAMETİN TEZAHÜRÜ

Yine bir hatırasında;

Sabah namazına gitmekteydim.Önüme bir sarhoş çıktı.Ondan kaçmak, uzaklaşmak istedim.Bir an durakladım.Birden hadisteki şu mânayı hatırladım:”Siz yerdekilere merhamet ediniz ki,göktekilerde size merhamet etsin.”buyuruluyordu.

Bunu düşünüp,bununda Allah tarafından yaratılmış olduğunu hatırlayarak ona doğru yanaştım.

O sarhoş bağırarak;beni bu denizden kurtarın,boğulacağım diyor,bir adım bile yürüyemiyordu.

Ne deniziydi?

Ancak önünde çok az bir miktarda su birikintisi vardı.Oda gözünde deniz görünmekteydi.Yanına yaklaşıp,bana sarılmasını söyledim.Hızla ve sıkıca bana sarılmaya başladı.

Fakat gemiye aldım da,birde motoru çalıştırmak gerekiyordu.Motor sesini taklid ederek çalıştırmaya başladım.O hâla beni sımsıkı tutuyordu.Ancak bu defa da geminin yürüdüğünü göstermek üzere düdük sesini taklid ile birkaç adım yürüdüm.

Haydi geldik diyerek inmesini söyledim.Şaşırmıştı ve ne çabuk geldik?diyerek hayretini ifade etmeye başladı.

Ben de;elbette çabuk geliriz,bu Allah’ın gemisi deyip,adamı evine getirip,hanımına teslim ettim.Camiye gideceğimi söyledim ve ayrıldım.

Camiye geldiğimde üstümü çıkardım, çünkü içki kokuyordu.Pijamanın üzerine cübbeyi giyerek namazı kıldırdım.

Bu durum dikkatini çeken cemaat, sebebini sorduklarında,denize düştüğümü söyleyip,geçiştirdim.

Öğlen ve nihayet ikindi vakti.Cemaat çıkmış ancak şık giyimli birisi önde oturmaktaydı.Bu ise o geceki sarhoş adamdı.Başladı başından geçen olayı anlatmaya;

Sabah eve geldiğimde yatmış,bir rüya görmüştüm.Rüyamda her şey yıkılıyor,denizler kabarıyordu.Ben de bu şaşkınlık ve korku içerisinde iken,denizde boğulma durumu ile karşı karşıya idim.Birden birisi belirerek bana elini uzatıp;eğer tevbe eder,içki ve kumarı terk edersen,seni buradan kurtarırım,dedi.

Ben de yemin ederek söz verip,bir daha yapmayacağımı söyledim.Beni oradan çekip kurtardı.Ve hemen uyandım.Böylece artık namaza başladım.

Daha sonra bu kişi ailesi ve çocuklarıyla çok iyi bir insan olarak yaşadı ve birkaç sene sonra bu insan,iyi bir kişi olarak dünyadan göçtü.Rahmetullahi aleyh.

Mehmet ÖZÇELİK




DİNDE TEVESSÜL-VELAYET-ŞEYHLİK-TARİKAT

DİNDE TEVESSÜL-VELAYET-ŞEYHLİK-TARİKAT

“- Nitekim Bedir’de Allah sizi zafere ulaştırdı, oysa siz zayıftınız. O halde Allah’tan korkunuz, O’na şükretmiş olasınız.

Hani sen müminlere `Allah’ın gökten indirilmiş üç bin melekle yardım etmesi size yetmez mi?’ diyordun.

Evet, eğer siz sabreder ve Allah’tan korkarsanız, bu arada onlar şimdi, şu taraftan üzerinize saldırırlarsa Allah size beşbin nişanlı melekle yardım eder.

Allah size bu yardımı sırf size müjde olsun ve bu sayede kalpleriniz rahatlasın diye yaptı. Yoksa zafer, sadece üstün iradeli ve hikmet sahibi olan Allah’tan kaynaklanır.”[1]

“Biz kâfirlerin kalplerine korku salacağız. Çünkü onlar kendilerine hiçbir güç verilmemiş olan nesneleri Allah `a ortak koşmuşlardır. Onların gidecekleri yer Cehennem’dir. Zalimlerin varacağı yer ne fenadır!”[2]

“Eğer Allah size yardım ederse sizi hiç kimse yenemez. Fakat eğer sizi yüzüstü bırakırsa O’ndan başka size kim yardım edebilir? Müminler sadece Allah `a dayansınlar.”[3]

“Sizinle karşılaşan iki topluluğun durumunda ne büyük ibret vardır.Bunlardan biri Allah yolunda savaşıyor,öteki kâfirdir.Gözleriyle onların iki misli olduğunu görüyordu bu kâfir topluluk.Allah dilediğini yardımıyla kuvvetlendirir.Bunda gören göze sahib olanlar için büyük ibret var.”[4]

“Ey iman edenler,Allah’tan korkun ve O’na (yaklaşmaya) vesileler arayın,O’nun yolunda cihad edin ki mutluluğa eresiniz.”[5]

Burada vesileler yaklaşmaya sebeb gösterilirken,devam eden âyette ise,küfür tek sebeb olarak o vesileliği ortadan kaldırmaktadır.

“Küfredenler,yeryüzünde olanların hepsi onların olsa ve bunlara bir misli daha katılsa da kıyamet günü azaptan kurtulmak için bütün bunları fidye olarak verseler,yine kabul edilmez.Onlara acıklı azap vardır.”[6]

Allah’a giden yollar, mahlûkatın nefesleri sayısıncadır.

İfrat hareketler,tefritleri doğurur.Kabirlere yapılan ifrat ziyaretler,bez ve çaput bağlayıp,orada yatan zattan beklemek ve onun yaptığına inanmak onları perdelemiş oldu.Nitekim İbni Kayyım Cevzi:” Kabir ziyaretinde bulunan Müslümanlara müşrik deyip, hocası İbni Teymiye gibi, türbelerin yıkılmasını istedi. Hatta Resulullah efendimize dil uzatarak, vefatından sonra, bir meziyetinin kalmayıp, diğer insanlardan bir farkının bulunmadığını iddia etti. Bu konuda bildirilen hadis-i şerif ve haberleri, âlimlerin sözlerini tevil ederek Ehli sünnete uymayan birçok fikirler ileri sürdü. Bunun için, Ehli Sünnet âlimleri tarafından şiddetle tenkit edildi. Hocası İbni Teymiye ile birlikte Şam Kalesine hapsedildi. Hocasının ölümünden sonra hapisten çıkarıldı. (Rehber Ans.)”

”(İrşad-üt-talibin) de, (Büyük bir âlim vefat edince, feyz vermesi kesilmez, hatta artar) buyuruluyor. Allahü teâlâ, sevdiklerinin ruhlarına işittirir, onların hatırı için istenileni yaratır. Ölülerin dirilere yardım etmesi yine Allahü teâlânın dilemesi ile olmaktadır.

(Künuz-üd-dekaik) deki hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Kabirdekiler olmasa, yeryüzündekiler yanardı.) [Deylemi]”

Vesilelik meşru ve caizdir.Yeterki aradaki iman ve küfür bağı,O’nu düşündürücü durum ile düşündürmeyici durumların farkları açıkça belirlenmiş olsun.

M.Feyzi Efendi:”İnsan ölünce ruhun cesedden Tedbiri kesilir.Fakat Nisbeti devam eder.Cesed kabirde çürüse bile,cesedin hakikatı mahfuzdur;ruhla nisbeti,bağı devam eder.Enbiyanın ve bazı kibar-ı evliyanın vefatından sonra dahi cesedle ruhun hem tedbiri,hem nisbeti devam eder.Cemadat olsun,nebatat olsun,hayvanat olsun;cüz olsun,kül olsun;müfredat olsun mürekkebat olsun,hepsinin kendi mertebesinde o mertebeye layık ruhu hükmünde olan melekutu vardır.O melekutta hakkı tesbih ederler. Evamir-i tekviniyeden gelen hitabata isyansız itaat ederler.”[7]

Feyzi Efendinin göstermiş olduğu yüzlerce keramet,onun maddi yapısının ötesinde manevi tasarrufunun cereyan ettiğini gösterir.Nitekim;felç olmuş,konuşmayan bir kimseye Kaside-i Bürde’nin okunup,misvağın suyun içerisine konularak içirilmesi halinde dilinin açılması hangi maddi kurallarla izah edilebilir.

Bu zatın; yanına gelenlerin her hangi maksad ve sorularla gelmeleri halinde onların sorularına aynen cevab vermeleri örnekleri yüzlerce olup,bizde kendimizde bizzat müşahede edip,tasdik ettik.Bu hangi maddi alıcılarla izah edilebilir.Maddi manevi ihtiyaçları giderme hangi tesadüfle izah edilebilir.

Bizi bu konuyu araştırıp incelemeye yiten bir sebeb de;Doç.Abdulaziz Bayındır’ın iyi hazırlanmış olduğu ödevinde,bir şeyh efendi ile girmiş olduğu münakaşa ve münazarada bazı haklı çıkışlar yaparak,yapmış olduğu haksızlıklar oldu.

Bazı haklı olarak tenkid ettiği ifrat hareketlere karşı,tefritte bulunuyor,masum gibi görünen gerekçelerle hazırlamış olduğu 2 bölüm halindeki Tasavvuf konusunu işlerken,cerbezeli ve mantık oyunlarıyla önemli hatalara düşüyordu.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Risale-i Nur külliyatında bu konuya bir çok cihetlerle değinilmektedir.Gerek Evliyanın tevessülü ve yardımı,gerekse de velayet,şeyhlik,şefaat konuları izah edilecektir.

”Cenâb-ı Hakka bir hacetimiz olduğu zaman,(ASM) Efendimizi kalben niyet ederek vesile ve vasıta kılmalıyız.Edeb bunu iktiza eder.Hem,seven,sevdiğinin hatırını kırmaz.Peygamberimize bir hacetimiz olursa,yâranları Hz.Ebubekir ve Ömer(RA) Efendilerimizi vesile yapmalıyız.”[8]

“Büyükler cenaze namazlarını,kendileri de kılarlar.”[9]

Kıyamet gününde Allah’ın izniyle vesilelik görevini yapacak olan peygamberler şefaatta bulunacaklardır. [10]

Hatta Peygamberimizle beraber ,[11] peygamberlerin dışında Melekler [12],yapılan iyilikler [13]ve yapılan dualar,[14] kurtuluşa birer vesiledirler.

Allah’ın sevdiği veli kimselerin bazı şeyleri bilmesi ilham veya Allah’ın ikramı olan keramet iledir.Bu gaybı bilmek demek değildir.

“Gaybın anahtarı O’nun yanındadır. Onları O’ndan başkası bilemez”[15].

“De ki: Göklerde ve yerde Allah’tan başka kimse gaybı bilemez”[16]

“(O bütün) gaybı bilendir, gaybına kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden, bildirmek istediği bunun dışındadır”[17].

“De ki: ‚Ben size, Allah’ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem; size ben meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum. ‚De ki: ‚Körle gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?”[18].

Velilik Allah’ın dostluğunun kazanıldığı makamdır.

Velayet Abdulkadiri Geylanîde kemalini bulmuştur.

“Haberiniz olsun ki Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur.Onlar mahzun da olacak değillerdir.Onlar iman edip takvaya ermiş olanlardır.”[19]

Allah’ın onlara bu dünyadaki keramet yoluyla veriği ikramı,âhirette de devam edecektir.

“Dünya hayatında da,âhirette de onlar için müjdeler vardır.Allah’ın sözlerinde hiçbir değişme yoktur.Bu en büyük saadetin ta kendisidir.”[20]

Bu makam olgunluk,hamlıktan kurtulup pişme zamanıdır.

”Bir pîre demişler ki, evlen! Demiş :
Ben daha bulûğa ermedim!
insan veliliğe erince baliğ olur;
Velilik olmayınca çocukluk olur.”[21]

Bu zatlar hakikat,tarikat ve şeriatın birer kahramanı,önderleri ve muhafızlarıdırlar.

”Şeriat gemi, tarikat deniz hakikat ise inci gibidir. “

Velayet Abdulkadiri Geylanîde kemalini bulmuştur.

Allah’a giden yollar, mahlûkatın nefesleri sayısıncadır.

Tarikatlarda hakikata giden bir yoldurdur.

İfrat hareketler,tefritleri doğurur.Kabirlere yapılan ifrat ziyaretler,bez ve çaput bağlayıp,orada yatan zattan beklemek ve onun yaptığına inanmak onları perdelemiş oldu.Nitekim İbni Kayyım Cevzi:” Kabir ziyaretinde bulunan Müslümanlara müşrik deyip, hocası İbni Teymiye gibi, türbelerin yıkılmasını istedi. Hatta Resulullah efendimize dil uzatarak, vefatından sonra, bir meziyetinin kalmayıp, diğer insanlardan bir farkının bulunmadığını iddia etti. Bu konuda bildirilen hadis-i şerif ve haberleri, âlimlerin sözlerini tevil ederek Ehli sünnete uymayan birçok fikirler ileri sürdü. Bunun için, Ehli Sünnet âlimleri tarafından şiddetle tenkit edildi. Hocası İbni Teymiye ile birlikte Şam Kalesine hapsedildi. Hocasının ölümünden sonra hapisten çıkarıldı.”[22]

”(İrşad-üt-talibin) de, (Büyük bir âlim vefat edince, feyz vermesi kesilmez, hatta artar) buyuruluyor. Allahü teâlâ, sevdiklerinin ruhlarına işittirir, onların hatırı için istenileni yaratır. Ölülerin dirilere yardım etmesi yine Allahü teâlânın dilemesi ile olmaktadır. (Künuz-üd-dekaik) deki hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Kabirdekiler olmasa, yeryüzündekiler yanardı.) [Deylemi]”

Leysi şöyle dedi:Rasulullah (SAM) ile birlikte Huneyn’e çıktık.Kureyşin büyük yeşil bir ağacı vardır.Her sene ona giderler ve ona silahlarını asarlar ve onun için kurban keserlerdi.

Başka bir rivayette Rasulullah (SAM) ile birlikte Huneyn’den önce çıkmıştık. Müşriklerin yöneldikleri ve silahlarını astıkları Zat-ü Envat adını verdikleri bir ağaç vardı.Böyle büyük bir ağacın yanından geçtik ve dedik ki:

“Ey Allah’ın Rasulü!Onların –Zat-u Envat-ı gibi bizim içinde bir zat-u Envat yap-Nebi (SAM) hemen:

“Bu Musa’nın kavminin,Musa’ya âyette:”Onların ilahları gibi bize de bir ilah yap.”[23] dediği gibidir.Siz de sizden öncekilerin takib ettikleri yolu takib edeceksiniz.”

Hadiste:“Allah,peygamberlerinin kabirlerini mescidler edinen hristiyan ve Yahudilere lanet etti.Böylece onların yaptıklarından ümmetini sakındırarak şöyle devam etti:”Allahım kabrimi tapınılacak bir yer kılma.”

Hz.Ömer gölgesinde Rasulullah (SAM)’e biat edilen ağacı kestirmiş ve sebebini şöyle açıklamıştır:Sizden öncekilerin helakinin sebebi,nebilerinin izlerini takib edip biat edilen yerleri ibadet yerleri kılmalarıdır.Sizden kim bu mescidlerden geçerse namazı kılsın,oraya özellikle gitmesin.”[24]

“Ya Rabbi! Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail hürmetlerine ve şefaatlerine, beni (bizi) cinn ve insin şerlerinden muhafaza eyle” demeli,Allah’ın kendilerinden razı olduğu,Onlarında Allah’tan hoşnud olduğu kimseleri [25]vesile yapmalı..Allah’tan isteyip,Allah’tan da beklemeliyiz.[26]

Şafii hakiki Allah olmasına rağmen insanlar doktora tevessül etmekte,şifa aramaktadırlar.Bunda bir beis olmamakla beraber,yanlış olanın şifayı Allah’tan beklememesi gibi,tevessülde de önemli olanın yani neticenin Allah’tan olduğunu bilmekle orantılı olmasıdır.

Bediüzzamanın eserlerinde uzunca anlatmış olduğu bu hakikatları komprime hülasalar nevinden sizlere arzedeceğiz:

VESİLE :

Bediüzzaman hazretleri binlerce yerde vesileliklerin önemli bir yer tuttuğunu ifade eder.Vesileleri ve sebebleri görüp,farklı olarak bunların arkasındaki müsebbibül esbab olan Allah’ı da beraber değerlendirir.İkisini birbirinden ayırmaz.Sebeb ve vesileler dünyasında,Allah’tan gelecek olan maddi ve manevi her şey bir sebeb ve vesileye binaen oluşmaktadır.Kudret ve irade asıldır,sebeb vesiledir.Sebeb şeffaf cam gibi olup,arkasındaki hakiki faili gösterdikten sonra,elbette reddedilemez.Ve vesilelere sarılmasında da bir beis olmaz.

“Üstadın bir kerametini gözlerimle gördüm”

“Denizli hapishanesinde mahkemeye gidip gelişlerimizi hatırladım.

“İkişer kişi halinde kelepçe takarlardı. Her duruşmada çeşitli arkadaşlarla kelepçelenirdik. Bir gün beni Üstad’la beraber bağladılar. Mahkemeye gidiyorduk. Tam kabristanın yanından geçerken Üstad Fatiha diyerek okumaya başladı. Kelepçe, zincirli ve asma kilitliydi. Yan gözümle Üstad’a baktım. Fatihayı okuduktan sonra ellerini yüzüne sürdü. Elimiz beraber bağlı olduğu halde benim elim kalkmadı. Bunu Üstad’ın bir kerameti olarak bizzat müşahede ettim..”[27]

“Kadınhan’dan bazıları yine ziyaret için Denizli’ye gitmişlerdi. Bunlardan Haydar Özarslan ismindeki adam saralı idi. Otuz senedir hastaydı. Her gün sokakta düşer, bayılır ve çırpınırdı. Hep saralı gezerdi. Halini Bediüzzaman’a anlatarak dua ve muska istemiş. Bediüzzaman:”Biz muska vesaire yapmayız. Yalnız ben sana dua ederim. Sen de bu duaya âmin de! Belki Allah şifa verir.’

“Sonra Bediüzzaman elini kaldırarak duaya başlamış:

“Yarabbi!.. Bu kulun zayıf, dayanamıyor. Bunun hastalığını bana ver. Bu adama şifa ver Yarabbi!…’

“Bizim memleketli olan bu adam ondan sonra sara hastalığı görmedi. İyileşip şifa buldu.

“Denizli’de Bediüzzaman’ı ziyaret eden iki tüccar arkadaş Hasan Kağnıcı ve Bekir koyuncu l50’şer lira para çıkarıp vermek istemişler.

“Biz para almıyoruz!’ diyerek vermek istedikleri l50′ şer lirayı reddetmiş.”[28]

”Üstadın hapiste iken Cuma’ya gitmesi

“Bediüzzaman hapiste iken Cuma namazına gitmek için izin istemiş, ancak vermemişler. Bir ara gardiyanlar, koğuşuna baktıklarında kendisini görememişler. Telâş içerisinde camileri araştırmaya başlamışlar. Muhtelif camilere giden polisler, kendisini aynı anda İmarat, Otpazarı ve Mısırlı camilerinde namaz kılarken görmüşler.

“Ancak namazdan çıkışta da kendisini bir türlü bulamamışlar.

“Hapishaneye döndüklerinde bir de ne görsünler, Üstad koğuşunda duruyor. Bu hadise çoğu Afyonlu tarafından bilinmektedir.”[29]

”Hakikatlı bir rüya

“l952 yılında çok acaip bir rüya görmüştüm. Rüyamda Stalin, Üstadın oturduğu evin dış kapısından içeri girmek istiyordu. Ben, Ceylân ve Zübeyir Ağabeyler, üçümüz kapının arkasında, bu herifi içeri sokmamak için uğraşıyorduk. Sonra nasıl olduysa, gücümüz kâfi gelmemişti. Stalin bizi iterek, dış kapıdan içeri girdi. Bu sırad Üstad elinde bir keserle merdivenden aşağıya iniyordu. Biz endişe içindeydik. Stalin’le Üstad aşağı merdiven sahanlığında karşılaşmışlardı. Stalin, yukarıya Üstadın oturduğu mevkiye gitmek istiyor, Üstad onu bırakmıyordu. Tam bu sırada Üstad elindeki keserle Stalin’in kafasına vurmaya başlamıştı. Stalin içeriye giremeden, orada düşüp geberdi. Ben heyecanla rüyadan uyandım.

“Ertesi günü bu rüyayı Zübeyir Ağabeye anlattım. O da Üstada anlatmış, Üstadımız beni çağırtmıştı. Zübeyir Ağabey gelerek, ‘Kardaşım, gel, Üstad seni istiyor’ dedi. Beraber Üstada gittik. Üstad, ‘Gel Mahmud kardaşım, gel, nasıl gördün rüyayı, anlat!’ dedi. Ben gördüğüm gibi anlattım. Üstad hayretle ‘Fesubhanallah!’ dedi. Sonra rüyayı yorumladı: ‘Bu, Risale-i Nur’un ve İslâmiyetin komünizme galip gelmesidir. İnşaallah muvaffak olacağız.’

“Üstad, Zübeyir Ağabeye, ‘Bu rüyayı kaleme alın. Bütün kardeşlere dağıtın’ dedi. Sonra bu rüya lâhika olarak dağıtıldı. Rüyayı gördüğüm gece Stalin beyin kanamasından gebermişti. Ölümünü on-on beş gün kadar gizlemişlerdi. Gazetelerden okuduğum kadarıyla, herifin ölüm günü ile rüyam aynı gün cereyan etmişti.”[30]

“İşte o hâlis şükrün ve o safî hürmetin tercümanı ve ünvanı olan “Bismillahirrahmanirrahîm”i de. O rahmetin vusulüne vesile ve o Rahman’ın dergâhında şefaatçı yap.”[31]

Besmele hem vesile hem şefaatçı kılınmaktadır.

“Rahmet ne kadar kıymettar bir vesile ve ne kadar makbul bir şefaatçi olduğunu bununla anla ki: O rahmet, öyle bir Sultan-ı Zülcelal’e vesiledir ki, yıldızlarla zerrat beraber olarak kemal-i intizam ve itaatle -beraber- ordusunda hizmet ediyorlar.[32]

Yağmura rahmet adı verilmiştir.Çünki rahmet vesile ve aracılığıyla bir çok isimler tezahür etmekte,varlıklarla yaratıcı arasında bir iletişim sağlanmaktadır.

“Ve bu Rahmeten-lil-Âlemîn olan rahmet-i mücessemeye vesile ise salavattır. Evet salavatın manası, rahmettir. Ve o zîhayat mücessem rahmete rahmet duası olan salavat ise, o Rahmeten-lil-Âlemîn’in vusulüne vesiledir. Öyle ise sen salavatı kendine, o Rahmeten-lil-Âlemîn’e vesile yap ve o zâtı da rahmet-i Rahman’a vesile ittihaz et.”[33]

Her bir salavat,peygamberimizin Allah’ın yanındaki derecesini arttıran bir puandır.Bu vesile ile şefaatı uzması tahakkuk etmektedir.

“Eğer hayat-ı uhreviyeyi gaye-i maksad yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa etsen ve ona göre çalışsan; o vakit hayvanatın büyük bir kumandanı hükmünde ve şu dünyada Cenab-ı Hakk’ın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun.”[34]

Dünya hayatı her şeyiyle âhiret ve nimetlerine ulaşmaya bir vesiledir.

“Bak! O zât nasılki risaletiyle, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Onun gibi, ubudiyetiyle ve duasıyla, o saadetin sebeb-i vücudu ve Cennet’in vesile-i icadıdır.”[35]

Sen olmasaydın,sen olmasaydın,ben bu eflaki,kâinatı ve dünyayı yaratmazdım hakikatı varlıkların vücuduna vesile olduğu gibi,ubudiyet ve duasıda ikinci hayatın ve cennetin icad ve ulaşımına da sebeb ve vesiledir.

-Çirkinlikler bile Allah’ın tenzihine vesiledir.[36]

İstiğfar ve tazarru’da niyaza vesiledir.[37]

Asl-ı vesvese bile ciddiyete vesiledir.[38]

“İman duayı bir vesile-i kat’iyye olarak iktiza “etmektedir.[39]

“Belki ağacın herbir cüz’ü, o kanun-u emrînin duygularının birer merkezi hükmündedir ki; uzun vasıtaları perde olup bir mani teşkil etmek değil, belki telefon telleri gibi birer vesile-i teshil ve takrib olur. En uzak, en yakın gibidir.”[40]

Cenâb-ı Hak her şeyi kudretiyle bir anda yaratabilirken,sebeb ve vesileleri kudretine perde ve vesile kılmıştır.O vesile telleriyle kudretini tecelli ettirmektedir.

“Her hakkın her vesilesi hak olması lâzım değildir.

Öyle de, her bâtılın her vesilesi bâtıl olması, yine lâzım değildir. Neticesi şu çıkar: Hak olan bir vesile, bâtıl vesileye galibdir.

İtaat galib olur, o emrin isyanına ki bir tavr-ı bâtıldır. Bir bâtıla vesile olmuş olursa bir hak, vaktaki galib olsa

Bir bâtıla ki, olmuş o da vesile-i hak. Bilvasıta bir hakkın bir bâtıla mağlubdur. Fakat bizzât değildir.”[41]

Şer bile hakka vesile kılınmış,neticesi hakka vesile olmuş.

“Kabir ve ecel ve acz ve fakr, nasıl birer vesile-i saadet(’tir.) Saadet-i Dâreyne giden yolu gösterir.”[42]

Allah’a ulaşmaya en büyük ve keskin vesile acz ve fakrdır.Zira O’nun en büyük ismi olan Samed ismi bunlarla tezahür eder.

“Kardeşim ben –Rahmanir-Rahim-isimlerini öyle bir nur-u a’zam görüyorum ki, bütün kâinatı ihata eder ve her ruhun bütün hacat-ı ebediyesini tatmin edecek ve hadsiz düşmanlarından emin edecek, nurlu ve kuvvetli görünüyorlar. Bu iki nur-u a’zam olan isimlere yetişmek için en mühim bulduğum vesile; fakr ile şükr, acz ile şefkattir. Yani: Ubudiyet ve iftikardır. Kur’an-ı Hakîm’in parlak bir i’caz ile, parlak bir surette gösterdiği ve ism-i Rahîm’in vusulüne vesile olan hissiyat-ı Yakubiye, yüksek bir derece-i şefkattir. İsm-i Vedud’a vesile-i vusul olan aşk ise; Züleyha’nın Yusuf Aleyhisselâm’a karşı olan muhabbet mes’elesindedir. “[43]

Küçük yaşta ölen bir çocuk“vefatıyla, ebedî Cennet’te on milyon sene bana evlâd muhabbetine medar ve saadet-i ebediyeye vesile bir şefaatçı hükmüne geçer.”[44]

“Vesile-i saadet-i dâreyn olan iman ve İslâmiyet”[45]

“Muhabbet iki kısımdır. Biri: Mana-yı harfiyle, yani: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hesabına, Cenab-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyt’i sevmektir. Şu muhabbet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın muhabbetini ziyadeleştirir. Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine vesile olur.

İkincisi: Mana-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzât onları sever. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ı düşünmeden Hazret-i Ali’nin kahramanlıklarını ve kemalini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah’ı bilmese de, Peygamber’i tanımasa da yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın muhabbetine ve Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine sebebiyet vermez; hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adavetini iktiza eder.”[46]

Bir göz hatırı için,çok gözler sevilir.

“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yağmur duası, tevatür derecesinde ve çok defa tekrar ile, daima sür’atle kabul olması, başta İmam-ı Buharî ve İmam-ı Müslim, eimme-i hadîs nakletmişler. Hattâ bazı defa minber-i şerif üstünde, yağmur duası için elini kaldırıp, indirmeden yağmış. Sâbıkan zikrettiğimiz gibi, bir-iki defa ordu susuz kaldığı vakit bulut geliyordu, yağmur veriyordu. Hattâ nübüvvetten evvel, cedd-i Nebi Abdülmuttalib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın küçüklük zamanında mübarek yüzüyle yağmur duasına giderdi. Onun yüzü hürmetine gelirdi ki; o hâdise, Abdülmuttalib’in bir şiiri ile iştihar bulmuş. Hem vefat-ı Nebevîden sonra, Hazret-i Ömer, Hazret-i Abbas’ı vesile yapıp demiş: “Yâ Rab! Bu senin habibinin amucasıdır. Onun yüzü hürmetine yağmur ver.” Yağmur gelmiş.”[47]

Haydi,o zatı vesilelikten çekip,bütün insanlıkla beraber,ehli imanla beraber dua edip yalvaralım,o zatın sür’atle kabul olan duasına mukabil,bizim ki ne derece makbul olur,düşünelim?

“Tevatüre yakın meşhurdur ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, sahabe ve imana gelenler daha kırka vâsıl olmadan ve gizli ibadet etmekte iken dua etti:-Allahım,İslâmı Ömer bin hattab veya Amr bin Hişam ile kuvvetlendir.- Bir-iki gün sonra, Hazret-i Ömer İbn-il Hattab imana geldi ve İslâmiyeti ilân ve i’zaz etmeye vesile oldu. “Faruk” ünvan-ı âlîsini aldı.”[48]

O zat“bir vesile-i saadet’dir.[49]

“Vesile-i muhabbet olan kemal ve hüsün ve ihsanın “[50]

Tüm güzel sıfatlar özelikle de kemal,hüsün ve ihsan gibi sıfatlar muhabbete birer vesiledirler.

“Mevcudat ve vesait ve ecram onun ef’aline mümanaat etmez, ta’vik etmez, belki hiç lüzum yok. Faraza lüzum olsa, elektriğin telleri gibi ve ağacın dalları gibi ve insanın damarları gibi; eşya, vesile-i teshilat ve vasıta-i vusul-ü hayat ve sebeb-i sür’at-i ef’al hükmüne geçer. Ta’vik, takyid, men’ ve müdahale şöyle dursun; belki teshil ve tesri’ ve îsale vesile hükmüne geçer. Demek Kadîr-i Zülcelal’in tasarrufat-ı kudretine herşey itaat ve inkıyad cihetinde -ihtiyaç yok- eğer ihtiyaç olsa kolaylığa vesile olur.”[51]

Zaten vesile,vasıta ve varlıklar onun ne fiillerine ne de irade ettiklerini engellemeye birer mani teşkil edemezler.Belki vesileler,kolaylığa vesiledirler.

“Ey derd-i maişetle mübtela olan insan! Bil ki senin hanendeki bereket direği ve rahmet vesilesi ve musibet dafiası, hanendeki o istiskal ettiğin ihtiyar veya kör akrabandır.”[52]

“Peder ve vâlide, ihtiyarlık halinde bir hanede bulunsa, ne derece vesile-i bereket ve vasıta-i rahmet ve “Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi, belalar sel gibi üstünüze dökülecekti.” Ne derece sebeb-i def’-i musibet olduklarını sen kıyas eyle.”[53]

“Vasıta-i halas ve vesile-i necat…”ihlastır.[54]İhlassızlık ise helakete vesiledir.

“Tevekkül ve kanaat ise, vesile-i rahmettir.”[55]

“Vesile-i rızk-ı helâl; acz ve iftikardır, zekâ ve iktidar değildir.”[56]

“Bu seyr ü sülûk-u kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin miftahları ve vesileleri, zikr-i İlahî ve tefekkürdür.”[57]

Anahtar hazinenin yerine geçmese de,açılmasına açığa çıkıp bilinip tanınmasına vesiledir.İlahi hazinenin sıfat ve isimleri de vesilelerle açığa çıkarlar.Hadis-i Kudside:”Ben gizli bir hazine idim,mahlukatı yarattım,tâ ki kendimi bileyim,göreyim ve görüneyim.

“Masiva-yı İlahiyeye teveccühü hengâmında, mana-yı harfîden mana-yı ismîye geçmesiyle; tiryak iken zehir olur. Yani; gayrullahı sevdiği vakit, Cenab-ı Hak hesabına ve onun namına, onun bir âyine-i esması olmak cihetiyle rabt-ı kalb etmek lâzımken; bazan o zâtı, o zât hesabına, kendi kemalât-ı şahsiyesi ve cemal-i zâtîsi namına düşünüp, mana-yı ismiyle sever. Allah’ı ve peygamberi düşünmeden yine onları sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile değil, perde oluyor. Mana-yı harfî ile olsa, muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir.”[58]

O’nun namına ve O’nun adıyla olup,O’na ulaştıran her şey sevilmeye layıktır.

“Tarîkatın ve hakikatın en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri hükmüne geçer. Yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, şeriatın muhkematıdır. Yani: Hakaik-i şeriata yetişmek için, tarîkat ve hakikat meslekleri, vesile ve hâdim ve basamaklar hükmündedir.”[59]

“Tarîkat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak gerektir. Eğer maksud-u bizzât hükmüne geçseler; o vakit şeriatın muhkematı ve ameliyatı ve Sünnet-i Seniyeye ittiba’, resmî hükmünde kalır; kalb öteki tarafa müteveccih olur. Yani: Namazdan ziyade halka-i zikri düşünür; feraizden ziyade, evradına müncezib olur; kebairden kaçmaktan ziyade, âdâb-ı tarîkatın muhalefetinden kaçar…Yani: Tekyesi, câmideki namazın zevkine ve ta’dil-i erkânına vesile olmalı; yoksa câmideki namazı çabuk resmî kılıp, hakikî zevkini ve kemalini tekyede bulmayı düşünen, hakikattan uzaklaşıyor.”[60]

“Şeriatın bir hâdimi ve bir vesilesi olan tarîkat…”[61]

Hakikata giden bir çok yollar içerisinde tarikatta hakikata ulaşmaya bir vesiledir.

“Hazret-i Yunus İbn-i Metta Alâ Nebiyyina ve Aleyhissalâtü Vesselâm’ın münacatı, en azîm bir münacattır ve en mühim bir vesile-i icabe-i duadır.”[62]

“Madem Zât-ı Ahmediye (A.S.M.), insanlara olan hadsiz ihsanat-ı İlahiyenin en mühim bir vesilesidir. Elbette Cenab-ı Hak hesabına, hadsiz bir muhabbete lâyıktır.”[63]

“Ciddî bir mes’eleye vesile olabilecek bir latife…”[64]

Çok küçük şeyler var ki,büyük şeylere birer vesiledir.Minarenin her bir taşı,çakılı,minarenin oluşumuna vesiledir.

“Lihye-i Saadet, yalnız Lihye-i Şerifin saçlarından ibaret değil, belki re’s-i mübarekinin traş oldukça hiçbir şeyini kaybetmeyen Sahabeler, o nurlu ve mübarek ve daimî yaşayacak saçları muhafaza etmişler. Onlar binlerdir. Şimdiki mevcuda müsavi gelebilirler. Yine o vakit hatırıma geldi ki: Acaba her câmide bulunan, sened-i sahih ile bu saç Hazret-i Risalet’in saçı olduğu sabit midir ki, ona karşı ziyaret makul olabilsin? Birden hatıra geldi ki: O saçların ziyareti, vesiledir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a karşı salavat getirmeye sebeb ve bir hürmet ve muhabbete medardır. Vesilelik ciheti o şeyin zâtına bakmaz, vesilelik cihetine bakar. Onun için eğer bir saç hakikî olarak Lihye-i Saadet’ten olmazsa, madem zahir hale göre öyle telakki edilmiş ve o vesilelik vazifesini yapıyor ve hürmete ve teveccühe ve salavata vesile oluyor; kat’î sened ile o saçın zâtını teşhis ve tayin lâzım değildir. Yalnız, aksine kat’î delil olmasın, yeter. Çünki telakkiyat-ı âmme ve kabul-ü ümmet, bir nevi’ hüccet hükmüne geçer. Bazı ehl-i takva böyle işlerde, ya takva veya ihtiyat veya azimet noktasında ilişseler de, hususî ilişirler. Bid’a da deseler, bid’a-i hasene nev’inde dâhildir. Çünki vesile-i salavattır.”[65]

Vesilenin kıymeti vesile kadar,vesileliği kadardır.Aslı yerine geçemez.

“İlahî! Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten lil-Âlemîn olan Habib’in senin rahmetine yetişmek için vesilemdir.”[66]

Mekke ve Medineye gitmek için vasıtalar ne güzel vesile,ayakla ne güzel vasıtadır.Ancak onlar Mekke ve Medine yerine geçmemektedirler.

“Evet üstad ve mürşid, masdar ve menba telakki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve ma’kes olduklarını bilmek lâzımdır. Meselâ: Hararet ve ziya, sana bir âyine vasıtasıyla gelir. Senden Güneş’e karşı minnetdar olmaya bedel, âyineyi masdar telakki edip, Güneş’i unutup, ona minnetdar olmak, divaneliktir. Evet âyine muhafaza edilmeli, çünki mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir. Cenab-ı Hak’tan gelen feyze ma’kes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır. Hattâ bazı olur ki, masdar telakki edilen bir üstad, ne mazhardır, ne masdardır. Belki müridinin safvet-i ihlasıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazar ile o mürid başka yolda aldığı füyuzatı, üstadının mir’at-ı ruhundan gelmiş görüyor. “[67]

“İhlas ve rıza-yı İlahî yolunda zerre, yıldız gibi olur. Vesilenin mahiyetine bakılmaz, neticesine bakılır. Madem neticesi rıza-yı İlahîdir ve mayesi ihlastır; o küçük değildir, büyüktür.”[68]

“Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçı, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir dua-yı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet: İhlastır.”[69]

“Hastalık mütemadiyen hastaya ve Lillah için hastaya bakıcılara sevab kazandırmakla beraber, duanın makbuliyetine en mühim bir vesiledir.”[70]

“Dergâh-ı İlahîde za’f u aczim o kadar büyük bir şefaatçı ve vesile oldu ki, şimdi de hayretteyim.”[71]

“İhtiyarlıktaki za’f u acz, rahmet ve inayet-i İlahiyenin celbine vesiledir.”[72]

“Evet minnetdarlık ve teşekkürü davet eden ve muhabbet ve sena hissini tahrik eden, hayattan sonra rızk ve şifa ve yağmur gibi vesile-i şükran şeyler dahi doğrudan doğruya Zât-ı Rezzak-ı Şâfî’ye ait olduğunu; esbab ve vesait bir perde olduğunu “Şüphesiz rızık veren,sarsılmaz güç sahibi olan ancak Allah’tır.”[73]”Hastalandığım zamanda da o beni iyileştirir.”[74],”Yağmuru O indirir.Onlar tam ümitsizliğe düştüğü sırada rahmetini yaymakta olandır.”[75]gibi âyetler ile “Rızk, şifa ve yağmur, münhasıran Zât-ı Hayy-ı Kayyum’un kudretine hastır.” Perdesiz, ondan geldiğini ifade için kaide-i nahviyece alâmet-i hasr ve tahsis olan –Hüvellezi,Hüverrezzak- ifade etmiştir. İlâçlara hâsiyetleri veren ve tesiri halkeden ancak o Şâfî-i Hakikî’dir.”[76]

“İnsanlar fıtraten Hâlıkını pek ciddî severler ve Hâlıkları onları hem sever, hem kendini onlara her vesile ile sevdirir..”[77]

“Cenab-ı Hakk’ın nur u feyzine ma’kes ve vesile ve vasıta olan üstadın, masdar ve muktedir ve menba telakki edilmemek lâzım geldiği…”[78]

“Risale-i nur ve iman hizmeti gibi durumlar da belaların define birer vesiledirler.”[79]

“Namaz, kalblerde azamet-i İlahiyeyi tesbit ve idame ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlahiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbanîye imtisal ettirmek için yegâne İlahî bir vesiledir. Zâten insan medenî olduğu cihetle, şahsî ve içtimaî hayatını kurtarmak için, o kanun-u İlahîye muhtaçtır. O vesileye müraat etmeyen veya tenbellikle namazı terkeden veyahut kıymetini bilmeyen; ne kadar cahil, ne derece hâsir, ne kadar zararlı olduğunu bilâhere anlar, ama iş işten geçer.”[80]

Marifetten sonra en büyük vesile ibadet özellikle namazdır.

“İbadet, dünya ve âhiret saadetlerine vesile olduğu gibi, maaş ve maâde, yani dünya ve âhiret işlerini tanzime sebebdir ve şahsî ve nev’î kemalâta vasıtadır ve Hâlık ile abd arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir rabıtadır.”[81]

İbadetin bir çok hikmetinden bir hikmet ciheti,“İbadetin yapılması, ateşe girmemeğe vesiledir.”[82]

“Dünya âhirete vesiledir.”[83]

“Feya Rabbî, ya Hâlıkî, ya Mâlikî! Seni çağırmakta hüccetin hacetimdir. Sana yaptığım dualarda uddetim fâkatimdir. Vesilem fıkdan-ı hile ve fakrimdir.”[84]

Herşey“Sâni’ ile masnu arasında bir vesile-i tearüf ve tahabbüb olsun.”[85]

“Vesile-i dünya olan Şah-ı Levlâk…”[86]

“İsimlerini, vesile-i kabul olmak üzere kullanarak iltica edebiliyorum. Hiç mümkün müdür ki, bu eşiğe yüzümü sürerken, “Ya Rab, üstadım Said Nursî Hazretlerinden razı ol, dâreynde muradlarını hasıl kıl!” diye yalvarmayayım? Aslâ ve kat’â. Bu bir vazife olmakla beraber, kanaatça inşâallah vesile-i icabe-i duadır.”[87]

“İkinci sualin: İbrahim Hakkı, “Cû’ ism-i a’zamdır” demesinin muradını bilmiyorum. Zahiren manasızdır, belki de yanlıştır. Fakat ism-i Rahman madem çoklara nisbeten ism-i a’zam vazifesini görüyor. Manevî ve maddî cû’ ve açlık, o ism-i a’zamın vesile-i vusulü olduğuna işareten mecazî olarak Cû’ ism-i a’zamdır, yani bir ism-i a’zama bir vesiledir, denilebilir.”[88]

“Küfür ve dalalet, kâinata büyük bir tahkir ve mevcudata bir zulm-ü azîmdir ve rahmetin ref’ine ve âfâtın nüzulüne vesiledir. Hattâ deniz dibinde balıklar, canilerden şekva ederler ki; “İstirahatımızın selbine sebeb oldular” diye rivayet-i sahiha vardır.”[89]

“Yâ Said! Âhirzamanın fitnelerine yetişip düştüğün zaman, benim dua ve himmetimi kendine vesile ve şefaatçi yap.”[90]

Benim adımı,kartımı,şifremi,karyerimi,namımı kullan…

“Dört def’a zelzelelerin başlaması ve intişariyle durmaları ve Anadoluda ekser yerlerde okunması harb-i umumînin Anadoluya girmemesine bir vesile olduğu Sûre-i Ve-l Asr işaret ettiği halde, bu iki ay kuraklık zamanında mahkemenin Risale-i Nurun beraetine ve vatana menfaatli olduğuna dair kararını mahkeme-i temyiz tasdik ederek tam bir serbestiyetle Risale-i Nurun intişarı ve okunmasını beklerken, bütün bütün aksine olarak men’edilmesi ve mahkemedeki risaleler sahiblerine iade edildiği halde bizi de o cihetce konuşmaktan men’etmeleri cihetiyle belâların def’ine vesile olan bu küllî sadaka-i mâneviye, belâya karşı çıkamadı, günahımız neticesi kuraklık başladı.”[91]

“Medeniyetin ve san’atın hakikî üstadı, ve vesilelerin ve mebâdilerin tekemmüliyle cihazlanmış olan şedid bir ihtiyac ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki, susmaz ve kırılmaz.”[92]

Vesileler tamam olmadıkça,neticeler hasıl olmaz.

TEBERRÜK :

Üstad hazretleri kendisiyle bereketlenmek anlamına gelen teberrükü kabul eder,bu hususta yapılmasında da bir beis görmez.Teberrük batıl bir adet değil,belki müstahsen bir âdet-i islamiyedir.Ancak batıl olan bir şeyle veya yaratanı düşünmeden eşyaya bir kutsallık vererek yapılan bir teberrük o eşyaya verildiğinden dolayıdır ki bu nevi hareket cahiliye adetidir.

“Hem -nakl-i sahih-i kat’î ile- hacamat edip mübarek kanını Abdullah İbn-i Zübeyr teberrüken şerbet gibi içtiği zaman ferman etmiş: “İnsanların senden çekeceği var.Senin de insanlardan çekeceğin var.”deyip, hârika bir şecaatle ümmetin başına geçeceğini ve müdhiş hücumlara maruz kalacaklarını ve insanlar onun yüzünden dehşetli hâdiselere giriftar olacaklarını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış. Abdullah İbn-i Zübeyr, Emevîler zamanında hilafeti Mekke’de ilân ederek kahramanane çok müsademe etmiş; nihayet Haccac-ı Zalim büyük bir ordu ile üzerine hücum ederek, şiddetli müsademeden sonra o kahraman-ı âlişan şehid edilmiş.”[93]

“Yüzyirmi yaşında bulunan Mevlâna Hâlid’in (K.S.) cübbesini size bir gün göndereceğim. O zât onu bana giydirdiği gibi, ben de onun namına sizin herbirinize teberrüken giydirmek için hangi vakit isterseniz göndereceğim.”[94]

“Ve keza teyemmün, teberrük ve istiane gibi çok vecihleri hâvi; ve tevhid, tenzih, sena, celal ve cemal ve ihsan gibi çok makamları tazammun; ve tevhid ve nübüvvet, haşir ve adalet gibi makasıd-ı erbaaya işaret eden Besmele, zikredilen yerlerin herbirisinde bu vecihlerden, bu makamlardan biri itibariyle zikredilmiş ve edilmektedir.”[95]

“Bizans Hristiyanlarını, içine düştükleri bâtıl itikadlar girîvesinden, ancak Arabistan’ın Hira Dağı’nda yükselen ses kurtarabilmiştir. İlahî kelimeyi en ulvî makama yükselten ses, bu ses idi. Fakat Rumlar bu sesi dinleyememişlerdi. Bu ses, insanlara en temiz ve en doğru dini talim ediyordu. O yüksek din ki, onun hakkında, Gundö Firey Hesin gibi muhakkik bir fâzıl, şu sözleri pek haklı olarak söylüyor: “Bu dinde mukaddes sular, şâyan-ı teberrük eşya, esnam ve azizler, yahud a’mal-i sâlihadan mücerred imanı müfid tanıyan akideler, yahud sekerat-ı mevt esnasında nedametin bir faide vereceğini ifade eden sözler, yahud başkaları tarafından vuku bulacak dua ve niyazların günahkârları kurtaracağına dair ifadeleri yoktur. Çünki bu gibi akideler, onları kabul edenleri alçaltmıştır.”[96]

Tıpkı kutsal bilinip,kendisi için kurbanlar kesilen Sava gölü,Hindularca kutsal bilinen Ganj nehri gibi…

“Ve bin o hediye kadar kıymetli bulunan, o hediye ile gösterilen iltifatına karşı, ne kadar teşekkürde israf ve ifrat etse de makbuldür. Ve o çok mübarek zâtın o hediyesine sardığı kâğıtları da teberrük deyip şeker gibi yese, hattâ o hediye içindeki cevizlerin sert kabuklarını da teberrük diye ekmek gibi yutsa ve o hediyenin kabını mübarek bir kitab gibi öpse ve başına koysa, israf olmadığı ….”[97]

“Mübarek bir hanım, yanında çok senelerdenberi muhafaza ettiği Mevlânâ Hazretlerinin cübbesini, Ramazan-ı Şerifde teberrüken Üstadımızın yanında kalsın diye Feyzi ile gönderir. Üstadımız hemen Emin kardeşimize yıkamak için emrederek Cenab-ı Hakka şükretmeye başlar. Feyzi’nin hatırına: “Bu hanım, benim ile yirmi gün için gönderdi! Üstadım neden sahib çıkıyor?” diye hayretler içinde kalır. Sonra o hanımı görür, o hanım Feyzi’ye der ki: “Üstad hediyeleri kabul etmediğinden, bu suretle belki kabul eder diye öyle söylemiştim. Fakat emanet onundur, canımız dahi feda olsun” der, o kardeşimizi hayretten kurtarır. Evet, mübarek Üstadımızın o cübbeyi kabulü, Mevlânâ Halid’den sonra vazife-i teceddüd-ü dinin kendilerine intikaline bir alâmet telâkki etmesindendir, derler. Hem de öyle olmak lâzım.”[98]

ŞEFAAT :

Risale-i Nur’da şefaatla yapılan vesileliğe sıkça değinilmekte,Sadece rasulullahın değil,aynı zamanda Kur’an-ı,Cevşen-i,Risale-i Nurları ve onun Âyetül Kübra gibi bir risalesini,ihlası,samimiyeti,duaları,ibadet ve namazı,Yasini vesile yaparak Cenab-ı Haktan istemiş,istenilmiş ve istenilmesi teşvik edilmiştir.Zira diğerlerinde olduğu gibi burada da bunlar Allah’a ulaşmaya birer engel değil,vesile kılınmış,ehemmiyetlilikleri sür’atle kabul ve icabete,iletişim ve ulaşıma aracı ve ricacı kılınmıştır.

“Evet, bu kelime (Besmele)öyle mübarek bir definedir ki: Senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabtedip Kadîr-i Rahîm’in dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçı yapar.”[99]

“O besmeleyi)”Rahman’ın dergâhında şefaatçı yap.”[100]

“Rahman-ı Zülcemal, elbette kendi istiğna-i mutlakına karşı, rahmetini ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçi yapmış.”[101]

“Ey insan, eğer insan isen “Bismillahirrahmanirrahîm” de. O şefaatçiyi bul!”[102]

“Kâmil insanlar, aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki; kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip, Allah’a acz ile sığınmışlar. Aczi ve havfı, kendilerine şefaatçı yapmışlar.”[103]

“Rasulullah“O esmadan şefaat taleb ediyor…”[104]

“ Ukûl-ü aşere ve erbab-ül enva’ namıyla şerikleri itikad eden müşrik felasife gibi ve yıldızlara ve melaikelere bir nevi uluhiyet isnad eden Sabiiyyun gibi, Cenab-ı Hakk’a veled nisbet eden mülhid ve dâllînler gibi, Zât-ı Ehad ve Samed’in vücub-u vücuduna, vahdetine, samediyetine, istiğna-yı mutlakına zıd olan veledi nisbet ve melaikenin ubudiyetine ve ismetine ve cinsiyetine münafî olan ünûseti isnad mı ederler? Kendilerine şefaatçi mi zannederler ki, sana tabi olmuyorlar?”[105]

Şefaatı yanlış ve geçersiz kılan sebeb,yanlış ve isabetsiz seçimdir.Yanlış kapıyı çalmakla,kapı açılmaz.

“Cenab-ı Hak,“fermanında ona tebaiyeti ve Sünnet-i Seniyesine ittiba’la şefaatine mazhariyeti en ehemmiyetli bir mes’ele-i insaniye göstermiş…”[106]

“Cenab-ı Hak bizleri, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın şefaatına mazhar etsin, âmîn.”[107]

“Enbiya ve evliyaya Kur’anın tarif ettiği tarzda muhabbetin neticesi: O enbiya ve evliyanın şefaatlarından berzahta, haşirde istifade etmekle beraber; gayet ulvî ve onlara lâyık makam ve füyuzattan o muhabbet vasıtasıyla istifaza etmektir.”[108]

“Rasulullah;”Hem keşf-i evliyada, hem sadık rü’yalarda ümmetine görünür, hem haşirde umum ile şefaatle görüşür.”[109]

“Kardeşim, çocuğun vefatı beni müteessir etti. Fakat –El-Hükmü lillah-,-Hüküm Allah’ındır.-kazaya rıza, kadere teslim İslâmiyetin bir şiarıdır. Cenab-ı Hak sizlere sabr-ı cemil versin. Merhumu da, size zahîre-i âhiret ve şefaatçı yapsın.”[110]

“Küçük yaşta vefat eden bir çocuk“vefatıyla, ebedî Cennet’te on milyon sene bana evlâd muhabbetine medar ve saadet-i ebediyeye vesile bir şefaatçı hükmüne geçer.”[111]

“Dua edileceği vakit, istiğfar ile manevî temizlenmeli, sonra makbul bir dua olan salavat-ı şerifeyi şefaatçı gibi zikretmeli ve âhirde yine salavat getirmeli. Çünki iki makbul duanın ortasında bir dua makbul olur.”[112]

“İşte ey müslüman! Senin rûz-i mahşerde böyle bir şefiin var. Bu şefiin şefaatini kendine celbetmek için, sünnetine ittiba’ et!”[113]

“Kur’an ne kadar makbul bir şefaatçı, ne kadar doğru bir rehber, ne kadar kudsî bir nur olduğunu gör!”[114]

“Namaz kıldığım o Bayezid Câmiindeki cemaatle iştirakimi ve herbiri benim bir nevi şefaatçim hükmüne ve kıraatımda izhar ettiğim hükümlere ve davalara birer şahid ve birer müeyyid gördüm. Nâkıs ubudiyetimi, o cemaatin büyük ve kesretli ibadatı içinde dergâh-ı İlahiyeye takdime cesaret geldi. …

Benim bu kadar şefaatçilerim var; benim namazda söylediğim herbir sözü aynen söylüyorlar, tasdik ediyorlar.”[115]

“Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçı, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir dua-yı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet: İhlastır.”[116]

“Cenab-ı Erhamürrâhimîn’den bütün esma-i hüsnasını şefaatçı yapıp niyaz ediyoruz ki: “Bizleri ihlas-ı tâmme muvaffak eylesin… Âmîn…”[117]

“Bana sekiz sene kemal-i sadakatla hiç gücendirmeden hizmet eden Barla’lı Süleyman’ın halasının, bir vakit gözü kapandı. O sâliha kadın, bana karşı haddimden yüz derece fazla hüsn-ü zan ederek, “Gözümün açılması için dua et” diyerek, câmi kapısında beni yakaladı. Ben de, o mübarek ve meczube kadının salahatını duama şefaatçı yapıp, “Ya Rabbi, onun salahatı hürmetine onun gözünü aç” diye yalvardım. İkinci gün Burdur’lu bir göz hekimi geldi, gözünü açtı. Kırk gün sonra yine gözü kapandı. Ben çok müteessir oldum, çok dua ettim. İnşâallah o dua, âhireti için kabul olmuştur. Yoksa benim o duam, onun hakkında gayet yanlış bir beddua olurdu. Çünki eceli kırk gün kalmıştı. Kırk gün sonra -Allah rahmet etsin- vefat eyledi.”[118]

“O Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyaya geldiği dakikada “ümmetî ümmetî” rivayet-i sahiha ile ve keşf-i sadıkla dediği gibi, mahşerde herkes “nefsî nefsî” dediği zaman, yine ümmetî ümmetî” diyerek en kudsî ve en yüksek bir fedakârlık ile, yine şefaatıyla ümmetinin imdadına koşan bir zâtın gittiği âleme gidiyoruz. Ve o güneşin etrafında hadsiz asfiya ve evliya yıldızlarıyla ışıklanan öyle bir âleme gidiyoruz.”[119]

“Kusurumun afvı için, Kur’anı ve Cevşen-ül Kebir’i şefaatçı ederek rahmetinden afvımı niyaz ediyorum.”[120]

“Hem Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a Makam-ı Mahmud verilmesi, umum ümmete şefaat-ı kübrasına işarettir.”[121]

“Bir gün bir duada, “Ya Rabbi! Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail hürmetlerine ve şefaatlerine, beni cinn ve insin şerlerinden muhafaza eyle”[122]

“Şahs-ı manevînizden himmet ve meded ve sebat ve metanet ve şefaat bekleyen

Kardeşiniz,Said Nursî”[123]

Mü’minler ibadetlerinde, dualarında birbirine dayanarak cemaatle kıldıkları namaz ve sair ibadetlerinde büyük bir sır vardır ki; her bir ferd, kendi ibadetinden kazandığı miktardan pek fazla bir sevab cemaatten kazanıyor. Ve her bir ferd ötekilere duacı olur, şefaatçi olur, tezkiyeci olur, bilhassa Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâma…[124]

“Risale-i Nur’un vasıta-i neşri olan üstadımızın câmii, Barla’da seddedildi. Risale-i Nur’u yazacak hariçteki talebelerinin yanına gelmeleri men’ edildiği hengâmda kuraklık başladı. Yağmura ihtiyac-ı şedid oldu. Sonra yağmur başladı, her tarafta yağdı. Yalnız Karaca Ahmed Sultan’dan itibaren, bir daire içinde kalan Barla mıntıkasına yağmur gelmedi. Üstadımız bundan pek müteessir olarak dua ediyordu. Sonra dedi ki: “Kur’an’ın hizmetine sed çekildi, bu köydeki mescidimiz kapandı. Bunda bir eser-i itab var ki, yağmur gelmiyor. Öyle ise, madem Kur’an’ın itabı var. Yâsin Suresini şefaatçı yapıp Kur’an’ın feyzini ve bereketini isteyeceğiz.” Üstadımız, Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye dedi ki: “Sen kırkbir Yâsin-i Şerif oku.” Muhacir Hâfız Ahmed Efendi bir kamışa okudu. O kamışı suya koydular. Daha yağmur alâmeti görünmezken, ikindi namazı vaktinde, üstadımız daima itimad ettiği bir hatırasına binaen Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye söyledi ki: “Yâsinler tılsımı açtı, yağmur gelecek.”

İşte bu hâdise, kat’iyyen delalet ediyor ki; o yağmur, Hizmet-i Kur’an’la münasebetdardır. O rahmet-i âmme içinde bir hususiyet var ki; Sure-i Yâsin anahtar ve şefaatçı oldu ve yağmur kâfi mikdarda yağdı.”[125]

“Tesbihattan sonra dua için elimizi kaldırdık, üstadımız yağmur duası etti. Kur’anı şefaatçı yaptı. Birden o güneş altında, herbirimizin ellerine yedi-sekiz damla yağmur düştü. Elimizi indirdik, yağmur kesildi. Cümlemiz bu hale hayret ettik. O vakte kadar yirmi-otuz gündür yağmur gelmemişti. Yalnız o yağmur duası ânında dua eden her ele, yedi-sekiz damla düşmesi gösterdi ki, bunda bir sır var. Üstadımız dedi ki: “Bu bir işaret-i İlahiyedir. Cenab-ı Hak manen diyor ki: Ben duayı kabul ediyorum, fakat şimdi yağmur vermiyorum.” Demek sonra Sure-i Yâsin şefaat edecek. Nitekim öyle olmuştur.”[126]

“Hâfız Ali’nin mektubunda, Risale-i Nur’a karşı kemal-i mahviyetle kemal-i ihlası ve irtibatı, onun eskiden beri takdir ettiğim bir hasiyet-i mümtazesini göstermekle beraber, benim gibi bir bîçareyi de şefaatçi yapıp, ben de onun kemal-i samimiyetini şefaatçi yapıp, duasına âmîn derim.”[127]

“Risale-i Nur mü’minlere; Kur’an’dan hedaya-yı hidayet, kevneyn–i saadet, mazhar-ı şefaat ve feyz-i Rahman’dır.”[128]

“Hakikat-ı Leyle-i Kadr’i şefaatçi ederek rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz.”[129]

“Benim dua ve himmetimi kendine vesile ve şefaatçi yap. İnşâallah, senin herşey’inde ve her işinde uzun bir zamanda, yâni tufûliyet zamanından tâ ihtiyarlığın vaktinde işkenceli esaretine kadar.. yâni, bin ikiyüz doksandörtten tâ bin üçyüz kırkbeş, belki altmışdörde, daha ziyade bir zamana kadar Allah’ın izniyle ve kuvvetiyle senin imdadına yetişeceğim.”Said Nursî.[130]

“İmam-ı Ali (R.A.) gayb-âşina nazariyle bu risaleyi görmüş, “Kaside-i Celcelutiye” sinde bu risalenin ehemmiyetine ve makbuliyetine işaret edip-Ve bil âyetil kübra emini minel fecet-( Âyet-ül Kübra hakkı için o fecet ve musibetten şakirdlerine aman ver)[131]fıkrasiyle onu şefaatçi yaparak dua etmiştir.”[132]

HADİSLERDE ŞEFAAT :

-Ebû Hüreyre radiya’llâhu anh’den:

Şöyle demiştir: (Bir kere) “Yâ Resûlâ’llâh, Kıyâmet gününde Sen’in şefâatin en ziyâde kime râyegân olacak?” diye sordum. Buyurdu ki: “Yâ Ebâ Hüreyre, hadîs (bellemek) için sende gördüğüm hırsa göre bu hadîsi senden evvel kimsenin bana sormayacağını (zâten) tahmîn ediyordum. Kıyâmet gününde halk içinde şefâatime en ziyâde mazhar olacak kimse kalbinden (yâhud içinden) hâlis olarak Lâ ilâhe illâ’llâh diyendir.”

-Abdullâh İbn-i Ömer radiya’llâhu anhümâ’dan rivâyete göre -şöyle demiştir: Kıyâmet günü insanlar küme küme, her ümmet peygamberinin peşinde (ileri, geri) dönüştürürler (ve büyük peygamberlere):

– Ey falan, şefâat et, ey falan, şefâat et, derler. En sonu şefâat dileği Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem’e erişip nihâyet bulur. Bu şefâat vâkıası Allâhu Teâlâ’nın peygamberi Muhammed Mustafâ’yı Makâm-ı Mahmûd’a gönderdiği gün vukû’ bulur. (Ve herkes o gün Muhammed Mustafa’yı tebcîl eder.)

-Ebû Hüreyre radiya’llahu anh’den rivâyete göre, Resûlu’llah Salla’llahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Her peygamberin kendisine has müstecab bir du’âsı vardır. Onunla Allah’a du’â edegelmiştir. Fakat ben du’âmı âhirette ümmetime şefâ’at etmek için saklıyorum.

-Enes (İbn-i Mâlik) radiya’llahu anh’den Nebî Salla’llahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim, dediği rivâyet olunmuştur: Kıyâmet günü hulûl ettiğinde (Umûmî sûrette) ben şefâ’at ederim. Bunun üzerine ben: Yâ Rabbî! Gönlünde hardal dânesi kadar îmânı olanları Cennet’e koy, diye niyâz ederim, bunlar Cennet’e girerler. Sonra ben: Yâ Rabbî! Hardal dânesinden az îmânı olanları da koy, diye şefâ’at ederim. Enes İbn-i Mâlik der ki: (Az bir îmânı) dediği sırada ben Resûlu’llah’ın parmaklarına bakar gibi idim. O parmaklarını biribirine zam ederek işâret ediyordu.

-Yine Enes İbn-i Mâlik radiya’llahu anh’den Ma’bed İbn-i Hilâl ma’rifetiyle şefâ’at hadîsi rivâyet olundu, Ebû Hüreyre’den uzun bir metin ile rivâyet olunan şefâ’at hadîsi yukarıda geçti. Buradaki rivâyetin sonuna Enes İbn-i Mâlik şu ma’lûmâtı ziyâde etmiştir.

Mahşer halkı ‘Îsâ’ya gelirler (şefâ’at dilerler). Hazret-i ‘Îsâ da onlara:

– İstediğiniz umûmî şefâ’atci ben değilim. Lâkin siz, Muhammed Salla’llahu aleyhi ve sellem’e gidip mürâcaat ediniz, diyecek. Bunun üzerine ehl-i mahşer bana gelecekler. Ben de onlara:

– Umum beşeriyete şefâ’at bana ihsân olunmuştur. Rabbimden müsâ’ade istiyeyim, diyeceğim. Rabbimden istediğim de müsâ’ade olunacak, ve bana Allahu Teâlâ’ya arz-ı Mahmedet için şimdi hâfızamda bulunmıyan birtakım hamd ü senâlar ilhâm olunacak. Bu mehâmid-i seniyye ile Allahu Teâlâ’ya hamdü senâ edip Cenâb-ı Hakk’a secdeye kapanacağım. Sonra bana Allahu Teâlâ:

– Yâ Muhammed! Başını secdeden kaldır, hem (ne istersen) söyle, sözün dinlenecek, (ne dilersen) iste verilecektir, şefâ’at et, şefâ’atin de kabûl olunacaktır, buyuracak ben de artık:

– Yâ Rab! Ümmetimi ümmetimi, diye niyâz edeceğim. Bunun üzerine bana:

– Haydi git, gönlünde arpa dânesi kadar îmânı olan müslümanları Cehennem’den çıkar, denilecek. Resûl-i Ekrem der ki: Ben de gidip vazîfemi îfâ edeceğim. Sonra dönüp geleceğim. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk’a o birtakım hamdü senâlarla hamd edip sonra Cenâb-ı Hakk’a secdeye kapanacağım. Bunun üzerine bana taraf-ı ilâhîden:

– Yâ Muhammed! Başını secdeden kaldır, ve (ne dilersen) söyle, sözün dinlenecek, ve iste; istediğin verilecektir. Şefâ’at de et, şefâ’atin kabûl olunacaktır, buyurulacak. Ben de hemen:

– Yâ Rab! Ümmetimi ümmetimi, diye niyâz edeceğim. Bunun üzerine bana:

– Haydi git, gönlünde zerre veyâ hardal dânesi kadar îmânı olan müslümanları Cehennem’den çıkar, denilecek. Ben de gidip onları çıkaracağım. Sonra dönüp geleceğim. Bu def’a da Cenâb-ı Hakk’a evvelki hamd ü senâlarla hamd edip sonra Cenâb-ı Hakk’a secdeye kapanacağım. Bunun üzerine taraf-ı ilâhîden bana:

– Yâ Muhammed! Başını kaldır ve ne dilersen söyle, sözün dilenecek, ve iste, dileğin verilecek, şefâ’at de et, şefâ’atin kabûl olunacaktır, buyurulacak. Ben de:

– Yâ Rab! Ümmetimi ümmetimi, diye niyâz edeceğim. Bunun üzerine bana:

– Haydi git, hardal dânesine yakın mikdarda, azın azı îmânı olan kimseleri Cehennem’den çıkar, denilir. Ben de gidip onları çıkarırım.

-Yine Enes İbn-i Mâlik’den gelen bir rivâyet tarîkında deniliyor ki: Ben dördüncü def’a dönüp geleceğim. Ve Allahu Teâlâ’ya o mehâmid-i mübâreke ile hamd ü senâ edip sonra secdeye kapanacağım. Bunun üzerine bana:

– Yâ Muhammed! Başını kaldır ve söyle; sözün dinlenecek, iste, dileğin verilecek. Şefâ’at et, şefâ’atin de kabûl olunacaktır, denilecek. Ben de:

– Yâ Rab! Bana müsâ’ade buyur da Lâ ilâhe illa’llah, diyen bütün ehl-i tevhîd hakkında şefâat edeyim, diye niyâz edeceğim. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak:

– İzzetim ve celâlim, kibriyâ ve azametim hakkı için Lâ ilâhe illa’llah, diyen ehl-i tevhîd’in hepsini muhakkak sûrette Cehennem’den çıkaracağım, buyuracaktır.

KERAMET :

“Bütün evliya keşf ü kerametlerine istinad edip davasını tasdik ettikleri ve bütün asfiya tahkikatına istinad ederek hakkaniyetine şehadet ettikleri Resul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in tahakkuk etmiş bin mu’cizatı…”[133]

“Mi’rac ise, velayet-i Ahmediyenin (A.S.M.) keramet-i kübrası, hem mertebe-i ulyâsı olduğundan, risalet mertebesine inkılab etmiş. Mi’racın bâtını velayettir, halktan Hakk’a gitmiş. Zahir-i Mi’rac risalettir, Hak’tan halka geliyor. Velayet, kurbiyet meratibinde sülûktur. Çok meratibin tayyına ve bir derece zamana muhtaçtır. Nur-u a’zam olan risalet ise, akrebiyet-i İlahiyenin inkişafı sırrına bakar ki, bir ân-ı seyyale kâfidir. Onun için hadîste denilmiş: “Bir anda dönmüş gelmiş.”[134]

“Sema-yı risaletin kamer-i müniri olan Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet, nasılki mahbubiyet derecesine çıkan ubudiyetindeki velayetin keramet-i uzması ve mu’cize-i kübrası olan Mi’rac ile, yani bir cism-i Arzı semavatta gezdirmekle semavatın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüchaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velayetini isbat etti. Öyle de: Arz’a bağlı, semaya asılı olan Kamer’i, bir Arzlının işaretiyle iki parça ederek Arz’ın sekenesine, o Arzlının risaletine öyle bir mu’cize gösterildi ki: Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) Kamer’in açılmış iki nurani kanadı gibi; risalet ve velayet gibi iki nurani kanadıyla, iki ziyadar cenah ile, evc-i kemalâta uçmuş; tâ Kab-ı Kavseyn’e çıkmış, hem ehl-i Semavat, hem ehl-i Arz’a medar-ı fahr olmuştur…”[135]

“Bir mi’racî kerametle melekler, gördüler elhak ki müsellem bir nübüvvette muazzam bir velayet var.”[136]

Velayetin bittiği noktada,nübüvvet başlar.Veli bu ulvi makamından dolayı kerametlerle ikram olunurken,nebi harika ikramlara mazhar olur.

“Keramet ve ikram ve inayetin bahsi geldiği münasebetiyle, keramet ve ikramın bir farkını söyleyeceğim. Şöyle ki:

Kerametin izharı, zaruret olmadan zarardır. İkramın izharı ise, bir tahdis-i nimettir. Eğer keramet ile müşerref olan bir şahıs, bilerek hârika bir emre mazhar olursa, o halde eğer nefs-i emmaresi bâki ise, kendine güvenmek ve nefsine ve keşfine itimad etmek ve gurura düşmek cihetinde istidrac olabilir. Eğer bilmeyerek hârika bir emre mazhar olursa, meselâ birisinin kalbinde bir sual var, intak-ı bilhak nev’inden ona muvafık bir cevab verir; sonra anlar. Anladıktan sonra kendi nefsine değil, belki kendi Rabbisine itimadı ziyadeleşir ve “Beni benden ziyade terbiye eden bir hafîzim vardır.” der, tevekkülünü ziyadeleştirir. Bu kısım, hatarsız bir keramettir; ihfasına mükellef değil, fakat fahr için kasden izharına çalışmamalı. Çünki onda zahiren insanın kesbinin bir medhali bulunduğundan, nefsine nisbet edebilir. Amma ikram ise; o, kerametin selâmetli olan ikinci nev’inden daha selâmetli, bence daha âlîdir. İzharı, tahdis-i nimettir. Kesbin medhali yoktur, nefsi onu kendine isnad etmez.”[137]

Sahabe makamı velayetle nübüvvet arasında bir makam,bir köprü ve berzahtır.En büyük velayet onların makamıdır.Nübüvvete makes olduklarındandır ki,en büyük veli en küçük sahabeye yetişemez.

“Sahabelerin velayeti, velayet-i kübra denilen, veraset-i nübüvvetten gelen, berzah tarîkına uğramayarak, doğrudan doğruya zahirden hakikata geçip, akrebiyet-i İlahiyenin inkişafına bakan bir velayettir ki, o velayet yolu, gayet kısa olduğu halde gayet yüksektir. Hârikaları az, fakat meziyatı çoktur. Keşif ve keramet orada az görünür. Hem evliyanın kerametleri ise, ekserîsi ihtiyarî değil. Ummadığı yerden, ikram-ı İlahî olarak bir hârika ondan zuhur eder. Bu keşif ve kerametlerin ekserisi de, seyr ü sülûk zamanında, tarîkat berzahından geçtikleri vakit, âdi beşeriyetten bir derece tecerrüd ettiklerinden, hilaf-ı âdet hâlâta mazhar olurlar. Sahabeler ise, sohbet-i nübüvvetin in’ikasıyla ve incizabıyla ve iksiriyle tarîkattaki seyr ü sülûk daire-i azîminin tayyına mecbur değildirler. Bir kademde ve bir sohbette zahirden hakikata geçebilirler. Meselâ: Nasılki dün geceki Leyle-i Kadr’e ulaşmak için iki yol var:

Biri: Bir sene gezip dolaşıp, ta o geceye gelmektir. Bu kurbiyeti kazanmak için bir sene mesafeyi tayyetmek lâzım gelir. Şu ise, ehl-i sülûkün mesleğidir ki, ehl-i tarîkatın çoğu bununla gider.

İkincisi: Zamanla mukayyed olan cism-i maddî gılafından sıyrılıp, tecerrüdle ruhen yükselip, dün geceki Leyle-i Kadr’i öbür gün Leyle-i Îd ile beraber bugünkü gibi hazır görmektir. Çünki ruh zamanla mukayyed değil. Hissiyat-ı insaniye ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişlenir. Başkalarına nisbeten mazi ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hazır hükmündedir.”[138]

“Şu mu’cize-i taamiye ve mu’cize-i mâiye ise, mu’cizeden ziyade bir keramettir, belki kerametten ziyade bir ikramdır, belki ikramdan ziyade ihtiyaca binaen bir ziyafet-i Rahmaniyedir. Onun için çendan dava-yı nübüvvete delildir ve mu’cizedir; fakat asıl maksad: Ordu aç kalmış; bir çekirdekten bin batman hurmayı halkettiği gibi, Cenab-ı Hak hazine-i gaybdan bir sa’ taamdan, bin adama ziyafet veriyor. Hem susuz kalmış mücahid bir orduya, kumandan-ı a’zamın parmaklarından, âb-ı kevser gibi su akıttırıp içiriyor. İşte şu sır içindir ki, mu’cize-i taamiye ve mu’cize-i mâiyenin her bir misali, hanin-i ciz’ derecesine çıkmıyor. Fakat o iki mu’cizenin cinsleri ve nevileri külliyet itibariyle, hanin-i ciz’ gibi mütevatir ve kesretlidir. Hem taamın bereketini ve parmaklarından suyun akmasını herkes göremiyor, yalnız eserlerini görüyor. Direğin ağlamasını ise herkes işitiyor. Onun için fazla intişar etti.”[139]

Bazı bilinmeyen şeylerden haber vermek;ilmin kerameti,samimiyetin kerameti,hassasiyetin kerameti,ihlasın kerameti,ferasetin kerameti,Hissi kablel vuku’nun kerameti,Kur’an-ın kerameti,şeyh ve velinin kerameti,niyeti halisenin kerameti,iktisadın kerameti,sadakatin kerameti gibi hususlar sebebiyle vücuda gelebilir.

“Hicaz’da bir çocuk dünyaya gelir. Onun iki omuzu arasında hâtem gibi bir nişan var. İşte o çocuk umum insanlara imam olacak!” Sonra gizli Abdülmuttalib’i çağırmış, “O çocuğun ceddi de sensin” diye kerametkârane, bi’setten evvel haber vermiş.”[140]

“Kurdun bahsini ettiğin zaman topuzu hazırla, vur; çünki kurt geliyor.” Demek bir hiss-i kabl-el vuku’ ile, latife-i Rabbaniye icmalen o adamın gelmesini hisseder. Fakat aklın şuuru ihata etmediği için; kasden değil, ihtiyarsız olarak bahsetmeye sevkeder. Ehl-i feraset bazan keramet gibi geldiğini beyan eder. Hattâ bir zaman bende şu nevi hassasiyet fazla idi. Bu hali bir düstur içine almak istedim, fakat yakıştıramadım ve yapamadım. Fakat ehl-i salahatta ve bahusus ehl-i velayette bu hiss-i kabl-el vuku’ fazla inkişaf eder, kerametkârane âsârını gösterir.”[141]

“Dünyevî işlerimde; keramet sahibi bir şeyhin bir müridi, nasıl şeyhinden hacatına dair meded ve himmet bekliyor; ben de Kur’an-ı Hakîm’in kerametli esrarından o hacatımı beklerken, ümid etmediğim ve ummadığım bir tarzda bana çok defa hasıl oluyor.”[142]

“Evet velayetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus Lillah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde ciddî, samimî tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inayata mazhar olur.”[143]

“Ehl-i velayet, hizmet ve meşakkat ve musibet ve külfeti hoş görüyorlar, nazlanmıyorlar, şekva etmiyorlar. “Elhamdülillahi alâküllihal” diyorlar. Keşf ü keramet, ezvak u envâr verildiği vakit, bir iltifat-ı İlahî nev’inden kabul edip setrine çalışıyorlar. Fahre değil, belki şükre, ubudiyete daha ziyade giriyorlar. Çokları o ahvalin istitar ve inkıtaını istemişler, tâ ki amellerindeki ihlas zedelenmesin. Evet makbul bir insan hakkında en mühim bir ihsan-ı İlahî, ihsanını ona ihsas etmemektir; tâ niyazdan naza ve şükürden fahre girmesin.”[144]

“Kırk gün ekmek yemeyen Seyyid Ahmed-i Bedevi’nin hârikulâde halleri, imkân-ı örfî dairesindedir. Hem keramet olur, hem hârikulâde bir âdeti de olabilir. Evet Seyyid Ahmed-i Bedevi’nin (K.S.) acib ve istiğrakkârane hallerde bulunduğu, tevatür derecesinde naklediliyor. Kırk günde bir defa yemek yemesi, vaki’ olmuştur. Fakat her vakit öyle değil. Keramet nevinden bazı defa olmuştur. “[145]

“İktisaddaki bereketin keramet derecesine çıktığı…”[146]

“Bu fevkalâde enaniyetli ehl-i dünyanın enaniyet işinde o kadar hassasiyet var ki, eğer şuuren olsa idi, keramet derecesinde veyahud büyük bir deha derecesinde bir muamele olurdu.”[147]

En büyük keramet ve ikramı ilahi imana mazhariyet,ibadete nailiyettir.

“İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî diyor ki: “Bir küçük mes’ele-i imaniyenin inkişafı, benim nazarımda yüzler ezvak ve kerametlere müreccahtır.”[148]

“Ey beşer! Yüksek ve alçak bütün ecramı sizin istifadenize tahsis etmekle sizlere bu kadar i’zaz ve ikramlarda bulunan Cenab-ı Hakk’a ibadet ediniz! Ve sizlere yaptığı keramete karşı liyakatınızı izhar ediniz.”[149]

“İnsanın eti, hürmet ve keramet için; zehir, zarar için; lâşe eti, necaset için haram olmuşlardır.”[150]

“İnsan bu keramete, bu şerefe nâil olduğu halde, kendisini başıboş ve gayr-ı mes’ul zannetmesin.”[151]

“Keramet ile istidrac manen birbirine mübayindir. Zira keramet, mu’cize gibi Allah’ın fiilidir. Ve o keramet sahibi de kerametin Allah’tan olduğunu bilir ve Allah’ın kendisine hâmi ve rakib olduğunu da bilir. Tevekkül ü yakîni de fazlalaşır. Lâkin bazan Allah’ın izniyle kerametlerine şuuru olur, bazan olmaz. Evlâ ve eslemi de bu kısımdır.

İstidrac ise, gaflet içinde iken eşya-yı gaybiyenin inkişafından ve garib fiilleri izhar etmekten ibarettir. Fakat bu istidrac sahibi, nefsine istinad ve iktidarına isnad etmekle enaniyeti, gururu öyle fazlalaşır ki- Karun:”Bu varlık bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi.”[152]-okumaya başlar. Lâkin o inkişaf, tasfiye-i nefs ve tenevvür-ü kalb neticesi olduğu takdirde, ehl-i istidrac ile ehl-i keramet arasında tabaka-i ûlâda fark yoktur. Tam manasıyla fenaya mazhar olanlar ise, onlara da Allah’ın izniyle eşya-yı gaybiye inkişaf eder. Ve onlar da, o eşyayı fena fillah olan havaslarıyla görürler. Bunun istidracdan farkı pek zahirdir. Zira zahire çıkan bâtınlarının nuraniyeti, müraîlerin zulümatıyla iltibas olmaz.”[153]

“Süleyman, benim her hususî işimi ve kitabetimi kemal-i şevk ile minnet etmeyerek, mukabilinde birşey kabul etmeyerek, kemal-i sadakatla yapmış. Hattâ o derece hizmeti safî ve hâlis, lillah için yapıyordu; belki yüz defadan ziyade arzu ettiğim dakikada, ümid edilmediği bir tarzda geliyor; fesübhanallah diyordum “Benim arzu-yu kalbimi, bu işitiyor mu?” Anladım ki o istihdam olunuyor, sadakatının kerametidir. Hattâ hizmetimde bulunduğu bir gün, bir yaşındaki kız çocuğuna bakılmamış. Yüksek bir damdan, taş üstüne çocuk düştü. O hizmet sadakatının bir ikram-ı İlahî olarak, o çocuk hiçbir teessür ve hastalık görmediği gibi; sütten, memeden bile kesilmedi. Her ne ise, bu tarz sadakatının lem’alarını çok gördüm.”[154]

“Bu Re’fet’in bir keramet-i ferasetidir.”[155]

“İhlasın ve sadakatın dahi velayet gibi kerameti var. Belki bazan daha fevkindedir.”[156]

“Çok şahs-ı denî, nur ile hem buldu keramet…”[157]

“Keramet, mu’cize gibi Cenâb-ı Hakkın fiilidir, hediyesidir, ihsanıdır ve ikramıdır; beşerin fiili değildir. O keramete mazhar olan zât ise, bâzan biliyor, bâzan bilmiyor -vukuundan sonra bilir-. Keramete mazhariyetini kablelvuku’ bilen ve ikram-ı İlâhîye ihtiyarıyla tevfik-ı hareket eden kısım, eğer enaniyetten bütün bütün tecerrüd etmiş ise ve Hazret-i Gavs gibi kudsiyet kesbetmiş ise, Cenâb-ı Hakkın izniyle, o kerametin her tarafını bilerek kendisi sahip çıkar, bilir ve bildirir. Fakat bununla beraber, mâdem o keramet ikramdır; bütün tafsilâtiyle keramet sahibine de meşhud olmak lâzım değildir. Bu sırra binaen; Hazret-i Şeyh; i’lâm-ı Rabbanî ve izn-i İlâhî ile bu asrı görmüş ve hizmet-i Kur’aniyenin etrafında bizleri müşahede edip nazar-ı şefkatiyle bakmış. O beş satır, sırf bir keramet ve intak-ı bilhak ve bir ikram-ı İlâhî ve veraset-i Nebeviye itibariyle zuhur ettiğinden, mu’cizevârî, kudret-i beşer fevkınde bir şekil almış. Sun’î, irade-i şeyh ile olduğu değildir. Çünki intakdır. Ruh-u kudsîsi hissetmiş, görmüş. İrade ve ihtiyar yetişemiyor. Akıl ise ruhun harekâtını ihâta edemez. Lisan, ne kadar aklın dekaik-ı tasavvuratının tercümesinde âciz ise, ihtiyar dahi ruhun dekaik-ı harekâtının derkinde o derece âcizdir.”[158]

“Hazret-i Gavs, o derece yüksek bir mertebeye mâlik ve o derece hârika bir keramete mazhardır ki, kâfirlerin bir kısmı demiş: “Biz İslâmiyeti kabûl edemiyoruz; fakat Abdülkadir-i Geylânî’yi de inkâr edemiyoruz.”Hem evliyayı inkâr eden Vahhâbînin müfrit kısmı dahi Hazret-i Şeyhi inkâr edemiyorlar. Evliya, onun derece-i celâletine yetişmediği bütün ehl-i tarikatca teslim edilmiştir.”[159]

“Keramet ise mu’cize gibi Cenâb-ı Hak tarafındandır, intak-ı bilhak nev’indendir…”[160]

“Bir mutasarrıfın pençe-i kahriyle, elleri bağlı, muhafız nezaretinde Bitlise nefyedildi. Jandarmalarla yolda giderken namaz vakti gelir. Namaz kılmak için, kayıdların açılmasını jandarmalara ihtar eder. Jandarmalar kabul etmeyince, demir kayıdları bir mendil gibi açarak önlerine atar, jandarmalar, bu hali keramet addedip hayretler içinde kalırlar. Teslimiyetle, rica ve istirham ile:

– Biz şimdiye kadar muhafızınız idik, bundan sonra hizmetçiniziz! derler.

“Bir gün Bediüzzamana soruldu:

– Kaydı nasıl açtın?

Dedi:

Ben de bilmem. Fakat, olsa olsa namazın kerametidir.”[161]

“Şeyhin kerameti şeyhten rivayet; lâkin tahdis-i nimet dahi bir şükürdür.”[162]

VELİ :

“Bütün münevver kalblerin kutubları olan veliler..”[163]

“Kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli …”[164]

“Bir hacı, ne kadar ami de olsa, kat’-ı meratib etmiş bir veli gibi umum aktar-ı arzın Rabb-ı Azîmi ünvanıyla Rabbine müteveccihtir. Bir ubudiyet-i külliye ile müşerreftir.”[165]

“Bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi, kendi ağacını tavsif eder. Fark yalnız icmal ve tafsil ile olduğu gibi; senin ve benim gibi bir âminin -velev hissetmezse- namazı, büyük bir velinin namazı gibi şu nurdan bir hissesi var…”[166]

“Cenab-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe ve meydan-ı imtihanda çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakla çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ: Leyle-i Kadri, umum ramazanda; saat-ı icabe-i duayı, Cum’a gününde; makbul velisini, insanlar içinde; eceli, ömür içinde ve kıyametin vaktini, ömr-ü dünya içinde saklamış.”[167]

“En büyük veliler sahabe derecesine çıkamıyorlar. Hattâ Celaleddin-i Süyutî gibi, uyanık iken çok defa sohbet-i Nebeviyeye mazhar olan veliler, Resul-i Ekrem (A.S.M.) ile yakazaten görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar, yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki Sahabelerin sohbeti, Nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) nuruyla, yani Nebi olarak onunla sohbet ediyorlar. Evliyalar ise, vefat-ı Nebevîden sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı görmeleri, velayet-i Ahmediye (A.S.M.) nuruyla sohbettir. Demek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın onların nazarlarına temessül ve tezahür etmesi, velayet-i Ahmediye (A.S.M.) cihetindedir; nübüvvet itibariyle değil.”[168]

“Velayet-i kübra olan veraset-i nübüvvet ve sıddıkıyet ki, sahabelerin velayetidir; bir veli kazansa, yine saff-ı evvel olan sahabelerin makamına yetişmez. “[169]

“Bazı veliyy-i kâmil olan padişahlar; çok dairelerde, bazı eşhas suretinde icraatını yaptığı rivayet edilir.”[170]

“Her zîkalb ve kâmil veli, seyr ü sülûk ile, arştan ve daire-i esma ve sıfâttan kırk günde geçebilir. Hattâ Şeyh-i Geylanî, İmam-ı Rabbanî gibi bazı zâtların ihbarat-ı sadıkaları ile; bir dakikada arşa kadar uruc-u ruhanîleri oluyor.

Velilerin ebdalı, çok yerlerde bir anda zuhur eder, görünür.”[171]

“Said Nursî, Kur’an ve imana hizmet mesleğini ihtiyar edip, hiçbir maddî ve manevî menfaat, salahat ve velilik gibi manevî makamları maksad ve gaye etmeden, sırf Cenab-ı Hakk’ın rızası için hizmet yapmıştır.”[172]

“Makamat-ı velayette bir makam vardır ki, “Makam-ı Hızır” tabir edilir. O makama gelen bir veli, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bazan o makam sahibi yanlış olarak, ayn-ı Hızır telakki olunur.”[173]

“Bizde “Seyda” lakabıyla meşhur bir veliyy-i azîm, sekeratta iken, ervah-ı evliyanın kabzına müekkel Melek-ül Mevt gelmiş. Seyda bağırarak demiş ki: “Ben talebe-i ulûmu çok sevdiğim için, talebe-i ulûmun kabz-ı ervahına müekkel mahsus taife ruhumu kabzetsin!” diye dergâh-ı İlâhiyeye rica etmiş. Yanında oturanlar bu vak’aya şahid olmuşlar.”[174]

“Evet velayetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus Lillah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde ciddî, samimî tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inayata mazhar olur.”[175]

“Velilerin himmetleri, imdadları, manevî fiilleriyle feyiz vermeleri hâlî veya fiilî bir duadır. Hâdi, Mugis, Muin ancak Allah’tır. Fakat insanda öyle bir latife, öyle bir halet vardır ki, o latife lisanıyla her ne sual edilirse, -velev ki fâsık da olsun- Cenab-ı Hak o latifeye hürmeten o matlubu yerine getirir. O latife pek uzaktan bana göründü ise de, teşhis edemedim.”[176]

“Eski zamandan beri ekser yerlerde medrese taifesi, tekyeler taifesine serfüru’ etmiş; yani inkıyad gösterip onlara velayet semereleri için müracaat etmişler. Onların dükkânlarında ezvak-ı imaniyeyi ve envâr-ı hakikatı aramışlar. Hattâ medresenin büyük bir âlimi, tekyenin küçük bir veli şeyhinin elini öper, tâbi’ olurdu. O âb-ı hayat çeşmesini tekyede aramışlar. Halbuki medrese içinde daha kısa bir yol hakikatın envârına gittiğini ve ulûm-u imaniyede daha sâfi ve daha hâlis bir âb-ı hayat çeşmesi bulunduğunu ve amel ve ubudiyet ve tarîkattan daha yüksek ve daha tatlı ve daha kuvvetli bir tarîk-ı velayet; ilimde, hakaik-i imaniyede ve Ehl-i Sünnet’in ilm-i Kelâmında bulunmasını, Risale-i Nur Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın mu’cize-i maneviyesiyle açmış göstermiş, meydandadır.”[177]

“Böyle kaza ile vefat eden şehid hükmünde olduğu gibi, şehid de veli hükmünde olmasından altı arkadaşıma acımadım.”[178]

“Sual : Gavs-ı A’zam gibi büyük veliler, bâzı evkatta, mâzi ve müstakbeli hazır gibi müşahede ederler. Neden mâziye ait cihette sarahat suretinde haber veriyorlar da istikbalden hafî remizlerle, gizli işaretlerle bahsediyorlar?

Elcevap :”De ki:”Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilemez.”[179]âyetiyle,

“(Bilinmeyenleri) Gaybı O bilir,kendi sırlarını da kimseye açıklamaz.Ancak bir peygamber olarak seçtiği müstesnadır.”[180] âyeti ifade ettikleri kudsî yasağa karşı ubudiyetkârane bir hüsn-ü edeb takınmak için, tasrihden işaret mesleğine girmişler. Tâ ki işaretler ile, remz ile anlaşılsın ki, ihtiyarsız niyetsiz bir surette talim-i İlâhî ile olmuştur. Çünki istikbâlî olan gaybiyat, niyet ve ihtiyar ile verilmediği gibi; niyet ile de müdahale etmek, o yasağa karşı adem-i itâati işmam ediyor.”[181]

“İki veli, iki ehl-i hakikat, birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zâhir-i şeriata muhalif ve hatâ bir ictihad ile hareket edilmiş ola.”[182]

“S- Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız. Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz?

C- Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni; tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir! Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihdir, siz de büyük tanımayınız!”[183]

“Türk Milleti asırlardanberi İslâmiyete hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez; siz de çekmeyiniz; teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir!”[184]

“S- Veli olan şeyhin, müddeî olan müteşeyyih ile farkları nedir?

C- Eğer hedef-i maksadı, İslâmın ziya-yı kalb ve nur-u fikriyle ittihad ve mesleği muhabbet ve şiarı terk-i iltizam-ı nefs ve meşrebi mahviyet ve tarîkatı hamiyet-i İslâmiye olsa kabildir ki, bir mürşid ve hakikî şeyh olsun. Lâkin eğer mesleği tenkis-i gayr ile meziyetini izhar ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin ve inşikak-ı asâyı istilzam eden hiss-i taraftarlık ve meyelan-ı gıybeti intac eden kendine muhabbeti, başkalarına olan husumete mütevakkıf gösterilse; o bir müteşeyyih-i müteevviğdir, bir zi’b-i mütegannimdir. Din ile, dünyanın saydına gider. Ya bir lezzet-i menhuse veya bir içtihad-ı hata onu aldatmış, o da kendisini iyi zannedip büyük meşayihe ve zevat-ı mübarekeye sû’-i zan yolunu açmıştır!”[185]

“Şüheda cem’iyetindenim. Tek bir veliyi inkâr veya istihfaf etmek, meş’umdur. Öyle ise, iki milyon evliyaullah olan şühedayı inkâr etmek ve kanlarını heder saymak, meş’umların en meş’umudur.”[186]

EVLİYA

“Mehasin-i rububiyetin dellâlları olan enbiya ve evliyaya kulak ver. Nasıl müttefikan Sâni’-i Zülcelal’in kusursuz kemalâtını, hârika san’atlarının teşhiriyle gösteriyorlar, beyan ediyorlar, enzar-ı dikkati celbediyorlar.”[187]

“Birinci Sır: “Evliya niçin usûl-i imaniyede ittifak ettikleri halde, meşhudatlarında, keşfiyatlarında çok tehalüf ediyorlar. Şuhud derecesinde olan keşifleri bazan hilaf-ı vaki’ ve muhalif-i hak çıkıyor? Hem niçin ehl-i fikir ve nazar, herbiri kat’î bürhan ile hak telakki ettikleri efkârlarında, birbirine mütenakız bir surette hakikatı görüyorlar ve gösteriyorlar. Bir hakikat niçin çok renklere giriyor?”

Evet çünki hakikatta hakikî kemal-i etem öyledir. İşte şu esrarın hikmeti şudur ki: İnsan çendan bütün esmaya mazhar ve bütün kemalâta müstaiddir. Lâkin iktidarı cüz’î, ihtiyarı cüz’î, istidadı muhtelif, arzuları mütefavit olduğu halde binler perdeler, berzahlar içinde hakikatı taharri eder. Onun için hakikatın keşfinde ve hakkın şuhudunda berzahlar ortaya düşüyor. Bazılar berzahtan geçemiyorlar. Kabiliyetler başka başka oluyor. Bazıların kabiliyeti, bazı erkân-ı imaniyenin inkişafına menşe’ olamıyor. Hem esmanın cilvelerinin renkleri mazhara göre tenevvü ediyor, ayrı ayrı oluyor. Bazı mazhar olan zât, bir ismin tam cilvesine medar olamıyor. Hem külliyet ve cüz’iyet ve zılliyet ve asliyet itibariyle cilve-i esma, başka başka suret alıyor. Bazı istidad, cüz’iyetten geçemiyor ve gölgeden çıkamıyor. Ve istidada göre bazan bir isim galib oluyor, yalnız kendi hükmünü icra ediyor. O istidadda onun hükmü hükümran oluyor.”[188]

Hem enbiya ve evliyayı sevmek, Cenab-ı Hakk’ın makbul ibadı olmak cihetiyle, Cenab-ı Hakk’ın namına ve hesabınadır ve o nokta-i nazardan ona aittir.”[189]

“Diyorsun: Benim taamlara, nefsime, refikama, vâlideynime, evlâdıma, ahbabıma, evliyaya, enbiyaya, güzel şeylere, bahara, dünyaya müteallik ayrı ayrı muhtelif muhabbetlerimin (Kur’anın emrettiği tarzda olsa) neticeleri, faideleri nedir?

Bütün neticeleri beyan etmek için büyük bir kitab yazmak lâzımgelir. Şimdilik yalnız icmalen bir iki neticeye işaret edilecek. Evvelâ, dünyadaki muaccel neticeleri beyan edilecek. Sonra âhirette tezahür eden neticeleri zikredilecek. Şöyle ki:

Sâbıkan beyan edildiği gibi; ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzında ve nefis hesabına olan muhabbetlerin; dünyada belaları, elemleri, meşakkatleri çoktur. Safaları, lezzetleri, rahatları azdır. Meselâ: Şefkat, acz yüzünden elemli bir musibet olur. Muhabbet, firak yüzünden belalı bir hirkat olur. Lezzet, zeval yüzünden zehirli bir şerbet olur. Âhirette ise; Cenab-ı Hakk’ın hesabına olmadıkları için, ya faidesizdir veya azabdır. (Eğer harama girmiş ise.)”[190]

“Sual: Enbiya ve evliyaya muhabbet, nasıl faidesiz kalır?

Elcevab: Ehl-i Teslis’in İsa Aleyhisselâm’a ve Râfızîlerin Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’a muhabbetleri faidesiz kaldığı gibi.

Eğer o muhabbetler, Kur’anın irşad ettiği tarzda ve Cenab-ı Hakk’ın hesabına ve muhabbet-i Rahman namına olsalar, o zaman hem dünyada, hem âhirette güzel neticeleri var.

Enbiya ve evliyaya muhabbetin ise: Ehl-i gaflete karanlıklı bir vahşetgâh görünen âlem-i berzah, o nuranîlerin vücudlarıyla tenevvür etmiş menzilgâhları suretinde sana göründüğü için o âleme gitmeğe tevahhuş, tedehhüş değil; belki bilakis temayül ve iştiyak hissini verir; hayat-ı dünyeviyenin lezzetini kaçırmaz. Yoksa onların muhabbeti, ehl-i medeniyetin meşahir-i insaniyeye muhabbeti nev’inden olsa, o kâmil insanların fena ve zevallerini ve mazi denilen mezar-ı ekberinde çürümelerini düşünmekle, elemli hayatına bir keder daha ilâve eder. Yani “Öyle kâmilleri çürüten bir mezara, ben de gideceğim” diye düşünür; mezaristana endişeli bir nazarla bakar. “Ah!” çeker. Evvelki nazarda ise: Cisim libasını mazide bırakıp, kendileri istikbal salonu olan berzah âleminde kemal-i rahatla ikametlerini düşünür, mezaristana ünsiyetkârane bakar.”[191]

“Enbiya ve evliyaya Kur’anın tarif ettiği tarzda muhabbetin neticesi: O enbiya ve evliyanın şefaatlarından berzahta, haşirde istifade etmekle beraber; gayet ulvî ve onlara lâyık makam ve füyuzattan o muhabbet vasıtasıyla istifaza etmektir.”[192]

“Maatteessüf birinci kısım, hususan ülema-i ehl-i zahir, meslek-i Ehl-i Sünneti muhafaza niyetiyle, çok mühim evliyayı inkâr, hattâ tadlil etmeye mecbur olmuşlar. İkinci kısım olan tarafdarları ise, o çeşit şeyhlere ziyade hüsn-ü zan ettikleri için, hak mesleğini bırakıp, bid’ate hattâ dalalete girdikleri olmuş.”[193]

“Hem şu hakikata bina edilen beyn-el evliya kesretle vuku bulmuş olan “bast-ı zaman” hâdiseleridir. Bazı evliya bir dakikada, bir günlük işi görmüş. Bazıları bir saatte, bir sene vazifesini yapmış. Bazıları bir dakikada, bir hatme-i Kur’aniyeyi okumuş olduklarını rivayet edip ihbar ediyorlar. Böyle ehl-i hak ve sıdk, bilerek kizbe elbette tenezzül etmezler.”[194]

“Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm, gerçi Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a yetişmiyor. Fakat onun âli, enbiyadırlar. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın âli, evliyadırlar. Evliya ise, enbiyaya yetişemezler.”[195]

“Üçyüzelli milyon içinde Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dan yalnız iki zâtın; yani Hasan (R.A.) ve Hüseyin’in (R.A.) neslinden gelen evliya, -ekser-i mutlak- hakikat mesleklerinin ve tarîkatlarının pîrleri ve mürşidleri onlar olmaları”[196]

“Gavs-ı A’zam gibi, memattan sonra hayat-ı Hızıriyeye yakın bir nevi hayata mazhar olan evliyalar vardır. Gavs’ın hususî ism-i a’zamı “Ya Hayy” olduğu sırrıyla, sair ehl-i kuburdan fazla hayata mazhar olduğu gibi, gayet meşhur Maruf-u Kerhî denilen bir kutb-u a’zam ve Şeyh Hayat-ül Harranî denilen bir kutb-u azîm, Hazret-i Gavs’tan sonra mematları hayatları gibidir. Beyn-el evliya meşhur olmuştur.[197]

“Evliya divanlarını ve ülemanın kitablarını çok mütalaa eden bir kısım zâtlar taraflarından soruldu: “Risale-i Nur’un verdiği zevk ve şevk ve iman ve iz’an onlardan çok kuvvetli olmasının sebebi nedir?”

Hem Risalet-in Nur, sair ülemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliya misillü yalnız kalbin keşf ü zevkiyle hareket etmiyor; belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh vesair letaifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i a’lâya uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar; hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir.”[198]

“Hazret-i Şeyhin vefatından sonra hayatta oldukları gibi tasarrufu ehl-i velâyetce kabûl edilen üç evliya-yı azîmenin en âzamı o Hazret-i Gavs-ı Geylânî’dir.”[199]

“Bir zaman meşhur bir allâmeyi harbin müteaddid cephesinde cihada gidenler görmüşler. Ona demişler… O da demiş: “Bana sevap kazandırmak ve derslerimden ehl-i îmana istifade ettirmek için, benim şeklimde bazı evliyalar, benim yerimde işler görmüşler.”[200]

VELAYET :

“Ciddî bir maksad için Muhyiddin-i Arabî gibi zâtlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velayet …”[201]

“Berzahlar tavassut eder. Âyine ve mazharların kabiliyetleri, Şems’in cilvelerine birer renk takıyor. Şu yol ise, velayet mesleğini temsil eder.”[202]

“Onikinci ve Yirmidördüncü ve Yirmibeşinci Sözlerde isbat edildiği gibi, nübüvvetin velayete nisbeti, Güneşin ayn-ı zâtıyla, âyinelerde görülen Güneşin misali gibidir. İşte daire-i nübüvvet, daire-i velayetten ne kadar yüksek ise, daire-i nübüvvetin hademeleri ve o güneşin yıldızları olan sahabeler dahi, daire-i velayetteki sulehaya o derece tefevvuku olmak lâzım geliyor. Hattâ velayet-i kübra olan veraset-i nübüvvet ve sıddıkıyet ki, sahabelerin velayetidir; bir veli kazansa, yine saff-ı evvel olan sahabelerin makamına yetişmez.”[203]

“Sahabelerin kurbiyet-i İlahiye noktasındaki makamlarına velayet ayağıyla yetişilmez. Çünki Cenab-ı Hak bize akrebdir ve herşeyden daha ziyade yakındır. Biz ise, ondan nihayetsiz uzağız. Onun kurbiyetini kazanmak iki suretle olur. Birisi: Akrebiyetin inkişafıyladır ki, nübüvvetteki kurbiyet ona bakar ve nübüvvet veraseti ve sohbeti cihetiyle sahabeler o sırra mazhardırlar. İkinci suret: Bu’diyetimiz noktasında kat’-ı meratib edip bir derece kurbiyete müşerref olmaktır ki, ekser seyr ü sülûk-ü velayet ona göre ve seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkî bu suretle cereyan ediyor. İşte birinci suret sırf vehbîdir, kesbî değil, incizabdır, cezb-i Rahmanîdir ve mahbubiyettir. Yol kısadır, fakat çok metin ve çok yüksektir ve çok hâlistir ve gölgesizdir. Diğeri; kesbîdir, uzundur, gölgelidir. Acaib hârikaları çok ise de; kıymetçe kurbiyetçe evvelkisine yetişemez. Meselâ: Nasılki dünkü güne, bugün yetişmek için iki yol var. Birincisi: Zamanın cereyanına tabi olmayarak, bir kuvvet-i kudsiye ile; fevk-az zaman çıkıp, dünü bugün gibi hazır görmektir. İkincisi: Bir sene kat’-ı mesafe edip, dönüp dolaşıp, düne gelmektir; fakat, yine dünü elde tutamıyor, onu bırakıp gidiyor. Öyle de, zahirden hakikata geçmek iki suretledir. Biri: Doğrudan doğruya hakikatın incizabına kapılıp, tarîkat berzahına girmeden, hakikatı ayn-ı zahir içinde bulmaktır. İkincisi: Çok meratibden seyr-ü sülûk suretiyle geçmektir. Ehl-i velayet, çendan fena-i nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmareyi öldürürler. Yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki sahabelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiğinden; nefsin mahiyetindeki cihazat-ı kesîre ile, ubudiyetin enva’ına ve şükür ve hamdin aksamına daha ziyade mazhardırlar. Fena-i nefisten sonra, ubudiyet-i evliya besatet peyda eder.”[204]

“Mi’rac, velayet-i Ahmediyenin (A.S.M.) bütün velayatın fevkinde bir külliyet, bir ulviyet suretinde bir tezahürüdür ki; bütün kâinatın Rabbi ismiyle, bütün mevcudatın Hâlıkı ünvanıyla Cenab-ı Hakk’ın sohbetine ve münacatına müşerrefiyettir.”[205]

“Bir mi’racî kerametle melekler, gördüler elhak ki müsellem bir nübüvvette muazzam bir velayet var.”[206]

“Hem demiş ki: “Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki, meşhur velayettir. Biri velayet-i vustâ, biri velayet-i kübradır. Velayet-i kübra ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır.”[207]

“Eğer denilse: Hazret-i Ömer’in (R.A.) minber üstünde, bir aylık mesafede bulunan Sâriye namındaki bir kumandanına – Ey Sariye,dağa dikkat et,dağa!- deyip, Sâriye’ye işittirip, sevk-ül ceyş noktasından zaferine sebebiyet veren kerametkârane kumandası ne derece keskin nazarlı olduğunu gösterdiği halde, neden yanındaki katili Firuz’u o keskin nazar-ı velayetiyle görmedi?

Elcevab: Hazret-i Yakub Aleyhisselâm’ın verdiği cevab ile cevab veririz.Yani: Hazret-i Yakub’dan sorulmuş ki: “Ne için Mısır’dan gelen gömleğinin kokusunu işittin de, yakınında bulunan Ken’an Kuyusundaki Yusuf’u görmedin?” Cevaben demiş ki: “Bizim halimiz şimşekler gibidir; bazan görünür, bazan saklanır. Bazı vakit olur ki, en yüksek mevkide oturup her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz.”[208]

“Yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i velayetin ihatasız keşfiyatı, veraset-i nübüvvet ehli olan asfiya ve muhakkikînin şuhuda değil, Kur’ana ve vahye, gaybî fakat safi, ihatalı, doğru hakaik-i imaniyelerine dair ahkâmlarına yetişmez. Demek bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşahedatın mizanı: Kitab ve Sünnettir. Ve mehenkleri, Kitab ve Sünnetin desatir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikînin kavanin-i hadsiyeleridir.”[209]

“Cadde-i Kübra, elbette velayet-i kübra sahibleri olan sahabe ve asfiya ve tâbiîn ve eimme-i Ehl-i Beyt ve eimme-i müçtehidînin caddesidir ki, doğrudan doğruya Kur’anın birinci tabaka şakirdleridir.”[210]

“Hakaik-i imaniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan eden ve esrar-ı Kur’aniyeden tereşşuh eden Sözler, velayetten matlub olan neticeleri verebilirler.”[211]

“Velayet, bir hüccet-i risalettir; tarîkat, bir bürhan-ı şeriattır. Çünki risaletin tebliğ ettiği hakaik-i imaniyeyi, velayet bir nevi şuhud-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakîn derecesinde görür, tasdik eder.”[212]

“Meslek-i velayet çok kolay olmakla beraber çok müşkilâtlıdır, çok kısa olmakla beraber çok uzundur, çok kıymetdar olmakla beraber çok hatarlıdır, çok geniş olmakla beraber çok dardır.”[213]

“Mazhariyet-i esmadan ibaret olan meratib-i velayet dahi öyle mütefavittir.”[214]

“Velayet yolları içinde en güzeli, en müstakimi, en parlağı, en zengini; Sünnet-i Seniyeye ittiba’dır. Yani: A’mal ve harekâtında Sünnet-i Seniyeyi düşünüp ona tabi olmak ve taklid etmek ve muamelât ve ef’alinde ahkâm-ı şer’iyeyi düşünüp rehber ittihaz etmektir.”[215]

“Cadde-i kübra, velayet-i kübra olan ehl-i veraset-i nübüvvet olan sahabe ve selef-i sâlihînin caddesidir.”[216]

“Velayet yollarının ve tarîkat şubelerinin en mühim esası, ihlastır. Çünki ihlas ile hafî şirklerden halas olur. İhlası kazanmayan, o yollarda gezemez. Ve o yolların en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet muhabbet, mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemaline delalet eden zaîf emareleri, kavî hüccetler hükmünde görür. Daima mahbubuna tarafdardır.”[217]

“Hodgâm, aceleci bir kısım ehl-i sülûk; âhirette alınacak ve koparılacak velayet meyvelerini, dünyada yemesini ister ve sülûkunda onları istemekle vartaya düşer.”[218]

“Nübüvvet, sıfat-ı rububiyete nâzır ve mazhar olduğundan, umumî bir câmiiyete mâliktir. Velayet ise, hususî ve cüz’îdir.”[219]

“Velayet sahibi, avamın itikad ettiği şeyleri gözle müşahede ediyor.”[220]

“Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm değildir. Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.”[221]

ŞEYH :

“Eğer derseniz: Şeyhler bazan işimize karışıyorlar. Sana da bazan şeyh derler.

Ben de derim: Hey efendiler! Ben şeyh değilim, ben hocayım. Buna delil: Dört senedir buradayım; bir tek adama tarîkat verseydim, şübheye hakkınız olurdu. Belki yanıma gelen herkese demişim: İman lâzım, İslâmiyet lâzım; tarîkat zamanı değil.”[222]

“Ehl-i tasavvufun mabeyninde “fena fi-ş şeyh, fena fi-r resul” ıstılahatı var. Ben sofi değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte “fena fi-l ihvan” suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna “tefani” denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani: Kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.”[223]

“Evet eğer mesleğimiz şeyhlik olsa idi, makam bir olurdu veyahut mahdud makamlar bulunurdu. O makama müteaddid istidadlar namzed olurdu. Gıbtakârane bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir. Gıbtakârane müzahameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur; hizmetini tekmil eder. Pederane, mürşidane mesleklerdeki gıbtakârane hırs-ı sevab ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil: Ehl-i tarîkatın o kadar mühim ve azîm kemalâtları ve menfaatleri içindeki ihtilafatın ve rekabetin verdiği vahim neticelerdir ki; onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid’a rüzgârlarına karşı dayanamıyor.”[224]

“Gizli düşmanlarımız bazı memurları ve bir kısım enaniyetli hocalar ve şeyhleri aleyhimize evhamlandırdılar.”[225]

“Hem belki karşımıza aldanmış veya aldatılmış bazı hocalar ve şeyhler ve zahirde müttakiler çıkartılır. Bunlara karşı vahdetimizi, tesanüdümüzü muhafaza edip onlar ile uğraşmamak lâzımdır, münakaşa etmemek gerektir.”[226]

“Eski zamanda bir şeyhin müridleri pek çok olmasından, o memleketin hükûmeti siyasetçe telaş edip onun cemaatini dağıtmak istemiş. O zât, hükûmete demiş: “Benim yalnız bir buçuk müridim var, başka yok. İsterseniz tecrübe edeceğiz.” O zât bir yerde çadır kurdu, kendi binler müridlerini oraya toplattı. O da emretti: “Ben bir imtihan yapacağım. Her kim benim müridim ise ve emri kabul etse, Cennet’e gidecek.” Çadıra birer birer çağırdı. Gizli bir koyun kesti; güya has bir müridini kesti, Cennet’e gönderdi. O kanı gören binler müridler daha hiç biri şeyhi dinlemedi, inkâra başladılar. Yalnız bir adam dedi: “Başım feda olsun.” Yanına gitti. Sonra bir kadın dahi gitti, başkalar dağıldılar. O zât hükûmet adamlarına dedi: “İşte benim bir buçuk müridim bulunduğunu gördünüz.”[227]

Bir zaman, müslim olmayan bir zât, tarîkattan hilafet almak için bir çare bulmuş ve irşada başlamış. Terbiyesindeki müridleri terakkiye başlarken, birisi keşfen mürşidlerini gayet sukutta görmüş. O zât ise ferasetiyle bildi, o müridine dedi: “İşte beni anladın.” O da dedi: “Madem senin irşadın ile bu makamı buldum, seni bundan sonra daha ziyade başımda tutacağım.” diye Cenab-ı Hakk’a yalvarmış, o bîçare şeyhini kurtarmış; birdenbire terakki edip bütün müridlerinden geçmiş, yine onlara mürşid-i hakikî kalmış. Demek bazan bir mürid, şeyhinin şeyhi oluyor. Ve asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terketmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadakatın şe’nidir.”[228]

“Üstadımız kendisi söylüyor ki: “Ben sekiz-dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî Tarikatında ve oraca meşhur Gavs-ı Hîzan namiyle bir zattan istimdad ederken, ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak “Yâ Gavs-ı Geylanî” derdim. Çocukluk itibariyle elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa, “Yâ Şeyh! Sana bir fatiha, sen benim bu şeyimi buldur.” Acibdir ve yemin ediyorum ki, bin def’a böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasiyle imdadıma yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle fâtiha ve ezkâr ne kadar okumuş isem, Zât-ı Risaletten (A.S.M.) sonra Şeyh-i Geylânî’ye hediye ediliyordu. Ben üç-dört cihetle Nakşî iken, Kadirî meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. Fakat tarikatla iştigale ilmin meşguliyeti mâni oluyordu.

Sonra bir inâyet-i İlâhiyye imdadıma yetişip gafleti dağıttığı bir zamanda Hazret-i Şeyhin “Fütuh-ül Gayb” namındaki kitabı hüsn-ü tesadüfle elime geçmiş. Yirmisekizinci Mektupta beyan edildiği gibi, Hazret-i Şeyhin himmet ve irşadiyle eski Said (R.A.) yeni Saide inkılâb etmiş. O Fütuh-ül-Gaybın tefe’ülünde en evvel şu fıkra çıktı: Yâni, “Ey bîçâre! Sen Dar-ül-Hikmet-il-İslâmiyede bir âza olmak cihetiyle güya bir hekimsin, ehl-i İslâmın mânevi hastalıklarını tedavi ediyorsun. Halbuki, en ziyade hasta sensin. Sen, evvel kendine tabib ara, şifa bul; sonra başkasının şifasına çalış.” İşte o vakit, o tefe’ül sırriyle, maddî hastalığım gibi mânevî hastalığımı da kat’iyyen

anladım. O şeyhime dedim: “Sen tabibim ol.” Elhak o tabibim oldu. Fakat pek şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. “Fütuh-ül-Gayb” kitabında “Yâ gulâm!” tâbir ettiği bir talebesine pek müdhiş ameliyat-ı cerrahiye yapıyor. Ben kendimi o gulâm yerine vaz’ettim. Fakat pek şiddetli hitab ediyordu. “Eyyüh-el-münafık ” “ey dinini dünyaya satan riyakâr” diye diye yarısını ancak okuyabildim. Sonra o risaleyi terkettim. Bir hafta bakamadım. Fakat ameliyat-ı cerrahiyenin arkasından bir lezzet geldi; iştiyak ile o mübarek eseri acı tiryak gibi veya sulfato gibi içtim. Elhamdülillâh, kabahatlerimi anladım, yaralarımı hissettim, gurur bir derece kırıldı.” Hocamızın sözü bitti.”[229]

“Avâm-ı mü’minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla îmanlarını sarsılmadan muhafaza etmek…”[230]

“S- Sen eskiden umum şeyhlere muhabbet, hattâ müteşeyyihlere de hüsn-ü zan ederdin. Neden şimdi bid’aya düşmüş bir kısım müteşeyyihlere hücum ediyorsun?

C- Bazan adavet, şiddet-i muhabbetten gelir. Evet nefsim için onları ne kadar severdim. Nefs-i İslâmiyet için bin derece daha ziyade onlara âşıktım.

Lâkin onların asl-ı esas-ı mesleği, kulûbün tenviri ve rabtı, yani fazilet-i İslâmiye üzerine sülûk.. yani hamiyet-i İslâmiye ile tahattüm.. yani İslâmiyet için hayatta zühd ve ravhı terk.. Yani ihlas için terk-i menafi’-i şahsî.. Yani tesis-i muhabbet-i umumiyeye teveccüh.. yani ittihad-ı İslâmiyeye hizmet ve irşad…”[231]

“S- Bid’alara düşen şeyhlere hücum hatardır. İçlerinde evliya bulunur.

“Bilmeden bir kavme fenalık edersiniz de,yaptığınıza pişman olursunuz.”[232]

C-Evet benim hücumum onların aleyhinde değil, lehlerindedir. Tâ ki onların suretiyle kendini gösteren bazı ehliyetsiz, onların kıymetini tenzil etmesin.”[233]

“S- Şimdiki şeyhlerden ne istersin?

C- Daima onların demdemelerinin mevzuu olan ihlası; hem de tekke denilen manevîleşmiş kışlalarda, tarîkat denilen ruhanîleşmiş askerlikte ona murabıt oldukları cihad-ı ekberi ve terk-i iltizam-ı nefsi; hem de onların şiarı olan, zühdün manası olan terk-i menafi’-i şahsiyeyi; hem de daima iddiasında bulundukları ve mizac-ı İslâmiyetin mayesi olan muhabbeti isterim. Zira onlar, bizi istihdam ederek ücretlerini almışlar. Şimdi bize hizmet etmek borçlarıdır.”[234]

“S- Veli olan şeyhin, müddeî olan müteşeyyih ile farkları nedir?

C- Eğer hedef-i maksadı, İslâmın ziya-yı kalb ve nur-u fikriyle ittihad ve mesleği muhabbet ve şiarı terk-i iltizam-ı nefs ve meşrebi mahviyet ve tarîkatı hamiyet-i İslâmiye olsa kabildir ki, bir mürşid ve hakikî şeyh olsun. Lâkin eğer mesleği tenkis-i gayr ile meziyetini izhar ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin ve inşikak-ı asâyı istilzam eden hiss-i taraftarlık ve meyelan-ı gıybeti intac eden kendine muhabbeti, başkalarına olan husumete mütevakkıf gösterilse; o bir müteşeyyih-i müteevviğdir, bir zi’b-i mütegannimdir. Din ile, dünyanın saydına gider. Ya bir lezzet-i menhuse veya bir içtihad-ı hata onu aldatmış, o da kendisini iyi zannedip büyük meşayihe ve zevat-ı mübarekeye sû’-i zan yolunu açmıştır!”[235]

“Şeyhin kerameti şeyhten rivayet; lâkin tahdis-i nimet dahi bir şükürdür.”[236]

KURBAN :

Kurban bir vesiledir.Kesilen kurban kişiye sıratta Burak olur.[237]

Bunun batıl oluşu;zamanla vesilelikten çıkıp gaye haline girmesi ile olmuştur.Nitekim islamdan önce,”Allah’a yaklaşmak amacıyla sanemlere kurbanlar kesilmesi…”gibi..[238]

“Hak yolunda,[239] Nur yolunda kurban olunması,[240] feda olunması da hakikata ulaşmak içindir.

Annenin evladını kurtarmak için kurban olması,[241] şefkatin hakikatıdır.

Kurban yapılırken,ibadete de vesile olması,[242]kurbanın hakikatıdır.

Dini akidelerin kurbanı olunması,[243] dinin kudsi hakikatındandır.

“İbadet amacıyla başkasının namına kurban kesmek…[244]caiz ve meşrudur.

“Cemaat için eşhasın kurban edilmesi,zayıf da olsa bir adalettir.[245]

Yanlış olan her şeyde ve her yerde “Özün söze kurban edilmesidir.[246].

“Çirkin hatalara kurban olunması.[247]

Kötü niyetle de kullanılabilir.“Kurban koyunu gibi kesmek için bizi beslettiriyordu.[248]

Adanan bazen bir kurbanlık hayvan bazende insan olur.“Dahi nezrim bu ki canım sana kurban olacak.”[249]

“Aşiretime kurban olayım”[250]

TAKARRUB :

Bütün bunlar yaklaşmak amaçlı olup,bzen kişilerden kaynaklanan sebeblerde yanlışda da kullanılabilir.O kişilere ait eksik bir sıfat olup,yaklaşma aracı ve işlemine ait değildir.Kusur vasıtada değil,onu yanlış kullanandadır.

“Takarrüb istifadeye vesiledir.”[251]

“İnsanlar her zaman Allah’a yaklaşmak istemişlerdir.[252]

İLHAM :

Veli zatlar kalb telefonuyla Cenâb-ı hak ile manevi irtibat kurmuş,ilhama mahzar şahsiyetlerdir.İİlham farklı şekillerde tezahür eder.

“Ve telefon ise, ma’kes-i vahy ve mazhar-ı ilham olan kalbden uzanan bir nisbet-i Rabbaniyedir ki, kalb o telefonun başıdır ve kulağı hükmündedir.”[253]

“Amma sair kelimat-ı İlahiye ise: Bir kısmı, has bir itibar ile ve cüz’î bir ünvan ve hususî bir ismin cüz’î tecellisi ile ve has bir rububiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususî bir rahmet ile zahir olan kelâmdır. Hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri muhteliftir. Ekser ilhamat bu kısımdandır. Fakat derecatı çok mütefavittir. Meselâ en cüz’îsi ve basiti, hayvanatın ilhamatıdır. Sonra, avam-ı nâsın ilhamatıdır. Sonra, avam-ı melaikenin ilhamatıdır. Sonra, evliya ilhamatıdır. Sonra, melaike-i izam ilhamatıdır. İşte şu sırdandır ki: Kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der:Yani: “Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.” Demiyor: “Rabb-ül Âlemîn’den haber veriyor.” Hem der: “Kalbim, Rabbimin âyinesidir, arşıdır.” Demiyor: “Rabb-ül Âlemîn’in arşıdır.” Çünki kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicabların nisbet-i ref’i derecesinde mazhar-ı hitab olabilir.”[254]

“Enbiyaya gelen vahyin ekseri melek vasıtasıyla olduğunu ve ilhamın ekseri vasıtasız olduğu…”[255]

“Şu sure (Zilzal suresi) kat’iyyen ifade ediyor ki: Küre-i Arz, hareket ve zelzelesinde vahy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor. Bazan da titriyor.”[256]

“Kalb etrafındaki ilhamat ve vesveselerin mübarezelerinden tut, tâ sema âfâkında melaike ve şeytanların mübarezesine kadar o kanunun şümulünü iktiza eder.”[257]

“Bal arısı ve ipek böceğini istihdam edip ilham-ı İlahî ile azîm bir istifade yolunu açar…”[258]

“Şeytan ile melek-i ilham, kalb taraflarında mücaveretleri var “[259]

“İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur.”[260]

“Şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyat-ı beşeriye ve kemalât-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belki ona onun za’fı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş.”[261]

Medeniyet harikaları ilham ile insanlara bildirilmiştir.

“Bazı ehl-i keşif ve ehl-i velayet olan muhaddisîn-i muhaddesûn ilhamlarıyla gelen bazı maânî, hadîs telakki edilmiş. Halbuki ilham-ı evliya -bazı arızalarla- hata olabilir. İşte bu neviden bir kısım hilaf-ı hakikat çıkabilir.”[262]

İlhamda bir kemal ve yükseklik vardır.

“İhtiyar sahibi olanların içinde, arı emsali gibi vahy ve ilham ile tenevvür edenlerin amelleri, cüz’-i ihtiyarîsine itimad edenlerin amellerinden daha mükemmeldir.”[263]

Melek ve beşer ve hayvanatın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibariyle çok muhteliftir.”[264]

“Şahs-ı Âdem’e talim-i esma ünvanıyla nev-i benî-Âdeme ilham olunan bütün ulûm ve fünunun talimini ifade eder…”[265]

Hidayette de ilham vardır.“Evet envâr-ı hidayeti ilham eden…”[266]

“Bütün ehl-i edyan “melek-ül cibal, melek-ül bihar, melek-ül emtar” gibi her nev’e göre birer melek-i müekkel, vahyin ilhamı ve irşadı ile bulunduğunu kabul ederek o namlarla tesmiye ediyorlar.”[267]

“ilham-ı Rabbanî ile gaibden haber veren bu ârifler…”[268]

“Bir zaman ben, bu hiss-i kabl-el vukuu, zahirî ve bâtınî meşhur duygulara ilâve olarak, insanda ve hayvanda “saika” ve “şaika” namıyla aynı “sâmia” ve “bâsıra” gibi iki hiss-i âheri ilmen bulmuştum. Ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meşhur hislere; -hata ederek- ahmakçasına “sevk-i tabiî” diyorlar. Hâşâ sevk-i tabiî değil, belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak insan ve hayvanı kader-i İlahî sevkediyor. Meselâ: Kedi gibi bazı hayvan; gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.”[269]

“Hem rûy-i zeminin sıhhiye memurları hükmünde ve bedevi hayvanatın cenazelerini kaldırmakla muvazzaf kartal gibi âkilüllahm kuşlara bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderî ile ve o hiss-i kabl-el vuku ilhamıyla ve o saika-i İlahî ile bildirilir ve bulurlar.”[270]

“Hem yeni dünyaya gelmiş bir arı yavrusu; yaşı bir gün iken, havada bir günlük mesafeye gider, havada izini kaybetmeyerek, o sevk-i kaderî ile ve o saika ilhamıyla döner, yuvasına girer. Hattâ herkesin başında çok defa tekerrür ediyor ki, birisinden bahsediyorken, âni kapı açılarak tahminin fevkınde aynı adam gelir.”[271]

“Kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz’î manaları “Kelâmullah” tahayyül edip, âyet tabir etmeleridir. Ve onunla, vahyin mertebe-i ulya-yı akdesine bir hürmetsizlik gelir. Evet bal arısının ve hayvanatın ilhamatından tut, tâ avam-ı nâsın ve havass-ı beşeriyenin ilhamatına kadar ve avam-ı melaikenin ilhamatından, tâ havass-ı kerrûbiyyunun ilhamatına kadar bütün ilhamat, bir nevi kelimat-ı Rabbaniyedir. Fakat mazharların ve makamların kabiliyetine göre kelâm-ı Rabbanî; yetmiş bin perdede telemmu’ eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbanîdir.”[272]

“Amma vahiy ve kelâmullahın ism-i hassı ve onun en bahir misal-i müşahhası olan Kur’anın necimlerine ism-i has olan “âyet” namı öyle ilhamata verilmesi, hata-yı mahzdır.”[273]

“Sadık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbaniyedir, fakat iki fark vardır:

Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melaike vasıtasıyla ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır.

İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melaike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşit hem pekçok enva’larıyla denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbaniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.”[274]

“Evet herkes bizzât gaybı bilmez. Fakat i’lam ve ilham-ı İlahî ile bilinebilir ki, bütün mu’cizat ve keramat ona dayanır.”[275]

“Risale-i Nur vahiy değil, ilham ve istihracdır.”[276]

“Evet şu terakkiyat-ı hazıra tamamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden hasıl olan ilhamlar üzerine vücuda gelmişlerdir.”[277]

“Tecrübeler sayesinde ve telahuk-u efkâr ile husule gelen terakkiyat-ı tıbbiye, Hazret-i İsa’nın (A.S.) mu’cizesinin ilhamatındandır.”[278]

“Takdis ederiz o zâtı ki, bu sineğe nezafeti ilhamen öğretir, bana da üstad yapar. Ben de onun ile nefsimi ikna ve ilzam ederim.”[279]

“Doğrudan doğruya Kur’andan alıp ilhamı,

Asrın idrâkine söyletmeliyiz islamı.”[280]

MÜLHEM :

“Ekalliyet teşkil eden muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar…”[281]

Risale-i Nurlar,“Doğrudan doğruya Kur’anın feyzinden mülhemdir.”[282]

28-05-2003

Mehmet ÖZÇELİK

[1] Al-i İmran-123-126.

[2] Al-i İmran-151.

[3] Al-i İmran-123-126.

[4] Âl-i İmran.13.Bak.Enfal.9-13,17-18,42-44,48,50.

[5] Maide.35.

[6] Mâide.36.

[7] Karanlıktan Aydınlığa.Şaban Kalaycı.sh.127.

[8] Feyizlerden Damlalar.Derleyen.Musa Özdağ.sh.77.

[9] Age.109.

[10] Bakara.48,123,254-255,Yunus.3,Hud.105,Meryem.85-87,Taha.109-110,Enbiya.28,Sebe’.23,Zümer.43-44,Mü’min.18,Zuhruf.86,Necm.26,Müddessir.48,Nebe’.38.

[11] Yunus.2,İsra.79,Mü’minun.118.

[12] Enbiya.28,Sebe’.23,Necm.26,Mü’minler,Duhan.41-42.

[13] Nisa.85.

[14] Âl-i İmran.194,Şuara.87-89.

[15] En’am, 59.

[16] Neml,63.

[17] Cin,26-27.

[18] En’âm,50.

[19] Yunus.62-63.

[20] Yunus.64.

[21] Şeyh Şirazî «Gülşen-i Raz»

[22] Rehber Ans.

[23] A’raf.138.

[24] İrtidat ve Mürtedin Hükmü.A.Heysemi.Çeviren.H.Müftüoğlu.sh.78-92,Bak.Nisa.171, Zümer.3, Yunus.18,İsra.56-57,Nahl.36,Enbiya.25,Bakara.255,Sebe’.22-23,İbrahim.35-36.

[25] Beyine.8.

[26] Şualar.257.

[27] Son.Şahidler.Mehmet.Feyzi Pamukçu.2/126.

[28] Son.Şahidler.2/265.

[29] Son Şahitler.2/320.

[30] Son Şahitler.2/362.

[31] Sözler.10-11.

[32] Sözler.14.

[33] Sözler.15.

[34] Sözler.24.

[35] Sözler.70,237,239.

[36] Sözler.231.

[37] Sözler.270.

[38] Sözler.278.

[39] Sözler.317,318.

[40] Sözler.611.

[41] Sözler.725.

[42] Sözler.777.

[43] Mektubat.30,79.

[44] Mektubat.79.

[45] Mektubat.80.

[46] Mektubat.107.

[47] Mektubat.143.

[48] Mektubat.144.

[49] Mektubat.199,201,304.

[50] Mektubat.226.

[51] Mektubat.250.

[52] Mektubat.260.

[53] Mektubat.261.

[54] Mektubat.270.

[55] Mektubat.271.

[56] Mektubat.418.

[57] Mektubat.444.

[58] Mektubat.450.

[59] Mektubat.451.

[60] Mektubat.452.

[61] Mektubat.485.

[62] Lemalar.5.

[63] Lemalar.58.

[64] Lemalar.105.Haşiye.1.

[65] Lemalar.111.

[66] Lemalar.130.

[67] Lemalar.135.

[68] Lemalar.156.

[69] Lemalar.159.

[70] Lemalar.214.

[71] Lemalar.234.

[72] Lemalar.235.

[73] Zariyat.58.

[74] Şuara.80.

[75] Şura.28.

[76] Lemalar.332.

[77] Lemalar.369.

[78] Lemalar.394.

[79] Şualar.341,384.Haşiye.1,402,412,425,443,514.

[80] İşarat-ül İ’caz.43.

[81] İşarat-ül İ’caz.83,99.

[82] İşarat-ül İ’caz.127.

[83] Mesnevi-i Nuriye.91.

[84] Mesnevi-i Nuriye.106.

[85] Mesnevi-i Nuriye.113.

[86] Barla lahikası.209.

[87] Barla lahikası.216.

[88] Barla lahikası.347.

[89] Kastamonu Lahikası.75.

[90] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.165.

[91] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.205,211.

[92] Tarihçe-i Hayat.93.

[93] Mektubat.103,Lemalar.339.

[94] Şualar.306.

[95] İşarat-ül İ’caz.31.

[96] İşarat-ül İ’caz.214.

[97] Kastamonu Lahikası.66,Sikke-i Tasdik-i Gaybi.49.

[98] Tarihçe-i Hayat.329.

[99] Sözler.6.

[100] Sözler.11.

[101] Sözler.11.

[102] Sözler.11.

[103] Sözler.32.

[104] Sözler.72.

[105] Sözler.388.

[106] Sözler.460.

[107] Sözler.585.

[108] Sözler.649.

[109] Sözler.705.

[110] Mektubat.77.

[111] Mektubat.79,Lemalar.200.

[112] Mektubat.279.

[113] Mektubat.301.

[114] Mektubat.384.

[115] Mektubat.393.

[116] Lemalar.159.

[117] Lemalar.166.

[118] Lemalar.213.

[119] Lemalar.224-225.

[120] Lemalar.374,Şualar.59,622.

[121] Şualar.97.

[122] Şualar.257.

[123] Şualar.297.

[124] Mesnevi-i Nuriye.239.

[125] Barla Lahikası.168-169.

[126] Barla Lahikası.169.Kastamonu Lahikası.239,Sikke-i Tasdik-i Gaybi.19-20,40.

[127] Kastamonu Lahikası.214.

[128] Emirdağ Lahikası.1/97,135.

[129] Emirdağ Lahikası.1/245.

[130] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.165.

[131] Şualar.297.

[132] Tarihçe-i Hayat.332.

[133] Sözler.88,235.

[134] Sözler.562.

[135] Sözler.589.

[136] Sözler.701.

[137] Mektubat.32,Şualar.749.

[138] Mektubat.50-51.

[139] Mektubat.131.

[140] Mektubat.173.

[141] Mektubat.248-249.

[142] Mektubat.357.

[143] Mektubat.372.

[144] Mektubat.451.

[145] Lemalar.64.

[146] Lemalar.147.

[147] Lemalar.174-175,Tarihçe-i Hayat.189,190.

[148] Lemalar.340.

[149] İşaratül İcaz.99,Bak.Bakara.22.

[150] İşaratül İcaz.193.

[151] Mesnevi-i Nuriye.45.

[152] Kasas.78.

[153] Mesnevi-i Nuriye.227-228,Bak.A’raf.182,Kalem.44.

[154] Barla lahikası.200.

[155] Barla Lahikası.208.Haşiye.1.

[156] Barla Lahikası.255.

[157] Emirdağ Lahikası.1/115.

[158] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.150.

[159] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.150.

[160] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.156.

[161] Tarihçe-i Hayat.43-44.Haşiye.1.

[162] Münazarat.93.Haşiye.1.

[163] Sözler.100.

[164] Sözler.134.

[165] Sözler.199.

[166] Sözler.273.

[167] Sözler.342-343,721.

[168] Sözler.489.

[169] Sözler.491.

[170] Sözler.565.

[171] Sözler.705.

[172] Sözler.758.

[173] Mektubat.6.

[174] Mektubat.352.Haşiye.1.

[175] Mektubat.372.

[176] Mesnevi-i Nuriye.240.

[177] Kastamonu Lahikası.228-229.

[178] Emirdağ Lahikası.2/199.

[179] Neml.65.

[180] Cin.26-27.

[181] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.162.

[182] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.195.

[183] Tarihçe-i Hayat.82.

[184] Tarihçe-i Hayat.150.

[185] Münazarat.77-78.

[186] Sünuhat-Tüluat.İşarat.108.

[187] Sözler.68.

[188] Sözler.335-336.

[189] Sözler.640.

[190] Sözler.643.

[191] Sözler.643-645.

[192] Sözler.649.

[193] Mektubat.343.

[194] Lemalar.17.

[195] Şualar.95.

[196] Şualar.95.

[197] Barla Lahikası.336-337.

[198] Kastamonu Lahikası.11-12.

[199] Sikke-i Tasdik-i gaybi.144.

[200] Tarihçe-i Hayat.586.

[201] Sözler.258.

[202] Sözler.338.

[203] Sözler.491.

[204] Sözler.492.

[205] Sözler.561.

[206] Sözler.701.

[207] Mektubat.22.

[208] Mektubat.52.

[209] Mektubat.83.

[210] Mektubat.100.

[211] Mektubat.355.

[212] Mektubat.444.

[213] Mektubat.446.

[214] Mektubat.447.

[215] Mektubat.450.

[216] Mektubat.450.

[217] Mektubat.450.

[218] Mektubat.455.

[219] Mesnevi-i Nuriye.63.

[220] Mesnevi-i Nuriye.223.

[221] Münazarat.24,Âsar-ı Bediiye.A.Badıllı.455.

[222] Mektubat.63.

[223] Lemalar.162.

[224] Lemalar.166.

[225] Lemalar.263.

[226] Şualar.315.

[227] Şualar.319.

[228] Şulalar.319.

[229] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.143-144.

[230] Tarihçe-i Hayat.308.

[231] Münazarat.70-71.

[232] Hucurat.6.

[233] Münazarat.73-74.

[234] Münazarat.75.

[235] Münazarat.77-78.

[236] Münazarat.93.Haşiye.1.

[237] Sözler.203.

[238] Mektubat.175,176,Şualar.629,Barla Lahikası.157.

[239] Mektubat.522.

[240] Mektubat.523,Emirdağ Lahikası.1/117,124,189,Sikke-i Tasdik-i Gaybi.222,228.

[241] Lemalar.199.

[242] Şualar.233.

[243] Barla Lahikası.58.

[244] Emirdağ Lahikası.1/190.

[245] Emirdağ Lahikası.2/98,Sözler.717,Hutbe-i Şamiye.145.

[246] Tarihçe-i Hayat.20.

[247] Tarihçe-i Hayat.222.

[248] Tarihçe-i Hayat.239.

[249] Tarihçe-i Hayat.540.

[250] Sünuhat-Tuluat.İşarat.66.

[251] Sözler.258,Lemalar.111.

[252] Lemalar.392,442,İşarat-ül İcaz.217,Mesnevi-i Nuriye.147.

[253] Sözler.54.Haşiye.1.

[254] Sözler.134.

[255] Sözler.136.

[256] Sözler.171.

[257] Sözler.179.

[258] Sözler.260.

[259] Sözler.276.

[260] Sözler.316.

[261] Sözler.328.

[262] Sözler.342.

[263] Sözler.356.

[264] Sözler.367.

[265] Sözler.401.

[266] Sözler.432.

[267] Sözler.510.

[268] Mektubat.174.

[269] Mektubat.348.

[270] Mektubat.348.

[271] Mektubat.348.

[272] Mektubat.448.

[273] Mektubat.448.

[274] Şualar.124-125.

[275] Şualar.436.

[276] Şualar.699,Haşiye.1,706.Haşiye.1,714.

[277] İşaratül İcaz.207.

[278] İşaratül İcaz.208.

[279] Mesnevi-i Nuriye.80.

[280] Tarihçe-i hayat.161.

[281] Sözler.266.

[282] Şualar.711.




LOZAN ZAFER Mİ HEZİMET Mİ

LOZAN ZAFER Mİ HEZİMET Mİ

Lozan zahiren galib bir devletin mağlub bir devletle masa başına oturmasıdır.

İngiltere/İsviçrenin bir kenti olan lozanda dünya entrikalarını çevirmekte usta olan İngiltere ile bazı hakların görüşülmesi amacıyla yapılmış bir toplantıdır.

Mehmet Âkif Ersoy Safahat’ında “Köse İmam”a şöyle söyletir: “İngiliz yok mu, o hain, ya doyup patlamalı/yahut aç kalmalıdır… Yoksa bizim fal kapalı.”

Lozana galib devlet pozisyonuyla gitmiş olmamıza rağmen aşağıdaki tarihi gerçeklere halimiz ne kadar da benziyor değil mi?

”Avrupa’ya eski sadrazam Tevfik Paşanın riyaseti altında gönderilecek murahhas heyetinin azası meyanında ben de vardım.İtilaf devletlerinin murahhasları,gene Versay’ın tarihi salonunda bizi kabul ettiler.Bakınız kısa bir vakfeden sonra,elinde bir tomar kağıt olduğu halde kalkan Klamenson ne diyordu:”Efendiler!Siz de harbe sebebsiz girdiniz.Çanakkalayı yıllarca kapattınız.Muharebenin dört sene uzamasına,milyonlarca insanın ölmesine sebebiyet verdiniz.Bundan dolayı,bugün size teklif etmekte olduğumuz muahede şartları çok ağırdır.İçindeki maddeleri asla müzakere ve katiyen müzakere etmeyeceğiz.Onların bir kelimesini bile değiştirmeyeceğiz.Kül halinde ve aynen –birkaç gün içinde tetkik ettikten sonra- kabul eylemenizi istiyoruz.”[1]

Genelde toplantının dört aktörü bulunmaktadır;Mustafa Kemal,İsmet İnönü,Lord Gürzon,Haim Naumdur.

Daha önceki araştırma yazımızda olayı detayıyla ele almış,burada ise özetleyecek olursak;

-İsmet İnönüyle beraber olan Dr.Rıza Nur aynı zamanda yasak olan Hatıratım adlı dört ciltlik kitabında sürekli İsmet İnönüden bahsederek,beceriksizlik ve ilgisizliğini nazara vermektedir.

Onun bir diplomat olmadığını,zaten başta da gitmek istemediğini,M.kemalin zorlamasıyla bir asker edasıyla orada bulunup,kendi başına karar veremeyerek sürekli M.Kemali arayarak ortak noktalarda beraber karar verebildiğini,dil bilmeyip,kulağının ağır duymasından olayı sağlıklı kavramadığını,Musul ve Kerkük gibi önemli yerlerin bu şekilde verilmesiyle kalmayıp,almamız gereken adaların bile söz konusu edilmeyerek İngilizlere bırakıldığını dile getirir.

Olay yani –Lozanın İçyüzü- Büyük Doğu mecmuasının 29. sayısında tüm çıplaklığıyla işin geri planı ve hileleri ortaya konulmuştur.Şöyleki:

“Büyük Doğu’nun yirmidokuzuncu sayısında; “Lozan’ın İç yüzü” diye yazılan makaleden:

İngiliz murahhas heyeti reisi Lord Gürzon, nihayet en manidar sözünü söyledi. Dedi ki:

“Türkiye İslâmî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs birliği etmiş olur ve Hristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz.”

Lozan’da Türk murahhas heyeti başkanı bulunan ve henüz hakikî kasıdları anlayamayan İsmet Paşa, bir aralık bütün Hristiyan emellerinin Türkiye’yi mazisindeki ruh ve mukaddesatı kökünden ayırmak olduğunu sezdiği halde, şu gizli ivaz ve teminatı veriyor ve diyor ki:

“Eskiden beri kökleşmiş ve köhne engellerden (yani an’ane-i İslâmiyet’ten) kurtulmak hususunda besledikleri (yani İsmet’in beslediği) azmin, inkâr edilmez delilidir.”

Harfi harfine iktibas ettiğimiz bu sözlerle, Türk başmurahhasının yani İsmet’in, eskiden kökleşmiş ve köhne olmuş engellerden kurtulmak hususunda Türk milletine beslediği kat’î azimle ne kasdettiğini ve bunu hangi maksad altında İslâmiyet düşmanlarına ivaz diye takdim ettiğini sormak lâzımdır.

Konferansın birinci defasında Türk başmurahhası, bizzât karar vermek vaziyetinde olmadığı ve büyüğüne, yani Mustafa Kemal’e bildirmek zorunda olduğu için, memlekete dönüyor; kendisini Haydarpaşa’dan Ankara’ya götüren tren ve devlet reisini (Mustafa Kemal) İzmir’den Ankara’ya götüren trenle Eskişehir’de buluşuyor. Bir arada ve başbaşa seyahat… Sonra Ankara gizli meclis toplantıları… Fakat esas mes’elelerde daima başbaşa. Mustafa Kemal ile İsmet beraber içtimaları ve karar: “Din öldürülecektir.”

Lozan Konferansı’nın ikinci sahifesi: …Artık herşey Türkiye hesabına çantada hazırdır. Yani dini terk ile herşey yapılacak. Yeni hizbin (Kemalizm ve İsmet hükûmeti) bundan böyle bu millette, İslâmiyet’i katletmek prensibiyle hareket etmekte, hasım dünyanın kumandanlarından, yani düşman ehl-i salib kumandanlarından, dini vurmakta daha hevesli olduğu ve örnekler vereceği ve bilhassa hudud dışı değil de, hudud içi ve millî irade yaftası altında çalışacağı şübheden vârestedir.

Nihaî Vesika

Lozan Muahedesinden sonra, İngiltere Avam Kamarası’nda “Türkler’in istiklalini ne için tanıdınız?” diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon’un verdiği cevab:

“İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz.” Yani Mustafa Kemal ve İsmet’in verdikleri karar, Türk Milletini İslâmiyet ve din cihetinden öldürmek kararıdır.

Artık bunun üzerine herşey apaçık anlaşılıyor değil mi?..

Gizli anlaşmanın entrikası:

Türkler’e dinlerini ve din temsilciliğini feda ettirmek şartıyla, sun’î istiklal işinde gizli anlaşmanın müessiri, tek kelime ile Yahudiliktir. Buna memur-u müşahhas kimse de, şimdi Mısır Hahambaşısı bulunan Hayim Naum’dur. Bu Hayim Naum, bu korkunç teşebbüse evvelâ Amerika’da Türkler lehinde bir seri konferans vermek ve emperyalizma şeflerine, Türk’ün maddesini serbest bırakmaları, buna mukabil ruhunu, tâ içinden ve kendi öz adamlarına yıktırmaları fikrini telkin etmek suretiyle başlamıştır. Yani masonluk hasebiyle Kur’anın ahkâmını kaldırmak, milleti dinsiz yapmak. Hayim Naum müdhiş plânının zeminini Amerika’da hazırladıktan sonra İngiltere’ye geçmiş ve hâlis Yahudi olan Lord Gürzon ile temas ederek şu teklifte bulunmuştur:

“Siz Türkiye’nin mülkî tamamiyetini kabul ediniz. Onlara ben İslâmiyet’i ve İslâmî temsilciliklerini, ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüd ediyorum.” Aynı Hayim Naum, Türk murahhaslar heyetine müşavir sıfatıyla sokulmanın da yolunu bulmuş, yani Mustafa Kemal ve İsmet’i kendine dost bulmuş. Onun için üçü birleşmiş ve artık arada santralın intizamla işlemesine hiçbir mani’ kalmamıştır.

Hayim Naum o sırada Ankara’ya kadar da uzanarak plânın muvaffakıyeti için gereken en mühim ve merkezî şahıs nezdinde -yani Mustafa Kemal yanında- emin bulunduğu tesirinin derecesini ölçmek istemiştir. Öyle ki bu tesir, mahud mevzuda Hayim Naum’dan daha heveskâr ve gayretli bir İslâmiyet düşmanına tesadüf etmekle muradına ermiş ve artık Türk’ü içinden vurmanın plânını gerçekleştirmek için her unsur tamamlanmıştır.

İşte bu ehemmiyetli vesika, tam tamına Risale-i Nur tercümanının kırk küsur sene evvel hadîs-i şerifin ihbarına dair beyan ettiği hâdiseyi tasdik ettiği gibi; ve Şeriat-ı Ahmediye’ye ihanet eden o dehşetli şahsın mühim bir kuvveti Yahudi olduğu, Yahudi olan Lord Gürzon ile Hayim Naum o ihbarın hakikatını gösterdiklerini ve yirmibeş seneden beri Nurcuların imhasına keyfî kanunlarla dehşetli zulümlerin hikmetini tam gösteriyor.”[2]

-Lozanda tatmin olunulmamıştır.Belkide öyle istendiği için.Koca Osmanlıdan kalan geniş alan küçültülmüş,Misak-ı Milli ile değil,Sevr ile ölçülüp muhakeme ve mukayese yapıldığından hataya düşülmüş,müebbed hapis idama tercih edilmiştir.Ölümü gösteren İngiliz sıtmayı kabul ettirmiştir.

-Lozan bir asır sürecek olan direncimizi kırmıştır.Elimizi kolumuzu bağlamıştır.

-Lozan bir asır sürecek olan sağcı-solcu,laik anti-laik gibi kavgaları başlatmıştır.

-Lozanın bununla beraber en önemli ikinci belki de birinci kaybettirdiği ise,Osmanlı ile çizilen sınırların daha da küçültülmesi,Türk devletinin küçültülme politikasıdır.

-Sürekli önde tutulmaya çalışılan bir görüşte de;İslamiyetin değil,Türk rıkının hedef alınmasıdır.

Oysa bilinmelidir ki;Bin küsur yıldır bu Türk devleti neyi temsil etmektedir?Türk deyince ilk akla gelen İslamiyet ve Müslümanlıktır.

O halde ayrılınan ana nokta şuradadır;Dünyada Laiklik Fransada çıktığı için bir onların kanunlarında ve idare sistemlerinde mevcuttur,birde bizde.

Laiklik tanımındaki gibi bizde uygulanmayışı,lozanda alınan kararların uygulanmasına zemin hazırlamış olmaktadır.

-Niyazi Berks’in ifadesiyle:”Türk laikliği İslâmcı selefliğe karşıt olarak doğmuştur.”[3]

Yanlış uygulamayla içimize sokulan kazık,bir türlü çıkarılamamış,milletle devlet sürekli kavgalı halde tutulmuştur.Millet suçlu olarak ve tehdit unsuru olarak kabul edilmiştir.

Cumhuriyetin kuruluşunda kanuna konulan bir madde de;Hilafet reisi cumhurun şahsında mündemiçtir,denilerek tepkiler çekilmemiş,dolaylı olarak kaldırılmıştır.Lozanda alınan kararlarla bu başarılmıştır.

Acaba Lozan yeni kurulan devlette bir ideal miydi?Düşünülmesi gerektir.

Acaba Lozan ile bir imparatorluğun devamı mı söz konusu yapılmış,yoksa ulus devletin devamı mı göz önünde bulundurulmuştur?Tartışmanın odaklandığı önemli noktayı oluşturmaktadır.

Birde olaylara farklı zaviyelerden bakıştır ki,ana nokta da birleşilememektedir.Oysa düşünülecek olunsa,bir çok noktada birleşilecektir.

Kadir Mısıroğlu ve yazdığı eser olan –Lozan zafer mi hezimet mi-kitabında gösterdiği hassasiyet ve telaş işin bu arka planına ve perdenin gerisine bakmış olmasındandır.

Zafer larak değerlendirenler ise olaya,maddi,zahiri ve sevr ile yapılan mukayese doğrultusunda mücerred değerlendirmedendir.

Olay gündeme geldiğinde sürekli olarak Atatürkçülükle ve laiklikle odaklandırılıp,elden gidiyor,savunması ile değerlendirilir.Sağlı bir perspektiften olaya bakılmaz.

Özetle Lozan;hakimin tüm olayları dinleyerek kalemini kırıp verdiği hüküm kabilinden değerlendirecek olursak;Lozan bir hezimettir.

Mevzii birkaç nokta açısından bakılacak olunursa;verilen bazı tavizlerle beraber bir zaferdir.

Mehmet ÖZÇELİK

28-07-2003

[1] Operatör Cemil Paşa.Canlı Tarihler.II,İstanbul.sh.133-134.

[2] Emirdağ Lahikası.II/31-33.

[3] Geçmişi Bilmek.M.Kafkas.110.




DİYANET CAMİASI

DİYANET CAMİASI

Dini temsil görevini üzerine alan ve milletin manevi ihtiyaçlarını yerine getirmek amacıyla kurulan diyanet ve teşkilatın doyurucu ve aktif olması gerektir.

Diyanet imam ve müezzin kadrosunu sadece tayin göreviyle kurulmuş bir yer olmaktan çıkarılmalı,bunların yeterliliğiyle beraber sürekli yenilenmeleri sağlanmalıdır.

Her şeyden önce camiye hapsolmamalı,hastahaneler,hapishaneler ve okullarda da istihdam edilmelidir.

Özellikle ekonominin sıkıntıda olduğu şu dönemlerde manevi tebliğciler olarak görevlendirilmelidirler.

Evler ve aileler ziyaret edilmeli,camiye gelen ve gelmeyen her insanla diyalog içerisinde olmalıdır.

Camiler cazib kılınmalı.Kısa zamanlarda gelip gidilen yerler değil,sürekli onunla olunan yerler haline getirilmelidir.

Müftülükler resmi birer makam olmaktan çıkarılmalı,okula eğitime gidildiği gibi,halkın dinini aktif olarak öğrendiği yerler olmalıdır.

Maddi durum itibariyla muhtaç duruma düşürülmemeli,imkanlar sağlanmalıdır.

Hutbe hazırlamada,cemaata vaaz ve öğütlerde bulunmada,mübarek gecelerde proğramlar düzenlemede imamlar ve vaizler bunu sürekli sürdürmelidirler.Bu yeterlilik özellikle imamlara kazandırılmalıdır.

İmamlar maddi para giderleriyle meşgul edilmemeli,bu noktada halkla karşı karşıya getirilmemelidir.

Rasulullahı ve Hz.Ebubekiri temsil kudsiyeti bilmeli ve bildirilmelidir.

Camilerimiz Sosyal ve Kültürel cazibe merkezleri haline getirilmelidir.

Osmanlıda olduğu gibi Külliyeler halinde tasarlanmalıdır.

Kütüphaneler ile zenginleştirlmeli,ilim tahsil edilen yerler haline getirilmelidir.

Günün belirli zamanlarında –özellikle öğle vakitlerinde- sürekli cüzler okunmalı,kısa da olsa sohbet yapılmalıdır.

İmamların Başka iş yapmalarına gerek kalmayacak şekilde imkanları düzeltilip,tam mesa-i yapmaları sağlanmalıdır.

Öğretmenlere verilen ders ücreti gibi,onlarada cemaata verdikleri gündelik derslerden dolayı ders ücretleri ödenmelidir.

Özellikle ve özellikle hafızlara sahib çıkılmalı,özellikle camilerde Kur’an-ın okunması konusunda istihdam edilmeliler.

Cami ve çevresi sürekli temiz tutulmalı,bunun içinde bir görevli ile yetinilmemelidir.

En azından bugün batı dünyasının bir papaza verdiği imkanın yarısı dahi olsun verilmemektedir.Bu imkan sağlandığında önemli çapta manevi kayıplar azalacaktır.

2002 yılında batı dünyası iki milyar İncil dağıtırken,diyanetimiz bunun ne kadarında hizmet vermiştir?

Mehmet ÖZÇELİK

25-07-2003




AYKIRI GÖRÜŞLER

AYKIRI GÖRÜŞLER

Türkiyede olduğu gibi,İslam memleketlerinde de artık tepeden inme bir düşünce,islam devleti kurma gibi bir mesele,devleti ve iktidarı ele geçirme gibi bir kaygı ve dava ve de hedef alınan seviyeden dolayı yer almamakta,taleb edilmeyip isabetli bir düşünce olmadığı anlaşılmaktadır.Bu da Bediüzzamanın bu asırdaki tüm islam alemindeki hizmet farkını göstermektedir.Özellikle biz de dahil olmak üzere,islam memleketlerinde özellikle yahudi ve menfi kimseler tarafından islami parti,islam devleti ve hükumeti,islam adına ortaya çıkma düşüncesi ön plana çıkartıp teşvik edilmiş,bu anlamda etrafına adam toplayacağı düşünülen kimseler özel seçilmiştir.Türkiyede İsviçre’de bulunduğu halde solun temsilcisi olan CHP tarafından Necmeddin Erbakan özellikle getirilmiş ve ona Milli Nizam partisi kurdurularak sağın büyük partisi Adalet partisini bölmeyi amaçlamış ve başarılı olmuşlardır.Müslümanlarda her vesile ile susturulmuşlardır.Mısır’da İhvanı Müsliminin kurucusu olan Seyyid Kutub,Abdunnasır ortaklığı ile devleti yıkma neticesinde,bizzat Abdunnasır tarafından kendisi ve 40 bin ihvanı müslimin mensubu kimseler idam edilmişlerdir.

Bu tutku ve bunda gösterilen ifrattır ki,müslümanların bir asırdır elinin ve kolunun bağlanmasına sebeb olmuştur.Başını kaldırsa,tepesine binilmeye yeltenilmiş,yaptığı herşey cürmü meşhud olarak görülmüştür.Buda basiret ve ölçü farkını ön plana çıkarmaktadır.

hz-Üstad;Vazifemiz müsbet harekettir.-derken,bu zamandaki hizmet tarzının müsbet hareketle olacağını,asrın yetkilisi olarak belirtmiş ve tesbit etmiştir.

İddia değil,farazi ve Aykırı görüşler olarak her şeye tersiyle bakılabileceği gibi,Mesela,Neden Erbakan kasıtlı olarak Türkiye-ye İsviçreden getirilmiş olmasın???

Zira Erbakanı getirenler ne Demirel ve partisi ne de o zamanki sağ düşünceye sahip partiler değil,bizzat CHP tarafından ısrarla getirtilmiştir.Burada başta sağ partileri bölmek düşünülebildiği gibi,neden başka hesaplar da olmuş olmasın?

”Türkiye’yi yeniden okumak”başlığında,Türkiye’yi dışarıdan okuyup gözlemleyen Mısır’lı Fehmi Hüveydi,[1] ki bu aynı zamanda bizlerinde yıllardır anlatmaya çalışıp söylediğimiz ancak bir türlü anlaşılmak istenmeyen,belki de bu zamanımıza kadar olgunlaşması gereken- bir görüş olup,isabetli tahlilinde şöyle diyor:”Erdoğan’la Erbakan arasında temel fark şu:Erbakan,müslüman Türkiye’ye baktı,bu mantıktan hareketle partisini,bir yönüyle Arap dünyasındaki İslami hareketlere benzer esaslara dayanarak kurdu.Erdoğan ise,Arap dünyasına bakmadan,Türkiye’nin tabii şartlarını dikkate alarak,laik kesimle dayanışma içerisine girdi.Diğer bir ifadeyle Erbakan,İslamı önüne koyarken,Erdoğan onu kalbine koydu.Erbakan laik kesimle çatışırken,Erdoğan çatışmaktan kaçındı.Başörtüsü konusunu mesele yapmayarak,başörtüsünün öncelikleri arasında bulunmadığını ifade etti.

Diğer bir fark da,Erbakan Türkiye’de İslami kesim için bir çerçeve çizerek onları parti şemsiyesi altına almaya gayret sarf ederken,Erdoğan şemsiyeyi daha geniş tuttu.Bu yüzdendir ki,Tayyib Erdoğan’da,Abdullah Gül’de,diğer islam ülkelerindeki yaygın olan anlayışın aksine,partilerinin bir islami parti olmadığını,laiklerle islamcı diye nitelenen kesimlerin demokratik bir anlayış içinde beraber,bir arada bulunabileceği bir parti olduğunu ısrarla vurguladılar.”

Sürekli Seyid Kutub’un tarzı esas alındı,memleketimizde yaşayan,buranın şartlarını bilmeninde ötesinde bizzat yaşayıp işin sıkıntısını çeken Bediüzzaman ölçü alınmadı.Bediüzzamanın dediği gibi;yüzde altmış hakiki müslüman bulunmadıkça,islami bir parti kurulamıyacağı-görüşü göz ardı edildi,memleket yarım asır kavgalı ve ihtilallere zemin hazır edildi,şuurlu veya şuursuz…

Bediüzzaman tüm hizmetinde ve talebelerinin devam eden hizmetlerinde bir islami devlet kurma,devleti ele geçirme asla hedeflenmemiştir.Celal Bayar’ın bile kendisine cumhurbaşkanlığı makamını teklif etmesi halinde teşekkür edip,kabul etmeyeceğini ifade etmektedir.Bir gaye olmanın bile ötesinde,araç olarak dahi kullanılma cihetine gidilmemiştir.Fertler ve onların ıslahı hedef alınmıştır.Cüz’den külle bir gidiş takib edilmiş,küll’den cüz’e gidiş esas alınmamıştır.

Ancak üzülerek ifade edebiliriz ki;yıllardır parti hizmeti aracında ötesinde,amaç yerine oturtuldu,bunca ızdırap ve geri kalıp gecikmelere sebeb olundu.

“Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kafirlerdir.”[2]

“Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar zalimlerdir.”[3]

“Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar fasıklardır.”[4]

O günlerde bu ayetler sürekli gündeme getirilmiş,gerçek manası anlaşılamamıştır.Oysa Bediüzzaman;-Men lem yehküm-bil-mâna men lem yusaddik-yani hükmetmeyen değil,tasdik etmeyen veciz ifadesiyle meseleye çözümü getirmiştir.

”İslam’a davet uslüp ve metotlarına yansıyan en belirgin özellik “İslam’a gelin, kurtuluşa erin” ifadeleri etrafında oluşan yaklaşımlardır. Bu yaklaşımın iticiliği çekiciliğinden fazladır. Siz bir gurubu inandığınız değerlere davet ederken “Seni İslam’a davet ediyorum, bana gel dediğinizde” şu gibi “Seninki yanlış, sen yanlış yoldansın, benim dinim seninkinden iyi” ifadelerini sözlü demeseniz bile zımnen diyorsunuz… İşte yüzyıllardır birazda geçmişte büyük devlet olmanın “gururu”, en yüce ve en son dinin mensubu olmanın “onuru” bizleri bu yaklaşımlara itmiş olabilir. Oysaki buradan davete başlamanın, dilinle “gel”, derken, tavırlarında ihsas ettirdiğin havayla “git” demeden farkı yok. Çünkü böyle bir yaklaşımla karşıdaki şöyle düşünür “O neden bana gelmiyor,” “ben de seni benim dinime davet ediyorum” “Senin dininin hak olduğu nereden belli”. Kuran bu tarzı seçmiyor. Kuran’ın tarzı daha akılcı ve daha çekici.”

” Batı bugün aşırı bireyleşmenin sıkıntısını da yaşıyor. Büyük kriz dönemlerinde aşırı bireyleşme zararlı. Totaliter hareketler faşizm ve komünizm Batı kaynaklıdır. Bunlar hep gelişmenin aşamalarıdır. Batı toplumları da feodaliteden bu noktaya geldi. Bunlar dini düşünceyi de etkileyecek. Kalabalığın hareketi yerine daha bireysel, daha yaratıcı bir din anlayışı gelişiyor. Gençlerin okuduğu kitaplarda artık eski klasik kaynakları bulmak çok zor. Fethullah Gülen ve Prof. Dr. Mehmet Aydın Türkiye’deki dini değişimin somut örnekleridir. Hayrettin Karaman bile fıkıh ağırlıklı olmasına rağmen eskisine göre farklıdır. En geleneksel İslam’ı temsil eden Şevket Eygi’dir. Ama Eygi’nin Türk toplumu tarafından talep edilirliği ile bir Fethullah Gülen’in Türk toplumu tarafından talep edilebilirliği aynı şey değildir. Abant toplantıları, toplumsal değişmenin din anlayışını nasıl değiştirdiğini gösterir.”[5]

Şu bir vakıa olarak görülmüştür ki;sağ kesime özellikle kendisini islami bir parti olarak gösteren Erbakan ve yasaklı dönemde yerine geçen Recai Kutan’a yeteri kadar hizmet edebilecekleri bir ortam hiçbir zaman için bırakılmamış,sürekli kontrol edilip,sonunda da yüzde ikilik bir oy ile sahneden el çektirilmiştir.

Sürekli takiyye yapmakla suçlanmıştır.Her ne kadar Erbakan’ın “Eğer Atatürk yaşasaydı Refah’lı olurdu.”sözü de olsa bile…

-Geriye ise milliyetçi diye adlandırılan kesim kalıyordu.Onlarda seksen öncesi sol ve koministlerle karşı karşıya getirtilmiş,binlerce kişinin ölmesiyle son bulmuştu.

Ancak sahneden çekilmemişlerdi.

Bu amaçla onlara da Ecevit-Mesut Yılmaz-Devlet Bahçeli üçlüsü bir araya getirtilmiş,Pkk’nın başı olan Abdullah Öcalan’ı cezalandırmak hedefi olan MHP ve Ülkücü parti,adı bile duyulmayan,kazanma ihtimali toplumun hiçbir kesiminde düşünülmeyen Devlet Bahçeli getirtilmiş ve bu partide Erbakanın partisinin akibetine uğratılmıştır.Hakkında mit ajanı olmaktan tutunuz da,çeşitli söylentiler gündeme gelmiştir.

Turgut Özal’ın hatası olarak görülüp değerlendirilen Mesut Yılmaz’da parti olarak biterken,kendiside yurt dışına çıkmıştır.

Sahneden bir türlü çekilmek istemeyen Süleyman Demirel’in yerine Tansu Çiller geçmiş,oda bütün partilerin hezimete uğradığı dönemde aynı akibete düçar olmuştur.

Yerine ise Mehmet Ağar geçmiştir.

Ağar konusunda ise çok şaibeli ifadeler kullanılmaktadır.Bunlardan birisi de eski Mit ajanı ve şu anda yurt dışında bulunan Mehmet Eymür’dür Kendi açtığı –www.atin.org-adlı sitesinde genişçe bu şaibelerden bahsetmektedir.

Ayrıca:Sakın buda N.Erbakan gibi sağı bölmek amacıyla özel olarak DYP-nin başına getirilmiş olmasın 13-2-2003-de…sağı toparlama bahanesiyle..düşünceleri zihinleri kurcalamıştır.

-“Şubat 2003 :Meclise gelen ziyaretçilerin başlarının açık olması için önerge veren dyp genel başkanı Mehmet Ağar.”

– Özal ise,birçok buzları eriten ve katıları yumuşatan adamdır.Bunu bazen tebessüm edip teveccüh ederek,bazen de makam vererek siyasi bir deha ile yerine getirmiştir.Mesela,Cengiz Çandar,kendisine makam vererek,danışman yaparak yaklaştırmıştır.163 kaldırmak için ve de sağ-sol kavgasını durdurmak için 141-142-yi de kaldırmış ve bunu millete ve hukuka mal etmiştir.

”- Demokrasi ; aristokrasi ayrımı olan batının eşitlik anlayışıdır. Bizde aristokrasi yok ki böyle bir hürriyet arayışı olsun.

Anayasa ; Osmanlı ırk, lisan, millet olarak o kadar farklıdır ki böyle bir yapıya Avrupalının aklı ermez. Bu birlik İslam birliğidir.

– Avrupa’da ise mütecanis unsurlar asırlar sonra birlik sağlamışlardır. Onların yapısına uygun bir meşrutiyet bizim yapımızı dağıtmak demektir.

– Taklitçilik milli ve batılı diye ayrım getirdi. Özellikle adliye ve maarifte bütün problem meşrutiyet dahil ne istersek hep aşırıya kaçmamızdır.”[6]

Bizim şartlarımız ile ne İslam aleminin ne de insanlık aleminin şartları bir değildir,tıpkı coğrafi şartların bir olmayışı gibi…

”- Partiler ve kavgalar bize siyasi hürriyet getirecek zannedip kurduk. Husumet ve rekabeti körükledik. Mebuslar birbirlerine şiddetle düşmanlık yapınca meşrutiyet (demokrasi) yükseliyor sanıp safdilane memnun olduk. Oysa hakikat tam aksidir. İnsanlar siyasi çekişme yerine sevgi ve dostlukla daha verimli olurlar.

– Fenciler rekabet olmadığı için müthiş bir hızla ilerliyorlar. Bizdeki çekişmeler, partiler ve millet vekilleri suni oluşturulmuştur. Milli ve ırki yönler körükleniyor.

– Kötü niyetli azınlıklar ve partiler meclise meşrutiyet (demokrasi) diye girdiler.

– Osmanlı düşmanı olup her değişikliği iyi zannedip, örf ve adetleri bir anda değiştirmeye kalkıştık. Taklitçiliğin sonu bugünkü gibi anarşidir.

– Batılı demokrasiye, adaletsizliğe, baskıya karşı savaşarak eğitim ve vatanseverlikle ulaşmıştır. Bizde baskı yoktur ki demokrasi arayışı olsun. Komşudan ısmarlama olmaz.”[7]

“- İslam dünyasının gerileme sebeplerini ilk batılılar ele aldılar ve bunun İslam şeriatından kaynaklandığını yaydılar.

– Müslümanlar bu iddiayı batılıların İslam’a olan kinine bağlayarak şiddetle tepki gösterdiler, batı ve batıcılar da bu tepkiye bağnazlık -taassup-yobazlık dediler.

– Düşüncemizdeki karışıklık gerçek sebebi yani neden tembel ve cahil kaldığımızı tesbiti geciktirdi.

– Milletlerin inandıkları dine kendi özelliklerinden verdikleri bir vakıadır. Eğer din mani olsaydı Japonlar ilerleyemezdi.

– Yeni Müslüman olan toplumlar eski cahiliyet dönemi adetlerinin tesirinden tam kurtulamadılar, neleri terkedeceklerini bilemediler, din yeni ihtiyaçlara uygun tefsir edilemedi, çare İslam’ın bunlara tesirini arttırmakken tersi oldu.

– Türkler ise İslam’dan önceki medeniyetleri İslam’dan sonraki ilerlemesine mani olacak kadar köklü olmadığından yeni şeriatı tam temsil edip (Malik Bin Nebinin) ifadesi ile 6 asır tehlikelere set çektiler. Fakat onlardan Arap ve Acemlerden menfi etkilendiler.

– Batıya olan nefret onların medeniyetteki ilerlemelerini takibe engel oldu. İslam alemi felsefi ve metafizik kısır çekişmelerle uğraşırken batı yeni icatları ile istila etti.

– Müslüman liderler saadetimizin yolunun batıya benzemek olduğunu zannettiler. Oysa batı kendi anlayış ve ananelerine göre bir sistem kurmuştur. Bu bize uymaz.”[8]

”- İslam toplumlarında asırlardan beri tarafsızlık, insaf ve adalet hisleri yaygın oldukça ihtilaller olmamıştır. İhtilaller batıcılığın meyvesidir. Sağ-sol vb.”[9]

“- Hakimiyet milletindir ilkesi eskiden Kilise ve Krallığın yaptığını taklit eden hayali bir haktır. Temelinde kuvvet vardır.

– İnsanda doğuştan hak yoktur. Zamanla ‘söz geçirme hakkı, saygı hakkı, hürriyet hakkı, mutluluk hakkı’nı elde eder.

-Milli irade denen şey milletin çoğunu temsil etmeyen çoğu zaman suni milletvekilleriyle göstermelik bir hakimiyettir. Eskiden azınlık baskısı vardı şimdi çoğunluk.”[10]

YAHUDİLİK

Filistinde bundan iki sene önce 12 yaşındaki bir çocuğun babasının siper olmasına rağmen İsrail kurşunlarıyla kucağında öldürülüşünün silinmeyen görüntüleri…

Kolu taşlarla vurularak kırılan bu mazlum insanlar…

Sayılamıyacak kadar bu gibi uygulamalar tahrif edilmiş Tevratın hükümleridir.İşte birkaç örnek:

“Onları kasaplık koyunlar gibi ayır ve öldürme günü için Onları hazırla.”[11]

“Et yeyin ve kan için yiğitlerin etini yiyeceksiniz ve dünya beylerinin kanını içeceksiniz…sarhoş oluncaya kadar kan içeceksiniz.”[12]

“14. yüzyılda Avrupa’da çok büyük ölümlere sebep olan veba salgınları yaşandı.[13] Özellikle Almanya’da 1348-1349 yıllan arasında vebadan ölenlerin sayısı oldukça arttı. Bu durum karşısında Papaz Clemens VI. Von Avignon vebanın nereden kaynaklandığını öğrenmek ve hastalığın yayılması karşısında tedbir almak için soruşturma açtı.[14] Soruşturma sonucu gerçek bir vahşeti ortaya koyuyordu: Milyonlarca insanın ölümüne neden olan vebayı Yahudiler kasıtlı olarak yaymıştı.[15] Vebayı yaymak için kuyu sularına veba mikrobu atmışlar ve Yahudi olmayanların evlerinin duvarlarına içinde veba mikrobu bulunan mürekkep sürmüşlerdi.[16] Nitekim bir Alman Yahudisi yine zengin bir Yahudi olan Hanover’li Salomon’un oğlu Aaron’dan Hanovre şehrinin kıyılarına atılmak üzere 300 tane içinde veba mikrobu bulunan zehir torbası aldığını ve bunlarla hem şehrin kıyısını hem de diğer bazı şehirlerin kuyularını zehirlediğini itiraf etmişti.”[17]

-“Ateist biri olduğunu, “Tanrı’ya da Tevrat’a da inanmadığını” belirten Amerikalı gazeteci Mıchael Drosnın (kendisi yahudidir) TEVRATIN ŞİFRESİ adlı eserinde anlatıyor:

Drosnın diyor ki “Tevrat’ın şifresini haber vermek için ulaşmayı bir türlü başaramadığım Şaron’un yerine İsrail istihbaratının en kritik durumdaki generali Yossi Kuperwasser’le görüştüm. Yossi, şifrede 2005 yılında gerçekleşecek bir çiçek hastalığından bahsedildiğini öğrendiğinde bunu ciddiye aldıklarını, hatta benim zikrettiğim rakamla istihbaratlarının tesbit ettiği rakamın çok yakın olduğunu söyledi.” (2005 yılında İsrail’in çiçek salgınına 14.700 kurban vereceğini düşünüyorlar) General, şifrede belirtilen 2006’nın kıyamet yılı olacağı iddiasına da önem veriyor.

Kuperwasser, gazeteciye şu önemli açıklamada bulunuyor: “Amerikalılar Irak’ı saplantı haline getirdiler. Oysa biz daha çok İran’a odaklanıyoruz.” (Bu sözler Irak savaşından bir yıl önce sarfediliyor.)

İddia ettikleri Tevrat’ın şifresi (ki, bu iddiaların arkasında İsrailli bir matamatikçi bulunuyor) “çiçek hastalığı, atomik soykırım, nükleer saldırı” gibi şeylerin İran, Yemen, Libya gibi ülkelerden kaynaklanacağını söylüyor. Amerikalı gazeteciyle görüşen general ise, “İzak hepsinin koordinatlarını bize verdi, araştırdık ve İran’da bir takım etkinlikler gördük..” diyor.”[18]

-Örtünme ile ilgili olarak;bu konuda Kitab-ı mukaddeste şöyle denilmektedir. “ Başı örtüsüz olarak dua eden başını küçük düşürür. Eğer kadın örtünmüyorsa saçı da kesilsin; fakat kadına saç kesmek, yahut tıraş olmak ayıp ise örtünsün.”[19]

-“TARİHÇİ Ahmet Refik bey, Lâle Devri adlı kitabında,[20] o devirdeki Yahudi nüfuzunu şu satırlarla anlatmaktadır:

“Bu devirde Türkiye’de en zengin tâcirler Yahudilerdi. Yahudilerin olağanüstü nüfuzu vardı. Türkler ticarete karşı ilgisiz oldukları ve sanayiden nefret ettikleri için bütün ticaret Yahudilerin elinde idi. Her paşanın maiyetinde mutlaka bir Yahudi bulunur, bütün işlerini o yürütürdü. Her paşanın vazifeli olduğu vilayette piyasayı teftiş etmek, hediyeleri almak, ithalat ve ihracat mallarını tedkik eylemek onun elinde idi. Tabibler, vekilharçlar, tercümanlar hep Yahudilerden seçilirdi. Ticarete ait her şey onların ellerinden geçerdi. Türkiye’de Kanunî zamanından beri Yahudi nüfuzu bir musibetti.”

“Kitab-ı mukaddesin şu ayetlerinde görüyoruz:

“Oğlunu göğe çekerek sağına oturtan bir ilah” (markos) “Biricik oğlunu kucağına alan bir ilah (Yuhanna)” Yorgunluk atmak için dinlenen bir ilah (Tekvin) “İnsanla konuşan insanla konuşması bitince tekrar yukarı çıkan bir ilah (tekvin) “Oğullari bulunan bir ilah (Tekvin)” “Kullarını unutan bir ilah (Mezmurlar)”

-“YAHUDİ OLMAYAN İNSANLARA BAKIŞLARI

Ecnebiler (Yahudi olmayanlar) köpekler gibidir.

Yahudi dininden olmayan diğer insanlar sadece köpek de değildir, onlar hem de eşektirler.

Yahudi olmayanların evleri hayvanatın ahırlarıdır.

Bir yahudiye, ecnebilerden birini bir tehlikeden ve beladan kurtarmak haramdır.

Bir ecnebiyi yani yahudi olmayan birini öldüren bir yahudi, Firdevs cennetinde ebedi saadetle mükafatlandırılır.[21]

“TELMUD’UN MAL İLE ALAKALI BAZI HÜKÜMLERİ

Ecnebilerin (Yahudi olmayanların) kaybolan bir malını bulup, onlara geri veren bir yahudiyi Allah asla afvetmez.

İnsanlardan, yani yahudilerden birinin malını çalmak caiz değildir. Fakat yahudi dininden olmayanların malını çalmak caizdir.

Faiz, yahudiler arasında haramdır. Fakat yahudi haricindeki insanlardan faiz almak mübahdır.

Bir yahudi, evladlarını faize alıştırmak için onlara faizle borç vermelidir. Ta ki çocukları faizin tadını alsınlar da yahudi olmayanlar içinde bu faiz müessesesini işletsinler.

Yahudi olmayanların hayatı bile yahudilerin mülkü iken (yani onlar yahudilerin kölesi iken), o ecnebilerin malları nasıl yahudilerin olmaz? Yani onların malları hertürlü hilelerle alınabilir.[22]

-TELMUD’UN AHİD VE MİSAKLARLA ALAKALI BAZI HÜKÜMLERİ

Yahudiler, ecnebilere verdiği sözden ve yaptıkları yeminden dönmelerinden dolayı mes’ul değildirler. Çünki yahudilerle hayvanlar (ecnebiler) arasında yemin olmaz.

Yahudiler için yalan yere şahidlik yapmak caizdir.

Ecnebileri (yahudi olmayanları) aldatmak mübahdır. Belki vacibdir.

Senin önüne bir yahudi ile bir ecnebi herhangi bir hususta davalı olarak gelirlerse, imkan bulduğunda o yahudiyi bu davada kazançlı çıkar.”[23]

-“TELMUD’UN AHLAK CİHETİNDEKİ BAZI HÜKÜMLERİ

Gerek erkek, gerek kadın olsun, yahudi olmayan biriyle zina etmek mübahdır.

Bir kadının, başka bir kadınla zina eden kocasından şikayet etmeğe hakkı yoktur.

Kişinin karısıyla livata muamelesi yapması mübahdır. Çünki kadının, kocasına nisbeti; adamın kasabdan aldığı bir parça ete benzer. O adamın bu eti, ister pişmiş-ister çiğ olarak, canı nasıl isterse öyle yemeğe hakkı vardır.”[24]

Âyette:”Ey iman edenler! Ahbar ve ruhbanın çoğu gayr-ı meşru’ yol ile insanların mallarını yerler. Ve Allah’ın yolundan insanları o mal ile men ederler. Onlar altın ve gümüşü iddihar ederler. Ve onu Allah yolunda infak etmezler. Belki Allah’ın yolundan insanları men etmek için sarfederler. Onları (ahbar ve ruhbanı), azab-ı elim ile müjdele.”[25]

Bediüzzaman Hazretleri elyazma eserinde kendi el yazı­sıyla yaptığı bir ilâvesinde; Türk Ordusu kuvvetini kendi milleti aley­hinde değil, İslâm Dünyasının selâmet ve zaferinde kullanıp büyük vazifeler göreceğini ihbar sadedinde şöyle der:

«Kılıncını ayağına vurdurmaz, düş­manına vurdurur. Kur’ana hizmetkâr eder. Ağlayan âlem-i İslâmı güldürür.»

-“Yahudiler Güneydoğu’da

ABD Irak’a saldırmaya hazırlanırken, yıllardan beri GAP bölgesinde gizli emelleri bulunan İsrail, Güneydoğu’da sosyal yardım adı altında bölgede yayılma faaliyetlerine hız verdi. Merkezi ABD’de olan ve dünyanın en güçlü siyonist örgütleri arasında gösterilen orijinal adı American Jewish Joint Distribution Committee olan JDC isimli örgüt, Adıyaman’da sosyal yardım birimi açıyor.
Adıyaman şehir merkezine 2 kilometre uzaklıkta olan ve bir süredir kullanılmayan Sait Bilgiç İlköğretim Okulu’nun binasında açılacak JDC’nin kuracağı sosyal tesisin açılışını, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Pearson’ın yapacağı bildirildi.
BERGMAN: MESUT YILMAZ SAYESİNDE AÇILDI
Örgütün temsilcisi Ami Bergman, Diyarbakır’da faaliyetlerine iznin verilmesinde en büyük payı, dönemin Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz ve eşi Berna Yılmaz’a borçlu olduklarını söyledi. Yahudilerin Türkiye’deki yayın organı Şalom gazetesine yaptığı açıklamada Yılmaz çiftinden büyük destek aldıklarını belirtti. Bilindiği gibi Mesut Yılmaz, 28 Şubat sürecinde, JDC gibi siyonist organizasyon B’nai Brith’e bağlı olan ve dünya üzerindeki Yahudi karşıtı gruplarla savunma amacıyla kurulan merkezi ABD’de bulunan Anti Defamation League (ADL) tarafından en iyi devlet adamı ödülüne layık görülmüştü. ADL, ayrıca aynı ödülü 28 Şubatçı general Çevik Bir’e de vermişti.
SİYONİZM PROPAGANDASI
Dünyanın en zengin örgütleri arasında gösterilen JDC, Ortadoğu’da İsrail devletinin kurulması konusunda etkin rol oynamıştı. Kuruluş amaçları arasında, soykırıma uğradığı iddia edilen Yahudiler’e yardım, Yahudi çocuklara İbranice ve Tevrat eğitimi vermek de bulunan JDC, kaynaklarının çok küçük bir bölümünü Yahudi olmayan topluluklardaki siyonizm propagandalarına ayırıyor.
Kurucusu, sözde soykırım savunucusu
Adıyaman’da sosyal merkez adı altında, siyonizm propagandası amacıyla bir birim açan JDC’nin kurucusu, Ermeniler’in sözde soykırım iddialarında “kitaplarını” ve “açıklamalarını” dayanak gösterdiği 1912-1916 yılları arasında Osmanlı topraklarında ABD’nin büyükelçisi olarak görev yapan Henry Morgenthau. Bu isim, sözde soykırım iddialarıyla ilgili açıklamalarında “yapılanlar bir ulusun katlidir” demişti.
Diyarbakır’dan sonra Adıyaman
Özellikle 17 Ağustos depreminden sonra yardım adı altında, deprem bölgesinde faaliyetlerde bulunan ve siyonizm propagandası yaptığı bildirilen JDC, 1999 yılında Diyarbakır’da GAP İdaresi, Diyarbakır Valiliği ve Diyarbakır Belediyesi’nin iş birliğiyle bir sosyal tesisi açmıştı. Diyarbakır Belediyesi’nden büyük destek gördüklerini belirten JDC yöneticileri, HADEP’li belediyeye teşekkürlerini sunuyorlar. JDC’nin Türkiye temsilciliğini Tel-Aviv’de yaşayan bir Yahudi olan Ami Bergman yapıyor. Siyonist örgüt JDC, bugün Diyarbakır’da “sosyal hizmet” konusunda seminer verecek. Seminer 30 Ocak’a kadar sürecek.”[26]

HRİSTİYANLIK:

“ULUSLARARASI SOS. ÇOCUK KÖYLERİ

Şu an 280 SOS. Çocuk Köyü bulunmaktadır. Çoğu İslam ülkelerindedir. Türkiye’de Menderes döneminden beri faaliyet göstermişler fakat bir türlü muvaffak olamamışlardı. Nihayet “Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı”nı kurarak, Bolluca’da 52 dönümlük arazi üzerine 1990 yılında 13 villa ile faaliyetlerine başlamışlardır.”

Bugün dünyada 1,5 milyon misyoner bulunmaktadır.

“İslam ülkeleri ve üçüncü dünya ülkelerinin tümünü adeta işgal eden ÇOK ULUSLU ŞİRKETLER, çağdaş misyonerlerin üslendiği eğitim kurumlarıdır İlaç sanayiine gelince, Dünya Sağlık Teşkilatı, tüm hastalıklar için 700 çeşit ilaç kullanılmasını prensip olarak önerirken, İslam ülkelerinde bu sayı 20.000.’e çıkmaktadır. Kendi ülkelerinde kobay olarak fareyi kullanırken, İslam ülkelerinde ise insanları kullanmışlardır.

Müslüman ülkelerdeki Batı yanlısı yönetici ve yazarların İslam’a saldırırken kullandıkları malzemelerin hepsi, misyonerlerin İslam’a saldırmak için sunduğu malzemelerdir; gericilik, irtica, kadın köleliği vb TRT ve özel kanalların çoğu bilerek veya bilmeyerek Hıristiyanlık ve Siyonizm propagandası yapan filmler yayınlamaktadırlar; Küçük Ev, He-Man, Şahin Tepesi, Flamingo Yolu, Dallas dizileri gibi. Türkiye bu son yıllarda İmam-Hatip, başörtüsü, yurt, cami, okul, alim, zikir, toplantı, bazen bir öğretmenin kavgasını çok verdi.”[27]

Eskiden mürebbiyelerin yaptığı hizmetleri daha doğrusu misyonerliklerini, bugün geçte olsa ilahiyat sahasındaki eğitim görmüş,İmam-Hatib veya İlahiyat mezunu olan özellikle kız öğrenciler ister kıreş adıyla isterse de mahallelerde geniş eğitim,dil ve görgü kurallarını öğreterek yapabilirler.Sistemli olarak bu müessesenin tesis edilmesi gerektir.Büyük teveccüh ve rağbet olacaktır.Peygamberimiz zamanında çocukların süt anneye verilişlerini daha sistemli ve proğramlı bir şekilde bu zamanımızda uygulayabiliriz.

“Doç. Dr. İhsan Süreyya Sırma 1985’de kendisine Bayburt’ta: “Hocam! Bu bir Alman’dır; Müslüman olmuş. Adı da Alaaddin’dir” demeleri ve neticede şüphelenerek Almanya’da odasında yapılan aramada misyonerlikle alakalı çeşitli dokümanlar bulunmuş ve ajan olduğu ortaya çıkmıştır.

“Hristiyan Siyonizmi” nitelemesi bugünlerde oldukça popüler. ABD’deki Yahudi lobisi ile birlikte dünyaya yeniden biçim vermek için yola çıkan Amerikalı Hristiyan sağcı örgütler ve buna bağlı kişiler için kullanılıyor. Bu kesimler üzerine yazdığı yazılarla tanınan Bill Berkowitz, George Bush’un yüz kırk Hristiyan liderle Beyaz Saray’da Irak’ın işgalini tartıştığını ancak bunun basına ancak bir ay sonra yansıdığını belirterek, bu kesimlerin bugün Washington’daki Omni Shoreham Oteli’nde başlayacak toplantılarına dikkat çeken bir yazı yayınladı. “[28]

“Papa, yasama, yürütme ve yargı güçlerinin tamamını kendinde toplar. Bu görevini yürütmede papa’ya, kendisinin 5 yıl için atadığı, 120-130 kardinalden oluşan Kardinaller Meclisi yardımcı olur. Bu meclisin ise yalnızca danışma yetkisi vardır. Bu meclisin başkanı aynı zamanda Vatikan dışişlerini yürütür. Yasama gücünü üstlenmiş özel delegeye; bir hükümet genel katibi, 24 Romalı laik temsilci ve 6 yabancı onur üyesi yardımcı olur. Güvenlik ve korumayı 87 üyeli Sivil Gözetim Dairesi ile 80 kişilik İsviçreli Muhafızlar Dairesi üstlenmiştir.

Günümüzdeki papa, görevine 16 Ekim 1978’de başlamış olan 264. Roma psikoposu, Polonya asıllı papa John Paul II’dir. John Paul, 456 yıldan beri papalığa seçilen İtalyan olmayan ilk din adamıdır. Papalığın yeryüzündeki bütün önemli uluslararası örgütlerle ilişkisi vardır.” [29]

“Dünyada ise Vatikan vatandaşı olmayan 4000’e yakın memuru ve misyoneri vardır. Vatikan’ın kırk dilde günlük yayın yapan bir de radyosu vardır.

Çok küçük bir toprak parçası ve nüfusa sahip olan papalık makamının Avrupa ve Amerika üzerindeki siyâsi ve dîni gücü çok fazladır. Papa John Paul II bugüne kadar 120 ülkeyi ziyaret etmiştir. İlerleyen yaşına rağmen misyonunu en iyi şekilde yerine getirmektedir. “[30]

“Iraklılar’ın Hırıstiyanlaştırılması için bütün güçleriyle yüklenecekler. Ne kadar başaracaklar göreceğiz…
Bütün bunları nereden mi biliyorum? En son Kosova’dan… Kestirmeden söyleyelim: Kosova’nın halkının tamamı Müslümandı. Şimdi yarısı Hıristiyan…
Misyonerlik örgüleri şimdilerde şahlanışta… Papa’nın Putin’in kulağına söylediği müjdeyi gerçekleştirmeğe çalışıyorlar. Üçüncü bin yılda Asya’yı Hıristiyan yapacağız. İlk hedef Türkiye.”[31]

”1986 yılında ABD’de Evangelist dergisinin bin rahip ve vâiz arasında yapmış olduğu bir ankete göre, İncil’in tahrif edilmiş olduğuna inananların oranı yüzde seksenlere ulaşıyordu. Yine Rahiplerin yarısı Hazret-i Îsâ’nın doğumu ve ölümü ile ilgili Hıristiyan akidesine inanmıyordu.”[32]

-Vatikan ve tapınak şövalyeleri.Aytunç Altındal.kitabından alıntılar:

-“Papa, geçen yıl, 24 Aralık 2000’de, 3. Bin Yıl’da sıranın artık Asya’ya geldiğini ve bu yüzyılda As­ya’nın Hıristiyanlaştırılacağını açıklamıştı.”

-Başkan Bush’un “Haçlı Seferi” başlatacağız

– Öğretiye göre “Vatikan’da öğrenilen sırlar öbür dünyada bile açıklan­maz,”

-* Papaz Vanini ateistliğini ilan ettiği zaman (1614) ne Darvin, ne Kari Marx, ne €ngels, ne de günümüzün modası “Doğa Tapıcısı” yeşiller ve çevreciler vardı.

*İlginçtir ki, Avrupa’da cinsel hayatı ve genelevleri de Roma Kilisesi yön­lendirmişti. Volter’in yazdığına göre Paris’teki genelevler, bizzat Katolik Kilise­leri tarafından “sağlık” denetiminde genelevlerinin daha temiz ve kızlarının da daha sağlıklı olduklarını duyuran ilanlar veriyorlardı.!

* Vatikan, “Ateizme karşı birlikte mücadele” yemi ile “Dinler arası Diyalog” oltasını Türkiye ve İslam alemine attı. Fakat, Papa 2. Jean Paul’ün “dürüst ate­istler de cennete gider” sözü hem ateizmin kaynağının kim olduğunu hem de bu oltanın ne anlama geldiğini bir kez daha ortaya koydu.

-. €SRAR€NGİZ POLONYALI, AĞCA VE GİZLİ ÖRGÜTL€R

* Popa 2. John Paul, Papalık tarihinde, Papa seçilen ilk Slav kökenli Polon­yalı oldu. Bu esrarengiz Polonyalı ilginçtir ki Popa olmadan önce Polonya Komü­nist Partisi gizli polisi ve CIR tarafından korunuyordu, Ağca tarafından vuruldu­ğunda ise araştırmayı NSA (Ulusal Güvenlik Ajansı) yapmış, iki rakip örgüt Cifi ve KGB de ne hikmetse ağız birliği ederek birbirlerini aklamayı yeğlemişlerdi.

* Papalık seçimlerinde Vatikan’ın tüm iç dengeleri ve uluslararası siyaset çok önemli bir yer tutar. Gerçi inanca göre Papayı, Kutsal Ruh seçiyordur ama gerçekte ClA’sından KGB’sine ve MOSSAD’a kadar tüm istihbarat örgütleri de Kutsal Ruh’un seçiminde parmak oynat/yarlardır.

* Şu andaki Papa 2. Jean Paul, gizemli ve esrarengiz bilgilere, sırlara çok düşkün bir Popa oldu.

* Ağca olayının en ilginç tarafı, KGB ve CiA ile Amerika’nın en gizli güven­lik ve istihbarat örgütü NSA’nın arasındaki gizli yazışmalardadır. Çok ilginçtir ki Papa suikastını araştırma görevini CiA değil, NSA yürütmüştür, Ama olayda KGB’nin hiçbir suçunun olmadığını dünyaya CIR duyurmuştur ve bünyesindeki görevli gazetecilerle bu kanıyı pekiştirmiştir. Olayda CIA’nın hiçbir dahli olmadı­ğını da bizzat KGB açıklamıştı. Bu iki rakip örgüt ne hikmetse bu konuda ağız birliği ederek birbirlerini aklamayı yeğlemişlerdi.

* 13 May ıs 1981’de, Roma’dakıSen Piyer Meydanı’nda Papa, Mehmet Fili Ağca tarafından vurulmuştu. Esrarengiz Polonyalı Papa, bu olayı da kendisine iletilmiş ilahi bir sır, esrarengiz bir olay olarak yorumladı.

– HOŞGÖRÜ, DİNL€R ARASI DİYALOG, İBRAHİMÎ DİNL€RİN BİRLİĞİ TUZAĞI

Vatikan, bu projesini hayata geçirebilmek için 1940’lardan başla­yarak kurulmuş olan bazı örgütlerin çalışmalarına 1965’ten sonra hız verdirdi. Bu örgütler şunlardır. Focolare; Catecumenante ve Communion ve Liberty. Bu Katolik örgütlerinden başta “Hoşgörü” (Tolerans); “Din­ler Arası Diyalog” ve “İbrahim! Dinlerin Birliği” şeklinde formüle edilmiş

– Osmanlı İmparatorluğu’ndaki misyonerlik faaliyetleri ilkin yoğun olarak 19. yüzyılda başlamıştır. Özellikle Tanzimat’tan sonra hız kazan­mıştır. Bu dönemde Almanlar, İtalyanlar, İngilizler ve ilk kez denizaşırı misyonerliğe sıvanan Amerikalılar Osmanlı topraklarında cirit atmaya başlamışlardır. 1855 yılının Şubat ayında İstanbul’a gelen bir Fransız Misyoneri, Fransa’da 1856’da yayınlanan günlüğünde Amerikalı ve Al-man misyonerlerin faaliyetlerini bakınız nasıl özetlemişti. €millien Fros-sard adlı bu misyonere göre Almanlar özellikle €rmenileri kendi Protes­tan Kiliseleri’ne bağlamaya çalışmaktaydılar. Ve bu hususta da bir hayli yol almışlardı. Ama Almanların hazırladıkları ortamdan en çok uyanık Amerikalı Protestan misyonerler yararlanmışlardı. €rmeniler, Al-manlar tarafından Protestanlaştırılmışlar ama daha zengin güçlü olan Amerikan Protestan Kiliselerine rağbet etmeye başlamışlardı. Türkler ise yoğun çalışmalar sonucunda el altından dağıtılan İncil’i okumaya başlamışlardı. Bu, son derece mutluluk verici bir gelişmeydi… 1918’e gelindiğinde Osmanlı topraklarında Hıristiyanlığı yaymak amacıyla eğitim faaliyetleri veren 1000’den fazla Katolik-Protestan okulu vardı. Bu okullarda takriben 25.000 kadar öğrenci bulunuyordu. Bu okullar­dan yetişmiş olan Rum ve €rmeni asıllı öğrencilerin bazıları bugün özel­likle Avrupa’da yerleştirilmiş olan Türk düşmanlığını başlatan unsurlar olmuşlardır.

– Kurtuluş Savaşı sırasında, 145 Osmanlı devlet ve din adamı, as­ker ve yazar ingilizlerce Malta’da tutuldu. 28 Mayıs 1919’da Malta’ya sürgüne gönderilenler arasında; eski sadrazam Said Halim Paşa, eski şeyhülislam Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi, Abbas Halim Paşa, Mithat Şükrü, ismail Canbulat beyler ve Ziya Gökalp, Hüseyin Cahit, Ahmed Ağaoğlu gibi yazar ve gazeteciler de vardı. 16 Mart 1920’de son Os­manlı Meclis-i Mebusanının basılmasıyla; Kara Vasıf, Hüseyin Rauf (Orbay)’ın da aralarında olduğu 93 kişi daha adaya gönderildi, ingi­lizler Sevr’i Osmanlı’ya kabul ettirmek için bu sürgünlerin yargılanma hakkını koz olarak kullanacaktı. 1921 Londra Konferansı’yla sürgünler serbest kaldı, Ancak 13 sürgün, adadan aynlamadan öldü.

– APO’NUN PAPA’YA MEKTUBU ÜZ€RlN€…

“Aziz Peder. Hıristiyanlığa çok yakınım. Sizin şahsınıza ve dininize duyduğum saygı benim savaşımın ve düşüncelerimin merkezindedir.”

Bu sözler bölücü terör örgütü PKK’nın başı Abdullah Öcalan’a ait­tir ve Papa II. Jean Paul’a yazdığı mektupta yer almaktadır.[33]

– Apo mektubunda ay­nen şöyle yazmış Papaya: “Suriye’de bulunduğum sırada Suriye Orto­doks Kilisesi’nin Başpiskoposu Yohanna İbrahim Mar Gregorius ile bir çok kez görüştüm. Türkiye’deki rejim sadece Kürtleri değil, Ermenileri, Süryanîler! ve Rumları da imha etmiştir. Ben, Kürdistan topraklarında yaşayan Hıristiyan azınlıkları da Türk vahşetinden korumak için savaşı­yorum. Beni bu savaşta yalnız bırakmayacağınıza eminim.”

-“Karanlık işlerde CFR imzası

ANKARA/ Gizli Dünya Devleti’nin beyin takımı CFR’nin iki gün sürecek Türkiye çıkarması bütün esrarını korurken, bir çok kaynak CFR ile ilgili şaşırtıcı iddia ve bilgilere yer veriyor. İçlerinde bir çok ABD’li düşünür ve araştırmacının kitaplarının da yer aldığı kaynaklarda, CFR’cilerin esrarengiz bağlantıları ile ekonomik krizlerden, savaşlara dünya üzerindeki etkileriyle ilgili şaşırtıcı bilgiler yer alıyor.

II. DÜNYA SAVAŞI VE HİROŞİMA

CFR’nin dünya politikalarına ilişkin en önemli iddialardan biri II. Dünya Savaşı ve Hiroşima’ya atılan atom bombasıyla ilgili. CFR’nin II. Dünya Savaşı’nda büyük rol oynadığı ve atom bombasının Japonya üzerine atılmasına da CFR’nin karar verdiği belirtiliyor. İddiaya göre dünyadaki birçok ülkede ekonomik, siyasi, askeri, psikolojik ve kültürel bir dizi komplo projesi de CFR eliyle yürütülüyor. Buna darbeler dahil.

Yine mevcut BM örgütünün CFR’nin dünyayı siyonizmin hedefleri doğrultusunda şekillendirme çabasının bir gereği olarak uygulamaya koyduğu bir proje olduğu kaydediliyor. Nitekim BM’nin Manhattandaki binasının halen CFR’nin başkanlığını yapan ve kuruluşun resmi metinlerinde “Küresel Çar” olarak geçen David Rockefeller’in bağışladığı arsa üzerinde bulunması bu iddiayı doğrular nitelikte bulunuyor.

ÜNLÜ CFR’CİLER

CFR üyesi olan ünlülerin isimleri örgütün dünya çapındaki etkinliğini göstermek için yeterli. Bazı ünlü CFR üyeleri şunlar:

Henri Kissinger (Eski ABD Dışişleri Bakanı), Zbignew Brzezinski (Stratejist. Eski ABD Milli Savunma Danışmanı), Robert Mc Namara (Eski Dünya Bankası Başkanı), Bill Clinton (Eski ABD Başkanı), Baba George Bush (Eski ABD Başkanı), Jimmy Carter (Eski ABD Başkanı), Dick Cheney (Eski ABD Savunma Bakanı-ABD Başkan Yardımcısı), Gerald Ford (Eski ABD Başkanı), Walter Mondale (Eski ABD Başkan Yardımcısı), Colin Powell (Eski Genel Kurmay Başkanı-ABD Savunma Bakanı), Medeline Olbright (Eski ABD Dışişleri Bakanı), John Deuscht (CIA Başkanı), Antony Lake (ABD Milli Güvenlik Danışmanı),

BAŞINDAKİ KÜRESEL ÇAR

CFR yapısıyla olduğu kadar bu yapı içinde kullanılan ünvanlarla da gizemli bir tablo çiziyor. CFR iki çemberden oluşuyor. İç çemberde 40 kişilik bir komite bulunuyor. Merkez Komite işlevi görüyor. Bu çemberin içinde de 10 kişilik ayrı bir iç çember bulunuyor. Merkezde bulunan bu ilk halkaya “Boğanın Gözü” deniyor. Şu an bu çemberin başında dünyanın en zengin ailelerinden biri olan Rockfeller ailesinden David Rockefeller’in bulunduğu belirtiliyor. Örgütün kendi metinlerinde ünvanının “Küresel Çar” olarak geçtiği kaydediliyor. Dış çemberdeki üyeler iç çemberin kararları doğrultusunda hareket ediyor. Şu an dış çemberdeki üye sayısı 3 bin 600 kişi olarak biliniyor.”[34]

”ENOSİS SÜRÇMESİ
AB Dönem Başkanı Yunanistan’ın Başbakanı Yorgo Simitis, Rumlar’ın AB’ye tam üye olmasını ‘Enosis’i gerçekleştirdik’ sözleriyle değerlendirdi. Yaptığı gafı fark eden Simitis, hatasını düzeltmeye çalıştı.”[35]

– Vatikan’ın İstanbul temsilcisi Marovitch’nin, geçenlerde gazetelerde yayınlanan “Cevşen” hakkındaki görüşleri ayrıca kayda değer.Tv-lerde birkaç kez yaptığı konuşmalarında da her sabah sürekli olarak Cevşen-i okuduğunu ifade etti

-”AB Komisyonunun genişlemeden sorumlu üyesi Günter Verheugen, “Hükümetlerimiz 40 yıl önce Ankara Antlaşmasını imzalayarak, Türkiye’nin AB’ye üye olabileceğini kabul ettiler ve 1999’da, Helsinki’de bunu teyit ettiler” dedi. “Türkiye’nin AB’ye katılımı meselesinin kamuoylarında bazı soruları gündeme getirdiğini herkes biliyor” diyen Verheugen “Türkiye, AB’ye üyeliği öngörülmüş bir aday ülkedir. Benim anlatmaya çalıştığım şu ki, AB’ye üye olacak Türkiye ile bugünkü Türkiye aynı olmayacak” şeklinde konuştu.”[36]

”..::: KİTAB-I MUKADDES :::…

Kutsal kitap anlamına gelen, iki kitaptan ( Eski ahit : Tevrat ve Zebur-Yeni ahit: İncil) ve toplam 66 ayrı bölümden oluşan Kitab-ı Mukaddes, ilahi (Allah’ın gönderdiği) bir kitap değildir. Yani K. Mukaddes ( Tevrat-Zebur ve İncil), K.Kerim gibi Yüce Yaratıcı Allah’ın sözleri değil, insanların yazdığı kitapların bir araya toplamış halidir. Bunu kendi yazmış oldukları (hıristiyan ve yahudi) kaynakları da itiraf eder: Pr.Dr. Richard Friedman’a göre, Tevrat’ı peygamber Yermiah ve havarisi Baruh ben-neriya yazmıştır. ( Yahudi yayın organı Şalom Gazetesi :13 Mayıs 1987). Ayrıca ,Tevratı yazdığı söylenen Hz. Musa’nın, yine Tevrat’ta öldüğü ve gömüldüğü yerlerden bahsedilmesi (Tesniye:34/6 ) Tevrat’ın daha sonra yazıldığının kanıtların-dandır .

Günümüzde İncil Matta, Markos, Luka, Yuhanna tarafından yazılmış, insan yazmalarından oluşan, Hz. İsa’nın hayatını anlatan tarihi bir eser görünümündedir : “İncil’i Allah indirmemiş, hatta onu değişik peygamberlere tek tek yazdırılmamıştır. ( Kur’an ve kutsal kitap, John Gılchrıst)”. Hz. İsa’nın tebliğ ettiği İncil, günümüzde, elimizde bulunan İncil değildir. Bunun en büyük delili yine İncil’de bulunmaktadır.

“…. İsa. Tanrının İncil’ini tebliğ ederek Galile’ye gelir…” (Markos : 1/14)

H.z İsa hangi İncil’i tebliğ ediyor, anlatıyordu ? Matta ‘yımı, Luka’yımı yoksa 300 sene sonra yasaklanacak İznik konsülünün reddettiği İncil’leri mi?

Günümüzdeki İncil şu an Hz. İsa’nın hayat öyküsünü içerir. ( Matta, Hz İsa ile gezerken gördüklerini, Luka Hz. İsa ile başından geçen olayları, Yuhanna, Markos… yine Hz. İsa ile olan anılarını ,aynı olayı, birbirine zıt olarak İncil’de anlatırlar.). Hz. İsa halka neyi anlatıyordu, kendi hayat hikayesini mi, doğumunu mu anlatıyordu ?… Matta’ya göre İncil varda, “İsa’ya göre İncil neden yok ?” hala.

Eldeki en eski İncil Yunancadır. Hz. İsa ise İbranice konuşurdu…

Tüm bunlar elimizdeki Tevrat ve İncil’in bozulduğunu gösteren delillerdir.

Tevrat 39, İncil 27 bölümden oluşur. Hıristiyanlar, K.Mukaddesin tamamına (yani sadece İncil’e değil, Tevrat, İncil, Zebur üçünü birden) inanırlar. Yahudiler ise sadece eski Ahit’e – Tevrat’a inanırlar :

K. Mukaddes’in tanrısı nasıl bir tanrıdır. Yahudi ve hıristiyanlar nasıl bir tanrıya inanırlar : Yorulan, pişman olan, acı duyan, güreşte yenilen, korkan, kinci… bir tanrıdır, K.Mukaddesin tanrısı.

Yorulan tanrı : “… Ve tanrı yaptığı işi yedinci günde bitirdi ve yaptığı bütün işten yedinci günde istirahat etti, dinlendi…” (Tekvin 2/2-3). Kim dinlenir, tabi ki yorulan tanrılar.

Pişman olan, acı duyan tanrı : ” Ve Rab yeryüzünde insanı yarattığına pişman oldu ve yüreğinde acı duydu ” (Tekvin 6/6).

Güreşte yenilen tanrı : ” … ve Yakup, seher sökünceye kadar bir adamla gü-reşti… (adamı yenince) adam Yakub’a dedi :

Adın nedir ? Yakup. Yine adam ona, “artık sana Yakup değil, ancak İsrail* (Bkz. Dipnot) denecek çünkü insanlarla ve Allah ile uğraşıp onları yendin. ” (Tekvin : 33/24-29)

Korkak tanrı : ” Ve rab… derede oturanlar, kovamadı, çünkü demirden savaş arabaları vardı.” (Hakimler (1/19). Demirden savaş arabalarından korkan bir tanrı…

Kinci bir tanrı : ” Rab diyor, seninle milletleri, atı ve binicisini, cenk arabasını ve binicisini, erkeği ve kadını, kocamış adamı ve genci, genç adamı ve ere varmamış kızı, çobanı ve sürüsünü, çiftçiyi ve çiftini, valileri ve kaymakamları… kıracağım…” (Yaremya : 51/20-26)

İslâm’ın ilahı, Allah (C.C) Kur’an da nasıl anlatılır : ” O (Allah) görüleni de görülmeyeni de bilen, kendisinden başka tanrı olmayan Allah’tır. O, acıyıcı olandır, acıyandır. O, kendinden başka tanrı olmayan, hükümran, çok kutsal, esenlik veren, güvenlik veren, görüp gözeten, güçlü, buyruğunu her şeye geçiren, ulu olan Allah’tır. Allah müşriklerin (putperest, yahudi ve hıristiyanların) ileri sürdüğü sıfatlardan ( yorulan, yenilen…) münezzehtir. O, var eden, güzel yaratan, yarattıklarına şekil veren, en güzel isimler kendisinin olan Allah’tır. Göklerde ve yerde olanlar O’nu tespih ederler. O güçlüdür, her şeye hakimdir” (Haşr: 22-24).

K. Mukaddesin peygamberleri nasıldır ?

Hz. Lut (A.S)’a iftira : Lut (A.S)’a iki kızı, şarap içirip sıra ile yanlarına girip, onunla yatıp, babalarından hamile kalırlar.(Tekvin : 33-36)

Yahuda peygambere iftira : Gelini ile yatıp , hamile kalınca onun yakılmasını emreden bir kayınpeder. (Tekvin : 38/15-25)

Davud (A.S) ‘a iftira : Bir komutanın karısı ile yatıp hamile kalınca, kocasını savaşa gönderip ölmesi için tezgah hazırlayıp, sonra da dul eşi ile evlenir. (I. Samuel : 2-27). Oğlu Amnon kız kardeşi Tamar ile zorla yatıp onu “alçaltır” ( I. Samuel : 13/1-39)

K. Mukaddes nasıl bir kitaptır?

Kalça, karın, göbek yuvarlağı, göğüs, boyun, göz, saç, dudaktan… bahseden bölümleri ( Neşideler neşidesi 7:1-13) dışında, yahudi olmayanların yabani hayvan kabul edildiği ( Tesniye : 8/ 21-22), Fırat ırmağı civarının tanrı tarafından yahudilere verildiği ( Tesniye : 12/24), insanların kasaplık koyun gibi ölüm gününe hazırlanmayı emreden (Yaremya : 13/3), insanları delik deşik edip çocukların yere çalınıp, karılarının kirletilmesini emreden ( İşaya: 13/15-16) … ayetleri bulunan kutsal (!) kitabın, K. Mukaddesin emirlerini yerine getiren siyonist ve emperyalistler, dünyanın her yerinde müslüman kanını akıtmaya devam etmektedirler.

K. Mukaddes insan mahsulü olduğu için, içinde birbiri ile çelişen pek çok ayet bulunmaktadır.

Şela kimin oğlu ? : Arpakşad’ın ( Tekvin: 11-12) – Kainan’ın (Lukas: 3-36)

Harun (A.S) nerede öldü ? : Hor dağında ( sayılar . 20-28) – Mosereya’da ( Tesniye :10-6)

Davud ( A.S)’u kim tahrik etti ? : Tanrı (II.Samuel: 21/1) – Şeytan (Tarihler : 21-8)

Yehoyakin kaç yaşında kral oldu ? : 18 yaşında (II.Krallar : 24-8) – Sekiz (II.Tarihler : 36-9)

Nuh (A.S) her canlıdan kaçar tane aldı ? : İkişer ( Tekvin : 6-19) – Yedişer (Tekvin : 7-2)

Ahazya kaç yaşında kral oldu ? : Yirmi iki ( II.Krallar : 8-26 ) – Kırkiki ( II.Tarihler: 22-7)

Saulun kızı Mikal çocuk doğurdu mu ? : Çocuğu olmadı (I. Samuel : 6-23) – Beş çocuğu oldu ( I. Sauel : 21-8)

İnsan kaç yıl yaşayabilir ? : En çok 120 yıl: ( Tekvin 6-3) – 403 yıl ( Tekvin : 11-13)

Tanrı yorulur mu ? : Rab yorulmaz : ( İşaya : 40-28) – İstirahat eder.( Tekvin : 2-3)

Hz. İsa, Hz.Davud’un oğlu mu ? : Evet Davud’un oğlu (Luka : 18-38) – Hayır, tanrının oğlu (Matta : 22-45)

Yusuf (A.S) ‘ın babası kim ? : Yakup ( Matta: 1-16) – Heli (Luka : 3-23)

İbrahim’den Davud’a kaç nesil vardır ? : 14 (Matta : 1-17) – 15 (Luka: 3-31-34)

Eriha’dan çıkarken İsa’dan kaç kör yardım istedi ? : İki : (Matta: 20-30) – Bir (Markos : 10-46)

H.z İsa ‘ nın şehadeti doğru mudur ? : Evet (Yuhanna: 5-31) – Hayır ( Yuhanna: 8-14)

Haçı kim taşıdı ? : Simon (Luka : 23-26) – İsa (Yuhanna : 19-17)

Yahuda İsa’yı öptümü ? : Öptü (Matta : 26-49) – Öpmedi ( Luka: 22-49)

Kabirden çıkan cinlenmişler kaç kişi idi ? : İki (Matta : 8-28) – Bir (Markos:5-7)

H.z İsa’yı kim kabre koydu ?: Yusuf ve Nikodimus (Markos: 15-46) – Sadece Yusuf: ( Yuhanna:19-42)

Mezarda kaç melek göründü ? : Bir (Matta: 28-2) – İki (Yuhanna : 20-12)

… ……………………………………? : ………………………. – ……………………..

K.mukaddes daha birçok katma ve çıkartmaları bünyesinde barındırmaktadır…

Hıristiyan teslise (Baba- Oğul- Ruhul Kudüs) inanırlar. Baba doğmamış, oğul ve ruh doğmuştur. Üçü her zaman bir arada idiler.

Morkos 🙁 13-32) :” Ne melekler, ne de oğul, babadan başka kimse bir şey bilmez.”

Markos 🙁 10-18): ” İsa dedi: … birden başka kimse iyi değildir o da Allah’tır ”

İsa, baba ile bir olsa onun gibi her şeyi bilmesi gerekmez mi ?

Baba, oğul mecazi anlamda kullanılmış olabilir mi ? Bu mecaz, zamanla asıl anlam gibi algılanmış olabilir mi :

Matta (5-9) : ” Ne mutlu sulh edicilere, çünkü onlar Allah oğulları çağrılacaklar”

Matta (6-14): ” İnsanların suçlarını bağışlarsanız , semavi babanız da size bağışlar.”

Yuhanna (5-19) : “Biliriz ki biz Allah’tanız…”

Tanrı tüm insanların babası (Rabbi)’dir. Hıristiyanlar İsa(A.S) söz konusu olunca baba, oğul kelimelerini hakiki manalarında, diğer insanlar söz konusu olunca mecazi manalarda anlamaktadırlar. Bu ayırımın sebebi nedir?

K. Mukaddes’te tevhid- Allah’ın bir olması:

Tesniye (4-39) : “Yukarıda göklerde ve aşağıda yerde Rab, o Allah’tır başka yoktur”

Tesniye (6-4) : ” Dinle ey İsrail : Allah’ınız Rab, bir olan Rabtir.”

Tesniye (32-39) :” Şimdi görün ki , ben O’yum, katımda ilah yoktur”

I. Samuel (2-2) :” … Senden başka ilah yoktur.”

I. Krallar (8-60) : “… Rab, Allah olan odur, ondan başka yoktur.”

İsaya (45-5,6) : ” Rab benim ve başkası yoktur, benden başka Allah yoktur”

İsa (A.S) Allah’ın kulu ve Resulüdür:

Matta (12-18) : ” İşte benim seçtiğim kulum”

Luka (24-19) : “… Kudretli bir peygamber olan Nasıralı İsa.”

Kur’an Hıristiyanlara şöyle seslenmektedir :

“Ey kitap ehli. Dininizde aşırı gitmeyin. Allah hakkında yalnız gerçeği söyleyin. Meryem oğlu İsa Mesih. Sadece Allah’ın peygamberleridir… (Allah) üçtür demeyin, bundan vazgeçin… ” (Nisa Suresi :171) “”

İSLAM ALEMİ VE TÜRKİYE

“Dünya birliğe giderken,İslam ülkeleri bölünmeye sevkediliyor.Amerika Birleşik Devletleri,Birleşmiş Milletler,Arap Birleşik Emirlikleri sınırlı olarak bir birlik ifade etmekle beraber,genellikle Araplar ve İslam dünyası rahat kontrol edilebilir olması,gerekse de başta petrol gibi sahib oldukları zenginliklere sahib olup pay almak için bölünmektedirler.Öyleki milyonun altında olan bir ülke devlet olarak ayrılmaktadır.İslam dünyasının da İttihad-ı İslamı tesis etmeleri bir zaruret ve tüm dünya için bir emniyettir.Türkiye bunun öncülüğünü yaparak o devletlerin başlarında bulunan keyfilik ve zevkiliklere bir düzen getirebilir.Hepsi bir zincirle bağlanmıştır.Tıpkı Saddamın bağladığı ve kendisinini de bağlandığı gibi…”[37]

-“92 milyar dolar (147 katrilyon lira) bütçe,93.4 milyar dolar iç ve dış ödenecek faiz.2003-ün….vakit gaz.17-3-2003.

Bununla ,142 adet köprü,261 adet üniversite,2 milyon 200 bin konut,87 adet Atatürk barajı,5 bin 585 km otoyol yapılabilirdi.Bu bir yıllık faizle.[38]

-”MÜSİAD Genel Başkanı Ali Bayramoğlu, 1991-2002 döneminde pek çok siyasî ve ekonomik gelişmenin yaşandığını, bu dönemde faize, teröre ve yağmaya giden paranın 450 milyar dolar olduğunu söyledi. Bayramoğlu, “Bu dönemde 270 milyar doları faiz, 80 milyar doları yandaş kayırma, 100 milyar doları terör olmak üzere toplam 450 milyar doları nakit ödemiş, 154 milyar dolar da borçlarımızı artırmışız” dedi.”[39]

“İlk 1953-te İngilizce eğitimler türk koleji olarak –Türk Eğitim Derneği Yenişehir Lisesinin koleje çevrilmesiyle başladı.”[40]

– Türkiyede 70.binden fazla cami,yüzbinden fazla imam-müezzin-müftü-vaiz,600-den fazla imam-hatib okulu,17 ilahiyat,vakıflarda devletin hizmetinde ve laikiz.???

Kontrol etmek için güzel uygulama!

-”’Türkiye’de din özgürlüğü yok’

Almanya’nın başkenti Berlin’de önceki gün, Türkiye ile ilgili görüşlerinin olumlu yönde değiştiğini söyleyen Avrupa Birliği (AB) Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Günter Verheugen, dün Vatikan’da ağız değiştirerek ağır eleştirilerde bulundu. AA’nın Roma kaynaklı haberine göre Verheugen, Vatikan’da Dışişleri Bakanı Kardinal Jean Louis Tauran ile özel olarak Türkiye – AB ilişkilerini görüştü. İlk kez Vatikan’a giderek Türkiye hakkında konuşma ihtiyacı duyan Verheugen, Fransız Kardinal Tauran ile görüşmesini Roma’daki bir grup yabancı gazeteciye değerlendirdi. “[41]

”Kemalizm raporunun özü değişmedi

Milliyet gazetesinin sorularını cevaplandıran Arie Oostlander, “Eğer siz Hollanda’nın kurucusunu eleştirseydiniz, ben söylediklerinizin ilginç olup olmadığını anlayabilmek için sizi dinlerdim, bundan gücenmezdim. Ama sanırım Türkiye’de işler böyle yürümüyor. Türkler kendilerini Hollanda’nın kurucusunu eleştirme konusunda özgür hissedebilirler. Bu problem oluşturmaz” şeklinde konuştu.

“Askerlerin eğilimi Türkiye kurtarmak ve her türlü tehlikeye karşı korumak. Bazı dönemlerde bu tür bir davranış içinde olmak gerekebilir. Ancak bu, AB’deki uygulamalara uygun değil” diyen Hollandalı Parlamenter şunları söyledi: “Tüm bu durum değişmeli. Orta Avrupa ülkeleri eski sistemi tamamen arkalarında bırakmaktan son derece memnunlar. Türkiye’de ise bu o kadar kolay değil.” [42]

” İngiliz Economist dergisi, Türk ordusunun bu kez halkın nabzını doğru tutamadığını ve bu nedenle etkinliğinin azalabileceğini yazarak, “Türkiye’nin generalleri hâlâ reformları yavaşlatan bir unsur, ama bu böyle kalmayabilir” ifadesini kullandı. “[43]

-”M. Kemal, Enver Paşanın Kurtuluş Savaşına Kuva-yı Milliye saflarında katılma talebini kesin bir tavırla reddetti. Bu tavrın sebebini Falih Rıfkı’nın “Çankaya” isimli kitabını okuyunca daha iyi anlıyoruz.

Bu kitapta ifade edildiğine göre, Çanakkale Harbi (1915) sonrasında, en üst makamda bulunan Enver Paşaya M. Kemal’in rütbesini neden yükseltmediği sorulur. Paşanın verdiği cevap şu olur:

“Mustafa Kemal’i paşa yapsanız padişah, padişah yapsanız Allah olmak ister.”[44]

-” Mutlak ve tek referansa dayanmak, Kemalizm’in ne olduğuna ve nasıl anlaşılması gerektiğine de açıklık getirmekte.

…..Siyaset tek bir otorite elinde toplanırken, Kemalizm’in bir yönetim aracı olarak kullanılması da olanaklı olmakta. Anayasamızın dibacesinde Kemalizm’in korunmasının mantığı bu: Bu sadece ideolojik bir hassasiyet değil, ülkeyi otoriter zihniyet altında yönetebilmenin de arka planı. Diğer taraftan Kemalizm’in askerin siyasi tekeli altında olması, başka öznelerin Kemalizm üzerinden siyaset üretmesini de engellemekte. Örneğin CHP hem Kemalist olmaktan vazgeçemeyen; hem de Kemalist oldukça toplum nezdinde kişisizlikleşen bir parti hüviyetinde. Diğer bir deyişle bizzat Kemalizm, Türkiye’de merkez siyaseti edilgenleştiren, paralize eden; ve siyasi partilerin toplumla bağ kurmasını neredeyse imkansızlaştıran bir ideoloji… Demokrasiyi devletin uzantısı olarak algılayan, onu içi boş bir ideolojik söyleme indirgeyen; kendisini ise demokrasinin karşısında tanımlamak durumunda kalan bir anlayış. “[45]

-”Avrupa Kemalizm’i sorguluyor

Tasarıda şu ifadeler yer buluyor:
“Türk devletinin temel felsefesi olan Kemalizm, Türk devletinin bütünlüğüne yönelik ölçüsüz bir endişe kaynağı oluyor. Kemalizm, Türk kültürünün ve milliyetçiliğinin homojenliği üzerinde duruyor. Devletçilik, ordunun güçlü rolü, dine karşı çok katı bir tavır gibi yaklaşımlara öncelik veren Kemalizm felsefesi, Türkiye’nin AB’ye katılımına köstek oluşturuyor.’’[46]

-‘’AB’nin siyasi değerlerinin, Yahudilik ve Hıristiyanlık kültürüne dayandığının, ancak bu değerlerin İslâm ağırlıklı bir toplum tarafından da kabul edilebileceğinin ve savunulabileceğinin’’ yazıldığı karar tasarısında, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, Türk halkı tarafından güvenilir bir kurum olarak görülmesi eleştiriliyor. ‘

‘’Türk hükümetinin, devlet reformunu başarmak için, köktendincilik ve bölücülük korkularını yenmesi gerektiği’’ belirtilen tasarıda, ‘’Türkiye’de Kemalizm’i değil, demokratik Avrupa ilkelerini temel almış yeni bir Anayasa oluşturulması’’ isteniyor.

-“Cemaatler arasındakı fark , sadece öncelık sıralamasındakı farktır.

Nurcu önce ımanı,

Süleymancı önce kur’an’ı,

Milli görüşçüler önce siyaset,

Radikaller önce cihadı ,

Tarikatçılar önce ahlakı … ,ön plana çıkarırlar, ama her cemaatte hepsi ( ahlak , iman , siyaset , kur’an , cıhad ,…) vardır .Sadece ilk sıraya , öncelik sıralamasına farklı bır şıkkı getirmişlerdir.Ama hepsinin paydaları aynıdır , sadece ilk öncelikleri , sıralamalarındakı öncelikler farklıdır .!

İtikatta radikal,amelde tarikatçı,tebliğde ise ilm-i siyaset ve nurcularla olup , oyumuzu da islam’a vermeliyiz !”

28 ŞUBAT-1997-KARA İHTİLAL VE İHTİLALLER

Farklı bir ihtilal olarak girdi gündemimize 28 Şubat.

Gerçek takiyye..samimiyet görüntüsü vererek yapılan samimiyetsizlik ve kusulan hınçlar…Geri-ye dönme sevdası..gerçek gericilik..

Bu uğurda başarımın gerçekleştirilmesi için rütbe ve para gibi vaadlerde bulunuldu.[47]

Ferruh Bozbeyli ile yapılan röportajdan:[48]

”12 Mart siyasi hayattaki birikimi alıp götürdü’

12 Mart muhtırasına (1971) Meclis’te en sert tepkiyi gösteren dönemin Demokratik Parti (DP) Genel Başkanı Ferruh Bozbeyli, “Muhtıra anayasa içi çözüm için, anayasa dışı bir müdahale.” değerlendirmesinde bulunuyor.

“1950’den beri kulak veririm bu işe; laiklik konusu bitmez pişer pişer yine gelir, ilericilik–gericilik bitmez, Atatürkçülük düşmanlığı bitmez. Bazıları da bitmesini istemez sermaye olsun diye.”F.Bozbeyli.

“F.Bozbeyli, her askerî müdahalenin siyasi hayatta büyük kayba yol açtığı inancını taşıyor. 12 Mart’ın da siyasetteki birikimi, demokrasiye olan inancı götürdüğünü düşünen Bozbeyli her müdahale sonrasında partilerdeki tecrübeli insanların harcandığını kaydediyor.”

“Hukukun kuvvetinin tükendiği yerde kuvvetin hukuku başlıyor.”

“AP’den ayrılıp kendi partisini kurma sebebini şöyle açıklıyor Bozbeyli: “Demirel’le bir uyum sorunu yaşıyorduk. Olaylara bakış, anayasayı anlayış tarzı, siyaset anlayışı. O, partiyi kendisine bağlı, kendisine tabi bir topluluk olarak görüyordu.”

“Demirel bana dedi ki: “Politika açık denizde yüzme yarışıdır. Kimse kimseye yardım edemez. Yardım etmeye kalkarsan senin hızın kesilir.”

“Türkiye’de en eski kurumsallaşmış olan askerdir. Asker daima kendini bir numaralı koruyucu olarak görür. Ordunun bu titizliğine de halel getirecek şeyleri sivil insanlar yapmamalıdır. Yalnız müdahale edenlere yönümüzü çevirip onların eksikliğini ararsak yanılırız.” F.Bozbeyli.

“1969’da AP’nin tek başına iktidara gelmesinin ardından başlayan şiddet olayları, 1970’lerde hızla artarak 1971’de sokak hareketlerine dönüştü. Başta ODTÜ olmak üzere pek çok üniversitede kontrolü elde tutan solcu gruplarda silahlı mücadele yoluyla devrim yapma eğilimi güçlendi. Lübnan’da Filistinli silahlı gruplarla işbirliğine gidecek noktaya kadar varan bu eğilimin ordu içinde sol bir cunta ile flört ettiği sonraları ortaya çıktı. Sivillerden Doğan Avcıoğlu ile 27 Mayısçı emekli general Cemal Madanoğlu’nun başını çektiği bir cuntanın 9 Mart 1971’de bir darbe ile iktidarı devralması kararlaştırıldı. Cuntacılar Devrim Anayasası ve Devrim Partisi Tüzüğü, Devrim Konseyi ve Bakanlar Kurulu listesi hazırladı. Amaç BAAS modelini esas alan sol bir rejimi Türkiye’de egemen kılmaktı. Plana göre Orgeneral Faruk Gürler devlet başkanı, Muhsin Batur başbakan, Tümgeneral Celil Gürkan başbakan yardımcısı, Bahri Savcı Adalet Bakanı, Osman Olcay Dışişleri Bakanı, Nusret Fişek Sağlık Bakanı, Altan Öymen Basın Yayın Bakanı, hatta Uğur Mumcu da Gençlik Bakanı olacaktı. Cuntanın en tepe noktasına sızmayı başaran MİT ajanı Mahir Kaynak’ın açıklamalarına göre, cunta 1966’dan itibaren faaliyetteydi ve attığı her adım izleniyordu. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde radikal solcu olarak bilinen öğretim görevlisi Mahir Kaynak, Madanoğlu’nun en yakınında yer aldı. Ancak sol cuntanın varlığı, ordunun genel eğilimini yansıtan ana gövdeden icazet alamadı.

Cunta 1971’in Mart ayında çatladı. 9 Mart’ta sol bir darbe planlanmışken, Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur saf değiştirdi. Komutanlar, 9 Mart’taki darbeyi engellediler. 12 Mart’ta da hükümete muhtıra verildi. 16 Mart 1971’de 9 Martçı olduğu bilinen 13 subay tasfiye edildi. 12 Mart Muhtırası’nın verildiği gün Süleyman Demirel Hükümeti istifa etti.”

-28 Şubat sürecinin bir neticesi olan ekonomik kriz ile ilgili bir çarpıcı gerçek daha ortaya kondu. ATO Başkanı Sinan Aygün, son 5 yılda 110 bin 566 şirket kapandığını, işsizlik oranının yüzde 7.6’dan yüzde 12.3’ye çıktığını belirterek, ‘’Son 5 yılda uygulanan ekonomi politikaları sonucu özel sektörün üzerinden silindir geçerken, kapanan işyerleri işsizliği patlatmıştır. Son 5 yıl yıkım yılları olarak anılacak’’[49]

”Elkatmış’ın sözleri:
“Başbakanlık Takip Kurulu’nun sicili bozuktur. Sadece varlığı bile insanları rahatsız ediyor ve Türkiye’de demokrasinin bulunmadığı şeklinde değerlendiriliyor. Ülkede yolsuzluk var, soygun var. Siz, sanki tek bir tehlike mevcutmuş gibi, sadece irtica ile mücadele amaçlı bir kurul oluşturuyorsunuz. Demek bu kurulu kuranları, yolsuzluk ve soygun rahatsız etmiyormuş.î
Elkatmış’a Kurul’un oluşmasında Erbakan’ın katkısının bulunduğunu hatırlattım.
Elkatmış, “Erbakan döneminde bu Kurul’da sadece İçişleri, Adalet, Başbakanlık ve Milli Eğitim Bakanlığı müsteşarları vardı. Bir de Diyanet İşleri Başkanı. Mesut Yılmaz döneminde, Kurul genişletilmiş, MİT, Genelkurmay, Emniyet’ten temsilciler katılmışî dedi.”[50]

“TSK’nın içine sızdılar bile!

TSK’dan Marksist Leninist Devrimci Subaylar Örgütü’nün Merkez Yönetim Kurulu’nda yer aldığı için ihraç edilmesine rağmen, özellikle 28 Şubat sürecinde TSK’nın çok sayıda yer dekorasyonu işine imza atan Haluk Ergüven’in isminin, Genelkurmay Başkanlığı tarafından bastırılarak genç subaylara dağıtılan “Ders Alalım” isimli kitapta yer aldığı ortaya çıktı. Kitapta, Ergüven ve cuntacılar “sapık ideoloji” sahibi olarak nitelendiriliyor; amaçlarının TSK’yı parçalayarak komünist bir devlet kurmak olduğu belirtiliyor.
“YİNE İÇİMİZE SIZMAK İSTEYEBİLİRLER”
Genelkurmay Başkanlığı tarafından tam 30 yıl önce hazırlanan kitapta, Ergüven gibi cuntacıların TSK’ya tekrar sızabilecekleri belirtiliyor ve şöyle deniliyor: “Kitabın dikkatli okunarak ve mevcut ifadelerle de mukayese yapılarak incelenmesi, bugün temizlenen bu tip kişilerin gelecekte bir daha içimize sızmaması için alınması gereken tedbirleri de açıklaması bakımından Silahlı Kuvvetler mensuplarına ışık tutacak, bugün ve yarın şerefli ordumuzu temsil edecek gençlere tehlikeleri gösterecektir.”

“KOMÜNİSTLERİN HEDEFİ GENÇ SUBAYLARLA KOMUTA KADEMESİNİ ÇARPIŞTIRMAK”
Kitapta yer alan bir bölümde, bugün yaşanan genç subay tartışmasına da ışık tutuluyor ve komünistlerin yöntemleri arasında genç subaylar ile komuta kademesi arasında boşluk oluşturmaya çalışmanın önemli bir yer tuttuğu şöyle anlatılıyor: “Komünistlerin stratejik hedefi iktidardır. Bugüne kadar yaptıkları bütün eylemlerde isyanlarını körüklemişler ve sonunda da silahlı kuvvetleri etkileyerek bu isyanların ihtilale dönüşmesini sağlamışlardır. Askeri darbeden sonra, yönetimi ele geçirmek ve bilahare temizlik yapmak çok kolay bir iş olmaktadır. Komünistlerin silahlı kuvvetlere sızmaları ve onda disiplin bozucu, sabotaj, isyana teşvik ve casusluk gibi hareketlere girişmeleri, değişmez taktiklerinin eylemlerindendir. Her fırsatta orduyu halktan ayırmaya çalışmak, ordu büyüklerini küçük düşürmek veya genç kadro ile komuta kademesi arasında boşluk oluşturmaya çalışmak, ordu ile hükümeti karşı karşıya getirmek, emniyet kuvvetleriyle silahlı kuvvetleri birbirine hasım hale getirmek, ordu içindeki hiyerarşik kademelerde sürtüşmeler çıkararak disiplini sarsmak, en çok uyguladıkları çalışma şekilleridir. Dolaylı olarak orduya el atmak çabaları yanında, direkt olarak orduya yönelik hareketler yapmaktadırlar.”
“GENÇ SUBAYLARI EMELLERİNE ALET ETMEK İSTEYEBİLİRLER”
“Bu kitap, Türkiye’de ikinci bir kurtuluş savaşı vermek sloganı içerisinde Türk milletini ve Türk halkını parçalayarak ikinci bir Vietnam’a benzetmek ve bu suretle memlekette komünizmi sokmak ve son Türk devletini ortadan kaldırmak isteyen iç ve dış düşmanların, Türk milletinin öz varlığı ve yegâne teminatı olan kahraman Silahlı Kuvvetlerimize çeşitli yollardan çengel atmak suretiyle her sahada işledikleri cinayetlere paralel olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin genç kademelerini bir ihtilal düzeyi içerisinde, kendi emellerine ortak etmek suretiyle memleketi bir iç harbe sürüklemek hayali içerisinde sarfettikleri çabaları açığa vuracak ve bundan sonra alınması gereken tertip ve tedbirler üzerinde sorumlu makamlar nezdinde uyarıcı bir rol oynayacaktır.”
“CUNTACILAR SAPIK İDEOLOJİ SAHİPLERİ”
“Şunu kesin olarak ifade etmek gerekir ki, Türk Silahlı Kuvvetleri mevcudunun ancak binde üçü kadar bir mevcutta görülen bu sapık ideoloji sahipleri, alınan tedbirlerle zamanında ordu saflarından atılmış ve haklarında adli kovuşturmalara tevessül edilmiştir. Burada iftiharla belirtilecek tek husus, Silahlı Kuvvetler’in küçük bir cüz’ünü temsil eden bu sapık ideoloji sahipleri, hiçbir zaman Türk Silahlı Kuvvetleri’ni temsil edemeyeceği gibi, giriştikleri faaliyetler dolayısıyla Silahlı Kuvvetlerimiz’in tümünü Atatürk ilkelerinden ayırmaya yeterli olamamıştır…”[51]

”28 ŞUBAT’ı Malki cinayeti tetikledi.

28 Şubat sürecinde Deniz Kuvvetleri’nde istihbarat yaptırdığı iddiasıyla Askeri Mahkeme’de yargılanan dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkanvekili Bülent Orakoğlu, “Darbeyi rapor ettim: DEŞİFRE” kitabında kara kutunun kapağını açtı.

İstanbul- 28 Şubat sürecinde Emniyet İstihbarat Daire Başkanvekilliği yapan Bülent Orakoğlu, “Darbeyi rapor ettim: DEŞİFRE” isimli bir kitap yazdı. TİMAŞ Yayınları tarafından yayınlanan kitapta 28 Şubat sürecine ilişkin enteresan bilgiler yer alıyor. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde yargılanan ve bir süre tutuklu kalan Orakoğlu, Nesim Malki cinayeti ve Susurluk davası ile ilgili olarak yaptıkları araştırmaların 28 Şubat’ın tetikleyici faktörleri arasında yer aldığını öne sürüyor. 28 Şubat’ın önceki ilk üç darbeden farklı olduğunu belirten Orakoğlu, “Cumhurbaşkanı, bazı parlamenterler, bazı ulusal basın ve medya, bazı yargı mensupları da TSK’nın yanında görev ve yer aldı. Hangi haklı nedene dayandığı iddia edilirise edilsin darbe darbedir” diyor. “Kanımca bugün de bu olay ‘Malki cinayeti’ tam olarak çözülememiştir. Operasyon yarım kalmıştır. Malki’nin arkasındaki dış güçler, kara para baronları ve yabancı gizli servis ilişkilerinin üzerine gidilememiştir. Olayın tetikçileri ve azmettiren kişi yakalanmış, Malki’nin her türlü yasadışı faaliyetini bilen ortağı ve muhabesebecisi Erol Erkohen ise cinayetin çözülmesinden kısa bir süre sonra elini kolunu sallayarak yurt dışına çıkmıştır. Bu şahsın İsrail’de ifadesinin alınması için Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı’ndan oluşan bir ekip İsrail’e gitmişse de maalesef düğümü çözebilecek neticeye ulaşılamamıştır” diyen Orakoğlu, “Malki cinayeti ile ilgili gelişmelerden her safhada kendisini bilgilendirdiğimiz İçişleri Bakanı, cezevinden serbest bırakıldığım günlerde bana, ‘Refah-Yol Hükümeti’nin yıkılmasında Malki cinayeti ile ilgili yaptığımız araştırmaların önemli bir rolü olduğunu’ söylemişti” şeklinde konuşuyor.”[52]

-Haftalık haber ve yorum dergisi Türkiye’de Cuma, bu haftaki kapak konusunu bugün 6. yılını dolduran 28 Şubat darbesine ayırdı. “Milli egemenliğe suikast girişimi: 28 Şubat” ana başlığıyla konuyu birçok yönden ele alan dergi, postmodern darbenin Türkiye’ye telafisi çok zor zararlara malolduğuna dikkati çekti.
28 Şubat’ı “Milli egemenliğe indirilen bir darbe hükmündeki “Batı endeksli” suikast” şeklinde nitelendiren dergi, bu süreçte Türkiye’de insan hak ve özgürlüklerinin kısıtlandığını, yüzlerce Kur’an kursunun kapatıldığını, eğitim sisteminin tam bir kaosa sürüklendiğini, ülkenin uluslararası arenalarda rezil duruma düşürüldüğünü, inancından dolayı başlarını örten binlerce kızın eğitim hakkının gasbedildiğini, hukuksuz olarak parti kapatıldığını vurguladı.
Dergi; konusunda uzman gazeteci, yazar ve siyasilerin de görüşleriyle desteklenen kapak dosyasında, postmodern darbenin ekonomik, sosyal ve siyasal anlamdaki götürülerini de işleyerek şu görüşleri dile getirdi; “28 Şubat tarihe, kimilerine göre ‘postmodern bir darbe’, kimilerine göre ‘ülkeye domuzbağı’, kimilerine göre ‘hortumcu kalkışma’, kimilerine göre ‘irtica kavramını açıkça tanımlamaktan bile korkan bir müdahale’, kimilerine göre ‘örtülü namert bir darbe’, kimilerine göre ‘Batıcı-laisist bir elit projesi’, kimilerine göre, ‘uluslararası projelerin yerel uzantısı’, kimilerine göre ‘yükselen İslâm’ın önünü kesmeye çalışan uluslararası bir organizasyonun yerel uzantısı’ kimilerine göre de ‘irticanın kökünü kazımak için kalkışma’ olarak geçmiştir.” [53]

-“ Laiklikten yana tavır koymayan savcıya küfrederim.

28 Şubat sürecinde Yargıtay Başsavcılığı yapan Vural Savaş, cumhuriyetten ve laiklikliktan yana tavır koymayan savcılara rahatlıkla küfredebileceğini söyledi. Şahsi meselelerde hoşgörülü olduğunu, ancak görevinde her türlü kelimeyi kullandığını belirten Savaş, iddianamalerinde kullandığı ‘vampirler, habis ur’ gibi tabirleri normal buluyor.”[54]

-“Cuntacının yoldaşı Ermeni

TSK’dan cuntacı olduğu için ihraç edildikten sonra özellikle 28 Şubat sürecinde TSK’dan çok sayıda yer dekorasyonu işi almasıyla gündeme gelen Haluk Ergüven’in, aynı cuntada birlikte yer aldığı Muzaffer Cengil’in komünist Bulgaristan ajanı olduğu, ev arkadaşı Levon Mafyan’ın ise ABD’de bulunan Ermeni örgütü Taşnaksutyun’un hesabına çalıştığı ortaya çıktı. Ergüven’le birlikte bulunan isimlerin ilginç bağlantıları askeri darbelerdeki yabancı dış servislerin etkisini gündeme getirdi.
Genelkurmay’ın bastırdığı “Ders alalım” isimli kitapta, Ergüven’in ev arkadaşı olan Levon Mafyan’ın merkezi ABD’de bulunan ve Türk topraklarında bir Ermeni devleti kurulması için çalışmalarda bulunan Taşnaksutyun Ermeni Komitacıları ile ilişkisi bulunduğu belirtiliyor. Yine kitapta Mafyan’ın Türkiye Gönüllü Hizmetler Derneği aracılığıyla çeşitli Avrupa memleketlerini ve ABD’yi sık sık ziyaret ettiği yer alıyor.
100’E YAKIN ASKERİ ÖĞRENCİYİ EĞİTMİŞ
Devrimci Subaylar Örgütü davasında gözaltına alınan ve sorgulanan Levon Mafyan, Haluk Ergüven ile birlikte Kara Harp Okulu öğrencilerine Marksist eğitim verdiklerini belirtiyor ve şöyle diyor: “Tanıyabildiğim ve hatırladığım 5 Kara Harp Okulu öğrencisinin adını verdim. Bunlar vasıtasıyla bizim eve eğitim çalışmasına gelen aşağı yukarı 10’a yakın Kara Harp Okulu öğrencisi daha vardı. Ben bunlarla yalnızca belirli konuları açıklamak maksadıyla karşı karşıya geldiğimden isimlerini bilemiyorum. Bizim evde Oktay Cengizbay, Haluk Ergüven ve benim eğitimimden geçen Kara Harp Okulu öğrencilerinin okulda bir nevi hücre başı durumuna gelip, arkadaşlarını eğittiğini biliyorum. Tahminime göre de, okul içinde eğitime tabi tutulan Proleter Devrimci Aydınlık stratejisi benimsettirilmiş 100’e yakın öğrenci vardır.”
Cuntanın önde gelen isimlerinden olan üsteğmen rütbesindeyken Devrimci Subaylar Örgütü’ne üye olduğu için TSK’dan uzaklaştırılan Muzaffer Cengil’in ise, o yıllarda Bulgaristan adına casusluk yaptığı bildirildi.
HEM DEV-SOL ÜYESİ, HEM DE BULGAR AJANI
TSK’dan ihraç edildikten sonra, İstanbul’da Fındıkzade’de kitapçı dükkânı açan Cengil’in, hem Dev-Sol ile birlikte hareket ettiği, hem de Bulgar ajanlarıyla temasa geçerek, bu ülke için ajanlık yapmaya başladığı iddia edildi. Vakit’e ulaşan bilgilere göre, 12 Eylül’e kadar Bulgar casusluğunu devam ettiren Cengil, 12 Eylül’ün hemen ardından gözaltına alınmış. 1. Ordu Komutanlığı Sıkıyönetim Mahkemesi’nde çok sayıda Dev-Sol militanıyla birlikte, yasadışı terör örgütü Dev-Sol’a üye olmak ve Bulgaristan hesabına casusluk yapmaktan yargılanan Cengil yapılan 27 yıl 6 ay ağır hapis cezasına çarptırılmış.
YABANCI ŞÜPHESİ
Komünist bir devlet kurabilmek amacıyla kurulan “Marksist Leninist Devrimci Subaylar Örgütü’nün içinde, o yıllarda Türkiye aleyhinde en büyük çalışmayı gerçekleştiren Ermeniler’e ve Bulgaristan’a yakın isimlerin bulunması, askeri darbe girişimlerindeki dış istihbarat servislerinin parmağını açıkça ortaya koyuyor.”[55]

-“Krizlerin anası CHP

23 Nisan resepsiyonuna katılmayarak kriz çıkaran CHP, Türkiye’deki pek çok krizin daha sorumlusu olmuştu. Askeri darbelere zemin hazırlayan CHP, bu sayede atamayla iktidar koltuğuna oturabildi.

Milletin iradesinin yegane temsilcisi olan TBMM’nin Başkanı Bülent Arınç’ın verdiği 23 Nisan resepsiyonunu, “Arınç’ın eşinin başörtülü olması” gerekçesiyle protesto ederek ülkede lüzumsuz bir krize neden olan CHP’nin Türkiye’de pek çok krizin müsebbibi olduğu ortaya çıktı. Resepsiyona katılmayan Cumhurbaşkanı Sezer de eleştirilirken, Sezer’in de 2000 yılında DSP’liler tarafından “CHP’li olmakla” ve Çankaya’ya CHP kökenli bürokratları doldurmakla suçlandığına dikkat çekiliyor. Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök de, 2 Ekim 2000 günlü yazısında, Sezer’i “klasik CHP’li” diye nitelemişti.

27 Mayıs’ı kışkırttı

1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinin ardından, CHP’liler cuntacı subaylarla işbirliği yaptı. CHP, 27 Mayıs 1960’daki darbeyi destekledi. Ecevit, o günlerde yazdığı yazılarda 27 Mayıs’a alkışlarken CHP lideri İsmet İnönü Başbakan oldu ve Menderes ile iki arkadaşının idamına duyarsız kaldı.

12 Mart’a etkin destek

Türkiyeyi 1971’deki askeri muhtıraya götüren sokak olaylarını CHP eğilimli isimler teşvik etti. Cuntasal oluşumların içinde yer alan pek çok isim sonraki yıllarda CHP’de etkin görevlere geldiler. CHP, 12 Mart 1971’deki askeri muhtırayı olumlu karşıladı. Nihat Erim, CHP’den istifa ettirilerek Başbakan yapıldı. CHP ara rejim hükümetlerine bakan verdi. Ecevit, İnönü’nün ara rejim hükümetine bakan vermesine tepki göstererek partisinin genel sekreterlik görevinden istifa etti. 12 Mart muhtırasında imzası olan komutanlardan Muhsin Batur, CHP’den politikaya atıldı; 1980’de de Cumhurbaşkanı adayı oldu.

Seçime gitmedi, darbe oldu

CHP’nin 1970’lerdeki iktidarı döneminde Türkiye terör, karaborsa, yokluklar ve kuyruklar ülkesi oldu. Türkiye AET üyesi olma şansını bu dönemde elinden kaçırdı. Türk siyasi tarihine kara bir leke olarak geçen ve AP’li 11 milletvekilinin bakanlık vaadiyle CHP’ye transfer edildiği “Güneş Motel Skandalı”nın müsebbibi de CHP’ydi. 12 Eylül öncesinde terör batağında kıvranan Türkiye’de AP ile uzlaşmaz bir tutum içine giren CHP, aynı tavrı Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de sürdürdü. Türkiye’yi askeri darbeye sürükledi.

MGK krizinde CHP mantalitesi

1999’da Ecevit’in başbakanlığında kurulan DSP-MHP-ANAP hükümetinde DSP etkili oldu. İki eski CHP’li Ecevit ile Sezer arasında KHK nedeniyle randevu krizi çıktı. Ecevit, Cumhurbaşkanı Sezer’le Köşk’te yaşanan “anayasa fırlatma” gerginliğini açıklayarak krizi tetikledi. Gecelik faizler yüzde 7500’lere fırlarken döviz iki katına çıktı. Sezer’in, toplantıda Ecevit’i eleştirdiği, buna karşın Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan’ın, Sezer’e, “Nankör” diye bağırdığı sonradan ortaya çıktı.

28 Şubat’ın destekçileri

1970’lerde CHP içindeki klikleşmenin baş aktörlerinden olan Baykal ise sert ve sivri üslubuyla her zaman eleştirilen bir siyaset adamı olarak tanındı. Baykal 1999 seçimini kaybetti ve CHP, Cumhuriyet tarihi boyunca ilk kez Meclis dışında kaldı. Baykal CHP’si de Ecevit DSP’si de 28 Şubat sürecinde seçimle gelen hükümetin düşürülmesine katkıda bulundu.

Baykal hala eski Baykal

Baykal, ikinci kez CHP lideri olduktan sonra eski üslubunu terkettiğini öne sürdü. Baykal, “Artık seçim istemek yok, seçime katılmak var. Hükümet düşürmek yok, hükümet kurmak var. Asık suratla durmak yok, güleryüzle durmak var. Kutsal kitap ‘ıkra’, yani oku diye başlar. Sosyal demokrasinin temelinde ifade, inanç ve ibadet özgürlüğü yatar” dedi.

Ocak 2001’de özeleştiri yaparak “28 Şubat sürecinde herkesin hata yaptığını” söyleyen Baykal, 3 Kasım’dan önce başörtülülerle resimler çektirerek toplumsal uzlaşma mesajları verdi. Bu sayede CHP’yi Meclis’e sokmayı başaran Baykal’ın değişmediği ise ancak son günlerde anlaşıldı.

CHP germeye devam edecek

CHP Grup Başkanvekilleri, “Uyarılar sonuç vermezse dozu artıracağız” dediler.

CHP, resepsiyon gerginliğinin sorumluluğunu üzerine almazken, “gerginlik” siyasetinin süreceği mesajını verdi.

Grup Başkanvekilleri Oğuz Oyan ve Mustafa Özyürek, iktidarın kadrolaşma, genelge, ve içtüzük gibi icraatlarından rahatsız olduklarını belirterek, “Altı aylık icraat bizi bu tepkiyi göstermeye itti” dedi. Meclis’te ortak bir basın toplantısı düzenleyen Oyan ve Özyürek, baştan beri iktidarla uzlaşmaya özen gösterdiklerini, bunu da kanıtladıklarını öne sürerek, “Ancak iktidardan bir cevap alamadık. İktidar uzlaşmaz tavrını sürdürür, uyarılarımız sonuç vermezse muhalefetin dozunu artıracağız” dedi.

CHP’nin özgür iradesi ile resepsiyona katılmadığını anlatan Mustafa Özyürek, “AK Parti yörüngesinden saptığı için bu uyarıyı yaptık. Ne Cumhurbaşkanı ile ne de Genelkurmay Başkanı ile bir temasımız olmadı” diye konuştu. Oğuz Oyan da, bugüne kadar Cumhurbaşkanı Sezer’e 362 atama kararnamesi gittiğini ve bunların yarısının geri döndüğünü hatırlatarak kadrolaşma hareketine seyirci kalmayacaklarını açıkladı.”[56]

“CHP tek parti iktidarında bir başbakan kürsüye çıkmış ve gittikçe gelişen Komünizme karşı dine serbestlik verilmesini isteyen milletvekillerine:

– Efendiler, bu kızıl zehiri yeşil zehirle önlemek istemem… demiştir.”[57]

-Yekta Güngör “Özden’in yazarlık yaptığı Türk Solu Dergisi’nin 9 Haziran tarihli nüshasında, “Ordu, tıpkı 28 şubat’ta olduğu gibi bir müdahale ile, gerekirse 28 şubat’tan daha sert bir uygulama ile sürece ağırlığını koyup bu planı bozmalıdır. Bu yapılmazsa yarın Ordu için çok geç olacaktır” denilerek darbe tahrikçiliği yapılıyor.
1963 yılında Genç Kemalistler Ordusu isimli TSK içinde faaliyet gösteren illegal grubun avukatlığını yapan Yekta Güngör’ün de yazarları arasında bulunduğu Türk Solu Dergisi, yazılarıyla Madanoğlu Cuntası’nın yayın organı Devrim Gazetesi’ni hatırlatıyor. Dergiyi okuyanlar, “Türk Solu Darbe’ye ortam sağlamak için kurulan Devrim Gazetesi’nin izinde yürüyor” yorumunda bulunuyorlar.

… DARBE TAHRİKİ İÇİN ATATÜRK’Ü BİLE KULLANDILAR
10 KASIM 1970: Askeri darbeye ortam sağlamak için Devrim Gazetesi Mustafa Kemal Atatürk’ü de kullanmaktan çekinmiyordu.işte Atatürk’ün ölüm yıldönümünde yer alan sayı
da, onun “Türk ulusu, ne vakit yükselmek istemişse,ona ordusu öncülük etmiştir” sözünü hatı
rlatarak, TSK’ye mesaj veriyordu. Madanoğlu Cuntası’nın yayın organı olan gazete, örgütsel
gizli faaliyetleri yasal gösterebilmek için, başka bir yazıda, “Atatürk ve arkadaşları yasal dernek kurmuştu” başlıklı bir yazı kaleme alıyorlardı.” [58]

-”Zamanın İstanbul Emniyeti Birinci Şube Müdürü ‘Parmaksız Hamdi’den şu sözleri işitir: “Cinayeti işleyen polis değil, MİT’tir. İnfaz emrini veren de gazeteci—yazar, CHP’de üst düzeylerde bir kişidir. Zaten bu emri veren politikacı da daha sonra feci şekilde öldürüldü. Adını vermem.

Rasih Nuri İleri ise Ali’nin Kırklareli’nde Emniyet’in bir lokalinde işkenceyle öldürüldüğünü iddia ediyor. Talat Turhan ise, bir televizyon programında, “Müfettişlerin İstanbul grubuyla Yeniköy’e Rum meyhanesine gittik… Yanımda bir kişi oturuyordu. Şu anda ismini de cismini de bilmiyorum, epeyce alkol aldıktan sonra İstanbul Emniyet Müfettişi dedi ki, ‘Ben 40’larda Kırklareli’nde komiserken Sabahattin Ali’yi sorguladım ve elimde kaldı’ dedi.”
Aynı programda Avukat Cimcoz da ilginç açıklamalarda bulunmuştu: “Sabahattin’in ölüm emrini veren hepimizin tanıdığı bir adam. O kişi bugün ölmüş durumda. Hatta korkunç derecede acı çekerek öldü. Mesleği gazeteci yazar idi. Çevresinde oldukça iyi bir isim de bırakmış biri.”
Samet Ağaoğlu, Ali’nin öldürüldüğünün 14 Ocak 1948’de duyulmasından iki gün sonra günlüğüne şu notu düşmüş: “Dün Menderes, Sabahattin Ali’nin hükümet tarafından öldürüldüğünü, hadisenin on gün kadar evvel olduğunu, hükümetin bu işi nasıl meydana çıkaracağını çok düşündüğünü, eğer geçmişte 33 kişinin öldürülmesi hadisesi olmasaydı, meydana çıkarmamak yolunu tutacaklarını, fakat buna imkan bulamadıklarını, bunun için de hadiseye gazetelerde yazılan şeklini verdiklerini anlattı. Açılan yolun fena olduğunu söyledim. ‘Doğru, inşallah bununla ebediyyen kapanır’ cevabını verdi.”[59]

-”28 ŞUBAT NEDEN YAPILDI ?

28 ŞUBAT ‘la; 19 banka hortumlanır. Dış borç 84.9 milyar dolardan,119 milyar dolara yükselir.İç borç 6.6 katrilyondan 117.3 katrilyona yükselir.Dolar 122.420 ‘den , 1.500.000 ‘e yükselir ,Milli gelir 3. 105 dolardan 2.261 dolara iner.Asgari ücret 143 dolardan 120 dolara iner … Ya islam’a ve Onu temsil eden kurumlara yapılan baskı , zulümler! “

PKK VE SOL GURUPLAR

Marksist-Leninist ideolojiye dayanan bölücü terör örgütü PKK’de oruç tutmak yasaklandı!

Terör örgütü PKK`da, sözde başkanlık konseyi kararıyla, oruç tutulmasına izin verilmemesi sorun yarattı. Örgütün sözde Başkanlık Konseyi 3 Kasım 2001 tarihinde bir bildiri yayımladı. Örgütün yoğun bir mücadeleden geçtiği, bu mücadeleyi engelleyecek düşünsel ve eylemsel tüm çabaların yasaklandığı belirtilen bildiride, oruç tutulması amacıyla örgüt içinden yönetime çeşitli taleplerin gelebileceği, daha önce örnekleri görüldüğü şekilde bu tür faaliyetlerin disiplini bozduğu ifade edildi.Bildiride, “Oruç tutulması taleplerinin ikna yoluyla reddedilmesi, diretenlere ise gerekli yaptırımın uygulanması” istendiği kaydedildi. Oruç konusunda alınan kararın propaganda amaçlı olarak kullanılabileceği ifade edilen bildiride, karşı propaganda için de gerekli tedbirlerin sözde Başkanlık Konseyi tarafından alınacağı belirtildi.”[60]

“Takvimler 16 Eylül 1998’i gösterdiğinde Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş Suriye’ye sınır Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde şöyle diyordu: “Türk devleti olarak komşularımızla iyi ilişkiler kurmaya çalışıyoruz. Bu iyi niyetimize rağmen bazı komşularımız, özellikle ismini açıkça söylüyorum, Suriye gibi komşular, iyi niyetimizi yanlış tefsir ediyorlar. Apo denen eşkıyayı destekleyerek Türkiye’yi terör belasına bulaştırdılar. Türkiye iyi ilişkiler konusunda gerekli çabayı gösterdi. Türkiye beklediği karşılığı alamazsa, her türlü tedbiri almaya hak kazanacaktır. Artık sabrımız kalmadı.” bu durum aponun yuvasını terketmesi ve Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, TBMM’nin yeni yasama yılının açılışında Meclis’teki konuşmasında, “Suriye, Türkiye’ye karşı açık bir husumet politikası izlemektedir. PKK terör örgütüne aktif destek sağlamayı sürdürmektedir. Tüm uyarılarımıza rağmen hasmane tutumundan vazgeçmeyen Suriye’ye karşı mukabelede bulunma hakkımızı saklı tuttuğumuzu, sabrımızın taşmak üzere olduğunu bir kez daha tüm dünyaya ilan ediyorum” diyordu. VE Aponun bundan itibaren,şam,atina,rusyada yüz bulamadı ve yakalanışını hızlandırdı.

ERMENİLER

Ermeni örgütü olan Asala 1975’de kuruldu.Amaç;kendileri katliam yaparak, kendilerine katlima yapıldığını tüm dünyaya duyurmak ve kabul etmeyi amaçlamaktadır. Yönetimde bulunan Agop Agopyan’ın Atinada Ermeni karşıtı bir grup tarafından 25-4-1988 yılında öldürülüşüne kadar bu katlimalarını devam ettirmişlerdir.

“Asala’ya en büyük destegi Corc Habas’in (George Habash) Marxist-Leninist grubu FHKC (Filistin Halk Kurtulus Cephesi) ve Ahmad Jibril’in FHKC-GK (Filistin Halk Kurtulus Cephesi-Genel Komutanligi) verdi.”[61]

ATİN.ORG.24-6-2001-21-1-1973-DEN,4-7-1994-e kadar 41 eylem yapmışlar. Asala

Kisa adi Asala olan “Ermanistan’in Kurtulusu için Gizli Ermeni Ordusu” 1975’de Marksist-Leninist görüslü Ermeni terörist tarafindan kuruldu. Asala, “Orly Grubu” ve “3 Ekim Örgütü” adları ile de taniniyordu. Asala en çok eylem yapan Ermeni Terör örgütüydü.

Amacı, 1915’de yapıldığı iddia edilen sözde Ermeni katliamını dünyaya duyurmak, onun öcünü almak ve Türkiye hudutları içinde bulunan sözde Ermenistan topraklarını kurtarmaktı.

Hedefi, Türkiye Cumhuriyeti kuruluşları ve onun memurları olan, Agop Agopyan (Hagop Hagopian) yönetimindeki Asala, Agopyan’in 25 Nisan 1988’de Atina’da karşı bir Ermeni grubu tarafindan öldürülmesine kadar terör faaliyetlerine yoğun bir sekilde devam etti.

Asala’ya en büyük destegi Corc Habas’in (George Habash) Marxist-Leninist grubu FHKC (Filistin Halk Kurtulus Cephesi) ve Ahmad Jibril’in FHKC-GK (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi-Genel Komutanligi) verdi.

Türkiye’ye yönelik her türlü terör hareketine kucak açan Suriye, Asala’ya da, barınma ve eğitim gibi önemli imkanlar tanıdı. Destek veren ülkelerden biri de Libya idi.

Birkaç yüz üyesi ve sempatizanı bulunan Asala, Türk kuruluşlarına karşı bir çok bombalama faaliyetinde bulundu, çoğunluğu Dışişleri mensubu olan memurlarımıza karşı bir düzine suikast eylemleri yaptı.

Türk resmi kayıtlarına göre Ermeni Terör örgütleri 1973-1985 yılları arasında 199 terör eyleminde bulunmuştu. Bu saldırılar sonunda 41 Türk vatandaşı sehit olmuş, 161 kişi ise yaralanmıştı.

Ermeni Terör örgütlerinden sadece Asala ise, 1975 ila 1998 arasında 350’den fazla eylem gerçekleştirdiğini iddia ediyordu. Eylül 1998’de Asala’nin terör faaliyetlerini içeren dökümanlarını, Erivan’daki Ulusal Kütüphane’ye verdiklerini belirten ASALA’nin siyasi kanadı “Ermenistan Halk Haraketi”nin temsilcilerinden Vazgen Petrosyan, “Ermenistan, ASALA hakkında çok az şey biliyor; biz de, faaliyetlerimizi araştırmacıların hizmetine sunmak için bu belgeleri Ulusal Kütüphane’ye veriyoruz” diye konuştu. 1975 yılından bu yana, çoğu Türk diplomatlarına yönelik olmak üzere 350’den fazla faaliyet gerçekleştirildiğini söyleyen Petrosyan, örgütün aynı yıl (1998) içinde de üç eylem gerçekleştirdiğini iddia etti.

Evet eylem rakamları maalesef birbirine uymuyor. Bu istihbaratımzın esası bir rakip, siyasiler açısından pirim yapan işlerle uğraşmasından kaynaklanıyor.Gerek Ermeni Terör örgütleri, gerekse de PKK ile mücadele kararı alındığında, istihbarat arsivlerinde ise yarayacak bir bilgi bulunmadığını belirtmekte yarar var.

Ermeni terörüne yönelik Türkiye’nin karşı faaliyetlerine geçmeden önce belli başlı Ermeni eylemlerini hatırlamakta yarar var.”[62]

İDDİALAR – BELGELER VE CEVABLAR

-Sana’nın 1979 yılına ait marka tescil belgesinde domuz yağının adı geçer.[63]

Ve kendisiyle beraber Yozgat/Yerköy’den Kayseri’ye giderken trende konuştuğumuz bir kişi,21 yıldır sana fabrikasında çalıştığını,böyle bir şeye rastlamadığını söyledi.Ancak kendisinin bilmediği bir şeyin olup olmadığını sorduğumda;Almanya’dan gelmekte olan kahverengi bir şeyin renklendirici olarak kullanıldığını,bunda ise nelerin olduğunu bilmediğini söyledi.

Ancak;Unilever sanayi ve ticaret Türk A.Ş.yetkililerininde Sana-nın teferruat maddelerini saydıklarında domuz yağının bulunmadığını,bitkisel yağ bulunduğunu ifade etmişlerdir.

-AİDS’in bulaşma sebebini araştıran İngiliz gazeteci Edward Hooper”The River”adlı kitabında:ABD’nin Şempanzelerden alınan dokularla üretilen aşıların,Afrikadaki çocuklara ‘Çocuk felci aşısı’nın yapılmasından sonra Aids-in yaygınlaşmış olduğunu söylemektedir.[64]

-Yaser Arafatında yahudi olduğu ifade edilir.[65] Ve en önemli danışmanı olan Gabriel Benon-da fas yahudisi ve şu anki karısıda yahudidir.

-“Millî dâvâ masona emanet

Millî dâvânın 40 yıldır sözcülüğünü yaptığını söyleyen Rauf Denktaş’ın, kökü dışarda Othello Mason Locası’nın üyesi olduğu anlaşıldı.
Rauf Denktaş ile Rossides’i Kıbrıs Büyük Mason Locası’na bağlı “Othello Locası”nın biraderler listesinde gösteren belge bir hayli de eski.. Belgede, Magosa İkiz Kilise’de her ayın ilk Çarşamba’sı yapılan toplantılar vesilesiyle Denktaş’ın ve Rossides’in adları geçiyor. Listede üyelerin isimlerinden önce yer alan tarihlerin, adı geçenlerin locaya dahil oldukları seneleri gösteriyor. Bu belge, Türkiye’de ilk defa Sebil adlı haftalık gazetenin 14 Ocak 1977’deki 55. sayısında yer aldı. Ancak, tekzip edilmedi.
Rauf Denktaş ile Rossides’i Kıbrıs Büyük Mason Locası’na bağlı “Othello Locası”nın biraderler listesinde gösteren belge bir hayli de eski.. Belgede, Magosa İkiz Kilise’de her ayın ilk Çarşambası yapılan toplantılar vesilesiyle Denktaş’ın ve Rossides’in adları geçiyor. Listede üyelerin isimlerinden önce yer alan tarihlerin, adı geçenlerin locaya dahil oldukları seneleri gösterdiği anlaşılıyor. Buna göre Rossides, Othello Locası’nda Denktaş’tan daha kıdemli.. Denktaş locaya 1950’de girmiş. Rossides ise 1943’de.. Listede 1962’de Rossides’in Magosa Liman Şefi, Denktaş’ın da Lefkoşa’da serbest çalıştığı belirtiliyor. Othello Locası, 5670 numara ile Büyük İngiliz Locası ile irtibatlı..
Söz konusu belge, Türkiye’de ilk defa Sebil adlı haftalık gazetenin 14 Ocak 1977’deki 55. sayısında yer aldı. Dergi belgeleri şöyle sundu:
Anlayın, ipler kimin elinde!
Sunduğumuz vesika ilk defa neşrolunmaktadır. Önce sizleri bir isim listesinden ibaret olan bu vesikanın kapağında yazılanları tercüme edelim:
“OTHELLO LOCASI” (No. 5670 E.C)
FAMAGUSTA’DA TWIN KİLİSESİ’NDE TOPLANTI
Ekim ayından Haziran sonuna kadar her ayın ilk Çarşambası toplantı vardır.
Memurlar Listesi:1962-1963
Üyeler Listesi :1 Nisan 1962 tarihi itibariyle
Evet, hemen farkettiğiniz gibi, bu bir “Mason Locası’nın isim listesi”dir. Dünyada bir sürü mason locası ve bunların listeleri mevcut, ancak, okuyucularımıza sunduğumuz bu listenin ehemmiyetli tarafı 5. sayfasında yer alan ismin hüviyetidir. Bu isim halen Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin Başkanı olan Dr. Rauf Denktaş’a aittir. Aynen şöyle yazılmıştır:
“1950 R.R. Denktash .Legal Dept. Nicosia.”
Buradaki 1950 tarihinin, Denktaş’ın locaya kayıt tarihi olması ihtimali mevcuttur. İsminin başındaki ilk “R”nin ne mânâya geldiğini çıkaramadık. Acaba Rauf Denktaş’ın “göbek” ismi midir, yoksa locadaki rütbesini mi göstermektedir? Meçhûl. Bunu en iyi yine Rauf Denktaş bilir.
Listenin ikinci ehemmiyetli tarafı ise hemen 3. sayfasında yer alan bu defa bir Rum’un ismi… Bu Rum Rossides’tir. Acaba hangi Rossides? Herhangi bir Rossides değil, bu adam halen Kıbrıs Rum Devleti’nin Birleşmiş Milletler’deki “sözcüsü” olan Rossides’tir.
Sebil, bu sarih vesikalar üzerinde, daha önce kapaktan ve bu sayfamızda yer alan “başlıkların” dışında fazla sözü etmeyi fuzûli addetmektedir. Türk’ün haklarını müdafaa eden DENKTAŞ ile Rumların haklarını müdafaa eden ROSSİDES’in aynı İNGİLİZ MASON LOCASI’nda yer almaları gibi garabet herkes tarafından çok rahat izah edilebilecek, Kıbrıs gibi bir mes’elenin çözümünde iplerin kimin elinde bulunduğunu kafalara “dank” ettirecektir.
Öte yandan Othello, bilindiği gibi İngiliz yazar Shakespeare’in aynı adlı eserindeki Kıbrıs Valisi’dir.
Kıbrıs’a nişan olan mason locasına “Othello Locası” denmesi manidardır.”[66]

“EOKA üyesi imiş, geçmişte” diyorlar. Adam bunu saklamıyor. “Çok uzun yıllar önce EOKA’dan ayrıldığını söylüyor Peki Denktaş Bey, Kıbrıs’ta birçok cinayetten sorumlu tutulan TMT’nin (Türk Mukavemet Teşkilatı) kurucularından değil mi?

Kıbrıs’a ilişkin yalanlar devam edip gidiyor. Sonuç belli. ‘Derin devlet’ çözüm istemiyor.“[67]

”Kıbrıs’ta 150 bin kişiden 30-40 bini Denktaş’ın aleyhine yapılan bir mitingde bir araya geliyor, 12 milyonluk İstanbul’da ise ancak 1500 kişi Denktaş’ın lehine bir mitingde bir araya geliyor!”

-“Celal Bayar devlet başkanı sıfatıyla 23.John Roncalli’nin papa olmasıyla ayağına kadar gitmiş olması,idamla yargılandığında bir kaç saat önce bu papanın tavassutuyla idamdan kurtulur.Kolay değil,çünki Bayar’da Vatikanın Türkiyede bir büyük elçilik açmasını sağlamıştı.”[68]

-“Siyah adamları deşifre eden Türk.

Emekli asker Mehmet Birben, ‘Dünyayı dinleyen kulak’ olarak bilinen ABD’nin en gizli örgütü NSA’ya karşı hukuk savaşı başlattı. İlginç davayla NSA’nın Türkiye faaliyeti ortaya çıktı
Amerika’nın en gizli istihbarat örgütü Ulusal Güvenlik Ajansı’nın (NSA) Türkiye’de faaliyet gösterdiği ortaya çıktı. Kurumun adı, Ankara’daki büroda 19 yıl görev yapan emekli Deniz Astsubayı Mehmet Özkan Birben’in, ‘izin paralarını alamadığı’ gerekçesiyle açtığı davaya karıştı.
‘Süper güç’e karşı tek başına hukuk savaşı başlatan Mehmet Özkan Birben, casus romanlarını aratmayan dava sürecinde, hem 22 bin dolarlık alacağını tahsil etti hem de ‘Türkiye’de faaliyet göstermiyoruz’ diyen istihbarat örgütünü faka bastırdı.
‘Dünyanın en büyük kulağı’ diye bilinen ve ABD’deki 11 Eylül felaketine neden olan istihbarat skandalında sıklıkla tartışılan National Security Agency’nin (NSA) Ankara’da da faaliyette bulunduğunu kanıtlayan olay, basit bir dava ile başladı. NSA’nın Ankara’daki Teknik İrtibat Bürosu’nda 19 yıl çalıştıktan sonra emekliye ayrıldığını öne süren elektronik teknisyeni Deniz Astsubayı Mehmet Özkan Birben, ‘hastalık izin paralarının ödenmediği’ gerekçesiyle, gizli örgütü mahkemeye verdi.
….Para esrarengiz firmadan
ABD’den gelecek yanıt beklenirken sürpriz gelişme yaşandı. Davada taraf dahi olmayan ve adı Amerikalılar tarafından mahkemeye bildirilen mühendislik firması, Özkan Birben’in talep ettiği 22 bin dolar tutarındaki parayı kendisine ödedi. Birben de NSA aleyhine açtığı alacak davasını geri çekti.
Ulusal Güvenlik Teşkilatı NSA’nın, Türk mahkemelerinde ikinci kez davalı duruma düşmesi üzerine ABD Hükümeti, hazırladığı savunmayı mahkemeye sundu. Savunmada, ABD Silahlı Kuvvetleri’nin NATO Antlaşması çerçevesinde Türkiye’de bulunduğu, Viyana Sözleşmesi gereğince yargı muafiyetine sahip olduğu ve bu nedenle ABD Hükümeti’ne karşı dava açılamayacağı ileri sürüldü. Savunmada ayrıca, Özkan Birben’in iddialarının asılsız ve hukuki dayanaktan yoksun olduğu da belirtilerek davanın reddi istendi.
…İşte kanıt fotoğraf
Özkan Birben, ABD Ulusal Güvenlik Ajansı NSA’nın Ankara’daki Teknik İrtibat Bürosu’nda görev yaptığı yıllarda birlikte çalıştığı Amerikalılar ile çektirdiği fotoğrafları ve NSA rozetini mahkemeye delil olarak sundu. Fotoğraf ve belgeleri değerlendiren Türk adaleti, davayı esastan incelemeye gerek görmeden reddetti. Ancak karar Yargıtay’dan döndü.
ABD Ulusal Güvenlik Teşkilatı NSA’ya karşı hukuk savaşı açan Mehmet Özkan Birben, AKŞAM’a yaptığı açıklamada, ilginç iddialarda bulundu. NSA’nın Ankara’daki Teknik İrtibat Bürosu’nda 1979 yılında çalışmaya başladığını ileri süren Birben’in açıklamaları şöyle:
‘Türk Silahlı Kuvvetleri’nde Deniz Astsubayı olarak görev yaptığım 1979 yılında NSA’dan gelen teklif üzerine görevimden ayrılarak NSA’nın Ankara’daki Teknik İrtibat Bürosu’nda çalışmaya başladım. 1998 yılına kadar bu büroda görev yaptım. Açık adresini mahkemeye de sunduğum NSA’nın Ankara Bürosu’nun hukuki alt yapısı yoktur. Bu nedenle bana ve NSA’da çalışan diğer Türk personele yapılan ödemeler, paravan şirketler kanalıyla gerçekleştirildi. Benim asıl işverenim, dava açtığım NSA’dır. İzin paramın ödenmesi için NSA’ya açtığım dava devam ederken, davada taraf görünmeyen paravan şirket devreye girerek alacağımı ödedi. Bu ödemeden 3 ay sonra Ankara Merkez Komutanlığı’nda 9 saat sorgulandım. Sorgulama sırasında bana Amerikalılar’dan para sızdırdığım suçlamasında bulunuldu. Dava tutanaklarını ve bana yapılan ödemeyi gösterince serbest bırakıldım. Gözaltına alınmam ve sorgulanmam nedeniyle benim ve ailemin uğradığı maddi ve manevi mağduriyetin tek sorumlusu hakkımda asılsız şikayette bulunan NSA’dır. Hakkımı hukuk yolu ile sonuna kadar arayacağım.’
40 ülkede 2 bin istasyon
Dünyanın ‘gizli bir kulak’ tarafından dinlendiği ilk kez 1960 yılında ortaya çıktı. Sovyetler Birliği’ne iltica eden iki NSA görevlisi (Bernon Mitchell ve William Martin) Moskova’da düzenledikleri basın toplantısında, o yıllarda, NSA’nın 2 bin dinleme istasyonuyla dünyadaki en az 40 ülkenin gizli haberleşmesini dinlediğini açıkladılar. Dünyanın her yanına dağılmış şifre kıran ajanların izlediği kişiler arasında, Afrikalı gerilla liderleri, Vietnam Savaşı’na karşı çıkan aktris Jane Fonda ile bebek bakım uzmanı Dr. Benjamin Spock da bulunuyordu.
Örgütün, 11 Eylül felaketi öncesi olayın faillerinden Muhammed Atta ve Halid Şeyh Muhammed arasındaki telefon görüşmesini dinleyip kaydettiği halde bunun IA ve FBI’a bildirmediği öne sürülmüştü.”[69]

-“İnsanlık tarihinin en büyük bilim adamlarından biri olarak kabul edilen ve yerçekimi ile ilgili çalışmalarıyla ünlü İngiliz Sir Isaac Newton’un, kıyamet günüyle de yakından ilgilendiği ve dünyanın son bulacağı yılı 2060 olarak belirlediği ortaya çıktı.
Bilim adamlığının yanı sıra simyager ve ilahiyatçı da olan Newton, İncil’in içinde gelecekten haberler veren bir kod saklı olduğuna inanarak bu kutsal kitabı dikkatle incelemiş ve kıyamet gününün tarihini bulmak için uzun yıllar uğraşmış.
50 yıl İncil’i inceledi
Newton’un bu az bilinen yönünü televizyon ekranlarına taşıyacak olan ‘Newton: Kara Sapkın’ adlı belgesel önümüzdeki günlerde İngiliz BBC2 kanalında gösterilecek. Belgeselin yapımcısı Malcolm Neaum, Isaac Newton’un 50 sene boyunca kıyamet günüyle ilgili araştırmalar yaptığının ve konuyla ilgili 4 bin 500 sayfa yazı yazdığının altını çiziyor.
Büyük bir kısmı Kudüs’teki “Hebrew National” kütüphanesinde bulunan Newton’un kıyamet günüyle ilgili notlarının son 10 senedir incelendiği, ancak kesin bir tarihin ilk defa bulunduğu kaydedildi. Newton’a göre 2060 yılında gerçekleşecek olan kıyamet, büyük savaşlar ve salgın hastalıklardan sonra İsa’nın dünyaya geri dönüşüyle başlayacak.”[70]

-”ABD’nin savaş taraftarı tanınmış gazetelerinden New York Times ile İngiliz yayın kuruluşu BBC ve The Guardian gazetesi, başta Museviler olmak üzere inanç dünyasında büyük yankı uyandıran ve ilahî ikaz olarak değerlendirilen habere geniş yer vermişler. Bizimkiler de her zamanki gibi dalga geçiyorlar. Olay, 28 Şubat 2003 tarihinde New York’un en işlek bir balık pazarında meydana geliyor. 57 yaşındaki Zalmen Rosen ve yardımcısı Luis Nivelo, Pazar günü satılmak üzere balık hazırlamaya başlıyorlar. Rosen ve yardımcısı, tam bu sırada akvaryumdan çıkardıkları sazan balığının kendileriyle İbranice konuşmaya başladığını ve kıyametin yaklaştığı konusunda kendilerini uyardığını ileri sürüyorlar.

Birden zıplamaya başlayan balık ibranice dile geliyor ve çığlıklar eşliğinde şunları söylüyor: “Tzaruch shemirah” ve “Hasof Bah!”: Herkes kendisiyle hesaplaşsın! Sonununuz yakın… ‘İkametü’l hucceti aleyh’ nevinden bir hadise. Balığın konuşması mazeretleri kalmaması için onlara bir uyarı ve huccet. Hadise bir süre gizli kalırsa da, söylenti dilden dile yayılarak dünya çapında binlerce dindar Yahudinin ‘çağdaş bir mucize’ olarak inandıkları bir kıssaya dönüşür. Daha önce de, bir Rus Yahudisi olan ve İsrail’de gazetecilik yapan İsrael Şamir’in bu türden bir rüyasını aktarmıştık. Rüyasında ölüm meleğini gören Şamir, meleğin duvara: “İmtihanı geçtiniz ve kaybettiniz’ yazdığını ifade etmişti. Irak savaşı sınıfta kalmalarının son gerekçesi olacak. “[71]

-”Malezya Başbakanı Mahathir Muhammed, ABD’de 11 Eylül’de düzenlenen terörist saldırıları, Batı ülkelerinin Müslüman ülkelere saldırmak için bahane olarak kullandığını söyledi.”[72]

-“Vurulan Dr.Necib Hablemitoğlu,” öğretim üyesi olan Doktor Emin Gürses’e,
şunları söylemişti:
“Ankara’da gayri milli 100 kişilik bir ekip var. Bu insanlar yabancı merkezlerle bağlantılı. Ankara’yı karıştırmak için her türlü haberler ve yönlendirmeler bunlardan çıkıyor. Çok paralar kazanıyorlar ve Ankara’daki milli güçlerin bunlara gücü yetmiyor. Devlet kademelerinde önemli yerlerde görevli olan bu kişiler, emri dışardan alırlar.”[73]

-”Birand: Öncelikle CIA ve Pentagon’un darbeden önceden haberi var mıydı?

Henze: Sanmıyorum. Ben de darbeden (12 Eylül 1980) o akşam haberdar oldum. Ulusal Güvenlik Konseyi’nden bir telefon geldi. Başkan Carter, Kennedy Center’daydı. Ben hemen kendisine bu mesajın ulaştırılması gerektiğini söyledim. Bir telefon görüşmesi yaptım. Carter bulunduğu yeri terk etmedi. Sonuçta bu çok olumlu bir gelişmeydi.

…….

Birand: Başkan Carter’a sizin mesajınız ne oldu?

Henze: Tam olarak ne söylediğini hatırlamıyorum. Ama hatırladığım kadarı ile Ulusal Güvenlik Konseyi’nde o sırada görev başında olan kişi beni aradığında şuna benzer bir şey söyledi: “Ankara’daki çocuklar bu işi yaptı…” Bu, generallerin harekete geçtiği anlamına geliyordu. Zaten hikaye de bundan ibaretti. Her şey çok yumuşak bir şekilde gerçekleşmişti. Açıkça görülüyordu ki her şey son derece dikkatlice planlanmıştı.”

[74]

-“‘Nestle’de alkol’ iddiası

Türkiye’de de üretim yapan ve Nescafe, Damak Çikolata, Mis Süt, Sansu, Nesquik gibi ürünlerle adını duyuran Nestle firmasının bazı ürünleriyle ilgili çarpıcı bir iddia ortaya atıldı. İddiaya göre Nestle’nin şekerli bazı ürünlerinde alkol kullanıldığı tespit edildi.
ALMAN DERGİSİNİN İDDİASI
Bu iddia Almanya’da yayınlanan Al-İslâm Zeitschrift von Musliman adlı dergide bir makalede yer aldı. Makalede ismi sıralanan bazı firmaların şekerli ürünlerinde alkol kullanıldığı ifade edildi. Şekerli ürünlerinde alkol kullanıldığı söylenen firmalar arasında Nestle’nin adı birden fazla defa geçiyor. Makalede ismi geçen Nestle ürünleri ile bu ürünlerdeki alkol oranları şöyle sıralanıyor: Nestle Bören Sneak (yüzde 0.69), Nestle Yes Törtehen (Yüzde 0.24), Nestle Yes Törtehen Caramel (yüzde 0.25).
DİĞER ÜRÜNLERLE İLGİLİ İDDİA
LESERBRIEFE başlıklı makalenin de alt bölümünde, Nestle’nin ürünlerinin yanı sıra başka firmalara ait 6 ürünün ismi daha sıralanıyor. Alkol kullanıldığı iddia edilen diğer ürünler ve içerdikleri alkol oranları ise şöyle: Milch Schnitte Ferraro (yüzde 0.22), Kinder Ringue Schoco Ferraro (yüzde 0.22), Kinder Maxi King Ferraro (yüzde 0.18), Milka Tender/Choco Milka (yüzde 0.27), Milka Tender/Nut Milka (yüzde 0.27) ve Rum-Trauben-Nuss Schokolade (Yüzde 0.36).
“ALKOL İÇERDİĞİ SAKLANIYOR”
Al-İslâm Zeitschrift von Musliman adlı Alman dergisi, Nestle ve makalede ismi geçen diğer firmaların özellikle şekerli birçok ürününde alkol kullandığı iddiasını Duisburg Gıda Enstitüsü’nün araştırmasına dayandırdı. Makalede, alkol içerdiği söylenen söz konusu ürünlerin paketlerinin üzerinde bu durumun belirtilmediği de ifade ediliyor.
NESTLE İDDİALARI YALANLADI
Konuyla ilgili olarak görüşlerini sorduğumuz Nestle Türkiye Gıda A.Ş., söz konusu iddiaları yalanladı. Firmanın yaptığı açıklamada, Nestle’nin Türkiye’de de üretim yaptığı belirtilerek ürünlerinde alkol kullanılmadığı bildirildi. Nestle’nin 120 yıldır Türkiye’de faaliyet gösterdiğinin belirtildiği açıklamada, “Nestle İstanbul, Karacabey (Bursa) ve Gönen (Balıkesir)’de bulunan üç fabrikasında kahve, çikolata, mutfak ürünleri, bebek mamaları, kahvaltılık gevrekler ve süt ürünleri kategorisinde ürünler üretmektedir. Bu ürünlerin hiçbirinde alkol kullanılmamaktadır.” denildi. [75]

-A.F.Gün.Milli Gazete,29-4-2003 tarihli köşesinde ve İmam-ı Azam-la ilgili olarak;

-Kur’andaki Din-adlı lnternette yayınlanan Ebu Hureyre ile ilgili olarak yapılan bir araştırmada;Ebu Hureyre aşırı derecede tenkid edilmektedir.İnsafsızca yapılan bu tenkide göre Ebu Hureyre Yahudilerin adeta bir ajanı olarak gösterilmeye çalışılmaktadır.

-“SARS’ı Çin’e ABD gönderdi”
Başta Çin olmak üzere Asya ülkelerini etkisi altına alan ve 500’e yakın kişinin ölümüne neden olan SARS virüsünün ABD kaynaklı olduğu öne sürüldü.”[76]

20 yıl kadar önce okumuştum.Rusya labaratuvarlarda mikrop üretiyor diye.İşte yavaş yavaş piyasaya çıkmaktadır.Bazen filimlerde de bir senaryo olarak gösterilmesi de işin içinde bir hakikat payının olduğuna işaret etmektedir.Biyolojik savaşlar.

-”SADDAM’I YIKAN TAKTİK
Newsweek dergisine göre; ABD, başından itibaren güneyden girmeyi planlamasına rağmen Saddam’ı şaşırtarak; 13. Tümen’in kuzeyde tutulmasını sağladı. TBMM tezkereyi reddedince de ajanlar Saddam’a giderek, ‘Türkler blöf yapıyor, bu bir aldatmaca’ diyerek Irak askerlerinin kuzeyde kalmasını sağlamışlar.”[77]

-”1954’te, Hollanda’da Oosterbeek şehrinde Bilderberg Oteli’nde kurulmuştur. Kuruluşun gerçekleştirildiği otelin sahibi de Hollanda kralıydı. Örgüt de ilk toplantının gerçekleştirildiği otelin adını alarak Bilderberg Group (Bilderberg Grubu) diye adlandırılmıştır. CFR üyelerinin birçokları aynı zamanda Bilderberg üyesidir.
. Bilderberg’in kuruluşunda, ABD istihbarat örgütlerinin, özellikle CIA’in rolü olduğu bilinmektedir.

Örgütün “Spotlight” isimli bir dergisi yayınlanmaktadır.

Biz daha önce bu oluşumlarla ve bağlantılı konularla ilgili ayrıntılı bilgiler içeren “Gizli Dünya Devleti ve Siyonizm” adlı bir dosya hazırlamıştık. Bu dosya halen Web sitemizde (www.vahdet.com.tr) mevcuttur.” [78]

” Türkiye’de iki defa Bilderberg toplantısı yapıldı. Birincisi 18-20 Eylül 1959’da İstanbul Yeşilköy’deki Çınar Otel’de, ikincisi de 25-27 Nisan 1975’de İzmir/Çeşme, Altın Yunus Tatil Köyü’nde.” [79]

-”Talât, Enver, Cemal üçlüsü, başka bir deyişle “Osmanlı Triyomvirası” Mahmud Şevket Paşa’nın katlinden sonra kurulmuş ve Said Halim Paşa’nın sadâretine rağmen bu üç kişi –devlet içinde devlet– misâli saltanat sürmüşler, türlü yolsuzluğa, açlığa, sefalete rağmen Birinci Cihan Savaşı sonuna kadar iktidarda kalmışlar ve Devlet-i Aliyye’yi batırıp soluğu yurt dışında alıp her biri bir tarafta, Cevher Ağa’nın ve diğer ma’sûmların intikamı gibi te’lef olmuşlardır!..”[80]

-“Doğu Perinçek : Nedense elini her attığını kurutan, ne Rusya’ya nede Çin’e yaranabilen sonunda PKK’nın legal partisi olma çalışmalarını da eline yüzüne bulaştıran, hemen hemen tüm sol gruplarca “CIA” ajanı olmakla suçlanan, kendini sol adına tarihi bir misyonla görevli hissedip kendisine karşı gelenleri rahatlıkla “polis, MİT” olmakla suçlayabilen islama iftira edenleri korumak gibi özel bir misyonu olan bu şahıs “dolar yasaklansın” diye kampanya yaptığı sıralarda ABD malı bir araba ile dolaşmakta idi. Kesin olan bir şey varsa o da onun her zaman istihbaratla ve islam düşmanları ile hep iyi olduğudur.Nedense bu din düşmanı adam kendisine verilen yeni görev gereği AB karşıtı tüm parti ,dernekleri bir arada siyasi,dini görüşlerine bakmadan birleşmeye çağırmaya başladı…takip ediyoruz!

Deniz Gezmiş: Gençliğin verdiği heyecanla ve sonunu düşünmeden yaptığı atılımla sol hareketi hedefine ulaştırmak yerine yaptığı illegal eylemlerle derin güçlerin ekmeğine yağ sürüp bir cephe kurmuş, ama birkaç gencin ölümüne neden olmaktan ileri gidememeiş, yakalanacağını anlayınca etrafına rastgele ateş etmiş, büyük elçilik koruması N. Selçuk ve V.Çınar’ı silah ile yaralamış, Gemerek’te bir polisi (S.Metin) silah ile yaralamış, ABD’li erleri evlerinden kaçırmış- tek iyi ve kansız eylemi….-, Yusuf Küpeli’nin birlikte eylem teklifini reddecek kadar oportünist ve BEN’ci, emek iş bankasını soyan bir soyguncu, “GÖSTERİCİ” (Yalçın Küçük’e ait bir ifade) yaptığı yoldaşlarınca da eleştirilen ( Mustafa Yalçıner: Pratikte halktan kopuk, maceracı bir çizgi , Yusuf Küpeli, Osman Saffet Arolat, Doğu Perinçek: Maceracı, Yalçın Küçük: Ütopyacı… ), hakimin ne iş yaparsın sorusuna: Devrimciyim (yani işi, sayesinde ekmek kazandığı mesleği devrimcilik olan ) yaptığı eylemlerle sol hareketi sekteye uğratan, bölen bu şahıs yolunda gittiği CHE gibi genç yaşta hayatını , bilmeden sekteye uğrattığı davası yolunda feda etmiş , idamından önce dini telkini reddedip , gözlerini bu dünyaya kapatmıştır.

CHE: Çocukluğunda yakalandığı “astım” hastalığının etkisiyle “hayatım her an son bulabilir, bari dolu dolu ve sesli olsun” şeklinde özetlenebilecek yaşam felsefesini ilke edinen doktor, gezgin, komünist ve ekonomist (!), devrimci , şair ve katil, elçi, ulusal banka yöneticisi, tarım reformcusu, yazar, çapkın, komutan, gerilla… ama asla (fidel kadar bile) realist olamayan, eşi Hilda’ya evlenme teklifine: “ sen sağlıklısın, ennen baban da sağlıklı yani seninle evlenmemde bir sakınca yok” diyerek yapan (kendisi ise astım hastasıydı), “Hilda’yı kızı ile terk edip, devrimi yaptıktan sonra bir başka kadınla evlenen hemde eski eşine haber bile vermeyen, cinselliğe freud’çu bir açıdan bakıp, “hiç kimse bir erkeğin ömrünün sonuna kadar aynı kadınla yaşamak zorunda olduğunu söyleyemez. İnsan kendi kendini böyle sınırlayan tek HAYVAN’dır.” Diyen, Sancti SPİRİTUS’ta alkollu içkiyi ve piyangoyu yasaklayan (….), kendi silahı ile kendini yanağından vuran, ünlü ekonomist ve filozof BETTELHEİM’in ekonomi ile ilgili realist önerilerini hep “merkezci tutuculuğu” ile reddeden, arkadaşı Polatiki’ya “paran yoksa banka soy” diyen (bu sözünü deniz ankarada icra eder !), hamile bıraktığı ALEİDA ile istemeden evlenen , gerilla’cılığı sırasındaki sevgilisi KGB ajanı çıkan bir şahsiyet.

T.D. :İlkokulu bile dışarıdan bitiren , aldığı klasik dini eğitim ile yüzyıllar önce yazılan eserlerden hareket ederek , günümüzde “ islam’ın can çekiştiğini “ iddia eden, pozitif bilim , modern fizik, fen, tıp’tan habersiz, dinsizliğin yılmaz savunuculuğu rolünü üstlenen , islama saldırırken kaynak gösterdiği kitaplardaki başka iddialarına cevap olduğunu gördüğü halde görmemezlikten gelen , modern bilimin varlığını her an ispat ettiği Tanrı inancını bir kova su ve bir süpürge ile halleden , kara cahil ,ham ateist , iftiracı , bildiğini gizleyip bilgi karaborsacılığı yapan bi

E.A. : Okuduğu toplam 5-10 dini eseri , İslam’la ilgili yazdığı tüm kitaplarda , alakalı – alakasız kaynak gösteren , oldukça cahilliği kitaplarından taşan , subjektif bir yazar.

İ.A. : Bir tıp profesörü ne kadar iyi bir astronot olabilirse , kendi hukuk profesörlüğü diploması ile , dini eser yazma hakkında da o kadar söz sahibi olabilecek olan , yazdığı eserde “ hadis “ alanındaki temel bilgilerden bile yoksun olduğu anlaşılan , kocaman (!) kitabında toplam 3-4 tartışmalı hadis dışındaki tüm bölümleri zaten daha önceleri açıklanıp cevaplanmış olan , hadis ilminin “ h” harfini bilmeden hadis temelli bir eser yazan biri.

Not : bazı yazarların adları reklamlarına değmeyeceği için baş harfleri ile verilmiştir “[81]

-”İkinci intifadanin baslamasindan bu yana 1.800 çocuk öldürüldü. 1982’de Sabra ve Satilla kamplarinda binlerce mültecinin -çogu yasli, kadin ve çocuktu- infazindan sorumlu Saron’un yeni, amaçli ve sistematik cinayetleri sürerken, katliama ugrayan Filistinli ve Araplarin geçmiste “bize karsi tutumlari”ndan söz edip “yoksa bizim ahimiz mi tuttu?” diyenler, hiç kuskusuz, Saron’la suç ortakligi içindedirler.”

-”MEVZU HADİSLER VE KADIN

Hadis, peygamber efendimizin sözlerine denir. Mevzu hadis, kendi şahsi, siyasi,… emellerine ulaşmak için peygamberimizin ağzından uydurulan, Hz. Resül’ün söylemediği halde kendisine mal edilen sözlerdir. Uydurma- mevzu hadisler genellikle kadınlar, siyasi görüşler, ırkçılığa dayanan konular… çerçevesinde dönmektedir.

Kadınla ilgili bazı uydurma-mevzu hadisler:

” Kadınlara okuma- yazma öğretmeyin: ” İbn-i Cevzi, İbn-i Hıbban, İbn-i Adıyy hadisi kabul etmez, uydurmadır derler.”[82]

” Kadınlarla istişare edin, onlara danışın ve onların söylediklerinin zıddını yapın”: Sehavi ve İbn-i Arrak hadisi merfu görmezler. Ebu Hatim, İbn-i Adıyy , İbn-i Cevzi, İbn-i Hıbban hadisin uydurma olduğu görüşündedirler.”[83] ” Kadınlara iteat pişmanlıktır.” : Sehavi, Ukayli hadisi uydurma kabul ederler. ( Tezkiratul Mevzuat : 128, Kitabul Mevzuat : 2, 272)

” Kadınlar olmasaydı Allah’a hakkıyla ibadet edilirdi”. Suyuti, Buhari, İbn-i Adıyy, Ebu Hatim, İbn-i Cevzi, Muhammed Nasuriddin, İbn-i Hıbban hadisi mevzu kabul ederler. ( Silsiletul Ehadisuzzaif : 74, Tenzihuşşeria : 1/62, El-leali : 2/59)

” Kadınlar olmasaydı, erkekler cennete girerdi.” : İbn-i Arrak, Es- sakafi hadisi kabul etmezler. ( Camiussağir: 2/113)

“Güzele bakmak sevaptır veya ibadettir, gözü kuvvetlendirir..” : Ebu Nuaym, Durekutni, İbn-i Cevzi, Sehavi, İbn-i Hacer, Iraki, Zehebi, İbn-i Kayyim, Muhammed İbn-i Arrak, Nasıruddin… hadisi uydurma kabul ederler. ( El- Maka- sıd: 129, Silsiletul Ehadissuzaif : 164, Kitabul Mevzuat: 1/63, Mevzuati Aliyyul Kari: 124, Keşful Hafa: 2/317, Tenzihuşşeria: 201…)

“Uğursuzluk kadın, at ve evdedir.” : Peygamber Efendimiz Hz. Mö ammed ‘in eşleri, Hz. Aişe bu sözü duyunca: Kur’an-ı indirene yemin ederim ki, bunu rivayet eden, Ebul Kasım’a (Hz. Muhammed’e) iftira etmiştir. Resulullah sadece, “Cahiliye insanları, uğursuzluk, kadın, ev ve hayvandır” dediklerini söylerler.

Hz. Resul bu sözü cahiliye dönemi (İslam öncesi dönem) insanlarının bir sözü olarak nakleder . İslam, cahiliye görüş ve adaletlerini tümden reddettiği gibi, uğursuzluk kavramını da kabul etmemekte, reddetmektedir.

” Kadınların akılları ferclerindedir :” : Sehavi, Aliyyul Kari, Acluni sözün uydurma olduğunu kabul ederler. ( El-Makasıd:292, El esrarul Merfua : 246, Keşful Hafa: 2/62))

” Döl getiren siyah bir kadın, döl getirmeyen beyaz bir kadınla hayırlıdır”. Iraki, hadis uydurmadır der. ( Mevzuatı Aliyyul Kari : 73). İslâm’da hayırlı olmanın ölçüsü takva (Sevgi ile karışık korku)’dur. Ayrıca Kur’an çocuk sahibi olmanın veya olmamanın Allah’tan gelen bir imtihan vesilesi olduğunu da bildirir . (Şura Suresi : 49-50)

Karı ve kocayı birbirinin dostu ilan eden (Tevbe Suresi : 71), eşlerin ikisinin de birbirine ısınıp aralarında muhabbet ve merhamet oluşturan (Rum Suresi : 21). Allah’ü Teala’nın yüce Resül’ü “Sizler (Kız-erkek) çocuklarınızı seviniz, kız çocukları kendi kendilerini sevdirirler” buyururlar, Hz. Ömer:” Cahiliye döneminde kadınları, hiç bir şey saymazdık. Taki İslam geldi, Allah’u Teala onlardan bahsedince, o zaman kadınların üzerimizde bir takım hakları olduğunu gördük” derken, iyi amel işleyen kadın veya erkeğin cennete gideceğini bildiren (Nisa Suresi:124) dinimizin ve onun yüce ilahının kulları arasında ayırım yapacağını kabul etmek imkansızdır. O, rahman ve rahimdir.”

-”Tarık bin Şihab’ın Hz. Peygamber’den rivayet ettiği ve çok sayıda kaynakta yer alan hadis, kadına Cuma namazının farz olmadığını açıkça ifade etmektedir.[84] Bu konuda..[85] gelen rivayetler de, Cuma namazının kadınlara farz olmadığını Peygamberimizden nakletmektedirler.Ayrıca Ümmi Atiyye, Hz. Peygamber’in gönderdiği Hz. Ömer’e ettikleri bîat sırasında kendilerinden istenilen yükümlülükleri saymış ve “Cuma namazı bize farz kılınmadı” demiştir.[86]
Buharî de, “Cumaya gelmeyen kadın, çocuk ve başkaları (hasta, yolcu) o gün yıkanmak gerekir mi?” başlığı altında konuyla ilgili rivayetlere yer vermiştir.”[87]

”Not : O dönemde ‘sahabi’ ( Peygamber Efendimizin arkadaşları) savaşlarda şehit oluyor, eşleri dul, çocukları yetim kalıyordu. Peygamberimiz sahabiye bu dul hanımlar ile evlenmelerini, onları evsiz, çocuklarını bakımsız bırakmamalarını tavsiye ediyor, kendisi de bu dul hanımlar ile 53 yaşından sonra evleniyorlar.

Hz. Sevde: 53 yaşında, dul.

Hz. Aişe: Peygamberimizin dul olmayan tek eşidir. Peygamberimiz genç yaşta olan (17-18 yaşlarında : Hz. Aişe’nin ablası Esma hicrette 27 yaşındaydı. Hz. Aişe ablasından 10 yaş küçük olduğuna göre onun da hicrette tam 17 yaşında olması gerekir. Ayrıca Hz. Aişe peygamberimizden önce Cübeyr’le nişanlanmış, daha sonra dini nedenlerle ayrılmışlardı. Demek ki evlenecek çağda bir kızdı, nişanlanmış, nişan bozulmuş sonra peygamberimizle evlenmiştir-) Hz. Aişe ile evlenir. Müslüman hanımların sormaya utandığı sorulara cevap vermesi için peygamberimiz Hz. Aişe ile evlenmiş ve onu öğretmen olarak yetiştirmiştir. Hz. Aişe peygamberimizden 2000 hadis rivayet etmiş, Müslüman kadın ve erkeklere öğretmenlik yapmış, hatta Müslüman orduların komutanlığını dahi üstlenmiştir.

Hz. Hafsa: Dul,

Huzeyfe kızı Zeynep: 60 yaşında dul,

Ümmü Seleme: 65 yaşında 4 çocuklu dul,

Cahş kızı Zeynep: Dul,

Ümmü Habibe: 55 yaşında dul,

Cüveyriye, Safiye: Esir (esir ve cariyelerle evlenmek âdet değil iken peygamberimiz onlar ile evlenerek onların da aile kurma haklarının olduğunu , onlarında insan olduğunu çevresindekilere ispat eder .)

Meymune: 2 çocuklu dul,

Mısırlı Mariye: Cariye

Hz. Resul 50 küsür yaşına kadar tek eşle evli kalıyor ,her türlü dünyevi teklifleri reddediyor ve 50 yaşından sonra genç ve zengin bir çok kız yerine koruma ve tebliğ amacını güden , karşılıklı rızaya dayanan evliliklerini objektif olarak inceleyen herkes evliliklerin hiç birinde dünyevi bir amaç olmadığını görebilirler yeterki tarafsız olarak olayları inceleyebilelim.”

-Camimizle Avrupadayız.Avrupa’nın bazı ülkelerinde yalnızca Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı 769 camide ibadet yapıldığı, ortalama cemaat sayısının Cuma’da 234 bin 860, bayramlarda ise 376 bin 650 olduğu bildirildi. Ayrıca bu ülkelerde bazı dernek ve kuruluşların temelden inşa ettirdiği ya da kiliseden dönüştürdüğü camiler de ibadete açık bulunuyor. 442’si Almanya’da olmak üzere Diyanete bağlı 769 cami ibadete açık bulunuyor. Hollanda’da 96, Fransa’da 91, Danimarka’da 21, Belçika’da 54, İsveç’te 9 İsviçre’de 25, Avusturya’da da 31 Diyanet camiinde ibadet yapılıyor.”[88]

-Saftirikler adıyla zikredilen iddia ve belgelerde:

“”..::: sAfTirİKleR :::…

“Şubat 2003 : gazetelere verdiği ilanda ” itina ile kurban kesilir (!) ” mesajı verirken , bu kurban derileri ile yapılan faaliyetlere katılacaklardan ” başı açık ” fotoğraf isteyen thk

-Ocak 2003 :Çöpten ekmek toplayanların ülkesinde devletten ayda 4 saat karşılığı 30.000.000.000 alarak trt’deki dizide oynayan ,devrimci Tarık Akan

-Ocak 2003 : “Konserime başörtülüler gelmesin diyen ” hızlı Atatürk’çü şarkıcı Çelik ki sapık bir tarikata bağlı olduğu ortaya çıkar ve şeyhi de ateisttir.

-Ocak 2003 :Cuma namazının toplu olarak kılınması gerektiğini bilmeyip , mecliste kılınan cuma namazını “toplu namaz gösterisi ” olarak niteleyen cumhuriyet gazetesi

ülkeyi yıkanlarla hatıra fotoğrafı çektirip, yeni hükümetle çektirmeyen,başörtüsü sorunu için için kanayıp milletle devleti ayırırken ” başörtüsü sorunu yoktur ” diyebilen C.başkanı.

-Ülkeyi batırdıklarını sandıkta battıktan sonra hatırlayıp istifa eden B.Ecevit , T. Çiller, M .Yılmaz , D. Bahçeli.

-Ekim 2002 : “Beni seçmezseniz yeni 28 şubatlar olabilir…” anlamına gelen seçim propagandası yapan , 28.10.2002 tarihli seçim konuşmasında ise ” avrupanın yolu üsküdar ihl’den de geçer .” diyen M.Yılmaz ( 2000 yılının saftiriğine müracaat lütfen )

ekim 2002 : “…bu idealimdi , tc. öğrencisine bu özgürlüğü çok görmemeliydi.” diyerek okulda kız öğrencilere pantolonu serbest bırakıp , başörtüsünün yasaklılığını devamını savunabilen me bakanı necdet tekin

-Ekim 2002:sosyal demokrat başkanının bile kendisi kadar ileri modernist bir din yorumcusunun türkçe ezanla ilgili görüşlerini kabul etmeyip “…kendi yorumudur” demesi üzerine kızıp chp’den ayrılacağını söyleyen , ” bir kerelik likör içtim …kıyamet kopmaz ya canım.bilmek gerek ” ( 13.09.2002 :vatan) diyen ,siyasi olduktan sonra durmadan dini siyasete alet eden,sonunda başına saç ektiren,28 şubatın hocası ynö.

-Eylül 2002 :derviş’in gazı ile partisinden ayrılıp sonra da ortada kalan ismail cem.

ağustos 2002 :”abd ırak’a saldırdığında ben başbakan olmak istiyorum.” diyecek kadar vampirleşen tansu çiller.

-Temmuz 2002:”tavuktan kurban olur ” diyen Zekeriya Beyaz

2001 yılının mega saf’ı:” ıhl mezunlarını “irticacı “ilan edip , polis ve askeri okullara alınmasını engelleyen yasalar çıkarıp , üniversite imtihanlarında da puanlarını kesip fakültelere de girmelerine engel olup ,halkın kendi yaptırdığı ihl’lerinden zorunlu olarak çocuklarını alıkoyup göndermemeye başlamalarını ; “halkın bilinçlenmesine ” bağlayan b. ecevit.dil sürçmelerini yaşına bağlıyoruz…!

2000 yılının iki yüzlü saf’ı :memleketi rize’de yerel bir tv’de “ihl’lerini kapattırmayız.” derken , hacıbektaş ilçesinde ise ” sizlere ihl ‘lerinin kapatıldığının müjdesini getirdim .” diyen mesut yılmaz .

-Türkeş : “Türkiye için iki büyük tehlike : bölücülük ve kökten dincilik…” İzmir il teşkilatı , Urla urtur tesisleri ( 25.8.1995 )

-Mhp’ nin teoristleri ve islam :

Nihal Atsız :Türklerin bir “kurttan” türediğini kabul eden ama hz. adem ve havva ya inanmayıp “sümer masalı”diyen (ötüken dergisi sayı 14) şamanist ülkücülerin lideri .ayrıca aşağıdaki cümlelerin sahibide aynı adamdır:

-Kuran Muhammedin talimatıdır.kurandaki yeminler Muhammedin gönlünden ve beyninden doğmuştur( ötüken kasım 1970 sayfa 6)

-Şeriat düzenini ihya etmek…budur gericinin isteği (sayfa:7)

-İslamiyet Türkleri değil Türkler islamiyeti yüceltti (sayfa:3)

-Dokuz ışık (kutlu yayınları 1975 ..16.baskı ) :arka kapak :…türk milletinin varlığını yüceltmek …bu davanın üstünde başka hiçbir fikir,başka bir dava yer alamaz. aynı kitabın 1994 baskısında ise arka kapakta şöyle yazmaktadır:…kısacası hak yola hakikat yola,allah yoluna çağırıyorum…

-Türkeş :…tarih boyunca araplar türklerin başına bela oldu ama yahudiler türklerin arasında pek sorun çıkmadı…bu günkü şartlarda türkiyenin israil ile dost olması gerekir ( 12 nisan 1994 )

– “…Asenalarım türkeşin mhp ‘li kadınlar komisyonuna hitabı( 18-15-1995)

– Alparslan Türkeş : son zamanlarda anadoluyu hiç dolaştınızmı.çarşafın nasıl kapkara yangın halinde yurdu sardığını gördünüzmü?…türkçecilik,evvela ezanı arapça okumakla başladılar ihanet… (söyleşi:17 temmuz 1960: 12 91 4 sayılı cumhuriyet gazetesi)

-Hilafet meselesi…bu memlekette böylebir müessese kurulamaz.(6 kasım 1960,havadis gazetesi)

-Mefküre kuvveti ve şuurlu türkçülük (süleyman sürmen sayfa 182 ) : …bu esnada dişi kurt delikanlıdan gebe kaldı…bu ülkede bozkurt 9 oğlan doğurdu…oğuzlar kurttan geldiğini unutmamak için bir kurt başını bayrak yaptılar.

-Milliyetçilik ülkücülük aydınlar (necmettin hacıeminoğlu ankara 1975 ..sayfa : 87 ):…milliyetçiliğe düşman akımlar :

1 –sosyalizm, 2-hümanizm ,3-ümmetçilik

-Mhp ve Risale-i Nur:Aylık türkçü dergi ötüken (eylül 1966,sayı 33) :hem milliyetçi hem nurcu olmak mümkün değildir,çünkü nurculuğun başı meşhur ve malum bir kürt ırkçısıdır…sonra nurculuk islamlılıkta değildir,islamiyete karşıdırda.nurculuk kuranada karşıdır…türk evladı komünizme karşı olduğu derecede nurculuğada karşıdır…türkler nurculuğa karşı olmaya mecburdurlar (ahmet tuğcu)

Ötüken (kasım 1966,sayı35):…said-i kürdi…nurculuk zararlıdır…yarım asır kürt ırkçısı olarak yaşayan bir adam…bu eski kürt ırkçısını fikirlerinin kuran daki hükümler ile taban taban zıt olduğu ortaya konmuştur.türkiyeyi tehdit eden fikirler:komünistlik ve nurculuk.(a. okçuoğlu)

“İrşad” isimli koyu siyasi, ümmetçi, nurcu bir haftalık dergi…(yavuz yücel)

Bizim ocak dergisi (mayıs 1990:bediüzzaman saidi nursi bir türk milliyetçisidir.

“hak kuvvetlinindir…ümitsizliğe düşmek türklüğe yakışmaz ” (ülkü ocakları derneği genel merkez bülteni,19 ağustos 1975)

”Mhp nin genel merkezindeki 10 kişiden en az 5 ‘i mit ajanıdır(ülkücülerin avukatı can özbay )

İlköğretim 5. sınıfı bitiremeyen kur’an kursuna gidemez mhp desteği ile ama mesela “bale ” kursuna gidebilirler…

İhl mezunları artık polis akademisine giremiyor , mhp desteği ve oyları ile…”

“Mhp apo’nun idamını engelleyen yasaya kabul oyu verdi ! “

-“Irak’la sınırlı kalmayacak

American Enterprise Enstitüsü’nde konuşan Bush, “Irak savaşıyla tarih yazacağım” dedi. Harekatın Irak ile sınırlı kalmayacağını açıkça söyleyen Bush, “Ortadoğu’ya özgürlük ve barış tohumlarını ekmek için hiçbir görevden kaçınmayacağız” diye konuştu.”[89]

-“Kurukafa ve Kemik Tarikatı’nın gizli tarihi…

Bush ailesinin 3 kuşaktır aktif bir şekilde üyesi olduğu ve merkezini oluşturduğu Kuru Kafa ve Kemik Tarikatı (Skulls and Bones Society), merkezi Connecticut Yale Üniversitesi’nde olan çok gizli bir cemiyet. Yeni Dünya Düzeni’nin en önemli fikir merkezlerinden biri olan SBS’nin, diğer masonik örgütlere nazaran ABD’nin en etkin örgütü olduğu da biliniyor. Kuru Kafa ve Kemik Tarikatı’nın Körfez Savaşı’nı ve 11 Eylül olayını nasıl etkilediğini anlayabilmek ve yüzyıllardır bir dantela ağı gibi ördükleri ‘Yeni Dünya Düzeni’ planının perde arkası… “[90]

“Bush ve Evangelizmin Mesih Planı

Acaba ABD neden yeryüzünde istikrar ve adalet dağıtma adına bir çok bölgeye ve ülkeye müdahalede bulunurken İsrail’in Birleşmiş Milletler kararlarını bile dikkate almamasına göz yummaktadır?”[91]

-“Tanınmış masonlardan Hakkı Şinasi Paşa:”Biz Masonluğu, memlekete meşrutiyeti getirebilmek ve istibdâdı yıkabilmek yolunda bir müdafaa müessesesi telâkki edebilmenin duygusu içinde idik. Masonluğun asıl kaynakları üzerinde pek aydınlık fikirlere sahip olmadığımızı şimdi samimiyetle itiraf edebilirim” diyor ki, bu itiraf gafletin, dalâletin kemal noktasıdır!..”[92]

-”11 Eylülün canileri oldukları ileri sürülen Burkari kardeslerin biri bir yıl önce ölmüş diğerinin ise FBI ajani oldugu ortaya çıkar. AB yetkilisi Tom Spencer:” AB konusunda ankara otuz yıldır oyalıyoruz,” .Kuzey ıraktaki insani yardım kuruluşlarına çalışanların casus olduğu ortaya çıkar. ABD’ nin Sudan’da “Silah üretiyor” diye vurdugu ilaç fabrikası kuzey afrikanın ilaç ihtiyacının % 50 ‘sini karşıladığı ve bunun ABD ‘li ilaç firmalarının hiç işine gelmediği ortaya çıkar. ABD’ nin jet uçakları kuzey ırakta iki türk helikopterini düşürür (1994), marmarada ise saratoga gemimizi ABD savas gemileri vurur, tabii ki yanlışlıkla( ! ) AIHM başörtüsü ve refah partisi hakkında olumsuz karar verirken sih’lerin türbanı ve budistlerin sari elbiseleri için olumlu kararlar verir. Rusya ile savaşırken afganlılar mücahit, ABD ile savasırken terörist ilan edilirler.Arafat 1970 ‘li yillarda terörist idi , simdi Filistin Devlet Baskani kabul edilir.Saron ; satilla katliamcisi idi , simdi basbakan.Saddam Halepçe’de katliam yaparken Irak devlet başkanıdır kuveyt petrolune göz dikince diktatör ilan edilir. krallık demokrasının zıttı iken afganistanın kurtuluşu bir krala bağlanır. ABD’ nin somali operasyonun altında “Petrol aşkı”çıkar.”[93]

İŞTE RUSYA

”YIKILAN İBÂDET YERLERİ

Türkistânda 14 bin câmi ve mescid, Kafkasya ve Kırımda 8 bin, Tataristânda ve Baş Kürdistânda 4 bin câmi, mescid yıkılmış ve tahrîb edilmiştir. Yalnız Buhârâ vilâyetinde 360 câmi, mescid yıktırılmıştır. Bir medrese bırakılmıştır ki, o da, din aleyhdarlığı müzesi olarak kullanılmaktadır. Semerkand vilâyetinde de, aynı şekilde bırakılan Uluğ Bey medresesi, din aleyhdarlığı müzesi olarak kullanılmaktadır. Semerkanddaki iki kilise de, basketbol, voleybol salonu olarak kullanılmaktadır.

KATLEDİLEN DİN ADAMLARI

Müslüman din âlimleri olarak katledilenlerin miktârı 270 binin üzerindedir. Bir kısmı da, Sibiryada sıfırın altında 65 derece soğuğun hükm sürdüğü kamplara sürgün edilmişlerdir. Dindâr olanlardan ise, yalnız Türkistânda üç milyonun üstünde bir kütle, dînî inançlarından dolayı, şehit edilmişlerdir.

Ruslar, 1979 senesinin son ayında, Efganistâna girince, hemen köylere saldırdılar. Yiyecekleri, giyecekleri, ev ve zînet eşyalarını yağma ettiler. Kadın, çocuk ayırmaksızın, rastladıkları müslümanları öldürdüler. Tanklarla Kunday şehrine girince, büyük câmii top ateşine tutarak, yüzlerce müslümanı, namaz kılarken şehit ettiler.

DÎNÎ KİTÂPLAR ve ÂBİDELERİN İMHÂSI

Türk milletinin islâmı kabûlünden sonra, dînî âbidelerle süsleyip, islâm mi’mârisi ile şarkın birer pırlantısı hâline getirdiği Buhârâ, Semerkand, Kakant, Kazan, Hayve, Ufa, Bakü, Taşkent, Bahçeserây, Derbend, Timirhan, Kaşgâr, Almasta, Tirmi v. s. şehirlerinde mevcut milyonlarca Kur’an-ı kerim ve Hadis kitapları başta olmak üzere, bütün dînî eserleri toplayıp, komünistler, bunları vicdansızca ve hayâsızca yakmışlar, sokaklarda yırtarak, ayaklar altında çiğnemişlerdir. Diğer taraftan halkın elinde bulunan dînî, millî ve tarihi kitapların hükûmete teslim edilmesini emretmişler ve müsâdere ettikleri bu kıymetli eserleri de aynı şekilde imhâ etmişlerdir. Bu arada, bazı müslümanlar, ölümü göze alarak, ellerinde bulunan kitapları bu kâtil sürüsüne, sapıklara teslim etmeyip, sandıklara doldurarak yere gömmüşlerdir. Bu hareketler esnâsında, kitapları teslim etmek istemiyen binlerce dindâr, şehit edilmiştir.”[94]

-”Dünya komünist teşkilâtı, hür memleketlere komünizmi sokabilmek ve yerleştirebilmek için, önceden satın almış oldukları yoldaşlarına 18 direktif vermektedirler. Bunlardan on madde aynen şöyledir:

1 – Memleketinizde komünist veya sosyalist partilerin kurulmasını teşvîk ediniz. Bunlar mevcut ise, kendileri ile işbirliği yapınız.

2 – Halkınızı mümkün olduğu kadar çok sınıf ve zümrelere bölünüz.

3 – İşçi ve işverenler arasında dâimî anlaşmazlık çıkarınız.

4 – Komünist rejimi kuruncaya kadar mücâdele ediniz ve uğraşınız. Komünist rejim kökleşinceye kadar yurdunuzda böyle bir tehlikenin olmadığına herkesi inandırınız. Sizin niyet ve maksadınızı fark edip yüzünüze vurmak istiyenleri vehimli ve jurnalci olmakla suçlandırınız.

5 – Mezhep ve tarîkat kavgalarını körükleyiniz. Gizli, açık din düşmanlığı yapınız.

6 – Halkın çok sevdiği kahramanları, kendinize bayrak yapıp, onları tarafınızdanmış gibi gösteriniz.

7 – Roman, şiir, yazı ve karikatür ile de, sistemli olarak, işçi ve köylünün sefâlet içinde olduklarını, mübâlagalı olarak yayınız.

8 – Hür memleketlere karşı muhâlif tavır alıp, Batı düşmanlığını yayınız.

9 – Sendikaları, gençlik derneklerini ve sanat kuruluşlarını elde ediniz.

10 – Sürekli huzursuzluk kaynakları arayıp bularak, bunları devam ettirmeye çalışacaksınız. ” ” Gizli komünist partisi tüzüğünün dördüncü maddesi aynen şöyledir:

(Komünist Partisi, Emperyalizmin yerli uşaklarının, toprak, fabrika, binâ sahiplerinin, esnaf ve tüccar burjuvalarının, bütün dindârların, onların ruhban ve ülemâsının, çalışan ve emekliye ayrılmış bütün subay, polis ve memurun, hülâsa ihtilâl safları dışında kalanların barışmaz düşmanıdır. )

Leninin ihtilâl parolası da şudur:

(Aktif elemanları, en kısa zamanda mümkün olduğu kadar çok öldürün ki, bize az iş kalsın).

Görülüyor ki, boğazlanması gerekenler dışında, yüzde yüz selâmette kalanlar, sâdece kendileridir, kızıl yöneticilerdir.

Lenine göre, (Kızıl iktidârın yaşaması için, kızıl ihtilâlin devamı şarttır). Sonu gelmez işçi katliâmlarının, rejim temizliklerinin sebebi budur. Kızıl Çinde, komünist diktatör Maonun emri ile, beher temizlemede üçyüzbin emekçi kurşunlandı. Bu cinâyetler, din düşmanı, Allaha, kıyâmet gününe inanmıyan bir zümre tarafından yapıldı. “[95]

-”250 bin asker, 2000 savaş uçağı, 8000 civarında tank zırhlı ve benzeri savaş aracı ile binlerce füze ile saldırıya geçen Amerikalı ve İngilizler kendi ülkelerinden yeni destek istiyorlar.

… Yapılan hesaplara göre Irak 2071 yılına kadar savaş tazminatı ödemek zorunda bırakılacak.

Güneyde zorlanan Amarikalılar şimdi de kuzeye yüklenmeye hazırlanıyor.. Kürt liderlerden Mesut Barzani’yi Başbakan, Celal Talabni’yi de Dışişleri Bakanı yapma ve Kürtler’i de Kuzey Irak’ta tam egemen kılma sözü veren Amerikalılar Türk ordusunun bölgeye girişine izin vermiyorlar!!”[96]

İÇİNDEKİLER

1)AYKIRI GÖRÜŞLER…………………………………………………..1-4

2)YAHUDİLİK………………………………………………………………..5-8

3)HRİSTİYANLIK………………………………………………………….9-15

4)İSLAM ALEMİ VE TÜRKİYE…………………………………….16-18

5)28-ŞUBAT-1997 KARA İHTİLAL VE İHTİLALLER…..19-25

6)PKK VE SOL GRUPLAR…………………………………………….26

7)ERMENİLER………………………………………………………………27

8)İDDİALAR-BELGELER VE CEVABLAR…………………..28-39

9)İŞTE RUSYA……………………………………………………………….40-41

10)İÇİNDEKİLER…………………………………………………………..42.

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bak.zaman gazt.14-12-2002,Mısır.Al-Ahram.10-12-2002.

[2] Maide.44.

[3] Maide.45.

[4] Maide.47.

[5] Zaman gaz.Taha Akyol.26-1-2003-01-26.

[6] Said Halim Paşa.Buhranlarımız.

[7] Said Halim Paşa.Buhranlarımız.

[8] Bilginin İslamileştirilmesi 12. söz, 3. esas, Hikmet-i felse Kur’aniye)” Said Halim Paşa.Buhranlarımız.

[9] Age.

[10] Age.

[11] Tevrat. Yeremya Bölümü. 12/3.

[12] Tevrat,Hezekiel Bölümü, 39/18-19.

[13] i. Meydan Larousse, cilt:12, sf:55.

[14] 2. Lexikon Deş Mittelaters. Band 11. sf:784-785.

[15] 3.Espana Y. Los judios, Federico Ysart sf: 32. 4. Der Grosse Bildatlas Zur Weltgeschite, sf:557.

[16] 5.Devil, Drags and Doctors, sf: 202-203.

[17] 6.La Mort Noir Chronic Dela Peste Johannes Jnohl, sf: 218”

[18] Milli Gaz.20-6-2003.

[19] Tekvin 24. Bab.

[20] Beşinci baskısı, 1932, sayfa 100.

[21] Hakikat-ul Yehud, sahife-17.

[22] Hakikat-ul Yehud, sahife-18.

[23] Hakikat-ul Yehud, sahife-19.

[24] Hakikat-ul Yehud, sahife-19.

[25] Beyzavi-İbni Abbas-Tevbe-34.

[26] Vakit Gazetesi.28-1-2003.)ayriyeten bak.Yeni Şafak.Taha Kıvanç.13-3-2003.

[27] Misyonerler ve Tarihçeleri.Yazar : Prof. Dr. Mustafa Halidi- Dr. Ömer Ferruh.

[28] Yeni Şafak.17-5-2003.

[29] Ö.Korkmaz. Milli gaz.20-6-2003.

[30] Milli gaz.14-6-2003.Agy.

[31] Tercüman.N.K.Zeybek.18-5-2003.

[32] Yeni Asya.20-5-2003.S.Kösmene.

[33] La Republica, 23 Kasım 1998, ss. 1-3.

[34] Milli gaz.8-6-2003.

[35] 20-4-2003.Akşam.Hürriyet.Milli Gazete.

[36] Yeni Asya.14-6-2003. Tercüman.14-6-2003.

[37] Türkiye gaz. 16-3-2003.

[38] Milli gaz.17-3-2003.

[39] Yeni Asya.20-4-2003.

[40] Bak.Hedef Türkiye.O.Sinanoğlu.171.

[41] Sonsaniye.9-5-2003.internet gazt.

[42] 09.05.2003 .Yeni Asya.

[43] londra 15.06.2003.Yeni Asya

[44] 17.05.2003 “M.L.Salihoğlu.Yeni Asya.

[45] 01.06.2003 Zaman. Etyen Mahçupyan.

[46] Vakit.gaz.26-3-2003.bak.yeni şafak-dan,Koray Düzgören.27.3-2003,Tercüman-dan,Nazlı Ilıcak.26-3-2003.Yeni Asya.26-3-2003. / BRÜKSEL.

[47] Bak. A.Taşgetiren.31-8-2002.

[48] Zaman.12-3-2003.

[49] Yeni Asya.8-6-2003.

[50] Nazlı Ilıcak.Tercüman.20-4-2003.

[51] Vakit.8-6-2003.

[52] Abdullah Muradoğlu “yeni Şafak.28-2-2003.

[53] Vakit gaz.28-2-2003.

[54] Zaman.22-6-2003. sonsaniye.net.22-6-2003.

[55] Vakit.14-6-2003.

[56] İstanbul haber merkezi ve TBMM Bürosu “Yeni Şafak.26-4-2003.

[57] ”Milli gaz.M.Ş.Eygi.14-6-2003.

[58] Vakit.20-6-2003.

[59] Aksiyon.17-5-2003.Öldürülen veya öldürtülen Sabahattin Ali.

[60] Yeni Mesaj.17-11-2001.

[61] Bak. www.atin.org.24-6-2001.

[62] Atin.org-dan.26-4-2001.

[63] Zaman gazt.7-4-1996.

[64] Bak.Zaman gazt.23-1-2000.

[65] Yeni Masonik Düzen..H.Yahya.891.Yeni Şafak.6-ekim-1995.

[66] Vakit gazetesi.31-1-2003.

[67] Yeni Şafak.Koray Düzgören.20-2-2003, Hürriyet.21-2-2003.

[68] Bak.Yeni Mesaj gazt.Aytunç Altındal.19-2-2000.

[69] Ersin BAL / Ankara”akşam.23-2-2003.

[70] Milliyet.23-2-2003.

[71] Mustafa Özcan.Yeni Asya. 18.03.2003.

[72] Milli gaz. 20-6-2003. Vakit.20-6-2003.

[73] Faruk Mercan.Sonsaniye.26-4-2003.

[74] İ.Balta / İstanbul .14.06.2003.Zaman

[75] Vakit.9-5-2003.

[76] Yeni Şafak.9-5-2003.

[77] Türkiye gazt.13-5-2003.

[78] Ahmet Varol.vakit.23-5-2003.

[79] Ali Eren.Vakit.23-5-2003.

[80] M.Müftüoğlu.Milli gaz.14-6-2003.

[81] Mızraklı ilmihal.

[82] Kitabul Mevzuat 2/268.

[83] El- Makasıdul Hasene: 248 , Tezkiretul mevzuat :128, Tenzihuş Şeria : 2-204, Silsiletul Ehadis: 432 ) .Ayrıca, Hz. Resul Ümmü Seleme ile istişarede de bulunmuştur (Makasıdul Ha-sene: 585, Silsile: 436, Keşful Hafa : 2-3.

[84] Bakınız: Ebu Dâvud, Salat 208; Beyhakî, Sünen III/183; Hakim, Müstedrek I/425; Dârekutnî, Sünen, Cuma 1; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat VI/317.

[85] Ebu Hazm ve Muhammed bin Ka’b el-Kurazî’den (İbn Ebi Şeybe, el-Musannef, II/109); Cabir’den (Dârekutnî, Sünen, Cuma 1 (nu: 1561); Ebu Derdâ’dan (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, II/170); Ebu Hüreyre’den (Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, VIII/346.

[86] Beyhakî, Sünen III/184.

[87] Buharî, Cuma 12).” Abdülaziz Hatip.Tercüman. 15-6-2003.

[88] Yeni Asya.16-6-2003.

[89] Milli Gaz.28-2-2003 .

[90] 19.06.2003-Sonsaniye.

[91] Sonsaniye.net.22-6-2003.

[92] Milli gaz.M.Müftüoğlu.28-2-2003.

[93] Hürriyet:5.1.93.

[94] Koministlik ve Koministlerde din düşmanlığı…kitabından.

[95] Age.

[96] Yeni Şafak.H.Mahalli.30-3-2003.




BAĞDAD YANIYOR

BAĞDAD YANIYOR

B in iki yüz elli sekiz yılı bahtı karalım

A teşlerde pişen yaralı Bağdatım

Ğ adre uğramış yaş-lı Bağdatım.

D enizler medet uman yaşlı Bağdatım.

A naları ağlatan yaslı Bağdatım

T alihi karalı, karalı Bağdatım.

B ülbüllerin öttüğü yurT

A nnelere oldu anA

Ğ ariblere enis ve dosD

D izeleri beliĞ

A şıklara mâşukA

T arihe talih oluB…

Mehmet ÖZÇELİK

BAĞDAT YANIYOR

Bağdat yanıyor pâre pâre

Açtın gönlümde yâre

Söyleyin derdimi yâre

Bulsun derdime çâre

Derdin derdime dert

Kalsam da bir fert

Düşmandaki bu cür’et

Sana zulmeden nâ-mert.

Bağdat yanıyor,dünya bakıyor.

Kimi şaşkın,kimi kanıyor.

İnsanlığın kalbi kanıyor.

Yapanı âdil sanıyor!

Baba Bush,oğul Buş

Bağdatı yıkıyor.

Bir yanda kanlar,

Bir de yaşlar akıyor.

Mazlumun yükselen âhı

Bağdat gitti,kaldı vâhı

İnsanlığın salâhı

Bağdatla olur felâhı.

Hülâgu’yu geçti Buşş.

Karga,Yarasa ikisi de kuş.

Biri baba,öbürü oğul Buşş,

Bağdatı kaplamış yabani kuş.

Bağdat idi ilim merkezi

Şimdi ise filim merkezi

Dilimledi çakallar O’nu

Sözümün beddua olsun sonu…

Mehmet ÖZÇELİK

Dâr-us Selâm diye adlandırılan Bağdat,selamet ve güven yurdudur.

Sanat ve ilim merkezidir.

Nebiler ve veliler yurdudur.

Kâbe (Mekke) dünyanın ruhu,Medine Kalbi ise,Bağdat aklıdır.

Selçuklu,Osmanlı ve kanuni dönemlerinde önemli bir merkez olmuş,başkentlik yapmış,oraya bir çok seferler yapılmıştır.Selçukluların hakimiyetinde 203 yıl kalmıştır.

En acı dönemini 1258’de Moğollar döneminde,tüm kütüphanelerin nehre dökülerek aylarca mürekkeb akmasına sebeb olmuş,âdeta ilim ve kültür ortadan kaldırılmıştır.

Bir diğeri ise 1991’de baba Bush ve 2003 ‘de de oğul Bush-un gadr ve zulmüne uğramıştır.

Bağdat,ortadoğunun ortasıdır.

İngiliz salyasının aktığı yerdir.

Hiçbir yer hakkında bu kadar sitayişle bahsedilen yer olmamıştır.Sayılı birkaç yerden biridir.İşte onun hakkında söylenenler:

“İlk Halifelerin kurduğu uçsuz bucaksız Kütüphaneler, özellikle de Bağdat Kütüphanesi sayesinde bütün büyük kültürlerin, Bizans, Pers hatta Hind kültürünün zenginlikleri özümlenmişti. İslam dinin yayılmasını ve zaferini sağlayan işte bu sebeblerdi.”

Bağdat;” (1055-1200) tarihleri arasında Selçukluların hakimiyetine girdi, Bir süre Selçuklu hakimiyetinde kalan Irak, İslam aleminin Moğol istilasına maruz kalmasından sonra, Bağdat 1258 yılında iki asır İranlı Buveyhilerin hakimiyetine girdi. Daha sonraki dönemlerde Irak’ın bir bölümü Akkoyunlu, Karakoyunlu, İlhanlı; Musul’da Zengi, Atabaklar; Erbil’de ve Kerkük’te Atabak gibi Türk Devlet ve beylikleri hakimiyetine girdi. 1508’de Safavilerin hakimiyetine giren Bağdat, 1534 yılında Osmanlı hakimiyetine girdi. Osmanlı hakimiyeti 1918 yılına kadar devam etti.”

Bu dönemden itibaren ise;Başta İngilizler olmak üzere bir çok ayaklanmalara sahne olmuştur.Irak renkli bir topluma sahibtir.

-“ Kanuni Sultan Süleyman’ın 1534’te Bağdat’ı fethine kadar geçen sürede nasıl yaşadığı bilinmemektedir. Kanuni Bağdat’ı fethedince, “Geldi burc-ı evliyaya padişah-ı namdar” tarih mısraını da ihtiva eden meşhur kasidesiyle beraber padişaha beş kaside takdim etmiş,”-Fuzuli-i Bağdadi

-“ ABD’nin Irak’a muhtemel müdahalesi durumunda, Irak`ta bulunan 510 Selçuklu ve Osmanlı eserinin de “risk altındaki binalar” arasında yer alacağı belirtiliyor. Abbasi İmparatorluğu`nun merkezi olan Irak`ın başkenti Bağdat, doğu kültürünün en önemli tarih ve kültür kentleri arasında ilk sıralarda yer alıyor. Bugünkü Bağdat kentinin dışında olan eski Bağdat, Halife Harun Reşit döneminde, Binbir Gece Masalları’nda anlatıldığı gibi refahın dorukta olduğu zengin bir kent olarak biliniyor.”

-“34 türbe ve külliye de hedefte.Uluçam, Selçuklu döneminden kalan Mustantiriye ve Mercan medreseleri, Mimar Sinan tarafından yapılan Geylani Türbesi ve Külliyesi ile İmam-ı Azam Türbe ve Külliyesi`nden başka çok sayıda İslam büyüklerine ait 34 adet türbe ve külliyenin Bağdat`ta bulunduğunu da ifade ederek, yine Osmanlı dönemi eserlerinden Muradiye ve Asafiye camilerinin önemli tarihi mimari zenginlikler arasında yer aldığını belirtti.”

-. İslam’da felsefi etkinliğin, ilk defa Abbasiler tarafından Bağdat’ta, tercüme ile başladığını da, ayrıca belirtmeye gerek var mı, bilmiyorum. Şöyle söyleyeyim: XIV. ve XV. yüzyıllarda, Venedik ve Floransa, Hıristiyan Avrupa Rönesansı bağlamında ne anlam ifade
ediyorsa, Bağdat, IX. ve X. yüzyıllarda İslam Rönesansı bağlamında, işte tastamam onu ifade ediyor. ‘Koalisyon’un ‘medeni’ barbarları, sıradan bir şehri değil, İslam medeniyetinin sembolik dölyatağını vuruyorlar…”13-4-2003.F.Yavzu.

-“. Bağdatlı Ruhi’nin, Fuzûlî’nin, İmam-ı Âzâm’ın, Abdülkadir Geylanî’nin, İmam-ı Gazalî’nin, Cüneyd-i Bağdadî’nin ve daha nice gönül ve ilim sultanlarının seyrangâhı Bağdat,”

-“Bağdat Seferi

Sultan Dördüncü Murad, İran’ın doğuda yeni işgallere başlaması ve bin bir güçlükle geri alınan Revan’ın kaybedilmesi üzerine, yeniden Bağdat Seferine çıkmaya karar verdi. Osmanlı ordusu İstanbul’dan hareketinin yüz doksan yedinci günü olan 16 Kasım 1638’de Bağdat önlerine geldi. Bağdat kalesi otuz yedi gün boyunca kuşatıldı ve kahramanca çarpışmalar yapıldı. Sultan Dördüncü Murad, genel saldırıya geçilmesine karar verdi. Sabah erkenden başlayan hücum sonunda kale teslim oldu.
Yapılan Kasr-ı Şirin Antlaşmasıyla Azerbaycan ve Revan Safevilerde, Bağdat Osmanlılarda kaldı. İki ülke arasındaki Zağros dağları sınır kabul edildi. Bugünkü Türk-İran sınırı büyük ölçüde bu antlaşmayla çizilen sınır esasına dayanır. Bu antlaşmayla On dört sene on bir ay önce bir ihanet sebebiyle Safevilere geçen Bağdad, artık kesin olarak Osmanlı İdaresine geçti. Sultan Dördüncü Murad bu zaferden sonra Bağdat fatihi diye anıldı.”

Ve o zaman Bağdat yağmalanmaz.

-Bağdat kendisi üzerine en çok yazıların yazıldığı bir ülkedir.

-Bağdatın eski adı,dar-us-selamdır.

– Âşıka Bağdat sorulmaz

-Ana gibi yar,Bağdat gibi diyar olmaz.

-Sora sora Bağdat bulunur.

-Yanlış hesap Bağdat’tan döner(“. Bütün bilginlerin ve bilgilerin Bağdat’ta toplandığını, orada her probleme bir çözüm bulunabileceğini, böylece Doğu’nun bilim merkezinin burası olduğunu nasıl da veciz bir şekilde anlatmaktadır.”)

-“ Geylanî, Sühreverdî, Cüneyd, Ebu Hanife, Maruf Kerhi, Seri es–Sakatî, İbn Semmâk, Haris Muhasibî, Ebu Said Harraz, Hallac Mansur ve daha onlarcası. Hepsi Bağdat’ta yaşamış, Bağdat’ta İlahi aşk çerağını yandırmışlar, orada tasavvufu bir hayat tarzı haline getirmişlerdir. Bu yüzden Bağdat’a bir aşk şehri demek gerekir.”

-“ Tarihin dip notları:

Ismarladığın öküzü getirdim.

Son Abbası halifesi Mu’tasım Billah (1242–1258) zamanında Tuslu Nâsır(üddin) adlı bir bilgin bir kitap yazarak halifeye takdim etti. Halife, nehir kenarında oturuyordu. Kitabı aldı, içinden bir yaprak koparıp attı. Sonra da Nasır’a,

– Bu sayfa kirlenmiş, yıkanması lazım, sonra sen bunu bana getireceğine, Tus’tan bir öküz getirseydin daha iyi ederdin, dedi. Bu sözlerden sonra halife kitabın tümünü suya attı. Nasırüddin, yıllarca emek verip yazdığı kitabının bir anda yok olmasına üzüldüyse de korkusundan bir şey söyleyemedi. Boynunu büküp huzurdan ayrılırken halife kendisine,

– Molla nereye gidiyorsun? diye sordu.

Tuslu Nasır da şöyle cevap verdi:

– İstediğiniz öküzü getirmeye!

Nasırüddin Tusî, Bağdat’tan ayrılıp Hülagu Han’ın yanına gitti. Hülagu bu değerli bilgine büyük bir iltifat gösterdi. Nitekim 1258’de Hülagu Han Bağdat’ı alınca Abbasi halifesi de yakalanıp Hülagu’nun huzuruna getirilmişti. Hülagu ve Tuslu Nasır yan yana, altın ve gümüş tahtlar üzerinde oturuyorlardı. Nasır halifeyi görür görmez şöyle dedi:

– Ismarladığın öküzü getirdim, beğendin mi?

(Kotan, Necati, Tarih Fıkraları, s.65) “İ.Pala.zaman.9-1-2003.

-“ Bağdat ve Musul petrolleri, sahip olduğu siyasî ve ekonomik öneminden dolayı bugün dahi dünya devletlerinin dikkatini üzerine çeken bir konuma sahiptir. Osmanlı döneminde Irak petrolleri bizzat kendi adına tapulanmak suretiyle Sultan II. Abdülhamid’in şahsî emlâkı arasına katılmıştır. II. Abdülhamid’in ölümünden sonra varisi olan hanedan mensupları, veraset kanunu gereğince şahsî emlâkın kendilerine ait olduğunu ileri sürmüşler ve Sultan’ın Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan diğer emlâkında olduğu gibi, bu zengin petrol yatakları üzerinde de hak iddia ederek dava açmaya yönelmişlerdir. İngiliz Hükûmeti’ne karşı açılan davalar İngiltere’yi, onun mandası durumunda olan Irak’ı ve dava sonucunu etkileyebilecek kararı verecek olan Türkiye Cumhuriyeti’ni uzun müddet meşgul etmiştir.”

-Türklerin Bağdat’a 400 yıl hakim olmuşlardır.

-“ Farsça ‘Tanrı vergisi’ anlamına gelen Bağdat…”

”Misyonerler, yüzde 98’i Müslüman olan Irak halkına ‘gerçek din’ dedikleri Hıristiyanlığı götürmek üzere alesta bekliyor.. Yeni Dünya Düzeni, bizim bölgemize, kendi dini ile geliyor…”Yeni Şafak.8-4-2003.

800 papazı ıraka gönderiyor.

-”Aytunç Altındal, bugünkü planların 1929 yılına kadar uzandığını söyledi.

1933 yılında da ilk akademik çalışmanın yapıldığına işaret eden Altındal, 1963 yılında da İsrail Cumhurbaşkanı İshak Ben Zwi’nin İsrail planını resmi ağızdan açıkladığını hatırlattı.

İshak Ben Zwi’nin 1963’te “Kurdistan Yahudilerinin (Barzani grubu) 2 bin 500 yıldır toprak hakkı vardır. Bunlar kayıp İsrail kabilesi olarak bilinen insanlardır. Bu insanların bağımsızlığı yüzyıllardır beklenen bir olaydır” dediğini kaydetti.

-“Başta Urfa ve Diyarbakır olmak üzere bizim güney illerimizi de içine alan bir sahiplenme, önümüzdeki yıllarda aynı hahamlar tarafından açıkça dillendirilecek”

-Hahamların fetvalarına kaynak teşkil eden bazı Tevrat ayetleri;

“O günde Rabb, Abramla ahdedip dedi: Mısır Irmağı’ndan büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar, bu diyarı …. Senin zürriyetine verdim” (Tevrat – Tekvin 15/ 18-21)

“.. Üzerinde yatmakta olduğun diyarı sana ve senin zürriyetine vereceğim; Ve senin zürriyetin yerin tozu gibi olacak. Ve garb’a ve Şark’a ve Şimal’e ve cenub’a yayılacaksın.. “ (Tekvin 28/ 13-14)”Milli Gazete.18-4-2003.

-Zenginlik yeri olan Bağdad için:”Mal,mal,gayrısı muhal.”

-“Bağdad,Meliklerin oturma yeridir ve avcı kârilerin (insanları avlamak için Kur’an okuyanların) devesini çöktürdüğü yerdir.”(Bak.Asrı saadetin köprüsü.A.bin Mübarek.M.A.Teymür.13-14.

10-5-2003

Mehmet ÖZÇELİK




GÖÇLER VE GÖÇMENLER

GÖÇLER VE GÖÇMENLER

Hayat göçle başlar.Ruhlar aleminden anne karnına oradan da dünyaya olan umumi göç.Göçmen kuşlarının göçü gibi.Önde rehber,arkadan göçler.

İlk dedemiz Hz.Âdemin cennetten ilk göçünden sonra,bizlere de yollar görülmüş oldu.

Neyleyelim..yeni bir hava,yeni bir memleket,yardan,yârandan ayrı düşülen bir göç..mevsim değişikliği..hayatın mukadder çerçevedeki gidişi ve devamı için şart olan bir seyir..

Gelinen yerle gidilen yerin havasının aynı olması elbette düşünülemez,coğrafi,insani,psikolojik ve ekonomik gibi bir çok şartlar önümüze çıkması kaçınılmaz olacaktır.

Tıpkı benim şu andaki yaptığım durum gibi..genel olarak göçmenleri almayı niyet etmişken,duygu seline kapıldım,bu göç ile duygular alemine girdim.

Göçler geçici süreler içindir.Tıpkı mevsimlik elbise gibi..belli bir zaman sonra çıkarılır,genel mevsim havasına bürünülür.

Buranın havası bize pek yaramadı..gayet sert ve soğuk..alışmadığımız ancak alışmaya çalışmakta da mecbur olduğumuz bir hava..çünki bizler buranın malı değiliz..ebedi memleketin alışılmış havasına karşı buranın havası çok basık ve asık gelmekte..hem de gayet klasik…

Evlenip başka kente göç eden çiftlerin emeklilik gibi bir sebepten dolayı dönüş biletini aldığında artık tek ve çift kişilik değil en az beş kişilik,zamanla bu diğer çocuklarının da yanına ziyarete gelmesiyle onlarla-yüzlerle ifade edilir.

Hz.Âdem ve Havva ile başlayan bu göç,şimdilerde milyarla ifade edilmiştir.İşte göçün faydaları.

Göç bir yeniliktir..yenilere gebeliktir.

Göç bir değişimdir..yeni boyutlara geçiştir.

Göç çok boyutluluktur..dar alemin kabuğunu kırıp,dış dünyaya kanat çırpmaktır.

Göç okyanuslarda kulaç atmaktır..açlık ve zorluklarla yarışmaktır..onlara alışmak,dertlilerle tanışmaktır.

Göç bir nevi deşarz olmaktır..içtekileri boşaltmak,yeni versiyonlar yüklemek,yenilemek ve yenilenmektir.

Göç bir paylaşımdır..bir bütünleşmek..bir tanışmak..tamlamak ve tamamlanmaktır.

Göç bir toplum işi,bir toplama kampıdır..farklılıkların tek bir çatı altındaki birlikteliğidir.

Göç kültür zenginliğidir..fikir zenginliğinden yemek zenginliğine kadar…

Göç bir arınma,ayırma,süzme ve süzülme işlemidir..yolda dökülenler..yakalananlar..yakayı ele verenler..yakayı kurtaranlar…Tam bir rafine faaliyetidir..zorluklar zorbalıklara göğüs germektir.Özleşmek ve özdeşmektir.

Her zaman göçte değimliyiz?

Dünü bugüne taşıdık..çocukluğu gençliğe..gençliği ihtiyarlığa..hayatı kabre taşımıyor muyuz..hiç bir zaman geldiğimiz noktada değiliz..ne vücutça..ne ruhça..ne de akılca…

Göç biletimiz kesildiğinden beri hiç dinlenmedik..uzun zaman daha dinlenmiyeceğiz de…Göç ve gurbet ancak cennetle biter..asıl vatan..asli vatan..asaletli vatan..cehennemde bile acıların göçünü yaşayacağız..tâ ki iman ile cennete göçene kadar..zira iman tapudur,kiracılığın bitişi,eve geçiştir..ebede göçüştür..hakka varış,hakikata eriştir..oradan da rabbe göçtür..göçüştür.

Hamdım-Piştim-Yandım…

Ne ben suya kandım..ne de su bana kandı…

Onun aşkı ruha ateş saldı..Mecnun gibi göçe zorlandı..Veysel karani gibi sönmeden uykuya daldı..uyanma korkusuyla yaşadı..uyanmadı..uyandırılmadı..uyanmak istemedi..ya uyanırsam..ya bu bir uyku ve hayal ise..onu da kaybederim,kendimi de..

Sürekli göç ile Leyla adına mevlayı,sevilenler adına sevgiliyi aradı,taradı..diyar diyar göç etti..güç etti.

Yunusda Taptuğun kapusuna göç etmişti..buğday bahanesiyle,himmeti terk etmiş.kısa yolu uzun etmiş.ömür boyu göç etmişti..güç etmişti.

Aaaah buğday aah..babamı ve annemi cennetten göçe mecbur eden sen değilmisin!? Yanma uğruna göç ve güçü başımıza dolayan sen değilmisin?Boyna zimmet,göçte himmet…Göç tasması…

O kaybettiğini bulmak amacıyla bu göçe maruz kalmıştır.

Belkide bu göç bir keffarettir.

Mevlanayı pervaz ettiren,kendi dünyasından demircinin alemine olan göç değilmidir?Kendisini mest ve deli etmekle kalmamış,asırların ötesine geçip,zamanlarla ve zamanelerle beraber seyredip pervane olmuş.

Bu göç değimlidir ki,Bizleri arklara koyup ta ırklara ayıran?Aynı arkda akan,aynı sudan farklı ırklar!Göç farklılıktır,demiştik..farkına vardık..tedbirimizi aldık..yolda kalmadık..kalsak da durdurmazlar ya…Göçe ve güç kazanmaya mecburuz.

Hicret hasrettir..himmetini belli bir noktaya has kılmaktır..bazılarını da rettir.

Hicrette ve hicrete emir vardır.

Küfürden imana hicret..imandan amele hicret..dosta hicret..kardeşe ve kardeşliğe hicret..zulümden adalete,zulmetten nura hicret..Mekke’den Medine’ye hicret..Kâbeden Ravzaya hicret..Sert ve sertlikten hilim ve yumuşağa hicret…Allah’ın evinden rasulullahın evine hicret…Bir dosttan diğer dosta hicret…Güneşten aya,Sebirden Hiraya hicret…Bedirden uhuda,uhuddan hendeğe hicret…Arafattan veda ile ukbaya hicret…

Hicret bir değişim ve islamın gelişimidir.İslam fedaileri ve tebliğcileri hicret ile aleme yayıldılar,seferler ve cihadlar düzenlediler.

Hz.Ebubekirin sıddıkiyeti hicretle kemalini buldu.Dost dostuyla ölüme de hicret eder.

Hicrette memnuniyet ve yaşamak,diğer bir ifadeyle doğmak vardır.Hicret bir nevi doğumdur.

Bir damla olup çay ve ırmaklara,nehir,deniz ve okyanuslara hicret…Başını taştan taşa vuran âvâre su…Okyanusa varma uğruna bu baş taşlara vurulur…Mekkeye varma uğruna yollara düşülür…Şirin uğruna dağlar delinir…Aslı uğruna her şey ikram edilir.

Beni bende deme,ben bende değilem.

Bir ben vardır bende,benden içeru…

Sevgiliye göç uğrunda acının sözü mü olur?Nârın ateşi mi olur?İbrahimi yakmayan ateş,gerçek sevgiliden emir almıştı.

Bu yolda ateş yakmaz,bıçak batmaz,ok atmaz,söz söylemez,dil lâl olur…

Göçmek her şeyden geçmektir..maldan,candan.cânandan…

Göç cesaret işidir.Herşeyi göze almak,her şeyi gözlemektir.Her kişinin değil,er kişinin işidir..dişine göre…

Göç yanmaktır..zira yanmayan yakamaz.

Göç asla varış,aslına varıştır.Bir balık türü..doğduğu günden itibaren okyanusta sürekli yol alır..ölmeye yakın tekrar doğduğu yere gelerek,yumurtaları bırakıp devir-teslim işlemlerini yapar.

Göç bir görev değişimidir..öncekilerin sonrakilere görevi devretmesidir.

Bir atomun aldığı tüm merhalelerden sonra tekrar atom haline göç etmesidir.Bir atom halinden madenlere,bitki ve hayvan seviyesine,oradan insan ve toprağa göç devresidir.

Dünya başlı başına bir göçmenler topluluğudur.

Sizler Nereden geliyorsunuz ve Nereye gidiyorsunuz?

Ben mi?

Hayır,Ben-ler…Benlik sahibleri…Benliğini ve kimliğini bulanlar…Kendisini kaybetmeyip kendisinde olanlar…

Namaz bir göçtür..maddeden manaya,dünyadan ukbaya..ezelden ebede..kuldan Allah’a…

“Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu heba,

Yola geldim lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.

Ağlayıp nalân edip düştüm yola tenha garib,

Dîde giryan, sîne biryan, akıl hayran bîhaber.”

“Vaslını yâdeyledikçe ağlarım,

Tâ nefes var ise kuru cismimde feryad eylerim.”

“Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp,

Şevk ile her dem uçup, çağırırım dost, dost!”

Hicret hayatın sonbaharıdır.Sonbahar ise;dünyanın,insanın,senenin hüznü.güneşin gurubu,yeşilliklerin sararması,iufule meyleden,kalbe hüzün,esintiler veren bir dünya,hüzün mevsimi,baharın sonu,herşeyin sonu.Yeni başlangıçların habercisi.

Göçmen yarı hürdür,göçden kurtulmakla diğer yarı hürriyetini elde edebilir.

“Bir gün olup bu dâr-ı imtihandan saadet âlemlerine göçtüğün zaman, kıymetdar eserlerin seni namınla beraber yaşatacaktır”[1]

“Seni istemeyenler dünyada Cehennem’e göçsün.”[2]

“Âlem-i fâniden âlem-i bekaya göçünceye kadar, nefis ve şeytanın hücumuna maruz bulunan insan…”[3]

Sakın göç var diye mecnune haber verme sakın…

Mehmet ÖZÇELİK

27-07-2003

[1]Barla Lahikası.B.Said Nursi.78.

[2] Age.175.

[3]Age.180.




HARİCİLER VE UZANTISI

HARİCİLER VE UZANTISI

Hz.Osman halim yani hilim sahibi yumuşak yapılı bir insandı.Çevresi çevresini bu özelliğinden dolayı çevrelemişti.

Akraba ve yakını olan İbn-i Âmir-i vali tayin etmesi kendisine sıkıntılar açmıştı.

Hz.Muaviyenin Hz.Osmandan habersiz iş yapması sıkıntıyı arttıran sebeblerden idi.

Özellikle Müslüman olduğunu ifade eden münafık Abdullah bin Sebe’ nifak hareketleriyle barutu ateşleyici oldu.Ve artık Hicaz,Basra,Kûfe ve Şam’ı karıştırmaya başladı.

Sürekli Hz.Ali’nin üstünlüklerini öne sürerek,Hz.Osman’ı küçük düşürüyordu.

Fitnenin ayak sesleri,patlamak için ciddi bir ateşleme bekliyordu.

Felaketin geleceği önceden biliniyor ve Hz.Osman’ın korunması amacıyla muhafız görevlendirilmesi kendisine teklif ediliyordu.O ise Allah’a olan ziyade tevekkülüyle âkibeti beklemekteydi.

Amaçlar ve hesapların farklılığı birleşilecek tek bir noktanın oluşumunu tamamlamak için çaba gösterilmekteydi.

Kûfe ve Basradan gelenler söz birliği yapmış gibi,hepsinin idareden memnuniyetsizliği dile getirilerek Hz.Omanın bulunduğu makamdan indirilmesi hep beraber dile getiriliyordu.

40 gün evi muhasara altında tutulmuş,Merva’nın tahrikleri ve Hz.Osmanın onun yönlendirmesine kanması ve özellikle görevinden alınan Amr bin Âs’ın kendi ifadesiyle:”Vallahi dağ başlarında çobanlara varıncaya kadar herkesi Osman’ın aleyhinde kışkırtıp duruyordum.”

Şehid edilirken okuduğu Kur’an,İstanbul topkapı müzesinde mevcut olup aynı zamanda Özbekistan /Taşkent müzesinde olduğu da bildirilir.

Ve nihayet evine giren üç kişiden Kuteyre’nin başına ilk darbeyi vurması,Sevdan bin Himran’ın ikinci darbesiyle şehid olmuş ve isyancıların reisi Gâfikî’nin tahrikleriyle isyanın sonucuna varılmıştı.

Böylece Hz.Osman o gece gördüğü rüyadaki davete icabet etmişti.

Rasulullah kendisine demişti:”Bu akşamki iftarını bizimle birlikte yapacaksın.”

Artık halifenin seçimi ve nasbı için ayrıca fitne kazanları durulmuyor,kaynatılmaya devam ediyordu.

Hedefte Hz.Ali vardı.

Şimdi ise sırada o vardı.Daha doğrusu bir engeldi.

Valileri de değiştirmiş olması bahaneleri büyüten sebeblerden oldu.Muaviye ise Şam valiliğini bırakmamış,muhalefetini sürdürmüştür.Çünki oda babası Ebu Süfyan gibi riyasete meyyal,reisliği kolay kolay terk etmeyecek bir kimse idi.

Diğer bir ifadeyle Hz.Ali’ye sorulmuştu;neden Hz.Ebubekir ve Ömer dönemlerinde fitne olmadı da senin dönemlerinde olmaktadır?

Cevabı soru gibi keskindir;-Zira onların dönemlerinde bizler vardık,bizlerin döneminde ise onlar yoktur.

Cemel vakasıyla Hz.Âişe,Talha,Zübeyir Hz.Aliye karşı mücadele eder,Hz.Osmanın katillerinin bir an evvel bulunmasını isterler.Hz.Ali ise temkinlidir.Ancak fitne ateşi tutuşturulmuş,on bin kişi öldürülmüştür.Bunlar içerisinde cennetle müjdelenen Talha ve Zübeyirde vardır.

Hz.Ali kendisine karşı girişilen Cemel vakası sebebiyle şu hükmü verir:”Din kardeşlerimiz olup,üzerimize bağy ve huruç ettiler.”

Sıffin olayıyla da makam hırsıyla yanan Muaviye Hz.Aliyle savaşır,90 bin kişi ölür.

Birinde içtihat,diğerinde ise siyaset hakimdir.

Haricilerin ilk çıkışı da hakem olayıyla başlar.

Taraflardan Muaviye tarafında bulunupta yenileceğini anlayan Amr bin Âs Muaviyeye yaptığı teklifte:”Kur’an sahifelerini mızrakların uçlarına takalım.”sözü,kabul görür.Bu durum Hz.Ali tarafından bir hile olduğu anlaşılıp anlatılsa da anlaşılmaz ve Hz.Ali tarafındakileri durdurur.

Nihayet olayın hakemler yoluyla çözülmesine karar verilir.

Hz.Ali’nin hakemi yaşlı olan Ebu Musa el-Eş’aridir.Hz.Muaviyenin ki ise,siyaset dâhisi Amr bin Âs’dır.

İki hakem aralarında anlaşırlar.Amr bin Âs teklifinde:”Madem ki bu savaşın sebebi Muaviye ve Alidir,ben Muaviyeyi şu parmağımdaki yüzüğü çıkardığım gibi azlediyorum,diyeceğim.Sen de Ali’yi öyle azledeceksin ve kargaşa ortadan kalkmış olacak.”

Denildiği gibi yapılmak üzere taraflar toplanmış,ilk olarak Ebu Musa el-Eş’ari Hz.Aliyi azletmiştir.Ancak Amr bin Âs anlaşılanın aksine;Bu yüzüğü parmağıma takdığım gibi,Muaviyeyi de hilafet makamına nasb ediyorum,demiştir.

Böylece ilk huruç hareketi başlamış oldu.Allah’ın hükmü bırakılmış,hakemlerin hükümlerine baş vurulmuştu.Artık –Allah’tan başkasının hükmü yoktur.-sözü bayraklaşmış oldu.

Sıffin savaşında Ammar bin yasir Hz.Ali tarafında bulunup,şehit edilmişti.Huzeyme’den rivayette Peygamberimiz:”İsyancı bir kitle Ammar’ı öldürecektir.”Ancak Muaviye tarafı bunu tevil ederek,öldüren kimsenin baği yani azgın ve isyancı olacağını söylediler.

Artık Harura köyü haricilerin yerleşim merkezi oldu.Bundan dolayı kendilerine bu köye nisbetle Harura veya Haruriyye mezhebi adı da verilir.Dinden çıkmış anlamına Marika’da denilmektedir.

Şehristaninin ifadesine göre Hz.Aliyi hakem olayına kabul etmeye sevkeden haricilerdir,der.

İbni hazm ise;”Haricilerin selefleri bedevi idi,onlar Kur’an-ı Hz.peygamberin (SAM) sabit sünnetlerini anlamadan okudular.Onlardan hiçbir fıkıh bilgini yetişmemiştir.”der.

Hz.Ali’nin ifadesiyle haricilerin durumu:”Allahım,ne büyüksün!Bunlar hak söz ile batılı murad ediyorlar.Sustukları zaman bizi kederlendiriyorlar,konuştuklarında da deliller getirip onları susturuyoruz.Ancak bize karşı isyan edecek olurlarsa bizde onlara karşı çarpışırız.”

Cemel ve Sıffin savaşları sonuçta Rasulullahın şu sözleriyle netlik kazanmaktadır:”Ya Ali! Ben Kur’an-ın tenzili üzerine savaştım.Sen de te’vili üzerine savaşacaksın.”

Haricileri burada farklı kılan sebeb,hakem olayıyla Hz.Aliye karşı aşırı derecede düşmanlıkları,tıpkı rafizilerin aşırı derecede Hz.Aliye karşı olan muhabbetlerinin onları dalalete götürmesi kabilinden oldu.

Artık mevzii savaşlar başlamıştı.

Haricilerle yapılan savaş Nehrevan’da haricilerin Habbab’ın oğlu Abdullah’ı öldürüp,hamile olan hanımının karnını yararak öldürmesi ve ayrıca dört kadını daha öldürmeleriyle başlar.

Acaibdendir ki;Ellerini bağlayıp Habbab’ın oğlu Abdullahı hanımı ile birlikte götürürlerken bir hurma ağacının altında konaklarlar.O sırada ağaçtan bir hurma tanesi yere düşer.Haricilerden birisi bunu alıp ağzına atar.Bunu gören diğer arkadaşı:”Sen bu hurmayı hakkın olmayarak ve bedelini ödemeden yedin.”diye söyleyince,arkadaşı hemen hurmayı ağzından çıkarıp atar.

Arkasından yola devam edip zimmilere yani sözleşmeli ve anlaşmalı gayrı Müslim birisine ait bir domuza rastlarlar.Yine onlardan biri domuzu kılıcıyla vurup öldürür.Diğer arkadaşları:”Bu senin yaptığın yeryüzünde fesad çıkarmaktır.”der.

Bunun üzerine domuzu öldüren harici domuzun sahibini bulur ve onu razı eder.

Bundan ümidlenen Habbab bin Eret’in oğlu Abdullah onlara şöyle der.”Eğer siz bu yaptıklarınızda samimi iseniz,bana hiçbir kötülüğünüzün dokunmaması gerekir.Ben müslümanım ve İslam hakkında hiçbir kötülükte de bulunmadım.Siz bana eman verdiniz ve benim için herhangi bir korkunun olmadığını söylemiştiniz.”

Hariciler ise onun bu sözlerine hiç aldırış etmeden onu yere yıkmışlar ve boğazından kesmişlerdi.

Suçu ise;Hz.Osman,Hz.Ali ve onun görüşlerini hayır ve isabetle yâd etmiş olması idi.

Bu derece takva ve ibadette ileri olan bu insanların hayvanlara rahmet okutacak bu vahşi hareketleri tamamen şahsiyet ve kimliklerini bulamamanın veya yanlış yerde aramanın cahilane,ahmakane,bedevi ve kabaca bir göstergesi ve ifadesidir.

Hz.Ali ise Nehrevana varıp nehir kenarında haricilerden katili teslim etmelerini ister.Onlar ise bunu reddetmekle kalmayıp şöyle derler:”Biz hep birlikte onları öldürdük ve hepimizde sizin kanlarınızı akıtmağa azmetmiş bulunuyoruz.”

Ve sonuçta hezimete uğratılırlar.

Bu bize bir Musevinin bir bir iseviyi yakalayarak hesaba çekmesine benzer.Musevi der;Niçin sizin peygamberiniz bizim peygamberimize hakaret etti.İsevi şaşkındır.Ya hu,ben ne bileyim,hem Musa İsadan önce gelmiştir,benim suçum ne?

Musevi,ben onu bunu bilmem,onların suçunun cezasını sen çek,borçlarını sen öde.

Kurdun kuzuya bulduğu yeme bahaneleri.Sen niye suyu bulandırıyorsun.Oysa suyun üst başında duran kurttur.

Bu olayda ise bir içtihad farkıyla ortaya çıkmış olup,başkasına zulmedip öldürmeyi gerektirmez.

İzmirli İsmail hakkının ifadesiyle bunlar;Kur’an okuyup,fıkıh bilmeyen insanlardır.

Hariciler genel yapıları itibariyle kabalık ve katılık üzerine bina edilmiştir.

Haricilerin tam olarak ortaya çıkışı Emevilerin bitişi ve Abbasilerin ilk dönemlerine rastlar.

Haricilerin ve Şianın emevilere hilafet noktasında muhalefet ve karışıklıkları bu devletin yıkılmasına etki etmiş,Muaviyeyi çokça uğraştırmış ve bitirmiştir.

Bununla beraber hariciler en büyük darbeyi de Muaviyenin oğlu Yezid’den yemişlerdir.Yezid 30 bin hariciyi öldürerek zulümlerini arttırmış öyleki kâbeyi bile yakmıştır.Ancak 11 gün sonra kendisi de ölmüştür.

M.Hamidullah haricileri tanımlarken:”Her türlü siyasi seçimin gayrı meşru olduğuna ve ferdin hükumetlerin vesayetinden kurtulması gerektiğine veya hükumetin lüzumsuzluğuna (anarşiye)her ferdin hiç olmazsa siyasi sahada kendilerini kendisinin yürütmekte serbest olması gerektiğine inanırlar.”

Bütün bu karışıklıkların sebebinin Hz.Ali,Muaviye ve Amr bin Âs olduğuna inanan hariciler bir karar alıp üçünü öldürmek üzere üç fedai seçerler.

Bunlardan Abdurrahman bin Mülcem H.40,Ramazanın 15.Cuma gecesi (22-Ocak-661) sabah namazında vurduğu zehirli kılıçla şehid eder.Kendsi ise yakalanıp öldürülür.

Hz.Muaviye ise korumalarının da desteğiyle uyruğundan yara alır.Ancak kızdırılmış demirle yaranın tedavisine razı olmadığından,yapılmaması halinde çocuğu olmayacağı teklifini kabul edip,ilaç şerbetini içip kurtulur.

Amr bin  ise o sabah rahatsız olduğundan dolayı namaza gidemediğinden dolayı kurtulmuş olur.

Haricilerin ortaya çıkışı halifenin seçimi sebebiyle olduğundan;en belirgin inançları da imamet ve adalet üzerine bina edilmiştir.

Tekfir yani küfürle itham etme konusunda cüretkar kimselerdir.

Haricilerin ehli sünnetten ayrıldıkları noktalar ise:

1)İslam hükümlerini bilmeyenler Müslüman değildirler.

2)Büyük günah işleyenler kafirdirler.

3)Küçük yaşta ölen çocuklar iman ve küfür konusunda babalarına tabidirler.

4)Allah iyiliği dileyip,şer ve kötülüğü murad etmez,deyip kötülüğün yaratılışını Allah’a vermezler.

H.Günenç hoca Hz.Ali’nin:”Kardeşlerimiz bize karşı geldiler.”sözünü delil getirerek küfürde olmadıklarını ifade eder.

Ancak bunlar ehli bid’adan olup, Katılımların artmasıyla 20 ayrı fırkaya ayrılmışlardır.

Rasulullah Hz.Aliye haricilerin çıkacağını ve alametlerini bildirmiştir.

Hariciler Şia mezhebinden sonra ilk olarak ortaya çıkan itikadi mezheblerdendir.Onları takiben Mürcie,Mu’tezile ve Müşebbihe gibi mezhebler takib etmektedir.

Mürcie’de haricilerin aksine ameli önemsemez,tehir ederler.

İlk ikisinin çıkış sebebi tamamen siyasi sebeblerden dolayı çıkmıştır.Diğerlerinde ise bunun örneklerini görmekteyiz.Dinin özündeki farklılıktan kaynaklanmamaktadır.

Ve aynı zamanda ilk tekfir hareketi de haricilerle başlamıştır.

İlk olması sebebiyle de diğer büyük mezhebler ve zamanımızdaki vehhabilik mezhebi haricilerden etkilenmişlerdir.Buna binaendir ki;vehhabiliğe –Harici- hareketi olarak bakılmakta,o şekilde isimlendirilip değerlendirilmektedir.Nitekim her ikisininde de ameli imandan sayması önemli ittifak noktalarındandır.

İşin diğer bir garib tarafı da;Bu bid2at mezhebi kendisine takvayı ve sadece Kur’an-ı esas aldıklarını ifade ederler.

Şafii fıkhına yakın bir fıkha sahibtirler.

Bugün çoğunlukla Afrikada özellikle merkezleri olan Zengibar’da bulunmaktadırlar.

GÜNÜMÜZDEKİ UZANTISI VE YAPISI

Yukardaki izahla beraber daha öncede Mezhebler konusunda haricileri de ele almıştık.Şimdi ise haricilerin özellikle İslam aleminde olan etkilerine ve batının etkisinde kalmış olan bu büyük mezheb ve mezheblere Sosyolojik ve Psikolojik açıdan bakacak ve günümüzdeki uygulamalarını değerlendireceğiz.

Dört büyük mezheb olan Haricilik,Mu’tezile,Cebriye ve Şiadır.

Haricilik,kaba ifadeyle –tabiri caizse- İslam elbisesi giymiş,anarşist yapıya sahib,cahiliye döneminin zamanımıza kadarki uzantısında ara bağlantısını ve köprüsünü oluşturmaktadır.

Mu’tezile ise;batı felsefesinin aklı esas almasıyla nakli,kalbi azleden,aklı ön plana çıkaran,onun dışındakileri ise akla uymadığından reddeden akılcı!? bir mezhebdir.

Cebriye Mu’tezilenin aksine aklı azleden itikadi bir mezheb olup,insanı rüzgar önündeki bir yaprak olarak,iradesini reddeder.

Şia ise,çıkışından zamanımıza kadar hep siyasetin aracı olarak kullanılmış ve kullanmıştır.

Bir zamanlar memleketimizdeki bir parti kanalıyla siyasi açıdan islamiyeti ele almış,suyu bulandırmıştır.Onun şubeleri de hep aynı yolu takib etmiş veya ettirilmiştir.

Nitekim Suriyede,Mısırda,İranda ve Türkiyede de hep siyasi açıdan onlara yaklaşılmış,devlet kademelerinde istihdam etme bahanesiyle çekilmeye çalışılmıştır.Maalesef başarılı da olunmuştur.Ancak islamiyetin safiyetine gölge düşürülmüştür.Bir cihetle siyasetsizlik adına,siyaset yapmışlardır,çıkışından günümüze…

Bütün bu mezhebler hemen hemen her asırda tabilerini bulmuşlardır.

Cenâb-ı hak insanın üç duygusuna sınır koymamıştır:Kuvve-i Gadabiyye,Kuvve-i Akliye ve Kuvve-i şeheviyye duygularıdır.

Bu konuda Bediüzzaman:”Kuvve-i şeheviye-i behimiye dalında, beşerin enzarına verdiği meyveler ise; esnamlar ve âlihelerdir…

Kuvve-i gazabiye dalında, bîçare beşerin başında küçük-büyük Nemrudlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş. Kuvve-i akliye dalında, âlem-i insaniyetin dimağına Dehriyyun, Maddiyyun, Tabiiyyun gibi meyveleri vermiş; beşerin beynini bin parça etmiştir.”[1]

Hariciler bu gadab ve kini en güzel bir şekilde temsil etmişlerdir.Tüm kin ve nefretlerini kadın,çocuk,yaşlı demeden kusmuşlardır.

Mu’tezile ise;Akıl duygusunu işletmişler,aklı ilah derecesinde temel ve eas almışlardır.Mücerred olarak batı felsefesinin islami kılıflı yansımasıdır.

Haricileri zamanımızdaki siyaset ve siyasi akımlarla kıyasladığımızda aynı ihtilafları,karışıklık,kavga ve münakaşa ve parçalanmaları görürüz.

Oysa burada en istikametli ve istikrarlı yol;siyasetin bu gölgesinden uzak durulmasıdır.

Türkiyede 1980 öncesi faaliyetler harici çıkışı hatırlatmaktadır.

Bu amaçlada kendilerine en yakın olarak imam-hatibleri seçmiş,cüz’ide olsa kabul görmüştür.Bununla kalmamış muhaliflerinin eline kozlar vererek,Bediüzzamanın deyimiyle;Medreselerin devamı olan bu okulların darbe yemelerine bu harici çıkışlar sebeb olmuştur.Müslümanları değil,bağcı dövme niyeti olanları memnun etmişlerdir.

Yıllarca bu okullarda haricilerinde bayraklaştırdıkları hükümleri olan;”Men lem yehkum…”Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse,işte onlar kâfirlerin –zalimlerin-,-fasık ve günahkarların- ta kendileridir.”[2]

Bediüzzaman ise bunu-Men lem yehkum-bil mana-men lem yusaddik-tir.yani hükmetmeyen,amel edip kabul etmeyen değil,tasdik etmeyen olarak münakaşayı ortadan kaldırmıştır.Münakaşa ise sürekli sürdürülmeye çalışılmıştır.

Türkiye darul harb görülmüş,bir yandanda bu vesile ile gayrı meşru şeyler meşru hale getirilmiştir.Yine kavga içe yönelik olmuştur.

Yıllarca kendileriyle uğraşan bu insanlar,insanlara dinlerini öğretmeye,kominist ve ateistlere dini anlatıp isbat etmeye vakit bulamamışlardır.

Çıkışında hakim olan Yahudi fitnesi,gelişmesinde de yine Yahudi ve İsrail ile devam ettirilmiştir.

Peygamberimizden sonraki Hz.Ali döneminde ortaya çıkan Haricilerle,zamanımızın haricileri olan Hizbullah arasında bir aynilik içerisinde bir benzerlik olduğunu ifade eder T.Akyol.Yazdığı eser –Hariciler ve Hizbullah- bunu kriterini yapmaktadır.

Nitekim,başlangıçta PKK’ya karşı kullanmak amacıyla devlet ve mit tarafından desteklenen hizbullah,zamanla ipin ucu kaçırılmış,kontrol edilemez bir hal almıştır.Faili meçhul cinayetlerde nice değerli kişiler bunlar tarafından boğularak öldürülmüştür.Zamanla değişik şehirlere giderek mensublarını arttırmak amacıyla camilerde kalmış,faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.İmam-Hatiblerde olduğu gibi bunlarda da bir çok cami imamı harcanmıştır.

PKK ve Ermenilerin yapmış oldukları vahşetler,hizbullah tarafından da yapılmış oldu.Kendine güneydoğuda yer bulup,Hizbullahın asıl yerleştiği yeri ise Lübnandır.

Diğer yandan Hasan Sabahın fedailerine de benzemektedirler.Hem kendilerini hem de karşılarında bulunanları feda edebilecek bir yapıya sahiptirler.

T.Akyol B.Ecevitle yaptığı CNN_Türkte yaptığı (18-2-2000) mülakatta Ecevit.”Pkk’lıların örgüt tarafından belli bir siyasi eğitimden geçirildiğini,demekki Pkk militanlarının bu ideolojik eğitimi alacak düzeyde okul eğitimi bulunduğunu.Hizbullahın tabanının daha düşük eğitimli yada eğitimsiz olduğunu…”söylemiştir.[3]

Kaide örgütüde buna benzetilebilir.

Hariciler her zamanda benzerleriyle vardırlar.Sadece Kur’an-ı kabul ve ölçü kabul edip,kendilerine göre yorumlayan fanatiklerdir.

Bunlar genellikle saf ve cahil Müslümanları alet olarak kullanmışlardır.

Cihad adına hariciler harice değil,dahile savaş açmış kimselerdir.Hizmetlerini korku ve kan üzerine bina etmişlerdir.

-La hükme illallah-diyen hariciler,bir yandan da kendilerini Allah’ın yeryüzündeki hükmü ve eli olarak görmektedirler.

Hariciler kolay kolay üstün ve isbaetli görüş sahiblerine tahammül edemezler.Tıpkı Hz.Aliye tahammül edemedikleri gibi..

İbni Halduna göre haricilik;Bedevilikle medenilik arasındaki farkı gösterir.

İslam adına her türlü cahilliği meşru görmekte ve kaba insanlardır.Tıpkı zamanımızda da her önüne gelene kafir deyip,tekfir eden insanlar gibi…

Hz.Ali gibi bir şahsiyeti tekfir edebilen bir ruh,başkalarına hayda hayda tekfir edebilir.

Aslında onlar ne Hz.Ali ne de Muaviye taraftarı olmayıp,iki arada bir derede bocalayan,saldırgan insanlardır.

Hariciliğin çıktığı dönem,islamın gelişim gösterdiği dönemdir.Böylece bu hareketler bir tasfiye ve bir revizyonu da başlatmış oldu.

İslamiyet gelişerek içerisindeki çürükleride değişik adlarla dışarıya veya bir kenara atmış olmaktadır.Kendi safiyetini merkezde sürdürmektedir.

Yani İslamiyet ve Kur’an önce mümin ve kafir seçimi yapıp,daha sonra da müminlerin içinde çıkan mezheblere de bir tasfiye,süzme,tefrik işlemini yaparak ana safiyetini korumakta ve sürdürmektedir.

Kızını diri diri gömen,eliyle yaptığı hamurdan ve taştan puta tapıp daha sonra acıktığında hamurdan yaptığı putu yiyen,hırsızlık ve yağmacılıktan zevk duyan bir insanın istikameti bulması elbette kolay olmayacaktır.

T.Akyol haricilerin sürekli olarak bedeviliklerini ön plana çıkarmakta,cahiliye dönemindeki kabalığın aynen islamiyetle beraber olarakta hariciler eliyle devam ettiğini ifade eder.

Sadece Kur’an diyenler,yerleşik şehir hayatına ve islami ölçüler içerisinde fukahanın hukuku ile yapılan bir hükmüde kabul etmemekte,aslında kendilerini biraz daha serbest hissedip,yaşamak istemektedirler.Tıpkı köy ve badiye hayatının bedevileri gibi…

Prof.M.Zehra.”Haricilerin çoğu bedevi,pek azı şehirli idi.”der.

Bütün menfiliklerin ana kaynağı İfrat ve tefrittir.Özellikle ifrat yani aşırılık olup,bir çok tefrit ve gerilikleri de beraberinde getirmektedir.

BEDİÜZZAMANIN KONUYA BAKIŞI İSE:

“Nakl-i sahih ile Hazret-i Ali’ye demiş:

“Sen ahidlerinden dönenler,haktan sapanlar ve hak dinden ayrılanlarla savaşacaksın.”

Hem Vak’a-i Cemel, hem Vak’a-i Sıffîn, hem Vak’a-i Havariç hâdiselerini haber vermiş.

Hem Hazret-i Ali (R.A.) Hazret-i Zübeyr ile seviştiği bir zaman dedi: “Bu sana karşı muharebe edecek, fakat haksızdır.”

Hem Ezvac-ı Tahiratına demiş: “İçinizde birisi, mühim bir fitnenin başına geçecek ve etrafında çoklar katledilecek.” “Ona-Aişeye- Hav’eb denilen (taşlık bir yer) yerin köpekleri havlayacaktır.”

İşte şu sahih, kat’î hadîsler; otuz sene sonra Hazret-i Ali’nin Hazret-i Âişe ve Zübeyr ve Talha’ya karşı Vak’a-i Cemel’de.. ve Muaviye’ye karşı Sıffîn’de.. ve Havaric’e karşı Harevra’da ve Nehrüvan’da muharebesi, o ihbar-ı gaybiyenin bir tasdik-i fiilîsidir.

Hem Hazret-i Ali’ye: “Senin sakalını senin başının kanıyla ıslattıracak bir adamı” ihbar etmiş. Hazret-i Ali o adamı tanırmış; o da Abdurrahman İbn-i Mülcem-ül Haricî’dir.

Hem Haricîlerin içinde Züssedye denilen bir adamı, garib bir nişanla alâmet olarak haber vermiştir ki; Havariçlerin maktulleri içinde o adam bulunmuş; Hazret-i Ali, onu hakkaniyetine hüccet göstermiş. Hem mu’cize-i Nebeviyeyi ilân etmiş.”[4]

“Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet Ve Cemaat onu ihtiyar etmiş. Fakat maatteessüf Ehl-i Sünnet Ve Cemaat perdesi altına Vehhabîlik ve Haricîlik fikri kısmen girdiği gibi, siyaset meftunları ve bir kısım mülhidler, Hazret-i Ali’yi (R.A.) tenkid ediyorlar. Hâşâ, siyaseti bilmediğinden hilafete tam liyakat göstermemiş, idare edememiş diyorlar. İşte bunların bu haksız ittihamlarından Alevîler, Ehl-i Sünnete karşı küsmek vaziyetini alıyorlar.”[5]

“Hazret-i Ali’nin (R.A.) şahsı hakkında sair hulefadan ziyade senakârane ehadîsin kesretle intişarının sırrı şudur ki: Emevîler ile Haricîler, ona haksız hücum ve tenkis ettiklerine mukabil Ehl-i Sünnet Ve Cemaat olan ehl-i hak, onun hakkında rivayatı çok neşrettiler. Sair Hulefa-i Raşidîn ise, öyle tenkid ve tenkise çok maruz kalmadıkları için, onlar hakkındaki ehadîsin intişarına ihtiyaç görülmedi. Hem istikbalde Hazret-i Ali (R.A.) elîm hâdisata ve dâhilî fitnelere maruz kalacağını nazar-ı nübüvvetle görmüş, Hazret-i Ali’yi (R.A.) me’yusiyetten ve ümmetini onun hakkında sû’-i zandan kurtarmak için

”Ben kimin dostu isem,Ali de onun dostudur.”gibi mühim hadîslerle Ali’yi (R.A.) teselli ve ümmeti irşad etmiştir.”[6]

“Hem -nakl-i sahih-i kat’î ile- İmam-ı Ali’ye (R.A.) demiş: Sende Hazret-i İsa (A.S.) gibi iki kısım insan helâkete gider. Birisi, ifrat-ı muhabbet; diğeri, ifrat-ı adavetle. Hazret-i İsa’ya Nasrani muhabbetinden hadd-i meşru’dan tecavüz ile hâşâ “İbnullah” dediler. Yahudi, adavetinden çok tecavüz ettiler, nübüvvetini ve kemalini inkâr ettiler. Senin hakkında da bir kısım, hadd-i meşru’dan tecavüz edecek, muhabbetinden helâkete gidecektir. ”Onların bir lakabı vardır;onlara Rafizi denilir.”demiş. Bir kısmı, senin adavetinden çok ileri gidecekler, onlar da Havariç’tir ve Emevîlerin müfrit bir kısım tarafdarlarıdır ki, onlara Nasibe denilir.”[7]

“İkinci sualinizin meali: Hazret-i Ali (R.A.) zamanında başlayan muharebelerin mahiyeti nedir? Muhariblere ve o harbde ölen ve öldürenlere ne nam verebiliriz?

Elcevab: Cemel Vak’ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ve Âişe-i Sıddıka (Radıyallahü Teâlâ anhüm ecmaîn) arasında olan muharebe; adalet-i mahza ile, adalet-i izafiyenin mücadelesidir. Şöyle ki:

Hazret-i Ali, adalet-i mahzayı esas edip, Şeyheyn zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muarızları ise: Şeyheyn zamanındaki safvet-i İslâmiye adalet-i mahzaya müsaid idi, fakat mürur-u zamanla İslâmiyetleri zaîf muhtelif akvam hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye girdikleri için, adalet-i mahzanın tatbikatı çok müşkil olduğundan, “ehvenüşşerri ihtiyar” denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için, muharebeyi intaç etmiştir. Madem sırf lillah için ve İslâmiyetin menafi’i için içtihad edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüd etmiş; elbette hem katil, hem maktul ikisi de ehl-i Cennet’tir, ikisi de ehl-i sevabdır diyebiliriz. Her ne kadar Hazret-i Ali’nin içtihadı musîb ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azaba müstehak değiller. Çünki içtihad eden hakkı bulsa, iki sevab var. Bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevab alır. Hatasından mazurdur. Bizde gayet meşhur ve sözü hüccet bir zât-ı muhakkik Kürdçe demiş ki: Yani: Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kâl etme. Çünki hem katil ve hem maktul ikisi de ehl-i Cennet’tirler.

Adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki:

“Kim bir canı bir can karşılığı olmaksızın veya yeryüzünde bozgunculuk yapması sebebiyle olmaksızın öldürürse,bütün insanları öldürmüş gibi olur.”[8]”âyetin mana-yı işarîsiyle: Bir masumun hakkı, bütün halk için dahi ibtal edilmez. Bir ferd dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenab-ı Hakk’ın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için ibtal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına rızasıyla olsa, o başka mes’eledir.

Adalet-i izafiye ise: Küllün selâmeti için, cüz’ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmağa çalışır. Fakat adalet-i mahza kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez, gidilse zulümdür.

İşte İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü, adalet-i mahzayı Şeyheyn zamanındaki gibi kabil-i tatbiktir deyip, hilafet-i İslâmiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri ve muarızları ise, “Kabil-i tatbik değil, çok müşkilâtı var.” diye adalet-i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab ise, hakikî sebeb değiller, bahanelerdir.

Eğer desen: Hilafet-i İslâmiye noktasında İmam-ı Ali’nin fevkalâde iktidarı, hârikulâde zekâsı ve yüksek liyakatıyla beraber seleflerine nisbeten muvaffakıyetsizliği nedendir?

Elcevab: O mübarek zât, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere lâyık idi. Eğer tam muvaffakıyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı, “Şah-ı Velayet” ünvan-ı manidarını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki zahirî ve siyasî hilafetin pek çok fevkinde manevî bir saltanat kazandı ve Üstad-ı Küll hükmüne geçti; hattâ kıyamete kadar saltanat-ı manevîsi bâki kaldı.

Amma Hazret-i İmam-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffîn’de, Hazret-i Muaviye’nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani: Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise; hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.”[9]

“Hem ferman etmiş ki: ”Davaları aynı iki grup birbirleriyle savaşmadıkça kıyamet kopmaz.”diye, Sıffîn’de Hazret-i Ali ile Muaviye’nin harbini haber vermiş.”[10]

“Hem ferman etmiş ki:

diye, “Bâgî bir taife, Ammar’ı katledecek.” Sonra, Sıffîn Harbi’nde katledildi. Hazret-i Ali, onu Muaviye’nin taraftarları bâgî olduklarına hüccet gösterdi. Fakat Muaviye tevil etti. Amr İbn-ül Âs dedi: “Bâgî yalnız onun katilleridir, umumumuz değiliz.”[11]

Mehmet ÖZÇELİK

26-07-2003

KAYNAKLAR

1)İslam Tarihi.İbnül Esir.C/3-4,6-7.

2)Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi.Heyet.C/2-3.

3)İslam Peygamberi.Prof.M.Hamidullah.C/2.

4)Kısas-ı Enbiya.A.Cevdet Paşa.C/2.

5)Kelam ilminin belli başlı meseleleri.Prof.Taftazani.Terc.Doç.Ş.Gölcük.

6)Fetvalar.H.Günenç.I-II.

7)Edebi ve ilmi açıdan Hadis.Yard.doç.İ.Bayraktar.

8)Mezhebler arasındaki farklar-El fark beynel firak-Bağdadi.Çevr.Doç.E.R.Fığlalı.

9)Kelam ilmi.B.Topaloğlu.

10)İtikadi İslam mezhebleri.Doç.E.R.Fığlalı.

11)İslam hukuk tarihi.H.Karaman.

12)Fıkıh tarihi ve İslam hukuku.O.Keskioğlu.

13)İslam Ansiklopedisi.C/16.

14)Kütüb-ü site.Prof.İ.Canan.C/4,6,13,16.

15)Hariciler ve hizbullah.T.Akyol.

169Mektubat-lemalar-Emirdağ lahikası.I.Bediüzzaman Said nursi.

[1] Sözler.541.

[2] Maide.44-45,47.

[3] Bak Hariciler ve Hizbullah.199-200.

[4] Mektubat.98-99.

[5] Lemalar.25.

[6] Lemalar.23.

[7] Mektubat.106.

[8] Maide.32.

[9] Mektubat.53-54,Emirdağ Lahikası.1/204.

[10] Mektubat.107.

[11] Mektubat.108.




GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ALEVİLİK

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ALEVİLİK

Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAM) nasıl ki Kur’an-ın ahlakı ile ahlaklanmış ise,Hz.Ali’de küçüklüğünden beri Peygamberimizin ahlakı ile ahlaklanmış bir şahsiyettir.

Peygamber efendimizi namaz kılarken gördüğünde bunun ne olduğunu sormuş,namaz olduğunu öğrenerek küçük yaşından beri bir veya iki vakit peygamberimizden az olarak namazı sonuna kadar kılmış ve o yolda da vefat etmiştir.

İlk inanan dört kişiden birisidir.Şecaat kahramanı ve ilimde deryadır.Peygamberimiz onun hakkında:”Ben ilmin şehriyim,Ali onun kapısıdır.”Yani ilim şehrine ancak Hz. Ali kapısıyla girilebilir.

İslam dininin bu zamana kadar gelmesinde temel olmuştur.

Peygamber efendimizle olan amca çocukluğu ile kalınmamış,bizzat rasulullah kızı Fatıma-tüz Zehra’yı ona vermiş akrabalık daha da pekişmiştir.

Fetih suresinin son ayetinde diğer üç halife gibi övülmüş,simasında secdenin eseri görülenlerden olarak vasıflanmıştır.

Diğer halifelerle birlikte aşere-i mübeşşereden olan bu zatlar hem Kur’anca hem de rasulullah tarafından sena ve övgüye mahzar olmuş şahsiyetlerdir.

Hz.Ali ve diğer sahabileri ne kadar da övmeye kalkışsak övmelerimiz ve ifadelerimiz sönük kalır,kendi sözlerimizi övmüş oluruz.

Peygamberimiz diğer halifelerle de hem manevi bağı kuvvetlendirmiş hem de maddi bağı kuvvetlendirerek akraba olmuşlardır.

Hz.Ömer kızı Hz.Hafsa-yı peygamberimize vermiş,peygamberimizin kayın pederi olmuştur.Hz.Ebubekir kızı Hz.Aişe-yi peygamberimize vermiş,oda peygamberimizin kayın pederi olmuştur.Hz.Ömer Hz.Ali-nin kızı Ümmü Gülsüm-le evlenmiş,Hz.Aliyi kendisine kayın peder yapmıştır.Peygamberimiz Hz.Osman-a iki kızını vermiş ve onların vefatı üzerine yine olsa yine de vereceğini söylemiştir.

Şimdi bu derece birbirlerine yakın ve yaklaşan bu zatların birbirlerini bilmemeleri,-haşa- kötü ise birbirlerine bu derece yakınlaşmak için akrabalık kurmaları neyin ifadesi olabilir?Başta peygamberimiz ve diğerlerinin ne göz yumması ne de küfürlükle itham edilen bu şahsiyetlere birbirlerinin kızlarını vermeleri düşünülemez.Bizler bile vereceğimiz bir kimsenin kafir olması bir yana,sefih ve değersiz bir kimse olsa acaba kızımızı verir miyiz?Bizim için bile söz konusu olmayan bir eksiklik onlar için hiç mi hiç mümkün olamaz.

Hz. Ali zamanında olan olayların temelinde yatan sebeb içtihadî veya siyasidir.

Peygamberimiz kendisinden sonra hilafetin otuz yıl olacağını söylemiş,dört halife ve Hz.Hasan-ın altı aylık hilafetiyle otuz yıl sürmüştür.Kan dökülmemesi için Hz.Hasan kendi rızasıyla hilafetten ferağat etmiştir.

Peygamberimiz hastalığının şiddetlenmesi üzerine mescide çıkamaz.Bunun üzerine imamete Hz.Ebubekiri imam olarak nasb eder.

Peygamberimizin vefatından sonra Müslümanlar bir yandan defin işleriyle uğraşırken,bu arada da hilafete kimin tayin edileceği hararetle konuşulur ve planlar yapılır.Öyle ki iş büyük bir patlak vermeye kadar gider.İslamdan önce olduğu gibi Medinede ki Evs ve Hazreç tekrar birbirlerine kılıç çekip eski düşmanlıklara dönme tehlikesine kadar varır.Ancak Müslümanların ittifakıyla ve tercihi ile Hz.Ebubekir seçilir.

Hz.Ebubekir peygamberimizin vefatından sonra gelerek yüzündeki örtüyü açar ve:”Mematında hayatın gibi ne güzel ya rasulallah-diyerek öpüp ağlar ve yüzünü örterek etraftakilere teselli verir.

Neticede Hz.Ebubekirin islamdan önce ve sonra da hep peygamberimiz ile beraber oluşu,hicretteki beraberliği,Kur’anca böyle tavsifi,rasulullahın onu imam tayin etmesi meseleleri ile ilk seçimle cumhur tarafından Hz.Ebubekir hilafete getirilir.

Hz.Ebubekir kendisinden sonrası için herhangi birisini tayin etmez.Ve Hz.Ömer seçilir.Hz.Ömer de şehid edilip vefat edeceği anda Müslümanlar tarafından oğlu Abdullahı tayin etmesi istenilince,bir evden bir şehid yeter,Müslümanlar kendi halifelerini kendileri seçsin diyerek herhangi bir kimseyi tayin etmez.

Üçüncü Halife olarak Hz.Osman seçilir.

Her üçünün hilafetinde de Hz.Ali onların kâdıl Kudat-ı yani baş hakimlik görevini yapar.Hz.Ebubekir halife olduğunda ikinci gün giderek onu tebrik eder.Hz.Ömer sefere çıkacağı zaman yerine Hz.Aliyi bıraktığında bunu kabul eder.Eğer aralarında bir problem olmuş olsa idi ya kabul etmez veya kabulden sonra çekilmez veya da onlara karşı baş kaldırırdı.Eğer bir haksızlık durumu söz konusu olmuş olsa idi böyle bir şahsiyetin haksızlığa karşı sessiz kalması düşünülemezdi.

Hz.Osmanın evinin etrafının çevrildiğini,Hz.Osmanın tehlikede olduğunu duyar duymaz Hz.Hasan ve Hüseyini göndererek korumalarını,muhafızlığını üstlenmelerini sağlar.Buna rağmen şehit edildiğini duyunca çocuklarını azarlayarak onları dövmeye kalkar.Ancak onların;isyancıların arkadan merdiven dayayarak içeri girip öldürdükleri özrünü beyan etmesi üzerine dövmekten vaz geçer.

Hz.Aişe ile yapılan Cemel vak’ası ve Hz. Muaviye ile yapılan Sıffin vak’aları bir içtihad neticesinde vuku bulmuş olmaktadır.Bu durumda da isabet eden Hz.Ali ve taraftarları iki sevab alırken,Hz.Aişe ve Muaviye taraftarları bir sevab almışlardır.Kesinlikle küfrü gerektirecek bir olay değildir.Burada hem katil hem maktul ehli cennettir.

Evliyalar silsilesinin başı olan Hz.Ali gibi bir şahsiyetin zahiren siyasette başarılı olamama gibi görülen husus,onun geçici dünya saltanatından ziyade,ebedi manevi saltanatın sultanı oluşundandır.

Hz.Aliye;neden kendisinden öncekilerin döneminde olmayan karışıklıkların kendi döneminde olduğunun sorulması üzerine şöyle demiştir:Onların döneminde bizler vardık,ancak bizim dönemimizde onlar yoktur.

Hz.Hüseyine kerbalada yapılan ciğer parçalayıcı durum tüm Müslümanları dağdar etmektedir.Yezidin zulmü tel’in edilmektedir.

Bugün yirmi kola ayrılmış olan Şiilik,Rafizilik ve Aleviliğin temelinde Yemenli bir Yahudi olan Abdullah bin Sebenin ekmiş olduğu Yahudilik tohumları bulunmaktadır. Bundandır ki Şiilikde de Yahudi inancı hakim durumdadır.

Peygamberimiz bir gün Hz.Aliye;Sende Hz.İsanın sureti var,demiştir.Nasıl ki Hz.İsaya bir kısım Yahudi düşman olup onu inkar ederken bir kısmı da ona ilah demiştir.

Hz.Aliye de Hakem olayından sonra,-Hüküm ancak Allahındır-diyen hariciler huruc edip Hz.Aliye düşmanlık besleyip onu tekfir ile inkar ederken,bir kısım şiada Hz.Aliye ilahlık isnadında bulunmuştur.

Hz.Ali kendisine;Sen Allahsın,diyen Yahudi ve münafığı öldürmeye kalkınca kurnazlığından;Elbetteki Allahlar öldürür,diyerek,öldürülmekten kurtulmuş ve Hz.Ali onu sürmüştür.Bu olaylar ta o zamandan başlamıştır.

Bu güne kadar ehli sünnetin dışında gelen tüm hikayeler birer uydurmadır.Gerçek Kur’anın bu olmayıp Hz.Alinin yanındakidir,denilerek Hz.Ali gibi bir şahsiyete Kur’anı saklama iftirasında bulunmaktadırlar.İslamın en küçük bir meselesi için her şeyini feda eden bir insanın,islamın temeli olan Kur’anın yanlış olmasına ses çıkarmaması ve yanında olduğu söylenilen Kur’anı çıkarmaması tam bir iftira ve onu tanımamaktır.

Bu konuda “Tezkiye-i ehl-i beyt”kitabını yazan H.Hilmi Işık şahit olduğu bir hatırayı şöyle anlatmaktadır:”Maarif meclisine gittiğim zamanlarda,Şiilerin birkaç sandık içinde,bir tefsirleri geldi.Basılmasına izin verilmedi.Sebebini sordular,şeriata uymayan bir yeri mi var,dediler.Evet,Hz.Alinin kafir olduğunu yazıyorsunuz,dedim.Hiddetinden gözleri döndü.Kızma!Dinle dedim:Başında yazılmış ki,Hz.Talha Hz.Aliye sordu ki,Hz.Osman Kur’anı kerimden yetmiş ayeti,Hz.Ömerde seksen ayeti çıkardı deniyor.Bu söz doğru mudur?Hz.Ali,evet doğrudur dedi.Hz.Talha yine sordu ki,değişmemiş olan Mushaf sende imiş,öyle mi?Hz.Ali,evet bendedir.Hem de bu Kur’anın iki katı bende var,dedi.Sende bulunan Kur’anı Müslümanlara göstermiyecek misin?dediler.Eğer Ebubekir yerine,beni halife yapsalardı verirdim.Bana biat etmedikleri için,vermiyeceğim ve vasiyet edip,kıyamete kadar evladımın elinde gizli kalsın diyeceğim,buyurdu.

Tefsirinizde böyle yazıyor.Senden Allah rızası için soruyorum ki,Yehudiler,Tevrattaki Muhammed aleyhisselamı bildiren yirmi ayeti sakladıkları için,Allahu taala Kur’anı Kerimde bunların kafir olduklarını bildiriyor.(Ayetlerimi saklayandan daha zalim,daha çok kafir olur mu?) buyuruyor.Hz.Ali (RA) Kur’anı Kerimin iki mislini salkıyarak üç binden fazla ayeti kerimeyi saklamış oluyor.Bu yazınız ile,Allahın arslanını daha zalim,daha kafir yapmış olmuyor musunuz?Allah için,buna doğru cevab ver,dedim.

Şaşırıp kalıp,bir cevab veremedi.Ben ne şii,ne de Sünni değilim.Ben Masonum,dedi.”[1]

Eğer sadece şii olanlar Müslüman olup cennete girecekse,sekiz katlı cennet acaba onlara çok değil mi?

Bu konuda Rafizi olanlar ifrat durumdadırlar.Hadisde:”Benden sonra,rafizi denilen kimseler meydana çıkacak.Onlara rastlarsanız,öldürünüz.Çünki onlar,müşrikdir.Ali bunların alameti nedir?diye sordu.Onlar,sana aşırı bağlılık gösterecek,sende bulunmayan şeyleri,sana söyliyeceklerdir.Kendilerinden önce gelen din büyüklerini kötüleyeceklerdir.”(Darekutni )

Bugün başta İran olmak üzere Hz.Aliye olan muhabbet,Hz.Ebubekir ve Hz.Ömere olan düşmanlıktan kaynaklanmaktadır.

İslamın çıktığı dönemde dünyada iki süper devlet bulunmakta idi.Biri Sasani imparatorluğu yani İran,diğeri ise Bizans idi.Hz.Ömer bunların bu saltanatını Sa’d bin ebi Vakkas komutasındaki ordu ile yerle bir etti.Adeta onun kinini Hz.Aliye muhabbetle gerçekte ise onlara düşmanlıkla sürdürmektedirler.

Şiiliğin yayılmasında 45 yaşında ölen Şah İsmailin büyük katkısı olmuştur.Ancak Şiiliğin anadoluya önemli çapta yayılmasını ise Yavuz Sultan Selim engellemiştir.

Şii alimlerinin iddiaları delil ve kaynaktan ziyade yoruma dayanmaktadır.Görüşleri mesnedsizdir.

Ancak nasılki bir Sünni,Sünni olduğunu söylediği halde Sünnilikten uzaksa,bir şii ve özellikle alevi de Hz.Aliyi sevdiğini söylediği halde onun yolundan uzak bir yaşantı içerisindedir.

Zira namazda en fazla itina gösteren ve bu önemli yolda ölen odur.Onu sevenlerinde kendilerini o yola adamaları gerekirken,nefsi bir fetva ile o namazda öldürüldüğü için kılmadıklarını söylemektedirler.Acaba yemek yerken veya su içerken öldürülmüş olsa idi bu insanlar bunu yapmıyacaklar mı idi?

Hz.Ali;Bir denize bir damla içki düşse,orası kurusa,ot yeşerse,o otu bir koyun yese,ben onun sütünü içmem,etini yemem,diyen bu zatın haramdan kaçışı nerede,onu sevdiğini söyleyenlerin durumu nerede?

Kişi sevdiğiyle beraberdir.Onu sevenin onunla beraber ve onun gibi olması veya ona benzemesi gerekir.

Ancak son dönemlerde Sünniler ile Alevilerin arasındaki köprüler siyasetin önderliğinde ortadan kaldırıldı,aradaki buzlanmalar arttırılmış,sonuçta düşmanlığa vardırılmaya çalışılmıştır.İç ve dış tahrikler sonucu menfiliklere pirim verilmiştir.

Buna rağmen alt vatandaş yönünde pek önemli problem olmamakta,anlaşma,konuşma hatta akrabalık bağları bile tesis edilmektedir.

Bu soğukluğun giderilmesi,iletişim ve yakınlığın sağlanarak ortak noktalarda birleşilmesi ve anlaşılması gerekmektedir.Gayrı müslümle anlaşan bir müslümanın bir çok noktalarda birliği olan insanlarla anlaşamaması düşünülemez.

Gerek halk seviyesinde gerekse de alimler seviyesinde buluşulması gerekir.

Caferiler bu noktada biraz daha ılımlı bir yol izlemektedirler.Deliller serdedilmeli,meselelere insafla yaklaşılmalıdır.

Caferiler namazı üç vakit olarak kılmalarını,Hud.114.ayete ve İsra.78.ayete dayandırırlar.Ancak bununla beraber onlar içinde efdal olan namazın kendi vakitleri olan beş vakit içerisinde kılınması,üç vakitte kılınmasının bir kolaylıktan dolayı tercih edildiğini ve ağırlık kazandığını ifade etmektedirler.Tıpkı bizde sadece hacda yapılan cem-i takdim ve tehir onlarda tüm zamanlarda delil olarak alınmaktadır.

Caferiler secde de alınlarını koydukları toprak cinsinden bir şeyi yanlarında bulundurmaları tamamen yoruma dayalı bir uygulamadır.Rasulullahın alnını toprak üzerine koyup secde etmesi,yerin sertliğinin hissedilmesi amacıyla olup,alna toprağın doğrudan teması şart değildir.Zira kendilerinin de ifade ettiği gibi Rasulullah hasır üzerine de secde etmiştir.O ise toprak değil.Belki yorumla,o da topraktan oluşmuştur diyerek tekellüflü bir tevil içerisine girilmiş olur.

Bir delil olarakta: “Hişam bin Hakem diyor; ben Hz. İmam Sadık (a.s)’a nelerin üzerine secde etmenin caiz olduğunu sorduğumda, İmam (a.s) şu cevabı verdi: “Secde sadece yere ve yenilen ve giyilenleri hariç, yerden bitenlerin üzerine caizdir.” Ben: “Fedan olayım, bunun sebebi nedir?” dedim. Hazret şöyle buyurdu: “Çünkü secde etmek Allah karşısında huzu etmek ve küçülmek demektir. Bu yüzden de yenilecek ve giyilecek şeyler üzerine secde etmek doğru değildir. Zira dünya oğulları, (düşkünleri) yedikleri ve giydikleri şeylerin kullarıdırlar. Halbuki secde eden, secde anında Allah’a kulluk etmektedir. Dolayısıyla da ona secde halinde dünyaya aldanmış olan dünya uşaklarının mabudu olan şeylerin üzerine alnını koyması doğru olmaz. Alnını yere koyması ise daha efdaldir. Çünkü bu, Allah’a karşı tevazu ve küçüklüğünü göstermek için daha uygundur.” [2]

Aleviler kendilerini kendi sitelerinde şöyle tanımlarlar,belki de öyle görünmek isteyen birkaç kişi tarafından:”

“Alevilik nedir, Aleviler kimlerdir?

Alevilik çeşitli ve farklı kültürlerden, dinlerden, inançlardan aldığı ögeleri sentezleyerek bünyesine alarak orjinal bir öğreti yaratmıştır. Alevilikte Hırıstiyanlık’tan, İslamiyet’ten, Budizim’den, Mani inancından, Zerdüşlük’ten, Anadolu’nun yerli inançlarından vb. unsurlar görülür. Düşünüldüğünün tersine Alevilik İslamiyet’ten farkı, onun şartlarına, olmazsa olmazlarına uzak duran bir felsefedir.

Alevilik; insanı merkezine koyan (insanı merkez alan) Anadolu’ya özgü eşi benzeri olmayan bir felsefe, bir inanç, bir yaşam biçimi, bir kültür, bir öğreti ve hatta bunların tümünü de aşan bir toplumsal olgudur.“

“Alevi öğretisinin temelini insan sevgisi yani hümanizm oluştur. Aleviler insanda tanrısal özellikler görürler. Onlara göre insan tanrının yeryüzündeki yansımasıdır. İnsana gösterilecek sevgi ve saygı yeryüzündeki her türlü ibadetten daha değerlidir. İnsana değer verilmelidir çünkü insan dünyadaki her şeyin yaratıcısıdır. İnsan yaratan ve yaşatandır. Hümanizm, insan sevgisi temelinde tüm “kerametlerin/ mucizelerin” insanda olduğuna inanır. Bunu “her ne arar isen insanda ara” özdeyişiyle dile getirir.”

“Alevilik dogmatik ve bağnaz değildir. Aleviler kuralcı ve biçimciliği reddederler. Öze, önem verirler. Diğer dinlerde, inançlarda olan, insan yaşamının her alanına müdahale eden kendileri dışında “doğruyu” görmeyen katı donuk yaklaşımları Alevilikte bulamazsınız. Dogmatizme karşı, bilimden yana, insan aklının ve iradesinin özgürlüğüne inanırlar.”

“Alevilikte bir söz vardır: “Zaman sana uymuyorsa sen zamana uy!”

“Alevi öğretisinde “72 millete bir nazarla bakmak” ilkesi esastır.”( www. aleviyol. com)

-Haksız olarak Osmanlıya saldırılmakta,kendi menfilikleri setredilmektedir.

-1950’de başlayan dini solumaya adeta tahammül edilememektedir.

– Aleviler için sürekli canlı tutacak bazı kıbleler,onu sloganlayacak ve devam ettirip arkasında bir çoklarını sürükleyecek oyunlar hep pazarlanmaktadır.Tıpkı Dersim ve Sivas olayları gibi.Gündemde tutmak için sürekli kızdırılıp pişirilmekte,kinler canlı tutulmaktadır.-Gelin canlar kardeş olalım-sözünün yerini düşman olalım almaktadır.

Alevilerdeki inanç ve yaşayışta farklı farklıdır.Sünni gibi yaşayanından,sünni dışı yaşayanına kadar hepsi mevcuttur.

Alevilerin gerçek kimliklerinin gösterilmesi ve onlara öğretilmesi gerekir.Tıpkı sünni olduğunu söyleyenlerin,sünnet dışı yaşamaları gibi…

Bu konuda Bediüzzaman şu açıklamalarda bulunur:

“Evet çoklar var ki, büyüklerine ve mürşidlerine itimad edip tenbellik eder. Hattâ bazan, “Namazımız kılınmış” der. (Bir kısım Alevîler gibi)…”[3]

“ Sevad-ı a’zama ittiba edilmeli. Ekseriyete ve sevad-ı a’zama dayandığı zaman, lâkayd Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adedce ekalliyette kalan salabetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı.”[4]

“Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet Ve Cemaat onu ihtiyar etmiş.

…Belki Ehl-i Sünnet, Alevîlerden ziyade Hazret-i Ali’nin (R.A.) tarafdarıdırlar. Bütün hutbelerinde, dualarında Hazret-i Ali’yi (R.A.) lâyık olduğu sena

ile zikrediyorlar. Hususan ekseriyet-i mutlaka ile Ehl-i Sünnet Ve Cemaat mezhebinde olan evliya ve asfiya, onu mürşid ve şah-ı velayet biliyorlar. Alevîler, hem Alevîlerin hem Ehl-i Sünnetin adavetine istihkak kesbeden Haricîleri ve mülhidleri bırakıp, ehl-i hakka karşı cephe almamalıdırlar. Hattâ bir kısım Alevîler, Ehl-i Sünnetin inadına sünneti terkediyorlar.”[5]

“Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu manasız ve hakikatsız, haksız, zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde âlet edip ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlub ettikten sonra, o âleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye mabeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz’î mes’eleleri bırakmak elzemdir.”[6]

“Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz” mealindeki âyet, o zamandaki ihbar-ı İlahî ile bilinen kat’î münafıklar demektir. Yoksa zan ile, şübhe ile, münafık deyip namaz kılmamak olmaz. Madem “Lâ ilahe illallah” der, ehl-i kıbledir. Sarih küfür söylemese veyahut tövbe etse, namazı kılınabilir. O Aliköy’de Alevîler çok olduğunu ve bir kısmı Râfızîliğe kadar gidebilmesi nazarıyla, onların en fenası da, münafık hakikatına dâhil olmamak lâzım gelir. Çünki münafık itikadsızdır, kalbsizdir ve vicdansızdır, Peygamber (A.S.M.) aleyhindedir. (Şimdiki bazı zındıklar gibi.) Alevî ve Şiîlerin müfritleri ise; değil Peygamber (A.S.M.) aleyhinde, belki Âl-i Beyt’in muhabbetinden, ifratkârane muhabbet besliyorlar. Münafıkların tefritlerine mukabil, bunlar ifrat ediyorlar. Hadd-i Şeriattan çıktıkları vakit, münafık değil ehl-i bid’a oluyorlar, fâsık oluyorlar; zındıkaya girmiyorlar. Hazret-i Ali Radıyallahü Anh yirmi sene hürmet ettiği ve onlara şeyhülislâm mertebesinde onların hükmünü kabul ettiği Ebu Bekir, Ömer, Osman (Radıyallahü Anhüm)e ilişmeseler, Hazret-i Ali Radıyallahü Anh o üç halifeye hürmet ettiği gibi, onlar da hürmet etseler, farz namazını kılsalar yeter.

Hem madem Risale-i Nur şakirdlerinin en büyük üstadı, Peygamber’den (A.S.M.) sonra Celcelutiye’nin şehadetiyle İmam-ı Ali Radıyallahü Anhu’dur; onun muhabbetini dava eden Şiîler, Alevîler, Risale-i Nur’un derslerini Sünnîlerden ziyade dinlemeseler, Âl-i Beyt’e muhabbet davaları yanlış olur. Zâten kaç sene evvel, o Alevî köyünde üç Ali’nin himmetiyle masumlar Risale-i Nur’u şevk ile yazmalarını işittim. Hattâ o zamanda, o köyü de duama dâhil etmiştim. İnşâallah yine orada imam olmak istenilen kardeşimiz Ali’nin himmetiyle ve Hâfız Ali’nin (R.H.) vârisi Küçük Ali gibi kardeşlerimizin gayretiyle, onların hakkındaki dualarım boş gitmeyecek; o köydeki iki kısım Sünnî, Alevî ittifak edecek.”[7]

“Galib kardeşimiz Alevîler içinde Kadirî, Şazelî, Rüfaî Tarîkatlarının bir hülâsasını Sünnet-i Seniye dairesinde Hulefa-yı Raşidîn, Aşere-i Mübeşşere’ye ilişmemek şartıyla muhabbet-i Âl-i Beyt dairesinde bir tarîkat dersi vermesini düşünüyor. Hakikat namına ve imanı kurtarmak ve bid’alardan muhafaza etmek hesabına ehemmiyetli üç-dört faidesi var:

Birincisi: Alevîleri başka fena cereyanlara kaptırmamak ve müfrit Râfızîlik ve siyasî Bektaşîlikten [8]bir derece muhafaza etmek için ehemmiyetli faidesi var.

İkincisi: Hubb-u Ehl-i Beyt’i meslek yapan Alevîler ne kadar ifrat da etse, Râfızî de olsa; zındıkaya, küfr-ü mutlaka girmez. Çünki muhabbet-i Âl-i Beyt ruhunda esas oldukça, Peygamber ve Âl-i Beyt’in adavetini tazammun eden küfr-ü mutlaka girmezler. İslâmiyete o muhabbet vasıtasıyla şiddetli bağlanıyorlar. Böylelerini daire-i sünnete tarîkat namına çekmek, büyük bir faidedir.

Hem bu zamanda, ehl-i imanın vahdetine çok zarar veren bazı siyasî cereyanlar Alevîlerin fıtrî fedakârlıklarından istifade edip kendilerine âlet etmemek için Nur dairesine çekmek büyük bir maslahattır. Madem Nur şakirdlerinin üstadı İmam-ı Ali’dir (R.A.) ve Nur’un mesleğinde hubb-u Âl-i Beyt esastır, elbette hakikî Alevîler kemal-i iştiyakla o daireye girmeleri gerektir.”[9]

“İşte; şimdi gizli münafıklar, Vehhâbîlik damariyle, en ziyade İslâmiyet’i ve hakikat-ı Kur’aniyeyi muhafazaya me’mur ve mükellef olan bir kısım hocaları elde edip, ehl-i hakikatı Alevîlikle ittiham etmekle birbiri aleyhinde istimal ederek, dehşetli bir darbeyi İslâmiyet’e vurmağa çalışanlar meydanda geziyorlar.”[10]

“Lâkayd Emevîlik nihayet Sünnet Cemaate, salabetli Alevîlik nihayet Râfızîliğe dayandı.”[11]

BEN BİR ALEVİYDİM

(Alevi bir öğretmenin hatırası)

Genelde herkes ailesinin dini üzeredir.Ben de bir alevi ailesinde dünyaya geldim.Otomatikman bir alevi olmuş oldum.

Okumayı seven bir kimse idim.Okudum ve ilk okul öğretmeni oldum.Bir müddet sonra tayinim Bitlis’e çıktı.Çok korkmuştum.Kürtlerin içerisine nasıl gidecektim!Eğer benim birde alevi olduğumu öğrenirlerse halim ne olurdu?

Bu düşünceler içerisinde iken,çok sevdiğim Hasan Sabbah’ı rüyamda,bir uçağın içerisinde o ve ben olduğumuz halde Bitlis’e doğru gidiyorduk.

Bu bana bir işaret oldu.Artık rahatlıkla gidebilirdim.Gönlüm rahatlamıştı.

Hanımım oruç tutuyordu ama ben tutmuyordum.Tutamazdım da..çünki aleviydim!tutmamam gerekiyormuş!..öyle diyor dedelerimiz…

Küçük de bir çocuğumuz vardı.Buna her gün süt gerekmekteydi.Çünki annesinin sütü yoktu.Komşumuz olan imam efendi,sağ olsun devamlı bize yakınlık gösteriyor,süt gönderiyor hatta para bile almıyordu.

Bu hoca efendinin göstermiş olduğu bu müsbet hareket,bende büyük etki yaptı.

Bir gün hanım;-Bey!Bu hoca efendi bize bu kadar iyilikte bulundu,bari hiç olmazsa sen de arada bir camiye namaz kılmaya git,bir görün…

Ben de namaz kılmasını bilmediğimi söyledim.

Hanım ise bana,onların yaptığı gibi yapmamı söyledi.

Eni sonu gittim gittim..zorda olsa haftada bir iki sefer tepkileri de üzerime çekmemek hem de minnet borcumu ödemek için gidiyordum.

Bir ara çarşıya çıktığımda gizlice bir kitapçı dükkanına gidip,resimli bir namaz hocası aldım.Böylece namazın kılınışını daha iyi öğrenmeye başladım.

Bir gün yine namazdan çıktığımda hoca efendi elimden tutarak;Hoca,bugün bize gideceğiz,diyerek beni evine götürdü.

Bana bir kitap okudu.Çok hoşuma gitmiş,beni çok etkilemişti.

Sohbet sonrası ayrılırken kitabı vermesini istedim,bir niyetim de içerisinde bazı eksiklikleri bulup tesbit ederek,hocaya itirazda bulunmaktı.

Yanıma kağıt kalem koyup okumaya başladım.Bir kitap,iki kitap,üç kitap derken,hiç birisinde bir eksiklik ve itiraz edecek bir nokta bulamamıştım.

Bu kitablar Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur eserleri idi.

Gün be gün kendimde bazı değişikliklerin farkına varıyordum.Artık namazı sürekli kılmaya karar verdim.

Bir Cuma günü camiye gittiğimde hocanın hutbesinin konusu aleviler olmasından dolayı,hoca Alevileri atıp tutuyordu.Dikkatimi çekerek dinlemiş ancak rahatsız olmamıştım.

Namaz sonu herkes çıkmış,bir hoca bir de ben kalmıştık.O zamana kadar kimse benim alevi olduğumu bilmiyordu.

Hocaya dönerek;Hocam,ben de aleviyim,der demez şaşıran hoca,Öyle mi?deyip ağlamaya başladı.Ben ise kendisine;Hocam,bu söyledikleriniz daha onda biri bile değil,dediysem de,hoca çok üzülmüştü.

Yaz tatilinde memleketime gitmedim,orada kalıp Kur’an-ı Kerim’i öğrenmeye başladım.Artık ben ve hanım beş vakit namazımızı kılıyorduk.

Babam gil bizi arayıp,gitmeme sebebini sorduklarında da;yolun uzak oluşu bahanesini öne sürerek geçiştirmeye çalışıyorduk.

İki yıl kadar sonraydı.Babam bize gelmişti.Hanımı önceden tenbihleyerek;sofrayı kurmasını,benim sofraya biraz geç geleceğimi,eğer babam sorarsa özellikle namaz kıldığımı söylemesini planlamıştım.

Aynı planımız üzere babam beni sormuş,aynı cevabı alınca sofradan çekilerek,ısrarla yemek yemiyeceğini söylemeye başlamış.Benimde çok ısrarlarıma rağmen yememekte kararlıydı.Ben rahatça yemeğimi yemeye başladım.Yemeğini bitiren hanıma da;Namazı geçirmemesini,hemen kalkıp kılmasını tenbihledim.Bununla da ayrı bir şok olmuştu babam…

Buna rağmen Kırk gün bizde kalan babama kitap okuyor,açıklamalarda bulunuyordum.Ve nihayet babamda namaza başlamıştı.

Ancak köye dönen babamı akrabalar ve çevre sıkıştırarak tekrar namazı bıraktırmışlardı.

Bir yıl sonraki yaz tatilinde artık köye gitmemin,orada bu gerçekleri anlatmamın zamanı gelmişti.

Köyün gençlerini toplayıp onlarla sohbetler düzenledim.Gün be gün gelişmeler oluyordu.

Benim bu durumuma öfkelenen özellikle bir kısım yaşlılar sırf benim için İzmir’den üç tane dede getirttiler.Beni tekrar eski durumuma döndürmek istiyorlardı.Ancak böyle bir toplantıya köyün aydın ve kültürlü kimselerinin de katılmaları şartıyla kabul ettim.Öyle de oldu.

Bunlar Kur’an-ın 32 cüz olduğunu,iki cüz’ün eksik olduğunu söylüyorlardı.

Bende kendilerine;Öyleyse çıkarın,ortaya koyun o iki cüz’ü,madem varsa neden göstermiyorsunuz?Madem gösteremiyorsunuz,o halde bu 30 cüz’ü kabul edin!

Ancak bunlar bu iki cüz’ün Hz.Ali ile ilgili olduğu için çıkarılmış olduğu kanaatına varmakta ve öyle bir inanca zorlanmakta idiler.

Gençler ise onların tutarsız ifadelerine itibar etmeyip,benden taraf oldular.

Dedelerle de bir netice alamamışlardı.Fakat ben on’dan fazla gencin namaza başlamasıyla bir netice almıştım.

Bende yeni bir kanaat oluştu;Artık köye gelmeliydim.

Ve nihayet köyüme olmasa da,köyümüze yakın Sünni bir köye tayinimi yaptırmıştım.Hafta sonları köye gidiyor,gençlerle ilgileniyordum.Gözle görülür büyük bir gelişme oluyordu.

Ancak her hayırlı işin bir muzır manisi olduğu gibi,bizim bu gayretimizin de muzır manisi olmuş,12 Eylül ihtilali olmuştu.

Bir çok yerleri aradıkları gibi,bizi de aradılar.Kitaplardan dolayı suçlu bulunarak sürgüne yollandım.

Sürgün benim için bir terfi,tarlanın sürülmesi gibi olmuştu.Kendimi bulmuş,kafa dengi insanlarla karşılaşmıştım.Şimdilik çevremden uzaklaşmıştım.

Belki herkesi bağlamasa da,öyle cahilane hareketler oluyordu ki,Rusya’da bile benzeri yapılmıyordu.

Bazen dedeler geliyor,iki dem diye bir fasıl yapıyorlardı.

Birinci demde evli bekâr herkesi topluyorlardı.Onlarla adeta bir ayin ve oyun yapıyorlardı.

İkinci dem de ise sadece evli erkek ve kadınları topluyor,evli erkek ve kadınların serçe parmaklarını tutarak;sen şu erkekle,sen şu kadınla –farz bir emir gibi- yatma şartını koşuyorlardı.Bacı kardeş gibi olacaksınız,diyorlardı.

Saf ve masum olanlar,o kadın ve erkekle sırt sırta yatarken,açık gözlü görünenler güzel olan kadınları seçiyor ve onlarla sabahlayıp yatıyorlardı.Bu durum da kesinlikle dışarıya sızdırılmıyordu.

Biz Hz.Ali’yi seviyoruz diye iddia ediyoruz fakat asla onun yaşantısıyla ilgisi olmayan bir hayat içerisinde hayatımızı sürdürüyorduk.

Şu anda yurt dışında olan alevi bir arkadaşım da anlatmıştı;Kendisinin rafizi olduğunu,hristiyanlar gibi Hz.Ali’ye Allah dediklerini,öyle kabul ettiklerini ve bu durumda kendisi gibi bir çoklarının olup,ancak kendisinin Risale-i Nur’ları okuyarak kurtulmuş olduğunu anlatmıştı.

Sünniler islamiyeti bilmiyorsa,aleviler hiç bilmiyordu.

Veya yanlış telkinlerde sürekli kindar bir ortamda canlı tutuluyorlar.

Hepsi öylemiydi?Elbette değil.Aleviler Sünnileri,Sünnilerde Alevileri gerektiği gibi tanımıyorlar adeta tanımalarına müsaade edimiyordu.Sürekli çarpışmalı ortamlar oluşturuluyordu.

Bir gün Sünni arkadaşlar içerisinde konuşurken,Alevilerin sünnetsiz olduklarından bahsetti,alevi olan diğer bir arkadaşımız ona karşı;çıkarıp göstereyim mi?dedi.

Bu gibi hoş olmayan şeyler az değil.

Adeta birbirimizi kulaktan duyduğumuz sözlerle tanıyor ve tanıdığımız gibi de görmek istiyoruz.

Diyalog ve iletişim eksikliği ciddi boyutta mevcut.

Birkaç Sünni arkadaştan işitmiştim;Dedeleri zamanında Sünniler ile aleviler birbirlerine gider gelirler,samimilik ve dostluklarını devam ettirirlerdi.

Özellikle siyasetin açtığı yara ile bu yakınlık bir çok uçurumların açılmasına neden olmuştur.

Düşünemiyoruz ki;eğer babamız,bir büyüğümüz,çok sevdiğimiz birisi eğer yemek yerken öldürülmüş olsa,kesinlikle bizde yemek yemiyeceğiz mi deriz?Yoksa,madem o bu yemeği yerken öldü,severdi,bizde bunun gibi yapalım,bunu yiyelim veya normal olarak yemeye devam edelim derdik.

Hakeza,kitap okurken öldürülse idi,bizde o halde ve o yolda okumayalım demeyiz.

Hz.Ali madem ki şerefli bir görev olan namaz yolunda öldürülmüş,bizde aynı yolda ölünceye dek kılalım ve o yolda ölelim dememiz gerekmez mi?

Hz.Ali ki;Eğer bir denize bir damla içki düşse,orası kuruyup ekin olsa,o ekini bir koyun gibi hayvan yese onun etini yemem,sütünü içmem veya ekilse,ekmek olsa ben o ekmekten yemem,diyecek kadar içkiden kaçarken,teamüllere baktığımızda tersi durumlarla karşılaşmaktayız.

Her üç din mensubları da kendilerini kurtaracak bir mehdi ve Mesih beklemekteler.Böyle bir kurtarıcıyı beklemek elbette bizim de hakkımız vede ihtiyacımızdır.

Öyle inanıyorum ve iman ediyorum ki;Ana ve baba tarafından Hz.Ali’nin torunu olan Bediüzzaman Said Nursi ve onun Risale-i Nur eserleri biz aleviler için bir kurtuluş vesilesi ve bir kurtarıcı olacaktır.

Beni kurtaran bu hakikatlar,inşallah onları da kurtaracaktır.Yeter ki bir an evvel ulaştırılsın ve anlatılsın…

Zira bu insanlar asla hristiyan ve Yahudilerden daha azgın kişiler değillerdir.Onlar islama girip islamı yayarken,neden bizler uzak kalalım???

Bize uzanacak bir ele ihtiyacımız var ve o eli bekliyoruz.

Rahmeti ilâhiyyeden ümid vârız.

Bu aynı zamanda kulak verilmesi gereken bir feryattır…

Mehmet ÖZÇELİK

11-12-2002

[1] İslama hizmet.H.H.Işık.sh.64.

[2] Bihar-ül Envar c. 82 s. 147.

[3] Sözler.413.

[4] Mektubat.475.

[5] Lemalar.25-26.

[6] Lemalar.26,Emirdağ Lahikası.1/205.

[7] Emirdağ Lahikası.1/78-79.

[8] BEKTAŞİLER:Alevilikten esinlenmesine karşın kendilerini İslamdan ayrı düşünmediler. Tarikat izlenimini uyandırdılar. (Aşık, talip, muhip, derviş, baba halife, dede babalık aşamaları vardır.)7 halifeleri vardır. Hacı Bektaş yolunun öğrencilerinden olup da dergah ve tekkelerde hizmet edenlere derviş denir. Nikah birdir. Evlenen yoldan düşer. Cenazeleri Sünniler gibi kaldırırlar. Cenazeyi din büyükleri kaldırır. Sazsız semah okunur. Hıdır kurbanı ve orucu 11 Şubat’ta başlar, 4 hafta sürer. 12 gün Muharrem orucu tutulur. Tek namaz(oturduğun yerde), dik namaz(cenaze namazı), halk namazı(kırklar namazı) vardır arka arkaya kılınan namaz makbul değildir. Güneş bir nurdur. Güneş Muhammed, ay Ali’dir.”( ANADOLU VE BALKANLARDA ALEVİ YERLEŞMESİ. Yazar : Nejat BİRDOGAN)

[9] Emirdağ Lahikası.1/241-242.

[10] Tarihçe-i Hayat.501.

[11] Sünuhat-Tüluat-İşarat.21.




ALEM-İ MİSAL

ALEM-İ MİSAL

“Demek şu mevcudat ve şuunat ile ve dünyaya ait gayeleri ortasında bu derece nisbetsizlik, kat’iyyen şehadet eder ki; bu mevcudatın yüzleri âlem-i manaya müteveccihtir, münasib meyveleri orada veriyor ve gözleri esma-i kudsiyeye dikkat ediyorlar, gayeleri o âleme bakıyor. Ve özleri dünya toprağı altında, sünbülleri âlem-i misalde inkişaf ediyor. İnsan istidadı nisbetinde burada ekiyor ve ekiliyor, âhirette mahsul alıyor.”[1]

Bu dünya bir tarla,alemi misal ise bir ofis.Sünbül verip inkişaf etmiş olduğu alemdir. “Hava unsuru da bir –Hüve-olarak âlem-i misal ve âlem-i manaya bir anahtar oldu.”[2]

Hava unsuru sürekli faaliyetleriyle alem-i misalin sünbül misal açılmasına vesile olmaktadır.

“Demek herbir ağacın, herbir yıldızın cüz’î birer tesbihatı olduğu gibi; zeminin de ve zeminin herbir kıt’asının da ve herbir dağ ve derenin de ve berr ve bahrının da ve göklerin herbir feleğinin de ve her bir burcunun da birer tesbih-i küllîsi vardır. Şu binler başları olan zeminin her başında yüzbinler lisanlar bulunan ve her lisanda yüzbin tarzda tesbihat çiçeklerini, tahmidat meyvelerini, âlem-i misalde tercümanlık edip gösterecek ve âlem-i ervahta temsil edip ilân edecek, ona göre elbette bir melek-i müekkeli vardır.”[3]

Bu dünyada yapılan tesbih ve tahmidler hakikatlarıyla alem-i misalde temessül edip görülmekte,gerçek manaları ve hüveyetleri ortaya çıkmaktadır.

“Hattâ evliyadan, ziyade nuraniyet kesbeden ve ebdal denilen bir kısmı, bir anda birçok yerlerde müşahede ediliyormuş. Aynı zât, ayrı ayrı çok işleri görüyormuş. Evet nasıl cismaniyata cam ve su gibi şeyler âyine olur. Öyle de, ruhaniyata dahi hava ve esir ve âlem-i misalin bazı mevcudatı âyine hükmünde ve berk ve hayal sür’atinde bir vasıta-i seyr ü seyahat suretine geçerler ve o ruhanîler hayal sür’atiyle o meraya-yı nazifede, o menazil-i latifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler.”[4]

Aynalar yalan söylemezler.Ayna misal alemi misalde de nuraniyet kesbeden veli zatlar velayetleriyle bir çok inkişaf etmiş,hakikatları görülen yerleri gezebilirler.

“Hem bil ki: Her yeni gün, sana hem herkese, bir yeni âlemin kapısıdır. Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde âlem-i misalde şehadet eder. Zira herkesin, her günde, şu âlemden bir mahsus âlemi var. Hem o âlemin keyfiyeti, o adamın kalbine ve ameline tabidir. Nasılki âyinende görünen muhteşem bir saray, âyinenin rengine bakar. Siyah ise, siyah görünür. Kırmızı ise, kırmızı görünür. Hem onun keyfiyetine bakar. O âyine şişesi düzgün ise, sarayı güzel gösterir. Düzgün değil ise, çirkin gösterir. En nazik şeyleri kaba gösterdiği misillü; sen kalbinle, aklınla, amelinle, gönlünle, kendi âleminin şeklini değiştirirsin. Ya aleyhinde, ya lehinde şehadet ettirebilirsin.”[5]

Alem-i misal insanın gerçek siret ve suretinin göründüğü alemdir.İnsanın alemi misaldeki gerçek hüviyeti,bu alemdeki amellerine göre şekillenmektedir.Nurlu ise nurlu olarak,zulmani ise zulmani olarak vücut bulacak,rengine göre renklenecektir.

“Eğer o istidad çekirdeğini İslâmiyet suyu ile, imanın ziyasıyla ubudiyet toprağı altında terbiye ederek, evamir-i Kur’aniyeyi imtisal edip cihazat-ı maneviyesini hakikî gayelerine tevcih etse, elbette âlem-i misal ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennet’te hadsiz kemalât ve nimetlere medar olacak bir şecere-i bâkiyenin ve bir hakikat-ı daimenin cihazatına câmi’ kıymettar bir çekirdek ve revnakdar bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübarek ve münevver bir meyvesi olacaktır.”[6]

Bu dünyasını kurutan bir insan,alemi misal olan gerçek hayattaki şekliyle de kurumuş olarak dirilecek ve öyle de muamele görecektir.Dünya kalıblarına göre ahiretteki derecesi oluşan bir insanın hali,alem-i misalde görülmektedir.Alem-i misaldeki aldığı şekle göre de cennet veya cehenneme sevkedilecektir.

“Sevr” ve “Hut” isminde ve âlem-i misalde sevr ve hut timsalinde berrî ve bahrî hayvanat nâzırlarından iki melaiketullah, âdeta bir koca öküz ve cismanî bir balık zannedilerek hadîse ilişilmiş. “[7]

Dünyanın iki temel geçim kaynağı olan buğday ve balık yiyeceklerinin misal alemindeki temsilcileri olan melekler,adeta o iki varlığın temsili olarak teşbihle ifade edilmiştir.

“Hadsiz âlem-i misal gibi gayet geniş âlem-i melekût ve gayr-ı mahdud sair uhrevî âlemlere birer mahsulât veya tezyinat veya levazımat gibi onlara münasib şeyleri yetiştirmek için şu dar mezraa-i dünyada, zemin yüzünün tezgâhında ve tarlasında Hakîm-i Zülcelal, zerratı tahrik edip; kâinatı seyyale ve mevcudatı seyyare ederek, şu küçük zeminde o pek büyük âlemlere pek çok mahsulât-ı maneviye yetiştiriyor. Nihayetsiz hazine-i kudretinden nihayetsiz bir seyli, dünyadan akıttırıp âlem-i gayba ve bir kısmını âhiret âlemlerine döküyor.”[8]

Bu dünyanın perdesi arkasında bulunan alem-i misal havuzu,bu dünyadan akan maddi ve manevi sularla dolmaktadır.Alem-i misalin mahsulleri buradan gitmektedir.Bu dünyadaki atom ve hücrelerin belli bir eşyayı oluşturmaları gibi,alemi misaldede tüm mahlukatın gerçek kimliği oluşturulmaktadır.

“…muhtelif vaziyet ve teşekkülde yedi tabaka, herbir tabaka âlem-i arzdan, tâ âlem-i berzaha, âlem-i misale, tâ âlem-i âhirete kadar birer âlemin damı hükmünde birer semanın bulunması, hikmeten, aklen iktiza eder.”[9]

Alem-i misal başlı başına bir alem olup,dünya aleminin insanla ve ona göre şekillenmesi gibi,misal alemi de insan ve amellerine,neticelerine göre şekillenmektedir.

“Nurani şeylere ve ruhaniyata dahi, hava ve esîr ve âlem-i misalin bazı mevcudatı, âyineler hükmünde ve berk ve hayal sür’atinde birer vasıta-i seyr ü seyahat suretine geçerler ki, o nuraniler ve o ruhanîler, hayal sür’atiyle o meraya-yı nazifede ve o menazil-i latifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler.”[10]

Alem-i misal nurani olduğundan,maddi olan dünya gibi engeller mevcut değildir.Hayal önünde engel tanımadığı gibi,alemi misal gibi alemler de manisiz ve müdahalesiz seyahate münasiptir.

“Hem umum vücud ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i berzah ve âlem-i misal nim-şeffaf birer âyine-i cemali…”[11]

Diğer alemler gibi misal alemi de Cenâb-ı Hakkın isimlerine tam olmasa da yarım nurani olarak aynadarlık yapıp,onu yansıtmaktadır.Her alem kabiliyetine ve kapasitesine göre ilahi tecelliyi yansıtmaktadır.

İdrâk- maâli bu küçük akla gerekmez,

Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.

“Kudret-i Zülcelal’in pekçoktur mir’atleri. Herbiri ötekinden daha eşeff ve eltaf pencereler açıyor bir âlem-i misale.”[12]

Ve her alemin mensubları penceresine göre temaşa ediyor.Şeffaflık ve inceliği arttıkça,görüntü daha da netleşiyor.

“Ey yoldaş! Şimdi şu âlem-i misalîden çıkarız, hayalî vehimden ineriz, akıl meydanında dururuz, mizana çekeriz, ederiz yolları ber-endaz.”[13]

Dünyada akıl,çok bağlantı noktaları olmasından ,yavaş ilerlemektedir.Alem-i misalde ise hayal süratinde her şey oluşmaktadır.

“Âlem-i maddî ile âlem-i ruhanîyi birbirinden farketmek lâzım gelir. Birbirine mezcedilse, hükümleri yanlış görünür. Meselâ: Senin dar bir odan var; fakat dört duvarını kapayacak dört büyük âyine konulmuş. Sen içine girdiğin vakit, o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer desen “Odamı geniş bir meydan kadar görüyorum”, doğru dersin. Eğer “Odam bir meydan kadar geniştir” diye hükmetsen, yanlış edersin. Çünki âlem-i misali, âlem-i hakikîye karıştırırsın.”[14]

Alem-i misalin alanı gayet geniştir.Genişlemeye müsaittir.

“…bir-iki senede devredilen küremizde, o acib tabakalar yerleşemez. Fakat âlem-i mana ve âlem-i misalde ve âlem-i berzah ve ervahta, küremizi bir çamın çekirdeği hükmünde farzetsek, ondan temessül ve teşekkül eden misalî şeceresi, o çekirdeğe nisbeten koca bir çam ağacı kadar olduğundan, bir kısım ehl-i şuhud, seyr-i ruhanîlerinde, Arz’ın tabakalarından bazılarını âlem-i misalde pek çok geniş görüyorlar; binler sene bir mesafe tuttuklarını görüyorlar. Gördükleri doğrudur; fakat âlem-i misal, sureten âlem-i maddîye benzediği için, iki âlemi memzuç görüyorlar; öyle tabir ediyorlar. Âlem-i sahveye döndükleri vakit, mizansız olduğu için, meşhudatlarını aynen yazdıklarından hilaf-ı hakikat telakki ediliyor. Nasıl küçük bir âyinede büyük bir saray ile büyük bir bahçenin vücud-u misaliyeleri onda yerleşir. Öyle de âlem-i maddînin bir senelik mesafesinde, binler sene vüs’atinde vücud-u misalî ve hakaik-i maneviye yerleşir.”[15]

Alem-i misalde ihata lazımdır,aksi takdirde yanlış tesbitler olabilir.

“Ve âlem-i haricîden olan tırnak kadar bir âyine-i vücudun, âlem-i misal tabakasından koca bir şehri içine alır.”[16]

İçerisine bir çok kitabı alan bir cd ve disket ve de insanın kuyruk sokumu gibi.

Eşya zeval ve ademe gitmiyor, belki daire-i kudretten daire-i ilme geçiyor; âlem-i şehadetten, âlem-i gayba gidiyor; âlem-i tegayyür ve fenadan, âlem-i nura, bekaya müteveccih oluyor.

…O Sâni’-i Hakîm’in dünyadan daha güzel, daha nurani olan âlem-i berzah, âlem-i misal, âlem-i ervah gibi diğer menzillerine, başka memleketlerine bir seyr ü seferdir; bir mevt ü adem ve zeval ü firak değil, belki kemalâta kavuşmaktır.”[17]

Devletin resmi daireleri gibi,her bir alemde tesbit edilen ve işlemleri biten hakikatlar bir sonraki aleme sevkediliyor…

“Bir mevcud vücuddan gittikten sonra, zahiren kendisi ademe, fenaya gider; fakat ifade ettiği manalar bâki kalır, mahfuz olur. Hüviyet-i misaliyesi ve sureti ve mahiyeti dahi âlem-i misalde ve âlem-i misalin nümuneleri olan elvah-ı mahfuzada ve elvah-ı mahfuzanın nümuneleri olan kuvve-i hâfızalarda kalır. Demek bir vücud-u surî kaybeder, yüzer vücud-u manevî ve ilmî kazanır.”[18]

Şu alem-i misalde bir arşivdir.

“Şu mevcudat-ı Arziye hususan nebatiye, kalem-i kader-i İlahî onlara bir tertib, bir vaziyet verir; bahar sahifesinde kudret onları icad eder ve güzel manalarını ifade ederek, suretleri ve hüviyetleri âlem-i misal gibi âlem-i gaybın defterine geçtikleri için, hikmet iktiza ediyor ki; o vaziyet değişsin, tâ yeni gelecek diğer bahar sahifesi yazılsın, onlar dahi manalarını ifade etsinler.”[19]

Her şeyin kazuratı bu alemde kalır,mana ve hakikatı alem-i misale geçer.

“Herbir şey -cüz’î olsun küllî olsun- vücuddan gittikten sonra (hususan zîhayat olsa) çok hakaik-i gaybiye netice vermekle beraber; âlem-i misalin defterlerinde olan levh-i misalî üstünde, etvar-ı hayatı adedince suretleri bırakıp, o suretlerden, manidar olan ve mukadderat-ı hayatiye denilen sergüzeşt-i hayatiyeleri yazılır ve ruhaniyata bir mütalaagâh olur.”[20]

Alem-i misal amel defterlerinin yazılıp neşrolduğu alemdir.

“Nuranînin temessülâtı, o nuranî zâtın hassasına mâliktir; onun aynı sayılır, gayrı değildir. Güneşin âyinelerdeki misalleri, Güneşin ziya ve hararetini gösterdiği gibi; melaike gibi ruhanîlerin dahi, âlem-i misalin ayrı ayrı âyinelerinde misalleri onların aynılarıdır, hassalarını gösterirler. Fakat âyinelerin kabiliyetine göre temessül ediyorlar. Nasılki Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm, bir vakitte Dıhye suretinde sahabeler içinde göründüğü dakikada, binler yerde başka suretlerde ve Arş-ı A’zam önünde, şarktan garba kadar geniş ve muhteşem kanadlarıyla secde ediyordu. Heryerde, o yerin kabiliyetine göre temessülü varmış; bir anda binler yerde bulunuyormuş.”[21]

Alem-i misalin hakikat aynası ve projektöründe yansıyanlar mesela Cebrail gibi,yansıdıkları alemde farklı farklı şekil almaktadırlar.Buda o alemlerin farklılığı sebebiyledir.

“Birbirinden eşeff ve eltaf, kudretin çok âyineleri vardır; sudan havaya, havadan esîre, esîrden âlem-i misale, âlem-i misalden âlem-i ervaha, hattâ zamana, fikre tenevvü’ ediyor.”[22]

Her bir alemin şeffaflık ve letafeti,bulunduğu konum itibariyledir.

“Herbir mevcud, vücuddan gittikten sonra, ifade ettiği manalar ve arkasında bâki kalan hüviyet-i misaliyesi, âlem-i misalde mahfuz kalır. Hem hayatının etvarıyla “mukadderat-ı hayatiye” denilen sergüzeşte-i hayatiyesi âlem-i misalin defterlerinden olan levh-i misalîde yazılır. Ruhanîlere, daimî mevcud bir mütalaagâh olur. Hem cinn ve insin amelleri gibi, âhiret pazarına ve âlem-i âhirete gönderilecek mahsulâtı bâki kalır. Hem etvar-ı hayatiyeleriyle ettikleri enva’-ı tesbihat-ı Rabbaniye bâki kalıyor. Hem şuunat-ı Sübhaniyenin zuhuruna medar çok şeyleri arkasında mevcud bırakır, öyle gider.”[23]

Alem-i misal bilgisayarın ana kartı gibidir.Tüm bilgiler orada depolanır.

“Küre-i Arz, âlem-i şehadette bir çekirdektir; âlem-i misaliye ve berzahiyede bir büyük ağaç gibi, semavata omuz omuza vuracak bir azamettedir. Ehl-i keşfin Küre-i Arzda ifritlere mahsus tabakasını bin senelik bir mesafe görmeleri, âlem-i şehadete ait Küre-i Arzın çekirdeğinde değil, belki âlem-i misalîdeki dallarının ve tabakalarının tezahürüdür.”[24]

Eşyanın hakikatını müşahede etmek isteyenler,alem-i misale geçmeliler.

“Hattâ bazı olur ki, masdar telakki edilen bir üstad, ne mazhardır, ne masdardır. Belki müridinin safvet-i ihlasıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazar ile o mürid başka yolda aldığı füyuzatı, üstadının mir’at-ı ruhundan gelmiş görüyor. Nasılki bazı adam, manyetizma vasıtasıyla bir cama dikkat ede ede âlem-i misale karşı hayalinde bir pencere açılır. O âyinede çok garaibi müşahede eder. Halbuki âyinede değil, belki âyineye olan dikkat-i nazar vasıtasıyla âyinenin haricinde hayaline bir pencere açılmış görüyor. Onun içindir ki, bazan nâkıs bir şeyhin hâlis müridi, şeyhinden daha ziyade kâmil olabilir ve döner şeyhini irşad eder ve şeyhinin şeyhi olur.”[25]

İnsan şu dar alemin kalıblarından geçerek,hakikata nüfuz edebilir.

“İşte herbir hayvan, öyle bir kasr-ı İlahîdir. Hususan insan, o kasırların en güzeli ve o sarayların en acibidir. Ve bu insan denilen sarayın cevherleri; bir kısmı âlem-i ervahtan, bir kısmı âlem-i misalden ve Levh-i Mahfuz’dan ve diğer bir kısmı da hava âleminden, nur âleminden, anasır âleminden geldiği gibi; hacatı ebede uzanmış, emelleri semavat ve arzın aktarında intişar etmiş, rabıtaları, alâkaları dünya ve âhiret edvarında dağılmış bir saray-ı acib ve bir kasr-ı garibdir.”[26]

İnsan alem-i misalide içinde toplamaktadır.Bütün alemlerin fihristesini camidir.

“Cennet’in merkez-i kübrası uzakta olmakla beraber, âlem-i misal âyinesi vasıtasıyla her tarafta görünmesi mümkün olduğu gibi, hakkalyakîn derecesindeki imanlar vasıtasıyla, Cennet’in bu âlem-i fânide -temsilde hata olmasın- bir nevi müstemlekeleri ve daireleri bulunabilir ve kalb telefonuyla yüksek ruhlar ile muhabereleri olabilir, hediyeleri gelebilir.”[27]

Hadiste haber verilen cennetin hakikatı buna bakar.

Rasulullahın miraca çıkmak için cennetten getirilen Burak’a binmesi bu kabildendir.

Hz.Gavsı Geylaninin pişmiş tavuğu sofradan kaldırması bu manayı haber verir.[28]

“eskiden bir zât, haremiyle beraber büyük bir makamda bulundukları halde, maişet müzayakası yüzünden haremi demiş zevcine: “İhtiyacımız şediddir.” Birden, altundan bir kerpiç yanlarında hazır oldu. Haremine dedi: “İşte Cennet’teki bizim kasrımızın bir kerpicidir.” Birden o mübarek hanım demiş ki: “Gerçi çok muhtacız ve âhirette de çok böyle kerpiçlerimiz var; fakat fâni bir surette bu zayi’ olmasın, o kasrımızdan bir kerpiç noksan olmasın. Dua et, yerine gitsin; bize lâzım değil.” Birden yerine gitti. Keşf ile gördüler diye rivayet edilmiş.”[29]

Cennetten almaları,alem-i misaldeki temessülüdür.

“Kâinatta Levh-i Mahfuz’un gayet kat’î bir delil-i vücudu ve bir nümunesi, insandaki kuvve-i hâfızadır ve âlem-i misalin vücuduna kat’î delil ve nümune, kuvve-i hayaliyedir ve kâinattaki ruhanîlerin bir delil-i vücudu ve nümunesi, insandaki kuvvelerdir ve latifelerdir ve hakeza…”[30]

“İnsanın ruhu âlem-i ervahtan ve hâfızaları Levh-i Mahfuz’dan ve kuvve-i hayaliyeleri âlem-i misalden.. ve hâkeza herbir cihazı bir âlemden haber veriyorlar. Ve onların vücudlarına kat’î şehadet ederler.”[31]

“Hiç mümkün müdür ki; kendi kemalâtını ve kudret ve rububiyetini izhar etmek için bu kâinatı bütün zerrat ve seyyarat ve ecza ve tabakatıyla halk edip kemal-i hikmetle her birisini bir vazife ile belki çok vazifelerle mütemadiyen çalıştıran ve sermedî, hadsiz cilve-i esmasını göstermek için kafile kafile arkasında, belki seyyar müteceddid dünya dünya arkasında ve mahlukat taifelerini bu misafirhane-i âleme ve hayat-ı dünyeviye meydan-ı imtihanına gönderip âlem-i misalde kurulan uhrevî sinemalar ve berzahî fotoğraflarla suretlerini ve amellerini ve vaziyetlerini alarak onları terhisten sonra, başka taife ve kafile ve seyyal ve seyyar bir nevi dünyaları o meydana vazifeler ve cilve-i esmasına âyineler olmak için gönderen bir Sâni’-i Zülcelal, bir Hâlık-ı Zülcemal, bir Allah-ı Zülkemal; bu fâni dünyada şuur ve akıl ile o Hâlık’ın bütün maksadlarına karşı mukabele eden ve bütün istidadıyla o Hâlık’ı sevip sevdirip tanıyıp tanıttırıp hadsiz dualarla beka-i âhiret saadetini yalvaran ve akıl sebebiyle nihayetsiz elemler aldığından, bütün fıtratı ve ruhu ve istidadı ile ayn-ı lezzet olan hayat-ı bâkiyeyi isteyen bu nev’-i insan için bir dâr-ı mükâfat ve mücazat, bir haşir neşir olmasın? Hâşâ! Yüzbin defa hâşâ ve kellâ!”[32]

Alem-i misale kurulan fotoğraf makinesı ve kameralarla her şeyin sureti alınmaktadır.Ebedi ahiret sinemalarında seyretmek ve şahitlik yapmak amacıyla…

“Bir kelâm, zihnini alır, misalî âlem-i misallere kadar götürür, gezdirir.”[33]

Böylece burada bulamadığı manasını orada araştırıp bulmaya çalışır.Çünki her kelamın gerçek manası alem-i misaldedir,kayıtlıdır.

“Bilhassa hayat-ı insaniye tabakasına çıkan hayat, aklın nuruyla âlemleri gezmiş olur. Âlem-i cismanîde tasarruf ettiği gibi, âlem-i ruhanîde gezer, âlem-i misale seyahat eder; kendisi o âlemleri ziyarete gittiği gibi, o âlemler de, onun ruhunun âyinesinde temessül etmekle iade-i ziyaret etmiş gibi olurlar.”[34]

O alemlere gidiş geliş vardır.

“Sath-ı Arz mescidini mütehalif ve muntazam harekâtıyla tezyin eden o cemaat-ı uzmanın, satırları andıran saflarının o güzel manzarası muhafaza edilmek üzere, âlem-i misal sahifesinde kalem-i kader ile, İlahî bir fotoğrafla tersim ve terkim edilmekte olduğu ihtimal ve imkândan halî değildir.”[35]

Alem-i misalde günlük dünya ve kainat sayfaları düzenlenmekte ve numaralandırılmaktadır.

“Cam, su, hava, âlem-i misal, ruh, akıl, hayal, zaman vesaire gibi, tecelli-i timsal akislere mahal ve mazhar olan çok şeyler vardır. Maddiyat-ı kesifenin timsalleri hem münfasıl, hem ölü hükmündedirler. Çünki asıllarına gayr oldukları gibi, asıllarının hâsiyetlerinden de mahrumdurlar. Nuranîlerin timsalleri ise, asıllarıyla muttasıl ve asıllarının hâsiyetlerine mâlik ve asıllarına gayr değillerdir. Binaenaleyh Cenab-ı Hak şemsin hararetini hayat, ziyasını şuur, ziyadaki renkleri duygu gibi yapmış olsa idi, senin elindeki âyinede temessül eden şemsin timsali seninle konuşacaktı. Çünki o, timsalinde oldukça harareti, ziyası, renkleri olurdu. Hararetiyle hayat bulurdu. Ziyasıyla şuurlu olurdu. Renkleri ile de duygulu olurdu. Böyle olduktan sonra, seninle konuşabilirdi. Bu sırra binaendir ki, Resul-i Ekrem (A.S.M.) kendisine okunan bütün salavat-ı şerifeye bir anda vâkıf olur.”[36]

O maneviyat sırrıyla haberdar olur ve haberdar edilir.Bir merkeze bağlı olan elektronik oylama cihazında sürekli oyların sayısının görülmesi gibi görülür,bilinir.

“Vücud nev’inde tezahüm yoktur. Yani, pek çok âlemler, haller, vücud sahnesinde içtima eder, birleşirler. Meselâ: Gece zamanı duvarları camdan olan ve elektrik yanan bir odaya girdiğin vakit, âlem-i misale bir pencere hükmünde olan camlarda pek çok menzilleri, odaları göreceksin.”[37]

“Âlem-i ziya, âlem-i hararet, âlem-i hava, âlem-i kehrüba, âlem-i elektrik, âlem-i cezb, âlem-i esîr, âlem-i misal, âlem-i berzah gibi âlemler arasında müzahame ve yer darlığı yoktur. Bu âlemler, hepsi de ihtilâlsiz, müsademesiz küçük bir yerde içtima ederler.”[38]

“Uyku âlemi, yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismanî ile âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür.”[39]

Uyku ile bir derece alem-i misale yaklaşılırken,ölüm ile bu dahada gerçekçi olur.

“Âlem-i misal, âlem-i ervahla âlem-i şehadet ortasında bir berzahtır. Her ikisine birer vecihle benzer. Bir yüzü ona bakar, bir yüzü de diğerine bakar. Meselâ: Âyinedeki senin misalin sureten senin cismine benzer. Maddeten senin ruhun gibi latiftir. O âlem-i misal; âlem-i ervah, âlem-i şehadet kadar vücudu kat’îdir. (Haşiye) Acaib ve garaibin meşheridir, ehl-i velayetin tenezzühgâhıdır.

Küçük bir âlem olan insanda kuvve-i hayaliye olduğu gibi, büyük bir insan olan âlemde dahi bir âlem-i misal var ki; o vazifeyi görüyor ve hakikatlıdır. Kuvve-i hâfıza Levh-i Mahfuz’dan haber verdiği gibi, kuvve-i hayaliye dahi âlem-i misalden haber verir.”[40]

Alemi misal âdeta tüm alemlerin ve alemlere birer geçiş noktasıdır.Hudut ve gümrük kontrollerinin yapıldığı ana merkez.

“Bence âlem-i misalin vücudu meşhuddur. Âlem-i şehadet gibi tahakkuku bedihîdir. Hattâ rü’ya-yı sadıka ve keşf-i sadık ve şeffaf şeylerdeki temessülât, bu âlemden o âleme karşı açılan üç penceredir. Avama ve herkese o âlemin bazı köşelerini gösterir.”[41]

“Âlem-i şehadete suretiyle ve âlem-i gayba manasıyla müşabih ve ikisinin mabeyninde bir berzah olan âlem-i misal o muammayı halleder. Kim isterse keşf-i sadık penceresiyle veya rü’ya-yı sadık menfeziyle veya şeffaf şeyler dûrbîniyle ve hiç olmazsa hayalin vera’-i perdesiyle o âleme bir derece seyirci olabilir. Bu âlem-i misalin vücuduna ve onda maanînin tecessüm etmelerine pek çok delail vardır. “[42]

“Âlem-i rü’ya, âlem-i misalin zılli ve o da âlem-i berzahın zılli olduğundan, desatirleri mütemasildir.”[43]

“Nuranînin timsali hayy-ı murtabıttır. Kesifin timsali, meyyit-i müteharriktir. Ruh, en münevver bir nurdur. Tahdidi kabul etmeyen âlem-i misalin pencerelerinde temaşager bir ruhun gayr-ı mahsur timsalleri de, birer ruh-u mütecessiddir. Havassına mâliktir, onun gayrı değillerdir.”[44]

31-05-2003

Mehmet ÖZÇELİK

[1] Sözler.86.

[2] Sözler.162.

[3] Sözler.165.

[4] Sözler.195.

[5] Sözler.273.

[6] Sözler.322.

[7] Sözler.342,Lemalar.92.

[8] Sözler.552.

[9] Sözler.570.

[10] Sözler.609.

[11] Sözler.611.

[12] Sözler.704.

[13] Sözler.744,Kastamonu Lahikası.170.

[14] Mektubat.82.

[15] Mektubat.82-83,Muhakemat.64.

[16] Mektubat.249.

[17] Mektubat.

[18] Mektubat.292.

[19] Mektubat.293.

[20] Mektubat.293.

[21] Mektubat.352.

[22] Mektubat.471.

[23] Mektubat.502.

[24] Lemalar.66.

[25] Lemalar.135.

[26] Lemalar.135.

[27] Lemalar.282.

[28] Lemalar.141.

[29] Emirdağ Lahikası.1/87.

[30] Lemalar.355.

[31] Lemalar.355.Haşiye.1.

[32] Şualar.607,Emirdağ Lahikası.1/262,2/96.

[33] İşarat-ül İcaz.61.

[34] İşarat-ül İcaz.178.

[35] Mesnevi-i Nuriye.76.

[36] Mesnevi-i Nuriye.124.

[37] Mesnevi-i Nuriye.137.

[38] Mesnevi-i Nuriye.138.

[39] Mesnevi-i Nuriye.225.

[40] Barla lahikası.345-346.

[41] Barla Lahikası.346.Haşiye.1.

[42] Muhakemat.65.

[43] Sünuhat-Tuluat-İşarat.10.

[44] Sünuhat-Tuluat-İşarat.93.




AHİLİK TEŞKİLATI VE ESNAFLIK

AHİLİK TEŞKİLATI VE ESNAFLIK

-AHİ TEŞKİLATI VE KURULUŞU :

Aslen İran’lı olan Ahi Evran,anadoluda kurduğu ahilik yani bir kardeşlik teşkilatıdır.Şimdiki esnaf dernek ve teşkilatlarının çekirdeğini oluşturup,maddi birlikle beraber,ağırlıklı olarak manevi birliği tesis etmeyi amaçlamaktadır.

Ahi,kardeşim anlamınadır.

Bu teşkilat Osmanlının son dönemlerine kadar Kırşehir’deki ahi babaya bağlı idi.

Bizzat bu teşkilatın reisi olmak kolay bir iş olmayıp,,esnafın oy birliğiyle terbiyeli,tecrübeli,ahlaklı bir kimse olması aranırdı.Padişah tarafından ahi babalığı bizzat padişahın beratıyla tasdik olunurdu.

Buralar şikayet mercii görevini görür,esnaf teşekküllerinin sistemli çalışmalarını organize ederdi.

Esnaf olabilmek için buranın izin ve onayı gerekli idi.Ancak onayın verilmesiyle o meslek icra edilir,törenle o kişi esnaflığa başlardı.

Ahi Evran 12.yüz yılda Kırşehirde yaşamış kendisi debbağ yani dericidir.

13.yüz yılda gelişerek anadoluda yayılmış,Osmanlının kuruluşunda önemli rol oynamıştır.

Bunun daha da gerisine gittiğimizde 9.yüz yılda Fütüvvet yani genç esnaflar teşkilatının temel teşkil ettiğini görürüz.Başlı başına bir genç esnafların kurmuş olduğu bir teşkilat olup,pasif değildir.

Bu teşkilat usta-kalfa-çıraklardan oluşmaktadır.

Her iki teşkilatta ekonomik olduğu kadar siyasi bir otoritedir.Nitekim Moğol istilasının durdurulmasında önemli rol oynamıştır.

Küçük bir yerde,küçük esnafların bir araya gelmeleri belki kolay olabilir ancak iletişimin şimdiki gibi yaygın olmadığı o dönemlerde tüm esnafları bir açtı altında toplayabilmek küçük ve küçümsenecek bir iş değildir.

Ahi teşkilatının reisi maddi ve manevi yönden otorite bir kişidir.

Bunların prensipleri islamın kurallarına uygun olarak belirlenmektedir.Bunlar kitaplarda da yazılarak,tüm esnafın bunlara uyma mecburiyeti söz konusudur.

Esnaf olacak kişilerde aranan bazı özellikler vardır.Bunlar;Vefa,doğruluk,emniyet,cömertlik,tevazu,nasihatta bulunma,doğru yola sevketme,affedici olma ve tövbe,onlarda bulunması gereken özelliklerden idi.

Bulunmaması gereken ve bulunduğunda esnaflıktan ihrac edilmeyi gerektiren özellikler ise;şarap içme,zina,yalan,gıybet,hile gibi davranışlardır.

Bu gün ise en fazla ihtiyaç duyulan bir şey ise;esnaflığın resmi olarak bir bağlılığın ötesinde,manevi ve samimi bir bağlılık içerisinde o ruhu canlandırmaktır.

-Esnaflık teşkilatını;Geçmişten günümüze ve Genel olarak iki şıkta ele alabiliriz.Birincisini de iki şıkta ele alıp;Ahi teşkilatı,kuruluşu,gelişmesi,ekonomik ve siyasi gücü,diğerini ise;günümüzde esnaflığın değerlendirilişi ve esnafların müşterilere bakışı açısından bakabiliriz.

Evvela alış-veriş insanlık tarihi boyunca süregelmiştir.Bir kimsenin başlı başına,başkasına ihtiyaç duymadan tüm ihtiyaçlarını karşılaması elbette mümkün değildir.

Ticaret ve esnaflık incelik ve zerafet,nezaket isteyen bir meslektir.

Esnaflıkta temel olarak Cesaret ve Emniyet şarttır.Bu iki özellik kendisinde bulunmayan kimse,esnaflıkta da başarılı olamaz.

Hz.Ömer’in esnaflara 28 öğüdü vardır.Bunlar tamamen hakların korunmasına yöneliktir.Nitekim bir bineğe taşıyacağı yükün üzerinde yük yüklenilmemesi.Bu durum bütün zamanlarda geçerli olan istiab yani taşıtın kapasitesi üzerinde yüklenilmesinde açacağı zararlar ifade edilmekte ve görülmektedir.

Esnaflardan beklenilen bazı fedakarlıklar vardır.Bu fedakarlıklar göz önünde tutularak,genel muhasebe yapılmalıdır.

Esnaf müşteriye hizmet vermek için vardır.

Esnaf ahlakı sürekli korunmalıdır.

Esnaf özellikle çağa ayak uydurmalıdır.Babadan kalma sıtandart,değişmeyen bir sistemi devam ettirmemeli,sürekli ihtiyaçları ve günün şartlarını göz önünde bulundurmalıdır.Aksi takdirde sürekli gelişen ve geliştirilen bir yerde erir,gider.

Esnaflıkta şeffaflık olmalı,müşteriye güven vermelidir.

Uzak bir memlekete giden ve bir iş yaptırmak durumunda olan bir vatandaşın ödeme zorluğuna karşı esnafın göstereceği kolaylık ve anlayış,güven hiçbir zaman unutulmayacaktır.Bu durum her yerde geçerlidir.O anlayış ve güveni göstermeyen esnaf ise,belki para kazanır ancak müşteri kaybetmiş olur.

Esnaf altıncı gibi müşterisini tanımalı,herkesi aynı kefeye koyarak değerlendirmemelidir.

Kişi bir iş yeri açacağı zaman,başkasının o işten büyük kârlar elde ettiğini görerek herkesin o iş yerini arttırması,hem kâr miktarını düşürür,hem de o yerin ihtiyacından fazla bulunmasından dolayı bir iki sene içerisinde bir çoğu dükkanını kapatmak mecburiyetinde kalacaktır.

İş alanlarına yatırılmayıp bankaya atıl olarak yatırılan paralar,toplumun hareketini ve bereketini götürür.Zararı sadece esnaf değil,parasını bankaya yatıran kimse de görür.O paralar üretime ve yeni iş alanlarına yatırılmalı ve tüm toplumun kazancına katkıda bulunulmalıdır.

Bir yerde bulunan esnaf vagon durumunda başkasının kendisini çekmesiyle giden kimse değil,lokomatif durumunda toplumu ve alış-veriş hayatını peşine katıp sürükleyen kimse olmalıdır.

İş yerleri sürekli yenilenmeli,yeniliklere açık olup,müşteri için cazib merkezler halini almalıdır.

Özellikle verilen siparişler istenildiği şekliyle yerine getirilmeli,esnaf verdiği ve aldığı sözü tutmalıdır.

Müşteri kapıda,güler yüzle,o kişiyi kazanmak amacıyla karşılamalı,ikramda bulup ona olan güvenini göstermelidir.

Elbette aynı şeyler müşteri içinde geçerli olup,oda aynı anlayış içerisinde bulunmalıdır.Zorlaştırıcı değil,kolaylaştırıcı olmaya çalışılmalıdır.

Dükkanlar sürekli temiz tutulmalı,her sabah temizlik yapılmalıdır.

Dükkanlara verilecek adlar,o yörenin örf,adet ve inancına uygun olmalıdır.Anlaşılmamasına değil,anlaşılmasına uygun olmalıdır.Dostlar pazarda ve alış verişte bulunsun kabilinden değil,ciddiyet içerisinde sürdürülmelidir.

Özellikle tartıyla iş gören esnaf mutlaka ve mutlaka ölçüye dikkat etmelidir.Kur’an-da yazıklar olsun diyerek ağır bir şekilde kınanan birkaç kişiden biri de eksik tartıda bulunanlardır.

“İnsanlardan, kendileri bir şeyi ölçerek aldıkları zaman tam alan; ama onlara bir şeyi ölçüp tartarak verdiklerinde eksik tutan kimselerin, vay haline!Bunlar, büyük bir günde tekrar dirileceklerini sanmıyorlar mı?O gün insanlar alemlerin Rabbinin huzurunda dururlar.Sakının; Allah’ın buyruğundan dışarı çıkanlar,muhakkak “Siccin” adlı defterde yazılıdır.”[1]

Müşteriye verilen mal özürlü olmamalı,verilse bile belirtilmelidir.Mal hakkında genel özellikleri söylenmelidir.Garantili olmalı,müşteri de kendi haklarını bilmelidir.

Kesinlikle müşteri aldatılmamalıdır.

İmam-ı Azam Ebu Hanife aynı zamanda ticaretle de uğraşmaktadır.İşçisine kusurlu bir malı göstererek bunu satmamasını söyler.Oda satar.İmam o sene sattığı malların parasının tamamını sadaka olarak dağıtır.

Fatih Sultan Mehmet istanbulu fethe çıkmadan önce esnafları kontrol etmek amacıyla tebdili kıyafette bulunup bir sabah çarşıya çıkar.

Bir esnaftan birkaç şey ister.Esnaf ise bir tanesini verip diğerlerini vermez.Olmadığından dolayı mı vermediğini soran Fatih’e esnaf;Beyefendi,aynı kalitede komşumda da var.Ben siftah ettim,o daha etmedi ,lütfen ondan alınız,der.Komşu dükkanda da aynı durumla karşılaşan Fatih;Böyle bir halka sahib olduktan sonra,İstanbulu değil,dünyayı bile fethedebileceğini söyler.

Kâr oranında kesin olarak belirlenmiş bir standart ölçü yoktur.Ölçülü olmalıdır.

06-07-2003

Mehmet ÖZÇELİK

[1] Mutaffif.1-7.




KUR’AN-DA MÜJDELENENLER

KUR’AN-DA MÜJDELENENLER

Dünya imtihanını başarıyla bitirip,âhireti kazananla beraber ayrıca teşekkür ve tebrikle ödüllendirilenleri Allah övmekte,müjdelemektedir.

Kur’an-ı Kerim-de mü’minler çeşitli özellikleriyle bazen cennetle,bazende sevindirici bir haberle müjdelenmişlerdir.Kâfirler ise ya bundan mahrum kalmışlar veya cehennem bir gibi bir ceza kendilerine müjde olarak haber verilmiştir.

İşte Kur’an-da müjdelenenler ve müjdelendikleri şeyler:

1)İbrahim Peygamber Hakkı ile müjdelendi. [1]

2)İbrahim Peygamber Halim ve Alim bir evlatla (İsmail-le) müjdelendi.[2]

3)İbrahim Peygamber İshak’la müjdelendi.[3]

4)Müttakiler müjdelendi.[4]

5)Zekeriya Peygamber Yahya adında bir çocukla müjdelenmiştir.[5]

6)Salih amel işleyen Mü’minler cennetle müjdelenmiştir. [6]

7)Hz.Meryem Kelime yani Hz.İsa ile müjdelenmiştir.[7]

8)İman edip hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla,canlarıyla cihad edenler Allah katındaki üstün rütbeleri ve kurtuluşa ermekle müjdelenmişlerdir.[8]

9)Sabredenler cennetle müjdelenmişlerdir.[9]

10)Mü’minler müjdelenmişlerdir.[10]

11)Münafıklar elim bir azabla müjdelenmişlerdir.[11]

12)Kâfirler elemli bir azabla müjdelenmişlerdir.[12]

13)Namaz kılınacak yerler yapıp,namazını dosdoğru kılanlar müjdelenmişlerdir.[13] 14)Muhbitler yani İhlaslı ve Mütevazi insanlar müjdelenmişlerdir.[14]

15)Muhsinler yani Allah’ı görür gibi ibadet edip,iyilikte bulunanlar müjdelenmişlerdir.[15]

16)Mü’minler büyük bir fazılla müjdelenmişlerdir.[16]

17)Allah’a yönelenler müjdelenmişlerdir.[17]

18)Kulaklarında ağırlık varmış gibi,Allah’ın âyetlerini dinlemeyenler elemli bir azabla müjdelenmişlerdir.[18]

19)Kur’an-a uyup,Rahman-dan korka kimseler mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdelenmişlerdir.[19]

20)Allah’ın âyetlerini işitipte büyüklük taslayıp küfründe direnenler,acı bir azab ile müjdelenmişlerdir.[20]

21)Allah’ın âyetlerini inkâr edip,haksız yere peygamberlerin canına kıyanlar,adaletli insanları öldürenler elemli bir azab ile müjdelenmişlerdir.[21]

22)İnsanların mallarını haksız yolla yeyip ve insanları Allah yolundan engelleyen büyük bir kısım Haham ve Rahibler ve altın ve gümüşü yığarak Allah yolunda harcamayanlar acıklı bir azab ile müjdelenmişlerdir.[22]

23)İman etmeyenler,Kur’an okunuca secde etmeyenler elemli bir azabla müjdelenmişlerdir.[23]

24)Gömmek ile aşağılık duygusuna kapılmak arasında kalmaya sebeb olan,kişiye kızının olduğu müjdesi verilenler.[24]

25)Rabbimiz Allah’tır deyipte,dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler yani rahmet iner.Onlar için korku ve üzüntü olmayıp,vadolunan cennetle müjdelenmişlerdir.[25]

26)Allah yolunda öldürülüpte diri olan şehitler,kendileri Allah’ın lütuf ve kereminden rızıklandıkları gibi,kendilerine katılacak olan şehit kardeşlerininde aynı lütuf ve kereme mahzar olacakları sevinci,keder ve korku bulunmayacağı müjdesinin sevincini yaşarlar.Böylece Allah’ın mü’minlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesinin de sevinci içindedirler.[26]

27)Allah tarafından indirilen bir sure mü’minlerin imanını arttırır ve onlar için sevindirici bir müjde olur.[27]

28)Livata üzerine olan Lut kavmi,kendilerini helak etmek üzere gelen melekleri gençler olarak gördüklerinde,kötü arzularını tatmin etmek amacıyla birbirlerine bu müjdeyi vererek,sevindiler.[28]

29)Allah dilediği kullarına yağmuru nasib edip göndererek müjdeler ve sevindirir.[29] 30)Allah’ın adı anıldığında âhirete inanmayanlar bundan tiksinirken,Ancak Allah’tan başkası anıldığında bundan sevinip,müjdelenenler.[30]

31)Mü’minlerin malları ve canları karşılığında cenneti alarak;Allah yolunda savaşarak öldürmeleri,ölmeleri onlara kendisinden daha doğru hiçbir kimsenin olmadığı Allah’ın bu vaadini Tevrat,İncil ve Kur’an-da belirtmesi üzerine müjdelenmiş ve sevinmişlerdir.Büyük kurtuluşla müjdelenmişlerdir.[31]

32)Allah rüzgarları da rahmet müjdesi olarak göndermiştir.[32]

33)Kur’an mü’minler için müjdeci olarak indirilmiştir.[33]

34)Sabır gösterip Takvada bulunarak savaşan mü’minler Uhud’da beş bin melekle, Bedir’de bin melekle desteklenerek kalbleri rahat kılınmakla müjdelenmişlerdir.[34]

35)İman edip Takvada bulunan Allah’ın veli kulları için korku ve üzüntü olmayıp,onlar için dünya ve âhiret hayatında müjde vardır.[35]

36)Lut kavmini helak etmek üzere gelen melekler İbrahim peygambere Selam diyerek müjde getirdiler.Kendilerine İshak arkasından da Yakub müjdelenerek,yaşlı olmalarına rağmen,Allah’ın iyilik ve kudreti bildirilerek kalblerinden korku ve telaş gitmiş,yerine müjde gelmiş oldu.[36]

37)Kuyuya su almak üzere kovayı salan sucu,su yerine kuyuya atılmış olan Yusuf’u görerek müjdelendi.[37]

38)Âhiret gününde melekleri karşılarında gören günahkârlar için hiçbir müjde ve sevinç yoktur.[38]

39)Kur’an;namazı kılıp zekatı veren ve âhirete kesin olarak iman eden mü’minler için bir Hidayet ve Müjdedir.[39]

40)Tağut olan şeytana ibadetten kaçınıp,Allah’a yönelenler müjdelenmişlerdir.[40] 41)Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar,önlerinde ve sağlarından nurları koştuğu halde;zemininden ırmaklar akan ebedi cennetle müjdelenmişlerdir.[41]

42)Hz.Muhammed Beşir ve nezir yani müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderilmiştir.[42]

43)Hz.Muhammed iman eden bir kavim için Nezir ve Beşir olarak gönderilmiştir.[43] 44)Müjdeciler Mısır’dan Yusuf’un gömleğini getirip babası Yakub peygamberin yüzüne koyunca gözleri görür oldu.[44]

45)Allah tüm peygamberleri müjdeleyici ve korkutucu olarak göndermiştir.[45]

46)O gün kıyamet gününde bir takım yüzler sevinçli güleç ve müjdelidir.[46]

22-4-2003

Mehmet ÖZÇELİK

[1] Hicr.54-55.

[2] Saffat.101,Meryem.53.

[3] Saffat.112,Hud.71,Zariyat.28.

[4] Meryem.97.

[5] Meryem.7,Âl-i İmran.39.

[6] İsra.9,Kehf.2,Şura.23,Bakara.25.

[7] Âl-i İmran.45.

[8] Tevbe.20-21.

[9] Bakara.155.

[10] Bakara.223,Tevbe.112,Yunus.2,Saff.13.

[11] Nisa.138.

[12] Tevbe.3.

[13] Yunus.87.

[14] Hac.34.

[15] Hac.37,Ahkaf.12.

[16] Ahzab.47.

[17] Zümer.17.

[18] Lokman.7.

[19] Yâsin.11.

[20] Câsiye.8.

[21] Âl-i İmran.21.

[22] Tevbe 34.

[23] İnşikak.20-21,24.

[24] Nahl.58-59,Zuhruf.17.

[25] Fussilet.30.

[26] Âl-i İmran.169-171.

[27] Yunus.124.

[28] Hicr.61-77.

[29] Rum48.

[30] Zümer.45.

[31] Tevbe.111.

[32] A’raf.57,Furkan.48,Neml.63,Rum.46.

[33] Bakara 97,Nahl.89,102.

[34] Âl-i İmran.125-126,Enfal.9-10.

[35] Yunus.62-64.

[36] Hud.69-74,Ankebut.31.

[37] Yusuf.19.

[38] Furkan.22.

[39] Neml.2-3.

[40] Zümer.17.

[41] Hadid.12.

[42] Maide.19,Hud.2,Bakara.119,Sebe’.28,Fâtır.24,Fussilet.4,İsra.105,Furkan.56,Ahzab.45,Fetih.8,Saf.6.

[43] A’raf.188.

[44] Yusuf.96.

[45] Bakara.213,Nisa.165,En’am.48,Kehf.56.

[46] Abese.39.




PEYGAMBERLERE İMAN

PEYGAMBERLERE İMAN

Hadiste:”Biz peygamberler topluluğu evlatlar gibiyiz,dinimiz birdir (baba gibi)”buyurulur.

Her yönüyle temelde birleşen bu zatlar,mümtaz özelliklere sahiptirler.[1]

Onlara iman;imanın esasındandır.[2]

Nebi;Haber getiren,[3] haber veren [4] anlamınadır.

Nebi;yeni bir kitab ve şeriatla gelmeyip,kendinden evvelki rasulün getirdiği kitab ve şeriatı devam ettirendir.[5]

Böylece;Allah taâlanın kullarına dinlerini bildirmek için görevlendirdiği muhterem ve günahtan korunmuş kimselerdir.

Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerimde beşerin hidayet ve salâhına,düşmüş oldukları zulmet ve bataklıktan kurtulmalarına,hâsılı o kavmin ve ümmetin birer güneşi olan peygamberlerden ve nebilerden bahsederken şöyle buyurmaktadır:”İnsanlar bir tek ümmetti. (Kimi iman etmek,kimi küfre sapmak suretiyle ihtilafa düştüler.) Binaenaleyh Allah (rahmetinin) müjdeciler (i,azabının) haberciler (i) olmak üzere (onlara) peygamberler gönderdi. Ve beraberlerinde –insanların ihtilafa düştükleri şeyler hakkında aralarında hüküm vermek için- hak (ve gerçek) kitablarda indirdi.”[6]

Kur’an-ı Kerim dört esası takib etmektedir. Bunlar;Tevhid,Haşir,Nübüvvet ve Adâlettir. Peygamberlik Kur’anın dörtte birini oluşturmaktadır.Peygamberler;”Nev’i beşerin en nurani ve en mükemmeli”[7] olup,hepsi Tevhid hakikatını dâva etmekte müttefik olarak,”Beşeri, hayvaniyet mertebesinden melekiyet derecesine çıkarmak için,onları imanı billaha davet ile ders veriyorlar.”[8]

Peygamberlerin meslek ve ibadetteki farklılıkları konusunda Bediüzzaman hazretleri şu tesbiti yapar:” İtikad ve amelde, usûl ve ahkâm-ı esasiyede peygamberlerin hepsi daimdirler, sabittirler, müttehiddirler. İhtilaf ve tefavütleri, ancak füruattadır. Zâten zamanların tebeddülüyle, füruatın da tebeddül ve tegayyürü tabiî bir şeydir. Evet mevasim-i erbaada tedavi ve telebbüs gibi çok şeyler tebeddüle uğrar. Meselâ, kışın giyilen kalın elbise yazın tebeddüle uğrar; veya kışın güzel tesiri olan bir ilâcın, yazın fena tesiri olur, kullanılmaz. Kezalik kalb ve ruhların gıdası olan ahkâm-ı diniyenin füruatı da, ömr-ü beşerin devreleri itibariyle tebeddüle uğrar.”[9]

Zamanımıza kadar gelen bir çok hadisler ve alimlerin vermiş oldukları haberlerle sabittir ki,nebiler,kendilerine nebilik gelmeden öncede bir çok noksan sıfatlardan münezzehtirler.

Şifâ adlı kitapta denilmiştir ki;Peygamberler nübüvvetten önce Allahı ve sıfatını bilmemekten ve bu gibi şeylerde de şüpheye düşürmektende masumdurlar.[10]

Kelime olarak insan;Nisyan kökünden türetilip,unutkan mânasına unutucu olmasından devamlı hata işlemeye müsait ve mübtela,böyle bir insana karşı Cenâb-ı Hak:” Karıncayı emirsiz, arıyı ya’subsuz bırakmayan kudret-i ezeliye; elbette beşeri nebisiz bırakmaz.”[11]

Amma nebinin kadından veya köleden olup olmayacağına gelince;Nebi;asla,kadın ve köle olamamakta,fakat şu sayacağımız dört kadına gelince,bunda ihtilaf edilmektedir. Bunlar;Meryem,Âsiye,Sâre,Hacerdir. Allame Mutginus Sırac bin Mülgin-Umdetül Ahkâm- adlı kitabın şerhinde;Havva ve Mûsa (AS) nın annesinide eklemiştir.[12]

Peygamberlerin sayısı konusunda Peygamberimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:”Yüz yirmi dört bin” Bir rivayette de:”İki yüz yirmi dört bin” Fakat en iyisi peygamberleri sayı ile sınırlamamaktır.[13]

Kur’an-ı Kerimde ismi zikredilen peygamberlerin sayısı 25-tir. Üç kişi hakkında da peygamber veya veli olmaları hususunda ihtilaf edilmiştir. İhtilaf edilenler ise;Uzeyr,Lokman,Zülkarneyn.

Peygamberlerin sayısı bu kadar çok olduğu halde,insanlar tarafından pek azının bilinmesinin sebebini,İmamı Rabbani şöyle izah etmektedir:”Hindistanda çok peygamberler gelmiştir. Fakat bazılarının ya hiç ümmeti olmamış,veyahut dâveti belli birkaç kişiye münhasır kalıp fazla şöhret bulmamıştır.Yahutta bunlara nebi ismi verilmemiştir.”[14]

Peygamber gönderilmeyen bir devri veya kavmi,tarihin sayfalarını açıp baktığımızda göreceğimiz durum gayet vahimdir. Çünki;eliyle yoğurmuş olduğu hamurdan mamul bir puta Allah diyerek tapıyor ve acıktığında da yardım taleb ettiği putu yiyiyor!

Cehaletin eseri olarak kızını diri diri toprağa gömmekten [15] bir eseri tereddüt göstermiyor. İşte bundan dolayıdır ki,peygamberlik müessesesinin ne derece ehemmiyet ve lüzumu görülmektedir.

Cenâb-ı Hak bir âyette:”Biz hiçbir ümmeti,kendilerine peygamber göndermedikçe azab etmeyiz.”[16] buyurmaktadır. Bundan da anlaşılmaktadır ki;mücâzat peygamberlerin gönderilmesiyle olmaktadır.

Allahı bilme hususunda ise;Maturidi ve bazı ehli sünnet ulemasına göre;insan aklı,yalnız başına Allahı bilebilmek ve bulabilmek kabiliyetinde olduğundan,fakat Allaha imanın dışındaki dinin teferruatına aid amellerinden mesul değildir. Ahirettede ehli necattır. Cehennem azabından kurtulur.[17]

İnsanlar üstünlük derecelerine göre üç kısma ayrılır:

1-Noksan ve aşağı derecede olan Avâm tabakası.

2-Zâtında mükemmel olup,başkasını mükemmel kılmaya kâdir olmayan orta derecedeki evliya tabakası.

3-Hem kendi zâtında en mükemmel sıfatlara sahib,hemde başkasını mükemmel yapmaya kâdir en yüksek derecedeki enbiya tabakası.[18]

Peygamberlerin gönderilmesindeki bir hikmette:” İşte nev’-i beşer bi’set-i enbiya ile, sırr-ı teklif ile, mücahede ile, şeytanlarla muharebe ile kazandıkları yüzbinlerle enbiya ve milyonlarla evliya ve milyarlarla asfiya gibi âlem-i insaniyetin güneşleri, ayları ve yıldızları mukabilinde; kemmiyetçe kesretli, keyfiyetçe ehemmiyetsiz hayvanat-ı muzırra nev’inden olan küffarı ve münafıkları kaybetti.”[19]

Ehemmiyet kemiyette yani sayı çokluğunda olmayıp,belki keyfiyette,değer ve kalitede olmasından enbiyaların gönderilmesi mahzâ rahmettir.

Misal olarak:” Meselâ: Yüz hurma çekirdeği bulunsa, toprak altına konup su verilmezse ve muamele-i kimyeviye görmezse ve bir mücahede-i hayatiyeye mazhar olmazsa, yüz para kıymetinde yüz çekirdek olur. Fakat su verildiği ve mücahede-i hayatiyeye maruz kaldığı vakit, sû’-i mizacından sekseni bozulsa, yirmisi meyvedar yirmi hurma ağacı olsa, diyebilir misin ki “Suyu vermek şer oldu, ekserisini bozdu”? Elbette diyemezsin. Çünki o yirmi, yirmi bin hükmüne geçti. Sekseni kaybeden, yirmi bini kazanan, zarar etmez; şer olmaz. Hem meselâ: Tavus kuşunun yüz yumurtası bulunsa, yumurta itibariyle beşyüz kuruş eder. Fakat o yüz yumurta üstünde tavus oturtulsa, sekseni bozulsa; yirmisi, yirmi tavus kuşu olsa, denilebilir mi ki: “Çok zarar oldu, bu muamele şer oldu, bu kuluçkaya kapanmak çirkin oldu, şer oldu”? Hâyır öyle değil, belki hayırdır. Çünki o tavus milleti ve o yumurta taifesi, dörtyüz kuruş fiatında bulunan seksen yumurtayı kaybedip, seksen lira kıymetinde yirmi tavus kuşu kazandı.”[20]

“İşte kömür gibi olan ervah-ı safileyi, elmas gibi olan ervah-ı âliyeden temyiz ve tefrik için, şeytanların hilkatıyla ve sırr-ı teklif ve ba’s-i enbiya ile, bir meydan-ı imtihan ve tecrübe ve cihad ve müsabaka açılmış. Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı, maden-i insaniyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidadlar, beraber kalacaktı. A’lâ-yı illiyyîndeki Ebu Bekr-i Sıddık’ın ruhu, esfel-i safilîndeki Ebu Cehl’in ruhuyla bir seviyede kalacaktı.”[21]

Bu cihetle peygamberler altın ile kömürü birbirinden ayırarak tasfiye vazifesinide görmektedirler.

Rasullere[22] iman,imanın rüknü,dinin emri ve farzdır.[23]

Ömer Nesefi –Metni Akâid- adlı eserinde özetle:Melekler ve cinler nurani varlık olmaları,devamlı hazır olup görülmemeleri,insani hallerden uzak olup,maddi hayatta diğer insanlar gibi,gerek alış verişlerinde,gereksede tezevvüc gibi durumların olmamasından dolayı Cenâb-ı Hak hikmeti muktezasınca,tebliği risaletten örnek olduğu gibi,yaşayışıyla ümmetine gerek dahilde (evde),gerekse hariçde (dışarda,çarşıda,pazarda) örnek olabilmesi için,beşere yine beşer olan peygamberleri müjdeleyici ve korkutucu ve insanların din ve dünya işlerinde muhtaç olacakları şeyleri beyan etmek için beşerden göndermiştir.

Rasûl-Rusul-Risalet-Mürsel gibi;gerek müfred,gerek cemi’,gerek masdar ve gereksede mef’ul olarak Kur’an-ı Kerimde 374 defa [24] zikredilmiştir.

Rasullerin 313 tane olduğu,nebilerin ise yüz yirmi dört bin-den fazla bulunduğu rivayetler arasındadır. Kur’anda ise ayrı ayrı zikredilerek birbirine atfedilmiştir. Birinin diğerine atfı ise,ayrı ayrı mefhumlar olduğunu gerektirmektedir. Fakat Kur’anda aynı mânaya geldiği yerlerde vardır. Yani farklılığı rasulün yeni bir şeriat getirmiş olması,nebinin ise,daha önce getirilen şeriatla amel edip,tebliğ etmiş olmasıdır.[25]

Mümtaz bir şahsiyete sahib olan peygamberler,şu beş sıfata hâizdirler:Sıdk-Emânet-Fetânet-İsmet-Tebliğ sıfatlarıdır.

Peygamberler vahye [26] mazhardırlar.

Şeriattaki ifadesiyle:Dilediği ahkâmı,esrar ve hakâikı peygamberâni zîşânına,rüya,ilham,kitab,irsali melek tariklerinden biriyle Cenâb-ı Hakkın i’lam ve ifham buyurmasıdır.[27]

Vahiyde ikiye ayrılır:1)İlâhi vahiy. 2)Gayrı ilâhi vahiy.

Gayrı ilâhi vahiy,Kur’an-da iki yerde geçmektedir:1)Zekeriya peygamberin kavmine yaptığı vahiy olup,îma ve işaret mânasınadır.[28]

2)İns ve cin şeytanların birbirlerine karşı yaptıkları vahiydir.[29]

İlâhi vahiy ise:1) Cansız olan arz ve semaya hitaben vâki olan vahiyler.[30]

2)Canlılardan bal arısına olan vahiy.[31]

3)Meleklere olan vahiy.[32]

4)Havârilere [33] ve Mûsanın annesine olan vahiy.[34]

5)Hakiki vahiy olup,Cebrâil tarafından peygamberlere aid olan vahiy.[35]

Hz.Peygambere (SAM) vahiy şu şekillerde gelirdi:

1)Uyanık halinde iken gördüğü sadık rüyalardır.

2)Uyanıkken melek görünmeksizin kalbe ilâhi vahyi ilkâ ederdi.

3)(Genç ve yakışıklı bir sahabi olan) Dıhye suretinde vahiy getirirdi.

4)Çıngırak sesine benzer sesle gelirdi.

5)Cebrâil heyeti asliyesiyle görülüp ilâhi emri duyurmasıdır.

6)Hz. Peygamberi uyanıkken Allah taâla ile konuşması şeklinde vuku bulan vahiy.

7)Cebrâlin Hz. Muhammede uyku halinde iken vahiy getirmesidir.[36]

Evet vahiy;Ruh gibi esrarı ilâhiyedendir. Vahiy Allah ile peygamber arasında kalmış bir sır olduğundan [37],şimdiki modern ilimler yolu ile açıklamaya kalkmak mümkün değildir.

Her ilim erbabı kendi sahası içerisinde yapmış olduğu araştırma ve ilimde,mütehassıs olduğu dalda ancak söz sahibi olabilir. Aksi takdirde diğer sahalarda da sözüm geçebilir,yapabilirim diyecek olsa hâli şu misale benzer;

Bir kasabın,nasıl olsa ben et kesmekte mâhirim. Neresinin kaburga ve omuz olduğunu bilirim. Binaenaleyh bir cerrahında yaptığını yapabilirim,demeye kalkması kendisini en azından gülünç duruma düşürecek ve böyle bir şeye tevessülü halinde hastanın ölümüne sebeb olacaktır.

Aynen böylede,vahiy sahası Allah ile peygamberlerin sahası olup,sözde onlarındır. Bunun hakkında,malumatın ötesinde söz söylemek abes olacaktır.

Vahiy ile ilhamın farklarına gelince:” Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melaike vasıtasıyla ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır.

Meselâ: Nasılki bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var. Birisi: Haşmet-i saltanat ve hâkimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini bir valiye gönderir. O hâkimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için bazan vasıta ile beraber bir içtima yapar. Sonra ferman tebliğ edilir. İkincisi: Sultanlık ünvanı ile ve padişah-ı umumî ismiyle değil, belki kendi şahsı ile hususî bir münasebeti ve cüz’î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisi ile veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonu ile hususî konuşmasıdır.

Öyle de Padişah-ı Ezelî’nin umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat hâlıkı ünvanı ile vahiy ile ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi, her bir ferdin ve her bir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle hususî bir surette fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.

İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melaike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşit hem pekçok enva’larıyla denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbaniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.”[38]

M U ‘ C İ Z E

Mu’cize;Dâvayı nübüvvetin isbatı için,münkirleri ikna etmek içindir. İcbar değildir. Öyle ise dâvayı nübüvveti işitenler için ikna edecek bir derecede mu’cize göstermek lazımdır.

Mu’cize;beşerin tâkatının üzerinde hârikulade bir durum olup,ilâhi bir ikram ve peygamberliğe zâhir bir delildir.

Peygamberler için mu’cizeler haktır.[39]

Cenâb-ı Hak peygamberleri;âdetleri yırtan ve bazen mu’cizelerle onları te’yid edip kuvvetlendirmiştir.[40]

Yani beşerin devamlı ünsiyet ettiği durumların dışında,mesela;peygamberimizin (SAM) avucunda küçük taş ve toprak düşmana top ve gülle hükmünde,onları inhizama (karışıklığa) sevketmesi,[41] aynı avucunun parmağıyla kameri iki parça etmesi,[42] “ve aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi;(oysa âdet üzere parmaklarda kan cereyan etmektedir. Akacak olsa kanın akması gerekirken,âdetin zıddına berrak suyun akması) ve aynı el, hastalara ve yaralılara şifa olması, elbette o mübarek el, ne kadar hârika bir mu’cize-i kudret-i İlahiye olduğunu gösterir. Güya ahbab içinde o elin avucu küçük bir zikirhane-i Sübhanîdir ki, küçücük taşlar dahi içine girse, zikir ve tesbih ederler. Ve a’daya karşı küçücük bir cephane-i Rabbanîdir ki; içine taş ve toprak girse, gülle ve bomba olur. Ve yaralılar ve hastalara karşı küçücük bir eczahane-i Rahmanîdir ki, hangi derde temas etse derman olur. Ve celal ile kalktığı vakit, Kamer’i parçalayıp Kab-ı Kavseyn şeklini verir; ve cemal ile döndüğü vakit, âb-ı kevser akıtan on musluklu bir çeşme-i rahmet hükmüne girer. Acaba böyle bir zâtın bir tek eli, böyle acib mu’cizata mazhar ve medar olsa; o zâtın Hâlık-ı Kâinat yanında ne kadar makbul olduğu ve davasında ne kadar sadık bulunduğu ve o el ile biat edenler, ne kadar bahtiyar olacakları, bedahet derecesinde anlaşılmaz mı?..”[43]

Elbette her akıl sahibi tarafından anlaşılacaktır…

Bilhassa Kur’an,umum peygamberlerin göstermiş olduğu mu’cizeleri zikredip,hikmetlerinide şöyle gösterir ki:Hz. Süleyman (AS) ın iki aylık bir yolu bir günde,kısa zamanda katetmesi,insanları teşviken;-Ey insanlar. Çalışın..sizde iki aylık bir yolu bir günde kesebilecek bir duruma gelebilirsiniz.

Çünki peygamberler ahiretin rehberleri oldukları gibi,maddi hayatın,medeniyetinde üstadlarıdırlar.

Hz. Mûsa (AS) nın Âsasıyla taşa vurarak 12 yerinde çeşmenin fışkırması (12 kabile olup,her bir kabile bir çeşmeden birbirleriyle kavga etmesizin,istifade etmesi),bugünkü artezyenlere işaret etmektedir.Sondaj makinalarıyla yerin derinliklerinde bulunan petrol gibi sıvı şeylerden de istifadeye teşvik etmekte,yol açmaktadır.

Hz. İsa(AS)nın en müzmin dertlere devâ bulması,ölüleri diriltmesi,insanların nisbîde olsa;kanser ve diğer ağır hastalara çare bulmaları,ölüme kısa bir müddette olsa hayat rengi vermelerine bir işarettir.

Hz. Davud (AS) un demiri hamur gibi yoğurması,demirin eritilerek her şekle sokulacağına işaret etmektedir Ve hâkeza. Nitekim zamanımızda sanayinin temelini demir teşkil etmektedir.

Bugünkü fen ve tekniğin ilerlemesiyle yapılan şeyler mu’cize olmayıp,bir tekâmüldür. Çünki mu’cizeyi canlı bir şey olarak tasavvur edecek olursak,medeniyetin harikaları ona mukabil bir gölge ve ona ulaşmak kudreti beşerin fevkindedir. Onlar mu’cizeleriyle son hududunu çizmiş olmaktadırlar. Küçük bir örneğini yakalamış olmaktadırlar.

Teknoloji hem peygamberleri tasdik etmekte,hemde onların işaret ettikleri noktalara maddende ulaşmakla maddi saadeti yakalayabileceğini göstermektedir Onların mânevi yönlerine de uyan beşeriyet hem maddi hemde mânevi,dünya ve ahiret saadetlerini yakalamış olacaktır.

İ S T İ D R A C

Hakkı ve hakiki değeri olmadığı halde kabiliyetsizliğine rağmen,bir kimsenin bir çok nimete mazhar olması ve bu sebeble küfür ve isyana devam ile azab ve gadabı ilâhiyyeye yaklaşmasıdır.

Yani,derece derece düşüşü netice vermektedir.

“Keramet ile müşerref olanın nefsi emmaresi bâki ise,kendine güvenmek,nefsine itimad etmek,gurura düşmektir.”[44]

Kur’an-ı Kerimde:”Âyetlerimizi yalan sayanları biz bilmeyecekleri noktalardan derece derece (yavaş yavaş) helâke yaklaştırırız.” [45]Birbiri ardınca kendilerine nimetler gelir,onları, haklarında Allahın dâimi lutfu sanırlarda şımarırlar. İşte o zaman üzerlerine Allahın azabı hak olur.(Beyzavi)

Dahhak diyor:Bunun mânası,onlar mâsiyeti tazeledikçe bizde nimetlerimizi yenileriz,demektir.

Rivayete göre Hz. Ömer-ül Fâruk (RA),Kisrânın hazineleri kendisine gelince;Ya rab,bir istidraca uğramış olmaktan sana sığınırım. Çünki senin ‘senestedricühüm’ buyurduğunu işittim.,demiştir.[46]

Başka bir âyette:”Artık bu sözü (Kur’anı) yalan sayanları bana bırak. Biz onları,kendilerinin bilmeyecekleri bir cihetten,derece derece azaba yaklaştırıyoruz.”[47]

Buna –istidrac- derler ki bu,bir kul günahını tazeledikçe Cenâb-ı Hakkın onun sıhhatini,ikbalini,devlet ve nimetini artırması,onun şükrünü,tevbesini,istiğfarını unutturması,bu suretle onu gazab ve azabına derece derece yaklaştırması ve nihayet ansızın onu yakalaması demektir.[48]

Hadiste:”Kulun mâsiyetlerinde devam ve ısrar etmesine rağmen,Allahın onu dünyadan ne arzu ederse verdiğini görürsen bu,ancak ondan (Cenâb-ı Haktan) bir istidracdır.”[49]

İsyanda olanların,bu nimetlerin kendilerine gelmesiyle azgınlıklarını artırarak,bunların Allahın bir eseri nimeti ve kendisine yaklaştırmasıdır,zannederler.

Oysa bu Allahın kendisinden uzaklaştırmasıdır. Yani istidracdır.[50]

Binaenaleyh;hadislerde haber verildiği üzere,Fir’avn,iblis,deccal gibi Allah düşmanlarında görülen harikaları,mu’cize adı verilmeyip ihtiyaçlarının giderilmesidir. Mesela;firavunun nil nehrine emrederek istediği tarafa akıtması ve deccalın bir adamı öldürüp geri diriltmeside birer istidracdır.[51]

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bak.Konularına Göre Kur’an-ı Kerim Fihristi.Nevzat Yüksel.sh.72-76,392-394.

[2] Age.44-45.

[3] Peygamberlik ve Peygamberler.Muhittin Bahçeci.sh.72.1977.İstanbul.

[4] Ehli sünnet akâidi.İmam Ebu Yüsr Muhammed Pezdevi.(421-493 / 1027-1099) Terc.Doç.Şerafettin Gölcük.sh.320.1980.İst.

[5] Yeni Lugat.Abdullah Yeğin.sh.534.1983.İst.

[6] Kur’an-ı Hakim ve Meâli Kerim Hasan Basri Çantay.Bakara.213. 1 / 57.1980.İst.

[7] Âsa-yı Mûsa.B.Said Nursi.sh.111.Envar Neşr.1996.İst.Aynıeser.1978.İst.sh.100,Bak.Tefsiri Kebir.Fahreddini Râzi.Terc.Heyet. 15 / 8.

[8] Âsa-yı Mûsa.age.sh.112.

[9] İşarat-ül İ’caz.B.Said Nursish.27.1978.İst.

[10] Envârul Muhammediye minel Mevâhibül Ledünniye.sh.401.Hicri.121.Beyrut.

[11] Mektubât.B.Said Nursi.sh.454.Yeni Asya neşr.1994.İst.

[12] Şerhul Emâli.Aliyyül Kâri.sh.21.Fazilet Neşr.İst.

[13] Fıkhı Ekber.İmamı Âzam.Aliyyül Kâri Şerhi.sh.151.1979.İst.Bak.Akâidi Şerhi Kesteli.Taftazani.sh.169.İst.

[14] Peygamberler Tarihi.B.Ateş,M.Dikmen.sh.35.1981.İst.Bak.Mektubat.age.sh.361.

[15] Tekvir.8.

[16] İsra.15.

[17] Bak Peygamberler tarihi.age.sh.41.

[18] Usûliddin.Fahreddin Muhammed bin Umerel Hatib-ur Râzi.sh.93.Ezher.-Veşussanadıkıyye-

[19] Mektubat.sh.41.

[20] Mektubat.age.sh.41.

[21] Age.41.

[22] Bak Yeni lugat.age.sh.581.

[23] Ehli Sünnet akâidi.age.sh.320.

[24] Mu’cemül Müfehres li elfazil Kur’an-il Kerim. Muhammed Fuâd Abdulbâki.sh.314.Beyrut/Lübnan.

[25] Peygamberler tarihi.age.sh.75.

[26] Tefsir Usûlü.Prof.İsmail Cerrahoğlu.sh.37.1983.Ankara.

[27] Yeni Lugat.age.sh.753.

[28] Meryem.11.

[29] En’am.112.

[30] Fussilet.11-12.

[31] Nahl.68-69.

[32] Enfal.12.

[33] Mâide.111.

[34] Kasas.7.

[35] Nisa.163,Şûra.51,Bak.Tefsire Giriş.Mehmet Sofuoğlu.sh.9.1981.İst.

[36] Tefsir Usûlü.age.48.

[37] Age.44.

[38] Şualar.B.Said Nursi.sh.105,1960.İst,Yeni lugat.age.sh.754.

[39] Fıkhı Ekber.age.sh191.

[40] Mecmuâtül Mütûn.Metni AkâidÖmer Nesefi.sh.8.Fazilet neşr.

[41] Enfal.17,Muhtasar Tefsiri İbni Kesir.(Arapça) 2 / 93, H. 1400. Beyrut, Müsned. Ahmed İbni Hanbel. 1 / 456.1982.İst.

[42] Kamer.1,Tefsiru Kur’anil Azim. 4 / 261.Beyrut.Hadis Ravileri.Enes bin Mâlik,Cübeyr bin Mut’im,Abdullah bin Abbas,Abdullah bin Ömer,Abdullah bin Mes’ud.

[43] Mektubat.age.sh.124.1979.İst.Aynı eser.Yeni Asya neşr.sh.141.h1994.İst.

[44] Yeni lugat.istidrac bahsi.

[45] A’raf.182.

[46] Hâzin.Kur’an-ı Hakim ve Meâli Kerim.age. 1 / 248.

[47] Kalem.44.

[48] Beyzavi-Râzi-Medarik-Ebussuud-Kâmusı Arabi.

[49] İmam Ahmed-Taberani-Beyhaki-Ukbe bin Âmir,Kur’an-ı Hakim ve Meâli Kerim.age. 3 / 1078.

[50] Keşşaf.Zemahşeri.(Arapça) 4 / 133.Beyrut.Bak.Müsned.age. / 145.1982.İst.

[51] Fıkhı Ekber.age.sh.194.




SADAKTE YA RASULALLAH

SADAKTE YA RASULALLAH

“Evet doğru söyledin ey Allah’ın Rasulü.” Çünki sen aynı zamanda doğru ve eminsin.

Hadiste buyurulmuştur:”(İdareciliği) İdarelerini kadına tevdi eden bir millet asla felah bulmaz.”[1]

Çünki kadın fıtraten zayıftır. şefkatte ise çok kuvvetlidir. Kadının şefkat ve merhamet duyguları galeyana getirilerek,çok şeyler yaptırılabilir.

Aslına bakılacak olursa,kadının görevi,en mukaddes görevdir. Tüm erkeklerin birleşmesi halinde bile yapamayacakları annelik görevidir. Çocuk büyütme,insan yetiştirme olayı en önemli bir meseledir.

Kadınlar evlerinden çıkarıldığı,yuvalarından uçurulduğu içindir ki,bizde bir asırdır insan yetiştirme olayı ihmal edilmiş,üzerinde durulmamıştır. Yetiştirme olayı evde başlar. Evde kadınla başlar,kadınla biter. Kadın biterse ailede biter,millet de…

Kızlarımıza ve kadınlarımıza sahib olmak isteyenler,onun yuvasını yıkmışlar,onu yuvasından koparıp çalmışlardır. Zira bu olay ve taktik insanlık tarihinden beri süregelmiştir.

Habil-Kabil arasındaki olay,kadına sahib olmaktan ileri geliyor. Tarihte,40 yıllık zahidlik yapan Bersisa’nın aldanışı kadından idi. Bugün insanların özellikle gençlerin yollarından çıkarılıp saptırılması için kadın kullanılmaktadır. Bu sefâhet ve sefilliğin yaygınlaştırılması için,alet olarak kullanılan kadınların her vesile ile arttırılmasına gidilmektedir.

Sefâhete sed olan,kız arkadaş edinmeye mani,erkeklerin zevklerini tatmine engel,kısacası sefâhet çirkefine düşmekten alıkoyan örtü ve Tesettürüne saldırılmasındaki sebeb buradan ileri gelmektedir. Bu vesile ile kızları arzu ettikleri gibi kullanamayacakları düşüncesi,kadın pazarlamacılarını ürkütüp ürpertmekte,korkutup saldırtmaktadır.

Gorbaçov:”-Perestroika- adlı eserinde:”Kadını,evinden çıkarıp çalışma alanına ittiğimiz ve gerçek görevi olan anneliği elinden aldığımız içindir ki,bu gün sorumsuz,sevgisiz,enerjisiz,sarhoş nesiller ortaya çıktı.”[2]

Batılı eğitimciler:”Batılı anne çocuk doğurmak,onun eğitimine katılmak istemiyor. Kazara hamile kalsa bile,Kürtajla bebeği aldırıyor. Bunun neticesi olarak Avrupa’da ve Amerika’da geniş nüfus gittikçe azalıyor. Pek çok özendirici tedbir getirdiğimiz,aileyi maddi yönden destek sağlamak için kanunlar çıkardığımız halde,kadını anne olmaya ikna edemiyoruz. Mutlak bir yerlerde yanlış yapıyoruz,ama nerede? Gelin sorunun cevabını birlikte arayalım. Bu kördüğümü bir an önce çözelim.”[3]

Kürtaj ise bir cinayettir. Hayat sahibi ve adayı olan bir canlının çeşitli gaddarca uygulamalarla öldürülmesidir. Bunlar parçalanır,güçlü tuz çözücüleri ile derisi tuzlarla zehirlenir,yakılarak,dışarı atılıp,imha edilir. Bu arada anne de nasibini alır veya çocukla ölebilir. Vicdani rahatsızlık anneye yeter.

Kürtaj;rahim genişletilerek maşa gibi bir şeyle çocuk parçalanılarak çıkarılır.

Tam bir vahşet ve işkence…

Fransa’da 1968 yılında gayrı meşru ilişkilerin meşru hale getirilmesinden sonra başlamıştır.

1988’e kadar ABD’de saniyede 20 kürtaj yapıldığı belirtilir. Yani 22 milyon bebek imha edilmiştir.[4]

Oysa çocuk ilk bir aydan itibaren 6 aya kadar tamamen şekillenmektedir. üç kırk yani 120 gün olan 4 aydan sonra ruh onda mevcud olmaktadır.

1984’de 20 ülkede 13 milyon bebeğin hayatına son verildi.

Doğum parayla,kürtaj bedava.İşte insanlık ayıbı…

Birisinin doğmasını Allah irade ettikten sonra kimse engelleyemez. Fir’avun Musa’yı engelleyebildi mi? İnsanın iradesi nerde,Allah’ın ki nerede?

Bizde yapılan entrikalarda aynı zincirin bir halkasını oluşturur. Nüfuz planlaması,Fir’avunun rüyası üzerine gerçekleştirmiş olduğu binlerce erkek çocuğu öldürtmesinin diğer meşru kılıf giydirilmeğe çalışılan adıdır. Kur’an-ı Kerim-de bu olaya işaret edilmektedir.[5]

Bu kadınlar türlü türlü aldatmacalarla avutulur. Gözleri boyanır. Bunların günleri bitirile bitirile bitirilmeye çalışılır. “Günümüzü gün edelim.” kandırmacasıyla,günleri seneleri ve de ömürleriyle beraber hem dünyaları,hem de ahiretleri bitirilir. Böylece günlerini gün edenler,yarınlara bir şeyler bırakmamaktadırlar,bırakamamaktadırlar. Başkalarına muhtaç hale getirilmektedirler.

Rivayete göre Ömer muhtar şöyle der:”Her insanın iki günü vardır. Biri kendi günü,diğeri de gelecek nesillere aid olan gün…Kendi gününü yaşayanlar gelecek nesillere bir şey bırakmamışlardır. Fakat kendi gününü feda edenler,gelecek nesillere büyük bir ikbal bırakmış ve nesillerin sinelerinde bir yad-ı cemil olarak kalmışlardır.

Batı ve batıyı taklid edip izinden gidenler,kadını güzelliği için ve zevklerini tatmin eden bir mal olduğu için severler. Aksi halde hiçbir şey düşünmeden onu terk eder ve atar. İhtiyarlığında ve çirkinliğinde onu sevmez,iltifat etmez.

Misal olarak;Holywood film şirketi CAN’ın sahibi Edward Kenny şöyle der:”Müslümanların evlilik uygulamalarına akıl erdiremiyorum. İnsanın kendisini ömrünün sonuna kadar aynı kişi veya kişilerle beraber olmak mecburiyetinde hissederek evlenmesi çok garib,en basit bir şeyi bile,uzun müddet kullanamıyoruz. İşe yaramaz hale gelince veya işe yaramayınca,hatta bıkkınlık verince atıyor ya da satıyoruz. Bizdeki evlilik uygulamalarında hiçbir sınırlama getirilmiyor. Kadın erkeği,erkek kadını beğenmediği zaman bırakabiliyor. Tam sayısını bilmiyorum ama 30’a yakın eş değiştirdim. Geçen gün iş yerime geldiğimde bir buketle karşılaştım. Tartışarak ayrıldığımız ilk karım Nensy’den gelmişti.

Şu bir gerçek ki,Nensy hariç,hiçbir karımla mutlu olamadım. Tam 34 yılım böyle mutsuzlukla geçti. hala bunalımdayım,hayatın hiçbir şeyinden zevk almıyorum. Doktora gittim,bundan böyle yalnız yaşamamı tavsiye etti. Şimdi büyük oğlum jean’la beraber yaşıyorum.”der.[6]

“En basit bir şeyi bile uzun müddet kullanamadığından”bahseder. Çünki onlar için her şey gibi kadında kullanmaya yarayan bir eşya bir eşya bir mal değerindedir. Onlar için kadın yol geçen hanıdır. Eşkiyası,soysuzu,her tipsizi uğrayabilir.Onlar için hayat zevk içindir. Kadının da zevki nisbetinde yanlarında bir yeri vardır,aksi takdirde hiçbir yeri yoktur.

Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi;kadınlar bulundukları makamlarından,layık oldukları annelik özelliklerinden uzaklaştırıldıkları takdirde, onlara annelik gibi şerefli bir mevki hazırlanmadığı zaman,onu da toplumu da ızdıraba düçâr edecektir.

O zarif ve zaif kadınlara yapılacak olan zulme Allah asla müsaade etmez. Bu zulmü devam ettirmez. O milletlerin başından bela eksilmez. Onlar incirse toplumlar da incir ve feryad eder. Hiç duyulmadık musibetler başa gelir.

Bir gün Peygamberimiz sahabelerine:”Ben,rabbimden,benim ümmetimi helak etmemesini istedim. Rabbim benim duamı kabul buyurdu. Dedi ki:”Onların helaki kendi aralarında olacaktır. Günah işledikleri zaman ben onları birbirine düşürecek ve vurduracağım.” Ben bununda kalkmasını diledim;ama Rabbim bunu kaldırmadı.”[7]

Geçmiş ümmetlerin bir günahına mukabil Allah onları helak ederken;Hz. Âdem’den beri günahları bir kerede işleyen şu asrın insanlarına verilen bu tür bela elbette çok değildir! Dalalet ve sefâhetten uzaklaştırmak içindir. Her zaman olduğu gibi yine:”merhamet ve ihsan etmek senden,düşmek ve sürçmek benden.” diyen Sena-i gibi,bu hakikat tezahür etmektedir.

Taberâni-nin İbni Abbas’dan rivayet ettiği hadiste.”Hiçbir peygambere ihtilam olmak vaki’ olmamıştır. İhtilam şeytandandır. Burada da görüldüğü gibi;şeytan en fazla bunlara yanaşmakta,bunların içerisine girip fitnesini daha fazla işletme imkanı bulmaktadır.

Peygamberimiz:”Kanın damarlarınızda dolaştığı gibi,şeytan içinizde öyle dolaşır.”buyurur.

Sefâhet ve eğlenceyi şeytan kadınla körükler. Bu da o toplumun çöküş sinyalleri ve habercisi olduğunu ildirir. İşte tarihi ve ibretli bir olay:

-“Timurlenk Sivas’ı zaptettiği sırada adamlarına sormuş:Fethettiğiniz ülkenin sakinleri ne yapıyor?

-Ağlıyor Efendimiz,demişler.Timur;

-Ağlayanlardan korkulur. Haracı,vergileri biraz daha ağırlaştırın,emrini verir.

Vergileri ağırlaştırılır. Timur yine sorar:Halk ne yapıyor? Adamları;

-Ulu hakanımız halk düşünüyor. Timur;

-Düşünenlerden korkulur. Halkı biraz daha tazyik edin,buyruğunu verir.

Kuyruklar topal hakanın buyruğunu yerine getiriler. Halka olmadık işkenceyi yaparlar. Timur yine sorar;

-Şimdi ne yapıyorlar?

-Tuhaftır efendimiz,derler. Halk şimdi bayram yapıyor. Timur derin bir nefes alır. Artık bu şehirden korkulmaz. Onlar ipin ucunu kaçırdılar,der.

Onlar gibi bizimkiler de ipin ucunu kaçırınca vur patlasın,çal oynasın. Nerde çalgı,orda kal ki,bayram,şenlik yapıyorlar.”diyor Serdengeçti..”[8]

Acaba bizlerde hangi bölüme girmekteyiz? Ağlıyor muyuz? Düşünüyor muyuz? Yoksa eğleniyor muyuz?

İslâm ve İslam hukukuna göre kadın:-Kadın;velayet sahibi olan erkeğin [9] malına tasarruf eder.[10] Velayet ve sahiblik erkekte olduğundandır ki;bir müslüman kadın kitab ehli bir gayri müslimle evlenemez. Ancak erkek evlenebilir.[11] Evin özellikle kadının yükü erkek üzerine olduğu içindir ki;malın yani mirasın üçte ikisine de sahib olur.[12]

Biri kendi hakkı,biride maişetini tekeffül ettiği hanımının hakkı. Böylece adilane eşitlenmiş olmaktadır. Kadın erkeği değil,erkek kadını geçindirmekle yükümlüdür.

İki kadının şehadeti bir erkeğe mukabil tutulmasındaki [13] hikmet ise;Kadın zaif olduğundan,ufak bir tehdit neticesinde mağlub düşecektir. Şefkatli olduğundan,şefkati karşıdakinin masumca tavrına kapılarak ceza vermekten kaçınacaktır.

Merhamet ve ilmiyle bu hükmü veren Allah’ın şefkatinden fazla şefkat etmek,şefkat değil,zulümdür.

Yusuf Has Hacib’in –Kutadgu Bilig-den bazı tavsiyelerinde:”Yabancıyı eve sokma,kadını dışarıya çıkarma;bu kadınları sokakta gören göz onların gönlünü çeler.

-Göz görmezse gönül arzu etmez;Ey oğul,gözün görürse,gönlün arzular.

-Gözünü gözetirsen,gönlün bir şeye akmaz;arzu etmeyince de,insan hiçbir şeye kapılmaz.

-Yemekte-içmekte kadınları erkeklere katma;eğer katarsan ölçüyü kaçırırlar.

-Kadının aslı ettir;eti muhafaza etmeli;gözetmezsen,et kokar;bunun çaresi yoktur.

-Kadına saygı göster,ne isterse ver;evin kapısını kilitle ve eve erkek sokma.

-Bir de hizmetçilere iyi muamele et;onlara yiyecek,içecek ver ve giyeceklerini eksik etme…”[14]

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Buhari. 5 / 136, 8 / 97.

ii Zafer dergisi.1992.Kasım.sh.6,agd.1992.Ağustos.sh.23.

[3] Zaman gazt.1-9-1993.

[4] Agg.12-13-Aralık-1991.

[5] A’raf.137,127,kasas.21,4,Taha.39,Mü’minun.25.

[6] Sur Dergisi.1992-Ocak.sh.5.

[7] Zafer derg.agd.1992-Aralık-sh.23.

[8] Mabedsiz şehir.agy.sh.129-130.

[9] Nisa.34.

[10] Nisa.32.

[11] Maide.5.

[12] Nisa.7,11.

[13] Bakara.282.

[14] Sur Derg.agd.1992.Kasım.sh.8.